20 Nisan 2015

Zemmil Gazab velhıkd vel Haşe İmam-ı Gazâli Helak Edici Hususlar (Mühlikât), I NCİ BÖLÜM

Zemmil Gazab velhıkd vel Haşe 
İmam-ı Gazâli Helak Edici Hususlar (Mühlikât), 
I NCİ BÖLÜM

• Af ve İhsan'ın Fazileti
• Emsal Akran,Kardeş,Amca Çocukları ve Akrabalar Arasındaki Hased Çokluğunun Sebebi ve Başkaları Arasındaki Hasedin Azlı
• Giriş
• Haksızlığa Nasıl Karşı Konulmalıdır?
• Hased ve Münafese'nin (İmrenmenin) Sebepleri
•  Hased'in Hakîkati, Hükmü, Kısımları ve Mertebeleri
• Hased'in Zemmi, Hakikati, Sebepleri, Tedavisi, İzalesinde Gerekli Olan Davranış Şekilleri
•  Hasedi Kalp ten Söküp Atmanın Çaresi
•  Hasedin Kalpten Silinmesi Gereken Miktarı
•  Hıkd'ın (Kin'in) Anlamı, Neticeleri, Affetmenin ve Şefkat Göstermenin Fazileti
•  Hilm'in Fazileti
• Öfke'nin Zemmi
•  Öfkenin Hakikati
• Öfkenin Riyazet Yoluyla Giderilmesinin İmkânı
•  Öfkeye Yol Açan Sebepler
• Öfkeyi Yenmenin Çâresi
• Öfkeyi Yenmenin Fazileti
•  Şefkatin Fazileti
Giriş
Affına ve rahmetine ancak ümit sahiplerinin güvendiği Allah'a hamdolsun. O Allah ki O'nun öfkesinin ve savletinin neticesinden ancak muttakîler sakınırlar. O Allah ki, kullarını haberleri olmaksızın sevk ve idare edip, şehvetleri onlara musallat kılmıştır. İştahlarının çektiğini terketmeyi kendilerine emretmiştir. Onları öfkeye müptelâ kılmıştır.
Öfkelendikleri konularda öfkelerini yutmakla kendilerini zorunlu kılmıştır. Sonra onları şehvet ve lezzetlerle çepeçevre sarmış ve iradelerini yaptıklarını görmek için- ellerine vermiştir. Bu şekilde iddia ettikleri konuda doğruluklarını bilmek için sevgilerini denemiş ve kendilerine açık ve gizli yaptıkları hiçbir şeyin kendisine gizli olmadığını bildirmiştir. Habersizken, ansızın kendilerini yaka-paça, pençe-i kahrıyla yakalayacağını bildirerek şöyle buyurmuştur:

Onların işi sadece korkunç bir sese bakar. Çekişip dururlarken ansızın o kendilerini yakalar. Artık ne bir tavsiye yapabilirler, ne de ailelerine dönebilirler.
(Yâsin/49-50)

Salât ve selâm, peygamberlerin altında toplanacağı sancağın sahibi olan Hz. Peygamber'e, âline, hidayete erişip, hidayete götüren ashâbına ve Allah'ın rızasına mazhar olan islâm büyüklerine olsun! Öyle bir salât ki onun adedi, Allah'ın yaratmış olduğu ve yaratacağı şeylerin sayınca kadar olsun! O salâtın bereketinden geçmiş ve gelecek müslümanlar nasipdar olsun!

Bundan sonra bil ki öfke, bir ateş kıvılcımıdır. Göğüslerde yanan Allah'ın ateşinden alınmıştır. Muhakkak ki öfke ateşi, küllerin altına gizlenen ateş közleri gibi, kalplerin kıvrımlarında gizlidir. Taşın, demirin ateş çıkarması gibi, bu öfke ateşini de inatçı ve zâlim olan kişinin kalbinde gizlenen gurur ve azamet dışarıya çıkarır. Yakîn nûruyla bakanlar bilir ki, insanoğlundan, Allah'ın rahmetinden kovulmuş şeytana uzanan bir damar vardır. Bu bakımdan öfke ateşi kime galip gelirse, o kimsede şeytanın yakınlığı kuvvet bulur. Nitekim şeytan şöyle demiştir:

Beni ateşten, onu ise çamurdan yarattın!(A'raf/12)

Muhakkak ki çamurun durumu vâkar içinde sükûnettir. Ateşin durumu ise alevlenmek ve parlamak, hareket ve ızdıraptır. Kin ve hased, öfkenin doğurduğu kötü neticelerdir. Helâk olan kimseler bu iki kötü hasletten dolayı helâk olmuşlardır. Fesada uğrayanlar da onlardan dolayı fesada uğramışlardır. Kin ve hasedin kaynağı, bir çiğnem ettir. O et, doğru olduğu takdirde, onunla beraber bedenin tümü doğru olur. Madem kin, hased ve öfke, kulu felâkete sevkeden âmil ve sebeplerdendir, öyleyse insan, öfkenin tehlikeli durumlarını, çirkin taraflarını bilmeye muhtaçtır ki öfkeden sakınıp, korunsun! Eğer varsa, kalbinden silip söküp atsın. Eğer kalpte yerleşmiş ise, tedavi etmek sûretiyle sökülmesine çalışsın; zira şerri tanımayan bir kimse şerrin içine girebilir. Şerri tanıyana da, şerrin bertaraf edilmesinin ve uzaklaştırılmasının yolunu bilmedikçe sadece tanımak yeterli olmaz. Biz bu bölümde hased ve kinin âfetlerini, öfkenin kötülüğünü belirteceğiz. Bütün bunları, şu hususlarda toplayacağız: Öfkenin kötülüğünü ve hakikatini açıklamak, sonra öfkenin esasının riyazetle kalpten sökülmesinin mümkün olup olmadığını beyan etmek, sonra öfkeyi kabartan sebepleri beyan etmek, kabardıktan sonra ne yapmak gerektiğini belirtmek, sonra öfkeyi yutmanın faziletini izah etmek, sonra hilm'in faziletini, sonra konuşmanın ne kadarıyla insan davasına yardım edip içini rahat ettirebilir meselesini açıklamak, sonra kin ve doğurduğu kötü neticeler hakkında konuşmak, af ve şefkat göstermenin faziletini belirtmek, sonra hasedi kötülemek hususundaki sözü açıklamak, hasedin hakikatini, sebeplerini, tedavi yollarını, sökülmesi için en son gereken çarenin beyanını, sonra akran, arkadaş, amcazadeler ve akrabaların arasında neden hasedin çokça vâkî olduğunu belirtmek, bu saydıklarımızın dışında hasedin çoğalıp, azalmasını veya zayıflamasını izah etmek, hased hastalığını kalpten söken tedavi yolunu belirtmek, daha sonra kalpten hasedin sökülmesinin farz olan miktarını beyan etmektir. Tevfîk Allah'tandır!

*Öfke'nin Zemmi

Ayetler

O zaman inkâr edenler, kalplerine öfke ve gayreti, o cahiliye öfke ve gayretini koymuşlardı, Allah da elçisine ve mü'minlere huzur ve güvenini indirdi.(Fetih/26)

Görüldüğü gibi Allah Teâlâ, kâfirleri haksız öfke ve gayretlerinden dolayı zemm ve mü'minleri de Allah tarafından kendilerine gönderilen vâkar ve sekinetten dolayı medhetmektedir.

Hadîsler

Ebu Hüreyre (r.a) rivayet ediyor ki, bir zatın Hz. Peygamber'e 'Ey Allah'ın Rasûlü! Bana yapabileceğim bir ameli tavsiye et! Fakat az olsun!' demesi üzerine Hz. Peygamber (s.a) 'Öfkelenme!' buyurmuştur. Kişi aynı suali, başka bir zaman daha sordu. Hz. Peygamber (s.a) yine 'Öfkelenme!' cevabını verdi.1

İbn Ömer (r.a) : Hz. Peygamber'e (s.a) 'Bana bir söz söyle! Fakat az olsun. Umulur ki ben onu, tam mânâsıyla kavrayıp yaparım' dedi. Hz. Peygamber 'Öfkelenme!'2 dedi. İbn Ömer aynı suali iki defa daha Hz. Peygamber'e sordu. O da her defasında 'öfkelenme' diye karşılık verdi.

Abdullah b. Amr'dan şöyle rivayet ediliyor: Hz. Peygamber'e 'Beni Allah'ın gazabından kurtaracak amel nedir?' diye sordum. Hz. Peygamber cevap olarak 'Öfkelenme!' dedi.3

İbn Mes'ud der ki, Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: 'Siz aranızda kimi pehlivan kabul edersiniz?' Biz cevap olarak dedik ki: 'Sırtı yere gelmeyen kimseyi pehlivan olarak kabul ediyoruz'. Hz. Peygamber 'O pehlivan değildir. Ancak öfkelendiği anda nefsine hâkim olan bir kimse pehlivandır' dedi,4

Ebu Hüreyre Hz. Peygamber'in (s.a) şöyle buyurduğunu rivayet eder:
Kuvvetli bir kimse, başkasının sırtını yere getiren kimse değildir. Kuvvetli o kimsedir ki öfke anında nefsine hâkim olur.5

İbn Ömer Hz. Peygamber'in (s.a) şöyle buyurduğunu rivayet eder:
Kim öfkesini zaptederse, Allahü Azîmüşşân onun çirkin taraflarını örter.6

Süleyman b. Dâvud (a.s) şöyle demiştir: Ey oğul! Fazla öfkelenmekten kaçın! Çünkü fazla öfke, halîm bir kişinin kalbini bile hafifletir.

İkrime 'Seyyid, nefsine hâkim' (Alu İmran/39) ayetinin tefsirinde şöyle demiştir: 'Seyyid o kimsedir ki, öfke ona galebe çalmaz'.

Ebu Derdâ Hz. Peygamber'e 'Ey Allah'ın Rasûlü! Bana, beni cennete sokmaya vesile olacak bir amel öğret!' dediğinde Hz. Peygamber cevap olarak 'Öfkelenme!'7 buyurmuştur.

Hz. Yahya, Hz. İsa'ya şöyle demiştir: 'Öfkelenme!' Hz. İsa (a.s), cevap olarak 'Öfkelenmemek benim gücüm dahilinde değildir. Ben sadece beşerim' dedi. Hz. Yahya 'O halde mâl edinme!' deyince, Hz. İsa 'Bu umulur!' demiştir.
Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:

Sabur denilen maddenin balı ifsad ettiği gibi, öfke de imanı ifsad eder.8

Bir kimse öfkelendiği zaman muhakkak cehenneme yaklaşır.9

Bir kişi Hz. Peygamber'e 'Hangi şey daha şiddetlidir?' diye sorunca cevap olarak şöyle buyurmuştur: 'Allah'ın gazabı!' Kişi 'Beni Allah'ın gazabından uzaklaştıran nedir?' deyince, Hz. Peygamber 'Öfke!'10 buyurdu.

Ashâb'ın ve Âlimlerin Sözleri

Hasan Basrî şöyle demiştir: 'Ey Ademoğlu! Hiddetle yerinden sıçradığın zaman, cehenneme düşecek şekilde oturmandan korkulur!'

Zülkarneyn, meleklerden birine rastladı ve meleğe 'İman ve yakîn bakımından ilerlemeye vesile olan bir ilmi bana öğret!' diye dilekte bulundu. Melek ona 'Öfkelenme! Çünkü şeytanın in-sanoğluna en fazla hâkim olduğu zaman, öfkelendiği, zamandır. Bu bakımdan öfkeyi yutmakla reddet! Sevgi ile sükûnete kavuş! Acelecilikten sakın; zira sen acele ettiğin takdirde nasibini kaybetmiş olursun. Herkese karşı yumuşak huylu ol! Israrlı ve mütekebbir bir kimse olma!' dedi.

Vehb b. Münebbih'ten şöyle rivayet ediliyor: Ayazmasında ibadet eden bir râhib vardı. Şeytan onu saptırmak istediyse de bir türlü muvaffak olamadı. Mabedin kapısına gelip onu çağırdı. 'Bana kapıyı aç' dediyse de rahipten müsbet bir cevap alamadı. Sonra 'Aç kapıyı! Eğer ben gidersem pişman olursun' dedi. Buna rağmen rahib onun sözüne iltifat etmedi. Bunun akabinde 'Ben mesih İsa'yım!' dedi. Rahib 'Sen Mesih olsan dahi seni neyleyim! Sen bize ibadet ve ciddiyetle çalışmayı emretmedin mi? Bize kıyamette buluşmayı va'detmedin mi? Eğer bugün, zamanında yapmış olduğun telkinlerden başkasını getirdiysen onları senden kabul etmeyiz' dedi. Bu durum karşısında kalan İblis dedi ki: 'Ben şeytanım! Seni saptırmak istedim, fakat muvaffak olamadım. Sana istediğin konuda sual sorman için gelmiş bulunuyorum. Sorduğun takdirde cevap alırsın!' Rahib 'Hiçbir şeyi senden sormak istemiyorum!' dedi. Bunun üzerine şeytan gerisin geriye dönüp gitti. Rahib 'Dinler misin beni?' diye seslendi. Şeytan 'Evet, dinlerim!' dedi. Rahib İnsanların aleyhlerinde sana en fazla ya-rayacak ve yardımcı olacak şeyleri bana haber verir misin?' dedi. Şeytan 'Hiddet ve öfkedir! Zira kişi katı kalpli olduğu zaman, çocukların oynadıkları topu evirip çevirdiği gibi biz de onu evirip çeviririz' dedi.

Hayseme (r.a) şeytanın 'Âdemoğlu beni nasıl mağlup edebilir? Oysa Ademoğlu razı olduğu zaman onun kalbine sokulacak derecede gelip yaklaşırım. Öfkelendiği zaman onun beyninde yerimi alıncaya kadar uçarım' dediğini rivayet etmiştir.

Cafer b. Muhammed şöyle demiştir: 'Öfke her şerrin anahtarıdır'.

Ensâr-ı kirâmdan bir zat şöyle demiştir: 'Hamâkatın başı hiddettir. Sürücüsü öfkedir. Cehalete razı olan bir kimse halîm olamaz. Oysa halîm olmak kişinin süsü ve kazancıdır. Cehalet ise çirkinlik ve zarardır. Ahmağa karşı sükût etmek ise ona cevap vermektir'.

Mücahid, İblis'in şunları söylediğini rivayet eder: 'Âdemoğulları beni üç haslette yormamış ve hiçbir zaman da yormayacaklardır:

1.Onlardan biri sarhoş olduğu zaman onun yularına yapışır,istediğimiz tarafa çeker götürürüz ve sevdiğimizi ona yaptırırız.

2.Öfkelendiği zaman, bilmediğini söyler, pişmanlığını gerektiren hareketlerde bulunur.

3.Elinde bulunan mal hakkında onu cimri yapar, gücü yetmediği şeyler hakkında da uzun ümit ve emellere sahip kılarız'.

Bir hakîme denildi: 'Filan adam nefsine hâkimdir!' Hakîm cevap olarak şöyle dedi: 'O halde şehvet onu kul ve köle edinmiş değildir, nefis onu mağlup etmemiştir ve öfke de ona hakîm olmamıştır'.

Seleften biri şöyle demiştir: 'Öfkeden sakın! Zira öfke seni özür dilemek zilletine sürükler'.

Denildi ki: Öfkeden sakınınız! Çünkü sabur denilen acı maddenin balı bozduğu gibi, öfke de imanı bozar'. Abdullah b. Mes'ud şöyle demiştir: 'Öfkelendiği zaman, kişinin halîmliğini deneyiniz! Tamahkârlığı anında da emin olup olmadığını tecrübe ediniz, kişi öfkelenmediği zaman, hilmini nereden bileceksin? Tamah sahibi olmadığı zaman emin olduğunu nereden anlayacaksın!'

Ömer b. Abdülaziz, bir valisine şöyle yazdı: 'Öfkelendiğin anda herhangi bir kimseye ceza tatbik etme! Öfken geçinceye kadar onu hapset! Öfken geçtiği zaman, adamı hapisten çıkar. Suçu nisbetinde kendisine cezayı tatbik et. Hiçbir zaman onbeş sopadan fazla vurma!'

Ali b. Zeyd (r.a) der ki: Kureyş'ten bir kişi Ömer b. Abdülaziz'e sert ve kaba çıkışlar yaptı. Ömer uzun bir zaman başını eğerek düşündü. Sonra dedi ki: 'Saltanat izzetiyle şeytan beni tahrik etmeye kalkıştı ve senin benden yarın alacağını bugün senden almış olmayı istedim! (Fakat seni affediyorum)'.

Seleften biri oğluna dedi ki: 'Ey oğul! Akıl, gazap anında yerinde durmaz. Nitekim ısıtılmış fırın ve tandırlarda diri bir kim-senin durmadığı gibi...'
Bu bakımdan insanların öfkesi en az olanı, en akıllısıdır. Eğer dünya için az öfkeli olursa, bu deha ve hiledir. Eğer ahiret için olursa, hilm ve ilimdir.

Denilmiş ki; öfke aklın düşmanıdır. Öfke aklın helâk edicisidir.
Hz. Ömer (r.a), hutbesinde şöyle demiştir: 'Tamahkârlıktan, hevâ-i nefisten ve öfkeden korunanınız felâha kavuşmuştur'.

Seleften biri şöyle demiştir: 'Şehvetine ve öfkesine itaat eden bir kimseyi onlar ateşe doğru sürükler götürür'.

Hasan Basrî şöyle demiştir: 'İmanda kuvvetli, yumuşaklıkta hazımlı, yakînde imanlı, ilimde halîm, şefkatte akıllı, hakta verici, zenginlikte iktisatçı, fakirlikte vâkur, kudrette ihsan edici, arkadaşlıkta tahammüllü ve şiddette sabırlı olmak müslümanın alâmetlerindendir. Böyle bir müslümana gazap galebe çalmaz. Cahiliyye taassubu kendisini felâkete sürüklemez. Şehvet kendisine galip gelmez. Midesi kendisini rezil etmez. Harislik kendisini hafif düşürmez. Niyeti kendisini geride bırakmaz. Bu bakımdan mazluma yardım eder, zayıfa merhamet gösterir, cimrilik yapmaz. Mübezzirlik ve israfta bulunmaz ve sıkılığa kaçmaz. Kendisine zulmedildiği zaman affeder. Cahilin kusurundan vazgeçer. Nefsi, elinden zahmet çeker. Halk ise kendisinden ferahlık ve genişlik görür'.

Abdullah b. Mübarek'e şöyle denildi: 'Güzel ahlâkı bizlere özetle söyle!' Cevap olarak şöyle dedi: 'Öfkeyi terketmektir'

Peygamberlerden bir zat, ashâbına dedi ki: 'Öfkelenmeyeceğine dair kim bana söz verir ki benim derecemde olmuş olsun ve benden sonra da halifem olsun?' Onlardan bir genç 'Ben söz veriyorum' dedi. Sonra o peygamber, aynı suali ikinci bir defa tekrarladı. Genç 'Ben onu herkesten daha iyi yerine getireceğim' dedi. O peygamber vefat ettiği zaman, ondan sonra genç onun halifesi oldu. O genç Zülkifl'dir. Kendisine Zülkifl denilmesinin sebebi, öfkesine hâkim olacağına söz verdiğindendir. Bu va'dini de yerine getirmiştir.

Vehb b. Münebbih şöyle dedi: Küfrün dört rüknü vardır:
1.Öfke
2.Şehvet
3.Ahmaklık
4.Tamahkârlık (ve cimrilik)

______________________
1)Buhârî
2)Ebu Yâ'lâ {hasen bir senedle)
3)Taberânî, İbn Abdilberr (hasen bir senedle)
4)Müslim
5)Müslim, Buhârî
6)İbn Ebî Dünya
7)İbn Ebî Dünya, Taberânî
8)Taberânî, Beyhakî
9)Bezzar, İbn Adîy
10)İmam Ahmed

*Öfkenin Hakikati

Allah Teâlâ, canlıları birtakım iç ve dış sebeplerle ölüme maruz kalacak şekilde yarattığı zaman, kendisini koruyucu imkânları da kendisine bahşetti. O imkânlar vasıtasıyla kitabında muayyen ecel diye tabir ettiği zamana kadar kendisinden ölümü uzaklaştırır.

Dahilî sebebe gelince, o sebep şudur: Allah Teâlâ canlıları hararet ve rutubetten mürekkeb olarak yaratmış, aynı zamanda hararet ve rutubet arasında zıddiyet kılmış, hararet durmadan rutu-beti kurutur, buhar haline getirir. Eğer alınan gıdadan rutubete yardım yetişip hararet vasıtasıyla buharlaşan cüz'lerin yeri yenileriyle doldurulmazsa, hayat sahibi muhakkak ölür. Bu bakımdan Allah, canlının bedenine uygun gıda ve canlıda o gıdayı almaya iteleyici şehveti yarattı, Bu yaratılan şehvet tıpkı kırılanı düzeltici,yok olanın yerini doldurucu bir vekil gibidir. Allah bu şehveti, onun vasıtasıyla insanı helâktan korusun diye yaratmıştır.

İnsanoğlunda meydana gelen haricî sebeplere gelince, onlar kılıç, mızrak gibi insanoğlunun helâk olmasına sebep olan diğer şeylerdir. Bu hususta insanoğlu, içinden gelen bir hamiyet ve kuvvete muhtaçtır ki onun vasıtasıyla kendisinden helâk edicileri uzaklaştırsın! Bu bakımdan Allah Teâlâ, ateşten öfke tabiatını yarattı ve insanoğlunda o tabiatı yerleştirdi, onun hamuru ile yoğurdu. O halde insanoğlu hedeflerinin birinden menedildiği zaman, öfke ateşi alevlenir. Kalbin kanını kaynayacak şekilde kabartır. O kan, damarlara yayılır. Ateşin yükseldiği gibi, bedenin yukarılarına doğru yükselir. Çanakta kaynayan su gibi bedende kaynar ve bunun içindir ki insanın yüzüne yayılır ve insanın yüzü, gözü kızarır. İnsanın bedeni berrak olduğundan arkasında bulunan kan kırmızılığını dışarıya yansıtır. Nitekim camın, içinde bulunan maddeyi yansıttığı gibi... Kan, insanoğlu kuvvetçe kendisin-den aşağı olan bir kimseye kızdığı zaman dağılır. Eğer kendisinden üstün olan bir kimseye karşı öfkelenirse ve ondan intikam almaktan ümitsiz ise, bu durumda kan, derinin dışından, kalbin içine doğru çekilir ve üzüntüye dönüşür ve bunun içindir ki insanoğlunun rengi sararır. Eğer insanoğlunun kızması, kendisinden üstün olup olmadığı hususunda şüphe ettiği birine karşı olursa, kan bu takdirde toplanma ve yayılma arasında tereddüt eder. Hem kızarır, hem sararır ve hem de titreme meydana getirir. Kısacası öfke kuvvetinin merkezi kalptir. Mânâsı ise intikam talebiyle kalp kanının kaynamasıdır. Ancak bu kuvvet eziyet vericiler oluşmadan önce kabaran ve yönelen bir kuvvettir. Eziyet vericiler oluştuktan sonra intikam ve iç rahatlığı maksadıyla bu kuvvet kabarır ve eziyet vericilere yönelir. İntikam ise, bu kuvvetin gıdası ve şehvetidir. İntikam içinde bu kuvvetin lezzeti vardır ve bu kuvvet ancak intikam ile sükûnet bulur. Sonra bu kuvvet hususunda insanlar, yaratılışın başlangıcında tefrit, ifrat, itidal olmak üzere üç gruba ayrılırlar ve üç derecede bulunurlar.

Tefrife gelince, tefrit, bu kuvvetin yok olmasından veya zayıf düşmesinden doğar. Bu ise dinen kötüdür ve böyle bir kimse hakkında gayreti yoktur denilmiştir. Bu sırra binaen İmam Şâfiî (r.a) şöyle demiştir: 'Kim kızdırdığı halde kızmazsa o eşektir!'

Bu bakımdan kim temelinden öfke ve gayret kuvvetini kaybederse o gerçekten eksik bir kimsedir. Allah Teâlâ, Hz. Peygamber'in ashabını, şiddet ve gayretle nitelendirerek şöyle buyurmuştur:

Muhammed Allah'ın Rasûlü'dür. Onunla beraber olan mü'minler, kâfirlere karşı şiddetli ve katıdırlar. Birbirlerine merhametli ve şefkatlidirler...(Feth/29)

Ey peygamber! Kâfirlerle ve münafıklarla cihat et, onlara sert davran.(Tahrim/9)

Ayette geçen gılzet ve şiddet, öfkeden ibaret olan gayret kuvvetinin eserlerindendir.

İfrat'a gelince, bu niteliğin akıl, din ve itaatin siyasetinden çıkması demektir. Öyle ki kişinin basireti, düşüncesi ve mefkûresi kalmaz. İradesi tamamen elinden çıkar. Hatta mecburen hareket eden robot durumuna düşer. Bu sıfatın galebe çalmasının sebebi, birtakım tabii ve âdet edinilmiş şeylerdir. Çok insan vardır ki fıtraten ve yaradılışça çabuk öfkelenmeye hazırdır. Öyle ki sanki yaradılışta onun sureti, öfkelenmenin sureti şeklinde ya-ratılmıştır. Kalp mizacının harareti de buna yardımcı olur. Çünkü öfke ateştendir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:

Ancak mizacın serinliği onu söndürür ve şiddetini kırar.11

Adî sebeplere gelince, öfkelerini dindirmemekle böbürlenen, öfkelerine itaat etmekle iftihar eden, buna erkeklik ve kahramanlık adı veren bir grupla kişinin karışmasıdır. O gruptan biri der ki: 'Ben o kimseyim ki hile ve kurnazlığa karşı sabretmem, hiç kim-seden bir zorluğu kabul etmem!' Bu sözünün mânâsı şu demektir: 'Bende akıl ve hilm diye birşey yoktur!' Sonra bu söylediğini cehaletiyle iftihar etmek sadedinde söylemektedir. Bu bakımdan kendi-sini dinleyen bir kimsenin kalbinde öfkenin güzel olduğu ve onlara benzeme arzusu yerleşir. Dolayısıyla bununla öfkesi kuvvet bulur. Öfke, ateşi şiddetlendiği, alevleri kuvvet bulduğu zaman sahibini kör eder. Onu va'z ve nasihata sağır eder. Ona va'z edildiği zaman dinlemez. Hatta va'z ve nasihat onu daha da azıtır. Akıl nûruyla ışığa kavuştuğu ve nefsine müracaat ettiği zaman buna gücü yetmez; zira derhal öfke dumanı kendisini sarar, aklın nûrunu söndürür hatta dipten siler götürür. Çünkü düşüncenin kaynağı dimağdır. Öfkenin şiddetli anında kalp kanının kaynamasından kapkaranlık bir duman dimağa yükselir, fikir kaynaklarının tümünü kapsar. Fikir kaynaklarını kapladığı gibi, his kaynaklarına da sirayet eder. Bu bakımdan kişinin gözü kararır. Öyle ki görmez olur. Dünya tamamıyla kendisine kapkaranlık kesilir. Dimağı, içinde ateş yakılan bir mağara misaline benzer. Onun havası kapkaranlık kesilmiş, merkezi kızmış, her tarafı dumanla dolmuştur. Orada zayıf bir çıra vardır. O da sönmüş veya ışığı görünmez olmuştur. Bu bakımdan orada ayak durmaz, söz dinlenilmez. Herhangi bir suret görülmez. Ne içten, ne dıştan onu söndürmeye de artık güç yetmez. Yanmaya elverişli olan herşey yanıp kül oluncaya kadar sabretmek uygundur. İşte gazab da kalbe ve dimağa aynı şeyi yapar. O zaman gazabın ateşi kuvvetlenir. Kalp, hayatının kıvamı olan rutubeti yok eder. Sahibi öfkesinden ölür. Nitekim mağarada ateş kuvvetlenir, mağarayı çatlatır, altını üstüne getirir. Bu durum, mağaranın etrafındaki tutucu kuvvetin ateşle iptal olunmasından meydana gelir. O kuvvet ki parçaları bir araya getirmiştir, işte öfke anında kalbin durumu da böyledir. Gemi, denizin ortasında dalgalar arasında, kopan fırtınalarda sallandığı halde, durum bakımından öfkeli kalpten daha güzel ve selâmet bakımından daha ümitlidir; zira sallanan gemide gereken tedbirin alınması için çare arayan, gemiye bakıp kumanda eden bir kimse vardır. Kalbin ise kaptanı kendisidir. Öfke onu kör ve sağır ettiğinden bütün imkânlar onun elinden çıkmıştır! Zâhirde rengin bozulması, âzaların şiddetle titremesi, fiil ve hareketlerin tertib ve nizamdan çıkması, sallantılı olması, abur cubur konuşması, dudaklarda köpüğün belirmesi, gözlerin çanaklarından fırlayıp kızarması, burun deliklerinin kabarıp değişik hâl alması ve ahlâkın geçimsiz bir hâl alması, öfkenin görünen eser ve etkileridir. Eğer öfkelenen kişi, öfke halinde şeklinin çirkinliğini görmüş olsaydı, o çirkinlikten utanarak öfkesi derhal söner ve ahlâkı da değişirdi. Öfkenin iç çirkinliği ise, zâhirî çirkinliğinden kat be kat üstün ve felâketlidir. Çünkü görünen taraf, iç aleminin nişanesi ve tezahürüdür. Fakat iç suret çirkinleştiği için onun çir-kinliği ikinci derecede dışa yansımıştır. Bu bakımdan zâhirin bozulması, iç âleminin bozulmasının ürünüdür. Durum bu iken meyveyi, meyve veren ağaca kıyaslayabilirsin. İşte bu, öfkenin bedendeki tesiridir.

Dildeki tesirine gelince, dili fâhiş konuşmak ve sövmekle serbest bırakmaktır. Öyle ki öfkesi geçtiği zaman, sarfettiği sözlerden akıllı bir kimsenin utandığı gibi, söyleyen de bu fâhiş konuşmasından utanır. Bu da ibarenin zikzaklı olmasıyla belli olur.

Âzalar üzerindeki eserine gelince, vurmak, hücum etmek, yırtmak, öldürmek, imkân anında çekinmeden yaralamaktır. Eğer kendisine öfkelenilen kaçar veya başka bir sebepten dolayı öfkelenenin elinden kurtulur veya öfkelenen ondan intikam almak suretiyle gönlünü rahatlatamazsa bu sefer öfke, sahibine döner. Kendi elbiselerini yırtar, kendisini yumruklar. Bazen de elini yere vurur. Sarhoş şaşkın bir kimsenin koştuğu gibi sağa sola koşar. Bazen de baygın olarak yere serilir. Ne koşmayı ve ne de -şiddetli öfke sebebiyle- kalkmayı becerir. Kriz geçirme gibi durumlara girer. Bazen cansızlara ve hayvanlara vurur. Mesela önündeki yemek tabağını yere çarpar. Yemek masasında öfkelendiği zaman, masayı kırar. Delilerin yaptığını yapar, hayvanlara ve cansızlara küfreder. Onlarla konuşur ve der ki: 'Ey filan filan! Ne zamana kadar senden bunu çekeceğim?!' Sanki akıllı bir kimseye hitap ediyormuş gibi davranır. Hatta bazı kere hayvan kendisine çifte attığında o da hayvana çifte atarak mukabelede bulunur.

Öfkenin, kendisinden öfkelenilenle beraber kalpteki eser ve etkisine gelince, o eser ve etki, kin tutmak, hased etmek, kötülük düşünmek, öfkelendiği kişinin kötü taraflarını yaymak, onun sevilmesine üzülmek, onun sırrını ifşa etmeye azmetmek, onun örtüsünü, maskesini yırtmak, kendisiyle istihza etmek ve bunlardan başka daha nice çirkinlikleri yapmaktır. İşte bu saydıklarımız, ifrat derecesindeki öfkenin ürünleridir.
Zayıf olan kıskançlığın semeresine gelince, o semere tiksinilmesi gereken şeyden az tiksinmektir. Mahremlerine, eşine ve cariyesine yapılan taarruzdan ve zelil kimselerden gelen zillet, nefsi küçültmek ve düşürmekten rahatsız olmayıp bu hareketleri kabullenmektir. Bu da kötüdür. Çünkü mahremine karşı kıskançlık duymamak, bunun meyvelerindendir. Bu ise kadınımsı bir harekettir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:

Muhakkak ki Sa'd kıskançtır. Fakat ben ondan daha kıskancım. Allah da benden daha kıskançtır.12

Gayret, neseblerin korunması için yaratılmıştır ve halk gayret hususunda gevşeklik gösterirse nesebler karışır. İşte bu sırra binaen şöyle denilmiştir. 'Hangi kavmin erkeklerinde kıskançlık varsa o kavmin nesebi sağlam olur'.

Münker olan işleri gördüğü halde susmak ve korkmak, öfkenin azlığındandır. Nitekim Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:

Benim ümmetimin hayırlıları dinde hiddetli ve sert olanlarıdır.13

Zina eden erkek ve kadına Allah Teâlâ'nın emri üzere merhamet ve şefkat etmeyerek yüz değnek vurun!(Nûr/2)

Öfkenin tamamen kaybedilmesi, nefsi terbiye etmekten aciz olmaya yol açar; zira nefsi terbiye etmek ancak öfkeyi şehvete musallat kılmak suretiyle mümkün olur ki nefsi, hasis şehvetlere meylettiği zaman nefsine öfkelensin! Bu bakımdan öfkeyi tamamen kaybetmek kötüdür. Ancak övülen öfke o öfkedir ki aklın ve dinin işaretini bekler. Gayretin gerektiği yerde kabarır, hilmin güzel olduğu yerde söner. Öfkeyi normal sınırda tutmak ve korumak, Allah Teâlâ'nın kullarını mükellef kıldığı istikametin ta kendisidir. Bu durum, Hz. Peygamber'in hakkında şöyle dediği durumdur:

İşlerin en hayırlısı orta olanlarıdır!14

Bu bakımdan nefsinde gayretin zayıflığını, gerekmediği halde zulüm ve zilleti kabullendiğini hissedercesine öfkesi gevşekliğe kayan bir kimseye, öfkesi kuvvet buluncaya kadar nefsini tedavi etmesi uygundur. Kimin öfkesi ifrata doğru kayar, kendisini tehevvür ve çirkin şeyleri pervasızca yapmaya sevkederse, böyle bir kimseye de en uygun olanı, öfkesinin gücünü kırmak için nefsini tedavi etmek ve öfkeyi ifrat ile tefrit arasında hak olan orta noktada durdurmaktır. Çünkü sırat-ı müstakim (doğru yol) budur ve bu yol kıldan daha ince ve kılıçtan daha keskindir. Eğer bundan aciz olursa, kişi buna en yakın olan yolu seçmelidir.

Ne kadar isteseniz de kadınlar arasında (tam) adalet yapamazsınız. Öyle ise (birine) tamamen yönelip ötekini askıda (kocasızmış) gibi bırakmayın.(Nisâ/129)

Bu bakımdan, hayrın tamamını yapmaktan aciz olan kimse için şerrin tamamını yapmak uygun değildir. Şerrin bir kısmı, diğer bir kısmından daha ehvendir. Hayrın bir kısmı da diğer bir kısmından daha yücedir.

İşte öfkenin hakikati ve dereceleri bunlardır. Allah'tan kendisini razı eden hareketlere bizi sevkeden güzel tevfikini talep ediyoruz. Çünkü Allah dilediğine kâdirdir.

_____________
l1) Tirmizî
12)Müslim, (Ebu Hüreyre'den)
13)Taberânî, Beyhâkî

*Öfkenin Riyazet Yoluyla Giderilmesinin İmkânı

Bazıları öfkenin tamamen silinmesinin mümkün olduğunu sanarak demişlerdir ki: 'Riyazet, öfkenin silinmesine doğru götürür, riyazetin hedef ve maksadı da budur!' Başkaları da öfkenin tedavi kabul etmez bir asıl olduğunu sanmışlardır ve bu son fikir huyun yaratılış gibi olduğunu ve ikisinin de değişme kabul et-mediğini sanan bir kimsenin fikridir. Bu iki fikir de zayıftır. Bu hususta hakîkat bizim söyleyeceğimizdir. Şöyle ki, insanoğlunda bir şeyi sevmek, başka bir şeyden nefret etmek hasletinden bir eser kaldıkça insanoğlu gayz ve öfkeden yakasını kurtaramaz. Kendisine birşey uygun, başka birşey de zıd düşerse mutlaka kendisine uygun olanı sever, muhalif düşeni de hor görür. Öfke de buna tâbi olur. Çünkü kişiden sevdiği alındığı zaman şüphesiz öfkelenir. Sevmediği ile karşılaştığı zaman da şüphesiz öfkelenir. Ancak insanoğlunun sevdiği üç kısma taksim olunur:

Birinci Kısım

Herkes için zarurî olan gıda, mesken, giyecek ve beden sıhhati gibi şeylerdir. Kendisine vurulmak istenen kimse elbette öfkelenecektir. Kişi kendisinden avretini örten elbisesi alınmak, evinden çıkarılmak veya susuzluğunu gideren suyu dökülmek istendiği zaman öfkelenir. Bunlar yok olmalarından ötürü insanoğlunun rahatsız olduğu ve bunlara hücum edene karşı öfkelendiği zarurî şeylerdir.

İkinci Kısım

Rütbe, çok mal, çok hizmetçi ve çok hayvanlar gibi insanların hiçbirine zarurî olmayan şeylerdir. Çünkü bunlar, âdet ve işlerin hedeflerini bilmemekten ötürü güzel ve sevilen şeyler olarak kabul edilmişlerdir! Her ne kadar gıda olarak onları kullanmıyorsa da altın ve gümüşün maddeleri bile güzel görünür ki insanoğlu onları depo eder ve onları çalana kızar. İşte bu tür maddelerden dolayı olan öfkenin sebeplerinden uzaklaşması insanoğlunun ayrılması tasavvur edilebilir. Bu bakımdan insanın fazla bir evi olsa ve bir zâlim o evi yıksa, insan evini yıktığı için zâlime kızmayabilir; zira ev sahibinin dünya işleri hususunda basiret sahibi bir kimse olması, dünyalık hususunda ihtiyacından fazla zâhidlik göstermesi ve onu alana öfkelenmemesi mümkündür. Çünkü basiret sahibi olan bir kimse fazla mal varlığını sevmez. Eğer onun varlığını sevmiş olsaydı zarurî olarak onun alınmasından dolayı öfkelenecekti. İnsanoğlunun öfkesinin çoğu zarurî olmayan şeylerden dolayıdır: dünya mertebesi, nam, şöhret, meclislerde en üste oturmak, ilimle böbürlenmek gibi... Bu bakımdan bu sevgi kime galebe çalarsa, şek ve şüphe yoktur ki, meclislerde en başta oturmak hususunda kendisiyle yarışan bir kimseye yarışmaya girdiğinde öfkelenir. Şöhreti sevmeyen bir kimse ise, böyle şeylere perva etmez, isterse ayakkabıların yanında otursun. Başkası onun üstünde oturduğu zaman öfkelenmez. Bu çirkin âdetlerdir ki insanoğlunun sevgisini veya nefretini çoğaltmış, dolayısıyla öfkesi de çoğalmıştır, irade ve şehvetler çok oldukça, sahibi rütbece daha düşük ve daha eksik olur. Çünkü ihtiyaç, eksik bir niteliktir. Ne zaman çoğalırsa eksiklik de çoğalır. Cahil bir kimsenin ise daimî bir şekilde çalışması ihtiyaç ve şehvetlerini artırmak hususundadır. Bilmez ki, bunları artırmak suretiyle gam ve üzüntü sebeplerini çoğaltıyor! Hatta birtakım cahiller kötü âdetler ve kötü arkadaşlardan dolayı kendisine 'Sen kuşlarla güzel oynayamazsın, güzel satranç oynayamazsın. Fazla içki içmeyi, fazla yemek yemeyi beceremezsin!' gibi sözler veya bunlara benzer rezaletler söylenildiği zaman ona bile kızarlar. Bu bakımdan bu kısım için kızmak zarurî değildir. Çünkü onun sevgisi zaruri değildir.

Üçüncü Kısım

Bir kısım insanlar hakkında zarurî olup, diğer bir kısım hakkında zarurî olmayan şeylerdir. Mesela âlim kişi için kitap zarurîdir. Çünkü âlim kişi kitaba muhtaçtır ve onu sever. Kitabı yakan, suya atan bir kimseye öfkelenir. Sanat aletleri de çalışan kimseler için böyledir. O kimseler nafakalarını ancak o aletlerle temin edebilirler; zira zarurî ihtiyacın vesilesi olan şeyler sevimli olur. Bu ise şahıslara göre değişir.
Zarurî sevgi ancak Hz. Peygamber'in buyurduğu şu sevgidir:

Kim nefsinde veya sanatında emin, bedeninde sıhhatli ve afiyetli olarak -o günün gıdası da olduğu halde- sabahlarsa, sanki dünya bütün varlıklarıyla o insana tahsis edilmiştir.15
İşlerin hakikatlerini basiretiyle (kalp gözüyle) bilen bir kimsenin, bu üç kısımdan selâmet kaldığı takdirde bunlardan başkası için öfkelenmemesi düşünülebilir. İşte bunlar üç kısımdır. Bu kısımların herbirinin riyazet, gaye ve hedefini belirtmeye çalışalım:

Buradaki rizayet, kalbin öfkesinin tamamen yok olması için değildir. Fakat kalbini öfkeye itaat etmeyecek duruma getirmek içindir. Onu zahirde dinen müstehab olan bir hududda, aklen de benimsenen bir noktada çalıştırabilmek içindir. Kalbi bu duruma getirmek mücâhede ve bir müddet zorluklara katlanmak, hilm ve sabır sıfatlarını zoraki bir şekilde nefsinde meydana getirmekle mümkündür ki hilm ve zorluklara karşı sabretmek bünyesinde tabiileşen bir nitelik olsun!

Öfkeyi tamamen kalpten söküp atmaya gelince, bu tabiatın normal olarak istediği birşey olmadığı gibi mümkün de değildir. Evet! Heyecanın kabarmasını kırmak, hafifletmek, öfkenin iç âlemde şiddetli bir şekilde boralar koparmasını önlemek mümkündür. Onu zayıf düşürmesi, yüzdeki etki ve eseri görülmeyecek dereceye kadar olabilir. Fakat bunu becermek gerçekten zor birşeydir. Bu hüküm aynı zamanda üçüncü kısmın da hükmüdür; zira bir şahsın hakkında zarurî olan bir şeye başkasının muhtaç olmaması onu öfkelenmekten alıkoymaz. Bu bakımdan bu hususta riyazet, bununla amel etmeye mâni olur, içteki heyecanını kırar ki buna karşılık sabır göstermek suretiyle elemi şiddetlenmesin!

İki

Riyazet suretiyle o kısımdan dolayı öfkelenmekten kurtulmak mümkündür; zira onun sevgisi kalpten çıkarılabilir. Şöyle ki insan kabrin vatanı ve son karar kılacağı yer olduğunu, dünyanın ise üzerinden geçmeye değer bir köprü olduğunu ve bu dünyadan ancak zaruret miktarı azıklanmak gerektiğini, bundan fazlasının ise insanın esas vatanı olan kabir ve istikrar yeri olan ahirette vebal olduğunu bilir. Dolayısıyla dünyadan kaçınmak suretiyle zâhid olur. Dünyanın sevgisi kalbinden silinir. Eğer insanoğlunun bir köpeği varsa onu sevmiyorsa, başkası o köpeği dövdüğü zaman öfkelenmez. Bu bakımdan öfkelenmek sevgiye tâbidir. O halde bu hususta yapılan riyazet insanı öfkenin esasını silmeye doğru götürür. Fakat bu gerçekten az görünen bir durumdur. Bazen de riyazet, insanı öfkeyi kullanmaktan menedecek bir raddeye vardırır ve öfkenin gereğine göre amel etmekten insanı alıkoyar. Bu derece birincisinden daha kolaydır.

İtiraz: Birinci kısmın zarurî olanı, muhtaç olduğu şeyin elden kaçmasıyla öfkelenmek değildir, elem duymaktır. Mesela, bir kimsenin gıdası olan bir koyunu olsa ve koyun ölse, o koyunun ölümünden dolayı hiç kimseye öfkelenmez. Her ne kadar koyunun ölümü onda bir acı meydana getirirse de her acının gereği ille öfke değildir; zira insanoğlu kan aldırmak veya hacamat yaptırmak suretiyle de acı duyar. Fakat kan alana veya hacamat yapana hiç de öfkelenmez. Bu bakımdan tevhid onun üzerine bütün eşyanın Allah'ın kudret elinde ve Allah'tan olduğuna inanacak bir şekilde galip gelmiştir. O kimse Allah'ın hiçbir yarattığına kızmaz; zira onları kudretin kabzasında âlet olarak görür. Tıpkı kalemin, kâti-bin elinde âlet olması gibi!... Bu bakımdan, padişah boynunun vurulmasını yazarsa, o kimse kaleme kızmaz. Tıpkı koyunun ölümüne kızmadığı gibi, ölmek üzere olan koyununu kesen kimseye de kızmaz; zira hem kesmeyi, hem de ölümü Allah'tan bilir. Bu bakımdan tevhidin galebe çalmasıyla öfke bertaraf edilir ve yine Allah hakkında hüsn-i zan ile de öfke bertaraf edilir. Şöyle ki, kişi herşeyi Allah'tan bilir ve Allah Teâlâ'nın kendisine ancak yapılmasında hayır olan bir şeyi takdir ettiğini görür. Çoğu zaman hasta düşmesinde, aç kalmasında yaralanmasında, öldürülmesinde hayır olduğunu düşünür. Bu bakımdan kan alan ve hacamat yapan bir kimsenin yaptıklarında hayır gördüğünden dolayı onlara kızmadığı gibi, bunlara da kızmaz.

Ey Allahım! Ben beşerim, beşerin kızdığı gibi kızarım. Bu bakımdan hangi müslümana kızmış veya lanet okumuş

Cevap: Bu yönde, bu gelişme muhal değildir. Fakat tevhidin bu raddeye kadar galebe çalması, ancak şimşek gibi gelip geçicidir. Ansızın çakan hallerde galebe çalar ve devam etmez. Halk derhal vasıtalara bakar. Bu kalbin tabiî bir dönüşüdür. Asla kalpten uzaklaştırılamaz. Eğer daimî bir şekilde tevhid galebesinin bu raddeye vardığı, herhangi bir beşer için tasavvur edilseydi muhakkak Hz. Peygamber için tasavvur edilmesi gerekirdi. Oysa Hz. Peygamber (s.a) bazen yüzü ve yanakları kızaracak kadar öfkelenirdi. Hatta bir duasında şöyle buyurmuştur:
veya vurmuşsam, benim o yaptığımı kıyamet gününde o müslüman için namaz, zekât ve o müslümanı sana yaklaştırıcı bir amel olarak kıl!16

Abdullah b. Amr b. Âs (r.a) dedi ki: 'Ey Allah'ın Rasûlü! Ben senin mübarek ağzından gerek öfkeli anında, gerekse öfkesiz anında çıkan her şeyi yazıp kaydediyorum'. Hz. Peygamber şöyle dedi:

Yaz! Beni hak peygamber olarak gönderen Allah'a yemin ederim ki benden ancak hak çıkar.17
'Benden' sözüyle diline işaret etmiş ve 'Ben öfkelenmem' dememiştir. Sadece 'Öfkelenmek beni hakikatten dışarıya çıkarmaz' demiştir.

Hz. Âişe kendisinden şöyle sordu: 'Senin de şeytanın yok mu?' Hz. Peygamber (s.a) şöyle dedi:

Evet! Benim de şeytanım var. Fakat ben Allah'a yalvardım. Ona karşı bana yardımcı oldu. Bu bakımdan o teslim oldu, bana hayırdan başkasını emretmez.
Dikkat edilirse, Hz. Peygamber 'Benim şeytanım yoktur' dememiştir ve şeytandan gayesi öfke şeytanıdır. Fakat şöyle buyurmuştur: 'Benim şeytanım beni şerre itelemez'.

Hz. Ali şöyle demiştir: 'Hz. Peygamber dünya için öfkelenmezdi. Bir haktan ötürü öfkelendiği zaman, hiç kimse kendisini tanımaz ve öfkelendiği için hiçbir şey kıpırdamazdı. Ta ki o hak yerine gelinceye kadar...'18

Bu bakımdan o, haktan dolayı öfkeleniyordu. Allah için öfkelenmesi demek vasıtalara iltifat edip bakması demektir. Hatta zarurî nafakasını ve dini hakkında kendisine gerekli olan ihtiyacını elinden alana karşı öfkelenen bir kimse, ancak Allah için öfkeleniyor demektir ve Allah için öfkelenmekten böyle bir kimsenin ayrılması mümkün değildir. Evet, zarurî olan hakkında bazen gerekli olan öfkenin esası kaybolur. Bu da ancak kalp, o zarurîden daha mühim olan başka bir zarurî şey ile meşgul olduğu zaman mümkün olur. Bu bakımdan kalp, daha mühim ve zarurî olan için öfkelenmekle meşgul olduğundan ikinci bir öfkeye kalpte yer kalmaz; zira kalbin bir kısım önemli şeylerle meşgul olması onların dışındaki şeyleri hissetmekten onu meneder. Bu tıpkı Selman-ı Fârisî'ye küfredildiği zaman söylediği şu söz gibidir: 'Eğer benim terazim hafif gelirse ben senin dediğinden daha şerir ve daha çirkinimdir. Eğer terazimin sevap kefesi ağır basarsa, senin söylediğin bana hiçbir zarar vermez'.

İşte dikkat edildiği zaman görülür ki, Selman'ın himmeti ahirete yönelik olduğundan dolayı kalbi başkasının küfrüyle etkilenip müteessir olmamıştır. Rabia b. Hayseme'ye de küfredildiğinde küfredene şunları söylemiştir: 'Ey kişi! Allah senin konuşmanı dinledi. Kesinlikle cennetin yolunda engebeler ve gedikler vardır. Eğer ben onları geçersem senin söylediklerin bana zarar vermez. Eğer onları geçmezsem ben senin söylediklerinden daha düşük ve şeririmdir!'

Bir kişi Hz. Ebubekir Sıddîk' a sövdü. Sıddîk (r.a) ona cevap olarak dedi ki: 'Allah'ın örttüğü kabahatlerim senin bildiğinden daha çoktur!'

Ebubekir Sıddîk nefsi için, Allah'tan korktuğu için kendi kusurlarına bakmakla meşguldü. Allah'ı gereği gibi tanımak hususundaki kusurunu dikkate almakla meşguldü ve bundan dolayı başkasının onu eksikliğe nisbet etmesine öfkelenmedi; zira kendi nefsine, kendisi eksik gözüyle bakıyordu. Bu ise onun kıymetinin büyüklüğünden kaynaklanır.

Bir kadın, Mâlik b. Dinar'a 'Ey riyakar! Mâlik!' dedi. Cevap olarak 'Yemin ederim, senden başkası beni tanımış değildir!' dedi. Sanki Mâlik, nefsinden riya âfetini uzaklaştırmak ve şeytanın nef-sine vesvese olarak telkin ettiklerini sökmekle meşguldü. Bu bakımdan kendisine nisbet edilene öfkelenmedi.

Bir kişi Şa'bî'ye sövdü. Şa'bî cevap olarak dedi ki: 'Eğer sen doğru isen Allah beni affetsin! Eğer yalancı isen Allah seni affetsin!'
İşte bunlar zâhirde selefin kalpleri dinlerinin mühim meseleleriyle meşgul olduğundan dolayı öfkelenmediklerine delâlet eden sözlerdir. İhtimal ki bu sözler, onların kalbine tesir etmiştir. Fakat onunla meşgul olmamışlar, önemsememişlerdir. Aksine kalplerine daha galip olanla meşgul olmuşlardır. Bu bakımdan kalbin bir kısım mühimlerle meşguliyeti, birtakım sevilenlerin elden çıktığında kabarması gereken öfkenin kabarmasına mâni olması uzak bir ihtimal değildir. O halde, gayzın yok olması tasavvur edilebilir. Bu yok oluş; ya kalbin mühim birşeyle meşgul olmasıyla olur veya tevhid düşüncesinin galebe çalmasıyla veya üçüncü bir sebeple olur.

Bu üçüncü sebep de Allah Teâlâ'nın öfkelenmemeyi sevdiğini bilmesidir. Bu bakımdan Allah'a karşı olan sevgisinin şiddeti Öfkesini söndürür. Bu da pek nadir durumlarda olmakla beraber tahakkuk etmesi muhal olmayan bir durumdur. Artık anlaşılmıştır ki öfke ateşinden kurtulmanın yolu dünya sevgisini kalpten silmektir. Bu ise dünya âfetlerini ve açacağı belâları bilmekle mümkün olur. Nitekim dünyayı zemmeden bahiste bu durum gelecektir. Kim, kalbinden meziyetlerin sevgisini çıkarırsa, öfkenin birçok sebeplerinden kurtulmuş olur. Silinmesi mümkün olmayanın ise hiddetini kırmak, zayıf düşürmek mümkündür. Dolayısıyla öfke zayıf düşer ve öfkeyi defetmek kolaylaşır.

Allah Teâlâ'dan lûtuf ve keremi sayesinde, hüsnü tevfikini dileriz. Çünkü O herşeye kâdirdir. Hamd, bir ve tek olan Allah'a mahsustur!

__________________________

15) Tirmizî, İbn Mâce
16)Müslim, Buhârî
17)Ebu Dâvud
18)Tirmizî

*Öfkeye Yol Açan Sebepler

Anlaşıldı ki her illetin ilâcı, onun maddesini ve sebeplerini ortadan kaldırmaktır. Bu bakımdan öfkenin sebeplerini tanımak gerekir.
Hz. Yahya, Hz. İsa'ya şöyle dedi:

- Hangi şey daha şiddetlidir?
-Allah'ın öfkesi ve gazabı...
-İnsanı Allah'ın öfkesine yaklaştıran nedir?
-Senin öfkelenmendir.
-Öfkeyi açığa çıkaran ve bitiren nedir?
-Kibir, böbürlenmek, kendini büyük görmek ve körü körüne taassub!

Öfkeyi kabartan sebepler, büyüklük taslamak, ucub, mizah yapmak, müstehcen konuşmak, başkasıyla alay etmek, başkasını ayıplamak, mücadele etmek, düşmanlık gütmek, hainlik, fazla mal ve mertebeye şiddetle harislik göstererek düşkün olmaktır. Bunların tümü, düşük ve dinen kötü sıfatlardır. Bu sebepler insanoğlunda kaldıkça öfkeden kurtulması mümkün değildir. Bu bakımdan herşeyden önce bu sebepleri, zıtları ile bertaraf etmelidir. O halde, tevazu göstermek suretiyle gururu öldürmelisin, nefsini tanımak suretiyle ucubu öldürmelisin. Nitekim bunun bahsi Kibir ve Ucub bölümünde gelecektir. Mağrur olmayı, senin de kölenin cinsinden olduğunu bilmekle silebilirsin. Çünkü insanlar bir babadan gelmişlerdir. Ancak fazilette değişik mertebelere ayrılmışlardır. Bu bakımdan Ademoğulları bir cinstir. Ancak faziletlerle iftihar edilir. İftihar etmek, ucub gütmek ve kibre kapılmak rezaletlerin en büyüklerindendir. Bunlar, rezaletlerin aslı ve başıdırlar. Sen bunlardan boşalmadıkça başkasından hiçbir üstünlüğün olmayacaktır. Kölenin cinsinden olduğun halde böbürlenmeye hakkın yoktur! Çünkü bünye, neseb, dış ve iç organlar bakımından kölenle aynı cinstensin.

Mizaha gelince, mizahı ancak insan ömrünün tamamını kapsayan dinî vazifelerle meşgul olmak suretiyle sökebilir. Bunu bildiğin zaman artık mizahtan uzaklaşırsın.
Müstehcen konuşmaya gelince, faziletlerin araştırılmasında, güzel ahlâkın ve seni ahiret saadetine ulaştıracak dinî ilimlerin araştırılmasında ciddiyet göstermek suretiyle onu bertaraf edebilirsin.

Başkasıyla istihza etmeye gelince, bunu insanları üzmekten kaçınmak ve nefsini istihza edilmekten korumak suretiyle silebilirsin.

Ayıplamaya gelince, çirkin sözlerden kaçınmak ve acı cevabı vermekten nefsini korumak suretiyle bu illetten kurtulabilirsin. Maişetin fazlalıklarına karşı gösterilen şiddetli kanaatsizlik olan harisliğe gelince, o da zaruret miktarıyla kanaat etmek suretiyle bertaraf edilebilir. Onu da muhtaç olmamanın azizliğini istemek ve ihtiyaç zilletinden kaçınmak için yapmalısın. Bu ahlâkların ve bu sıfatların tedavisinde insanoğlu riyazet yapmaya ve meşakkatleri yüklenmeye muhtaçtır. Bu riyazetin sonucu; tehlikelerini tanımaya dönüşür. Nefsin kendisinden uzaklaşması ve çirkinliğinden nefret etmesi için tehlikelerini tanımak gerekir. Bundan sonra uzun bir müddet, bilfiil bu çirkin ahlâkların zıdlarına devam edip nefse kolay ve alışkanlık hâline gelinceye kadar bu işe devam ettiğin takdirde nefisten onlar silinir. Nefisten silindiği takdirde de nefis gelişir ve bu rezaletlerden ayrılır. Bu rezaletlerden doğan öfkeden de kurtulmuş olursun. Cahillerin çoğunu öfkeye sevkeden sebeplerin en şiddetlilerinden biri öfkeye kahramanlık, erkeklik, izzet-i nefis ve himmetin büyüklüğü ismini vermeleridir. Öfkeyi cehalet ve hamakatlarından dolayı övülen sıfatlarla sıfatlandırmalarıdır ki nefisleri öfkeye meyletsin, öfkeyi güzel görsün ve iyi kabul etsin. Büyük insanlardan öfkenin şiddetini erkekliğin simgesi gibi hikâye etmekle bu durum kalpte daha da yerleşir. Nefisler de kendilerini büyüklere benzetmeye meyyaldirler. Dolayısıyla kalpte öfke kabarır. Bu şekilde öfkeye izzet-i nefis ve erkeklik ismini vermek katıksız bir cehalettir. Aksine bu, manevî kalp hastalığı ve akıl eksikliğidir. Bu nefsin zayıflığından ve eksikliğinden doğar. Bunun, nefsin zayıflığından doğduğunun belirtisi şudur: Hasta bir kimse sağlam bir kimseden, kadın erkekten, çocuk büyük insandan, zayıf ve yaşlı zayıf olmayan bir yaşlıdan, kötü ahlâk sahibi faziletler sahibinden daha çabuk öfkelenir. Bu bakımdan rezil bir kimse, lokması elinden kaçtığı zaman şehvetinden dolayı, parası elinden düştüğü zaman cimriliğinden dolayı öfkelenir. Hatta bu durumda aile efradına, çocuğuna ve arkadaşlarına bile öfkelenir. Kuvvetli o kimsedir ki öfkelendiği anda nefsine hâkim olur. Nitekim Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:

Şiddetli ve kahraman, başkasının sırtını güreşte yere getiren kimse değildir. Pehlivan ancak o kimsedir ki, öfkelendiği anda nefsine hâkim olur.19

Bu cahil kimseleri, hâlim ve affedici kimselerin hikâyelerini okumak ve onların öfkelerini nasıl yuttuklarını anlatmak suretiyle tedavi etmek daha uygundur. Çünkü böyle yapmak, peygamberler, velîler, hükemâ ve âlimlerden nakledilmiştir. Faziletli padişahların büyüklerinden de nakledilmiştir. Bunun zıddı ise, Kürt ve Türk'ün zâlimlerinden, câhil,fazilet ve akıldan yoksun olan ahmaklardan nakledilmiştir.

*Öfkeyi Yenmenin Çâresi

Bizim bu söylediklerimiz, öfkenin sebeplerini yok etmek ve kabarmasını önlemek içindir. Bu bakımdan öfke kabardığı zaman teenni ile hareket etmek farz olur ki öfkenin sahibi, kötü bir şekilde onu icra etmeye mecbur olmasın. Öfke kabardığı anda, ancak ilim ve amel macunu ile tedavi edilir. İlim ise altı kısımdır.

1. Bizim bundan sonra, öfkeyi yutmak, affetmek, hilm göstermek, eziyet ve meşakkatlere göğüs germek hakkında zikredeceğimiz sözleri düşünmektir. Dolayısıyla onun sevabını elde etmeye teşvik edilmiş olur. Bu bakımdan öfkeyi yutmaktan elde edilen sevaba karşı isteği olan kendisini intikam almak suretiyle gönlünü rahat ettirmekten meneder ve dolayısıyla kabaran öfkesini söndürür.

Mâlik b. Evse b. Hadsan20 şöyle anlatıyor: "Hz. Ömer (r.a) bir kişiye kızdı ve onun dövülmesini emretti. Bu kişi Hz. Ömer'den 'Affet! İyiyi emret ve cahillerden yüzçevir!' (A'raf/199) ayetini okumasını istedi. Bu isteğine karşılık Hz. Ömer (r.a) ayeti okudu, ayet hakkında derin derin düşündü. Çünkü Hz. Ömer, kendisine Allah'ın Kitabı okunduğu zaman kıpırdamadan dururdu. Allah'ın Kitabı hakkında çok düşünürdü. Bu bakımdan Hz. Ömer, bu ayet hakkında da düşündü ve adamı serbest bıraktı".

Ömer b. Abdüiaziz bir adamın dövülmesini emretti. Sonra o adam 'Öfkelerini yutarlar' (Alu İmran/134) ayetini okudu. Bunun üzerine Ömer, hizmetkârına 'onu serbest bırak' diye emretti.

2.Nefsini Allah'ın azabıyla korkutmaktır. Şöyle ki: 'Allah'ın bana karşı olan kuvvet ve kudreti benim bu insana karşı olan kuvvet ve gücümden daha büyüktür. Eğer ben bu insana öfkemin icabını tatbik edersem, Allah Teâlâ'nın da kıyamet günü affedilmeye en muhtaç olduğum bir anda, öfkesini benim hakkımda tatbik etmeyeceğinden emin değilim' demelidir.

Allah Teâlâ, kadîmkitaplarından birinde şöyle buyurmuştur:
Ey Âdemoğlu! Öfkelendiğin zaman beni hatırla ki ben de öfkelendiğim zaman seni hatırlayayım ve yok edilecekler arasında seni yok etmeyeyim.
Hz. Peygamber (s.a) Vâsı'ı bir iş için gönderdi. Vâsı' gecikti, geldiğinde Hz. Peygamber kendisine şöyle dedi:

Eğer kısas olmasaydı, kesinlikle senin canını yakardım. Burada 'Kıyamet'teki kısas olmasaydı' denilmek istenmiştir.

Denildi ki, "İsrailoğulları'nda yanında bir hakîm bulunmayan hiçbir padişah yoktu. Padişah öfkelendiği zaman o hakîm, padişahın eline bir sahife tutuştururdu. O sahifede şunlar yazılıydı: Fakire acı! Ölümden kork! Âhireti an! Padişah, öfkesi dininceye kadar o sahifeyi okurdu".

3.Nefsini, düşmanlık ve intikamın akibetinden, düşmanın,mukabele etmek için çalışmasından ve hedeflerini yıkmak için gayret göstermesinden, musibetleriyle sevinmesinden korkutmaktır. Oysa kendisi hiçbir zaman musibetlerden kurtulmaz. Bu
bakımdan nefsini öfkenin dünyadaki kötü neticelerinden -eğer nefis ahiretteki neticelerinden korkmasa bile- korkutmalıdır. Bu ise şehveti öfkeye saldırtmaya ve musallat kılmaya dönüşür. Bu, ahiret amellerinden değildir ve bundan dolayı sevabı da yoktur.
Çünkü kişi, geçici zevk ve safâlarının bir kısmını diğer bir kısmına tercih etmek suretiyle zevk ve safâsına koşmaktadır. Ancak kaçındığı hususlar ilim ve ameline engel olacak şeyler olup aradıkları ameline yardım edecek şeyler ise, bu takdirde sevabdar olur.

Şöyle ki, öfke anında başkasının yüzünü hatırlamak ve kendi öfkesinin çirkinliğini düşünmek ve öfke sahibinin saldırgan bir köpeğe ve adi bir yırtıcı hayvana benzerliğini düşünmek; halîm, sakin, öfkeyi terkeden bir kimsenin de peygamberlere, velî kullara, âlimler
ve hükemâya benzediğini düşünmekdir. Bunları düşündükten sonra nefsini serbest bırakmalıdır. İsterse nefis kendisini köpeklere, yırtıcı hayvanlara ve insanların düşüklerine benzetsin, isterse âlimler ve peygamberlere benzetsin. Eğer zerre kadar aklı
varsa, nefsi bunlara uymanın sevgisine meyleder.

5.Kendisini intikam almaya çağıran sebep hakkında düşünmektir. Öfkesini yutmasına mâni olan illeti süzmektir; zira her öfkenin mutlaka bir sebebi vardır ve olmalıdır. Mesela şeytan kendisine 'Sen öfkeni yutarsan senin âcizliğine, nefsinin küçüklüğüne, zilletine ve hakirliğine yorumlanır. Halkın gözünde hakir düşersin' der. Bu bakımdan şeytanın bu sözüne karşı, öfkelenen kişi nefsine şöyle söylemeli: 'Sen ne acaip mahluksun! Şimdi eziyetten kaçmıyorsun da kıyamet gününün rezalet ve sefaletinden kaçınmıyorsun! O gün karşındaki adam senin elinden tutar ve senden intikam alır. İnsanların gözünde küçük düşmekten sakınıyorsun da Allah nezdinde, melek ve peygamberler katında
küçük düşmekten kaçınmıyorsun!' Bu bakımdan kişi, ne zaman öfkesini yutarsa, öfkesini sadece Allah rızası için yutması uygundur. Bu niyetle öfkesini yutarsa Allah nezdinde alabildiğine kıymetli olur. Bu durumda insanların yanında kıymetli olmanın ne önemi kalır! Dünyada kendisine kötülük edenin kıyamet günü uğrayacağı zillet, daha şiddetli olur. Acaba kişi kıyamet gününde 'Allah katında ecri olan ayağa kalksın!' diye çağırıldığı zaman
ayağa kalkanın kendisi olmasını istemez mi! Zira bu çağrıya ancak, dünyada affedenler icabet ederek ayağa kalkar. Bu ve bunun benzerleri imanın mârifetlerindendir. Bunları kalpte yerleştirmek gerekir.

6.Öfkesinin Allah'ın isteğine göre cereyan eden birşeye şaşıp hayret ederek geldiğini bilmelidir. Evet, bu şey kendi isteğine göre cereyan etmediğinden dolayı öfkelenir! Acaba 'Benim isteğim Allah'ın isteğinden daha evlâdır' demesi nasıl olur? Oysa Allah'ın
kendisine kızması, kendisinin kızmasından -tehlike bakımdan- daha büyüktür. Amele gelince, senin dilinle eûzübillâhi min'eşşeytan ir-racîm demendir; zira Hz. Peygamber, öfke anında böyle söylemeyi emretmiştir. Hz. Peygamber (s.a) zevcesi Âişe validemiz öfkelendiği zaman ağzını eliyle kapatır ve şöyle derdi:

Ey Ayşecik! De ki:.'Ey Allahım! Ey Muhammed'in Rabbi! Benim günahımı affet! Kalbimin öfkesini gider. Fitnelerin saptırmasından beni koru!'21

Bu bakımdan senin de bu duayı okuman müstehabdır. Eğer öfken bu duayı okumakla da gitmezse ayakta isen otur, oturuyorsan uzan. Kendisinden yaratılmış olduğun toprağa yaklaş ki nefsinin zilletini bilmiş olasın. Oturmak ve uzanmakla sükûnete kavuşmaya çalış! Çünkü öfkenin sebebi hararettir, harareti oluşturan harekettir. Nitekim Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:

Muhakkak öfke, kalpte parlayan bir ateş közüdür. Siz öfkelenen kişinin avurtlarının şiştiğini, gözlerinin kızardığını görmez misiniz? Bu nedenle bazılarınız böyle bir şeyi hissettiği zaman eğer ayakta ise derhal otursun, eğer oturuyor ise derhal uzansın.22
Eğer bununla da öfke geçmezse o zaman soğuk su ile abdest alsın veya gusletsin. Çünkü ateşi ancak su söndürür. Nitekim Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:

Biriniz kızdığı zaman su ile abdest alsın; çünkü kızgınlık ateştendir.23

Başka bir rivayette 'Muhakkak öfke şeytandandır. Muhakkak şeytan da ateşten yaratılmıştır. Ateş ancak su ile söndürülür. O halde biriniz öfkelendiği zaman abdest alsın!' demiştir.

İbn Abbas, Hz. Peygamber'in şöyle dediğini rivayet eder: Öfkelendiğin zaman sus!24

Ebu Hüreyre der ki: 'Hz. Peygamber öfkelendiği zaman, ayakta ise otururdu. Oturduğu halde öfkelendiği zaman uzanırdı ve öfkesi geçerdi'.25

Ebu Said el-Hudrî, Hz. Peygamber'in şöyle dediğini rivayet eder:
İyi bilin ki öfke, Ademoğlu'nun kalbinde bir parça ateştir. Siz onun gözlerinin kızardığına, boyun damarlarının gerildiğine bakmaz mısınız? Bu bakımdan kim böyle birşey hissederse, yanağını yere yapıştırsın.26

Hz. Peygamber 'Yanağını yere yapıştırsın' sözü ile secdeye işaret etmiştir. Bu, azaların en azizini, yerlerin en zelili olan toprağa değdirmeye işarettir. Böylece nefsi zilletini hissetmiş olsun, nefsin gururu ve öfkenin sebebi olan bencilliği ortadan kalksın.

Rivayet ediliyor ki Hz. Ömer birgün öfkelendi. Derhal su isteyip burnuna su çekti ve şöyle dedi: 'Öfke şeytandandır. Su ise öfkeyi giderir!'

Urve b. Muhammed şöyle diyor: Yemen'e vali olarak tayin edildiğim zaman babam bana 'Vali mi oldun?' diye sordu. Ben 'evet' cevabını verince şöyle dedi: 'Öfkelendiğin zaman üstündeki göklere ve altındaki yere bak. Sonra onları yoktan varedeni yücelt (ve hatırla..)'
Rivayet ediliyor ki, Ebu Zer Gıfârî bir kişiye aralarında geçen bir olay nedeniyle 'Ey kızılcığın oğlu!' diye hakaret etti. Bu söz Hz. Peygamber'in kulağına gitti. Hz. Peygamber Ebu Zer'e şöyle hitap etti:

Ey Ebu Zer! Kulağıma geldiğine göre, sen bugün (din) kardeşini annesinden dolayı ayıplamışsın!

Ebu Zer 'Evet! Doğru!' dedikten sonra arkadaşını razı etmek için hemen faaliyete geçti. Fakat o kişi, Ebu Zer kendisini görmeden önce Hz. Peygamber'in huzuruna vardı ve Ebu Zer'in yaptığı hakaretleri Hz, Peygamber'e söyledi. Bunun üzerine Hz. Peygamber, Ebu Zer'e şöyle hitab etti.

Ebu Zer! Başını kaldır da bak! Sonra bil ki sen bu kainatta bulunan ne bir kırmızıdan ve ne de bir siyahtan üstünsün. Meğer ki amelinle kendisinden üstün olasın. Öfkelendiğin zaman ayakta isen otur! Oturuyorsan yaslan! Yaslanmış vaziyette isen uzan..27

Mu'temer b. Süleyman28 şöyle anlatıyor: Sizden önce geçmiş milletlerin arasında bir kişi vardı. Öfkelenir ve öfkesi şiddetli olurdu. Bu kişi üç kağıda birşey yazarak her sayfayı bir kişiye verdi. Birinci sayfayı verdiği kişiye dedi ki: 'Ben öfkelendiğim zaman bana bu sayfayı ver!' ikincisine 'Öfkem biraz dindiği zaman benim elime bu sayfayı sıkıştır' dedi. Üçüncüsüne de 'Öfkem tamamen geçtikten sonra bu sayfayı elime ver' dedi. Bir müddet sonra öfkesi alabildiğine kabardı. Kendisine birinci sayfa verildi. Sayfayı açınca sayfada şöyle yazılı olduğunu gördü: 'Sen nerede bu öfke nerede! Sen ilah değilsin, beşersin. Senin bir kısmını diğer kısmının yeme ihtimali vardır'. Bu yazıları okuduktan sonra öfkesinin bir kısmı dindi. Bunun üzerine kendisine ikinci sayfa verildi. Baktı ki ikinci sayfada şunlar yazılıdır: 'Yeryüzünde olanlara şefkatli ve merhametli ol ki göklerde hükmü olan Allah da sana merhamet etsin!' Bunun akabinde kendisine üçüncü sayfa verildi. Baktı ki üçüncü sayfada şunlar yazılıdır: 'İnsanları ancak

Allah'ın hakkını zayi ettiğinden dolayı muâhaze et. Çünkü onları ancak bu ıslah eder.'
Mehdî b. Muhammed b. Abdullah el-Abbâsî, bir kişiye kızdı (ve intikam almak istedi). Şebih ona dedi ki: "Allah Teâlâ için Allah Teâlâ'dan daha fazla kızma!'

_____________________________________
20)H. 93 senesinde vefat etmiştir.
21)Müslim, Buhârî
22)Tirmizî
23)Ebu Dâvud
24)İmam Ahmed, İbn Ebî Dünya, Taberânî
25)İbn Ebî Dünya
26)Tirmizî
27)İbn Ebî Dünya
28)Tarhan Teymî'nin torunu olan bu zatın künyesi Ebu Muhammed'dir,
Basralıdır. Güvenilir olan bu zat, H. 87 senesinde vefat etmiştir.

*Öfkeyi Yenmenin Fazileti

Allah Teâlâ 'Öfkelerini yutarlar' (Alu İmran/134) bu-yurmuştur ve bunu müslümanları medhetmek için söylemiştir.

Hadîsler

Hz. Peygamber de şöyle buyurmuştur:

Allah öfkesini frenleyen bir kimseye azabını durdurur. Rabbine mazeretini arzeden bir kimsenin özrünü Allah Teâlâ kabul eder. Kim dilini korursa Allah onun çirkin taraflarını örter.29

Sizin en pehlivanınız ve en erkeğiniz o kimsedir ki öfkelendiği zaman nefsine hâkim olur! Sizin en haliminiz, düşmanından intikam alma imkânı olduğu halde onu affe-den kimsedir.30

Öfkesinin gereğini yerine getirme imkânı varken bundan vazgeçen kimsenin kalbini Allah Teâlâ kıyamet gününde rızasıyla doldurur.31

Bir rivayette 'O kimsenin kalbini Allah emniyet ve iman ile doldurur' diye vârid olmuştur.
ibn Ömer Hz. Peygamberin şöyle dediğini rivayet eder:

Allah rızası için öfkesini yutmaktan, ecir bakımından daha büyük bir şey yoktur ki kul onu yapsın.32

İbn Abbas Hz. Peygamber'in şöyle dediğini rivayet eder:
Kesinlikle (bilinsin ki) cehennemin bir kapısı vardır. O kapıdan ancak Allah'a isyan etmek suretiyle öfkesine uyup gönlünü rahat ettiren bir kimse girer.33

Allah nezdinde kulun öfkesini yutmasından daha sevimli hiçbir şey yoktur. Kul öfkesini yuttuğu takdirde Allah onun kalbini iman ile doldurur.34

Kim yerine getirmeye kudreti olduğu halde öfkesini yutarsa, Allah Teâlâ mahlukatın gözleri önünde onu çağırır ve cennet hurilerinden 'hangisini istersen al' diye onu serbest bırakır.35

Ashâb'ın ve Âlimlerin Sözleri

Hz. Ömer (r.a) şöyle demiştir: 'Allah'tan korkan bir kimse, öfkesini yutar ve bu hususta nefsinin isteğini yapmaz. Allah'tan korkan bir kimse istediğini yapamaz. (Ancak Allah'ın isteğini yerine getirebilir). Eğer kıyamet günü olmasaydı siz bugün benden gördüğünüzün tam aksini görecektiniz!'

Lokman Hekim oğluna şöyle demiştir: 'Ey oğul! Dilencilik etmek suretiyle yüzünün suyunu dökme! Rezil olman pahasına öfkenin isteğini yapma! Kıymetini bil ki hayatın sana fayda versin!'

Eyyub b. Sehtiyanî şöyle der: 'Bir saat halîmlik insanoğlundan birçok şerri uzaklaştırır'.
Süfyan es-Sevrî, Ebu Huzeyme, Fudayl b. İyaz bir araya geldiler, Zühdün ne olduğunu müzakere ettiler. Sonunda şu karara vardılar: 'Amellerin en üstünü kızdığı anda halîmlik, musibetler anında da sabır göstermektir'.

Adamın biri Hz. Ömer'e şöyle haykırdı: 'Yemin olsun, sen adaletle hükmetmiyor ve çok mal vermiyorsun!' Buna karşılık Hz. Ömer yüzünde öfkenin alâmetleri görülecek derecede kızdı. Bu esnada bir kişi kendisine şöyle hitap etti: "Ey mü'minlerin emiri! Sen Allah Teâlâ'nın ' Affet! iyiliği emret ve câhillerden yüz çevir' (A'raf/119) buyurduğunu işitmedin mi? İşte bu kişi de câhillerdendir. (Bu bakımdan sen de onu affet!)" Bu söz karşısında Hz. Ömer 'doğru söyledin' dedi. Sanki o öfke bir ateşti, söndü.

Muhammed b. Ka'b şöyle demiştir: Üç haslet kimde varsa o kimse Allah'a olan imanını kemâl derecesine vardırmıştır:
1.Razı olduğunda bu durumu kendisini bâtıla sokmaz.
2.Öfkelendiğinde öfkesi kendisini haktan çıkarmaz.
3.Kuvvet ve kudreti yettiğinde hakkı olmayan bir şeye el uzatmaz!

Bir kişi Selman-ı Fârisî'nin yanına gelerek şöyle dedi: 'Ey Allah'ın kulu bana nasihatta bulun!' Buna karşılık Selman şöyle dedi:
-Öfkelenme!

-Öfkelenmemek benim elimde değil!

-O halde, öfkelendiğin zaman diline ve eline hâkim ol!

___________________________
29)Taberânî, Beyhâkî
30)İbn Ebî Dünya, Beyhâkî
31)İbn Ebi Dünya, Ebu Dâvud
32)İbn Mâce
33)Lisanın Âfetleri bölümünde geçmişti.
34)İbn Ebi Dünya
35)Lisanın Âfetleri bölümünde geçmişti.

*Hilm'in Fazileti

Hilm, öfkeyi yutmaktan daha üstündür. Çünkü öfkeyi yutmak, olmayan halîmlik sıfatını kazanmaya çalışmaktır. Oysa öfkeyi yutmaya ancak öfkesi kabaran bir kimse muhtaç olur ve bu hu-susta şiddetli bir mücahedeye muhtaçtır. Fakat bunu bir müddet âdet edindiği zaman kendisine alışkanlık olur ve artık bir daha öfkesi kabarmaz. Kabarsa da onu yutmakta herhangi bir zorluk sözkonusu değildir. Bu tabii halîmliktir. Bu, aklın kemâle ermesi ve bedeni kontrol altına almasının delâletidir. Öfke kuvvetinin kırılması ve akla teslim olmasıdır. Fakat bunun başlangıcı, kendini hilme zorlamak, zoraki bir şekilde öfkeyi yutmaktır.

Hadîsler

İlim ancak öğrenmekledir. Hilm de halîmliğe kendini zorlamakladır. Kim hayrı kasdederse ona hayır verilir. Şerden sakınan bir kimse ise şerden sakındırılır.36

Hz. Peygamber bu hadîs-i şerîfiyle hilm sıfatının yolunun önce kendini hilme zorlamak ve onun ağırlığına katlanmak olduğuna işaret etmiştir. Nitekim ilim öğrenmenin yolunun da öğrenmek ve bu husustaki zahmete katlanmak olduğu gibi.

Ebu Hüreyre Hz. Peygamber'in şöyle dediğini rivayet eder:

İlmi isteyiniz ilimle beraber sekineti (vâkarı) ve hilmi de isteyiniz. Öğrettiğiniz ve kendisinden ilim öğrendiğiniz kimselere yumuşak davranınız. Sakın âlimlerin katılarından olmayınız ki cehaletiniz hilminize galebe çalmasın.37

Görüldüğü gibi Hz. Peygamber bu hadîs-i şerîfiyle gururun, katılığın, öfkeyi tahrik edip kabartan biricik âmil olduğuna işaret buyurmuştur. Hilm ve yumuşaklığın engelinin bu sıfatlar olduğunu belirtmiştir. Şu dua, Hz. Peygamber'in duasındandır:

Ey Allahım! Beni ilimle zengin kıl! Hilimle süslendir. Takvâ ile şereflendir. Afiyet ile güzelleştir!38

Ebu Hüreyre Hz. Peygamber'in şöyle dediğini rivayet eder: Allah'ın katında yüksek derece arayın,

Ashab 'O yücelik nedir?' diye sorunca Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:

Senden alâkayı kesene karşı ilgiyi devam ettirmelisin. Seni mahrum edene vermelisin. Sana karşı cehalet ile hareket ederek vaziyet alana hilm göstermelisin.39

Beş şey peygamberlerin sünnetlerindendir: 1. Hayâ, 2. Hilm, 3. Hacamat (kan aldırmak), 4. Misvak kullanmak, 5. Güzel koku sürünmek.40

Hz. Ali Hz. Peygamberin şöyle dediğini rivayet eder:

Müslüman kişi, hilim sıfatı sayesinde gündüz oruçlu, gece ibadet yapan bir kimsenin derecesine varır. Müslüman kişi himayesi altında ailesi olduğu halde cebbar zorbalardan yazılır.41

Ebu Hüreyre der ki: 'Bir zat Hz. Peygamber'e gelerek: 'Benim birtakım akrabalarım vardır. Ben onlara sılayı rahim yaptığım halde onlar benden alâkayı kesiyorlar. Ben onlara iyilik yapıyorum. Onlar ise, bana kötülük.. Onlar câhillikle bana karşı çıktıkları halde ben onları hilimle karşılıyorum' dedi. Cevap olarak şöyle buyurdu:

Eğer dediğin gibi ise sen âdeta onların yüzüne kum serpiyorsun. Durmadan bu ahlâka devam edersen, seninle beraber Allah'tan gelen bir yardımcı olacaktır.42

Metinde geçen mel kelimesi kum demektir. Müslümanlardan bir kişi dedi ki:

Ey Allahım! Benim yanımda bir mal yok ki sadaka vereyim. Bu bakımdan bir kişi, benim hakkımdan herhangi bir şeyi ihlâl ederse, o hakkım onun için sadaka olsun.
Bunun üzerine Allah Teâlâ Hz. Peygamber'e (s.a) 'Ben onu affettim' diye vahyetti.

Bazılarınız Ebu Damdan gibi olmaktan âciz midir?

Ashab-ı kîram 'Ebu Damdan kimmiş ya Rasûlullah!' diye sorunca şöyle buyurmuştur:
Ebu Damdan sizden önce yaşamış biriydi. Sabahladığı zaman şöyle derdi: 'Ey Allahım! Muhakkak ben bugün bana zulmedene hakkımı sadaka olarak vermiş bulunuyorum'.43
Rabbâniyyûn (Alu İmran/79) kelimesinin tefsirinde şöyle denilmiştir: 'Bunlardan maksat hâlim olan âlimler'dir'.

Hasan Basrî'nin 'Câhiller onlara hitap ettikleri zaman, onlar selâm derler' (Furkan/63) âyetinin tefsirinde 'Hâlim kimselerdir ki eğer cehaletle kendilerine karşı yapılan bir hakarete mâruz kalırlarsa, o şekilde karşılık vermezler' dediği rivayet olunur.
Atâ b. Ebî Rebah der ki: "Hevnen (Furkan/63) tabiri hilm mânâsındadır".

İbn Ebî Habib; ve kehlen (Alu îmran/46) kelimesinin tefsirinde 'Kehl, hilmin son mertebesidir' demiştir.

Mücahid 'Onlar lağvın yanından geçerken şerefli olarak geçerler' (Furkan/72) âyetinin tefsirinde 'Onlara eziyet edildiği zaman affederler' demiştir.

Rivayet ediliyor ki, İbn Mes'ud kendisine hakaret edenlerin yanından geçti. Fakat hiçbir karşılık vermedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurdu:

İbn Mes'ud şerefli olarak sabahladı ve akşamladı.44
Sonra bu hadîsin râvisi İbrahim b. Meysere 'Cahiller kendilerine lâf atarsa selâm derler': (Furkan/63) ayetini okumuştur.

Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:

Allah bana o günü göstermesin, öyle bir zaman gelecek ki âlimlere uyulmayacak, hilm sahibi insanlardan utanılmayacaktır. İşte o zaman dilleri Arab, fakat gönülleri Acem gönlüdür!45

İçinizden akıl sahipleri beni takip etsin! Onlardan sonra gelenler ve daha sonra gelenler, sakın ihtilaf etmeyin, yoksa gönülleriniz de ayrılır. Sokak fitnelerinden de korununuz!46

Rivayet ediliyor ki Eşeç 47 adlı zat Hz. Peygamber'e elçi olarak geldi. Devesini kapıda çöktürdü. Sonra deveyi bağladı. Sırtında bulunan iki elbiseyi çıkardı. Torbasından iki tane güzel elbise çıkarıp onları giydi. Bütün bunları Hz. Peygamberin gözü önünde yapıyordu. Hz. Peygamber onun yaptığını görüyordu. Sonra Hz. Peygamber'e doğru, yürümeye başladı. Bunun üzerine Hz. Peygamber kendisine şöyle dedi:

-Ey Eşec! muhakkak sende iki'ahlâk vardır. Allah da,Peygamber de onları sever!

-Annem ve babam sana feda olsun! Onlar nelerdir?

-Onlar hilm ile sabırdır!

-Acaba bu iki ahlâkı ben çalışarak mı elde ettim, yoksa tabiî olarak mı bende vardı?

-Hayır! Allah seni o ahlâklar ile beraber yaratmıştır.

-Hamd o Allah'a mahsustur ki beni Allah ve Rasûlü tarafından sevilen iki ahlâk ile yaratmıştır!48

Allah, hâlim olan, Allah'tan utanan, zengin, namuslu, çoluk çocuk babası ve muttaki bir kimseyi sever ve muhakkak ki fâhiş konuşan, çenesi düşük olan, dilencilik yapan, ısrarcı olan bir ahmaktan da nefret eder.49
İbn Abbas (r.a) Hz. Peygamberin şöyle dediğini rivayet eder:

Kim de şu üç hasletten birisi bulunmazsa, o kimsenin amelinden hiçbir şeye güvenmeyiniz:

1. Kendisini Allah'a karşı olan günahlardan menedecek takvâ,

2. Sefih bir kimseyi durduracak hilm,

3. İnsanlar arasında idare etmesine vesile olacak bir ahlâk.50
Allah Teâlâ kıyamet gününde mahlukları bir araya getirdiği zaman bir dellâl şöyle çağırır: 'Fazilet ehli nerede?' Bu çağrı üzerine, az oldukları halde, bir kısım insanlar kalkıp süratle cennete doğru yürürler. Melekler bunları karşılar ve kendilerine şöyle derler:

-Biz sizin süratle cennete doğru gittiğinizi müşahede ediyoruz!

-Biz fazilet ehliyiz!

-Sizin faziletiniz neydi?

-Biz zulme uğradığımız zaman sabrederdik. Bize kötülük yapıldığı zaman affederdik. Bize karşı cehaletle muamele edildiği zaman hilm gösterirdik.

-Cennete giriniz! Çalışanların ecri olmak bakımından cennet ne güzel evdir!51

Ashâb'ın ve Alimlerin Sözleri

Hz. Ömer şöyle demiştir: İlim öğreniniz! İlim için sekinet ve hilm öğreniniz!'

Hz. Ali şöyle der: 'Hayr, malının ve evladının çoğalması değildir. Hayr, ilminin çoğalması, hilminin büyümesi, ibadetinle halka karşı böbürlenmemen, iyilik yaptığın zaman Allah'a hamdetmen, kötülük yaptığın zaman Allah'tan af dilemendir.'

Hasan Basrî şöyle demiştir: İlmi arayınız! Fakat onu vâkar ve hilimle süslendiriniz!'
Eksem b. Sayf şöyle demiştir: 'Aklın direği ve dayanağı hilm'dir. İşin temeli de sabırdır'.

Ebu Derda şöyle demiştir: 'Ben halkın dikensiz yaprak oldukları bir zamanda onlara yetiştim. Sonra yapraksız dikenler oluverdiler. Onları tanıdığın takdirde seni tenkid ederler. Onları bıraktığın takdirde seni bırakmazlar'.
Dinleyenler, kendisine 'O halde ne yapmalıyız?' diye sorunca cevap olarak şöyle demiştir: 'Kendi hakkından fakirlik günün için onlara borç vermelisin?

Hz. Ali (r.a) şöyle demiştir: 'Halîm bir kimsenin hilminden ötürü kendisine ilk verilen mükâfat şudur ki; bütün insanlar câhile karşı ona yardımcı olurlar'.

Muaviye şöyle demiştir: 'Kulun, hâlimliği câhilliğini, sabırlılığı da şehvetini mağlup etmedikçe ictihad derecesine varamaz ve buna da ancak ilim kuvvetiyle varabilir'.

Muaviye, Amr b. Ethem'e52 şöyle dedi: 'İnsanların hangisi daha cesur ve kahramandır?' Cevap olarak Amr şunu söyledi: 'Hâlimliğiyle cahilliğini geri çeviren kimse'.

Muaviye devamla dedi ki: 'Erkeklerin hangisi daha fazla cömerttir?' Amr cevap olarak 'Dünyasını dininin salâhı için feda eden kimse insanların en cömertidir' dedi.
Enes b. Mâlik 'İyilikle kötülük, mücazat ve mükâfat hususunda eşit değildir. O halde sen kötülüğü en iyi şekilde defet' (Fussilet/34-35) ayetinin tefsirinde şöyle demiştir: 'Gazabı (öfkeyi) sabırla, cehaleti ilimle, kötülüğü affetmekle defet!'

Aranızda düşmanlık olan bir kimseye böyle davranırsan o kimse sana dost gibi olur. Bu haslete ancak sabır ve nefislerini intikamdan men edenler ve iman ve kemâl-i nefis sahipleri sahip olur. Bu güzel ahlâk sayesinde cennet ehli olurlar!.

Bahsi geçen kişi öyle bir kişidir ki onun arkadaşı kendisine küfrettiği halde arkadaşına 'Eğer sen yalan söylüyorsan Allah seni affetsin, eğer doğru söylüyorsan Allah beni affetsin' diyendir.

Seleften biri şöyle demiştir: 'Basra halkından birine küfrettim. O da bana karşı hilm gösterdi ve bu göstermiş olduğu hilimden dolayı beni uzun bir zaman kendisine kul ve köle gibi mutî kıldı'.

Muaviye, Arabe b. Evs'e53 şöyle sordu: 'Ey Arabe! Sen neyle milletinin efendisi oldun?' Arabe cevap olarak şöyle dedi: 'Ey mü'minlerin emiri! Ben kavmimin cahillerine karşı hilm gösterirdim. İsteyenlere verirdim. Onların ihtiyaçlarına koşardım. Bu bakımdan benim yaptığımı yapan bir kimse benim gibidir. Bu hususta beni geçen bir kimse benden üstündür. Benden geri kalan kimseden ise, ben daha hayırlıyımdır'.

Bir kişi İbn Abbas'a (r.a) küfrederek, içindekini döktükten sonra İbn Abbas kölesine şöyle hitap etti: 'Ey İkrime! Acaba kişinin bizce görülecek bir ihtiyacı var mıdır ki görelim?' Bunun üzerine adam başını eğerek utandı ve yaptığından pişman oldu.

Bir kişi Ömer b. Abdulaziz'e hitaben: 'Ben şahidlik ederim ki sen fâsıklardansın!' dedi. Ömer 'Senin şahidliğin kabul olunmaz!' diye karşılık verdi.

Bir kimse, Hüseyin'in oğlu Ali Zeynelâbidîn'e küfretti. Buna karşılık o, sırtında bulunan gömleği o kişiye verdi ve bir de kendisine bin dirhem de para verilmesini emretti. Bundan dolayıdır ki seleften biri şöyle demiştir: 'Zeynelâbidîn için övülen beş haslet bir araya gelmiş oldu:
1. Hilm,
2. Eziyeti kaldırmak,
3. Kişiyi Allah'tan uzaklaştıran hasletlerden kurtarmak,
4. Kişiyi pişman olmaya ve tevbe etmeye teşvik edip zorlamak,
5. Kişinin kendisini kötülemesine rağmen onu medhetmeye mecbur etmek. Bütün bunları az bir miktarla (bir abâ, bin dirhem) satın aldı!

Bir kişi Cafer b. Muhammed'e54 dedi ki: "Benimle bir kavmin arasında herhangi bir hususta münâzaa vâki oldu. Ben onu terketmek istiyorum. Fakat bana 'onu terketmen senin için zillettir' denilmesinden korkuyorum". Bunun üzerine Câfer cevap olarak şöyle dedi: 'Zelil, zâlim kimsedir'.

Halil b. Ahmed55 şöyle demiştir: 'Önce deniliyordu ki: 'Kim kötülük yaptığı halde kendisine iyilik yapılırsa, bu iyilik onun kalbinde bir engel olur. Onu o kötülüğün benzerinden meneder'.

Ahnef b. Kays derdi ki: 'Ben hâlim bir kimse değilim. Fakat hâlim olmaya kendimi zorluyorum'.

Vehb b. Münebbih dedi ki: 'Acıyana acınır. Susan bir kimse selâmet bulur. Cahillik yapan bir kimse mağlup olur. Acelecilik yapan bir kimse yanılır. Şerre karşı halislik gösteren bir kimse selâmette kalmaz. Kim cedeli bırakmazsa kendisine küfredilir. Şerden nefret eden bir kimse korunur. Allah'ın emirlerine tâbi olan bir kimse korunur. Allah'ın kahrından çekinen bir kimse emin olur. Kim Allah'ı kendisine velî edinirse, her türlü tecavüzden menolunur. Kim Allah'tan istemezse fakir olur. Kim Allah'ın azabından emin olursa, mahrum olur. Kim Allah'tan yardım talep ederse muzaffer olur!'

Bir kişi Mâlik b. Dinar'a 'İşittiğime göre sen beni kötülükle yadetmişsin!' deyince, Mâlik cevap olarak dedi ki: 'Böyle yaptığım takdirde, sen benden, nezdimde daha fazla şerefli olursun. Ben bunu yaptığım takdirde sevaplarımı sana hediye etmiş olurum'.

Alimlerden biri şöyle demiştir: 'Hilm akıldan daha yücedir. Çünkü Allah Teâlâ hilm ile isimlenmiştir'.
Bir kişi hükemadan birine 'Allah'a yemin ederim, ben sana öyle bir küfredeceğim ki seninle beraber kabrine girecek!' Hakîm ona dedi ki: 'Benimle beraber değil, aksine seninle beraber kabre girecektir!'

Meryem'in oğlu İsa Mesih (a.s), yahudilerden bir grubun yanından geçti. Onlar Hz. İsa'ya çirkin laflar attılar. Hz. İsa da onlara güzel sözlerle karşılık verdi. Bunun üzerine Hz. İsa'ya şöyle sordular: 'Onlar çirkin, sen ise hayırlı konuşuyorsun!' İsa (a.s), cevap olarak şöyle dedi: 'Herkes yanındaki sermayeden harcar!'
Lokman Hakîm şöyle demiştir: Üç haslet vardır, onlar ancak üç durumda bilinirler:

1.Hâlim bir kimse ancak öfkelendiği zaman bilinir.

2.Kahraman bir kimse ancak savaş halinde bilinir.

3.Kardeş de ancak kendisine ihtiyaç olduğu zaman bilinir.

Hakimlerden birisinin dostu evine misafir geldi. Hakîm kendisine yemek takdim etti. Bu arada hakîmin kötü ahlâklı hanımı çıkıp misafirin önünden sofrayı kaldırdı, kocasına küfürler savurdu. Bu manzara karşısında hakîmin dostu, öfkeli olarak hakîmin evinden çıktı. Hakîm onun arkasından çıkarak kendisine dedi ki: 'O günü hatırla ki senin evinde yemek yiyorduk. Yukardan bir tavuk sofranın üzerine düştü. Sofrada bulunan yemekleri dağıttı ve bu manzara karşısında hiçbirimiz de öfkelenmedik! (O halde neden öfkeleniyorsun?)' (Hakîmin dostu) 'doğru söyledin' dedi. Hakîm dedi ki: 'O halde bu kadını da o tavuk gibi kabul edip kızmamalısın!' Böylece adamın öfkesi geçti ve yoluna devam ederek 'Hakîm doğru söyledi. Hilm her elemin şifa veren ilâcıdır' dedi.

Adamın biri, bir hakîmin ayağına vurup acıttı. Hakîm buna rağmen öfkelenmedi, hakîme 'Neden öfkelenmedin?' diye sorunca cevap olarak şöyle dedi: 'Ben o kişiyi ayağıma takılıp kaymama sebebiyet veren bir taş yerine koydum. Dolayısıyla öfkeyi boğazlamış oldum'.

Mahmud el-Verrak şöyle dedi: Her günahkarı, bana karşı işlediği cürümleri çok olsa dahi affetmeyi, nefsime gerekli bir va-zife kılacağım; zira insanlar ancak üç sınıftan biridir: 1. Şerefli olan, 2. Şeref bakımından mağlup olan ve 3. Mukavemette denk olan! Benden üstün olana gelince, onun kıymetini bilir ve bu yüzden ona karşılık vermem ve onun hakkında hakka uyarım. Hakka uymak da lâzımdır. Derece bakımından benden küçük olana gelince, o birşey söylerse kendisine cevap vermemekle namusumu korurum, cevap vermemekten dolayı bir kimsenin kınamasına uğramış olsam dahi. Benim gibi olana gelince, eğer o kayar veya düşerse, ben faziletli olurum. Çünkü hilimden dolayı olan fazilet, herşeye hâkimdir!'

_______________________________
36)Taberânî, Dârekutnî
37)İbn Sinnî
38)Irakî aslına raslamadığını kaydeder.
39)Hâkim, Beyhakî
40)Hakim-i Tirmizî, Nevadir'ul-Usûl
41)Taberânî
42)Müslim
43)Ebu Nuaym, Beyhâkî
44)İbn Mübarek
45)İmam Ahmed
46)Müslim
47)Eşec, Abdî kabilesindendir. Kendisine Abduhaysın Eşecî denirdi. Adı
Münzir b. Âbid b. Hars'tır. Vakidî'ye göre H. 10 senesinde gelmiştir. Bir rivayete göre de H. 8'de Mekke'nin fethinden önce gelmiştir. {İthaf'us-Saade)
48)Müslim, Buhârî
49)Taberânî
50)Ebu Nuaym, Taberânî
51)Beyhâkî
52)Temim soyundan olan bu zatın künyesi Ebu Nuaym'dır. Kendisine Ebu Ribî de denir. Sahabîdir.
53)Evs kabilesinin Haris koluna mensuptur. İbn Sa'd, cömertlikle meşhur olduğunu söyler.
54)Adı Câfer b. Muhammed b. Ali b. Hüseyin b. Ali b. Ebi Tâlib'dir.
55)Bu zat, Nahiv ilminin imamlarından kabul edilmiştir.

*Haksızlığa Nasıl Karşı Konulmalıdır?

Bir şahıstan sâdır olan zulme, benzeriyle karşılık vermek caiz değildir. Mesela gıybete gıybetle, tecessüse tecessüsle, sövmeye sövmekle mukabele caiz değildir! Diğer günahlar da böyledir. Ancak kısas ve cezalandırma, Allah nizamının belirttiği oranda olur. Biz bunları yazmış olduğumuz fıkıh kitaplarında belirtmiş bulunuyoruz. Sövmeye gelince, ona benzer bir sövmekle karşılık verilmemesi hususu sabittir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:

Eğer bir kişi sende bulunan bir hasletten dolayı seni ayıplarsa, sakın onda bulunan bir hasletten dolayı onu ayıplama!56

Küfreden iki kişi birbirine ne söylerlerse, mazlum haddini aşmadıkça günah ilk başlayan zâlimin boynunadır.

Birbirlerine küfreden iki kişi birbirleriyle toslaşan iki şeytan gibidir.57

Bir kişi Ebubekir Sıddîk'a küfretti. Hz. Ebubekir de susarak dinliyordu. Hz. Ebubekir adama karşılık vermeye başlayınca Hz. Peygamber ayağa kalkıp yürüdü. Bunun üzerine Hz. Ebubekir Hz. Peygamber'e 'O bana küfrettiği zaman sen susmuş dinliyordun. Ben ona karşılık vermeye başlayınca kalkıp gidiyorsun!' dedi. Hz. Peygamber (s.a) ona şöyle cevap verdi:

Çünkü sen sustuğun zaman, bir melek senin yerine ona cevap veriyordu. Sen konuştuğun zaman melek gitti, şeytan geldi. Ben, içinde şeytan bulunan bir mecliste oturmam.58

Bir grup dedi ki: 'Karşıdaki insana yalan olmayan bir sözle karşılık vermek caizdir'. Ancak Hz. Peygamber, ayıplamaya ayıplama ile karşılık vermeyi tenzihi olarak nehyetmiştir. En faziletlisi, karşılık vermeyi terketmektir. Fakat karşılık verirse günahkâr olmaz. Ruhsat verilen durum 'Sen kimsin? Sen ancak filan soydansın!' demektedir.

Sa'd b. Ebî Vakkas, İbn Mes'ud'a şöyle demiştir: 'Sen ancak Benî Huzeyl soyundan bir kimsesin!' İbn Mes'ud da cevap olarak şöyle demiştir: 'Sen de ancak bir cariyeciğin oğlusun!'

Kişinin 'Ey ahmak!' demesi de bunun gibidir. Mutarrıf59 der ki: 'Herkes Allah ile arasındaki muamele hususunda ahmaktır. Ancak insanların bir kısmının bu husustaki ahmaklığı, diğer bir kısmının ahmaklığından daha azdır'.

İbn Ömer şöyle demiştir: 'Bütün insanları Allah'ın zatı hakkında ahmak olarak görürsün...'60
Kişinin 'ey cahil!' demesi de böyledir; zira hiç kimse yoktur ki onda cehalet bulunmasın! Bu bakımdan böyle diyen bir kimse karşısındaki insanı yalan olmayan bir sözle üzmüş olur. Kişinin 'ey kötü ahlâklı!' veya 'ey ince yüzlü!' veya 'ey haysiyetlere saldıran köpek!' demesi de -eğer bu sıfatlar muhatabında varsa- böyledir, kişinin 'Eğer sende haya olsaydı seninle konuşmazdım. Sen yaptığınla benim gözümde çok hâkir düştün. Allah sana müstehakını versin ve senden intikam alsın' demesi de böyledir.

Nemime (kovuculuk), gıybet, yalan, anne ve babaya küfretmeye gelince, bütün ulemanın ittifakıyla haramdır. Çünkü rivayet ediliyor ki, Halid b. Velid ile Sa'd b. Ebî Vakkas arasında bir tartışma oldu. Bir kişi Sa'd'ın yanında Hz. Halid'in aleyhinde konuştu. Hz. Sa'd ona sert bir çıkış yaparak sus dedi: 'Bizim aramızdaki kırgınlık dinimize tesir edecek dereceye varmamıştır!' Yani 'Birimizin diğeri hakkında günahkâr olacak raddeye varmamıştır' deyip kötü konuşmayı dinlemedi. Bu bakımdan, böyle karşılık vermek hiç de caiz olmaz.

Zinaya nisbet etmek, fuhuş ve küfür gibi yalan ve haram olmayanla hasmına karşılık vermenin caiz olduğuna delil, Hz. Âişe'nin rivayet ettiği şu hadîs-i şeriftir: Hz. Peygamberin zevceleri Hz. Peygamber'e elçi olarak kızı Hz. Fâtıma'yı gönderdiler. Hz. Fâtıma Hz. Peygamber'e gelerek dedi ki: 'Zevcelerin beni elçi olarak sana gönderdiler. Ebu Kuhafe'nin kızı hakkında (Hz. Âişe kasdediliyor) adalet yapmayı senden talep ediyorlar!' Hz. Fâtıma bu sözleri söylerken Hz. Peygamber uzanmış bulunuyordu. Ona cevap olarak şöyle dedi:

Ey kızım! Benim sevdiğimi sever misin?

-Evet

-O halde şunu (Aişe'yi) sev!

Bunun üzerine Hz. Fâtıma, Hz. Peygamber'in zevcelerine dönüp onlara bu konuşmayı anlattı. Onlar dediler ki: 'Ey Fâtıma! Sen bizim için hiçbir şey yapamadın?' Bunun üzerine Cahş'ın kızı Zeyneb'i Hz. Peygamber'e elçi olarak gönderdiler. O Zeyneb ki Hz. Peygamber'in sevgisi hususunda benimle yarışırdı. Zeyneb, Hz. Peygamber'e gelerek 'Ebubekir'in kızı, Ebubekir'in kızı!' diye aleyhimde durmadan atıp tuttu. Ben de susarak dinliyordum. Hz. Peygamberin bana cevap vermek hususunda izin vermesini bekliyordum. Nihayet Hz. Peygamber bana cevap vermek hususunda izin verdi.. Ben de dilim kuruyuncaya kadar Zeyneb'e karşılık verdim. Bundan sonra Hz. Peygamber şöyle buyurdu:

Ey Zeyneb! Öyle söyleme! Muhakkak o, Ebubekir'in kızıdır. (Sen hiçbir zaman konuşmakta onu mağlup edemezsin!)61

Metindeki ona küfrettim ibaresinden fâhiş konuşma kastolunmaz. Yalan katılmaksızın onun konuşmasına cevap vermek kastediliyor. Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:

Birbirine söven iki kişinin söylediklerinin mesuliyeti önce başlayanın boynunadır. Ta ki mazlum, kendisine söylenilenden daha fazlasını söyleyinceye kadar..62

Görüldüğü gibi Hz. Peygamber, mazlum bir kimseye haddi aşmamak şartıyla karşılık verme hakkını tanımıştır. İşte bahsi geçen grubun helâl gördükleri miktar bu kadardır. Bu, zâlimin eziyetine karşılık ona eziyet vermek hususunda bir ruhsattır. Ruhsat, bu söylenen miktardan öteye gitmez. Fakat en faziletlisi terketmektir. Çünkü zâlimin söylediği nisbetinde ona cevap vermek her ne kadar mübah ise de onun ötesine insanı sürüklediğinden dolayı ve hak olan miktarın sınırını geçmemenin mümkün olmamasından dolayı en faziletlisi terketmektir. Esasında cevap vermemek daha evlâdır. Çünkü böyle yapmak cevap vermekten daha kolay ve cevaptaki şeriatın çizmiş olduğu sınırı tesbit etmekten daha rahattır. Fakat buna rağmen insanlardan birtakım kimseler vardır ki öfkeleri kabardığı sırada kendilerini zaptetmeye güçleri yetmez. Ancak öfkeleri çabuk geçer. Bir kısım da vardır ki nefsini başlangıçta tutar. Fakat daimî bir şekilde karşısındaki adamdan nefret eder.
İnsanlar öfke hususunda dört sınıfa ayrılırlar:

1.Bazıları kındıra otu gibi erken yanar ve çabuk söner.

2.Bazıları seksek ağacı gibi geç tutuşur, çabuk söner.

3.Bazıları ise geç tutuşur, tez söner. Eğer bu durumu gayret hususunda gevşekliğe sürükleyici olmazsa bu en iyisidir.

4.Bazıları da çabuk tutuşur, geç söner. Bu ise en şerlileridir.

Mü'min bir kimse çabuk öfkelenir, çabuk razı olur.
Yani parlamasıyla sönmesi aynı andadır. Düşmanlık göstermez. Öyle ise onun parlayışına kefaret olarak çabuk razı olması kifayet eder.63 İmam Şâfiî (r.a) şöyle demiştir: 'Kim kızdırıldığı halde öfkelenmezse o eşektir. Kim razı olması istenildiği halde razı olmazsa şeytandır!'

Ebu Said el-Hudrî Hz. Peygamber'in şöyle buyurduğunu rivayet eder:

İyi bilin ki Âdemoğulları çeşitli derece ve tabakalarda yaratılmışlardır. Onlardan bazıları vardır ki geç öfkelenir, çabuk sakinleşir. Bir kısmı vardır ki çabuk öfkelenir, çabuk sakinleşir. Onun sakinleşmesi öfkelenmesinin kefareti olur. Bir kısmı da vardır ki çabuk öfkelenip, geç sakinleşir. Dikkat edilsin, insanların en hayırlısı geç öfkelenip çabuk sakinleşenlerdir. En şerlisi ise çabuk öfkelenip geç sakinleşenlerdir.64

Öfke, her insanda heyecana yol açar ve tesir eder, o halde sultana, öfkeli olduğu zaman, hiç kimseye ceza tatbik etmemesi farzdır. Çünkü sultan öfkeden dolayı gereken cezanın hududunu aşabilir veya kendisine ceza tatbik edilen adama kızgın olabilir. Dolayısıyla gönlünü rahat ettirmek için aşırı gidebilir. Bu bakımdan saltanat sahibinin intikam alması ve zâlime tatbik edilen cezayı kendi nefsi için değil sadece Allah için tatbik etmesi lâzımdır.

Hz. Ömer (r.a) bir sarhoş gördü. Onu tutup cezalandırmak istedi. Sarhoş Hz. Ömer'e küfretti. Bunun üzerine Hz. Ömer onu cezalandırmaktan vazgeçti. Bu durum karşısında kendisine 'Ey mü'minlerin emiri! Bu adam sana küfrettiği zaman onu bıraktın' denildiğinde, cevap olarak şöyle demiştir: 'Çünkü o beni öfkelendirdi. Eğer ben tazir ederek cezalandırmış olsaydım, kendi nefsim için öfkelendiğimden dolayı bunu yapmış olurdum. Oysa ben kendi nefsimin himaye ve korunması için hiçbir müslümana vurmayı sevmem'.
Ömer b. Abdülaziz kendisini öfkelendiren bir kişiye şöyle dedi: 'Eğer sen beni öfkelendirmeseydin mutlaka seni cezalandırırdım'.

__________________________
56)İmam Ahmed
57) Daha önce geçmişti
58)Ebu Dâvud
59)Abdullah oğlu Mutarrıf tâbün-i kiramdandır. Güvenilir bir zattır.
60)İlim bahsinde geçmişti.
61)Müslim
62)Müslim ve İmam Ahmed
63)Daha önce geçmişti.
64)Daha önce geçmişti.

*Hıkd'ın (Kin'in) Anlamı, Neticeleri, Affetmenin ve Şefkat Göstermenin Fazileti

Hâli hazırda intikam almak sûretiyle gönlünü rahat ettirmekten âciz olduğundan dolayı öfkesini yutmak lâzım geldiği zaman öfke içeride birikmeye başlar ve kin'e dönüşür. Hıkd'ın (kin'in) sonucu, kalbe ağırlığını yükleyip buğzetmek ve buğzettiği kimseden uzaklaşmak ve bu durumu devam ettirmektir. Oysa Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:

Mü'min bir kimse kindar bir kimse değildir.65

Bu bakımdan hıkd, öfkenin meyvesidir. Hıkd sekiz şeyi doğurur:

1.Hased etmeye yol açar. Hased kin'in seni buğzettiğin insanın nimetinin yok olmasını temenni etmeye zorlaması demektir. Bu bakımdan ona verilen bir nimetten dolayı sen üzülür, ona isabet eden bir musibetten dolayı da sevinirsin. Bu ise münafıkların hasletlerindendir. Allah Teâlâ'nın izniyle, böyle yapmanın aleyhinde vârid olan ayet ve hadîsler ilerdeki bahislerde gelecektir.

2.Bâtında (iç âleminde) fazlasıyla hasedi saklamayı artırmaktır. Böylece buğzettiğin kimseye isabet eden musibet ve belalardan ötürü sevinmiş olursun.

3.Buğzettiğin kimseyi terketmek, onunla gırtlak gırtlağa gelmek ve kendisinden uzaklaşmaktır. O seni arayıp istese bile yine bu duruma devam edersin!

4.Onu küçük gördüğünden dolayı ondan yüz çevirmendir. Bu dördüncü netice, üçüncü neticeden (ceza bakımından) daha hafiftir.

5.Helâl olmayan yalan, gıybet, sırrı açıklamak, örtüsünü yırtmak ve benzeri şeylerle onun hakkında konuşmaktır.

6.Onunla istihza etmek, onu alaya almak için onun taklidini yapmandır.

7.Vurmak ve bedenine elem verici bir şey ile ona eziyet etmektir.

8.Zulmen kendisinden alınan bir şeyin geri verilmesine veya sıla-yı rahmine veya hakkı olan bir alacağının verilmesi gibi haklarına mâni olmandır.

Bütün bunlar haramdır. Hıkd'ın en az derecesi, bu belirtilen sekiz kötü neticeden sakınmandır. Böylece hıkd'dan dolayı Allah Teâlâ'ya karşı isyan olacak durumlara düşmezsin. Fakat buna rağmen içinde onu ağır görürsün. Kalbini, ona buğzetmekten bir türlü vazgeçiremezsin! Öyle ki daha önceden ona gösterdiğin güler yüzlülük, şefkat, ona verdiğin ihtimam, onun ihtiyaçlarını yerine getirmek, Allah'ı anmak hususunda onunla oturmak, ona yardım etmek veya ona daha önceden yapmış olduğun duayı terketmek veya kendisine yapılacak iyilik ve insanlığı teşvik etmekten vazgeçersin.

İşte bütün bunlar din hususunda senin derecenin eksilmesine vesiledirler. Bunlar seninle büyük bir faziletin ve hudutsuz bir sevabın arasına girer. Her ne kadar bu şekildeki buğz seni Allah'ın azabına maruz bırakmazsa da yukardaki tehlikeler sözkonusudur.

Ebubekir Sıddîk (r.a), kızı Aişe'ye yapılan iftira meselesinde dedikodu yapan ve aynı zamanda akrabası olan Mıstah'a66 nafaka vermeyeceğine dair yemin ettiği zaman şu ayet nâzil oldu:

Sizden fazilet ve servet sahibi olan kimseler akrabasına, fakirlere ve Allah yolunda hicret edenlere infak ve ihsan et-memeye yemin etmesinler, affetsinler geçsinler. Allah'ın sizi bağışlamasını sevmez misiniz? Allah Teâlâ mağfiret ve rahmet edicidir.
(Nûr/22)

Bunun üzerine Ebubekir Sıddîk (r.a) 'Evet! Biz Allah'ın affetmesini sever ve isteriz' deyip yeniden (eskisi gibi) Mıstah'a infak ve ihsanda bulundu,

Buğzettiği insana yeniden infak ve ihsanda bulunmalı, mümkünse nefsini gemlemek ve şeytanın burnunu yerlere sürmek için ihsanını daha da artırmalıdır. Bu ise sıddîkların makamıdır, mukarreb (Allah'a yakın) kimselerin amellerinin faziletlilerindendir. Bu bakımdan kendisine hased edilen ve kin duyulan bir kimsenin üç durumu vardır:

Birincisi: Hakkını eksik ve fazla olmamak şartıyla tam almaktır ki bu adalettir.

İkincisi: Hasedciyi affetmek, sıla-yı rahim yapmak suretiyle ona iyilikte bulunmaktır ki bu fazilettir.

Üçüncüsü: Hasedcinin müstehak olmadığı zulmü kendisine yapmasıdır ki bu da zulüm ve eziyet etmektir!

Bu üçüncü şıkkı ancak düşük insanlar seçerler. İkinci şık ise, sıddîklarm seçtiği bir şıktır. Birincisi ise sâlih kimselerin derecelerinin zirvesidir. Bu bakımdan biz şimdilik af ve ihsanın faziletini zikredelim.
_____________________________
65) İlim bahsinde geçmişti.
66) Mıstah b. Esase b. Ubbad b. Mutallib b. Abdimenaftır. Annesi Ebubekir in halasının kızı idi. İslâm'ın başında müslüman olmuştu. Hz. Ebubekir, yakınlığından dolayı ona nafaka verirdi.

*Af ve İhsan'ın Fazileti

Affın mânâsı, kısas veya bir tazminattan dolayı meydana gelen bir hakka müstehak olduğun halde o hakkı almaman ve borçluyu ondan affetmendir. Af, hilim ve öfkeyi yutmadan ayrı birşeydir. Bunun için de biz onu müstakil bir konu olarak zikretmiştik.
Sen bağışlama yolunu tut! İyiliği emret ve cahillerden yüz çevir!(A'raf/199)

Sizin bağışlamanız takvâya daha yakındır!(Bakara/237)

Üç şey vardır, nefsimi kudret elinde tutan Allah'a yemin ederim ki, eğer ben yemin etmiş olsaydım onlar için yemin ederdim:
1. Hiçbir mal, sadaka vermekten eksilmez. Bu bakımdan siz sadaka veriniz!

2. Bir kişi Allah nzası için kendisine yapılan bir zulmü affederse Allah Teâlâ kıyamet gününde onu şeref yönünden, yükseltir.

3. Bir kişi nefsi için dilencilik kapısını açarsa Allah da onun için fakirlik kapısını açar.67

Tevâzu göstermek, kulun derecesini yüceltir. Bu bakımdan mütevazi olunuz ki Allah da derecelerinizi artırsın. Affetmek ise kulu şeref yönünden geliştirir. Bu bakımdan affediniz ki Allah sizi aziz kılsın. Sadaka ancak malı çokluk bakımından etkiler. Bu bakımdan sadaka veriniz ki Allah size rahmet ve şefkat versin.68

Hz. Âişe (r.a) şöyle diyor: 'Hiçbir zaman Hz. Peygamber'in şahsına yapılan bir zulümden dolayı intikam aldığını görmedim. Meğer ki Allah Teâlâ'nın haram kıldığı şeyler yapılmış olsun'.

Bu bakımdan Allah Teâlâ'nın yasaklarından biri işlendiği zaman Hz. Peygamber, herkesten daha şiddetli kızardı. Hz. Peygamber ne zaman iki şey arasında muhayyer bırakılsa, günah olmadığı takdirde kolayını seçerdi.

Ukbe (r.a) der ki: "Birgün Hz. Peygamber ile bir araya geldik. Ben acele ederek onun elini tuttum veya o acele ederek benim elimi sıktı ve şöyle dedi:

Ey Ukbe! Dünya ve âhiret ehlinin en üstün ahlâkından sana haber vereyim mi? Seni mahrum edene ihsanda bulunmak! Sılayı rahmini kesen akrabana sıla-yı rahim yapmak, sana zulmedeni affetmektir,69

Hz. Musa (a.s) şöyle münacâtta bulundu:
-Yarab! Senin nezdinde hangi kulun daha şereflidir?

-O kulum ki kudreti olduğu halde affeder.70

Ebu Derda'ya 'insanların en şereflisi' sorulduğu zaman cevap olarak 'Gücü ve kuvveti yettiği zaman affeden kimsedir. Bu bakımdan siz affediniz ki Allah da sizi aziz kılsın' demiştir.
Bir kişi Hz. Peygamber'in huzuruna gelerek şikayette bulundu. Hz. Peygamber onu oturttu. Adam kendisine reva görülen zulmün karşılığını almak istedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber kendisine şöyle buyurdu:

Kıyamet gününde mazlum kimseler felâh bulan kimselerdir.71

Kişi, bu hadîsi dinlediğinde artık intikam almaktan vazgeçti. Hz. Âişe Hz. Peygamberin (s.a) şöyle söylediğini rivayet eder:
Kim, kendisine zulmedenin aleyhinde bedduada bulunursa, ondan intikamını almış sayılır.

Enes Hz. Peygamberin (s.a) şöyle söylediğini rivayet eder:
Allah Teâlâ kıyamet gününde, mahlukâtı haşrettiği zaman arşın altından bir dellâl üç defa şöyle bağırır: 'Ey ehl-i tevhid zümresi! Muhakkak Allah Teâlâ sizi affetmiştir. Bu bakımdan siz de birbirinizi affediniz.72

Ebu Hüreyre'den şöyle rivayet ediliyor: Hz. Peygamber (s.a) Mekke'yi fethettiği zaman, Kâbe'yi ziyaret edip iki rek'at namaz kıldı. Sonra Kâbe'ye geldi. Kapının iki eşiğine yapışarak şöyle dedi: 'Ey Mekkeliler! Ne diyorsunuz? Ne yapacağımı düşünüyorsunuz?' Hepsi bir ağızdan dediler ki: 'Bize kardeşsin, amca oğlusun, rahim ve kerim bir kimsesin, deriz'. Bunu üç defa tekrar ettiler. Bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle buyurdu:

Ben de Yusuf'un dediği gibi derim: 'Bugün size ayıplama yok! Allah sizi bağışlasın! O merhamet edenlerin en merhametlisidir'. (Yusuf/92)

Ravi der ki: 'Onlar sanki kabirlerinden çıkarcasına İslâm dinine girdiler'.

Süheyl b. Amr'dan şöyle rivayet edilir: Hz. Peygamber Mekke'ye geldiği zaman ellerini Kâbe kapısının yanlarına koydu. Etrafında da ashab-ı kîram bulunuyordu. Bu esnada şöyle buyurdu:
Allah'tan başka ilah yoktur. O birdir. O'nun ortağı ve şeriki yoktur. Va'dini doğruladı, kuluna yardım etti. Tek başına ahzab (Medine'yi basmak üzere toplanan Arab kabileleri) ordusunu püskürttü.

Sonra şöyle dedi:

Ey Kureyş topluluğu! Ne diyorsunuz ve size ne gibi bir muamele yapacağımı sanıyorsunuz?' Süheyl der ki: "Ben 'Biz hayr deriz. Hayırlı şeyler söyleriz ve hayırlı olacağını sanıyoruz. Kerim bir kardeşsin. Merhametli ve şefkatli bir amca oğlusun! Şimdi gücün ve kuvvetin bize yetiyor (Elbette affedersin)' dedim". Bu söz üzerine Hz. Peygamber şöyle buyurdu: 'Ben kardeşim Yusuf'un dediği gibi derim: 'Bugün size ayıplama yok! Allah sizi bağışlasın. O, merhamet edenlerin en merhametlisidir'. (Yusuf/92)73

Enes Hz, Peygamber'in (s.a) şöyle söylediğini rivayet eder:

Kullar Allah'ın huzurunda (kıyamet gününde) durdukları zaman bir dellâl şöyle bağırır: 'Allah'ın katında ecir ve sevabı olan bir kimse ayağa kalksın ve cennete girsin!'
Bu söz üzerine biri Hz. Peygamber'e 'Allah katında ecir ve sevabı olan kimdir?' diye sordu. Hz. Peygamber (s.a) 'Halkı affedenlerdir! Bu yüzden şu şu kadar bin kişi kalkar ve hesaba çekilmeden cennete girer' dedi.74

İbn Mes'ud der ki: Hz. Peygamber (s.a) 'Herhangi bir konuda idareci olan bir kimseye bir suçlu getirildiği zaman mutlaka onu cezalandırmak gerekmez. Çünkü Allah affedicidir ve affı sever' dedikten sonra şu ayeti okudu:

Kusurlarını bağışlasınlar! Aldırmasınlar! Allah'ın bağışlamasını sevmez misiniz?
(Nûr/22)75 Câbir, Hz. Peygamber'in (s.a) şöyle söylediğini rivayet eder:

Üç haslet vardır. İmanla beraber o üç haslete sahip olan bir kimse cennetin hangi kapısından isterse girer, elâ gözlü hûrîlerden hangisiyle isterse evlenebilir:

1. Gizli (delilsiz ve şahidsiz) bir borcunu ödeyen kimse,

2. Her namazın akabinde İhlâs suresini okuyan kimse,

3. Kendisiyle savaşanı affeden kimse.76

Ebubekir 'Bu üç hasletten birine sahip olana da aynı mükafat var mı?' deyince, Hz. Peygamber 'Veya onlardan birini yapana..' diye cevap verdi.

Ashab'ın ve Âlimlerin Sözleri

İbrahim et-Teymî şöyle demiştir: 'Bana zulmeden kişiye ben merhamet ederim. Bu ise affetmenin ötesinde bir ihsandır. Çünkü o, zulmetmek suretiyle kalbini Allah'ın masiyetine maruz bırakır. Kıyamet gününde sorumlu tutulur. Oysa verilecek cevabı da olmaz'.

Biri şöyle demiştir: Allah Teâlâ bir kuluna ihsan etmeyi irade ettiği zaman, ona zulmeden birini kendisine musallat kılar'.

Bir kişi Ömer b. Abdülaziz'in huzuruna girip kendine zulmeden birinden şikayet ederek aleyhinde bulundu. Bunun üzerine Ömer ona: 'Senin sana yapılan zulümle Allah'ın huzuruna gitmen, o zulmün intikamını zâlimden alarak Allah'ın huzuruna gitmenden daha hayırlıdır.
Yezid b. Meysere der ki: 'Eğer sen sana zulmedene beddua edersen, Allah Teâlâ, ulûhiyet lisanıyla sana şöyle der:

Muhakkak başkası da, sen ona zulmettiğin için sana beddua eder. Eğer sen dilersen, hem senin bedduanı, hem de aleyhinde yapılan bedduayı kabul edelim. Eğer dilersen ikisini de kıyamet gününe tehir edelim ki benim affım ikinizi de kapsamış olsun.77

Müslim b. Yesar kendisine zulmedilen bir kişiye şöyle dedi: 'Zâlimi zulmüne havale et. Böyle yapman, onun aleyhinde yapacağın bedduadan daha süratle kabul olunur. Ancak zâlim onu sâlih bir amele telafi edip bir daha yapmamaya niyetlenirse o zaman başka'.

İbn Ömer, Hz. Ebubekir'den şöyle rivayet eder: 'Kulağımıza geldiğine göre Allah Teâlâ kıyamet gününde bir dellâla emreder. Dellâl şöyle çağırır: 'Kimin Allah nezdinde bir hakkı varsa ayağa kalksın' Böylece dünyada affedenler ayağa kalkarlar. Allah Teâlâ dünyada insanlara göstermiş oldukları aflarına karşı onları mükafatlandırır'.

Hişam b. Muhammedi'den şöyle rivayet ediliyor. Numan b. Münzir'in78 huzuruna iki kişi getirildi. Bunlardan biri büyük bir suç işlemişti. Hükümdar onu affetti. Diğeri ise hafif bir suç işlemişti. Hükümdar onu cezalandırdı. Bunun üzerine bir şair şöyle dedi. Padişahlar büyük suçları, faziletli olduklarından dolayı affederler. Küçük suçu ise, karşılıksız bırakmaz! Böyle yapmaları da cahilliklerinden değildir. Ancak bunun hikmeti şudur: Padişahların hilmi bilinsin. Müdahalenin şiddetinden korkulsun!'

Mübarek b. Faddale der ki: Abdullah'ın oğlu Suvar79, Basralılardan bir heyetin başında beni Ebu Cafer'in huzuruna gönderdi. Ben halifenin huzurunda iken bir kişi huzura getirildi. Onun öldürülmesini emretti. Ben kalbimden 'müslümanlardan bir kişi benim hazır bulunduğum bir cemaatte öldürülür de ben nasıl durabilirim?!' dedim ve halifeye hitaben şunları söyledim: 'Ey mü'minlerin emîri! Hasan Basrî'den dinlediğim bir hadîsi size nakledeyim mi?' Halife 'Nedir o hadîs?' dedi. Dedim ki: 'Hasan Basrî'den şöyle duydum: 'Kıyamet günü olduğu zaman Allah Teâlâ (c.c) insanları bir yerde toplar. Öyle ki çağıran onlara duyurur, göz onları görebilir. Bu sırada bir dellâl ayağa kalkıp şöyle seslenir: 'Kimin Allah katında bir hakkı ve iyiliği varsa ayağa kalksın!' Dünyada insanları affedenlerden başka kimse ayağa kalkamaz". Halife 'Allah'a yemin ederim ben de bu hadîsi Hasan Basrî'den dinledim' dedi. Ben 'Ben de Allah'a yemin ederim ki bu hadîsi Hasan Basrî'den dinledim' dedim. Bunun üzerine halife 'O halde biz bu adamı affettik' dedi.

Muaviye şöyle demiştir: 'Fırsat elinize düşünceye kadar hilm ve eziyetlere karşı göğüs germekten ayrılmayınız. Fırsatı elde ettiğiniz takdirde de affetmek ve faziletli olmaktan ayrılmayınız'.

Rivayet ediliyor ki, bir rahib, Hişam b. Abdulmelik'in huzuruna girdi. Hişam, rahibe 'Sen Zülkarneyn'i biliyor musun? Peygamber midir acaba?' dedi. Rahib şöyle cevap verdi: Hayır! Peygamber değildir. Fakat ona verilen saltanat ve hüküm, kendi-sinde bulunan dört hasletten dolayı verilmiştir:

1.Gücü yettiği zaman affederdi.

2.Söz verdiği zaman sözünü yerine getirirdi.

3.Konuştuğu zaman doğru söylerdi.

4.Bugünün işini yarına bırakmazdı.

Biri şöyle demiştir: 'Kendisine zulmedilince hilm gösterip (sabredip) sonra gücü ve imkânı olduğunda intikam alan kimse halîm değildir. Aksine hâlim o kimsedir ki kendisine zulmedildiği zaman hilm gösterir, gücü yettiği zaman da intikam almaz, affeder'.

Ziyad şöyle demiştir: 'Kudret (gücün yetmesi), kin ve nefreti siler'.
Hişam'ın huzuruna bir kişi getirildi. O kişinin Hişam'ın aleyhinde dedikodu yaptığı halifenin kulağına gelmişti. Adam halifenin huzuruna getirildiği zaman kendisini müdafaa etmek sade dinde delillerini serdetmeye başladı. Bu durum karşısında Hişam kendisine 'Sen bir de konuşuyorsun ha!' dedi. Kişi "Ey mü'minlerin emiri! Allah Teâlâ 'O gün herkes gelir, kendi canını kurtarmak için uğraşır ve herkese yaptığının karşılığı tamamıyla ödenir. Hiçbirine de zulüm yapılmaz' (Nahl/111) buyurmuştur. Bu bakımdan biz Allah'ın huzurunda kendimizi müdafaa eder, nefsimizi kurtarmaya uğraşır da senin huzurunda bu haktan nasıl mahrum oluruz?" dedi. Hişam 'Evet haklısın! Allah sana merha-met etsin, konuş!' diye karşılık verdi.

Rivayet ediliyor ki, bir hırsız Sıffîn'de Ammâr'ın çadırına girdi. Hz. Ammar'a denildi ki: 'Onun elini kes! Çünkü o bizim düşmanımızdır'. Ammar 'Hayır! Ben onu Allah kıyamet gününde beni teşhir etmesin diye gizlerim' dedi.

İbn Mes'ud pazardan yiyecek satın alıyordu. İsteğini satın aldıktan sonra sarığın bir kenarına bağladığı paraları vermek istedi, fakat sarığın açılıp paraların düştüğünü gördü ve şöyle dedi: 'Ben oturduğumda da paralar yerinde duruyordu'. Bu söz üzerine etraftakiler parayı çalana beddua etmeye başlayıp şöyle dediler: 'Ey Allahım! O parayı alan hırsızın elini kestir. Ey Allahım! Onun başına şunu getir, bunu getir!' Bunun üzerine İbn Mes'ud şöyle dedi: 'Ey Allahım! Onu parayı çalmaya zarurî bir ihtiyacı sevketmişse, o paraları onun için bereketli kıl! Eğer günaha dalmak cesareti ve cüreti onu böyle yapmaya sevketmişse bunu ona en son günah olarak kıl!'

Fudayl şöyle demiştir: "Ben Horasanlı olan bir kişiden daha zâhid bir kimseyi görmedim. Benimle beraber Mescid-i Haram'da oturdu. Sonra Kâbe'yi ziyaret etmek üzere kalktı. Beraberinde bulunan dinarları (paraları) çalındı. Başladı ağlamaya... Ben kendisine 'Sen para için mi ağlıyorsun?' diye sorunca şu cevabı verdi: 'Hayır! Para için ağlamıyorum. Fakat kendimle o adamı Allah Teâlâ'nın huzurunda düşündüm. Baktım ki aklım onun delilini çürütmeye galebe çaldı. Ona merhamet ve şefkatimden dolayı ağladım' dedi".

Mâlik b. Dinar şöyle anlatıyor: Geceleyin Hakem b. Eyyub'un evine geldik. O zaman Basra valisi idi. Hasan Basrî de korkmuş olarak oraya geldi. Hasan Basrî ile beraber valinin huzuruna girdik. Biz Hasan'a nisbetle ancak tavuklar mesabesinde idik. Bunun üzerine Hasan başlayıp Hz. Yusuf un kıssasını ve kardeşlerinin kendisini nasıl sattıklarını ve nasıl kuyuya attıklarını izah etti ve dedi ki: 'Onlar kardeşlerini sattılar, babalarını üzdüler' ve devamla Yusuf (a.s) için kadınların hilelerini anlattıktan sonra şöyle dedi:
Ey emir! Acaba Yusuf (a.s) hakkında Allah ne yaptı?! Onun için kardeşlerinden intikam aldı. Onun şânını yüceltti. Onun sözünü geçerli kıldı. Onu yeryüzünün hazinelerine bekçi kıldı. Acaba onun işini kemâle erdirdiği ve aile efradını çölden Mısır'a getirdiği zaman o ne yaptı? O ancak şöyle dedi: 'Bugün size ayıplama yok! Allah sizi bağışlasın! O, merhamet edenlerin en merhametlisidir!' (Yusuf/92)

Hasan Basrî bunu nakletmekle Hâkem'e 'arkadaşlarını affetmesini' târiz yoluyla bildirmek istedi. Bunun üzerine vali Hâkem dedi ki: "Ben de 'Bugün size ayıplama yok' diyorum. Eğer ben sırtımdaki bu elbiseden başka birşey edinmeseydim, muhakkak sizi bu elbisenin altında örterdim".

İbn Mukaffa bir dostuna mektup yazarak bir kısım arkadaşlarını affetmesini kendisinden talep etti ve 'Filan adam hatasından ötürü senin affına sığınıyor. Senden sana sığınıyor. Bil ki günah ne kadar büyürse af da fazilet bakımından o kadar büyür' dedi.

Abdülmelik b, Mervan'ın huzuruna Eş'as'ın80 oğlunun adamları esir olarak getirildiğinde Abdülmelik, Reca b. Hayat'a şöyle sordu:

-Senin görüşün nedir?

-Allah Teâlâ senin sevdiğin zaferi sana ihsan etmiştir. Bu bakımdan sen de Allah'ın sevdiği affı Allah'a ver! Bunun üzerine Abdülmelik onları affetti.

Rivayet ediliyor ki Ziyad, Hâricîlerden bir kişiyi yakaladı. Bu kişi Ziyad'ın elinden kurtuldu. Bunun üzerine Ziyad onun kardeşini yakaladı ve ona dedi ki: 'Eğer sen kardeşini getirirsen ne âlâ! Aksi takdirde senin boynunu vururum!' Bu söze karşılık olarak adam şöyle sordu: ;Acaba mü'minlerin emîrinden sana bir mektup getirirsem beni serbest bırakır mısın?' Ziyad 'Evet!' dedi. Kişi İşte ben sana Hakîm ve Azîz olan Allah'ın Kitabı'nı getireyim ve onun üzerine Musa ve İbrahim'i de şahid kılayım' deyip sonra şu ayeti okudu: 'Yoksa kendisine haber mi verilmedi? Musa'nın sâhifelerinde bulunan ve çok vefakâr İbrahim'in sahifelerinde bulunan ki hiçbir günahkâr başkasının günahını çekmez!' (Necm/36-38) Bunun üzerine Ziyad 'Onu serbest bırakın. Çünkü bu kişi, kendisine delili telkin edilen bir kişidir' dedi.

İncil'de şöyle yazılıdır: 'Kim kendisine zulmeden bir kimse için af talebinde bulunursa muhakkak o kimse şeytanı mağlup etmiştir'.

_____________________
67)Tirmizî
68)İsfehanî
69)Tirmizî
70)Taberânî, Beyhâkî
71)İbn Ebî Dünya
72)Ebu Said Ahmed b. İbrahim el-Mukrî
73)Daha önce geçmişti.
74)Taberânî
75)İmam Ahmed, Hâkim
76)Taberânî
77)İbn Ebi Dünya
78)Münzir, Gassânî soyuna mensup asr-ı saadetten evvel yaşamış bir Arab
emîridir.
79)Teymî soyundan olan bu zat Basra kadısı idi.
80)Bu zat Abdurrahman b. Kays b. Muhammed b. Eşas'tır. Dedesi Eşas sahabîdir. Hz. Ali ile beraberdi. Hz. Ebubekir (r.a) kızkardeşi Ferve'yi kendisine nikâhlamıştır. Onlardan Muhammed doğup dünyaya geldi. Bu zat, Haccac-ı Zalim'e karşı kıyâm etmiş, sonra mağlup olarak kaçmış ve daha sonra ele geçirilmiştir. Sicistan valisi Ammara b. Temim'in yanına gönderilmiş, orada büyük bir köşkten atılmak suretiyle öldürülmüştür. Ammar diğer arkadaşlarını da öldürüp başlarını Haccac'a, o da Abdülmelik'e göndermiştir.

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...