VEN-NİHAYE 16 NCI BÖLÜM
Ahmet İbn Kesîr
Kusayy B. Kilab'ın Ka'be'nin İdaresini Huzaalılardan Alıp Kureyşlilere Geri Vermesi
Kusayy'm babası Kilab ölünce, Uzre kabilesinden Rebia b. Haram, onun anasıyla evlendi.
Üvey babası, onu ve anasını kendi memleketine götürdü. Daha sonra Kusayy, genç yaşta
Mekke'ye geldi. Huzaa kabilesinin reisi Huleyl b. Hubşiye'nin kızı Hübba ile evlendi.
Huzaalılann dediklerine göre, kendi kızıyla evlenen Kusayy'm çocuklannın çokluğunu gören
reis Huleyl, Ka'be'nin idaresini Kusayy'a vermiş ve: "Bu işe, sen benden daha layıksın."
demiş. İbn îshak der ki: Bunu, sadece Huzaah-lardan duyduk. Başkalarının anlattıklarına
göre Kusayy, Ka'be'nin idaresini ele geçirmek için ana tararından olan kardeşlerinden -ki
reisleri de Rizah b. Rebia idi- Kinane ve Kudaa oğullan ile, Mekke çevresindeki
Kureyşlilerden ve diğerlerinden yardım istemiş; yardımına gelenlerin desteğiyle güçlenip
Huzaahlan Ka'be'den uzaklaştırmış ve yönetimi ele almıştır.
Hacılara izin verme yetkisi, Sufelilerin elinde idi. Bunlar, Beni Gavs b. Mürr b. Üdd b.
Tabihe b. îlyas b. Mudar kabilesinden idiler. Onlar, şeytan taşlamaçlıkça başkalan taşlamaz,
Mina'dan dönmedikçe başka-lan dönmezdi. Hakimiyetleri yıkılıncaya kadar bu yetki,
onlarda kaldı. Onlardan sonra bu yetki, aradaki nesep yakınlığı sebebiyle Beni Sa'd b. Zeyd
b. Menat b. Temim'e geçti. Bunlardan ilk olarak bu yetkiyi kullanan Safvan b. Haris b. Şicne
b. Utarid b. Avf b. Ka'b b. Sa'd b. Zeyd-i Menat b. Temim olmuştur. Bu yetki, onun ailesinin
elinde kaldı. En sonunda Kerib b. Safvan'ın elindeyken İslâmiyet gelip oraya hakim oldu.
Müzdelife'de hacılara hareket iznini verme yetkisi, Advanlılann elindeydi. İslâmiyet gelince
bu yetki, onların bu işle görevli son şahsiyeti olan Ebu Seyyare Amile b. A'zel'in elindeydi.
Bu zatın adının As; A'zel'in adının da Halid olduğunu söyleyenler olmuştur. Tek gözlü bir
katmn üzerinde durur, insanlara Müzdelife'den hareket izni verirdi. Bu görevi kırk yıl
müddetle sürdürdü. Diyeti, 100 deve olarak belirleyen ilk kişi odur. Şu sözü ilk olarak
söyleyen de odur: "Gayrete gelelim, diye musibet göründü!" Bu sözü, Süheylî nakletmiş tir.
Araplar arasıda bir hadise vuku bulunca, Amir b. Zarib el-Advanî'nin hakemliğine başvurulur,
onun verdiği hükme razı olunur ve uyulurdu. Bir defasında hünsa (erkek ve dişi organı
olan kişi) adamın miras hakkı konusunda fikrini sormuşlardı. Bu konuda nasıl hüküm
vereceğini düşünerek uykusunu kaçırmış, geceleyin uyuyamaz olmuştu. Davarlarını
gütmekte olan cariyesi Süneyle, onun bu halini görünce, "Babası ölesice, neyin var, niye
uyuyamıyorsun bu gece?" diye sormuş, o da kafasını yoran meseleyi cariyeye anlatmış,
cariye de bu konuda sana bir çare bulabilirim, demiş ve teklifini şöyle açıklamış:
"Hükmünü, hünsanm idrarının çıkış yerine göre ver." Cariyenin bu sözü karşısında Amir:
"Vallahi, beni sıkıntıdan kurtardın." demiş ve hükmünü, onun teklifi doğrultusunda vermiş.
Süheylî dedi ki: Bu, emare ve alametlerle istidlalde bulunma türünden verilen bir hükümdür.
Bunun şeriatta da yeri vardır. Zira yüce Allah buyurmuş ki:
"Onlar, sahte bir kan ile Yusuf un gömleğini getirdiler." (Yûsuf, ıs.) Yusuf un gömleğinde
kurt dişlerinin izi olmadığı halde kardeşleri, onun gömleğine sahte bir kan sürmüşler ve kurt
taraûndan parçalanıp öldürüldüğünü söylemişlerdi.
Bir başka ayette de, Cenâb-ı Allah şöyle buyurmuştur: "Eğer gömleği önden yırtılmışsa, o
(kadın) doğru söylemiştir. Bu (Yusuf) ise yalancılardandır. Eğer gömleği arkadan
yırtılmışsa, o (kadın) yalan söylemiştir. Bu (Yusuf) ise, doğru söyleyendir." (Yûsuf, 26-27.)
Bir hadiste de şöyle buyrulmuştur:
"(Doğum yapıncaya kadar) onu (kendisine zina isnadında bulunduğunuz hamile kadını)
bekletin (hemen recmetmeyin.) Eğer kıvırcık saçlı, benzi kül renkli, güzel bir çocuk
doğurursa o çocuk, kadınla zina ettiğini iddia ettiğiniz erkeğe aittir."
İbn İshak dediki: Haram aylardaki haramlığı başka aylara erteleme işi, Fukaym b. Adiyy b.
Amir b. Salebe b. Haris b. Malik b. Kinane b. Hüzeyme b. Müdrike b. İlyas b. Mudar'daydı.
İbn îshak dedi ki: Araplara ilk erteleme (nesi) yapan, Kalemmes'tir. Kalemmes'in asıl adı
Huzeyfe olup Abd b. Fukaym b. Adiyy'in oğludur. Ondan sonra oğlu Abbad.; Abbad'dan
sonra Kala' b. Abbad; Kala'dan sonra Ümeyye b. Kala', Ümeyye'den sonra Avf b. Ümeyye,
en sonunda da Ebu Sümame Cünade b. Avf b. Kala' b. Abbad b. Hüzeyfe bu işi yapmıştır ki,
Kalemmes adıyla bilinen kişi budur. Ebu Sümame, bu işi yapmaktayken İslâmiyet
Araplar, hac ibadetlerini eda ettikten sonra onun etrafında toplanırlar, o da onlara hitab eder,
haram ayların haramlığını duyurur, bu aylarda kimsenin kimseye sataşmaması gerektiğini
Bu aylardan birini helal kılmak istediğinde muharrem ayını helal kılar, onun yerine safer
ayım haram olarak ilan ederdi M, Allah'ın belirlediği haram ayların sayısını tuttursunlar.
Böyle yaparken de şöyle derdi: "Allah'ım! Ben, iki saferden birincisini helal kıldım,
diğerinin haramlak hükmünü önümüzdeki yıla erteledim.» Onun bu ertelemesine, Araplar da
uyarlardı. Cezl et-Tian diye bilinen Umeyr b. Kays, bir şiirinde şu konuya şöyle değinmiştir.
"Maadd bilir ki, benim kavmimin güzel hasletleri vardır.
Onlar, insanların en şereflileridirler.
Okçulukta var mıdır bizi geçebilen? Kimlere,
Gem çiğnetmedik ki biz, Maadd'a karşı,
Helal ayları haram kılıp da hükmünü ertelemedik mi?"
Kusayy, kavminin lideri ve emrine uyulan büyüğüydü. Arap yarımadasının çeşitli yerlerine
dağılmış olan Kureyşlileri toplayıp bir araya getirdi. Kendisine itaat eden Arap kabilelerinin
de yardımıyla Huzaalılara karşı savaş açtı, onları Ka'be'den uzaklaştırdı, Ka'be'nin idaresini
ele aldı. Bu uğurda kendisi ve taraftarlarıyla Huzaalılar arasında çok çetin çarpışmalar oldu.
Neticede Ya'mür b. Avf... b. Kinane'nin hakemliğine başvurdular. O da, Huzaalılardan çok,
Kusayy'ın bu göreve layık olduğuna; Kusayy'ın, Huzaalılarla Bekr oğullarından öldürdüğü
adamların kanlarının karşılıksız kalmasına, Huzaalılarla Bekr oğullarının öldürdükleri
Kureyşli, Kinaneli ve Kudaalı adamların diyetlerinin ödenmesine, Mekke'nin ve Ka'be'nin
yönetiminin Kusayy'a verilmesine karar verdi.
Yamür b. Avf... b. Kinane, "Ölen Huzaalılarla Bekr oğullarının kan bedellerini ayaklarımın
altına alıp eziyorum." dediği için, ezen ve kıran anlamına gelen Şeddah adını almıştır.
İbn îshak dedi ki: Kusayy, Ka'be'nin ve Mekke'nin idaresini ele aldı. Dağınık yerlerdeki
kavmini toplayıp Mekke'ye getirdi. Mekkelilerle kendi kavminin başına geçti. Halk, onu
hükümdar olarak tamdı. Ancak, Arap kabilelerinin öteden beri ellerinde bulunan bazı
yetkilere karışmadı. O yetkileri, yine sahiplerinde bıraktı. Bu düzeni değiştirmemeyi prensip
edindi. Safvan, Advan, Neşe', Mürre b. Avf kabilelerini, kendi işlerinin başında bıraktı.
Nihayet İslâmiyet geldi. Bunların tamamını değiştirdi.
KaT) oğullarından hükümdarlığa ilk geçen kişi, Kusayy'dır. Kavmi, onun hükümdarlığım
tanıdı, kendisine itaat ettiler. Hicabet, Şikayet, Rifade, Nedve ve Liva görevlerini kendi
üzerine aldı. Mekke'deki şerefli görevlerin tamamını eline geçirdi. Mekke'yi, kendi kavmi
arasında dört mıntıkaya ayırdı. Kureyşli olan herkesi, Mekke'deki evlerine yerleştirdi. Hak
yerini buldu. Onun dönüşünden sonra adaletten kaçan protesto edildi. Kureyşliler, eski
mekanlarına yerleştiler. Huzaalılardandan öc alındı. Kureyşliler, eski şerefli evleri Ka'be'yi
Huzaalılardan teslim aldılar. Bununla beraber, Huzaalılann oraya diktikleri putlar da onlara
devredilmişti. Onların, putlar önünde kurban kesme, putların önünde yalvarıp yakarma,
onlardan yardım ve rczık dileme gibi uyduruk adetleri de Kureyşlilere intikal etmişti.
Kusayy, Kureyş kabilelerinin bir kısmını, Mekke vadisinin iç kesimlerine, bir kısmını da dış
bölgelerine yerleştirmişti. İç kesimlerde oturanlara Kureyşu'l-Bitah, dış kesimlerde
oturanlara ise Kureyşu'z-Zevahir denirdi.
Kusayy; Hicabet, Sedene ve Liva gibi reislikleri uhdesinde toplamıştı. Haksızlıkları ortadan
kaldn'mak ve davaları halletmek için bir divan kurmuş, bu divana Darü'n-Nedve adım
vermişti. Bir problemle karşılaşıldığında, kabile reisleri gelip Darü'n-Nedve'de toplanır,
birbirleriyle müşaverede bulunur ve probleme çözüm bulurlardı. Savaş ilanı, evlenme
akidleri, buluğa eren kızların kendilerine mahsus gömleği giymeleri, hep Darü'n-Nedve1 de
karara bağlanırdı. Bu divanın kapısı, Mes-cid-i Haram'a açılıyordu. Burası, Abdüddar
oğullarından sonra Hakim b. Hüzzam'ın eline geçmiş, o da Muaviye zamanında 100.000
dirheme başkalarına satmıştı. Bu yüzden Muaviye, onu kınamış ve; "Milletinin şerefini
100.000 dirheme sattın." demişti. O da: "Şeref, bu gün takva iledir. Allah'a andolsun ki
cahiliye devrinde ben orayı bir tulum şaraba satın almıştım. Şimdi ise 100.000 dirheme
sattım. Şahid olun ki bu param da Allah yolunda sadakadır. Şimdi deyin bakalım, aldanan
Dare Kutni bunu, «Esmaü Ricali'l-Muvatta'» isimli eserde anlatmıştır.
Hacılara su verme işini, Hakim b. Hüzzam yürütüyordu. Hacılar hep onun havuzlarından su
içerlerdi. Daha önceleri Cürhümlüler tarafından kapatılan Zemzem kuyusu, o zamanlar daha
bulunup da açılmış değildi. Aradan çok uzun zaman geçtiği için Zemzem kuyusu unutulmuştu.
el-Vakidî dedi ki: Arafat'tan inen hacıların Müzdelife'ye gidip yolunu rahatlıkla bulmaları
için, Müzdelife'de ilk olarak ateş yakan Kusayy olmuştur.
Rifade, hac mevsiminin başından sonuna kadar hacılara yemek verme işidir.
îbn İshak dedi ki: Hacılara yemek verme görevim Kureyşlilere yükleyen, Kusayy'dır. Bu zat
onlara şöyle demiş: "Ey Kureyş topluluğu! Sizler Allah'ın komşuları, Mekkeli ve Harem
halkısınız. Hacılar da Allah'ın misafirleri, Beyt'inin ziyaretçileridir. Onlar, ziyafete ve
ikrama layıktırlar. Hac mevsiminde buradan ayrılıncaya kadar, onlara yiyecek ve içecek
Kureyşliler de onun bu tavsiyesine uyarak her sene mallarının bir kısmını bu iş için ona
vergi olarak verirler, o da Mina günlerinde insanlara yemek hazırlatırdı. Cahiliye devrinde
bu görev, İslam'ın gelişine kadar sürdürülmüş ve nihayet bu güne kadar devam edegelmiştir.
Mina günlerinden itibaren hac mevsiminin bitimine kadar sultanın insanlara dağıttığı
yemek, Rifade görevinin bir gereğidir.
Ancak bu görev, îbn İshak'tan sonra yapılmaz olmuştur. Daha sonraları masrafları ve
ücretleri beytül-malden karşılanmak şartıyla taşımaları için bir grup insanın
görevlendirilmesi emredilmiştir ki bunun burada sayılamayacak miktarda faydaları vardır ve
bu, gerçekten çok güzel bir uygulamadır. Ancak şunu da söylememiz gerekir ki bu masraflar,
mutlaka beytül-malden ve en helal fonundan karşılanmalıdır. Ayrıca bu hizmeti zımmî
azınlıklara yaptırmak daha uygun olur. Çünkü onlar, hac görevini ifa eden kimseler
değildirler. Bu hizmet Müslümanlara yaptırılacak olursa, hac görevlerim ifa edememe
durumları söz konusu olur. Oysa bir hadis-i şerifte şöyle Duyurulmuştur:
"Bir kimse, hac yapma gücüne sahip olduğu halde yapmazsa, ister Yahudi olarak, ister
Hristiyan olarak ölsün, önemli değildir. Çünkü nasıl olsa o, Müslüman olarak ölmeyecektir."
Kureyşlilerin sözcüsü, Kusayy'ı övüp kavmi arasındaki şerefini anlatırken şöyle demiştir:
"Ömrüme and olsun ki Kusayy, toplayıcı adını aldı. Fihr'in soyundan gelen kabileleri, Allah
onun vasıtasıyla topladı. Onlar, Mekke vadisini şeref ve efendilikle doldurdular ve Bekr
oğullarının azgınlarını bizden uzaklaştırdılar."
İbn İshak dedi ki: Kusayy'ın Huzaahlarla yaptığı savaş sona erince baba tarafından üç
kardeşi; Hünn, Mahmud ve Cülhüme, beraberlerindeki adamlarıyla birlikte memleketlerine
döndüler. Kusayy'a verdiği cevapta Rizah şöyle demişti:
"Kusayy dan bir elçi geldiğinde, Elçi 'dosta icabet edin.' demişti bize. Atlar sürüp onun
çağrısına koştuk. Hayattan bıkmış tembelleri bir yana attık. Sabaha dek geceleyin yollarda
yürüdük. Yok edilmemek için, gündüzleyin gizlendik.. Kuş sürüleri gibi hızlıdır o atlar,
Kusayy'ın elçisine bizi götürürler, Gizlice Eşmezeyn'den[1] adam topladık. Her kabileden
bir grup insan aldık. Bir gece koşusu için toplanan atlar, Binlerce sayıyı geride bıraktılar.
Ascer mıntıkasına uğradıklarında onlar, Develerin çöktüğü yerin yanından yol buldular.
Verikan'dan Rükn şelırine uğradılar. Arc şehrinde bir kabilenin yanma vardılar. Haly
şehrine gittiler ama tadını alamadılar.[2] Merr'de uzun bir gece kaldılar. Yeni yetmeleri ve
bebekleri alçaltırız ki, Atların kişnenıeleriyle kulakları dolmasın. Mekke'ye varınca mubah
kıldık bizler, Grup grup adam öldürmeyi. Onları keskin kılıçların ağzına veririz, Her taraftan
biz insanların aklını alırız. Güçlülerin zayıfları sevkedişi gibi biz, Onları atlarımızın önüne
katar, götürürüz. Huzaalılarla Bekr oğullarını yurtlarında. Öldürdük, bu, nesilden nesile
geçti böylece. Onları, hükümdarın yurdundan sürgün ettik. Ki artık ovalık yerlere
konaklamasınlar. Esirlerini bağlayıp zincirlere vurduk. Onlardan eza gören kabileleri
İbn İshak dedi ki; Rizah, kendi memleketine döndükten sonra Allah, onun ve Hünn'ün
zürriyetini çoğalttı. Bu günkü Uzre kabilesi, onların soyundan gelmektedir.
İbn İshak'ın anlattığına göre Kusayy b. Kilab, bu konuda şöyle demiştir:
"Ben, suçsuz ve günahsız Lüeyy oğullan kabilesindenim, Mekke'de evim vardı, orada
yetiştirildim. Maaddlılar bilirlerin ben, Mekke'nin Bathasını, Hem de Merve'sini iştiyakla
sevmekteyim. Kayzer ile Nabit oğulları yanında yer almazlarsa, Ben de Galib'in yanında yer
almayacağım. Rizah, yardımcımdır, onunla yücelirim. Yaşadıkça ben, zulümden
el-Umevî'nin, Muhammed b. Hafs'dan rivayet ettiğine göre Rizah, Kusayy'm Huzaalıları
kovmasından sonra Mekke'ye gelmiştir. Doğrusunu Allah bilir. [3]
Kusayy yaşlanınca uhdesinde bulunan Kureyş reisliği ile birlikte Rifade, Sikaye, Hicabe,
Liva ve Nedve gibi şerefli görevleri, büyük oğlu Abdu'd-Dar'a devretti. Diğer oğullarına
değil de sadece Abdu'd-Dar'a vermişti. Çünkü onlar, yani Abdu Menaf, Abdu'ş-Şems ile
Abd, babalarının sağlığında bile büyük güç ve şeref sahibi olmuşlardı. Babaları Kusayy,
kardeşleri Abdu'd-Dar'ı da şeref ve hükümranlıkta onların seviyesine çıkarmak istemiş, bu
belirtilen görevleri ona vermişti. Kardeşleri de bu hususta onunla anlaşmazlığa
düşmemişlerdi. Ancak bunlar, hayata gözlerini yumduktan sonra oğulları anlaşmazlığa
düştüler ve; "Kusayy, Abdu'd-Dar'ı diğer kardeşlerinin seviyesine ulaştırmak için bu görevleri
ona vermiştir. Babalarımızın hakkettikleri görevlerde biz de hak sahibiyiz." dediler.
Abdu'd-Dar'm oğulları ise: «Kusayy, bu görevi bize vermiştir. Şu halde bu görevleri
yürütmeye biz, sizden daha layığız.» dediler. Aralarındaki anlaşmazlık büyüdü. Kureyş
oymakları iki fırkaya ayrıldı. Bir grup Abdu'd-Dar oğullarıyla biatleşip anlaştı. Diğer fırka
ise Abdu Menaf oğullarıyla biatleşip anlaştı. Andlaşma yaparken de, içinde esans (güzel
koku) bulunan büyükçe bir kaba ellerini hatırdılar, sonra da kalkıp esanslı ellerini Ka'be'nin
köşelerine sürdüler. Yaptıkları and-laşmaya da 'Esanslılarm andlaşması' dendi.
Kureyş kabilesinden Esed oğullan, Zühre oğulları, Teym oğulları, Haris b. Fihr
oğulları,Abdu Menaf oğullarının yanında yer aldılar.
Mahzum oğulları, Sehm oğulları, Cümah oğulları, Adiyy oğulları ise Abdu'd-Dar oğullarının
Amir b. Lüeyy oğulları, Muharib b. Fihr oğulları tarafsız kaldılar. Hiç bir grubun yanında
Birbirleriyle anlaşmazlığa düşen bu iki grup daha sonra şu şartlar üzerinde anlaştılar:
Rifade ve Sikaye görevleri, Abdu Menaf oğullarına verilecekti. Hica-bet, Liva ve Nedve
görevleri, eskiden olduğu gibi yine Abdu'd-Dar oğul-, larında kalacaktı. Bu şartlar yerine
getirildi ve kurulan yeni düzen devam etti.
el-Umevî, Ebu Ubeyde'nirt şöyle dediğini rivayet etmiştir: Huzaalı-lardan bazılarının
anlattıklarına göre Kusayy, Huleyl'in kızı Hübba ile evlenmişti. Hüleyl yaşlanıp görev
yapamayacak hale gelince, Ka'be'nin idaresini kızı Hübba'ya verdi. Hübba'ya niyabeten bu
görevi, Ebu Ğübşan Süleym... b. Amir yürütmeye başladı. Bir süre sonra Kusayy, bir tulum
şarab ve bir deve karşılığında bu görevi ondan devraldı. Bu alışverişi duyanlar, "Ebu
Ğübşan aldandı." dediler. Bunu gören Huzaalılar, Kusayy ı sıkıştırmaya başladılar. O da
kardeşinden yardım istedi. Kardeşi de beraberindeki adamlarıyla onun yardımına geldi ve
Bir müddet sonra Kusayy, uhdesinde bulunan Sidanet, Hicabet, Liva, Nedve, Rifade, ve
Sikaye görevlerim oğlu Abdu'd-Dar'a verdi. İcaze (hacılara Müzdelife'den hareket iznini
verme) yetkisini Advan oğullarının, Nesi' (haram ayın haramhğım erteleme) yetkisini
Fukaym oğullarının, Nefr (hacılara Mina'dan Mekke'ye dönme iznini verme) yetkisini
Sufelilerin elinde bıraktı. Onların bu yetkilerini ellerinden almadı.
İbn îshak'm anlattığına göre Kusayy'm, dört oğlu iki de kızı varmış. Oğulları;Abdu Menaf,
Abdu'd-Dar, Abdu'1-Uzza ve Abd idi. Kızları da Tahmür ile Berre idi. Kusayy in bu
çocuklarının anneleri, Hübba binti Huleyl b. Hubşiye b. Selûl b. Ka'b b. Arar el-Huzaî idi.
Hübba'nın babası Huleyl, Ka'be'nin idaresini yürüten Huzaalılann sonuncusudur. Kusayy b.
Kilab, onun elinden idareyi almıştı.
İbn Hişam'm ifadesine göre Kusayy oğlu Abdu Menaf ile eşi Atike binti Mürre b. Hilal
kızmn Haşim, Abdu'ş-Şems ve Muttalib adlı üç oğullan olnıuştur.Abdu Menafin Nevfel adlı
oğlu ise, diğer eşi Vakide binti Amr el-Mazeniye'den doğmuştur.
Abdu Menafin Kbu Amr, Tümadir, Kılabe, Hayye, Rayte, Ümmül Ahsem ve Ümmü Süfyan
adlı çocukları da doğmuştur.
Abdu Menaf oğlu Haşim'in kızlı, erkekli dokuz çocuğu vardı ve adları şöyleydi:
Abdülmuttalib, Esed, Ebu Sayrı, Nadle, Şifa, Halide, Daife, Rukiye, Hayye. Abdülmuttalib
ile Rukiye'nin annesi, Medine'deki Nec-car oğulları ailesinden Amr b. Zeyd b. Lebid'in kızı
İbn Hişam, Abdu Menaf oğlu Haşim'in diğer çocuklarının da annelerinin adını söyleyerek
açıklamasına şöyle devam etmiştir.
Abdülmuttalib'in on erkek, altı da kız çocuğu vardı. Erkekler şunlardı: Abbas, Hamza,
Abdullah, Ebu Talib (Ebu Talibin asıl adı îmran değil, Abdu Menaf tır.) Zübeyr, Haris (Bu,
babasının büyük oğludur. Babası Abdülmuttalip, Ebu Haris künyesiyle küny elenmiş ti.),
Cahl (Buna Hacl diyenler de vardır. Çok hayır işlediği için kendisine Gaydak lakabı
takılmıştı.), Mukavvim, Dırar, Ebu Leheb (Asıl adı Abdu'l-Uzza'dır.) Sa-fiyye, Ümmü
Hakim el-Beyda, Atike, Ümeyye, Erva ve Berre.
İbn Hişam, Abdülmuttalib'in oğullarından Abdullah, Ebu Talib ve Zübeyr ile Safiyye
dışındaki kızlarının annelerinin Fatıma binti Amr b. Aiz b. İmran... b. Adnan olduğunu
Abdullah'ın da bir oğlu oldu. Bu, insanoğlunun efendisi ve Allah Rasûlü Muhammed (s.a.v.)
idi. Muhammed (s.a.v.)'in annesi, Amine idi. Amine'nin şeceresi şöyledir: Amine binti Vehb
b. Abdu Menaf b. Zühre b. Kilab b. Mürre b. Ka'b b. Lüeyy'dir. Hz. Muhammed (s.a.v.) hem
ana tarafından, hem de baba tarafından insanların en soylusu, en asili ve en şereflisidir.
Şerefi, kıyamet gününe kadar devam edecektir.
Evzaî, Vasile b. Eska'nm şöyle dediğini rivayet eder: Rasûlullah (s.a.v.) buyurdu İd:
"Allah, İsmail oğullarından Kinanelileri seçip ustun kıldı. Kınanelı-lerden Kureyşlüeri seçip
üstün kıldı. Kureyşlüerden de Haşimoğullan-m, Haşimoğullanndan da beni seçip üstün
kıldı". Bu hadisi, Müslim rivayet etmiştir.
İleride Hz. Peygamber'in doğumundan, konuyla ilgili haber ve eserlerden bahsedeceğiz.
Onun şerefli nesebini anlatırken diğer faydalı şeylerden söz edeceğiz inşaallah. Her hususta
güvencimiz ve dayanağımız yüce Allah'tır.[4]
Câhiliye Döneminde Vuku Bulan Bazı Olaylar
Daha önce belirtildiği gibi Cürhümlülerin, Ka'be'nin yönetimini yeğenleri olan İsmail
oğullarından alışlarından, Huzaalılann Cürhumlu-lere saldırarak Ka'be'nin yönetimini
ellerinden almalanndan, sonra bu görevin Kusayy ile oğullarının ellerine geçmesinden, Hz.
Peygamber'in -bisetine (gönderilişine) kadar bu görevin onlarda kalmasından ve onun da bu
görevleri onlann ellerinde bırakmasından bahsetmiştik. [5]
Câhilîye Döneminde Şöhret Bulmuş Bazı Kimseler Halid B. Sinan El-Absî
Bu zat, fetret döneminde yaşamıştır. Bazıları, onun peygamber olduğunu söylemişlerdir.
Taberanî, İbn Abbas'm şöyle' dediğini rivayet etmiştir: "Halid b. Sinan'ın kızı, Hz.
Peygamberin yanma geldi. Hz. Peygamber, ona (oturması için) elbisesini yaydı ve şöyle
"Bu, bir peygamber kızıdır. Ne var ki kavmi, onun kıymetini bilemedi."
Ebu Bekr el-Bezzar da İbn Abbas'm şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Rasûlullah (s.a.v.)'m
yanında Halid b. Sinan'dan bahsedildiğinde o, şöyle buyurdu:
"O bir peygamberdi. Ne var ki kavmi, onun kıymetini bilemedi." Hanz Ebu Ya'lâ el-Musulî,
İbn Abbas'ın şöyle dediğini rivayet etmiştir: Halid b. Sinan adında Abesli bir adam vardı,
Birgün milletine: "Sizin için ben, kara taşlıklı vadinin ateşini söndürürüm." demişti.
Milletinden biri de ona:"Ey Halid! Vallahi bu güne dek hep doğruyu söyledin. Senin, ateşini
söndüreceğini söylediğin kara taşlıklı vadi ile işin nedir?" diye sordu. Halid, aralarında
Umare b. Ziyad'm da bulunduğu kavminden birkaç kişi ile birlikte şehirden çıktı. Kara
taşlıklı vadiye gelindiğinde, bir dağ yarığından ateş çıkmakta olduğu görüldü. Arkadaşlarını
oturtarak önlerine bir çizgi çizdi ve onu aşmamalarını tenbihleyerek: "Ben gidiyorum. Eğer
gecikirsem sakın ola ki, beni kendi adımla çağırmayası-nız!" dedi. Ateşin alevleri peşpeşe,
ardı arkası kesilmeksizin yalabukla-nıyor, doru atın şahlanışı gibi göğe doğru çıkıyordu.
Halid, ateşin üzerine doğru gitti, değneğiyle ateşe vurmaya başladı ve şöyle dedi: "Göründü,
göründü, göründü her hidayet. Çobanın oğlu maksadı anladı. Elbisem elimdeyken ben
buradan çıkmam." Böyle diyerek o ateşle birlikte dağın yarığının içine girdi. İçeride uzun
süre kaldığım, geciktiğini gören arkadaşları telaşlanmaya başladılar. Umare b. Zeyd, onlara;
"Vallahi eğer arkadaşınız sağ kalsaydı, şimdiye dek oradan çıkmıştı. Onu adıyla çağırın
bakalım." dedi. Onlar, her ne kadar, "Kendi adıyla onu çağırmamızı menetmişti." dedilerse
de onu adıyla çağırdılar; o da kesik başını elinde tutarak dağın yarığından dışarı çıktı ve
şöyle dedi: "Beni, adımla çağırmamanız gerektiğini size söylememiş miydim? Vallahi beni,
siz öldürdünüz. Beni gömün artık. Aralarında kuyruğu kesilmiş bir merkebin bulunduğu bir
kaç merkep önünüzden geçerse, mezarımı açın. O zaman benim diri olduğumu görürsünüz."
Onu mezara gömdüler. Bir süre sonra, aralarında kesik kuyruklu bir merkebin bulunduğu bir
kaç merkep önlerinden geçti. Adamlar, "Mezarını açmamızı istemişti, gelin mezarını
açalam." dedilerse de Umare, onlara engel olarak: "Mezarını açmayın. Hayır, Allah'a yemin
ederim ki Mudarlılara, kendi ölülerimizin mezarlarım açtığımız dedikodusunu yaptırmam."
Halid, daha önce onlara, kendi karısının boynunda iki levha bulunduğunu, bir problemle
karşılaşacak olurlarsa çözümünü o levhalarda bulabileceklerini, ancak âdet halini görmekte
olan bir kadının o levhaları dokunmaması gerektiğini söylemişti. Bir meselenin çözümünü
bulmak amacıyla levhaları çıkarıp kendilerine göstermesi için Halid'in karısına gittiler. O da
âdet halindeydi. Levhalara dokununca, onlardaki bilgiler silinip gitti[6].
Ebu Yunus, Semmak b. Harb'in şöyle dediğini rivayet etti. Rasûlullah (s.a.v.)'a Halid b.
Sinan hakkında sorulduğunda şöyle dedi: "O bir peygamberdi. Ama kavmi, onun değerini
takdir edemedi." Yine Ebu Yunus, Semmak b. Harb'in şöyle dediğini rivayet etmiş: Halid b.
Sinan'ın oğlu Peygamber (s.a.v.)'in yanma geldi. Peygamber (s.a.v.), ona: "Merhaba ey
İbn Abbas'a dayanan bu "mevkuf rivayette, Halid b. Sinan'ın peygamberliğinden söz
edilmemektedir. Peygamber olduğundan bahseden "mürsel" rivayetler ise burada delil
olarak kabul edilemezler. Gerçeğe en yakın olan şu ki o, kendine has halleri ve kerametleri
olan salih bir insanmış. Fetret döneminde yaşamıştır. Sahih-i Buharî'de yer alan bir hadiste
Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
"İnsanlar içinde Meryem oğlu İsa'ya en yakın olan benim. Çünkü onunla benim aramda
Eğer Hz. Peygamber'den önce İsa'dan sonra fetret adı verilen dönemde yaşamış ise, Halid b.
Sinan'ın peygamber olması mümkün olamaz. Zira yüce Allah buyurmuş ki:
"Ya Muhammed! O (Kur'ân), senden önce peygamber gönderilmemiş olan bir milleti
uyarman için sana Rabbinden gelen bir gerçektir."(es-Secde,
Bir çok âlim de demiş ki: Cenâb-ı Allah, İsmail peygamberden sonra Araplardan sadece
Hatemü'l-enbiya Muhammed (s.a.v.)'i peygamber olarak göndermiştir. Certâb-ı Allah'ın
yeryüzü halkı için şer'an kıble kıldığı Ka'be-i Muazzama'nın banisi İbrahim Haîilullah, ona
dua etmiş ve her peygamber, onun son peygamber olarak geleceğini kendi ümmetine
müjdelemiştir. Onun geleceğini en son müjdeleyen de Meryem oğlu İsa (a.s.) olmuştur.
Yukarıda anlatılan deliller gözönüne alınırsa, Süheylî ve diğerlerinin anlatmış oldukları şu
konu kabul edilemez. Araplardan Şuayb b. Zi " Mehzem b. Şuayb b. Safvan adlı biri,
peygamberlikle görevlendirilmiş, onun büyük dedesi Safvan da Medyen şehrinin valisiymiş.
Araplara ayrıca Hanzale b. Safvan da peygamber olarak gönderilmiş, Araplar bu iki
peygamberi yalanlamışlar, bu yüzden Cenâb-ı Allah onlara Buhtü'n-Nasr adlı hükümdarı
musallat kılmış. Bu hükümdar, onların bir kısmını öldürmüş, bir kısmını esir almış; İsrail
oğullarına yaptığını Araplara da yapmış. Anlattığımız bu hadiseler, Maadd b. Adnan
zamanında vuku bulmuştur.
Hakikat şu İd, yukarıda adı geçen ve peygamber oldukları bildirilen şahıslar, insanları hayra
davet eden iyi kimselermiş. Doğrusunu Allah bilir. Zaten Amr b. Luhayy b. Kam'a b. Hindaf
tan, Cürhümlülerden sonra Huzaalıları anlatırken bahsetmiştik. [7]
Cahîlîye Döneminin Meşhur Cömertlerinden Hatem Taî
Hatem'in şeceresi şöyledir: Hatem b. Abdullah b. Sa'd b. Haşrec b. İmru'1-Kays b. Adiyy b.
Ahzem b. Ebi Ahzem (Ebu Ahzemin asıl adı He-rume'dir) b. Rebia b. Ceruel b. Sa'l b. Amr
b. Gav b. Tay' Ebu Seffane et-Ta'taî. Ashabtan Adiyy b. Hatem'in babası olup cahiliye
devrinde kendisinden övgü ile bahsedilen cömert bir kimseydi. Oğlu Adiyy de İslam döneminde
cömertliğiyle şöhret bulan ve övülen bir kişiydi.
Hatem'in cömertliğiyle ilgili hayret verici menkıbeleri, şaşırtıcı işleri ve aklı baştan alıcı
haberleri vardır ki onları burada anlatmaya yerimiz müsait değildir. Ama o, bütün bunları
ahirette mükafat kazanmak ve Allah'ın hoşnutluğuna ermek için değil, sadece isim yapmak
ve şöhret sahibi olmak için yapmıştı.
Hafız Ebu Bekr el-Bezzar, "Müsned'ınde İbn Ömer'in şöyle dediğini rivayet etmiştir: Hz.
Peygamber'in yanında Hatem'den söz edilince o şöyle buyurdu:
"O, bir amaca ermek istedi ve erdi de."
İmam Ahmed b. Hanbel, Adiyy b. Hatem'in şöyle dediğini rivayet eder: "Rasûlullah
(s.a.v.)'a dedim ki: "Babam, dost ve akrabalarım ziyaret eder, onlarla ilgilenir, şunu ve şunu
yapardı. Bu yaptıklarından kendisine bir sevap var mıdır?" Rasûlullah (s.a.v.) cevaben
"Doğrusu senin baban birşey istemişti ve onu daelde etti." Yani şöhret sahibi olmak
Sahih bir hadiste anlatıldığına göre üç kişi, Cehennem'in çılgın alevli ateşinde yakılacaktır.
Bunlardan biri, kendisine "cömert denilsin" diye malım sarfedendir. O, bunun karşılığını
dünyada bulacaktır. Bunlardan ikincisi gösteriş için cihad eden mücahid, üçüncüsü de isim
yapmak için ilimle uğraşan bilgindir.
Bir başka sahih hadiste anlatıldığına göre bazıları, Rasûlullah (s.a.v.)'dan Abdullah b.
Cüd'an.. b. Mürre'yle ilgili olarak; "O misafir ağırlar, köle azad eder, sadaka verir. Bu
yaptığı iyiliklerin kendisine faydası var mıdır?" diye sormuşlardı. Rasûlullah (s.a.v.), onlara
"O zaman içinde bir gün olsun, 'Ey Rabbim! Kıyamet gününde benim günahlarımı bağışla.'
Evet, Abdullah b. Cüd'an da kurak senelerde ve kıtlık zamanlarında muhtaçlara yiyecek
veren meşhur cömertlerden biridir.
Beyhakî, Hz. Ali'nin şöyle dediğini rivayet eder: "Hayret ediyorum. İnsanların çoğu
gerçekten çok az hayır işliyor. Şaşarım o adama ki, Müslüman kardeşi bir ihtiyaç nedeniyle
ona gelir, ama o kendini hayır yapmaya ehil görmez. Eğer sevap ummasa ve azaptan
korkmasa bile, güzel ahlaka koşsun. Çünkü güzel ahlak, insanı kurtuluş ve başarı yoluna götürür."
Yanında oturmakta olanlardan biri kalkıp Hz. Ali'ye şöyle dedi: "Anam babam sana
feda olsun ey mü'minlerin emiri! Sen bunu Rasûlullah (s.a.v.)'dan mi duydun?" Hz. Ali,
adamın bu sorusunu şöyle cevapladı: "Evet, hem de daha iyisini duydum. Tayy kabilesinden
esir alman kimseler Medine'ye getirildiklerinde, teninin rengi kırmızı ile siyah arası bir
tonda, cildi pürüzsüz, boynu uzun, bacakları tombul, burnunun ucu kalkık, alımlı, başı dik,
endamı düzgün, baldırları toparlak, topuk kemiklerinin çevresi etle dolu, beli ince, etsiz ve
kılıç gibi düz bir cariye gördüm. Görür görmez ona vuruldum. 'Bunu, ganimet payı olarak
bana vermesini Rasûlullah'tan isteyeceğim.' dedim. Cariye konuşunca, edebî bir üslûpla
konuştuğu için kendisine daha çok hayran olmaya başladım. O, Rasûlullah'a şöyle dedi: "Ya
Muhammedi Beni serbest bırakmaya ve Arap kabilelerinin başıma gelene sevinmelerine fırsat
vermemeye ne dersin? Çünkü ben, kavmimin beyinin kızıyım. Babam, ırz ve namusu
korur, esiri salıverir, açı doyurur, çıplağı giydirir, misafiri ağırlar, yemek verir, herkese
selam verirdi. Kendisinden dilekte bulunanları boş çevirmezdi. Ben, Hatem Taî'nin
kızıyım." Rasûlullah (s.a.v.), ona şöyle cevap verdi: "Ey Cariye! Bu anlattıkların, gerçek
mü'min kimselerin nitelikleridir. Eğer baban mü'nıin olmuş olsaydı, ona mutlaka rahmet
okurduk." Böyle dedikten sonra da görevlilere, cariyeyi serbest bırakmaları için emir verdi:
"Onu salıverin. Çünkü babası, güzel ahlakı severdi. Allah da güzel ahlakı sever."
Orada hazır bulunan Ebu Berde b. Niyar, kalkıp şöyle dedi: "Ya Rasûlallah! Allah, güzel
ahlakı sever." Rasûlullah (s.a.v.) da onun bu sözüne şu karşılığı verdi:
"Nefsim kudret elinde bulunan Allah'a yemin ederim ki kişi, ancak güzel ahlak sayesinde
Ebu Bekr b. Ebi'd-Dünya, Hatem'in zevcesi Nevvar'm, Hatem hakkında şöyle dediğini
rivayet etmiştir: «Hatem'in yaptığı her iş, hayret verici idi. Bir yıl kuraklığa ve kıtlığa maruz
kalmıştık. Her şeyimiz yok olmuştu. Gök, yağmur yağdırmıyor; topraklar, susuzluktan
çatlayıp yarılıyor; anneler, çocuklarım emziremiyor, develer karnı içe göçüp sırt kemikleri
açığa çıkıyor, bir damla süt veremiyor, malların içi boşalıyordu. Çok soğuk bir geceydi.
Vakit, gece yarısıydı. Çocuklarımız Abdullah ile Adiyy ve SefEane, açlıktan ağlaşıyorlardı.
Onları susturmak için yedirecek birşey bulamadık. Kocam Hatem, kalkıp oğlanlardan birini
kucağına aldı. Avutmaya başladı. Ben de kızımız Seffane'yi kucağıma alıp avutmaya
başladım. Onları susturup uyutuncaya kadar gecenin üçte veya dörtte biri geçmişti. Sonra
diğer oğlumuzu kucağımıza alıp avutmaya başladık. Nihayet o da susup uyumaya başladı.
Şam dokuması, püsküllü bir kadifemizi yere serdik. Uyumuş olan çocukları, kadifenin
üzerine yatırdık. Ben ve Hatem, aynı odada uyumaya başladık. Çocuklar da aramızdalardı.
Sonra o, beni avutmaya başladı. Uyumamı istedi. Ne istediğini anladım. Uyuyormuşunı gibi
yaptım. "Uyudun mu?" diye bana seslendi. Ben cevap vermeyip sustum. "Demek ki
uyumuş." dedi. Halbuki ben uyumuş değildim.
Gece kararıp yıldızlar çoğaldığında, sesler kesilip ayak tıkırtıları duyulmaz olunca bir de
baktım ki odamın kapısındaki perde aralandı. Kocam, "Kim o?" diyerek dışarı çıktı. "Belki
de seher vakti geldi veya çok yaklaştı." dedim. Perdenin ucu yine kaldırılınca-, kocam yine:
"Kim o?"diye sordu. Kapıda duran, cevap verdi: "Komşu falanca kadın.. Ey Adiyy'in
babası! Senden başka, bana yardımı dokunacak birini bulamadım. Açlıktan kurtlar gibi
ulumakta olan çocuklarımın yanından geliyorum." Kocam, "Çocuklarını hemen bana getir."
dedi. Yatağımdan fırlayıp ona şöyle çıkıştım: "Ne yapıyorsun sen? Çocukların açlıktan
bağrışıyorlardı. Onları avutacak bir yiyecek bulamadın. Bu kadını ve çocuklarını, hangi
yiyecekle avutacaksın?" Bana: "Sus. Allah'ın izniyle seni de doyuracağıma yemin
Sonra komşu kadın, çocuklarının ikisini kucağına, dördünü de ikişer yanma alarak,
yavrularıyla dolaşan bir geyik gibi evimize geldi. Kocam Hatem, mızrağıyla kendi atının
yelesine vurdu, onu kesti. Sonra çakmağı çakıp ateş yaktı. Bıçağı getirip atın derisini yüzdü.
Sonra bıçağı kadına verip: "Al, ne kadar lazımsa kesip götür, çocuklarını da eve gönder."
dedi. O da çocuklarım eve gönderdi. Sonra şöyle dedi: "Sizi gidi yaramazlar sizi! Deveden
başka bir hayvanın etini yemez misiniz siz?" Daha sonra oba halkını dolaşıp ziyafeti haber
verdi. Onlar da koşup evine geldiler. Yemeğe başladılar. Öte yandan Hatem, evin bir
köşesinde elbisesine bürünerek yan gelmiş, bizim sofrada yeyişimizi seyrediyordu. Yemeğe
bizden daha çok ihtiyacı olduğu halde o etten bir parça dahi yemedi. Sabah olduğunda, atın
sadece kemikleri ve toynuklan kalmıştı!..»
Dare Kutnî, Hatem'in kansmm Hatem'e şöyle dediğini rivayet eder:
"Ey Seffane'nin babası? Ben ve sen, bizden başka kimsenin bulunmadığı bir sofrada başbaşa
yemek yemek istiyorum." Hatem bunu kabul etti ve gereğini yapmasını karısına emretti.
Bunun üzerine kadın çadırlarını söküp, obadan bir fersah uzaklıktaki bir yere kurdu. Hatem,
yemek yapılmasını söyledi. Karısı hazırladı. Perdelerini indirip, sofrada oturan Hatem tam
yemeğe hazırlanmak üzereyken perdeyi aralayıp başını çadırdan dışarı çıkardı. Sonra da
"Tenceremi perde arkasında kaynatma. Yoksa, içinde pişirdiğin haram olur bana. Tencereyi
şu yüksek yerde kaynatsana, Yemeği bol olsun, kimseyi aç bırakma."
Böyle dedikten sonra perdeyi kaldırdı. Yemeği sofraya getirdi. Halkı sofraya davet etti.
Beraberce yeyip içtiler. Karısı, "Bana verdiğin başbaşa yemek yeme sözünü yerine
getirmedin." dedi. Hatem, ona şu cevabı verdi: "Ne yapayım? Gönlüm, bana itaat etmiyor.
Gönlüm övülmeyi çok istiyor. Cömertlik, benim kaderime yazılmış." Böyle dedikten sonra
sözünü şöyle sürdürmüştü:
"Cimriliği yendim, ona üstün geldim. Benimsedikçe cömertliği, kendi haline bıraktım.
Komşu kadın, benden şikayetçi olmasın. Ancak kocası yok iken onu ziyaret etmiyorum.
İyiliğim ona ulaşacak, kocası ona dönecek. Perdeleri de üzerine sarkıtılmayacak."
Bir diğer şiirinde Hatem şöyle der:
"Gece uyuyacağım zaman şarabı ben, Doyasıya içerim ama yine de kanmam. Geceleyin
komşu gelini,karanlık bastırınca, Avlamak istedim ama gizlenemedim.Komşu gelini rüsvay
edip kocasına hıyanet mi edeceğim, Allah'a andolsun ki hayatta olduğum sürece, Ben, bu işi
Bir başka şiirinde Hatem şöyle demektedir:
"Kapısında varsın perde bulunmasın, Benim komşularıma kimse zarar veremez. Komşu
kadın tuvalete çıkacak olduğunda, Perdeleri indirinceye dek, gözlerimi yumarım."
Hatem, bir başka şiirinde de şöyle der:
"Amcam oğluna sövmek, huyum değildir benim. Bana umut bağlayanı, geride bırakan
değilim. Suçum olmadığı halde beni kıskananın sözünü işittim. Ona, beni geç de kurtar bu
ezadan beni, dedim. Onu ayıpladılar, beni ayıpladıklarını görmedim. Riyakar kimse, beni
güleryüzle karşılar. Aradan perde kalktığında benim izimden gelir. Onun kusurunu
yakaladım, korumak için. Din ve asaletimi, ondan el çektim."
Hatem'e ait başka bir şiir şöyledir:
"Üşüyen perişan kişiye sor, ey Malik'in anası.
Mezbaha ile ocak arasında bana geldiğinde;
Ona güleryüz göstereyim mi, o benim ilk konuğumdur.
Cimrilik etmeyip, cömert davranayım mı ona?"
Bir başka şiirinde şöyle der Hatem:
"Midene ve tenasül uzvuna istediklerini verirsen eğer,
Her ikisi kötülüğün zirvesine ulaşırlar."
Kadı Ebu'l-Ferec el-Muafa, Ebu Ubeyde'nin şöyle dediğini rivayet eder:
"İyi kullandığın az mal, devamlı kalır. Kötü kullanılan çok mal, devamlı kalmaz. Malı
muhafaza etmek, onu yok etmekten, Ve ülkede azıksız kalıp ölmekten daha iyidir."
Mütelemmis'e ait bu şiir, Hatem'e okunduğunda o şöyle tepki göstermişti: "Mütelemmis'e ne
olmuş ki böyle söylemiş. Dili kopasıca, insanları cimriliğe teşvik etmiş. Öyle diyeceğine
"Cömertlik, malı vadesinden önce tüketmez.
Kısmak ta, cimrinin malını artırmaz.
Kısarak mal sahibi olacağını ümid etme.
Çünkü her yarının rızkı yeniden gelecektir.
Görmez misin ki, mal, gelip gidicidir.
Onu sana veren, senden uzak değildir."
Kadı Ebu'l-Ferec dedi ki: Hatem, "Onu sana veren, senden uzak değildir." derken, ne güzel
bir söz söylemiştir.Eğer Müslüman olsaydı, ahi-rette iyi bir makama sahib olacağı
umulurdu. Nitekim Cenâb-ı Allah, Kur'ân-ı Kerîm-de şöyle buyurmuş:
"Allah'ın lütfundan isteyin." (en-Nîsâ? 32.)
"Kullarım, sana Beni sorar (lar) sa; şüphesiz ki Ben, çok yakınım. Bana dua edince Ben, O
dua edenin duasına icabet ederim." (ei-Bakara,i86.)
Vaddah b. Mabed et-Taî'den yapılan rivayete göre Hatem Taî, (Hire valisi) Numan b.
Münzir'in ziyaretine gitti. Numan, ona iltifat edip yakınlık gösterdi, çeşitli ikramlarda
bulundu. Memleketine dönerken de, vilayetinin taze ve güzel yiyeceklerine ek olarak iki
deve yükü altın ve gümüş verdi. Hatem, yola çıkıp memleketine geldi. Obasına yaklaştığında,
Tayy kabilesinin göçebeleri onu karşıhyarak: "Ey Hatem! Sen, hükümdarın yanından
geliyorsun. Biz ise yoksul aşiretimizin yanından yoksullukla geliyoruz!" dediler. Hatem,
onlara: "Gelin bakalım, yanımda ne varsa alıp paylaşın!" dedi. Onlar da Numan'ın ona
verdiği hediyeleri paylaştılar. O esnada cariyesi Tarife ortaya atılıp: "Allah'tan kork, birazını
da kendine alıkoy; bunlar ne bir dirhem, ne de bir dinar, ne bir koyun ne de bir deve
bırakmayacak, hepsini alıp götürecekler!" dedi. Cariyesinin bu endişesini yersiz bulan
"Tarife, 'dirhemlerimiz kalmaz' diyor. Bizde ne ahmaklık ne de gafillik var. Elde ye avuçtaki
bitse de Allah bize verir.. Başkasına da, rızkı veren biz değiliz. Bizim hırkamız, dirheme
alışık değildir. Dirhem bizim cebe girer, sonra hemen çıkar. Bir gün dirhemlerimiz şayet
yığılacak olursa. Hayır yollarına hemen sarfedilirler."
Ebu Bekr b. îyaş dedi ki: Bir gün Hatem'e: "Araplar arasında senden daha cömert biri var
mı?" diye sorulduğunda, "Arapların hepsi, benden daha cömerttir." diye cevap verdi, sonra
da sözünü şöyle sürdürdü: "Bir gece, öksüz bir Arap delikanlısına misafir oldum. Yüz tane
koyunu vardı. Hemen koyunlardan birini kesip pişirdi, sofraya koydu ve bana, buyur dedi.
Koyunun beynini bana takdim edince ben, "Beyin ne hoşmuş!" dedim. Bu sözüm üzerine
gidip diğer koyunlardan kesmeye ve beyinlerini çıkarıp bana getirmeye başladı. "Artık
yeter." dedim. Sabah olduğunda, bütün koyunlarının kesilmiş olduğunu, geriye onlardan hiç
birşey kalmadığım gördüm."
Hatem'e: "Peki sen, o adama ne yaptın!" diye sorulunca şöyle dedi: "Ona karşı her ne
yaparsam yapayım şükrünün altından kalkamazdım. Ama yine de ona develerimin
seçkinlerinden yüz tanesini verdim."
"Mekarimü'l-Ahlak" adlı kitapta Muhammed b. Cafer el-Haraitî şöyle der: Abbas b. Fazl el-
Rebiî, Tayy kabilesinin yaşlılarının şöyle dediklerini rivayet etmiştir: Hatem Taî'nin annesi
Antere'nin, çok cömertliğinden dolayı elinde hiç birşey kalmadı. Eline geçen her şeyi
başkalarına verirdi. Kardeşleri, böyle yapmamasını söylerlerse de o, onlara aldırış etmezdi.
Varlıklı bir kadındı. Bu huyundan vazgeçeceği umuduyla onu bir yıl süreyle bir eve
kapattılar. Bu süre zarfında yemeklerini hazırlayıp kendisine götürdüler. Bir yıl sonra
çıkardıklarında artık o huyundan vazgeçmiş olduğunu sandılar ve malından kendisine bir
sürü deve vererek: «Bunlarla geçimini temin et." dediler. Bir gün Hevazinli bir kadın,
yanma geldi. Daha önce ona hizmet etmiş olan bu kadın, ondan biraz yardım istedi. Antere
de o deve sürüsünü kadına vererek şöyle dedi: "Şu deve sürüsünü al da götür. Allah'a
andolsun ki açlıktan çok çektim. Bu yüzden,de hiçbir dilenciyi boş çevirmeyeceğime Allah'a
yemin etmişim." Böyle dedikten sonra şöyle bir şiir terennüm etmeye başladı:
"Ömrüme yemin olsun ki eski zamanda beni,
Açlık ısırdı, kimseyi aç bırakmamaya yemin ettim.
Beni kınayanlara 'Biraz ölçülü olun' deyin.
Eğer siz cömertlik yapamıyorsanız, parmağınızı ısınn.
Kız kardeşinizi cömertlikten menetmektense,
Kendinizi ve onu cömertlikten alıkoyanı kmasaydınız ya!
Cömertliği bugün siz bir tabiat olarak görüyorsunuz.
Ey annemin çocukları! Kişi, tabiatını bırakabilir mi?"
Heysem b. Adiyy dedi ki: Hatem'in cömertlik uğruna kendi nefsini feda ettiğini gördüm. O,
bana: "Ey oğul! Kendimi üç huya alıştırdım." diyerek onları şöyle sıraladı.
- Allah'a andolsun ki, komşu kadınları baştan çıkarmadım.
- Bana verilen emaneti, sahibine mutlaka teslim ettim.
- Hiç kimse de benden kötülük görmüş değildir.
Ebu Bekr el-Haraitî, Ebu Hüreyre'nin azatlısı Muharrerin şöyle dediğini rivayet eder:
Abdü'1-Kays kabilesinden bir grup yolcu, Hatem Taî'nin mezarının yanma gelip mola
verdiler. Aralarında Ebu'I-Hayberî diye biri vardı. Kalkıp, Hatem'in mezarına ayağıyla
vurmaya başlayarak: "Ey Eba Ca'd! Kalk ta bizi ağırla!" dedi. Arkadaşlarından biri: "Çürüyüp
toprak olmuş bir cesede mi sesleniyorsun?" deyip şaşkınlığım ifade etti. Karanlık
bastırınca uyumaya başladılar. Mezarı tekmeleyerek Hatem'e, kendilerini ağırlamaları için
seslenen adam, bir ara uykudan bağırıp çağırarak, korkmuş vaziyette uyanıp şöyle dedi:
Arkadaşlar, bineklerinize sahip olun. Çünkü rüyada Hatem'in bana gelip şu şiirini
okuduğunu gördüm. Aklımda kaldığına göre şiir şöyleydi:
"Ey Eba Hayberî! Sen öyle birisin ki, Akrabaların zalim ve sövüşkendir. Arkadaşlarınla
birlikte gelip istedin ki, Seni sahibi ölü bir çukur yanında ağırlayalım. Çevrende, Tayy
kabilesi ve davarları varken, Geceleyin beni günaha mı sokmak istedin? Biz misafirlerimizi
doyururuz. Binekler gelir, onları dahi seçip keseriz."
Bir de ne görsünler. Gündüz Hatem'in mezarını tekmeleyenin devesi, üç ayak üzerine
geliyor. Kalkıp onu kestiler; etini pişirip yediler. "Allah'a andolsun ki Hatem, diri iken de
ölü iken de bize ziyafet verdi." dediler. Sabahleyin yola koyulduklarında, devesini kesip
yedikleri arkadaşlarını yedeklerine aldılar ve hareket ettiler. Az sonra gördüler ki bir adam
bir deveye binmiş, ikinci bir deveyi de yedeğine alarak kendilerine doğru geliyor. Yanlarına
geldiğinde: "Ebu'l Hayberî hanginiz?" diye sordu. Ebu'I-Hayberî de: "Benim!" diye cevap
verince o adam şöyle dedi: "Bu gece rüyada Hatem bana gelerek, sana ve arkadaşlarına
senin deveni kestirerek ziyafet vermek ve seni de yaya bırakmayıp bir deveye bindirt-mek
istediğini söyledi. İşte, yedeğimdeki şu deveyi al." Ebu'l-Hayberi de o adamın getirdiği
yedekteki deveyi aldı. [8]
Şeceresi şöyledir: Abdullah b. Cüd'an b. Amr b. Ka'b b. Sa'd b. Teym b. Mürre. Abdullah b.
Cüd'an, Teym kabilesinin reisi ve Hz. Ebu Bekr'in babasının amcazadesidir. Cahiliye
döneminde isim yapmış, herkese ikramda bulunmuş meşhur cömertlerden biridir. Kıtlık
zamanlarında insanlara yiyecek dağıtırmış. Önceleri çok yoksul ve miskin, bir o kadar da
kötü ve şirretmiş. Çok ta suç işlermiş. O kadar ki kavmi, aşireti, ailesi ve babası bile onun
Günlerden bir gün işsiz, güçsüz ve şaşkın vaziyette Mekke sokaklarında dolaşırken, dağın
bir tarafında bir mağara görmüş. Oradan kendisine bir zarar gelebileceğini düşünmüş. Oraya
girip ölmek ve içinde bulunduğu serserice hayattan kurtulmak için mağaraya yönelmiş.
Mağaranın yanına varınca, oradan bir ejderha çıkıp Abdullah'ın üzerine atılmış; Abdullah
sağa sola geriye kaçmak istemişse de bunu becerememiş. Ejderha, yakınma gelince onun
gövdesinin altından, gözlerinin de yakuttan olduğunu görmüş. Onu kırıp almış. Sonra da
mağaraya girmiş, orada Cürhümlü emirlerin mezarlarını, bu cümleden olarak uzun zamandan
beri kayıp olan ve nereye gittiği bilinmeyen Cürhüm Emiri Haris b. Mudad'm
mezarını bulmuş. Mezarların baş kısmında vefat tarihlerinin ve ne kadar süreyle emirlik
yaptıklarının yazılı olduğu altından levhalar varmış. Ayrıca oralarda çok miktarda altın,
gümüş, inci ve diğer mücevherler de varmış. Kendini yetecek kadarını alıp mağaradan
çıkmış ve onun yerini ve kapısını iyice belleyip hafızasına nakşetmiştir. Daha sonra kavmine
giderek, kendisini sevip memnun olacakları miktarda onlara mücevher, altın, gümüş ve inci
vermiş. Halka yemek ziyafeti çekmiş, Elindeki altınlar azaldıkça o mağaraya gider,
yeterince altın alıp dönermiş...
Bu kıssayı anlatanlardan biri de Abdülmelik b. Hişam'dır. "et-Tican li Marifeti Mülûki'z-
Zaman" adlı kitapta bu kıssayı anlatmaktadır.
Ahmed b. Ammar da "Reyyü'l- Atiş ve Unsu'l-Vahiş" adlı kitapta bu kıssayı anlatmaktadır.
Anlatıldığına göre Abdullah b. Cüd'an'm o kadar yüksek ve büyük bir yemek kabı varmış ki,
süvari olan bir kişi, atından inmeden elini uzatıp o kaptan yemek yiyebiliyormuş. Buna
karşılık küçük bir çocuk içine düşünce boğulurmuş!.. İbn Kutebye ile diğerlerinin
anlattıklarına gire Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
"Abdullah b. Cüd'an'm kabı o kadar büyük ve yüksekti ki, öğle vakti onun duldasında
(gölgesinde) gölgelenirdim!"
Ebu Cehilın öldürülmesi esnasında Rasûlullah (s.a.v.) ashabına şu buyruğu vermişti: "Ölüler
arasında onun cesedini arayın. Dizindeki bir yara ile onu tanıyabilirsiniz. (Bir zamanlar)
Abdullah b. Cüd'an'm yemek kabı üzerinde onunla kavga etmiş, onu itmiştim. O da düşmüş,
dizi parçalanmıştı. O yaranın izi, hala dizi üzerindedir." Ashab, ölüler arasında Ebu Cehü'in
cesedini bulduklarında bakmışlar ve o yara izini dizinde görmüşlerdi.
Anlatıldığına göre o, halka hurma ve kavrulmuş un (sevik) yedirir, süt içirirmiş. Bu yemek
çeşidini vermeye, Ümeyye b. Ebi's-Salt'ın şu sözünü duyuncaya kadar devam etmiş:
"Cömertleri ve cömertliklerini gördüm, Deyyan oğulları, cömertlerin en üstünüdür. Onlar,
Cüd'an oğulları gibi bizi avutmazlar. Onu balla karıştırarak bize yedirirler."
Ümeyye'nin bu sözünü işitince, Şam'dan yağ, bal ve buğday getirmeleri için 2000 deve yola
çıkardı. Bu malzemeler getirildikten sonra her gece Ka'be'nin damına tellal çıkartıp; "İbn
Cüd'an'm büyük sofrasına gelin!.." diye ilan ettirmeye başladı.
Bu ilanlardan haberdar olan Ümeyye bu defa şöyle dedi: "Onun, Mekke'de hızlı bir tellalı
var. Diğer tellalı da Ka'be damında ünler. Unla karıştırılmış bulamaca çağırır. Büyük sofraya
ve tahta kaşığa çağırır."
Bütün bu cömertliğini ve mertliğini bir tarafa bırakalım da Sahih-i Müslim'deki şu hadise
bakalım: Hz. Aişe demiş ki: lrYa Rasûlallah! îbn Cüd'an yemek yedirirdi, misafir ağırlardı.
Bu iyiliği, kıyamet gününde kendisine fayda verir mi?" Rasûlullah buyurdu ki: "Hayır.. O
hiç bir gün 'Rabbim, kıyamet gününde benim günahımı bağışla.' dememiştir." [9]
Hücr el-Kinciî'nin oğludur. Ka'be'ye asılan yedi meşhur şiirden birinin sahibidir. Onun şiiri,
Ka'be'ye asılan diğer şiirlerden daha şöhretli ve Övgüye daha layıktır. Şiiri şu mısra ile
"Dur da yarı ve yurdu anıp ağlayalım."
imam Ahmed b. Hanbel, Ebu Hüreyre'den rivayet etti ki, Rasûlullah (s.a.v.) şöyle
«İmrü'1-Kays, Cehennem'e giden şairlerin bayraktarıdır."[10]
Hafız îbn Asakir, Îmrul-Kays'm şeceresini şöyle verir: Umrüül-Kays b. Hücr b. Haris b. Amr
b. Hücr Âirilü'İ-Mürar b. Amr b. Muaviye b. Haris b. Ya'rüb b. Sevr b. Merta' b, Muaviye b.
Kinde. Kinde'nin, Ebu Ye-zid veya Ebu Vehb yahut Ebu Haris el-Kindî künyesiyle çağrıldığı
söylenir. Şam'a bağlı kazalardan (veya banliyölerden) birinde yaşanmıştır, Îmru'1-Kays,
yaşadığı yerlerin bazısını şiirinde anlatır:
"Dur da sevgiliyi ve yurdu anıp ağlayalım. Sıktü'l-Liva'da, Dahul ile Havmel arasında dur.
Tudİha ile Makra'yı... oranın izi silinmemiş.[11] Kuzeyden ve güneyden gelen rüzgarlar
Yukarıdaki şiirde geçen Sıktü'1-liva, Dahul, Havmel ve Makra kelimeleri, Huran bölgesinde
bilinen bazı yerlerin adıdır. Muhammed b. Saib el-Kelbî'nin rivayetine göre Ferve b. Said b.
Afif b. Madî Kerib, dedesinin şöyle dediğim nakleder: Bir ara bize, Rasûlullah (s.a.v.)'m yanında
oturmaktayken Yemen'den bir heyet geldi. "Ya Rasûlallah! Allah bizi, İmrul-Kays'm
şiirindeki iki beyitle ihya etti," dediler. Resûlullah, "Bu, nasıl oldu?" diye sorunca şu cevabı
"Sana gelmek üzere yola çıktık. Bir süre yol aldıktan sonra yolu şaşırdık. Bulunduğumuz
yerde üç gün susuz bekledik. Suyumuz yoktu. Muz ve sakız ağaçlarının gölgeleri altına
varıp, hiç değilse bir ağaç gölgesi altında ölelim, diye beklemeye başladık. Dermanımız
kesilmiş idi. Derken orada deveye binmiş bir adam belirdi. Sanki yerden bitmişti. Bazı
arkadaşlarımız onu gördüklerinde şu şiiri okuyordu:
"Hedefinin su kaynağı1 olduğunu görünce, Avcıların okundan korktu, eklemleri titredi.
Gölgelikli ve üzerinde yosunlar olan, Daric pınarına yönelip gittiydi." (Çünkü Daric
pınarında okçular yoktu.)
Deve üzerindeki adam, yorgunluğumuzu ve bitkinliğimizi görünce, "Bu şiir kimindir?" diye
sordu. Biz de: "İmru'1-Kays indir." dedik. "Vallahi o, yalan söylemiş değildir. İşte Daric
pınarı! Yakınınızda duruyor. Gösterdiği tarafa baktığımızda, su ile aramızda elli zira kadar
bir mesafe bulunduğunu gördük. Diz üstü o suya doğru sürünmeye başladık. Suyun yanma
vardığımızda tıpkı Îmru'l-Kays'ın dediği gibi pınar suyunun üzerinde yosunların, ağaçların
gölgesinde gölgelenmekte olduklarını gördük." Adamların bu cevabı üzerine Rasûlullah
"O (Îmru'1-Kays) dünyada anılan, ama ahirette unutulan bir adamdır. Dünyada şerefli,
ahirette alçak biridir. Elinde şairlerin bayrağı vardır. Onları ateşe götürür."[12]
Kelbî der M: Babası, Esed oğulları kabilesindeki bazı kimseler tarar fmdan öldürülünce
İmru'1-Kays, bayrağı eline alıp üzerlerine yürüdü. Tübale demlen yere vardı. Orada Zu'1-
Haîase adlı bir put vardı. îmru'l-Kays da onun Önünde fal okları çekti. Şansına, Esed
oğullarıyla savaşmasını yasaklayan ok çıktı. Çekimi, ikinci ve üçüncü kez tekrarladı. Hep
aynı ok çıktı. Oku kırıp Zu'1-Halase'nin suratına çarptı ve:" Eğer öldürülen senin baban
olsaydı, beni savaşmaktan menetmezdin!" dedi. Sonra da Esed oğullarına hücum etti,
kıyasıya savaştı, çoklarını Öldürdü.
Ibn Kelbî dedi ki: İslamiyet gelinceye kadar artık Zul-Halase putunun önünde fal oku
Bazılarının anlattıklarına göre Îmru'1-Kays, Bizans hükümdarı Kayser'e övgüler dizerek
bazı savaşlarda ondan yardım dilemiş, ama imparatordan umduğunu bulamayınca yüzüne
karşı ona hicivde bulunmuş, öfkelenen imparator da ona zehir içirtip ölümüne yol açmıştı.
Can çekişmekteyken Asib dağının yanında bulunan bir kadının mezarının yanma yarmış,
"Ey komşu, mezar yakındır, Asib durdukça ben de buradayım. Ey komşu, ikimiz burada
garibiz. Garipler, birbirlerine akrabadır."
Anlatıldığına göre yedi askı (Muallakat-ı seb'a) şiirleri, Ka'be'nin duvarlarına asılıymış.
Araplardan biri bir şiir yazınca, onu Kureyşlilere sunarmış. Kureyşliler, onu beğenirse
sahibini taltif etmek ve mükafatlandırmak için Ka'be'nin duvanna asarlarmış. Böylece yedi
askı şiiri meydana gelmiş.
Önce de söylediğimiz gibi bu şiirlerin ilki, Îmru'1-Kays b. Hücr el-Kindî'ye aitmiş. İlk
"Dur da sevgiliyi ve yurdu anıp ağlayalım, Sıktü'l-Liva'da, Dahul ile Havmel arasında dur."
Şiirlerin ikincisi Nabiğa ez-Zübyanî'ye aittir. Onun asıl adı Ziyad b. Muaviye'dir. Şeceresi
Ziyad b. Amr b. Muaviye b. Dabab b. Cabir b. Yerbu b. Gayz b. Mürre b. Avf b. Sa'd b.
Zübyan b. Bağîd. Şiirinin ilk mısraları şöyledir:
"Ey Meyye*nin yüksek tepedeki evi!
Üstünden uzun zamanlar geçti, yine de sağlamsın."
Şiirlerin üçüncüsü Züheyr b. Ebi Sülma Rebia b. Riyah el-Müzenf ye aittir. Baş kısmı
"Evfa'nın annesinden kızgınlık mı? Hayır, Havmanetü'd-Derrac ile Mütesellim hakkında
Şiirlerin dördüncüsü, Tarafe b. Abd b. Süfyan b. Sa'd b. Malik b. Du-bey'a b. Kays b. Salebe
b. ÜKa'be b. Sa*b b. AH b. Bekr b. Vail'e aittir. Baş kısmı şöyledir:
"Havle'nin Sehmed'de yüksek ve taşlıklı yerleri var. Elin üstündeki dövme kalıntısı gibi
Şiirlerin beşincisi, Antere b. Şeddad b. Muaviye b. Kurad b. Mah-zum b. Rebia b. Malik b.
Galib b. Kutay'a b. Abs el-Abesî'ye aittir. Baş kısmı şöyledir:
"Şairler, eski düşmanlıkları bıraktılar mı? Kuruntulardan sonra yurdu tanıdılar mı?"
Şiirlerin altıncısı, Alkame b. Abde b. Numan b. Kays'a aittir. Te-mimlidir. Şiirinin baş kısmı
"Coşkulu bir gönül, seni parlak ve güzel eyledi, Saçların ağardığı zamandan gençlik
Şiirlerin yedincisine gelince, Esmaî ile diğerlerinin dediklerine göre, bu Ka'be'ye asılan yedi
askı şiirlerinden değildir. Bu şiir, Lebîd b. Rebia b. Malik b. Cafer b. Kilab b. Rebia b. Amir
b. Sa'saa b. Muaviye b. Bekr b. Hevazin b. Mansur b. Ikrime b. Hasfe b. Kays b. Aylan b.
Mu-dar'a aittir. Baş kısmı şöyledir:
"Konup kalması yurdu harab etti, kuyu çıktığının, Bağlandığı direğe kadar yıkıldı herşey,
Mina'da, îkamet etmesi ebedî helake neden oldu."
Ebu Ubeyde, Esmaî, Müberred ve diğerlerinin anlattıklarına göre sahibi bilinmeyen ve
Ka'be'ye asılmış olan bir başka şiir de vardı ve baş kısmı şöyleydi:
"Nimeti isteyeni geri çevirmek olur mu? Söylediği şeyde onun sorumluluğu olur mu?"
Fazlaca uzun olan bu şiirde çok güzel manalı sözler vardır. [13]
Cahîliye Dönemi Şairlerinden Ümeyye B. Ebî's-Saltes-Sakafî
Bu şair, cahiliye döneminde yaşamış olup îslamî döneme de ulaşmıştır. Hafız İbn Asakir,
onun şeceresinin aşağıda belirtilen şekilde olduğunu söyler: Ümeyye b. Ebi's-Salt Abdullah
b. Ebi Rebia b. Avf İbn Ukde b. Azze b. Avf b. Sakif b. Münebbih b. Bekr b. Hevazin Ebu
Osman. Hevazin'in künyesinin Ebu Osman değil de Ebü'l-Hakem es-Sakafi olduğunu
Ümeyye, cahiliye devri şairlerindendir.îslâm'dan önce Şam'a gelip
yerleşmiştir. Müstakim (doğru) bir insan olduğunu, önceleri iman üzere olup sonra saptığını
söylerler. Cenâb-ı Allah'ın şu ayette kasdetmiş olduğu insan da odur:
"Kendisine ayetlerimizi verdiğimiz halde, onlardan sıyrılan ve şeytanın arkasına taktığa,
sonunda da azgınlardan olan o kimsenin haberini anlat." (ci-A'râf,i75.)
Zübeyr b. Bekkar dedi ki: Şair Ümeyye'nin anası, Rukiye binti Ab-dü'ş-Şems b. Abdu
Menaf tır. Ümeyye'nin babası, Rebia b. Vehb b. Alac b. Ebi Seleme b. Sakif tir. Rebia'nm
künyesi, Ebu's-Salt'dır. Derler ki, Ümeyye'nin babası, Taif teki meşhur şairlerdendir.
Ümeyye ise onlardan dahaüstünbir şairdi.
Abdürrezzak'm, Sevrî'den rivayetine göre Abdullah b. Amr şöyle demiştir: "Kendisine
ayetlerimizi verdiğimiz halde, onlardan sıyrılan ve şeytanın arkasına taktığı, sonunda da
azgınlardan olan o kimsenin haberini anlat." mealindeki ayette kendisinden sözedîlen adam,
Ebu Bekr b. Mirdeveyh, Nafî b. Asım b. Mesud'un şöyle dediğini rivayet etmiştir:
"Abdullah b. Amr'm oturduğu bir mecliste bulunuyor- , dum.Orada bulunanlardan biri, el-
A'râf süresindeki şu ayeti okudu: "Kendisine ayetlerimizi verdiğimiz halde, onlardan
sıyrılan...Kimsenin haberini anlat." Abdullah b. Amr, "Bu ayette kimden söz edildiğini biliyor
musunuz?" diye sordu. Biri, bunun Sayfî b. Rahib olduğunu; bir başkası,
israiloğullarından Bel'am adındaki adam olduğunu söyledi.Abdullah b. Amr, "Hayır, bu
dedikleriniz değildir." deyince, "O halde kim?" diye soruldu. Dedi ki: "Ayette kendisinden
söz edilen adam, Ümeyye b.
Taberanî, Ebu Süfyan'm şöyle dediğini rivayet etmiştir: Ben ve Ümeyye b. Ebi's-Salt Es-
Sakafî, ticaret için Şam'a gitmek üzere yola çıkmıştık. Her mola verdiğimiz yerde
Ümeyye ,yanında bulunan yazılı nüshaları eline alıp bize okurdu. Yolculuğumuz sırasında
Hristiyan bir köye vardık. Köylüler gelip Ümeyye'ye ikramda bulundular, ona hediyeler
verdiler. O da onlarla birlikte evlerine gitti.
Öğle vakti geri dönüp geldi, eski elbiselerim çıkarıp siyah elbiseler giydi ve bana: "Var
mısın ey Ebu Süfyan! Kitap bilgisi alanında otorite olan bir Hristiyan âlimine gidelim de
ona bazı sorular sor."dedi. Ben dedim ki: "Benim ona ihtiyacım yok. Allah'a andolsun ki,
hoşuma giden birşey söylese de ona güvenip inanmam. Hoşuma gitmeyen birşey söylese
onun benden çekeceği var." Ümeyye, yanlarına gittiğinde Hristiyan-lardan bilgin bir kişi,
onun görüşlerine muhalefet etti. Sonra o,'yanıma gelip: "Neden bu bilgin kişinin yanına
gitmiyorsun?" dedi. Ben de, onun dininden değilim, dedim. "Ondan acaip ve tuhaf şeyler
duyacaksın, söylediklerini beğeneceksin. Sen Sakif kabilesinden misin?" diye sorunca,
"Hayır, ben Kureyş kabilesindenim." dedim. "O halde niye bu bilgin adamın yanına
gitmiyorsun? Vallahi, o sizi hem seviyor, hem de size iyi dav-ranılmasmı tavsiye ediyor."
dedi. Sonra yanımızdan ayrılıp gitti. Ümeyye, onların yanında bir süre kaldı. İnsanların bir
süre uyumalarından sonra geceleyin yanımıza geldi. Elbiselerini çıkararak kendini yatağa
attı, ama vallahi ne uyuyabildi, ne de kalkabildi. Kederli ve üzgün olarak sabahladı. Akşam
şarabı, sabah şarabının üzerine dökülmüştü sanki! Ne o bizimle, ne de biz onunla
konuşuyorduk. Sonra, "Yola çıkalım mı?" diye sordu. Ben de "Bineğin var mı?" diye
sordum. "Evet, var." dedi.
Beraberce yola çıktık, iki gece yol gittik. Üçüncü gece bana: "Niye konuşmuyorsun ya Eba
Süfyan?" dedi. Ben de şöyle dedim:
- Söyleyecek neyim var? Allah'a yemin ederim ki, hiçbir zaman seni, arkadaşının yanından
döndüğün gündeki gibi bir halden görmemiştim!
- O üzgünlük, içinde bulunduğun bir halden dolayı değil de ileride karşılaşacağım
durumlardan endişe edişimden dolayı idi.
- İleride neyle karşılaşacaksın?
- Vallahi Ölecek, sonda da dirileceğim!
- Sen kuruntulara inanır mısın?
- Çünkü sen, öldükten sonra dizilmeyecek ve hesaba çekilmeyeceksin.
- (Güldü) hayır, senin dediğin gibi değil ya Eba Süfyan. Elbette ölüm sonrası dirilecek ve
hesaba çekileceğiz. Kimimiz Cennet'e, kimimiz de Cehennem'e girecek.
- Senin Cennet'e ya da Cehennem'e gideceğini arkadaşın sana bildirmedi mi?
- Arkadaşımın bu konuda bilgisi yok. Bunu, ne kendisi ne de ben bilirim. Ebu Süfyan,
konuşmasına devam ederek şöyle demişti: Böylece iki gece yol gittik. Hoşuna gidecek
şeyleri söylüyordum. Ben de onun söylediklerine gülüyordum. Nihayet Şam şehrinin
ağaçlık ve sulak yerlerine vardık. Mallarımızı sattık. Orada iki ay ikamet ettik.
Dönüş yolculuğumuz sırasında bir Hristiyan köyüne vardık. Köylüler onu görünce yanma
geldiler. Ona hediyeler sundular. O da onlarla birlikte kiliselerine gitti. Ancak öğleden sonra
yanıma döndü. Elbiselerini değiştirip yine oraya gitti. Geceleyin insanlar uykuya daldıktan
sonra yanıma döndü.Elbiselerini çıkarıp kendini yakağa attı.Allah'a andolsun ki ne
uyuyabildi, ne de kalkabildi. Kederli ve üzgün olarak sabahladı. O bizimle, biz de onunla
konuşmuyorduk. Sonra, Tola çıkalım mı?' dedi. Olur, dedim ve yola koyulduk. Kederli ve
üzgün olarak geceler boyu yol aldık. Sonra bana dedi ki: "Ey Ebu Süfyan! Var mısm, biraz
ilerleyip te arkadaşlarımızı geride bırakalım?" Ben de: "Sen de buna var mısın?" diye
sorunca evet, dedi. Yürüdük, derken arkadaşlarımızı bir saatlik mesafe kadar geride bıraktık.
Sonra bana, "Haydi bakalım ey Ebu Süfyan!" diye seslendi. Ben de, "İstediğin nedir?" diye
- Bana Utbe b. Rebia'yı anlat. Başkalarına haksızlık etmekten ve
haramları işlemekten sakınır mı o?
- Dost ve akrabalarını ziyaret eder, bunu başkalarına da tavsiye
- Ana ve baba tarafı asil mi, soyu yüksek mi?
- Kureyşliler arasında ondan daha şerefli biri var mı?
- Hayır vallahi. Ondan daha şerefli bir Kureyşlinin mevcud olduğunu bilmiyorum.
- Hayır, aksine çok malı vardır.
- Şeref, mal ve yaşlılık, onu hafifletti mi?
- Niçin hafifletsin? Hayır, vallahi onu daha da yüceltti. .
- O, böyledir işte. Yatıp uyuyalım mı artık?
- Benim de uyumaya ihtiyacım vardı zaten.
Geride kalan arkadaşlarımız gelinceye kadar uzandık. Onlar gelince tekrar yola çıktık.
Nihayet konak yerine vardık. Orada geceledik. Sabah olunca yeniden yürüyüş başladı.
Akşam olup karanlıklar bastırınca Ümeyye yine bana seslendi.
- Var mısın, yine dünkü gibi yapalım?
Ben böyle dedikten sonra iki bahtı devesine binip kafileden ayrıldık. Arkadaşlarımızdan
epeyi uzaklaşınca bana seslendi:
- Haydi, ey Ebu Süfyan! Utbe b. Rebia hakkında daha neler biliyorsan anlat.
- O, haksızlıktan ve haram yemekten sakınır mı?
- Dost ve akrabalarını ziyaret eder, bunu başkalarına da tavsiye eder mi?
- Evet, yapar vallahi. Servet sahibi midir?
- Kureyşliler arasında ondan daha üstün biri var mı?
- Hayır.. Ondan daha üstün bir Kureyşli bulunduğunu bilmiyorum.
- Yaş, şeref ve servet, onu hafifletti mi?
- Hayır vallahi, hiç de hafifletmedi. Bu, senin kendi düşüncendir.
- Hayır. Şimdi sen, benim onun hakkında söyleyeceklerime kulak ver ve iyi düşün. Ben
bunları neden söylüyorum, biliyor musun? Ben, o Hristiyan bilgininin yanma varıp
kendisinden bazı şeyler sordum. Sonra ona: "Şu gelişi beklenen peygamber hakkında bana
bir şeyler söyle." dedim. Dedi ki:
- Araplardan olacağını biliyorum da, acaba hangi Araplardan?
- Arapların ziyaret ettikleri KaTDe halkındandır.
- Bizde, Arapların ziyaret ettikleri bir Ka'be vardır.
- O, sizin kardeşlerinizdendir, Kureyşlilerdendir.
Böyle deyince başıma, daha önce hiç karşılaşmadığım bir hal geldi. Dünya ve ahiretin
kazanç ve bahtiyarlığı elimden uçup gitti.Çünkü daha önce o peygamberin, ben olacağımı
umuyordum. Böyle demesi üzerine ona dedim ki:
- Bana, o peygamberin sıfatlarım anlat.
- İhtiyarlık dönemine girdiğinde bile o, genç ve zindedir. Her şeyden önce o, haksızlıktan ve
haramlardan sakınır. Fakirdir. Ana ve baba tarafı soyludur. Dost ve akrabalarım ziyaret eder,
bunu başkalarına da tavsiye eder. Aşireti içinde yüksek soyludur. Askerlerinin çoğu melektir.
- Bunun alameti nedir? Meryem oğlu Isa yok olduğunda Şam'da seksen sarsıntı meydana
geldi. O sarsıntıların hepsinde musibet vardı. Geriye umumi bir sarsıntı kaldı ki, onda da
Ebu Süfyan dedi ki: "Vallahi bunun aslı yoktur. Allah, ancak şerefli ve yaşlı kimseleri
Ümeyye dedi ki: "Yemin ettiğin Allah'a andolsun ki bu böyledir, Ey Ebu Süfyan. O
Hristiyan bilgininin bana söyledikleri gerçektir. Var mısın uyumaya?"
Evet, benim de uyumaya ihtiyacım var, dedim. Yatıp uyuduk. Sonra geridekiler geldiler.
Yola revan olduk. Mekke'ye iki konaklık ya da iki gecelik mesafe kalmışken arkadan bir
süvari bize yetişti. Geride neler olup bittiğini kendisine sorduğumuzda dedi ki: "Sizden
sonra Şam'da deprem oldu. Halk, büyük felaketlere uğradı ve helak oldu!"
Adamın böyle demesi üzerine Ümeyye, bana dönüp: "Ey Ebu Süfyan, Hristiyan bilgininin
söylemiş olduğu sözler için şimdi ne diyorsun?" diye sordu. Ben de: "Allah'a andolsun ki
onun söylediklerinin gerçek olduğunu sanıyorum." dedim.
Nihayet Mekke'ye vardık. Mallarımı satıp işimi tamamladım. Sonra ticaret için Yemen'e
gittim. Orada beş ay kaldım. Sonra Mekke'ye döndüm. Evimde oturmaktayken insanlar
yanıma geliyor, selam veriyor ve ticaret için bana vermiş oldukları mallarım soruyorlardı.
Abdullah oğlu Muhammed (s.a.v.) de yanıma geldi. Karım Hind de yanımda, çocuklarıyla
oynuyordu. Selam verip ;'Hoş gelmişsin.' dedi. Nerelere ve nasıl gittiğimi, nerelerde ve ne
kadar kaldığımı sordu. Ama ticaret için bana verdiği mallarını sormadı. Sonra da kalkıp
- Vallahi Muhammed'e şaşıyorum. Yanımıza ticaret için mal bırakmış olan Kureyşlilerden
evimize gelen herkes, mallarının durumunu sordu. Ama Muhammed, malım hiç sormadı.
- Sen, onun ne yaptığını bilmiyor musun?
- (Korkarak) Ne yapmış ki?
- O, Allah elçisi (peygamber) olduğunu iddia ediyor!..
Hind'in bu sözleri, beni şoke etti. Hristiyan bilgininin söylediklerini hatırladım. Titremeye
başladım. O kadar ki karım Hind, bana; 'Neyin var senin?' dedi. Kendime gelip toparlandım
ve: 'Bunun aslı yoktur. Olmaz böyle şey. Muhammed, böyle bir iddia da bulunmayacak
kadar akıllıdır/ dedim. Hind ise şöyle cevapladı bu sözümü: "Hayır, vallahi o böyle diyor.
İnsanlar onun dinine giriyor. Sahabeleri de var!.." "İşte bu olamaz." dedim ve evden çıkıp
Ka'be'ye gittim. Ka'be'yi tavaf etmekteyken malların şu kadar kazandı ve şu meblağa ulaştı.
Onları almak üzere birini evimize gönder. Kendi akrabalarımdan aldığım işletme bedelini de
senden almayacağım." dedim. Bu teklifimi kabul etmedi ve; "Öyleyse ben de sizdeki
mallarımı almam."dedi. Çaresiz kaldım ve; "Peki, akrabalarımdan aldığım kadar senden de
işletme bedeli alacağım. Birini gönder de evimizdeki malım teslim alsın" dedim. Bunun
üzerine birini evimize gönderip mallarını aldırttı. Ben de başkalarından aldığım kadar ondan
da işletme bedeli aldım. Fazla beklemeden Yemen'e gittim. Sonra Taife varıp Ümeyye b.
Ebi's-Salt'a konuk oldum.
- Hristiyan bilgininin sözlerini hatırlıyor musun?
- Hatırlıyorum. Dediği de oldu.
- Abdullah oğlu Muhammed!
- Abdülmuttalib'in oğlu mu?
Ayrıca Hind'in bana söylediklerini de ona anlattım. Ter dökmeye başladı ve "Allah biliyor."
dedi. Sonra sözünü şöyle sürdürdü: "Vallahi ya Eba Süfyan! Belki de odur. Gelmesi
beklenen peygamberdeki sıfatlar onda var. Eğer ben hayattayken o bir peygamber olarak
ortaya çıkarsa, ona yardım etmemek için Allah'tan özür dileyeceğim!"
Ebu Süfyan, sözüne devamla diyor ki: Oradan Yemen'e geçtim. Çok geçmeden
Muhammed'in peygamberliğini ilan ettiğini duydum. Yine Taife dönüp Ümeyye b. Ebi's-
Salt'a uğradım. Ona künyesiyle hitab ederek şöyle dedim:
- Ey Ebu Osman! Hristiyan bilgininin sana anlattığı şeyler ortaya-çıkıp gerçekleşti.
- Ömrüme yemin olsun ki öyle..
- Senin bu peygambere karşı tavrın nasıl olacak ya Eba Osman?
- Vallahi Sakifli olmayan bir peygambere asla iman etmem ben!
Ebu Süfyan, sözünü sürdürerek şöyle diyor: Mekke'ye yöneldim. Zaten çok uzakta da
değildim. Mekke'ye varınca, Muhammed'in ashabının dövülüp hakarete uğradığını gördüm.
İnsanların kalbine giren rekabet duygusu, benim de kalbime girdiği için, "Hani nerede
Muhammed'in melek ordusu?!" demeye başladım.
Taberanî, Ebu Süfyan'ın şöyle dediğini rivayet eder: Ümeyye b. Ebi's-Salt, Gazze ya da
Kudüs'teydi. Onunla birlikte Mekke'ye bir kafileyle dönerken, yolda bana dedi ki: "Ey Ebu
Süfyan! Var mısın arkadaşları biraz geçip ileriye gidelim de seninle biraz sohbet edelim?"
Ben de olur, dedim. Ve kafileyi geride bırakarak söyleşmeye başladık. Dedi ki:
- Ey Ebu Süfyan! Bana Utbe b. Rebia'yı anlat.
- Hem ana, hem baba taran soyludur.
- Haram'dan ve haksızlıktan sakınır mı? -Evet...
- Yaşlı ve şerefli biri midir?
- Yaşlılık ve şeref, onu hafifletmiştir.
- Yalan söylüyorsun. O, yaşlandıkça şereflenmiştir.
- Ey Ebu Süfyan! Bu Öyle bir söz ki, bana söylenenleri anladığım günden bu yana, böyle bir
söz işitmiş değilim. Acele etme de sana haber verelim.
- Şu kara taşlı Mekke vadisi halkı içinden birinin peygamberlikle görevlendirileceğini,
kitaplarımda okumuştum. O peygamberin ben olacağımı sanıyordum. Sanmaktan öte
inanıyordum.İlim ehli kimselerle bu konuyu tartıştığımızda, o peygamberin AbduMenaf
oğullarından biri olacağı anlaşıldı. Abdu Menaf oğullarına baktığımda, bu işe Utbe b.
Rebia'dan daha uygun biri bulunmayacağım gördüm. Onun yaşlı olduğunu ve 40 yaşını
geçtiği halde kendisine henüz vahiy gelmediğini bana söylediğin için, onun beklenen
peygamber olmadığını anladım.
Ebu Süfyan der ki: Zaman akıp gitti. Nihayet Rasûlullah (s.a.v.)'a vahiy geldi. Günün
birinde bir ticaret kervanıyla Yemen'e doğru yola koyuldum. Ümeyye'ye uğrayarak alaycı
bir tavırla ona şöyle dedim:
- Ey Ümeyye! Evsafım anlattığın peygamber ortaya çıktı!
- O gerçek peygamberdir, ona uyun.
- İyi ama sen niye ona uymuyorsun?
- Sakif kabilesinin kadınlarından utandığım için ona uymuyorum. Çünkü onlara, beklenen
peygamberin ben olacağımı söylemiştim. Şimdi de benim, Abdu Menaf oğullarından bir
gence uyduğumu görürlerse utanırım! Ey Ebu Süfyan! Anladığım kadarıyla ona muhalefet
etmiş gibi görünüyorsun. Ama zaman gelecek, bir oğlak bağlanır gibi bağlanacak ve onun
huzuruna götürüleceksin. O da senin hakkında dilediği gibi hüküm verecek!
Abdürrezzak, Kelbî'nin şöyle dediğini rivayet etti: "Ümeyye (b. Ebi's-Salt) bir ara uzanmış
yatıyordu.Yamnda bulunan iki kızından birisi ürkerek babasma yüksek sesle bağırdı. Babası,
"Neyin var?" diye sorunca kızı şöyle dedi: Rüyada iki kartal gördüm. Evimizin tavanını söktüler.
Biri inip senin karnını yardı. Diğeri de damın üstünde durup arkadaşına sesleniyordu:
Bunun üzerine Ümeyye, kızlarına şöyle dedi: "Bu, babanıza ulaştırılması istenen bir hayır
ve iyilikti, ama olmadı." Bu hadisenin değişik bir anlatımı daha vardır.
İshak b. Bişr, Said b. Müseyyeb'in şöyle dediğini rivayet eder: Ümeyye b. Ebi's-Salt'm
kızkardeşi Faria, Mekke fethinden sonra Rasûlullah (s.a.v.)'m yanına geldi. Akıllı, basiretli
ve güzel bir kadındı. Rasûlullah (s.a.v.), onu beğenirdi. Bir gün ona şöyle sordu:
- Ey Faria! Kardeşin Ümeyye'nin şiirlerinden ezberinde olan var mıdır?
- Evet... Bundan daha önemlisi, gördüğüm şöyle bir olay var. Onu sana anlatayım: Kardeşim
Ümeyye bir sefere gitmişti. Dönünce ilk olarak bana uğradı. Kanepemin üzerine uzandı.
Ben de elimdeki bir deriyi traş etmekle meşguldüm. Bir ara iki beyaz kuş veya beyaz kuş
gibi iki yaratık evimin küçücük aydınlatma penceresine doğru geldi. Biri, pencerenin içine
düşer gibi oldu. Diğeri de onu takib edip pencereye girdi, ilki, gelip Ümeyye'nin üzerine
kondu. Göğsü ile kasığı arasını yardı. Pençesini göğsünün içine daldırıp kalbini çıkardı,
koklamaya başladı. Diğer kuş, ona seslendi:
Böyle dedikten sonra kalbi tekrar yerine koydu. Yardığı yer, bir anda kapanıverdi. Sonra da
Bu hadiseyi gördükten sonra Ümeyye'ye yaklaştım. Uyandırmak için onu elimle sarstım.
Uyanınca kendisine, "Bir şey hissediyor musun?" diye sordum. O da: "Hayır.. Sadece
vücudumda bir halsizlik hissediyorum." dedi. Ben, gördüğüm manzara karşısında
irkilmiştim. Bana: "Neyin var? Seni irkümiş görüyorum." dedi. Ben de olup bitenleri ona
anlattım. Bana şu cevabı verdi: "Bana, bir hayır ve iyilik ulaştırılmak istendi ama sonra o,
başka tarafa gönderildi." Böyle dedikten sonra şu şiiri okumaya başladı:
"Gamlarım, geceleyin yola koyuldular,
Gözlerimi yumdum ama boşaldı yaşlar.
Sahib olduğum yakinî bilgi gibi,
Konuşkan bir okuyucusu olan beratım yok.
Çepeçevre kor ateşle sarılıp yanan biri miyim?
Yoksa kadife koltuklu ve iyi kimselere,
Vaad edilen Cennet'e mi gireceğim ben?
Cennetle Cehennem, iyi ve kötü amel bir olmaz.
Bunlara giden yollar da aynı değildir.
Bunlar iki gruptur, bir grup Cennet'e gider.
Oradaki yeşillik ve bahçelerle sarmaş dolaş olur.
Diğer grup, Cehennem'e gider, orası ne kötü yerdir!
Bu kalpler sözleşdi, bîr hayra yönelince,
Engeller çıktı karşısına, dünya onları,
Cennet istemekten menedip bahtsız kıldı.
Allah kahretsin, o dünya hırsım
Kul, nefsini çağırıp kınadı, zira o,
Allah tarafından gözetlendiğini biliyordu.
Nefs, ne diye bu hayata rağbet ediyor?
Ne kadar yaşasa da ölüm, onu yakahyacaktır.
Genç yaşta ölmese bile, ihtiyarlıkta mutlaka Ölecektir.
Ecel şarabının kasesini insan, elbet yuduml ayacaktır!"
Bu şiiri okuduktan sonra Ümeyye, ailesinin yanına döndü. Çok geçmeden baktım ki
insanlar, baygın haldeki Ümeyye nin yanma gidiyorlar. Bana haber ulaşınca gittim, baktım
ki o, yere yatırılmış, üzeri de örtülü. Yanına vardığımda bir çığlık atıp gözlerim açtı,evinin
tavanına baktı, sesini yükselterek şöyle dedi: "Emrinize amadeyim. Buyurun. İşte
huzurunuzdayım. Ne malım var ki beni kurtarsın. Ne aşiretim var ki beni korusun." Sonra
tekrar bayıldı. Yine bir çığlık atınca, ben; "Adam öldü artık." dedim. Gözlerini açıp evinin
tavanına dikti; sesini yükselterek şöyle dedi:
"Emrinize amadeyim. Buyurun, işte huzurunuzdayım. Elimde bir beratım yok ki kendimi
savunayım. Aşiretim yok ki onlara dayanıp güçleneyim."
Sonra tekrar bayıldı. Bir çığlık atıp gözlerini açtı, evinin tavanına bakıp şöyle dedi:
"Emrinize amadeyim. Buyurun, işte huzurunuzdayım. Nimetlerle beslendim ama hep günah
işledim. Allahım! Eğer bağışlaya-caksan bütün günahlarımı bağışla. Hangi kul ki sana tapar,
Böyle dedikten sonra tekrar bayıldı. Yine bir çığlık atarak şöyle dedi:
"Hayat ne kadar uzasa da mutlaka, . Bir zaman gelir ki yok olup gider. Keşke hakikatler
bana göründüğü an, Bir dağ başında davar otlatsaydım ben."
Bu şiiri de okuduktan sonra kardeşim Ümeyye vefat etti. Rasûlullah (s.a.v.) bana dedi ki:
"Ey Faria! Senin kardeşinin durumu, Allah'ın kendisine ayetlerini verdiği, sonra da
kendisinden geri aldığı kimsenin durumu gibidir."
Hafız Ibn Asakir, Zührî'nin şöyle dediğini rivayet etti: Ümeyye b. Ebi's-Salt, şöyle bir beyit
"Bilesiniz ki bizden bir peygamber var, Evvelimizi ve ahirimizi bize haber veriyor."
Daha sonra da Bahreyn'e gitmiş, o orada iken Rasûlullah (s.a.v.)'a peygamberlik gelmişti
.Ümeyye, Bahreyn'de sekiz yıl kaldıktan sonra Taife geldi, oradaki halka: "Abdullah oğlu
Muhammed ne diyor?" diye sordu. Onlar da dediler ki: "Peygamber olduğunu iddia ediyor."
Bunun üzerine Ümeyye: "O beni tamamlayacaktır." deyip Mekke'ye gitti, Rasûlullah
(s.a.v.)'m huzuruna çıktı ve aralarında şöyle bir konuşma
- Ey Abdülmuttab'in oğlu (torunu), sen ne diyorsun?
- Allah'ın elçisi olduğumu ve O'ndan başka îlah bulunmadığını söylüyorum.
- Seninle biraz konuşmak istiyorum. Yarın için bana bir vakit ayır (bir randevu ver).
- Yalnız olarak mı yoksa birkaç arkadaşımla birlikte mi gelmemi istersin? Sen de yalnız
olarak mı, yoksa birkaç arkadaşınla birlikte mi gelmek istersin?
- Nasıl istersen, öyle olsun.
- O halde ben birkaç arkadaşımla birlikte sana gelirim. Senin yanında da arkadaşların
Ertesi gün Ümeyye, Kureyşli birkaç kişiyle birlikte, Rasûlullah (s.a.v.) da birkaç sahabeyle
birlikte gelip Ka'be'nin gölgesine oturdular. Önce Ümeyye söze başladı, seçili bir hitaptan
sonra şiir okudu. Şiiri tamamlayınca da: "Bana cevap ver, Ey Abdülmuttalib'in torunu!"
dedi. Rasûlullah (s.a.v.):
"Bismillâhirrahmânirrahîm. Yasın ve'1-Kur'âni'l-Hakîm" deyip söze başladı. Sözlerini
tamamlayınca da Ümeyye yerinden fırladı.Ayakla-rmı sürüyerek gitmeye başladı.
Kureyşliler peşine katılıp, "Şu işe ne diyorsun ey Ümeyye?" diye sordular. O da:
"Muhammed'in hak yolda olduğuna tanıklık ederim." dedi. Kureyşlilerin, "Sen ona uyuyor
musun?" diye sormaları üzerine, "O'nun durumuna bakıp düşündükten sonra kararımı
vereceğim." diye cevap verdi.
Bir süre sonra Şam'a gitti. Rasûlullah (s.a.v.) da Medine'ye geldi. Bedir savaşma katılan
müşriklerin bir kısmı öldürülünce Ümeyye Şam'dan geldi, Bedir savaşının yapıldığı yere
indi. Sonra Rasûlullah (s.a.v.)'m yanına gitmek üzere harekete geçti. Adamm biri ona sordu:
- Ey Ümeyye! Nereye gidiyorsun?
- Ona imân edecek ve bu işin anahtarlarını ona vereceğim.
- Bu kuyuya kimler gömüldü, biliyor musun? -Hayır...
- Orada dayının oğulları Utbe ile Şeybe b. Rebia ve anneleri Rebia binti Abdü'ş-Şems
Bu sözü duyan Ümeyye, devesinin kuyruğunu ve kulaklarını keserek gelip Bedir kuyusunun
yani başında durdu, sonra da şu mısralarla başlayan kasideyi okudu:
"Bedir'de neler vardı. Ölmüş beylerle Reislerden oluşan tepeler vardı!»
Sonra Mekke'ye, oradan da Taife döndü ve islamiyet'i terketti."
Zührî, Ümeyye'nin iki kuşla karşılaşması ve ölmesi hadisesini anlatırken, onun ölüm anında
söylediği şu şiirini okumuş:
"Hayat ne kadar uzasa da mutlaka,
Bir zaman gelir ki yok olup gider.
Keşke hakikatler bana göründüğü an,
Bir dağ başında davar otlatsaydım ben.
Ölümü her zaman göz önünde bulundur,
Zamanın musibetinden de kaçın.
îyi bil ki zamanın da musibeti vardır.
Arslanlar yabani sığırlara, çöldeki kızıl gözlü yavrulara,
Dağlardaki kartallara, geyiklere, deve kuşu yavrularına,
Ölüm, mutlaka tırnağını geçirip yakalar."
"Et-Ta'rîf vel-î'lam" adlı kitabında Süheylî, ilk defa "Ay Allahım, senin adınla" sözünü
kullananın Ümeyye b. Ebi's-Salt olduğunu söylemiş ve bununla ilgili olarak ta garip bir
Şöyle ki: Ümeyye, Kureyş kabilesinden bir toplulukla birlikte sefere çıkmıştı. Aralarında
Ümeyye'nin oğlu ve Ebu Süfyan'm babası Harb'da varmış. Bunlar yolda karşılarına çıkan bir
yılanı öldürmüşler. Akşam olunca cinlerden bir kadın, yanlarına gelerek onları, yılanı
öldürdüklerinden dolayı azarlamış, elindeki kırbaçla yere vurarak oradaki bütün develeri
ürkütmüş, develerin her biri bir tarafa kaçmış. Kalkıp develeri aramaya başlamışlar ve
neden sonra onları toparlayabilmişler. Bir araya gelip toplandıklarında tekrar cinlerden olan
o kadın, yanlarına gelerek elindeki kırbaçla yere vurmuş, develeri ürkütmüş, develerin her
biri bir tarafa kaçmış. Kalkıp develeri aramaya başlamışlar ve bu işten rahatsız olmuşlar.
Ümeyye'ye: "Bundan kurtuluşun bir çaresi var mı?" diye sormuşlar, o da "Bakalım hele,
belki buluruz." demiş. Sonra başlarına gelen belaya karşı kurtuluş çaresini soracakları birini
bulma umuduyla, bulundukları bölgede dolaşmaya başlamışlar. Nihayet uzaklarda bir ateşin
parlamakta olduğunu görmüş ve oraya yönelmişler. Oraya vardıklarında bir çadırın kapısı
önünde, son derece çirkin görünümlü, cılız bir ihtiyarın ateş yakmakta olduğunu görmüşler.
İhtiyar, cinler-denmiş. Selam vermişler. Durumlarını sormuş, onlar da anlatmışlar. O da
Ümeyye'ye şöyle bir tavsiyede bulunmuş: "Cinlerden olan o.kadın tekrar geldiğinde
"Allahım, senin adınla..." deyin, o kaçıp gider."
Bunlar toplanıp bir araya geldiklerinde kadın üçüncü kez tekrar gelir. Ümeyye, onun yüzüne
karşı: "Allahım, senin adınla..." deyince, kadın kaçıp gider. Ama daha sonra cinler, yılanın
öcünü almak için Ümeyye'nin oğlu Harb'e saldırıp öldürdüler.Arkadaşları d,a onu o evsiz,
kom-şusuz ve ıssız- yere gömdüler. Cinler bunun için şöyle dediler:
"Harb'in mezarı, ıssız bir yerdedir, Mezarının yakınında mezar yoktur."
Anlatıldığına göre Ümeyye, bazı zamanlarda hayvanların söylediklerini anlarmış. Bir
yolculuk esnasında bir kuşun yanına varır, ötüşlerini dinledikten sonra arkadaşlarına: "Bu
kuş, şunu söylüyor." dermiş. Arkadaşları da: "Bunun doğru söylediğini nereden bileceğiz?"
derlermiş. Yolculuk esnasında bir koyun sürüsüne rastlamışlar. Bir koyunun kuzusuyla
birlikte sürünün gerisinde kaldığını görmüşler. Koyun, kuzusunu sürüye katılmaya
zorlarcasma meliyormuş. Ümeyye, yanındaki arkadaşlarına: "Bunun yavrusuna ne dediğim
biliyor musunuz?" diye sormuş. Onlar da: "Hayır, bilmiyoruz." deyince, şöyle demiş:
"Kuzusuna diyor ki: "Çabuk sürüye katü da, geçen sene kardeşini yediği gibi bu senede seni
kurt yemesin!" Ümeyye'nin böyle demesi üzerine arkadaşları, koşarak çobanın yanma varıp
sormuşlar: "Geçen sene burada kurt, bu koyunun kuzusunu yedi mi?" Onların bu sorusuna
Çoban da, "Evet..." diye cevap vermiş ve onun sözlerini doğrulamıştı.
Yine bir defasında Ümeye yolda giderken, bir kadının bindiği devenin, başını yukarıya
"kadına" doğru kaldırarak böğürmekte olduğunu görmüş, arkadaşlarına: "Bu deve, kadına
diyor ki: "Sen benim sırtıma bindin, ama üzerimdeki mahfenin altında iğne var, sırtıma
batıyor!" demiş, kadını indirip mahfeyi çıkardıklarında bir iğnenin saplı olduğunu
İbnu's-Sekît'in anlattığına göre bir gün Ümeyye b. Ebi's-Salt, elinde bardakla içki içerken bir
karga ötmüş. Ümeyye de ona iki kez: "Toprak senin ağzına!.." demiş. Arkadaşları ona:
"Karga sana ne dedi?" diye sorunca o da: "Karga diyor ki: Elindeki şu bardakta bulunan
içkiyi içtikten hemen sonra Öleceksin!" demiş. Karga sonra yeniden ötmüş. Ümeyye demiş
ki: "Karga şöyle diyor: Bu sözlerimin doğruluğunun işareti şu olacak: Ben, şu çöplüğün
üzerine konup bir şeyler yiyeceğim. Bir kemik parçası boğazıma takılacak ve o yüzden
öleceğim." Böyle dedikten sonra karga o çöplüğe kondu. Bir şeyler yerken boğazına bir
Ümeyye: "Karganın, kendi hakkında söyledikleri doğru çıktı. Bakalım, benim hakkımda
söyledikleri doğru çıkacak mı, çıkmayacak mı?" dedikten sonra içkisini bitirdi ve düşüp
îbn Mehdi'nin sahih senedle, Ebu Hüreyre'den rivayet ettiğine göre Rasûlullah (s.a.v. ).§öyle
buyurmuştur: "Şairlerin söyledikleri sözlerin en doğrusu, Lebid'in şu sözüdür:
"Bilesiniz ki Allah'tan başka her şey boş ve asılsızdır.
Ümeyye b. Ebi's-Salt, Müslüman olmaya yaklaşmıştı."
İmam Ahmed b. Hanbel, Amr b. Şerid'den rivayet ederek onun şöyle dediğini söyler:
Rasûlullah (s.a.v.)'m yanında bulunuyordum. Bana: "Ümeyye b. Ebi's-Salt'ın şiirlerinden
bildiğin var mı?" diye sordu. Ben de: "Evet" deyince, "Öyleyse bana biraz oku." dedi.,Ona
bir beyit okudum. Okuduğum her beyitten sonra "Ee" diyordu. Böylece ona Ümeyye'nin
şiirlerinden yüz beyit okumuş oldum. Sonra o susunca, ben de kestim.
Yahya b. Muhammed b. Said, Sakiflilerin yeğeni Şerıd el-Hem-danî'nin şöyle dediğini
rivayet eder: Veda haccma, Rasûluilah (s.a.v.) ile beraber gittik. Yolda giderken bir gün
baktım ki bir deve gelip arkamda durdu. Dönüp baktığımda, devenin üzerinde Rasûlullah
- Seni deveme bindireyim mi?
Gerçi yorgun değildim ama teberrüken Rasûlullah'm yanma binmek istedim. Devesini
çöktürdü, beni devesine bindirdi. Bana: "Ümeyye b. Ebi's-Salt'm şiirlerinden ezberinde
olanlar var mıdır?" diye sordu. Ben: 'Evet..' deyince "O halde oku bakalım." dedi. Ben de
Ravi diyor ki: Zannedersem Şerid, yüz beyit okuduğunu söyledi. Sonra Rasûlullah (s.a.v.)
şöyle dedi: "Ümeyye b. Ebi's-Salt'm ilmi Allah katmdadır."
İbn Said, bu hadisin garib olduğunu söylemiş ve sözüne devamla şöyle demiş: Rasûlullah
(s.a.v.)'m Ümeyye hakkında söylemiş olduğu: «Şiiri iman etti. Ama kalbi inkar etti."
hadisine gelince, ben bunu bilmiyorum. Doğruyu Allah bilir.
İmam Ahmed b. Hanbeljbn Abbas'm şöyle dediğini rivayet eder: Rasûlullah (s.a.v.),
Ümeyye'nin şu şiirim doğrulamıştı:
"Sağ ayağının altında erkek ve sığırlar, Sol ayağının altında kartallar var. Aslan da kapana
tutulmuş haldedir. Her gece sonu güneş kızıl görünür. Rengi, gül gibi olur. Kırbaçlanmadan,
işkence görmeden, Rahatça üzerimize doğmak istemez."
Ümeyye'nin bu şiirini dinleyen Rasûlullah (s.a.v.) "Doğru söylemiş" dedi.[14]
Ebu Bekr el-Hüzelî,İbn Abbas'm şöyle dediğini rivayet eder: "Allah'ı bırakıpta bana tapan
bir milletin üzerine doğmam." diyen güneşi, 70.000 melek uyarıp kendisine "Doğ hadi doğ"
demedikçe doğmaz. Doğmaya yüz tutunca da, onu doğdurmamak için bir şeytan gelir, ama
güneş, iki boynuzu arasından doğarak onu yakar. Gurup vakti batmaya yüz tutunca da
Allah'a yönelip secde ederken bir şeytan gelip, secdesine engel olmak ister. Güneş, onun iki
boynuzu arasında batar ve onu yakar.
Ümeyye b. Ebi's-Salt'm Arşı taşıyan melekler hakkında söylediği şiirinin bir bölümü
"Rabb'ın Arş'mm ayaklarını tutup taşıyanlar var. Yaratılmışların Rabb'i olmasaydı, aciz kalıp
bönleşirlerdi. Arş, ayaklan üstünde duruyor, altında eziliyorlar. Aşırı korkudan dolayı
Rivayete göre Esmaî, Ümeyye'nin şöyle bir şiirini nakletmiştir:
"Allah'ı yüceltip tazim edin, O, tazime layıktır. Semadadır Rabbimiz, yüee Arş üzerindedir.
İnsanlar alttadır, gökte taht kurmuştur. Arş'ımn boyu uzundur, gözlerin açısı dışındadır.
Onun altında melekleri uzun boylu görülür."
Ümeyye b. Ebi's-Salt'm, Abdullah b. Cüd'an et-Teymî'yi öven bir şiiri de şöyledir:
"İhtiyacımı söyliyeyim mi, yoksa yeter mi bana?
Senin hayan, doğrusu, haya senin ahlakındır.
Sen hakkı, hukuku bilirsin, soylu ve edebilsin.
Yüce ve cömertsin, çok güzel huylusun.
Ne sabah, ne akşam, güzel huyunu değiştiremez.
Kışın köpekler soğuktan taşlaştığında bile,
Kerem ve cömertlikte rüzgarla yarışırsın.
Senin toprağın cömertlik toprağıdır.
Orayı Teym oğulları kurdu, seması da vardır.
O kadar utangaçsın ki biri seni övse bile,
Sana saldırmış gibi rahatsız olursun."
Abdullah b. Cüd'an, tanınmış cömertlerden ve kerem sahiplerinden biri olup bir çok kimse
tarafından övülmüştü. Çok yüksek ve büyük bir yemek tabağı vardı. İçini yemekle
doldurdu. Öyleki, deve üzerinde bulunan bir süvari bile elini uzatıp o tabaktaki yemekten
yiyebiliyordu. Unu, bal ve yağla yoğurup pişirir ve o tabaklarda halka ikram ederdi. Köle
azat eder, felaket ve musibete uğrayanlara yardım ederdi. Bu cömertliğinin kendisine fayda
verip vermeyeceğim soranlara Hz. Aişe şu cevabı vermiş: "O, hiçbir gün 'Ey Rabbim!
Kıyamet gününde benim günahımı bağışla.'demedi."
Ümeyye b. Ebi's-Salt'm güzel şiirlerinden biri de şudur:
"Kumaların buhur ağacı isteyişi gibi,
İsterken ayaklarını yere vurmazlar.
Aksine yüzleri aydmlanıverir.
İsterken yüzleri, en güzel renklere bürünür.
Yoksullar, yüklerinin ortasında durur.
At seyisleri ve köle efendileri gibi onları kovarlar.
Bir felaket karşısında yardıma çağırırsan,
O kadar çok atla gelirler ki güneş ışığını perdelerler."
Böylece Ümeyyeb. Ebi's-Salt'm tercüme-i hah (biyografisi) burada sona erdi. [15]
Bahira, on iki yaşında iken amcası Ebu Talib ile birlikte Mekke'den Şam'a ticaret kafilesiyle
giden Hz. Muhammed (s.a.v.) de peygamberlik alametlerini keşfetmiş olan bir rahiptir. Bir
bulutun sürekli olarak onu ( Muhammed'i) gölgelediğini görmüş, bir ziyafet tertipleyerek
İbn Asakir'in anlattığına göre Bahira, Busra'ya altı millik mesafede bulunan Kefr
kasabasında yaşarmış. Deyr-i Bahîra denen yer de orasıdır.
Başka bir rivayete göre Bahira, Belka'da, Zira denen yerin arkasında "Menfaa" denen bir
köyde yaşarmış. Doğrusunu Allah bilir. [16]
'Hevatifü'1-Cann' adlı eserinde Hafız Ebu Bekr Muhammed b. Cafer b. Sehl el-Haraitî,
Ubade b. Samit'in şöyle dediğini rivayet etmiştir: îyad heyeti Rasûlullah (s.a.v.)'a geldiğinde
- Ey iyad topluluğu! Kuss b. Saide ne yapıyor?
- Bir gün onu, Ukaz panayırında kızıl renkli bir deve üzerinde gördüm. Parlak ve güzel
sözler söylüyordu. Ama o sözleri hatırlayamıyorum şimdi.
- (Topluluğun arka saflarında bulunan bir bedevi kalkarak konuştu:) Onun o gün söylediği
sözleri ben hatırlıyorum ya Rasûlallah.
Adamın böyle demesi üzerine Rasûlullah (s.a.v.) sevindi. O adam dedi ki: Ya Rasûlallah,
Kuss o gün şöyle bir konuşma yapmıştı: "Ey insanlar! Gelin, dinleyin. Biliniz ki gidenler
gitmiştir. Gelecek olanlar da mutlaka gelecektir. Gece, karanlıktır.Gökte burçlar vardır.
Deniz, fırtınalı ve gürültülüdür. Yıldızlar, ışık saçar. Dağlar, yere kuvvet verir. Nehirler akıp
gider. Gökte haber, yerde de ibret vardır. Bakıyorum ki insanlar gidiyorlar, ama geri
dönmüyorlar. Orada ikamete razı oldular da mı ikamet ettiler, yoksa kendi hallerine
bırakıldılar da uykuya mı daldılar? Kuss, içinde şüphe bulunmayan bir yeminle Allah'a
yemin ediyor ki, Allah'ın bir dini vardır. Ve onu, sizin bu dininizden daha çok beğenir.
"İlk giden nesillerde bizim için ibretler var.
Ölüme giden yolları gördüm, ama,
Ölümden dönüş yolunu görmedim asla.
Halkımın irili ufaklı hep ölüme gittiğim gördüm,
Ölüme giden, geçip gider, sana gelmez.
Öte tarafta kalan da sana asla dönmez.
Ben, şunu kesin olarak anladım ki, .
Halkımın gittiği yere, ben de gideceğim."
Taberanî, bu olayı, "el-Mucemü'1-Kebir" adlı eserinde başka bir şekilde rivayet ederek İbn
Abbas'ın şöyle dediğini anlatır: "Abdülkâys heyeti, Hz. Peygamberin yanma geldi. Hz.
Peygamber, onlara: "Hanginiz Kuss b. Saide el-İyadî'yi tanır?" diye sordu. Onlar da,
"Hepimiz onu tanırız ya Rasûlallah." dediler. "O ne yapıyor?" diye sorunca, "Kızıl renkli bir
deve üzerinde Ukaz panayırında gördüm onu. İnsanlara hitapta bulunarak şöyle diyordu:
"Ey insanlar! Toplanın, kulak verin ve dinleyin. Yaşayan ölür. Ölen gider. Her gelecek olan
da gelir. Gökte haber, yerde de ibretler var. Yeryüzü bir döşek gibi serilmiş, gökyüzü de bir
tavan gibi yükseltilmiştir. Yıldızlar, titreşip parlar. Denizlerin suyu tükenmez. Kuss, doğru
olarak yemin eder ki, eğer işte rıza varsa, sonu kızgınlık olacaktır. Şüphesiz Allah'ın bir dini
vardır ki o din, sizin bu dininize nisbetle O'nun daha çok hoşuna gider. Görüyorum ki,
insanlar gidiyorlar, ama geri dönmüyorlar. Orada ikamete razı oldular da yerleştiler mi,
yoksa kendi hallerine bırakıldılar da uykuya mı daldılar?"
Kuss'un bu hitabesini naklettikten sonra Hz. Peygamber: "Aranızda Kuss'un şiirlerini bize
aktaracak kimse var mı?" diye sorduğunda, orada bulunanlardan biri, onun şu şiirini
"İlk giden nesillerde bizim için ibretler var, Ölüme giden yolları gördüm, ama asla,
Ölümden dönüş yolunu görmedim. Halkımın irili ufaklı hep ölüme gittiğini gördüm. Ölüme
giden geçip gider, sana gelmez.
Öte tarafta kalan da sana asla dönmez. Şunu ben kesin olarak anladım ki, Halkımın gittiği
Muhammed b. îshak, Hasan-ı Basrî'nin oğlu Hasanın şöyle dediğini rivayet eder: Carud b.
Mualla b. Haneş b. Mualla el-Abdî, Hristiyandı. Kitapları güzel tefsir edip yorumlamayı
biliyordu. İranlıların yaşantı ve sözleri hakkında bilgi sahibi idi. Tıp ve felsefe alanında
derin bilgisi olan, edep ve dehası açıkça görülen, güzelliği eksiksiz, mal ve servet sahibi bir
kimse idi. Yaşlı, görgülü, iyi konuşan, beyan, hüccet ve burhan sahibi Abdülkâys heyetiyle
birlikte Hz. Peygamberin yanma gelmişti. Huzuru saadete vardığında önünde durup eliyle
ona işarette bulunmuş ve şu şiiri okumaya başlamıştı:
"Ey hidayet peygamberi, sana gelen adamlar,
Sahralarla serapları katedip geldiler.
Sana gelmek için düzlükleri aşk ile katettîler.
Senin yolunda sayılamayacak güçlükler çektiler,
Bakmaya kıyamadığın yağız atları,
Develerimiz süratlendir dikçe süratlendirdi.
Ağzı gemli, serkeş ve yıldız gibi parıldayan,
Parlak atlar, kat ettiler bu mesafeyi.
Kalplere korku salan bu büyük ve korkunç,
Günün şiddetini defetmek isterler.
Bunlar insan topluluklarını artırırlar.
Sapıklıkta devam edenlerden koparlar.
Allah'tan gelen ve elde edilmesi istenen,
Bir nur, burhan ve nimete yönelirler.
Ey Amine'nin oğlu! Allah, hayrı sana tahsis etti.
Hayır yağmurları sağanak halinde üzerine yağar.
Ey Allah'ın hücceti, geride kalan şaşkınlar gibi olma,
O hayırdaki payını fazlasıyla al."
Bu şiiri okuduktan sonra Hz. Peygamber, onu yanma alıp oturttu. Ona: "Ey Carud! Sen ve
kavmin, belirlenen zamanı kaçırdınız." dedi. Carud ise şöyle karşılık verdi: "Anam babam
sana feda olsun. Senden geri kalan, payını kaçırmış olur ki bu da çok büyük bir zarar ve
şiddetli bir cezadır. Ben, seni görüp işitip te senden başkasına uyan kimselerden değilim. Şu
anda bildiğin gibi, ben bir dine mensubum. O dini bırakıp senin dinine girmek için sana
geldim. Benim bu davranışım, zararımı, suç ve günahımı silip, Rabbimi benden razı kılmaz
mı?" Hz. Peygamber, ona: "İşte ben, sana bunu garanti ederim. Şimdi sen samimi olarak
Allah'ın birliğine iman et. Hristiyanlıktan da vazgeç." dedi. Carud: "Anam babam sana feda
olsun, elini uzat. Ben, Allah'tan başka ilah bulunmadığına, bir ve ortaksız olduğuna şahadet
ediyorum. Senin de O'nun kulu ve elçisi Muhammed olduğuna şahadet ediyorum." dedi.
Kendisi ile birlikte beraberindeki kavmi de Müslüman oldu. Müslüman olmalarından dolayı
Hz. Peygamber sevindi.Onları memnun edip sevindirecek kadar ikramlarda bulundu. Sonra
da onlara yönelerek şöyle sordu: "Aranızda Kuss b. Saide el-İyadî'yi tanıyan var mı?" diye
sordu. Carud şöyle cevap verdi: "Anam babam sana feda olsun. Onu, hepimiz tanırız.
Bunlar arasında onun durumunu ve haberini en iyi bilen benim. Ya Resûlallah, Kuss, Arap
boylarından biridir. Varlığını 600 sene sürdürmüştür. Sonra bir kısmı çöllerde, bir kısmı
dağlarda olmak üzere ondan beş batın türemiştir. Mesih gibi gökleri teşbihle çmlatırdı.
Hiçbir yerde durmaz, hiçbir evde karar kılmaz, hiçbir komşu da -belli bir süre ikamet
etmediği için- ondan yararlanamazdı. Kıldan dokunmuş elbise giyer ve kilim üzerine
otururdu. İbadetten, zahidlikten kopmazdı. Seyahatlerinde deve kuşu yumurtası içer, yırtıcı
hayvanlarla arkadaşlık eder, karanlıklara gizlenir, görüp ibret alır, düşünüp tecrübe ederdi.
Bu özelliklerinden dolayı ata sözlerine konu oldu. Musibetlerden kurtulmak için insanlar,
onun yüzü hürmetine Allah'tan dilekte bulunurlardı. Havarilerin başı Simon'un mertebesine
ulaştı. Kendini dindarlık ve tevhide veren ilk Arap odur. Allah'ın varlığını gönülden ikrar
edip ibadetim" ifa etmiş, ölüm sonrası diriliş ve hesaba yakinen inanmış, insanları, akibetlerini
ve ahiretlerini berbad etmekten sakındırmış, vakit kaybetmeden salih amel
işlemelerini tavsiye etmiş, ölümün mutlaka geleceğini hatırlatmış, ilâhî yazgıya (kadere)
tasada ve kıvançta teslim olmuş, mezarları ziyaret edip ahiret hayatım hatırlamış, şiirler
inşat etmiş, kader üzerinde düşünmüş, semadan ve mahlukatm üremesinden haber vermiş,
yıldızları anlatıp suyu keşfetmiş, denizlerin evsannı anlatıp eserleri bilmiş, süvari olarak
hitapta bulunmuş, sürekli va'z etmiş, öfke ve gazaptan sakındırmış, mektuplar gönderip
korkulu her şeyi anlatmış, hitabelerinde sert ifadeler kullanmış, yazılarını açıklayıcı bir
üslûpla yazmış, zamanın musibetlerinden korkutmuş, yükten ve ağırlıktan sakındırmış, işin
önemini bildirmiş, küfürden uzaklaştınnış, hanif dinine meyledip başkalarını da o dine
girmeye teşvik etmiş, insanları lâhutî aleme ve dindarlığa davet etmişti. Günün birinde Ukaz
panayırında şöyle bir konuşma yapmıştı:
"Doğu, batı., öksüzlük, topluluk.. Savaş, barış., yaş, kuru.. Tatlı, tuzlu.. Güneşler, aylar,
rüzgarlar, yağmurlar.. Gece, gündüz.. Dişiler, erkekler.. Karalar, denizler.. Taneler, bitkiler..
Babalar, analar.. Topluluklar, dağınıklıklar.. Peşpeşe gelen alametler.. Nur (Işık), karanlık..
Varlık, yokluk.. Rab ve putlar.. Halk saptı.. Üreyip doğan.. Diri gömülüp yok olan.. Terbiye,
biçilip gitmiş.. Zengin ve yoksul.. İyi ve kötü.. Gafiller helak olsun.. İşçi, işini iyi yapsın..
Emel sahibi, emel peşine düşmesin.. Hayır, Allah birdir. Doğmamış ve doğurulmamıştır. İlk
yaratan da, son yaratan da, öldüren de, sonra dirilten de odur. Erkeği ve dişiyi yaratan O'dur.
Dünya ve ahiretin Rabbi O'dur.
Şimdi ey İyad halkı! Nerede Ad ve Semud kavmi? Nerede babalar ve dedeler? Nerede
hastalar ve yaşlılar? Hepsinin varacakları bir son vardı. Kuss, kulların Rabbine, yeri bir
döşek gibi döşeyen'e yemin eder ki, sûra üflendiği, halkın çağrıştığı, yerin aydınlandığı,
öğütçünün öğüt verdiği, rahmetten ümit kesenin kenara itildiği, hakkı düşünenin gerçeği
gördüğü günde hepinizin birer birer haşr olunacağına yemin eder. Meşhur gerçekten, parlak
nurdan, en büyük hedeften sapan kimseye; kudret sahibi Allah'ın hüküm verdiği, uyarıcı
Muhammed (s.a.v.)'in hazar bulunduğu, yardımcının bulunmadığı, adalet terazisinin
kurulduğu, kusurların ortaya döküldüğü, bir grup insanın Cennete, bir grubun da çılgın
alevli ateşe gittiği günde yazıklar olsun!,."
Kuss b. Saide, bir şiirinde de şöyle demiştir:
"Aşırı tutkusuyla gönül andı onu.
Arasında gündüz olan geceleri yad etti.
Bulutlardan boşalan sağanak yağmur,
Damlaları arasında ateş vardı.
Ateş ışığı gözleri kamaştırıyordu.
Şimşek parıltısı, gözler önünde uçuyordu.
Sağlam köşklerde hayırlar vardı.
Diğerleri ise, ıssız ve bomboştu.
Yeri durduran, yüce dağlardır.
Denizlerin suları ise engindir.
Yıldızlar, gece karanlığında parlar,
Bunların döndüğünü her gün görürüz.
Sonra güneşi, gecenin ayı kışkırtır.
Hepsi birbirini hızla takib eder.
Büyük, küçük karışık olan her şey,
Gün gelir toprağa girer, mezar olur.
Şaşmayan kalblerin tahminleri bile,
Bir çok şeyi kavrayamaz, aciz kalır.
Doğruyu görüp ibret alan kimseler için,
Benim bu söylediklerim, Allah'a giden yolu gösterir."
Rasûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: "Her ne kadar başka şeyleri unutsam da Kussun, Ukaz
panayırında kızıl bir deve üzerinde insanlara hitapta bulunurken söylediği şu sözleri
unutmam: "Toplanın, dinleyin. Dinleyince de anlayın. Anlayınca da faydalanın. Söyleyin.
Söyleyince de doğru söyleyin. Yaşayan ölür. Ölen gider. Her gelecek olan gelir. Yağmur,
bitki, diriler ve ölüler. Gece karanlıktır, göklerde burçlar vardır. Yıldızlar ışık saçar, Denizler
dolup taşar. Işık ve karanlıklar, gece ve gündüzler, iyilik ve kötülükler. Gökte haber, yerde
de ibret var. Kalb gözü açık olanlar, bundan hayret ederler. Yer, döşek'gibi serilmiş. Gök de
tavan gibi yükselmiştir. Yıldızlar batar ama denizler batmaz. Ölümler yakındır. Zaman
hıyanet eder, neşter ucu gibi keskin, adalet terazisi gibi hassastır. Kuss, içine asla yemin ve
günah katmaksızın yemin eder ki, eğer bu işte bir hoşnutluk varsa, ileride kızgınlık
Ey insanlar! Allah'ın öyle bir dini var ki, onun nazarında o din, şu anda içinde bulunduğunuz
dinden çok daha makbul ve sevimlidir. Ve o dinin zamanı da gelmiştir. Neler oluyor?
Görüyorum ki bazı insanlar gidiyor, ama geri dönmüyorlar. Orada kalmaktan razı oldular da
onun için mi oraya yerleştiler? Yoksa orada kendi hallerine bırakıldılar da uyudular mı?"
Böyle dedikten sonra Hz. Peygamber, ashabından bazısına dönüp: "Kuss'un şiirlerini bize
okuyacak var mı?" diye sordu. Orada bulunan Hz.Ebu Bekir, şöyle dedi: "Anam babam sana
feda olsun ya Rasûlallah.. Ukaz panayırı kurulduğu gün, onun şöyle dediğini duydum:
"İlk giden nesillerde, bizim için ibretler var. Ölüme giden yolları gördüm,ama, Ölümden
dönüş yolunu görmedim asla. Halkımın irili ufaklı hep ölüme gittiğini gördüm. Ölüme giden
geçip gider, sana gelmez. Öte tarafta kalan da sana asla dönmez. Şunu ben kesin olarak
anladım ki, Halkımın gittiği yere, ben de gideceğim."
Abdülkays heyetinde bulunan iri başlı, uzun boylu, omuzlarının arası geniş bir adam kalkıp
şöyle dedi: "Anam babam sana feda olsun ya Rasûlallah. Ben de Kuss'ta tuhaf ve hayret
verici bir hal gördüm." Rasûlullah (s.a.v.): "Ne gördün ey Abdülkaysli kardeş?" diye sordu.
Adam şöyle cevap verdi: Gençliğimde bir yolculuğa çıkmıştım. Kafilem-deki develerden
dördü kaçıp gitti. Taşlıklı, dikenli, otlu, gelincikli erak ağacı bulunan, deve kuşlarının
dolaştığı bir çöle dalıp gittiler. Peşlerine düştüm. Nihayet bir tepeye vardım. Tepenin
yamacında taze erak mey-veleriyle dopdolu, dalları yere uzanmış bir ağaç gördüm. Ağacm
altında bir de baktım ki Kuss b. Saide duruyor. Elinde bir kırbaç var. Yanma yaklaştım,
"Hayırlı sabahlar" dedim. O da: "Sabahın hayır olsun" diye karşılık verdi. Kuss'un
yanındaki pınara bir çok yırtıcı hayvan su içmeye geliyordu.Hayvanlar sıraya uymayıp biri,
kalkışacak oldu mu, Kuss, elindeki kırbaçla hemen ona vuruyor ve sıraya uymasını
sağlıyordu. Vururken de: "Azıcık sabret bakalım, arkadaşın suyunu içinceye dek bekle."
diyordu. Ben, bu manzaradan çok ürk-tüm. Bana, "Korkma" dedi. Bir de ne göreyim: Orada
iki mezar ve aralarında da bir mescid. "Bu iki mezar da ne?" diye sordum. Bu mezarda yatanlar
kardeştiler. Her ikisi de burada yüce Allah'a ibadet ederdi. Ben de ölüp aralarına
katılıncaya dek, mezarları arasında, burada Allah'a ibadet edeceğim, diye cevap verdi.
Kendisine: "Kendi kavminin yanma varıp hayırlı işlerinde onlarla beraber olsan, kötü
işlerinde de onlara muhalefet etsen, böylece onları sakındırsan iyi olmaz mı?" diye teklifte
bulundum. Bana şu cevabı verdi: "Anası ölesice.. Bilmez misin ki Hz.İsma-il'in soyu,
babalarının dinini bırakıp başka ve ters olan şeylere uymuş, Allah'a koştukları ortakları
yüceltip ululamışiardır?" Böyle dedikten sonra o iki mezara dönüp şu şiiri okumaya başladı:
"Dostlarım uyanın, uyuduğunuz çok oldu artık.
Emek ve gayretiniz kiranızı karşılamıyor mu yoksa?
Çoktandır uyuduğunuz için midir ki sizi çağırana,
Cevap vermiyorsunuz, sizi çağıran ve seslenen,
Sizin tarlanızı sulayan kimse gibidir.
Bilmez misiniz ki Necran'dan yalnız ben geldim.
Benim, sizden başka da dostum yoktur.
Mezarınız başında duruyorum ve ben,
Buradan asla ayrılacak da değilim,
Geceler döndükçe, ya da sesinizi alıncaya dek...
Hayat boyu yüreğini dağladığınız için mi,
Size tutkun olan kişi, hep üzerinize ağlar.
Şayet bir kimse bir başkasına feda olsaydı,
Kendimi harcayıp size feda ederdim canımı!
Ölüm ve siz, ikiniz, sanki benim ruhum için.
En yakın hedefsiniz, mezarınıza gelmek istiyor."
Bu şiiri dinledikten sonra Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Allah, Kuss'a rahmet eylesin.
Ama kıyamet gününde o, tek bir ümmet olarak diriltil(ip haşredil)ecektir."
Beyhakî ile İbn Asakir de bu hadisi başka bir senedle Abdullah b. Abbas'tan rivayet ederler.
Buna göre Carud b. Abdullah, Medine'ce Hz. Peygamber'in yanına gelerek yukarıdaki
rivayette geçen sözlerin aynısını veya nazmına, nesrine bir çok ilaveler yaparak uzun
uzadıya anlatır. Anlattığı şeyler arasında, devesini kaybedip peşine düşen ve arayan adamın
şu sözleri de vardı: Bir vadide geceledim. Orada ölebilirdim, güvensizlik içindeydim.
Kılıcımdan başka dayanıp güveneceğim bir şey yoktu. Yıldızları gözetliyor ve karanlığa göz
ucuyla bakıyordum. Gece sona erip tan yeri ağarmaya başlayınca, görünmez yerden bir ses
geldi. Sesin sahibi şöyle diyordu:
"Ey sıcak geceye sığınıp yatan, Allah, Harem'de bir peygamber gönderdi. Haşimî'dir,
vefalıdır, cömerttir. Karanlıkları ve müphemlikleri açıcıdır."
Sağa sola baktım, fakat hiç kimseyi göremedim ve hiçbir yerden ses gelmiyordu. Bu defa da
ben, o sesin sahibine cevaben şöyle dedim:
"Ey gece karanlığında seslenen, Hoşgeldin, safa geldin. Çünkü bana ilham verdin, Hoş ve
güzel söyledin, açıkla, Allah seni hidayete erdirsin. Davet ettiğin şey, ganimet gibidir.
Kıymetlidir, elde edilmesi istenir."
Ben, bu şiirimi tamamladıktan sonra yine o sesi duymaya başladım, şöyle diyordu: "Nur
çıktı. Yalan batıl oldu. Allah, taçlı, miğferli, keman kaşlı, ela gözlü Muhammedi, asil ve sert
bir millete peygamber olarak gönderdi. Onun kızıl renkli devesi vardır. Allah'tan başka ilah
bulunmadığına şahadet eder. Ovalık ve dağlık yerlerde yaşayan, siyah, beyaz herkese,
peygamberdir o." Böyle dedikten sonra şu şiiri okumaya başladı:
"Mahrukatı boş yere yaratmayan Allah'a hamdolsun. İsa'dan sonra bizi bir gün dahi başıboş
bırakmadı. Râsûllerin en hayırlısı Ahmed'i bize gönderdi. Kafileler hacca gittiği sürece
Bu rivayette, Kuss b. Saide'nin şu şiiri de yer almaktadır:
"Ey Ölümü ve mezardaki ölümü haber veren! Üzerlerindeki elbise kalıntılarında delikler
var. Onları kendi hallerine bırak, bir gün onlara seslenilir. Uykudan uyandıklarında akılları
başlarına gelir. Ölüm sonrasında, eskisi gibi yeniden yaratılırlar. Kimi çıplak, kimi giyiniktir
onların, Kiminin elbisesi yeni, kimininki de eskidir."
Bu hadisin başka bir varyantına göre İbn Abbas, bu olayı anlatıp mezkur şiiri okumuş ve:
"Onun mezarının yanında, şu şiirin yazılı olduğunu görmüşler:
"Ey Ölümü ve mezardaki ölüleri haber veren!
Üzerlerindeki elbise kalıntılarında delikler var.
Onları kendi hallerine bırak, bir gün onlara seslenilir.
Baygın kimse gibi uykudan uyandırılırlar.
O ölülerin kimi çıplak, kimi giyiniktir.
Kiminin elbisesi yeni, kimininki eski ve soluktur."
Rasûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: "Beni hak ile gönderen (Allah)1 a yemin ederim ki Kuss,
ölüm sonrası dirilişe iman etmiştir."
Beyhakî, Enes b. Malikin şöyle dediğini rivayet eder: İyad heyeti, Hz. Peygamberin yanına
geldi. Rasûlullah, onlara: «Kuss b. Saide ne yapıyor?" diye sordu. Onlar da 'Vefat etti!'
dediler. Hz. Peygamber: "Onun bir konuşmasını dinlemiştim, ama şimdi o sözleri
hatırlayamıyorum." dedi. Orada bulunanların bazısı: "Biz hatırlıyoruz ey Allah'ın elçisi!"
deyince, Hz. Peygamber: "Hadi öyleyse söyleyin bakalım." dedi. Heyetin sözcüsü
konuşmaya başladı: Kuss, bir gün Ukaz panayırında şöyle bir hitabede bulunmuştu:
"Ey insanlar! Kulak verin,dinleyin ve düşünün. Her yaşayan ölür. Her Ölen gider. Her
gelecek olan da gelir. Gece, karanlıktır. Gökte burçlar vardır. Yıldızlar, parlar. Denizler,
dolup taşar. Dağlar, yerleri çiviler. Nehirler, akar. Şüphesiz gökte haber, yerde de ibretler
vardır. Görüyorum ki insanlar ölüp gidiyor, bir daha geri gelmiyorlar. Orada ikamete razı
olup temelli yerleştiler mi, yoksa kendi hallerine bırakıldılar da uydular mı? Kuss, içinde hiç
günah bulunmayan bir yeminle Allah'a yemin eder ki, Allah'ın bir dini vardır. Ve o dini,
sizin bu dininize göre kendisine daha çok sevimli ve makbuldür." Böyle dedikten sonra
Kuss, şu şiiri okumaya başladı:
"İlk giden nesillerde, bizim için ibretler var. Ölüme giden yolları gördüm, ama, Ölümden
dönüş yolunu görmedim asla, Halkımın irili ufaklı hep ölüme gittiğini gördüm. Ölüme giden
geçip gider, sana gelmez. Öte tarafta kalan da sana asla dönmez. Şunu ben, kesin olarak
anladım ki Halkımın gittiği yere, ben de gideceğim." [17]
[1] Eşmezeyn: Medine ile Hayber arasında bulunan iki dağ veya iki kabile adı.
[2] Haly: Yemen'rîe deniz kıyısında bulunan bir şehir. Süheylî, onun bir bitki olduğunu söyler.
[3] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 2/333-338.
[4] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 2/339-341.
[5] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 2/341.
[6] Bu, doğrulanamayacak büyük bir masaldan ibarettir.
[7] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 2/342-344.
[8] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 2/344-351.
[9] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 2/351-353.
[10] Müsned-i Ahmed b. Hanbel, Hadis no: 7127.
[11] Tudiha ve Makra, birer yer ismidir.
[12] Uyunul Ahbar, 1,143, el-Eğanî, VII, 123.
[13] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 2/353-356.
[14] Ahmed b. Hanbeî, Müsned, Hadis no. 2314.
[15] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 2/356-371.
[16] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 2/371.
[17] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 2/371-379.
|