Ruh Bedenin Neresindedir?
Ruhun İnsana hayat veren ve onu, düşünen, anlayan, idrak eden bir kişi haline sokan maddi olmayan, ölümsüz varlık. Can, nefes, öz, nefis, ilham, vahiy, cebrail vb. anlamları vardır.
Allah Teala, Hz. Adem`le başlayan ve Hz. Muhammed (s.a.s) ile son bulan vahiy süreci içerisinde insan oğlunu bir çok gaybi meselede bilgilendirmiştir. Madde dışı aleme dair bilinen bilgilerden sağlıklı ve güvenilir olanı sadece, Allah`ın peygamberleri aracılığıyla insanlara ulaştırmış olduğu bilgilerdir. Kur`an-ı Kerim`de insanı canlı kılan anlamdaki ruhun mahiyeti hakkında hemen hemen hiç bir bilgiye yer verilmemiş olmasından hareketle; ilahi hikmetin, ruhun hakikatini, Allah`ın insanoğluna vermiş olduğu ve bütün bilginin yanında çok cüz`i kalan malumatın dışında tuttuğu söylenebilir.
Kur`an-ı Kerim`de ruh kelimesi değişik bir kaç anlamda kullanılmıştır.
Allah Teala, Hz. Adem (a.s)`ın cesedini topraktan şekillendirdikten sonra ona kendi ruhundan üflemiş ve böylece Adem (a.s) hayat kazanmıştır. Yine, insanı ana rahminde yarattıktan sonra, ona kendi ruhundan üflemiş ve onu ruh sahibi canlı bir insan haline getirmiştir: "Her şeyi en güzel şekilde yaratan, insanı önce balçıktan vareden sonra insan soyunu adi bir suyun özünden yaratan, sonra şekil verip düzelten, ona kendi ruhundan üfleyen... O`dur" (es-Secde, 32/7-9);
"Hani bir zaman Rabbin melekler: "Ben balçıktan bir insan yaratacağım; Şeklini tamamlayıp ruhumdan üflediğim zaman hemen ona secde edin" demişti" (es-Sa`d, 38/71-72) Ana karnında insan yaratılışının aşamaları ve ruhun ona üfürülüşü hak. ayrıca bk. Buhari, Enbiya, I ; Müslim, Kader, I ). İsa (a.s)`ın babasız olarak yaratılışı anlatılırken de ruh, aynı anlamda kullanılır: "Irzını koruyan Meryem`i de hatırla. Biz ona ruhumuzdan üfledik..." (el-Enbiya, 21/91: Ayrıca bk. Et-Tahrim, 66/12). İsa (a.s) bundan dolayı ruhullah (Allah`ın ruhu) olarak da isimlendirilmiştir (bk. Buhari, Tefsiru Sure, 2; Tevhid, 19; Müslim, İman, 322; Ahmed b. Hanbel, III, 368).
Yine ruh kelimesi Cebrail (a.s)`ın karşılığı olarak kullanılmaktadır. Bu anlamda, "Ruhul-Kudüs" ve "Ruhul-Emin" terkipleri ile geçmektedir: "De ki; "Kur`anı, Ruhul-Kudüs (Cebrail), Rabbimin katından hak olarak indirdi" "...Meryemoğlu İsa`ya da açık mucizeler verdik ve onu Ruhu`l-Kudüs ile te`yid ettik" (el-Bakara, 2/87, 253); "Uyarıcılardan olasın diye, bu Kur`an-ı açık bir Arapça lisanıyla senin kalbine, "Ruhul-Emin" (Cebrail) indirmiştir" (eş-Şuara, 26/ 193-195).
Bazı ayetlerde de ruh kelimesi ile Allah, Teala`nın vahyi, yani ayetleri kastedilir: "Allah meleklerini, vahyi (ruh) ile, kullarından dilediğine göndererek..." (en-Nahl, 16/2; ayrıca bk. el-Mü`min, 40/15; eş-Şura, 42/52).
Dört ayette ruh, Allah Teala`nın emrine bağlanmıştır (el-İsra, 17/85; en-Nahl, 16/2; el-Mü`min, 40/15; eş-Şura, 42/52). Ruhu Allah`ın emrine bağlayan ve muhtevasından ruh ile neyin kastedildiği açıkça anlaşılmayan;
"Ey Muhammed! Sana ruhtan sorarlar. De ki; "Ruh, Rabbimin emrindendir (O`nun bildiği bir iştir) size ancak az bir bilgi verilmiştir" (el-İsra, 17/85) mealindeki ayet, ruh konusu üzerindeki tartışmaların odak noktasını oluşturmaktadır. Müfessirler bu ayette ruhtan Cebrail`in, İsa (a.s)`ın, Kur`an`ın ve Hz. Ali (r.a)`a isnad edilen ve fakat doğruluğu çok şüpheli sayılan tuhaf bir yaratık kılığındaki bir meleğin kastedildiği şeklinde değişik görüşler ileri sürmüşlerdir.
Kelamcıların ve müfessirlerin çoğuna göre ise bu ayette sorulan ruh, cesede hayat veren şeydir (Kurtubi, el-Cami li Ahkamil-Kur`an, Beyrut 1966, X, 323-324; Fahreddin er-Razi, Tefsirül-Kebir, XXI, 36). Görüş sahibi müfessirler, peygamberden, insanı canlı kılan bu ruhun mahiyeti, insan bedeninde gördüğü fonksiyonu, cisimle birleşmeşinin şekli ve yaşama olan bağlantısının sorulduğunu ileri sürmüşler ve işte bu şeyin Allah`tan başka hiç bir kimse tarafından bu yönlerinin bilinmediğini kabul etmişlerdir (bk. Kurtubi, aynı yer).
Ruh nedir, anlaşılabilir mi?
Bazı insanlar peygamber efendimize ruhu sordular. Cevap vermeyip, vahyi bekledi. Gelen ayet gayet netti: “o, rabbimin emrindendir, de.” Ruhun varlığı tasdik ediliyor, fakat mahiyeti açıklanmıyordu. Çünkü, muhatapların söyleneni anlamasına imkan yoktu. Akıl, “emir aleminden” olan bir varlığı kavrayacak kapasitede değildi.
“emir alemi” ölçüden, tartıdan, şekilden, renkten uzak varlıkların dünyasıdır. Maddeler için söylenen uzun, kısa, mavi, sarı, yuvarlak, düz, ağır, hafif gibi kelimelerin o alemde karşılığı yoktur. Ölçülere mahkum akıllar, ölçülemeyeni nasıl anlasın?
Ancak o, mantık ölçüsüyle her eserin bir ustaya delalet ettiğini bilir. Böylece kainat denilen o muhteşem eserden hareketle yaratanı tanır. Yine o, öznesiz fiil olamayacağını kabul eder. Bu yolla, bedeni harika bir tarzda idare eden, fakat göz ile görülemeyen bir özün, yani ruhun varlığını tasdik eder. Zaten kendinden beklenen de budur.
Hadiste “kendini bilen rabbini bilir” buyruluyor. Bir büyük mütefekkirimiz de, “ey kendini insan bilen insan! Kendini oku...” Diyor. Şu halde, insanın kendini tanımaya çalışması şart. Kendimizden giderek ona ulaşacağız!
Ruh hakkında neler biliyoruz? Ruhun kendisini bilemiyoruz. Ancak bazı özelliklerinden söz edebiliriz. Beden, anne karnında belli bir olgunluğa erişince, ruh verilir.
Bedenin sultanı olan ruh, nurani, şuurlu, diri ve harici vücut sahibi bir varlıktır. Sonradan yaratılmıştır, ama ebedidir. Birdir, bölünmez, parçalara ayrılmaz. Tesirleriyle bedenin her yerinde bulunur, fakat mekanı yoktur. Bedenin içinde olmadığı gibi, dışında da değildir. Ona ne uzaktır, ne de yakın. Bütün işleri aynı anda idare eder, bir iş diğerine mani olmaz. O, tabiattaki kanunlara benzer. Eğer kanun şuurlu olsaydı ve harici vücut giyseydi ruh özelliği kazanırdı. Ruh, kendisinin ve diğer varlıkların farkındadır.
Ruh, sahip olduğu maddi ve manevi cihazlarıyla işler yapar. Şuuruyla fark eder, aklıyla anlar, vicdanıyla tartar, karar verir, hayaliyle planlar yapar, hafızasıyla bilgi depolar, kalbiyle sever. Onun sayılamayacak kadar çok kabiliyeti vardır. Bunların bir kısmı da maddi uzuvlarla ortaya çıkar. Ruh, eliyle tutar, gözüyle görür, kulağıyla işitir, ayağıyla yürür... Bedende bulunduğu sürece bedene muhtaçtır. Faaliyetleri bedenle sınırlıdır. Ölüm, onun beden zindanından kurtulup, hürriyetine kavuşmasıdır. O zaman bedene ihtiyacı kalmaz. Gözsüz görür, kulaksız işitir, beyinsiz düşünür. Mahşere kadar bedensiz bekler. Ahirette yeniden ve yeni bir bedene kavuşur.
Dostlarımız soruyorlar, “ruh nasıl bir şey?” Diye. “bilmiyorum”, diyor ve devam ediyorum: böyle demekle sorunuzun gerçek cevabını vermiş oluyorum.
Mahiyeti bilinmezler hakkında en ileri ilim, “bilmiyorum,” kelimesinde ifadesini bulur. Böyle demeyip de, onun hakkında bir takım tahminlerde bulunsam, “uzundur veya kısadır”, desem, “bedenin şurasında veya burasındadır”, “şu veya bu renktedir”, gibi laflar etsem aldanmış ve aldatmış olurum. Çünkü ruh, beden cinsinden değil. Biri hane ise diğeri misafir, biri tezgah ise beriki usta.
Ne bir evin bölmeleri, insanın organlarına benzer, ne de tezgahın aksamı ustanın azalarına.
Beden ve kainat... Her ikisi de kesif ve maddi. Ruh ise latif ve nurani. O halde ne beden, ne de şu alem bize ruhun mahiyeti hakkında bir bilgi verir. Onlara dayanarak yapacağımız bütün tahminler yanıltıcı olmaya mahkum... Toprağa bakıp yerçekimi hakkında tahminler yürütmek gibi bir şey.
Risale-i Nur Külliyatında, ruhun bekası ifade edilirken şöyle buyrulur:
“ruh ise tahrib ve inhilale maruz değil. Çünki: basittir, vahdeti var.”
Buradaki “basit” kelimesi, terkip olmama demektir. Gerçekten de, insanın ruh dünyası ayrı bir alem. Terkip değil, fakat nelere sahip değil ki!.. Ama, bu çokluk onun vahdetini, birliğini bozmuyor. Ondaki akıl, hafıza, duygular ve his dünyası ne bedenin organlarına benziyor, ne de kimyevi bir bileşimin unsurlarına... Bunların müstakil bir şahsiyetleri yok. Tek başına bir akıl, yalnız kalmış bir irade, sahipsiz bir hafıza düşünebiliyor muyuz?
Ruhun bu harika yaratılışı insan için büyük bir irşat kapısı... İnsan bu sayede, cenab-ı hakk’ın kudsi sıfatlarının, zatından ayrı düşünülemeyeceği hakikatine bir derece bakabilir.
Soru : ruh beyinden mi ibarettir?
İnsan, ilim sahibidir. Hem kendini, hem de diğer varlıkları bilir. Üstelik bildiğini de bilir. Bilgisi bilinçlidir. Bilgisayar disketinden farklıdır. Bir diskete de birçok bilgileri kaydetmek mümkündür, ama o disket kendisinde bulunan bilgilerin farkında değildir. Öğrenmek için herhangi bir arzusu da yoktur. İlmi istemek ve öğrenmeye çalışmak ise, maddenin özelliklerinden değildir.
İlimden mahrum atomlar, ne kadar mükemmel bir şekilde bir araya gelmiş olurlarsa olsunlar, ilim sıfatını kazanamazlar. Beyin de bu ilimsiz ve şuursuz atomlardan meydana gelmiştir. Bilgileri aktarır ve kaydeder, ama bu işi şuursuzca yapar. Bilgisayar disketinden farkı yoktur. O, ruh adlı varlığın emirlerini yerine getiren bir alettir sadece.
“irade” gerçeği ise, başlı başına bir harikadır. Seçmek, karar vermek, ayırmak, istemek, reddetmek, bilgisiz bir et yığınının yapacağı işler değildir. En mükemmel uzuv olan beynin, irade sahibi olduğunu iddia eden adam gülünç olur. O, irade etmez, sadece ruhun istediğini yapar.
Milyarlarca hücreden yaratılan beyin, akılları hayrette bırakacak kadar harikulade bir bilgisayardır. Fakat her bilgisayar gibi, onu birinin programlaması gerekir. Beyin, ruhun ürettiği paket programları uygulamak, bedenin diğer parçalarına iletmek için kurulmuş bir santrale benzer. Yeni yollar, başka imkanlar, farklı işler peşinde koşacak iradeye sahip değildir.
Ona, “ben bir bilgisayarım” dedirtebiliriz. Fakat bu deyiş, teybin ses vermesi gibidir. Hiçbir bilgisayar kendini aşamadığı gibi, beyin de kendini aşamaz, ancak belli bir program dahilinde faaliyet yapar.
Beyin denilen o harika cihaz, ruhu inkara değil, yaratanı kabule götürür. Basit bir hesap makinesinin bile ustasız olamayacağını bilirken, beynin sonsuz ilim ve irade sahibi bir ustası olduğunu nasıl inkar edebiliriz?
Soru: ruh ile beden arasındaki ilgi nasıldır?
Ruh: “can. Canlılık. Nefes. Cebrail(a.s.)...”,“bir kanun-u zivücud-u harici.”(sözler), “emir aleminden olup, beden ülkesini idare etmesi için kendisine müstakil bir varlık verilen bir kanun. Beden olmayınca da varlığını devam ettirebilen latif bir cisim.”
Kaba, sert bir ağacın, narin ve nazik bir meyve vermesi gibi, bu haşmetli ve cansız alemden kendisine pek de benzemeyen bir varlık süzülmüş: insan... Güneş yakarken o yanmış, rüzgar eserken o nefes almış, ırmaklar akarken o kanmış, toprak mahsul verirken o tüketmiş.. Ağacı cansız iken o canlı olmuş, alem görüp işitmezken o görücü ve işitici kılınmış...
Artık bu üstün meyve, kainat ağacının gözü kulağı kesilmiş. Bu şerefli rütbe ile birlikte büyük de bir mesuliyet yüklenmiş. O, neye hizmet etmişse, kainat da manen o işin peşine düşmüş; o neye kulak vermişse alem onu dinlemiş ve o neye bakmışsa bütün hizmetçiler de onu seyre koyulmuşlar...
İşte bu insan meyvesinin şu görünen beden hanesinin ötesinde, şu alemi memnun yahut mahzun eden bir efendi mevcut. Elini dilediği meyveye uzatabiliyor. Gözlerini arzu ettiği istikamete dikiyor. Ayaklarını keyfince hareket ettirebiliyor. İşte bütün bir kainat ve top yekun insan bedeni o efendi için yapılıp çatılmış. Renkler alemi onun gözü önünde hazır. Tatlar alemi onun diline arz edilmekte. İlim ve hikmet alemi onun aklına bakıyor.
Bu beden ve şu kainat, o ruhun önünde iki sahife gibi. Dilerse bedeni okur, isterse kainatı... Beden ve kainat, bir başka cihetle de o ruhun önünde iki sofra. Her ikisinden de istifade ediyor. Her ikisini de seviyor; her ikisi için de halik’ına şükrediyor.
Ruhun önünde nice düşündürücü levhalar, nice ibret sahneleri ve hayret tabloları mevcut. Kainatı temaşa, bedeni tefekkür, kainatla beden arasındaki mükemmel münasebete nazar, beden ile ruh arasındaki akıl almaz ilgiye hayret ve bu sonuncusunu vesile ederek gayb alemi ile şu görünen alem arasındaki ulvi rabıtalara iman...
Bir de ruhun kendi mahiyetini bilmedeki aczi var ki, bu acz, nice hakikatlere pencereler açıyor... Her biri diğerinden güzel olan bu mevzulardan sadece bir ikisine kısaca işaret edelim: Ruhla beden arasındaki ilgi, gerçekten, çok mükemmel. Beden hizmetçi, ruh ise efendi. Hizmetçi efendiye tabi. Gözden akan yaş, üzüntüden haber veriyor. Üzülen ne göz, ne de onun takılı olduğu beden makinesi. Zira bedenin kederle bir alakası yok. Ruhtaki teessür, gözden yaş olarak dökülmede.
Ters yöne giden bir arkadaşımıza, “dur! Geri dön!” Diye sesleniriz. Bu seslenişte muhatabımız, ne onun kulak zarı, ne de ayaklarıdır. Kulak sadece bir ahizedir, ayaklar ise doğru yahut yanlış yoldan anlamazlar.
Bedenin ruh namına hareket etmesi, gayb aleminin şu şehadet alemine hakimiyetini temsil etmede. Ayaklar diledikleri yöne gitmedikleri gibi, şu dünya da kendi keyfince dönmüyor. Göz, kendi arzusuyla bakmadığı gibi, güneş de ışığını kendi iradesiyle vermiyor.
Beden şu alemdeki birçok hadisenin tesirinde kalır. Ama ruhun bedene tesiri bunların hepsinin üstünde. Aşırı soğuk da sinir sistemi üzerinde olumsuz tesir yapar; ama bu tesir hiçbir zaman bir ihanetin, bir zulmün, bir vefasızlığın tesiriyle kıyaslanamaz. Bazı gıdalar da tansiyonu yükseltici tesire sahip; lakin bu yükseltme, üzüntünün, heyecanın tesirleri yanında küçük kalır...
Ruh ile beden arasındaki ilgi, bir bakıma, sesle mana arasındaki ilgiye benzer. Ses mananın bedeni, mana sesin ruhudur. Bu ruh o bedenin ne sağındadır, ne solunda, ne içindedir, ne dışında... Mana, hayatiyetini devam ettirmek için sese muhtaç değildir. O, hafızada sessizce durur, dimağda gürültüsüz meydana gelir, kalpte kelimesiz bulunur. Ancak, görünmek ve bilinmek istedi mi, işte o zaman, sese görev düşer.Ses, muhatabın kulağına varınca ömrünü tamamlar. Mana ise ondan sonra da varlığını sürdürür.
Mana sesten önce de vardı, sesle birlikte göründü, sesten sonra da varlığını devam ettirmede. Ruh Allah’ın kanunu, beden o’nun mahluku. Bu bedeni, o kanunla tanzim ve idare ediyor.Allah’ın mahlukata benzemekten münezzeh olduğundan gaflet etmemek şartıyla, insan kendi ruhunda, birçok rabbani hakikatlere işaretler bulabilir. Bu işaretleri hakikate tatbik ederken, çok dikkatli olmak gerek. İşaretle asıl arasında bir benzerlik kurma gafletine düşülmemeli. Haritadaki bir nokta, bir şehre işaret eder, ama o nokta ile şehir arasında bir benzerlik kurmak cehalettir. Bir yazı, katibini gösterir, onun sanatına delil olur; lakin, katibi yazıya benzetmek, yahut yazının özelliklerinde yazarın sıfatlarını aramak manasızlıktır.
Meseleye bu şuurla nazar ettiğimizde, ruhumuzda bazı hakikatlere işaretler bulabiliriz:
- Ruh, beden ülkesinin yegane sultanıdır; birdir, şeriki yoktur.
- Ruh, bedenin hiçbir cüz’üne, hiçbir organına benzemez.
- Ruhun zatı, bedenin zatına benzemediği gibi, sıfatları da bedenin sıfatlarına benzemez.
- Ruhun bir meseleyi tefekkür etmesiyle, midenin bir lokmayı yoğurması arasında benzerlik düşünülemez.
- Ruh doğmaz, doğurmaz, bedende mekan tutmaz. Bunlar hep bedenin, maddenin özellikleridir.
- Ruhu mahiyetiyle kavramak mümkün değildir. Onun zatı hakkında ne düşünülse, ona şirk koşulmuş olur.
- Bir bedende iki ruh bulunsa, beden fesada gider...
- Bedenin eliyle ne alınırsa alınsın, şükür daima ruha yapılmalıdır.
- Ruhun bedendeki icraatı, güneş’in gezegenlerini döndürmesi gibi, mübaşeretsizdir; yani bu iş, dokunmaksızın, temassız yapılır.
Bir hücreyi idare etmekle, bütün hücreleri idare etmek arasında, ruh için bir fark düşünülemez; birincisi ona daha hafif, ikincisi daha zor değildir...
Bir başka açıdan:
Bedeni kafese, ruhu ise kuşa benzetirler.
Bu güzel teşbihten alacağımız çok dersler var. Bunlardan birkaçı:
Bu güzel teşbihten alacağımız çok dersler var. Bunlardan birkaçı:
Beden ruh içindir, ruh beden için değil.
Kafesin boyanmasıyla kuş güzelleşmez.
Beden sıhhati de ruhun olgunluğuna delil olamaz.
Kafesi büyütmekle kuşu geliştirmiş olamazsınız. Onun büyüme yolu daha başkadır.
Kuş, kafesten dışarıyı seyreder, ama gören kafes değildir.
“göz bir hassedir ki; ruh, bu alemi o pencere ile seyreder.” (sözler)
Kuşsuz kafesi kimse evinde barındırmaz. En yakınımızı bile ölümünden sonra kaç gün misafir ediyoruz?
Kuş kafesten önce de vardı, kafesten uçtuktan sonra da varlığını devam ettirir.
Şu koca kainat sarayı, ruh için bir oda gibi. Beden ise kafes. Ruh kafesten uçtuğu gibi, saraydan da çıkar gider, daha geniş alemlere kavuşmak üzere.
Kafeste boğulmayan, odaya aldanmayan, kendini unutmayan ruhlara müjdeler olsun!...
Kaynak : Sorularla İslamiyet