27 Nisan 2015

VEN-NİHAYE 15 NCI BÖLÜM Ahmet İbn Kesîr


VEN-NİHAYE 15 NCI BÖLÜM 
Hükümdarlığın Yemen'de Himyerlllerden Habeşlilerîn Eline Geçmesi
 Ahmet İbn Kesîr
Hükümdarlığın, Yemen'den ve Himyerlilerin elinden çıkacağını meşhur kahinlerden Şıkk ile
Satih daha önceden bildirmişlerdi. Zür'a Zi Nüvas'm saldırısı neticesinde sadece bir kişi
kurtulmuştu. O da Devs Zu Saleban adlı biri olup atı üzerinde kum çöllerine saparak
hayatım kurtarmış ve Bizans imparatoruna giderek Zür'a Zi Nüvas'a ve ordusuna karşı
kendisine yardım etme sini istemişti. Hristiyan Necranlıların başlarına gelen felaketi ona
anlatmıştı. Çünkü imparator da Hristiyandı. İmparator, Devs Zu Saleban adındaki bu adama:
"Memleketiniz bize çok uzaktır. Size yardam edemem. Ancak sana yardım etmesi için
Habeş kralına yazacağım. O da Hristiyandır. Hem ülkene de yakındır." dedi. Devs'e yardım
etmesini ve Zür'a Zi Nüvas'tan intikamını almasını ifade eden bir emirname yazdı.
İmparatorun emirnamesini (mektubunu) alan Devs, Habeş kralının yanma gitti. Kral Necaşî,
onun yanma 70.000 kişilik bir ordu kattı.
Ordunun komutanlığına Eryat adlı birini tayin etti. Eryat'ın beraberinde Ebrehe de vardı.
Eryat, askerleri gemilere bindirerek Yemen'e doğru hareket etti. Beraberinde Devs de olduğu
halde Yemen kıyılarına yanaştı. Eryat karaya çıkınca, Zür'a Zi Nüvas, Himyerliler ve kendi
itaatine aldığı Yemen kabileleriyle savaştı. Adamları hezimete uğrayınca Zür'a Zi Nüvas,
atım denize doğru çevirdi, kırbaçladı. Sonra da sulara gömüldü. Eryat ta Yemen'e girerek
oraya hakim oldu. [1]
Ebrehe'nîn Eryat'la Anlaşamaması, Onunla Savaşması Ve Öldürüp Yerine
Geçmesi
İbn îshak'm anlattığına göre Eryat, Yemen'de birkaç sene hüküm sürdükten sonra Ebrehe ile
anlaşmazlığa düştü. Habeşlilerin bir kısmı ondan yana, bir kısmı da Ebrehe'den yana
oldular. İki taraf savaşmak üzere karşı karşıya geldiler. Birbirlerine yaklaştıklarında Ebrehe,
Er-yat'a haber göndererek, "Habeşlileri birbirine kırdırma. İstersen ikimiz birbirimizle teke
tek vuruşalım. Hangimiz hayatta kalırsak, o yalnız başına orduya komutan olur." dedi. Eryat
ta, verdiği cevapta: "Doğru karar verdin." dedi.
Hristiyan dinine bağlı dindar ve tıknaz bir insan olan Ebrehe meydana çıktı. Boylu boslu,
yakışıklı bir adam olan Eryat ta elde mızrak ona karşı çıktı. Ebrehe'nin arkasında, gerisini
kollayan, Atvede adlı bir genç vardı. Eryat, mızrağını Ebrehe'nin tam tepesine yönelterek
attı, ama mızrak, Ebrehe'nin alnına isabet ederek kaşını, gözünü, burnunu dudağını yardı.
Bu yüzden Ebrehe'ye yarık dudaklı manasına gelen Ebrehetül-Eşrem denmiştir. Ebrehe'nin
gerisinde duran Atvede de Eryat'ın üstüne atılarak onu öldürdü. Askerleri, Ebrehe'nin
ordusuna katıldılar. Yemen'de Habeşliler, ona karşı cephe oluşturdular. Bunun üzerine o da
Eryat'ın diyetini (kan bedelini) ödedi.
Eryat ile Ebrehe'yi Yemen'e görevli olarak göndermiş olan Habeş Kralı Necaşî, olanları
duyunca Ebrehe'ye çok öfkelendi ve: "Buyruğum olmaksızın emîrime saldırıp onu öldürdü."
dedi; sonra da Ebrehe'nin ülkesini ayakları altında çiğneyeceğine ve onun perçemini
keseceğine yemin etti.
Kralın öfkelendiğini ve yemin ettiğini duyan Ebrehe, saçını tıraş ederek bir miktar Yemen
toprağını da bir kesenin içine koyarak Kral Necaşi'ye gönderdi, sonra da ona şu mealde bir
mektup yazdı: "Ey hükümdar! Eryat, senin bir kulundu. Ben de senin bir kulunum. Senin
emrinde ihtilaf ettik. Ama hepimiz sana itaatten ayrılmadık. Şu kadar var ki, Habeşlileri
idare etmekte ben daha güçlüyüm, siyaseti ondan daha iyi bilirim. Hükümdarımın yemin
ettiğini duyunca saçımın tümünü traş ettim. Hakimiyetim deki yerlerin toprağından bir avuç
alıp bir keseye doldurup gönderdim ki hükümdarım, yeminini yerme getirmek için o
Lnraklan ayağının altına alıp çiğnesin..."
Bu mektup kendisine ulaştığında Kral Necaşı, Ebrehe den memnun oldu- ikinci bir emre
kadar Yemen'i idareye devam etmesini söyledi. Ebrehe de Yemen'de kalıp orayı idare
etmeye devam etti. [2]
Ebrehe'nin Ka'be'yi Yıkmak İçin Fillerle Mekke'ye Saldırması
Bu hadiseden bahseden sure-i celilede yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Rabbinin fil sahiplerine ne yaptığını görmedin mi? O, bunların düzenlerini boşa çıkarmadı
mı? O, bunların üzerine sürülerle kuşlar gönderdi ki, onların üzerine pişkin tuğladan taşlar
atıyorlardı. Nihayet onları, yenik ekin yaprağı gibi yapıverdi." (el-Fîl, 1-5.)
İlk defa filleri ehlileştiren şahsın, hükümdar Dahhak'ı öldüren Feridun b. Esfîyan olduğu
söylenir. Taberî de böyle demiştir. At üzerine eğer koyan ilk şahıs ta odur. Ama atı
evcilleştirip sırtına binen ilk şahıs, Dünya hükümdarlarının üçüncüsü Fitahmoris'dir. Ata ilk
binen şahsın Hz. İsmail olduğunu söyleyenler de vardır. Muhtemelen Hz. İsmail, Arapların
ilk ata binenidir. Doğrusunu Allah bilir.
İri cüsseli olmakla birlikte filin, kediden korktuğu söylenir. Hatta Hindlilerle savaşan bir
ordunun komutanı, Hind askerlerinin ilk saflarında bulunan filleri korkutmak için
Havmetu'l-V^ğy denen yere kediler götürmüş, kedileri gören filler, ürküp gerisin geriye
kaçmaya başlamışlar.
İbn İshak'm anlattığına göre Ebrehe, San'a'da Kulleys adlı emsalsiz bir kilise yaptırmış ve
Necaşî'ye bu konuda yazdığı bir mektupta şöyle demiştir: "Senin için bir kilise yaptırdım.
Senden önce hiçbir hükümdar için böylesine ihtişamlı bir mabed inşa edilmiş değildir.
Arapların Ka'be sine giden hacıları buraya .yöneltinceye kadar bu işin peşini bırakmayacağım..."
Süheylî'nin anlattığına göre Ebrehe, daha sonra daha sonra pislik yuvalı haline getirilen bu
kiliseyi inşa ettirirken Yemenlileri, canları çı-kasıya çalıştırmıştır. Gün doğuncaya kadar
çalışmayı geciktirenlerin mutlaka ellerini keserdi., Belkıs'ın sarayından oraya taş ve
mermerlerle büyük ve değerli eşyaları taşıtırdı. Kiliseye altın ve gümüş haçlar, fildi-şinden
ve abanozdan kürsüler yaptırdı. Kilise, yükseklik ve genişliğiyle gerçekten göz alıcıydı.
Ebrehe'nin ölümünden sonra Habeşliler dağıldılar. O kargaşa döneminde birşeyler
yağmalamak için kiliseye saldıranları mutlaka cin çarpıyordu. Çünkü kilise, iki put olan
Kuayb ile karısı adına yapılmıştı. O putlardan her biri, altmış zira boyundaydı. Yemenliler,
kiliseyi kendi haline bıraktılar. Abbasi halifelerinin ilki olan Seffah zamanına kadar olduğu
gibi kaldı. Seffah, akıllı ve bilgili bir gurup insanı oraya gönderdi. Taşlarım birer birer
sökerek kiliseyi yıktılar. Böylece onu harab olmaya terkettiler. İzleri günümüzde dahi
görülebilmektedir.
İbn İshak der ki: Araplar, Ebrehe'nin Necaşi'ye gönderdiği mektubun içeriğinden haberdar
olunca, Kinane kabilesinden bir adam gelip Kulleys kilisesinin içine girdi. Kimse görmeden
oraya pisledi. Sonra çıkıp memleketine gitti. Ebrehe bu işi duyunca, "Bunu kim yaptı?" diye
sordu. "Arapların Mekke'de ziyaret ettikleri Ka'be halkından biri yaptı! Senin Arap hacıları
bu kiliseye yönelteceğine ilişkin söylediğin sözleri duyup öfkelenmiş ve bu kilisenin, Ka'be
gibi yüksek bir mabed olamıya-, cağını bildirmek için, gelip içine pislemiş." dediler.
Bu cevabı alan Ebrehe, son derece öfkelenmiş ve yıkmak üzere Ka'be üzerine gideceğine
yemin etmişti. Habeşlilerin sefere hazırlanmaları emrini verdi. Bunun üzerine onlar da
hazırlandılar. Sonra askerlerinin önüne fil katarak yola çıktı. Araplar, Ebrehe'nin yola,
çıktığını ve Mekke üzerine gelmekte olduğunu duyunca işin ciddiyetini kavradılar. Allah'ın
kutsal evi Ka'be'yi yıkmak niyetiyle Mekke'ye gelmekte olduğunu duyduklarında, ona karşı
harb etmeleri gerektiğini ve bunun kendi hakları olduğunu anladılar.
Yemen eşraf ve meliklerinden biri olan Zu Nefer adındaki kişi, kendi kavmini ve çağrısına
uyan diğer Arapları, Ebrehe'ye karşı savaşmaya ve Ka'be'ye yapacağı saldırıyı geri
püskürtmeye davet etti. Zu Nefer, çağrısına icabet eden kimselerle birlikte Ebrehe'nin
karşısına çıktı; onunla savaştı, ama yenildi. Yakalanıp esir edildi. Ebrehe, onu öldüreceği
zaman: "Ey hükümdar! Beni öldürme, yanında kalmam belki de senin için daha hayırlı
olur." dedi. Bunun üzerine Ebrehe, onu Öldürmekten vazgeçti. Hapsederek kendi yanında
tuttu. Ebrehe, yumuşak huylu bir adamdı.
Bundan sonra Ebrehe, hedefine ulaşmak için yola devam etti. Has'am diyarına vardığında,
karşısına oranın iki kabilesi olan Şehran ve Nahis kabileleri ile diğer Arap kabilelerini
arkasına alan Nüfeyl b. Habip çıktı. Yapılan savaş sonucunda Ebrehe, onu da yendi. Nüfeyl
esir düştü. Huzura getirilip de Ebrehe onu öldürmek istediğinde, Nüfeyl şöyle dedi: "Ey
hükümdar, beni öldürme. Arap topraklarında sana kılavuz-, luk ederim. Şehran ve Nahis
kabileleriyle birlikte senin emrindeyim." Bunun üzerine Ebrehe, onu serbest bıraktı. O da
Ebrehe'yle birlikte yola çıkıp kılavuzluk etmeye başladı.
Ebrehe, Taife vardığında Mesud b. Muattep adındaki şahıs, Sakif kabilesine mensup bazı
adamlarla birlikte onu karşıladı. Kendisi ve heyetteki arkadaşları ona şöyle dediler: "Ey
hükümdar! Biz sadece senin kullarınız. Emrini dinleyip sana itaat ederiz. Bizde sana
muhalif kimse yoktur. Yıkmak istediğin ev, bizdeki değildir.[3] Senin yıkmak istediğin ev,
Mekke'dedir. Seni oraya götürecek kılavuzları yanma katacağız." Böyle demeleri üzerine
Ebrehe, onlardan vazgeçip yoluna devam etti.
İbn İshak'm anlattığına göre Taiflilerin, Ka"be gibi saygı gösterip tazimde bulundukları Lat
adlı bir evleri vardı. Ebrehe'ye Mekke yolu hakkında kılavuzluk etmesi için Taifliler, Ebu
Rigal adında birini onun yanma kattılar. O da, bu adamın kılavuzluğunda Mekke yolunu
tuttu. Muğammis. denilen yere vardıklarında Ebu Rigal öldü. Araplar, onun mezarını
taşladılar. Semud kıssası anlatılırken Ebu Rigal'in, Semud kabilesine mensub oluşundan,
üzerlerine gökten azab taşları yağarken onun Harem'e sığınışından, Harem'den çıktığından
taşlardan birinin, kendisine isabeti neticesinde öldüğünden bahsedilir. Onun hakkında Hz.
Peygamber (s.a.v.)'in şöyle buyurduğu rivayet edilir: "Ebu Rigal'in, Semud kabilesine
mensub oluşunun alameti, onunla birlikte mezarına iki altın dalın gömülmüş olmasıdır." Ebu
Rigal'in mezarını açanlar, içinde iki altın dal bulmuşlardı. O, Sakîflilerin atasıdır.
Birbirine zıt gibi görünen bu iki şeyi, yani İbn İshak'm anlatımıyla Hz. Peygamber'in
hadisini uzlaştırmak, bence mümkündür. Şöyleki: -Ebrehe'ye kılavuzluk ettiği ve mezarı
taşlandığı bildirilen Ebu Rigal, hadiste adı geçen Ebu Rigal'e isim bakımından
benzemektedir. Hadiste sözü edilen Ebu Rigal, Ebrehe'nin kılavuzu Ebu Rigal'in ilk
dedesidir. İnsanlar, birincinin mezarını taşladıkları gibi onunkini de taşlamışlar-dır.
Doğrusunu Allah bilir.
Cerir, bir şiirinde şöyle der:
"Ebu Rigal'in mezarını taşladığınız gibi, öldüğünde Ferezdak'm da mezarını taşlayın."
Kuvvetli rivayete göre mezarı taşlanan, ikinci Ebu Rigal'dir.
îbn İshak'm anlattığına göre Muğammis'te konakladıktan sonra Ebrehe, Esved b. Maksud
adındaki habeşli birini, kendi atlarından birine bindirerek Mekke'ye göndermiş.
Esved, Mekke'ye varınca Kureyş'in ve diğer kabilelerin oradaki mallarını toplayıp önüne
katmış ve Haşim oğlu Abdülmuttalib'e ait 200 deveyi de ele geçirmişti. Abdülmuttalib, o
zaman Kureyş kabilesinin büyüğü ve lideriydi. Kureyş, Kinane ve Hüzeyl kabileleri ile
Harem'de bulunan diğer kimseler, bu yüzden, Ebrehe'yle savaşmaya kasdettiler. Ama daha
sonra bu işin üstesinden gelemeyeceklerini anlayınca, savaşmaktan vazgeçtiler.
Öte yandan Ebrehe, beldenin liderinin ve en yüksek şahsiyetinin (1) TBizdeki ev5 sözüyle
Lat putunun durduğu evi kasdetmişlerdi.kim olduğunu sorup Öğrenmesi için Hunate el-
Hümyerî'yi Mekke'ye gönderdi. Gönderirken de ona şu direktifi verdi: Onlara git ve şunları
söyle: "Hükümdar Ebrehe diyor ki: Ben sizinle savaşmak için değil, sadece Ka'be'yi yıkmak
için geldim. Bu arzumuzu gerçekleştirmemize, bizimle savaşarak engel olmazsanız, kanınızı
akıtmaya ihtiyacımız yoktur. Beldenin reisi eğer benimle savaşmak istemiyorsa yanıma
gelsin."
Hunate, Mekke'ye varır varmaz, Kureyşlilerin liderini ve en şerefli şahsiyetini sordu.
Aradığı şahsın Haşim oğlu Abdülmuttalib olduğunu söylediler. O da Abdülmuttalib'in
yanına giderek Ebrehe'nin emirlerini kendisine iletti. Abdülmuttalib de şu cevabı verdi:
"Vallahi, biz onunla savaşmak istemiyoruz. Zaten buna gücümüz de yetmez. Burası, Allah'ın
saygı duyulan evidir. Dostu İbrahim (a.s.)'m evidir. Eğer Ebrehe'ye karşı koruyacak olursa,
burası kendisinin Harem'idir. Yok eğer Ebrehe'nin dilediğini yapmasına müsaade ederse,
bizim onu geri çevirecek ve Ka'be'yi ona karşı savunacak gücümüz yoktur."
Hunate dedi ki: "Hükümdar, seni alıp yanına götürmemi bana emretti. Gel de seni ona
götüreyim." Abdülmuttalib, oğullarından bir kısmım da yanma katarak Hunate ile birlikte
yola çıktı. Ordugaha geldiklerinde, Zu Nefer'in nerede olduğunu sordu. Zu Nefer,
Abdülmuttalib'in dostuydu. Onu buldu. Tutuklu olduğu yere varıp onunla görüştü. "Ey Zu
Nefer! Başımıza gelen şu beladan bizi kurtaramaz mısın?" diye sordu. Zu Nefer de şu
karşılığı verdi: "Hükümdarın elinde esir olarak bulunan, sabah veya akşam öldürülmeyi
bekleyen bir kimse, sizi nasıl bu beladan kurtarabilir? Sizin için birşey yapabilecek durumda
değilim. Ancak fili güden Üneys adlı bir arkadaşım var. Seni, ona göndereceğim. Senin için
ona tavsiyede bulunacağım. Senin haklanın büyük olduğunu ona anlatacağım. Seni,
hükümdarla görüştürmek için gerekli izni almasını ondan isteyeceğim. Sen de söylemek
istediklerini hükümdara söylersin. Yapabilirse, hükümdarın katında senin iyiliğin için
aracılık edecektir."
Abdülmuttalib te; "Bu kadarı benim için yeterli." dedi. Zu Nefer, onu Üneys'e gönderdi ve
şu mektubu da yazdı: "Abdülmuttalib, Kureyşlilerin lideri ve Mekke pınarının (Zemzem
suyunun) sahibidir. Ovada insanlara yemek, dağbaşlarmda da hayvanlara yem verir.
Hükümdar, onun 200 devesine el koymuş. Onu hükümdarla görüştürmek için gerekli izni al.
Elden geldiğince ona hükümdar katında yararlı olmaya bak..."
Üneys de: "Ben bunları yaparım." dedi ve Ebrehe ile bu hususta görüştü ve şöyle dedi:
"Kureyşlilerin lideri kapıda duruyor. Yanına gelmek için izin istiyor. O, Mekke pınarının
sahibidir. Ovalarda insanlara yemek, dağbaşlarmda hayvanlara yem verir. İzin verin de gelip
sizinle konuşsun ve derdini anlatsın." Üneys'in bu sözleri üzerine Ebrehe, yanma gelmesi
için Abdülmuttalib'e izin verdi.
Abdülmuttalib, insanların en yakışıklısı, en güzeli ve en ulusu idi.
Ebrehe, huzuruna geldiğinde ona ikramda bulundu, saygı gösterdi. Kendisi koltukta iken
Abdülmuttalib'in yerde oturmasına gönlü razı olmadı. Ama kendi koltuğunun bir ucuna
oturtacak olursa, Habeşlilerin onu koltukta, yanı başında oturmuş vaziyette görmelerini de
istemedi. Kendisi koltuktan inip yerdeki yaygı üzerine oturdu. Abdülmuttalib'i de yanı
başına oturttu. Sonra tercümanına: "Sor bakalım.. Bizden istediği nedir?" dedi. Tercüman,
ne istediğini sorunca Abdülmuttalib şöyle dedi: "Sizden istediğim, el koyduğunuz 200
devemi bana geri vermenizdir." Bu cevap karşısında Ebrehe, Abdülmuttalib'e şöyle
demesini tercümanına emretti: "Ona de ki: 'Seni ilk gördüğümde çok beğenmiştim. Ama
böyle konuştuğunu görünce gözümdeki değerin azaldı. Senin ve atalarının dinî sembolü
olan Ka'be'yi yıkmaya geldiğim halde, bu iş için benimle konuşmuyorsun da, el koyduğum
200 devenin iadesi için konuşuyorsun!.." Abdülmuttalib: "Develerin sahibi benim. Ka'be'nin
de bir sahibi vardır ve sahibi onu koruyacaktır." dedi. Ebrehe, "Sahibi onu bana karşı
koruyamaz." deyince; Abdülmuttalib, "Yık da görelim." diye meydan okudu. Ama Ebrehe,
yine de develerini ona geri verdi.
İbn İshak der ki: "Ebrehe'nin yanma Abdülmuttalible birlikte Bekr oğulları kabilesinin reisi
Ya'mür b. Nüfase b. Kinane ve Hüzeyl kabilesinin reisi Huveylid b. Vaile'ninde girdikleri
söylenir. Ka'be'yi yıkmayıp geri dönmesi için kendisine Mekke'nin mallarının üçte birini
vermeyi teklif etmişlerdi; ama o, bu teklifi kabul etmemişti.
Böyle birşeyin olup olmadığım Allah bilir.
Ebrehe'nin yanından ayrılan Abdülmuttalib, Kureyşlilerin yanına döndü. Aralarında geçen
konuşmayı onlara anlattı. Mekke'den çıkıp dağbaşlanna sığınmalarını emretti. Sonra gidip
Ka'be kapısının halkasını tuttu. Bir kaç Kureyşli de onunla birlikte kalkıp Ebrehe'ye beddua
etmeye ve Allah'tan yardım dilemeye başladılar. Ka'be kapısının halkasına tutunmuş olan
Abdülmuttalib şöyle diyordu:
"Allahım! Kul, kendi ev halkını korur. Sen de Ka'be halkını koru. Yarın onların haç ve
kuvvetleri, Senin kuvvetlerini yenmesinler. Kıblemize saldırmalarına mani olmazsan, Bu,
daha önce senin yapmadığın bir iştir."
İbn İshak'ın anlattığına göre Abdülmuttalib, daha sonra Ka'be kapısının halkasını bırakıp
Kureyşli arkadaşlarıyla birlikte gidip dağbaşlanna sığınmış ve Ebrehe'nin neler yapacağım
beklemeye başlamıştı.
Sabah olunca Ebrehe, Mekke'ye girmeye hazırlandı. Filini harekete hazır hale getirdi,
askerlerim de harp düzenine soktu. Filmin adı Mah-mud idi. Fili, Mekke'ye yönelttiklerinde
Nüfeyl b. Habib, filin yanıbaşı-na gelerek kulağım tuttu ve şöyle dedi: "Ey Mahmud, çök ve
geldiğin yere geri dön. Çünkü sen, Allah'ın saygılı kıldığı ve hürmete şayan beldesinde
bulunmaktasın." Böyle dedikten sonra filin kulağım bıraktı ve hayvancağız da yere çöktü.
Süheylî der ki: Fil, yere düştü. Çünkü filler, diz üstü çökemezler. Ama bazı fillerin, deve
gibi düz üstü çöktüklerini söyleyenler de olmuştur. Doğrusunu Allah bilir.
Söyleyeceği sözleri, filin kulağına söyledikten sonra Nüfeyl b. Habib, koşarak gidip bir
dağın tepesine çıktı. Çökmüş olan fili yerinden kalkması için ne kadar uğraştılarsa, çabaları
boşa gitti. "Yerinden kalksın." diye başına nacakla vurdular, kalkmadı. Tenini kanatmcaya
kadar vurdular, yine kalkmadı. Yemen'e doğru çevirdiklerinde koşmaya başladı. Şam'a
doğru çevirdiklerinde koşmaya başladı. Doğu tarafına çevirdiklerinde yine koşmaya başladı.
Ama Mekke'ye doğru çevirdiklerinde çöküp kalıyordu.
Cenâb-ı Allah, onların üzerlerine deniz tarafından kırlangıç ve sığırcık gibi kuşlar gönderdi.
Kuşlardan her biri, üç taş taşıyordu. Biri gagasının ucunda, biri sağ ayağında, diğeri de sol
ayağındaydı. Nohut veya mercimek iriliğindeki bu taşlar, isabet ettikleri herkesi
öldürüyordu. Ama bu taşlar, Ebrehe'nin askerlerinin tümüne isabet etmedi. İsabet almayanlar
da geldikleri yoldan geri dönmek için kaçmaya başladılar. Yemen yolunda
kendilerine kılavuzluk etmesi için Nüfeyl b. Habib'i aramaya başladılar. O esnada Nüfeyl de
şu şiiri terennüm ediyordu:
"Ey Rüdeyna! Bizden sıkılmadın ya! Sabahlarken seninle gözümüz aydınlandı. Rüdeyna'yı
görürsen görmezden gel. Muhassap'ta onu görürsen görmezden gel. Beni utandırıp ta
yaptıklarımı översen. Derim ki: Aramızda kaçan fırsatlara üzülme. Bir kuş görünce Allah'a
hamd ettim. Üzerime taş atmasından korktum. Bütün millet Nüfeyl'i soruyor, Sanki
Habeşlilerin üzerinde hakları var."
İbn îshak der ki: Ölen Ebrehe'nin askerleri, yolları ve her taran doldurdu. Ebrehe'nin kendisi
de yaralanmıştı. Onu da beraberlerinde alıp götürdüler. Vücudu lime lime olup parçalar
halinde dökülüyor, parmak uçları yere düşüyordu. Parça düşen yerlerinden kan ve irin
akıyordu. Onu, San'a'ya ulaştırdıklarında kuş yavrusu gibi olmuş, kalbi göğsünden ayrılır
gibi olmuştu.
İbn îshak, Yakub b. Utbe'nin kendisine şöyle dediğini anlatır: Çiçek ve kızamık hastalıkları,
Arabistan'da ilk olarak fil senesinde görüldü. Üzerlik otu, Ebu Cehil karpuzu ve sütleğen
gibi bazı acı bitkiler de ilk olarak o sene Arabistan'da görüldü.
İbn İshak dedi ki: Cenâb-ı Allah, Muhammed (s.a.v.)'i peygamber olarak gönderince;
Kureyşlilere bahşettiği nimetlerden biri de kendisi oldu. Onun yüzü suyu hürmetine
Habeşlüeri ve komutanları Ebrehe'yi Mekke'den geri püskürtmüş ve devletlerini devam
ettirmişti. Bu nimeti Cenâb-ı Allah, şu sûre-i celilede anlatmaktadır:
"Rabbinin, fil sahiplerine ne yaptığını görmedin mi? O, bunların dü-• zenini boşa çıkarmadı
mı? O, bunların üzerine sürülerle kuş gönderdi ki, onların üzerine pişkin tuğladan taşlar
atıyorlardı. Nihayet onları, yenik ekin yaprağı gibi yapıverdi." (el-Ffl, 1-5.)
İbn İshak ile İbn Hişam, bu sûre hakkında epey bilgi verirler ki biz bunu tefsirimizde uzun
uzadıya anlattık. İbn Hişam, Ebabil kelimesinin çoğul olduğunu, Arapların bunun tekilim
kullanmadıklarını anlatır.
İbn Abbas demiş ki: Ebabil kuşlarının hortumları ve köpeklerinki gibi pençeleri vardı.
İkrime'nin dediği gibi Ebabil kuşlarının, yırtıcı hayvanları andıran başları varmış. Yeşil
renkli olup denizden çıkıp gelmişler. Ubeyd b. Umeyr ise, siyah renkli olduklarım, denizden
çıkıp geldiklerini, gagalarında ve pençelerinde taşlar bulunduğunu söylemiştir.
îbn Abbas'm dediğine göre Ebabil kuşları, mağrib ankası şeklindey-miş. (Anka kuşu, adı
olup ta kendisi bulunmayan ve masallarda kendisinden bahsedilen, uzak diyarlarda yaşadığı
sanılan bir kuştur.)
Yunus b. Bükeyr'e göre attıkları taşların bir kısmı insan başı büyüklüğünde, bir kısmı da
deve başı büyüklüğündeymiş. Attıkları taşların küçük olduğunu söyleyenler de vardır.
Doğrusunu Allah bilir.
İbn Ebi Hatim, Ubeyd b. Umeyr'in şöyle dediğini rivayet eder: Cenâb-ı Allah, fil sahiplerini
(Ebrehe ordusu) helak etmek isteyince, denizden çıkardığı kırlangıç misali kuşları üzerlerine
musallat kıldı. Bu kuşlardan her biri, üçer taş taşıyordu. Taşlardan biri gagalarında, ikisi de
pençelerindeydi. Gelip Ebrehe ordusunun üzerinde havada saf tuttular. Gagalarında ve
pençelerinde bulunan taşları askerlerin üzerine bıraktılar. Bu taşlar, isabet ettikleri adamların
başlarından girip altlarından çıkıyordu. Bedenlerinin bir yerine değince mutlaka öbür
yanından çıkıyordu. Allah, şiddetli bir kasırga gönderdi, taşlar daha da hızlandılar ve hepsini
helak ettiler.
Önceki sayfalarda da anlattığımız gibi bu konu hakkında îbn İshak şöyle demiştir: Ebrehe
ordusundaki askerlerin tümü, bu taşlardan isabet almış değildi. Hatta bir kısmı Yemen'e
dönmüş, başlarına gelen
azabı, milletlerine haber vermişlerdi. Ebrehe'nin de döndüğünü, ama vücudundan lime lime
parçalar döküldüğünü de halka duyurmuşlardı. Ebrehe, Yemen'e vardığında kalbi göğsünden
ayrılmış ve Ölmüştü. Allah ona lanet etsin,
İbn îshak, Hz. Aişe'nin şöyle dediğini rivayet eder: "Fili sevkeden (yeden, yürüten) ile
seyisinin, kötürüm olduklarını ve Mekke'de dilendiklerini gördüm." Seyisin adı Üneys'ti.
Ama sevkedenin adı bilinmemektedir. Doğrusunu Allah bilir. Nakkaş, tefsirinde der ki:
Ebrehe ordusundaki askerlerin cesedlerini sel sürükleyip denize attı.
Süheylî der ki: Fil vakası, Zülkarneyn tarihine göre 886 senesinin muharrem ayı başlarında
meydana gelmiştir.
Meşliur görüşe göre Peygamber (s.a.v.), fil senesinde dünyaya gelmiştir. Bir rivayete göre
bu hadise, Hz. Peygamber'in doğumundan birkaç sene önce vuku bulmuştur. Allah izin
verirse, bu konuyu ileride ele alacağız. Güvencimiz ve dayanağımız O'dur.
İbn îshak, Cenâb-ı Allah'ın, Ka"be-i Muazzama'yı koruduğu bu büyük olayla ilgili olarak
Arapların söyledikleri şiirleri de nakleder. Bu olayda Cenâb-ı Allah, Ka'be'yi şereflendirip
şanını yüceltmek, temizlemek ve Hz. Muhammed'e peygamberlik vererek oraya ikramda
bulunmak istemişti: Dosdoğru dini, Hz. Peygamber vasıtasıyla göndermekle de Kate-i
Müşerrefe'nin kadrini yüceltmek dilemişti ki o dinin rüknü, hatta ayakta tutan direği
namazdır. Yüce Allah, KaT^e-i Muazzama'yı, o dinin kıblesi olarak belirleyecekti. Cenâb-ı
Allah, sadece Kureyşlilere yardım olsun diye Ebrehe ordusunu bozguna uğratmış değildi.
Çünkü Yemenlilerden oluşan Ebrehe ordusu Hristiyan, Kureyşliler ise putperest idiler.
Böyle olunca da Yemenliler, Kureyşlilere göre Allah'a daha yakın sayılırlardı. Şu halde O,
Ka'be-i Muazzama'yı korumak ve Muhammed (s.a.v.)'in peygamberliğine zemin hazırlamak
için Ebrehe ordusunu bozguna uğratmıştı. Nitekim bir şiirinde Abdullah b. ez-Zeba'rî es-
Sehmî şöyle demiştir:
"Yenilip Mekke'den geri döndüler. Öteden beri Harem'e tecavüz edilemez. Oraya saygısızlık
edilen bir geceyi, Şi'ra yıldızı hiç yaratmış değil[4] Şerefli bir kul oraya saldırmaz, bil.
Yemen ordusunun komutanına sor. Orada acaba neler görmüş? Bilgiçleri, sonra cahillere
bildirir bunu. 60.000 kişi Yemen'e.dönemedi. Yaralıları da döndükten sonra yaşamadı.
Orada Ad kavmi vardı, daha önceleri. Cürhüm kabilesi orada yaşardı. Kulları üstündeki
Allah, onu korur."
Ebu Kays b. Eslet el-Ensârî el-Medenî de bir şiirinde şöyle der:
"Fil vakasıda Allah'ın bir mucizesiydi,
Fili her ileri sürdüklerinde o kımıldamıyor idi.
Eğri uçlu sopalarla karnına vuruyorlardı.
Burnunu, yardılar, burnu yarıldı.
Büyük bıçaklarla onu ileri sürdüler.
Ka'be'ye yönelttiklerinde durdu, kafası yarıldı.
Geri döndü, Yemen'e doğru koştu.
Orada bulunanlar, zulümle geri döndü.
Allah, onlara üstten taş yağdırdı.
Zayıf ve bitkin düşüp birbirlerine sarıldılar.
Âlimleri, onlara hep sabır telkin ediyordu.
Koyunlar gibi bağrışıp melemeye başladılar."
Ebu Salt Rebia b. Ebi Rebia, Vehb b. Alac es-Sakafî de bir şiirinde fil hadisesinden şöyle
bahseder (İbn Hişam, bu şiirin Ümeyye b. Ebi Salt'a ait olduğuna dair bir rivayetin
bulunduğunu söyler):
"Rabbimizin mucizeleri parlaktır. Onlardan, ancak kafirler şüphe eder. Geceyi ve gündüzü o
yaratmıştır. Hepsinin hesabı açık ve bellidir. Sonra rahmet sahibi Rab, gündüzü parlatır.
Yayılan ışıklarıyla onu aydınlatır. Fili, Muğammis mevkiinde alıyordu. Süründü, ayakları
tutulur gibi oldu. Sanki dağdan bir kaya parçası koptu da, Gelip filîn kulağındaki halkaya
takıldı. Etrafında Kinde emirleri, bir de, Şahin gibi savaşan bahadırlar vardı. Onu yerinde
bırakarak dağılıp kaçtılar. Filin ayakları kırılmış gibi idi. Hanif dini dışındaki bütün dinler.
Kıyamette, Allah nezdinde yok gibidir."
Yine Ebu Kays b. Eslet, bir şiirinde fil vakasından şöyle bahseder:
"Kalkın, Rabbinize dua edin, yüz sürün Ka'be'nin,
Kaim sütunlar arasındaki taşlarına,
Ka'be'nin sizcede doğrulanan imtihanı vardır.
Katalar sevkeden Ebrehe'nin, sonraki günde,
Kıtaları ovada gidiyordu. Piyadeleri ise,
Dağ yollarında taşlanmaktaydı.
Arş'm sahibinin yardımı size gelince,
Ebrehe askerlerine taş ve toprak yağdı.
Panik içinde aceleyle dönüp kaçtılar.
Az sayıdaki askerden başka sılaya dönen olmadı."
Ubeydullah b. Kays er-Rukayyat, Ka'be'nin yüceliğinden ve saldırmak isteyenlere karşı
korunacağından bahseden bir şiirinde şöyle demiştir:
"Fil ile gelen ve orayı yıkmak üzere olan,
Yarık dudaklı Ebrehe, bozguna uğradı.
Askerleriyle birlikte geri döndü.
Cendel mevkiinde kuş sürülerinin,
Saldırısına uğrayıp taşlandı!..
Ka'be'ye saldıranlar, işte böyle olur.
Yenik düşüp ordusuyla geri döner."
İbn İshak ve diğerlerinin anlattıklarına göre Ebrehe'nin ölümünden sonra oğlu Yeksum,
Yemen'deki Habeşlilerin başına geçti. Ondan sonra da kardeşi Mesruk b. Ebrehe geçti ki bu,
onların sonuncu hükümdarlarıdır. İleriki sayfalarda da açıklayacağımız gibi Mesruk'un
hükümdarlığına, Seyf b. Zi Yezen el-Himyerî son vermiştir. Seyf, Kisra Enuşirvan'm
(Nuşirevan) ordusunun başında Yemen'e girmiş ve hükümdarlığı, Mesruk'un elinden
almıştır.
Fil vakası, Zülkarneyn tarihine göre 886 senesinin muharrem ayında meydana gelmiştir.
Zülkarneyn, Makedonyalı Felebis oğlu İskender'dir ki, Rumların kendisi için tarih
koydukları şahsiyetlerin ikincisidir.
Ebrehe ve kendisinden sonra tahta geçen iki oğlu ölüpte Habeşlilerin Yemen'deki
hakimiyetleri sona erince, Kulleys adh kilise terk edilir oldu. Bu kiliseyi Ebrehe, cahil ve az
akıllı oluşundan dolayı inşa etmiş; insanların hac için Ka'be'yi değil de burayı ziyaret
etmelerim istemişti. Ebrehe ailesinin, Yemen'deki hakimiyeti son bulunca Kulleys kilisesi
terk edildi, harabeye döndü. Ebrehe, bu kiliseyi iki put üzerinde inşa etmişti. Bu putlardan
biri Kuayb, diğeri de karısıydı. Tahtadan yapılmış olup altmışar zira boyundaydılar. Cinlerle
bağlantıları vardı. Bu sebepledir ki Kulleys kilisesindeki eşyalardan birini çalan veya
kilisenin yapısına zarar veren kimseleri cinler çarpıyordu. Bu durum, Abbasile-rin ilk
halifesi Seffah zamanına kadar devam etti. Kulleys kilisesinin durumu, Ebrehe'nin, Belkıs
sarayından oraya getirtmiş olduğu mermerler ve içindeki diğer eşyalar, Sefîah'a anlatıldı. O
da, bu kiliseyi yıkıp yerle bir etmeleri için oraya bazı adamlar gönderdi. İçindeki eşya ile
birlikte hazinelerin tamamını aldı. Süheylî, bunu böyle anlatmıştır. Doğrusunu Allah bilir.
[5]
Yemen'deki Hakimiyetin Habeşlîlerden Alınıp Seyf B. Zî Yezen'in Eline Geçmesi
Yemende hakimiyetin Habeşlilerin elinden alınıp Seyf b. Zi Ye-zen'in eline geçeceğini çok
önceleri Şıkk ve Satih adında iki kahin, Rebia b. Nasr el-Lahmf ye haber vermişlerdi.
Rahmetli Muhammed b. Ishak dedi ki: Habeş Hükümdarı Ebrehe ölünce yerine oğlu
Yeksum geçti. Eb-rehe, onun adı ile künyelenmiş olduğundan Ebu Yeksum (Yeksum'un
babası) diye çağrılırdı. Yeksum öldükten sonra yerine kardeşi Mesruk geçti. Yemenlilerin
eziyet ve sıkıntıları uzaymca, Himyerli Seyf b. ZiYe-zen ortaya çıktı. Ebu Mürre künyesiyle
çağrılan Seyf in şeceresi şöyledir: Seyf b. Zi Yezen b. Zi Asbah b. Malik b. Zeyd b. Sehl b.
Amr b. Kays b. Muaviye b. Cüşem b. Abdüşşems b. Vail b. Gavs b. Kutn b. Arîb b. Züheyr
b. Eymen b. Mehaysa b. Arencec (ki o da Himyer b. Sebe'dir).
Nihayet Seyf b. Zi Yezen, Bizans imparatoruna giderek içinde bulundukları mihnetli halleri
şikayet etti. Kendilerini bu sıkıntıdan kurtarmasını, kendi himayesi altına almaşım, dilediği
Bizanslıyı vali olarak kendilerine göndermesini istedi. Ama imparator, onun bu şikayetine
aldırış etmedi ve isteklerini yerine getirmedi.
Bunun üzerine Seyf b. Zi Yezen oradan ayrılıp, kisranın Hire'deki valisi Numan b. Münzir'in
yanına geldi. Numan b. Münzir o zamanlar, Hire ve oraya bağlı Irak topraklarının valisi idi.
Kisra'ya tâbi idi. Seyf, Habeşlilerin sıkıntılı hallerini anlatınca Numan: "Ben, her sene
kisrayı ziyarete giderim. Yanımda dur. Ziyaret zamanı gelince beraberimde seni de ona
götüreyim." dedi
Seyf, Numan'm tavsiyesine uyup yanında kaldı. Zamanı gelince de onunla birlikte kisranın
ziyaretine gitti. Numan, onu huzura aldırdı. Kisra, tacının bulunduğu meclis eyvanında
oturmaktaydı. Anlatıldığına göre tacı, büyük bir ölçek iriliğinde olup altm, gümüş, inci,
yakut ve zebercedle süslenmiş. Hükümdarlık tahtının, ortalarında durduğu iki sütunu
birbirine bağlayan yüksekçe kemerin ortasında asılı duran altın bir sepetin içinde dururmuş.
Bu taç o kadar ağırmış ki, hükümdar onu başında taşıyamazmış. İki sütun ortasında asılı
duran bu taç, hükümdarın başı üzerine indirilmediği zaman bir örtü ile kapatılırrmş. Gelip
tahta oturduğunda, perdesi açılan taç, yavaşça indirilerek hükümdarın başına geçirilirmiş. O
tacı ilk görenler, heybeti önünde çöküp kalırmış... Seyf b. Zi Yezen, kisranın makamına yol
veren yüksekçe kapıdan girerken başını öne doğru eğmiş, kisra da: "Şu ahmağa ne oluyor?
Yüksekçe kapıdan girdiği halde yine de başını eğiyor." demişti. Kasra'nm bu sözü Seyf e
aktarılınca şöyle dedi: "Kederli ve sıkıntılı olduğum için böyle yaptım. Çünkü kederli ve
sıkıntılı adama, geniş olan yerler dahi dar görünür! Ey hükümdar! Yabancılar ülkemizi istila
etti." Hükümdar sordu:
- Hangi yabancılar? Habeşliler mi yoksa Sindliler mi?
- Hayır, Habeşliler istila etti. Senden yardım istemeye geldim. Yardım edersen, ülkemizin
hakimi sen olursun.
- İyi ama senin ülken bize uzak, hem de verimi azdır. Fars ordusu-nu, Arap diyarında
tehlikeye sürükleyecek değilim. Senin topraklarına ihtiyacım yok. Var işine git.
Böyle dedikten sonra da Seyf b. Zi Yezen'e sağlam 10.000 dirhem bağışta bulundu, ona
güzel elbiseler giydirdi.
Bağışı alan Seyf, saraydan dışarı çıkınca paraları eliyle havaya savurdu, halk ta savrulan
paraları toplamaya başladı. Bunu duyan kisra, "Bu adamda iş var." dedi, sonra haber
gönderip saraya çağırdı. Saraya gelen Seyf e, "Bana kastın mı var? Bağışımı niye havaya
savurup halka dağıttın?" diye sorunca Seyf şöyle cevap verdi: "Senin bağışını ne yapayım?
Bırakıp geldiğim ülkemin dağları, hep altın ve gümüştür. Onun için senin bağışına rağbet
etmedim!" Bu cevap üzerine kisra, vezirlerini toplayarak: "Bu adam ve getirdiği haber ile
teklifi hakkında ne dersiniz?" diye sordu. Vezirlerden bîri, şöyle bir teklifte bulundu: "Ey
hükümdar! Senin zindanlarında ölüm cezasına çarptırılmış mahkûmların var. Onları, Seyf
ile birlikte Yemen'e göndersen iyi olmaz mı? Eğer ölürlerse bu, zaten senin istediğin
birşeydir. Yok, eğer zafer kazanırlarsa, bir memlekete daha sahib olmuş olursun!"
Bu teklifi uygun gören kisra, zindandaki 800 mahkumu Seyf b. Zi Yezen'le birlikte Yemen
üzerine gönderdi. Başlarına da Vehriz adlı bir mahkûmu geçirdi. Vehriz yaşlı, faziletli ve
erdemli bir adamdı.
Mahkûmlar, sekiz gemi ile yola çıktılar. Yolda iki gemi battı. Altı gemi Aden kıyısına vardı.
Seyf, Yemen'de sözünü geçirebildiği adamlarını toplayıp Vehriz'in emrine verdi. Ona:
"İkimiz birlikte ölünceye veya ikimiz birlikte zafere kavuşuncaya kadar seninle beraberim."
dedi. Vehriz de: "Doğru söyledin." karşılığını verdi.
Bunların karşısına, Yemen hükümdarı Mesruk b. Ebrehe çıktı. Askerlerini etrafına topladı.
Vehriz, ona karşı kendi oğlunu savaşmak üzere gönderdi. Onların nasıl savaştıklarım
denemek istiyordu. Oğlu Öldürülünce; Vehriz'in, onlara karşı öfkesi arttı. İki ordunun safları
karşı
karşıya gelince Vehriz, "Bunların hükümdarlarını bana gösterin." dedi: "Fil üzerinde
oturmakta olan taçlı ve iki kaşı arasında kırmızı bir yakut bulunan adamı görüyor musun?"
dediler. O da, "Görüyorum." dedi. "İşte hükümdar odur." dediler. "Onu bana bırakın." dedi.
Uzun bir süre beklediler. Sonra: "Hükümdar niye böyle yaptı?" diye sordu. "Filden inip ata
bindi." dediler. "Onu kendi haline bırakın." dedi. Uzun süre onu kendi haline bıraktılar.
Sonra: "Hükümdar niye böyle yaptı?" diye sordu. "Attan inip katıra bindi." dediler. Vehriz
şöyle karşılık verdi: "Eşşeğin yavrusu" Hem kendisi alçaldı, hem de hükümdarlığını alçalttı.
Ben artık onu vuracağım. Onun arkadaşlarının yerlerinde durup kımıldamadıklarını
görürseniz, ben size bildirmeden yerinizden ayrılmayın ve sakın harekete geçmeyin. Demek
ki o zaman ben, adama okumu isabet ettirememişim. Ama adamlarının onun çevresinde
dolanmakta olduklarını görürseniz, bilin ki ben okumu ona isabet ettirmişim. Artık siz de
onlara karşı hücuma geçersiniz".
Böyle dedikten sonra Vehriz yayını gerdi -çok sert olduğundan o yayı kendisinden
başkasının geremediği anlatılır- ve yanındaki iki adama yayı sıkıca bağlamalarını emretti.
Sonra oku yaya yerleştirip fırlattı. Ok, hükümdar Mesruk'un iki kaşı arasındaki yakutu delip
kafasının ardından çıktı ve bindiği hayvana saplandı. Bunun üzerine Habeşliler, hükümdarları
Mesruk'un etrafında dolanmaya başladılar. Vehriz'in komutasmdakiler, onlara
saldırdılar. Yenilgiye uğrayıp öldürüldüler ve sağa sola kaçışmaya başladılar.
Vehriz, San'a'ya girmek üzere yola çıktı. Şehrin kapısına vardığında, "Bayrağımı eğipte
içeriye girecek değilim, yıkın şu kapıyı!" dedi. Kapıyı yıktılar. O da bayrağım dik tutmuş
vaziyette şehre girdi. Seyf b. Zi Yezen el-Himyerî bir şiirinde şöyle der:
"İnsanlar, iki hükümdarın uzlaştığını sanır. Onların uzlaştıklarını kim duymuştur? Aksine iş
daha da şiddetlenmiştir. Deve gibi biri olan Mesruk'u öldürdük. Tepelere kan içirip
kandırdık. Doğrusu o deve, halkın devesiydi. Gel gör ki Vehriz, çoluk çocuğu ve malları.
Ele geçirinceye dek içki içmemeye and içmiş."
Hicaz'dan ve diğer yerlerden Araplar, Seyf i tebrik etmeye gelmiş, hakimiyeti tekrar ele
geçirdiğinden dolayı onu övmeye başlamışlardı. Tebrike gelen heyetlerden biri de, Kureyş
heyeti idi. Bu heyette Hz. Peygamberin dedesi Abdülmuttalib de bulunmaktaydı. Seyf b. Zi
Yezen, ona, Hz. Peygamber'i müjdelemiş ve bu konuda bildiklerini aktarmıştı.Bununla ilgili
detaylı açıklama, Hz. Peygamberle ilgili müjdeler bahsinde verilecektir.
İbn îshak'm anlattığına göre Ebü's-Salt b. Rebia es-Sekafî, bir şiirinde şöyle der (Yalnız îbn
Hişam, bu şirin Ümeyye b. Ebi's-Salt'a ait olduğunu ifade etmiştir.):
"Zi Yezen oğlu gibileri intikam alsınlar.
Deniz yoluyla düşman üzerine yönelip,
İntikam için çeşitli tuzaklar kurdu.
Önce Kayser'e başvurdu. Yanma varınca,
Ne yazık ki, aradığını onda bulamadı.
On sene sonra kisraya yöneldi,
Kasranm hediyelerini havaya savurdu.
Kendi canını umursamaz oldu.
Nihayet asilzadelere uğrayıp yardım istedi.
Ey Zi Yezen oğlu Seyf, hayatıma ben,
Yemin ederim ki çok hızlı birisisin sen.
Allah, sonlarını hayr eylesin, o asiller,
Seyf e yardım edecek bir grup seçtiler.
O gruptakilerin, insanlar arasında,
Hiç mi hiç emsalleri yok idi.
Reisler, bahadırlar, miğferli süvarilerdi.
Vahalarda yavru yetiştiren aslanlardı.
Deve üstündeki mahmilleri andırır gibi,
Eğri yaylardan, seri oklar fırlatıyorlardı.
O kara köpekler üzerine aslanlar salındı.
Aslanların Önünden kaçanlar, yenik düştü.
Sana ikametgah olan Gumdan sarayında,
Tacını giy, şarabım da afiyetle iç.
Şarabını afiyetle iç, onlar darmadağın oldular.
Bu gün kaftanının ucunu salıp rahatla,
Suyla karıştırıp idrara dönüşen sütün kabı gibi,
Değildir bu sözler, aslında faziletlerdir, bunlar."
Anlatıldığına göre Gumdan, Yemen'deki bir saray olup Kahtan oğlu Yarub tarafından inşa
edilmiştir. Yarub'dan sonra Vaile b. Himyer b. Sebe' oralara hakim olmuştu. O saray, yirmi
katlı imiş. Doğrusunu Allah bilir.
îbn îshak'm rivayetine göre Temim oğulları kabilesinden Adiyy b. Zeyd el-Hirî, bir şiirinde
şöyle demiştir:
"San'a'dan sonra oraya bağışı bol olan,
Hükümdarlar, imar etmez oldular.
Oysaki daha önce orayı bulutlara,
Varacak yükseklikte inşa etmişlerdi.
Mabedinden misk kokusu saçılırdı.
Etraû dağlarla çevrili idi.
Yüksek kısımları, semaya ulaşmaktaydı.
Geceleyin orada çalman neylere gelip, .
Eşlik ederdi, erkek baykuş sesleri.
Bazı sebeplerden dolayı oraya sevkedildi.
Asilzadelerin ordusu, hepsi de süvari idi.
Katırlara binip çöllere gittiler, onları,
Ölüm önüne kattı, eşek yavruları yanlarında koştu.
Nihayet hükümdarlar, kale tarafından
Demir gibi kıtaların geldiğini gördü.
O gün onlara şöyle sesleniliyordu:
Ey Berberiler, ey Ebrehe (Yeksum) ailesi,
Kaçanın kurtulabileceğini sanmayın.
O gün, adı unutulamayacak bir gün oldu.
Kıymeti sabit bir nimet, yok olup gitti.
Cemaatlerin yerini yalnız başına yürüyen aldı.
Günler haindir, çok acaiplikleri içerir.
Tübban oğullarından sonra gelen hükümdar,
Şerefli ve memnuniyet verici idi."
İbn Hişam der ki: Bir zamanlar Kahin Satih'in, "Kendisinden sonra İrem Zi Yezen
gelecektir. Zi Yezen, Aden'den çıkacak ve Yemen'de Ha-beşlilerderi hiçbirini sağ
bırakmayacaktır." sözüyle kasdettiği hükümdar, işte budur.
İbn îshak der ki: Vehriz ve beraberindeki Farslar, Yemen'de ikamet ettiler. Orada kalan
Farslann nesli, bugün Yemen'de halen mevcuttur.
Eryat'ın Yemen'e girmesiyle, Farslıların Mesruk b. Ebrehe'yi öldürmelerine ve Yemen'deki
Habeşlileri, sürgün etmelerine kadar geçen süre, yetmiş iki senedir. Eryat'dan sonra
hükümdarlığa Ebrehe geçmiş; Ebrehe'den sonra oğlu Yeksum, Yeksum'dan sonra da diğer
oğlu Mesruk hükümdar olmuştu. [6]
Yemen'deki Faksların Akibeti
îbn Hişam dedi ki: Bir süre sonra Vehriz ölünce, kisra yerine oğlu Merzüban'ı Yemen'e vali
olarak atadı. Merzüban'm ölümünden sonra kisra, onun yerine oğlu Teynücan'ı atadı. O da
ölünce, yerine onun oğlunu atandı. Daha sonra kisra, onu görevden alıp yerine Bazan'ı
getirdi, îşte bu Bazan döneminde Hz, Peygamber risaletle görevlendirildi.
Zührî'nin rivayetine göre kisra, Yemen valisi Bazan'a gönderdiği mektubunda şöyle demişti:
"Bana gelen haberlere göre Mekke'den bir adam çıkmış, peygamber olduğunu iddia
ediyormuş. Ona git de tevbe etmesini iste. Eğer tevbe ederse ne âlâ. Yok eğer etmezse,
kellesini bana gönder!" Bazan da, kisramn bu mektubunu Hz. Peygamber'e göndermiş, o da
Bazan'a şu cevabî mektubu göndermişti: "Kisra'nm falan ayın falan gününde Öldürüleceğim
Allah bana vadetti."
Bu mektubu alıp okuyan Bazan, sonucu beklemeye başlamış ve; "Bu adam, eğer
peygamberse, söyledikleri gerçekleşecektir." demişti. Hz. Peygamber'in belirttiği günde
kisra Öldürülmüştü. İbn Hişam'm ifadesine göre onu, oğlu Şireveyh öldürmüştür.
Bazılarından duyduğum habere göre oğulları, birleşerek onu öldürmüşlerdir. Sözünü
ettiğimiz bu Acem kisrasmın adı, Perviz b. Hürmü-zan b. Enuşirvan b. Kubaz'dır. Rumları
yenen de budur. Rumları yendiği savaştan Kur'ân-ı Kerim'de şöyle bahsedilir:
"Elif, lâm, mîm. Rumlar yenildiler. Yakın bir yerde. Ama onlar, bu yenilgilerinden sonra
galib geleceklerdir." (er-Rûm, 1-3.)
Kisra'nm bu galibiyetiyle ilgili açıklama ileride verilecektir. Süheylî'nin ifadesine göre kisra,
hicri dokuzuncu senenin on cema-ziyelevvelinde çarşamba gecesi öldürülmüştür.
Doğrusunu Allah bilir. Kisra, Rasûlullah (s.a.v.)'m İslâm'a davet için kendisine gönderdiği
mektubu öfkelenip yırtmış ve Yemen'deki valisine, önceki sayfada sözü edilen emirnameyi
göndermişti. Bazı rivayetlerde anlatıldığına göre Rasûlullah (s.a.v.), Bazan'm elçisine:
"Rabbim, bu gece senin efendini öldürdü!" demiş ve dediği gibi de o gece öldürülmüştü.
Daha önceleri adil iken zalimliğe başladığından dolayı oğulları, onu hal ettikten sonra öldürmüş,
yerine de oğlu Şireveyh'i geçirmişlerdi. Tahta oturan Şireveyh, babasını
öldürdükten sonra altı ay veya daha az bir süre yaşayabilmiş-tir. Bu olaydan bahseden Halid
b, Hıkk eş-Şeybanî şöyle der:
"Oğulları, ellerindeki kılıçlarla kisrayı, Etleri diler gibi dilip kıydılar. Kisranın ölüm adlı
yavrusu, o gün doğdu. Her yavrunun, bir doğum vakti vardır."
Zührî dedi ki: "Kisranın ölüm haberini alan Bazan, hem kendisinin hem beraberindeki
Farslann Müslüman olduklarım, bir elçi vasıtasıyla Hz. Peygamber'e bildirdi. Gelen elçiler,
Hz. Peygambere: "Biz kime mensubuz, Ya Rasûlallah?" diye sordular. O da "Bizden ve
bizim ailemizden sayılırsınız." diye cevap verdi. Bu sebepledir ki başka bir münasebetle Hz.
Peygamber, Selman-ı Farisî için: "Selman bizdendir, bizim ailemizdendir." demiştir.
Bu anlatılanlardan açıkça anlaşıldığına göre bu hadise, Hz. Peygamberin Medine'ye
hicretinden sonra vuku bulmuştur. Bu sebeple de insanlara dini öğretsinler ve onları yüce
Allah'a inanmaya davet etsinler, diye Yemene emir ve davetçiler göndermişti. Önce Halid b.
Velid ile Ebu Talib oğlu Ali'yi, bunlardan sonra da Ebu Musa el-Eş'arî ile Muaz b. Cebel'i
göndermişti. Bunların daveti netecisinde Yemen halkı, İslâm'a girmiş ve İslâm'a tâbi
olmuşlardı.
Bazan'm ölümünden sonra oğlu Şehr, Yemen'e vali oldu. Peygamberlik iddiasında bulunan
Esved el-Ansî, onu öldürmüş sonra da karısını almıştı. İleride de açıklayacağımız gibi
Esved, Hz. Peygamberin Yemen'deki naiblerini sürmüştü. Esved'in öldürülmesinden sonra
Ye-men'de hakimiyet, yeniden Müslümanların eline geçmişti.
İbn Hişam der ki: "Zeki bir peygamberdir. Yüce Zat katından kendisine vahiy gelir." sözü ile
Satih'in kasdettiği de budur.
Habeşlilerin,"Yemen'deki hakimiyeti, Allah katından gönderilecek, hak ve adaleti getirecek,
dindar ve faziletli kimseler arasında hak ve adaleti uygulayacak olan bir peygamber
tarafından sona erdirilecektir. Onu (Ümmeti) milleti, kıyamete kadar hükümran olacaktır."
sözüyle Kahin Şıkkın kasdettiği de budur.
İbn İshak dedi ki: Anlatıldığına göre Yemen'de bir taş üzerinde Zebur'dan şu ibareler
yazılıymış: "Zemar (Harem)ın mülkü kime aittir? Seçkin Himyerlilere aittir. Zemar'm
mülkiyeti kime aittir? Şerli Habeş-lilere aittir. Zemar'm mülkü kime aittir? Hür Farshlara
aittir. Zemar'm mülkü kime aittir? Tüccar Kureyşlilere aittir."
Mesudî'nin anlattığına göre bazı şairler, bu anlamda şiirler söylemişlerdir. Şöyle ki:
"Harem yapılıp sıvanınca kendisine soruldu:
Sen kime aitsin? Seçkin Himyere aidim, dedi.
Sonra kendisine yine soruldu:
Kime aitsin? Murdarhlarm en kötüsü Habeşlilere aidim, dedi.
Sonra kendisine yine soruldu:
Kime aitsin? Hür Farslılar a aidim, dedi.
Sonra kendisine yine soruldu:
Kime aitsin? Tüccar Kureyşlilere aidim, dedi."
Muhammed b. îshak'm sözünü ettiği bu kitabe, Yemen'de rüzgarın toprağı savurması
neticesinde meydana çıkan Hud (a.s.) mezarı yanında bulunmuştur. Bu kitabenin bulunması,
Amr zi'1-Ez'ar'm kardeşi Malik b. zi'1-Menar zamanında, yani Belkıs'm döneminden az bir
zaman önce olmuştur. Kitabedeki yazıların Hud peygamberin mezarı üzerinde de yazılı
oluduğu söylenir ki, bu kitabedeki yazı,Hz. Hud'uri sözlerindendir.
Evet, Süheylî'nin bu konuda söyledikleri bunlardır. Doğrusunu Allah bilir. [7]
Hadr Valisi Satıron[8]
Bazı soybilinıcilermin dediklerine göre Seyf b. Zi Yezen'in, Yemen'i geri almak için yardım
istemek üzere yanma gittiği Hire valisi Numan b. Münzir, Hadr valisi Satıron'un
sülalesindendir. Numan b. Münzir'le ilgisi bulunduğu için burada Satıron'dan bahsediyoruz.
Daha önce İbn İshak'dan yaptığımız nakillere göre Numan b. Münzir, Rebia b. Nasr'm
soyundandır. Cübeyr b. Mut'im'den rivayet olunduğuna göre Kanas b. Maad b. Adnan'ın
soyundandır.
Numan'm soyu hakkında ileri sürülen bu üç görüşü, Hadr valisinden bahsederken İbn Hişam
nakletmiştir.
Hadr, Fırat kıyısında büyük bir kale olup vali Satıron tarafından inşa edilmiştir. Yüksek ve
geniş bir kale olup, içinde büyük bir şehirdeki kadar evler vardır. Son derece
sağlam,heybetli ve güzel bir yapısı vardır. Çevredeki şehir ve kasabalardan ürünler, hep
oraya gelir.
Satıron'un asıl adı, Dayzen b. Muâviye b. Ubeyd b. Ecrem b. Selih b. Hülvan b. Haf b.
Kudaa'dır. Kelbî de, onun soy kütüğünü böyle yazar. Diğerleri ise, onun, Caramika
kabilesine mensub olduğunu ve şehir devletlerinden (site) birinin reisi olduğunu söylerler.
Başkalarıyla savaşıl-dığında, şehir devletleri reislerinden olan diğer beylerin önüne geçerdi.
Kalesi, Fırat ile Dicle arasındaydı. İbn Hişam'm ifadesine göre Kisra Sa-bur Zü'1-Ektaf,
Hadr Valisi Satıron ile savaşmıştır. îbn Hişam1 dan başkalarının ifadesine göre ise,
Satıron'la savaşan hükümdar, Sasanîlerin ilk hükümdarı Sabur b. Erdeşir b. Babek'tir. Bu
zat, şehir devletleri beylerini itaat altına almış ve hakimiyeti kisralara iade etmiştir. Sabur
Zü'1-Ektaf b. Hürmüz ise, Sabur b. Erdeşir'den çok sonraları yaşamıştır. Doğrusunu Allah
bilir. Süheylî'nin anlattıkları budur.
İbn Hişam'ın ifadesine göre Sabur b. Erdeşir, Hadr valisi Satıron'u iki yıl süreyle;
diğerlerinin ifadesine göre ise, dört yıl süreyle kuşatma altında tutmuştur. Bu da şöyle
olmuştur: Irak seferinde iken Sabur, vali Satıron'un hüküm sürdüğü Hadr şehrinin kapılarına
gelip dayanmış. Satıron'un Nadire adındaki kızı onu görmüş. Üzerinde ipek elbiseler,
başında da; Zeberced, inci ve yakutla süslenmiş çok güzel altın bir tac varmış. Sabur, çok
yakışıklıymış. Nadire, Sabur'a şöyle bir plan teklif etmiş: "Hadr şehrinin kapısmı sana
açarsam, benimle evlenir misin?" O da "evet" diyerek bu planı kabul etmiş. Plan, şöyle
uygulanmış: Akşam olunca Satıron, sarhoş oluncaya kadar içki içmiş. Çünkü o, her gece
mutlaka içip sarhoş olduktan sonra, uyumak üzere yatağa girermiş. Kızı Nadire, Hadr
şehrinin giriş-kapılarının anahtarım, uykuya dalan babasının yastığı altından çıkarıp bir
kölesiyle kale çıkışma göndermiş ve köle de kapıyı açmış.
Başka bir rivayete göre Nadire, şehre giren bir nehrin kaleye giriş yeri olan bir boşluğu
göstermiş; Sabur ve askerleri de o açık yerden şehre girmişler.
Diğer bir rivayete göre ise Nadire, Hadr şehrindeki bir tılsımı, onlara anlatmış ve onu
uyguladıkları takdirde şehre girebileceklerini söylemiş. Buna göre yeşilimsi bir güvercin
yakalanıp ayaklarına mavi gözlü, bakire bir kızın adet kanından sürülmen", sonra da
salıverilmeli imiş, salıverilen bu güvercin, şayet Hadr kalesinin surları üzerine konarsa,
tılsım düşer ve kalenin kapıları da açıhrmış. Böyle yapmışlar ve kalenin kapıları da açılmış.
Sabur, şehre girip Vali Satıron'u öldürmüş, şehri yağmalayıp tahrib etmiş ve Satıron'un
kızıyla evlenip beraberinde götürmüş.
Nadire, geceleyin bir ara yatakta uyuyamayıp debelenmeye başlamış. Kocası Sabur,
hizmetçilere, mum getirmeleri için seslenmiş. Getirilen mumun ışığında yatağın içini
araştırmaya başlamış, nihayet bir fesleğen yaprağı bulmuş ve: "Uykunu kaçıran bu muydu?"
diye sorunca o da "evet" demiş. Sabur sormuş:
- Baban sana ne yapardı, nasıl davranırdı?
- Bana atlas yatak serer, ipek elbise giydirir, beyin yedirir ve içki içirirdi.
- Sana yaptığı bu kadar iyiliğin karşılığı olarak mı babana böyle yaptın? Ona bu tuzağı
kurduğuna göre benim için de kısa zamanda böyle bir tuzak kurarsın!..
Kocası böyle dedikten sonra onu saçlarından bir atın kuyruğuna bağladı. Daha sonra atı
koşturmaya başladı ve böylece onu öldürdü. A'şa b. Kays b. Salebe bununla ilgili bir şiirinde
şöyle demiştir:
"Görmedin mi ki, Hadr halkı refah içindeydi? Ama bilmeli ki, refah hali devamlı olmaz. İki
yıl süreyle orada kösler çaldırdı da, Nihayet yerleşti oraya orduların serdarı, Şol vakit ki,
Rabbine yalvarıp yakardı. Allah'a yöneldi, intikam almadı. Rabbi, onun gücünü artırmadı
mı? Ona, komşuluk yapabilen biri olmadı.
Mîlletine şöyle bir çağrıda bulundu: İşinizin başına geçin, artık iş kesinleşti. Kılıç sallayarak
şerefle ölün! Seçkinlerin, ölümü yeğlediklerini gördüm."
Satıron'un kızı Nadire'nin babasına ihanetini anlatan Adiyy b. Zeyd de bir şiirinde şöyle der:
"Hadr şehrinin üzerine geldi ya! Yukarılardan korkunç bir bela, Valinin kızı, ölüm haberini
söylemedi. Babasına, çünkü murakıbı yoktu. Akşamleyin babasına bir kase saf içkiyi, İçirdi.
İçki vehimdir, içen susamaya başlar. O kız, halkını geceleyin teslim etti. Düşman
komutanının kendisini isteyeceğini sandı. Gün doğarken gelinin payına
düşmüştü.Kaküllerinden sızıp akan kanlar, Hadr şehri yıkılıp yakıldıydı. Duvarlardaki
askılar bile yağmalandı."
Yine Adiyy b. Zeyd, bir başka şiirinde şöyle der:
"Ey zamana sövüp ayıplayan kişi!
Sanki sen, suçsuz ve iyi halli misin?
Hayır, tam tersi, sen cahilsin ve aldanmışsın!
Ölümden kurtulup ebedî kalanı gördün mü hiç?
İnsanın kendi koruyucusunu kahrettiği olur muymuş?
Nerede, şahlar şahı Kisra Enuşirvan?
Nerede, ondan önce krallık yapan Sabur?
Bizans imparatorluğu yapanlar nereye gitti?
Esfer oğullarından adı anılan var mı hiç?
Hadr şehrini kuran hükümdar nerede?
Orada, Dicle ile Habur ırmakları akardı.
Mermerle inşa etti, kireçle sıvadıydı.
Kuşların sığınabileceği pencereleri vardı.
Ölüm kuşkusu, onu ürkütmemiş ti.
Mülk ondan ayrıldı, kapısı açık bırakıldı.
'Havernek'in Sahibi'ni an, şerefli biriydi o.
Bir gün tefekküre dalıp hidayeti buldu.
Mal ve mülkünün çokluğu, onu sevirdirmişti.
Denizler genişliğince, ırmaklar uzunluğunca malı vardı.
Kalbi, kötülükten döndü ve dedi ki: Hiç bir canlı ölüme imrenmiyor. Sonra kurumuş
yaprağa dönüyor. Saba ve Sam rüzgarı, alıp götürüyor."
Şiirde adı geçen 'Havernek'in Sahibi', eski zaman hükümdarlarından biridir. Aşın gidip
taşkınlık yapınca, günah işleyip keyfine göre hareket edince, Rabbi tarafından gözetildiğim
unutup önceki hükümdarların ve milletlerin durumlannı, nasıl mahvolduklannı, onlardan
hiçbirinin kurtulamadığını, ibret alması için kendisine anlattılar. Eline geçen hükümdarlık
tahtının mutlaka kendisinden sonrakilere intikal edeceğim söyleyip öğüt verdiler.
O, verilen bu öğütlerden etkilendi, ibret aldı, kendine çeki düzen verdi, düşünmeye başladı,
gece gündüz tefekkür etti, mezannın darala-cağmdan korktu, tevbe edip Allah'a yöneldi, her
şeyden el çekti, hükümdarlıktan feragat etti, yoksul elbisesi giydi, çöllere düştü, tenhalarda
haz duydu, diğer insanlardan farklı olarak şehvete uymaktan ve Rabbi-ne asi olmaktan uzak
durdu.
'Havernek'in Sahibi' ile ilgili kıssa, "Tevvabüı" adlı kitapta Şeyh îmam Muvaffak b. Kudame
el-Makdisî (r.a.) tarafından uzun uzadıya anlatılmıştır. Hafız Ebu'l-Kasım es-Süheylî de bu
kıssayı, "Ravzü'l-Ünf' adlı eserde sağlam bir senetle nakletmiştir. [9]
Tavâif-İ Mülûk Haberleri
Hadr şehrinin valisi, Satıron idi. Daha önce de belirtildiği gibi o, Tavâif-i Mülûk beylerinin
başında gelmekteydi. Yunanlı İskender b. Fi-lip el-Makedonî (Makedonyalı) zamanında
yaşamıştır. Satıron, kendi memleketini idare etmekteyken Dârâ b. Dârâ, Fars hükümdarını
mağ-lub etmiş, ülkesini harabeye döndürmüş, halkının mallannı yağmalamış, ekin ve
ürünlerine el koymuş, hülasa, Farslan darmadağın etmişti. Bir daha toparlanmalarına ve
işlerini düzene koymalarına fırsat vermemeye karar vermişti.
Gerek Arap, gerekse Arap olmayan her beldedeki halkın başına bir emîr tayin etti. Her emîr
kendi hakimiyeti altındaki yerleri koruma-ya,topraklanm işletmeye devam etti. Ölen
emirlerin yerlerine oğullan veya kavimleri içindeki adamlardan biri geçiyordu. Bu durum,
beş yüz yıla yakın bir zaman böylece devam etti.
Nihayet Fars hükümdarlığı tahtına Erdeşir b. Babek b. Sasan b. Behmen b. İsfendiyar b.
Yeştasib b. Lehrasib geçti. Erdeşir, devleti eski haline getirdi. Hakimiyeti, tamamen eline
geçirdi. Tavâif-i Mülûk beylerinin hakimiyetine son verdi. Eski ve yeni hiçbir beyi ortada
bırakmadı. Yalnız Tavâif-i Mülûk beylerinden Satıron'un Hadr şehri direndi, orayı ele
geçiremedi. Satıron, o beylerin en büyüğü, en güçlüsü, en ulusu olup reisleri ve önde
gelenleri idi. Erdeşir öldükten sonra oğlu Sabur, Sa-tıron'a karşı taarruza geçti, Hadr kalesini
kuşattı, nihayet ele geçirdi. Nitekim bunu daha önce de anlatmıştık. Doğrusunu yüce Allah
bilir. [10]
Hicaz Arapları Olan İsmail Oğulları Ve Bisete Kadar Geçen Zamanda Cereyan
Eden Cahiliye Dönemi Olayları
İsmail (a.s.)'in peygamberlerden biri olduğunu, babasının İbrahim (a.s.) olduğunu ve annesi
Hacer'i götürüp Mekke vadisine bıraktığım daha önce anlatmıştık. Faran dağlan arasında
bulunan Mekke vadisi, ıssız ve bomboştu. İsmail, henüz süt emme döneminde bulunan bir
bebekti. İbrahim (a.s.), onlan bıraktıktan sonra Mekke'den ayrıldı. Allah'ın buyruğu
böyleydi. Hacer'in yanında, içinde birazcık hurma bulunan bir çıkın ile içinde su bulunan bir
kırba vardı. Hurma ve su tükenince Cenâb-ı Allah, aakana yiyecek, hastalanana da şifa olan
Zemzem suyunu onlar için yerden fışkırttı. Merhum Buharî'nin naklettiği ve İbn Abbas'ın
rivayet ettiği uzun bir hadiste bu mesele detaylı olarak anlatılır.
Daha sonra eski Arap kavimlerinden biri olan Arab-ı Aribe'den bir grup olan Cürhümlüler,
gelip Mekke vadisine, Hacer'in yanına konakladılar. Yanma konaklayabilin eleri için Hacer,
Zemzem suyu üzerinde bir hak iddia etmemeleri şartı ile onlara müsaade etti. Bu şartı
kabullenerek yanma konakladılar. O da, Zemzem suyunu içmelerine ve ondan
yararlanmalarına izin verdi. Daha sonra onlara alışıp dost oldu.
İbrahim (a.s.), sık sık onları kontrol ederdi. Anlatıldığına göre Kudüs'ten Mekke'ye gidiş
dönüşünde Burak denen bir hayvana binermiş. Oğlu gelişip gençleşince ve babasıyla birlikte
yürümeye başlayınca, kurban olayı cereyan etti. Kurbanlık olan da -sahih rivayetlere göreİsmail
(a.s.)'di.
Kurban edilme imtihanından kurtulan İsmail; büyüyünce, Cürhümlü bir kadınla evlendi.
Daha sonra bu kadından ayrılıp Mudad b. Amr el-Cürhümî'nin kızıyla evlendi. Bu evlilikten
Nabit, Kayzer, Ez-bül, Mişa, Misma1, Maşi, Dimma, Ezr (Azer?), Yatur, Nebş, Teyma ve
Kayzüma adlarında oniki oğlu ve Nesme adlı bir kızı doğdu. Evlatlarının adlarım, Ehl-i
Kitap kaynaklarına dayanarak Muhammed b. İshak böyle bildirmiştir. İsmail (a.s.), kızı
Nesme'yi kardeşi İshak oğlu İs (Ay-su?) ile evlendirmiştir. Bu evlilikten de Rûm ve Faris
adlı çocuklar doğmuştur. İki kavilden birisine göre Eşban da bu evlilikten doğmuştur. Farklı
kabilelerden olsalar da bütün Hicaz Arapları, İsmail peygamberin Nabit ve Kayzer adlı
oğullarının soyundan gelmektedirler. Hz. İsmail'den sonra Mekke'de reislik yapan, işleri
idare eden, KaT^e ve Zemzem idaresini yürüten zat, oğlu Nabit olmuştur ki o da
Cürhümlülerin yeğenidir. Cürhümlüler bunu bahane ederek Mekke ve çevresine hakim olmaya
başladılar. Uzun süren İsmail oğullan iktidarına son vererek kendileri idareyi ele
aldılar. İsmail oğlu Nabit'ten sonra Ka'be'nin idaresini ele geçiren ilk kişi, Mudad b. Amr b.
Cürhüm'dür. Cürhüm, Kahtan'm oğludur. Yaktin b. Ayber'in oğlu olduğunu söyleyenler de
vardır. Cürhümlüler, Mekke'nin yukarı kısmında Kuaykian mevkiine yerleşmişti.
Katurahlarm beyi Sameyda ise, kendi aşiretiyle birlikte Mekke'nin aşağı kısmına
yerleşmişti. Bunlardan her biri, Mekke'den geçenlerden onda birlik bir geçiş vergisi
alırlardı. Sonraları ikisi anlaşamayıp savaştılar, Sameyda öldürüldü ve yönetimi
Cürhümlülerin lideri Mudad ele geçirdi. Mekke'nin ve Ka'be'nin tek hakimi oldu. Kalabalık,
şerefli Mekke ve çevresinde yayılmış olmalarına rağmen İsmail oğulları yönetim hususunda
onunla çekişmediler. Çünkü Mudad, onların dayılarıydı. Ayrıca Ka'be'nin saygınlığım da
düşündüklerinden dolayı ihtilaf çıkarmak istememişlerdi.
Mudad'dan sonra idare, oğlu Haris'e, ondan sonra da Haris'in oğlu Amr'a geçti. Daha sonra
Cürhümlüler, azıp taşkınlık ettiler, Mekke'de bir çok kötülüğün yayılmasına sebep olup
fesad çıkardılar. Mescid-i Ha-ram'da sapıklıkta bulundular. Hatta denilir ki; Cürhümlülerden
İsaf b. Bağiyy adındaki bir adam ile Naile bint Vail adındaki bir kadın, Ka'be'de bir araya
gelerek fuhuş yapmışlar da Cenâb-ı Allah onları dondurup taşa çevirmiş; ibret olsunlar diye
insanlar, o iki taşı Ka'be'nin yakınma dikmişler. Ama aradan çok uzun bir zaman geçtikten
sonra Hu-zaalılar döneminde o taşlar putlaştırılmış, Allah'a ibadet terkedilerek onlara
tapılmıştır. Yeri geldiğinde İsaf ve Naile adındaki bu iki puttan yeterince söz edeceğiz.
Cürhümlüler, Mekke-i Mükerreme'de işi azıtınca, Haremin yakınına yerleşmiş olan
Huzaalılar, onlara karşı çıkıp hizaya getirdiler. Hu-zaalılar -önce de anlattığımız gibi- Arim
seli yüzünden Yemen'den ayrılıp Mekke'ye göçmen olarak gelmişti. Huzaalıların, İsmail
oğullarından olduklarını söyleyenler de vardır. Doğrusunu Allah bilir. Özetlersek, deriz M:
Huzaalılar, Cürhümlülere karşı savaşmak için bir araya gelip toplandılar. Onlarla
savaşacaklarını ilan ettiler ve savaştılar. İsmail oğulları bu iki gruptan da ayrı durdular. Bekr
b. AbdU Menat ve Gubşan oğullarından olan Huzaalılar, bu savaşta Cürhümlüleri yenip
Ka'be'nin yanından uzaklaştırdılar. Cürhümlülerin lideri Amr b. Haris b. Mudad, Kabe'deki
iki altın geyiği, Hacer-i Esved'i, mücevherlerle süslü kılıçları ve diğer eşyaları alıp Zemzem
kuyusuna attı ve üzerini örtüp görünmez hale getirdi. Sonra da aşiretiyle birlikte Yemene
döndü. Bu hadiseyle ilgili olarak Amr b. Haris b. Mudad, bir şiirinde şöyle der:
"Kaile'nin gözlerinden yaşlar boşamyordu.
Gözlerinin yaşıyla taşlar parlıyordu.
Hacun dağıyla Safa tepesi arasında görünmüyordu.
Kimseler, Mekke'de sesler hiç duyulmuyordu.
Ona dedim ki benim kalbim, kuş gibi,
İki kanadının arasında çırpmıyor.
Evet, bizler, Ka'be'nin sahipleriydik.
Tökezleten tepeler, bastıran geceler, yok etti bizi.
Nabit'ten sonra Ka'be'nin yöneticileri bizdik.
Bu Ka'be'yi tavaf ediyorduk, hayrı da zahirdi.
Nabit'ten sonra biz onurlu bir şekilde,
Beyt'e sahip olduk, çoklukla övünmedik.
Sahib olduk, onurlandık, mülkümüz muazzamdı.
Bizden başka hiç kimse artık övünemezdi.
Bildiğim en iyi insana kızımızı vermedik mi?[11]
Onun oğulları bizdendir, onun hısımlarıyız.
Dünya, bu halden sonra aleyhimize dönerse,
Gör, o zaman dünya ne hale gelecektir!
Kral, zor kullanarak bizi ordan çıkardı.
İnsanlar için kader böyle cereyan eder.
Bekar kadın uyuşa bile, ben uyuyamıyorum.
Tahtın eziyetinden dolayı Süheyl ile Âmir uzaklaşmasın.[12]
Ka'be'den başka sevmediğim yerlere yöneltildim.
Himyer ve Yuhaber gibi kabilelere gittim.
İmrenecek durumdayken, efsane olduk.
Geçen seneler bizi, böyle yıprattı işte.
İçinde güvenlik ve dinî şiarlar bulunan bir belde için,
Ağlamakta olan gözden yaşlar akıyordu.
Güvercinlerine dahi dokunulmayan bir Ka'be için,
Ağlıyordu gözler, serçeler de vardı orada.
Orada, diğer hayvanlara da dokunulmazdı.
Ama oradan çıkınca, asla rahat bırakılmazdı."
İbn İshak der ki: Amr b. Haris, Mekke'de kalan Bekr oğullarıyla Gubşanlılardan bahseden
şiirinde de şöyle demişti:
"Ey insanlar! Yürüyün bakalım.
Nasıl olsa bir gün yürüyemez hale geleceksiniz.
Bineği tekmeleyin, yularım salı verin.
Ölmeden önce yıkın yıkabileceğinizi.
Biz de sizin gibiydik, zaman değiştirdi bizi.
Sonunda siz de bizim gibi olacaksınız."
İbn Hişam dedi ki: Bu konuda sahih rivayetlerle bize gelen şiir budur. Şiir bilgisi olan bazı
kimselerin bana anlattıklarına göre bu beyitler, Araplar hakkında söylenen ilk şiirdir.
Yemen'de bir taş üzerine yazılı olarak bulunmuştur, ama şairin adı, o taş üzerinde yazılı
değildir.
Süheylî, bu beyitlerin benzeri beyitler nakletmiş, naklederken de bunlarla birlikte tuhaf bir
hikaye anlatmış ve garip mısralar okumuş, sonra da şöyle demiştir: «Fedailü Mekke» adlı
kitabında Ebul-Velid el-Ezrakî, Amr b. Haris b. Mudad'a ait olduğu söylenen bu beyitlere
ilavede bulunmuştur:
"Devran aleyhimize döndü, sonra mahvetti bizi. Taşkınlık yaptık diye, başkaları yendi
adamlarımızı. Sizden öncekilerin yaptıklarım araştırın. Araştırdıktan sonra yol açığa çıkar
rahatça. Sizden önce bir zamanlar, insanların hükümdarlarıydık. Allah'ın saygın beldesinde
ikamet etmekteydik." [13]
Huzaalıların Kıssası, Amr B. Luhayy'ın Haberi Ve Arap Diyarındaki
Putperestler
İbn İshak'm anlattığına göre daha sonraları Huzaalıların bir kolu olan Gubşanhlâr, Ka'be'nin
yönetimini Bekr b. Abdu Menafin elinden aldılar. Onlar adına Amr b. Haris el-Gubşanî,
Ka'be yönetimini üstlendi.
O sıralarda Kureyşliler, kendi kavimleri olan Kinaneliler arasında dağınık halde olup kimi
yerleşik, kimi göçebe idi.
Huzaalılar, Amr b. Amir oğullarının Yemen'den çıkıp Şam'a doğru yönelmeleri ve gelip
Mekke yakınındaki Merrü'z-Zahran mevkiine yerleşmeleri esnasında onlardan ayrıldılar. Bu
yüzden Arapçada "ayrılıp kopanlar" manasına gelen "Huzaalılar" adını aldılar.
Hazreçlilerden Avn b. Eyyüb el-Ensarî bu konuda şöyle der: "Merrü'z-Zahran'a
konduğumuzda Huzaalılar, Göçebe grupları halinde bizden ayrıldılar. Tihame'deki her
vadiyi korudular onlar. Sivri mızraklar ve keskin kılıçlarla."
Evsli Ebu Mutahhar İsmail b. Rafı el-Ensarî de şöyle der:
"Mekke vadisine indiğimizde Huzaalılar, Şölen ve kahramanlık yurdunu övdüler. Oba
halinde konakladılar, çöl ve kıyıda, Bulunan her kabileyi dağıttılar. Mekke vadisindeki
Cürhümlüleri kovdular. Güçlü Huzaalıların onuruna layık oldular."
Huzaalılar, Beyt'in (Ka'be) yönetimini ele geçirdiler. Bu yönetim, atadan oğula miras olarak
geçti. Daima ailenin en büyük oğlu bu görevi devralırdı. Huzaalıların emiri, Huleyl b.
Hubşiyye b. Selul b. Ka'b b. Amr b. Rebia el-Huzaî'ye gelinceye kadar böyle devam etti.
Kusayy b. Kilab, onun kızı Hubba ile evlenmiş, bu evlilikten Abdü'd-Dar, Abdu Menaf,
Abdül-Uzza ve Abda adında dört oğlu doğmuştu. Ka'be'nin yönetimi, böylece Kusayy'a
geçmiş oluyordu. Nitekim yeri gelince, bu konuyu Allah'ın izniyle detaylı olarak
anlatacağız. Güvencimiz ve dayanağımız Allah'tır.
Huzaahlar, 300 yıl -bir rivayete göre 500 yıl- müddetle Kabe'nin yönetimini ellerinde
tuttular. Ama uğursuz bir dönemde oranın idaresini sürdürdüler. Çünkü ilk olarak onların
zamanında, Arabistan'da puta tapılmaya başlandı. İlk defa onları puta tapmaya çağıran
adam, lanetli reisleri Amr b. Luhayy olmuştu. Gerçekten Amr, çok zengindi. Anlatıldığına
göre o, yirmi devenin gözünü oyup çıkarmıştır. Bu da, onun 20.000 deve sahibi olduğunu
gösterir.
Aralarında Ezrakî'nin de bulunduğu bazı tarihçilerin anlattıklarına göre bir kimsenin bin
devesi varsa, nazardan korunmak için Arap adetine göre bir devenin gözünü oyup çıkarması
gerekirmiş.
Süheylî'nin anlattığına göre her sene hac mevsiminde Amr b. Luhayy, 10.000 deve kestirir,
10.000 yoksula da elbise giydirirmiş. Araplara yemek verir; yağ, bal ve undan yapılan Hays
tatlısı yedirirmiş. Bunu âdeta uyulması zorunlu bir kanun haline getirmiş. Çünkü Araplar
arasında son derece şerefli, itibarlı ve ağırlıklı bir insanmış.
tbn Hişam dedi ki: İlim ehlinden bazılarının bana anlattıklarına göre Amr b. Luhayy, bazı
işlerini görmek üzere Mekke'den Şam'a gitmiş, dönüşünde Belka diyarına uğramış, o
zamanlar orada İmlak'm ya da îmlîk b. Laviz b. Sam b. Nuh'un oğulları olan Amalika
kabilesi otururmuş. Onların puta tapmakta olduklarını görünce: "Tapmakta olduğunuzu
gördüğüm şu taşlar ve putlar da neyin nesi?" diye sormuş, onlar da: "Bu putlara tapıyoruz.
Yağmur istediğimizde yağdırıyor, zafer istediğimizde de veriyor." şeklinde cevap
vermişlerdi. "Bana da bir put verseniz, alıp Arap diyarına götürsem, oradaki insanlar da ona
tapsalar olmaz mı?" deyince, ona Hübel denilen bir put verdiler. O da Mekke'ye getirerek bir
kaidenin üzerine yerleştirdi. İnsanlara, ona tapmalarını ve saygı göstermelerini emretti. İbn
İshak der ki: Anlatıldığına göre taşa tapma olayı, ilk olarak İsmail oğullarında görülmüştür.
Mekke'nin kendilerine dar gelmesinden sonra oradan ayrılıp göçenler, Harem-i Şerife olan
saygılarından dolayı oradan bir taş alıp beraberlerinde götürürlerdi. Konakladıkları yerde o
taşı ortaya koyup Ka'be gibi tavaf ederlerdi. Aradan bir süre daha geçtikten sonra, hoşlarına
giden ve güzel buldukları her taşa tapmaya başladılar. Araya zaman girdi ve eski
durumlarını unuttular.
Buharî'nin sahihinde Ebu Reca el-Utaridî'nin şöyle dediği rivayet edilir: "Cahiliye devrinde
tapacak taş bulamadığımızda bir avuç toprak toplayıp ortaya koyar, sonra bir koyun getirip
üzerine sütünü sağar, sonra da o sütlü toprağı tavaf ederdik."
İbn İshak dedi ki: İbrahim ve İsmail peygamberlerin dinini bırakıp, önceki ümmetler gibi
sapıklığa düşerek putlara tapmaya başladılar.
Ama yine de aralarında Hz. İbrahim'in dininden kalma bazı hükümlere sarılanlar vardı.
Nitekim Ka'be'ye saygı gösterip orayı tavaf ediyor, hac ve umre vecibelerini yerine
getiriyor, Arafat'ta ve Müzdelife'de vakfe yapıyor, kurban kesiyor, hac ve umre için tekbir ve
tehlüler getiriyorlardı. Bununla beraber bu ibadetlere asılsız bazı şeyleri de ekliyorlardı.
Kina-nelilerle Kureyşliler, telbiye getirirlerken şöyle derlerdi:
"Buyur Allahım, buyur! Buyur, senin ortağın yoktur. Sadece bir ortağın vardır ki sen, ona
sahipsin ama o sana sahip değildir."
Telbiye getirerek Allah'ı birliyorlar, sonra O'na putlarını ortak ediyorlardı, mülkiyetini de
ona ait İnliyorlardı. Cenâb-ı Allah, onların müşrik olduklarını elçisi Muhammed (s.a.v.)'e
şöyle bildiriyordu:
"Onların çoğu, Allah'a ortak koşmadan inanmazlar." (Yûsuf, ıoe.) Yani hakkımı bilmek için
beni birlemezler, yarattıkl arım dan birini bana ortak koşarlar.
Süheylî ile diğerlerinin anlattıklarına göre ilk olarak bu şekilde telbiye getiren Amr b.
Luhayy olmuştur. İblis, ihtiyar bir adam suretinde ona görünmüş, ona bu şekilde telbiye
getirmesini telkin etmiş, o da İb-lis'in ağzından duyduğu sözleri tekrarlamaya başlamış,
sonra Araplar da Amr'a uyup bu şekilde telbiye getirir olmuşlar. Sahih hadiste anlatıldığına
göre Hz. Peygamber, onların bu şekilde telbiye getirdiklerini işittiğinde «Yeter, yeter!..»
dermiş. Buharî'nin, Ebu Hüreyre'den rivayet ettiği bir hadis-i şerifte Peygamber (s.a.v.)
şöyle buyurmuştur:
"Saibe'yi[14] ilk salan ve puta ilk tapan, Ebu Huzaa Amr b. Amir'dir. Cehennem'de onu
bağırsaklarını çekip sürürken gördüm.»[15]
Bu hadisten açıkça anlaşıldığına göre Amr b. Luhayy, bütün bir Huzaa kabilesinin dedesidir.
Nitekim İbn İshak ile diğerlerinin anlattıklarına göre bazı soybilimcileri de böyle
demişlerdir. Diğer nakilleri bir tarafa bıraksak dahi sadece şu hadis, bu konuda zahir bir
delil, hatta nass gibi olur. Ama diğer yönlerden buna muhalif bazı hadisler de nakledilmiştir.
Buharı, Said b. Müseyyeb'in şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Bâhî-re, müşriklerin sütünü
putlara adadıkları hayvanlardır ki, hiç kimse onların sütünü sağamazdı. Şaibe de, tanrıları
için adadıkları hayvanlardı ki, hiç kimse onların sırtına yük vuramazdı."
Buharı, Ebu Hüreyre'nin şöyle dediğini rivayet etmiştir; Peygamber (s.a.v.) buyurdu ki:
«Amr b. Amir el-Huzaî'nin Cehennem'de bağırsaklarını çekip sürüdüğünü gördüm. Şaibe
hayvanları ilk salan odur."
Buharı ile birlikte Müslim de Salih b. Keysarı tariki ile benzer rivayeti yapar.
Bu hadiste geçen "el-Huzaî" kelimesinden anlaşıldığına göre Amr b. Luhayy, Huzaa
kabilesinin dedesi değil, sadece bir mensubudur. Ancak daha önceki hadiste geçen Ebu
Huzaa (Huzaalıların babası) sözü, ravi-nin bir tahrifi olmalıdır. Aslında ravi, (Huzaalıların
kardeşi) anlamına gelen "Ahu Huzaa" kelimesini, (Huzaalıların babası) anlamına gelen "Ebu
Huzaa" kelimesiyle değiştirmiştir. Veya "Ebu Huzaa" sözü, Amr'm künyesidir. Yoksa onun,
Hazaahlann babası anlamım ifade etmemektedir. Doğrusunu Allah bilir.
Muhammed b. îshak, Ebu Hüreyre'nin şöyle dediğini rivayet eder: Rasûlullah (s.a.v.)'ın
Eksem b. Cevn el-Huzaî'ye şöyle dediğini duydum:
"Ey Eksem! Amr b. Luhayy b. Kam'a b. Hmduf u, Cehennem'de bağırsaklarını çekip
sürüyorken gördüm. Senin kadar ona benzeyen birini görmediğim gibi onun kadar sana
benzeyen birini de görmedim.»
Eksem: "Ya Rasûlallah, onunla aramızdaki benzerliğin bana zarar vermesinden korkarım.»
deyince Hz. Peygamber şu cevabı verdi: "Hayır! Sen mü'minsin, o ise kafirdir. İsmail
(a.s.)'in dinini ilk defa değiştiren odur. Tapınılmak için putlar dikmiş, putlara hayvanlar adamış,
bu adakların sütünü sağmanın, sırtlarına yük vurmanın haram olduğunu söylemiş,
Vasile'yi[16] kutsal saymıştır,"
Buharî, Hz. Aişe'nin şöyle dediğini rivayet etmiştir: Rasûlullah (s.a.v.) buyurdu ki:
"Cehennem'in birbirini parçaladığını gördüm. Amr'ı da kendi bağırsaklarını çekip sürürken
gördüm. Şaibe (hayvanını) ilk defa salan odur."
Hülasa, demek istediğimiz şu ki: Lanetli Amr b. Luhayy, dinde bid'atlar çıkarmış, bu
bid'atlar sebebiyle Hz. ibrahim'in dinini değiştirip tahrif etmiş, Araplar da onun bid'atlarına
uymuşlar; böylece apaçık, çirkin ve kötü olan bir sapıklığa düşmüşlerdir. Cenâb-ı Allah,
onların bu hallerini Kur'ân'm bir çok yerinde reddedip yermiştir:
"Diliniz yalan yere vasıflandıra geldiği için her şeye, "Şu helal, bu haramdır." demeyin.
Sonra Allah'a karşı yalan uydurmuş olursunuz."(en-Nahl, 116.)
"Allah; ne Bahire'den, ne Saibe'den, ne Vasile'den ne de Ham'dan hiç birini meşru
kılmamıştır. Fakat küfredenler, Allah'a karşı yalan uydururlar. Onların çoğunun ise akılları
ermez." (ei-Mâide, 103.)
"Kendilerine verdiğimiz rızıktan, bilmediklerine hisse ayırırlar. Allah'a andolsun ki, uydurup
durduğunuz şeylerden muhakkak sorguya çekileceksiniz." (en-Nahl, 56.)
"Onlar, Allah için, O'nun yarattığı ekin ve davarlardan bir pay ayırdılar ve kendi zanlarma
göre; bu Allah'ındır, bu da şirk koştuğumuz or-taklarımızmdır, dediler. Ortaklarına ait
olanlar Allah'a ulaşmazdı da, Allah'a ait olanlar ortaklarına giderdi. Ne kötüdür, hüküm
edegeldikle-ri şeyler. Ve böylece onların ortakları; ortak koşanlardan bir çoğunu helake
sürüklemek, dinlerini karma karışık etmek için; çocuklarını öldürmelerini hoş göstermiştir.
Şayet Allah dilemiş olsaydı; bunu yapamazlardı. Artık sen, onları uydurdukları o yalanları
ile baş başa bırak.
Onlar kendi zanlarınca; bu davarlar, bu ekinler haramdır. Onları dilediğimizden başkası
yiyemez. Bir takım hayvanların sırtları haramdır, dediler. Bir kısım hayvanların üzerine de
O'na karşı iftira ederek, Allah'ın admı anmazlar. Allah, yapmakta oldukları iftiraları
yüzünden onları cezalandırmaktır.
Bir. de dediler ki: Şu davarların karınlarında bulunanlar, yalnız erkeklerimiz içindir,
kadınlarımıza haram kılınmıştır. Ölü doğacak olurlarsa, hepsi ona ortaktırlar. Allah, onların
bu vasıflandırmalarının cezasını verecektir. Muhakkak ki O; Hakîm'dir, Alîm'dir.
Bilgisizlikleri yüzünden, çocuklarını beyinsizce öldürenler ve Al-lah'm kendilerine verdiği
rızkı, Allah'a iftira ederek haram sayanlar; gerçekten hüsrana uğramışlardır. Onlar, şüphesiz
sapı tıraşlardır. Zaten hidayete erenlerden olmamışlardı." (el-En'âm, 136-140.) [17]
Arapların Cahiliyeti [18]
Buharî, İbn Abbas'm şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Arapların cehaleti hakkında bilgi
sahibi olmak istiyorsan, el-En'âm sûresinin 130. ayetinden sonraki ayetlerini oku:
"Bilgisizlikleri yüzünden, beyinsizce çocuklarını öldürenler ve Allah'ın, kendilerine verdiği
rızkı, Allah'a iftira ederek haram sayanlar, gerçekten hüsrana uğramışlardır. Onlar, şüphesiz
sapıtmışlardır. Zaten hidayete erenlerden olmamışlardı." (ei-En'âm, 140.)
Bu ayetin tefsirini, onların uydurdukları bâtıl ve fasid hükümleri anlatmıştık. Büyükleri
mel'un Amr b. Luhayy, bu hükümlerin hayvanların yararına ve rahmetin gereği olduğunu
sanmıştı. Aslında o, bu iddiasında yalancı ve iftiracı idi. Bu sapıklık ve cehalete rağmen o
bilgisiz ve cahil kimseler, bu uyduruk hükümlere uymuşlardı. Onur ve üstünlük sahibi yüce
Allah'ın yanısıra, putlara tapmak gibi bundan daha dehşetli ve daha çirkin başka bir Jrid'ate
de uymuşlardı.
Allah'ın, Hz. İbrahim vasıtasıyla gönderdiği dosdoğru, gerçek ve sağlam olan dinini
değiştirmişlerdi. Bu din, sadece Allah'a ibadet etmeyi öngörüyor, O'na ortak koşmayı haram
kılıyordu.
İlim ve burhana, sahih ya da zayıf herhangi bir delile dayanmaksızın gerek din gerekse
haccm prensiplerini değiştirmişler, bu konuda kendilerinden önceki müşrik ümmetlere
uymuşlardı. Âdeta Nuh kavmine benzemişlerdi. Allah'a, ilk defa ortak koşan ve ilk olarak
puta tapan kavim Nuh kavmidir. Nuh'un kıssasında da anlatıldığı gibi Allah, onları
putperestlikten vaz geçirmek için kendilerine Hz. Nuh'u göndermişti. Böylece Hz. Nuh, ilk
defa puta tapmayı yasaklamak için gönderilmişti.
"Ve dediler ki: "Sakın, tannlanmzı bırakmayın, Vedd, Suva', Yeğus, Yeûk ve Nesr'den asla
vazgeçmeyin." Böylece bir çoğunu saptırdılar. Zalimlere sapıklıktan başka birşeyi arttırma."
(NtJh, 23-24.)
İbn Abbas dedi ki: Ayet-i kerimede ismi geçenler, Nuh kavmi arasındaki salih kimselermiş.
Vefatlarından sonra halk, mezarlannm yanına gelip ibadet etmeye başlamıştı. Aradan uzun
zaman geçince de onlara ibadet edilir olmuştu. Onlara nasıl ibadet edildiğini önceki
sayfalarda açıklamış olduğumuz için burada yeniden ele almaya gerek görmüyoruz.
îbn İshak ve diğerleri dediler ki: Araplann, İsmail peygamberin dinini değiştirmelerinden
sonra çeşitli kabileler, bu putlan kendilerine tann edindiler:
Vedd, Beni Kelb b. Vebre b. Tağlib b. Hulvan b. İmran b. Elhaf b. Ku-daa'nın tannsı oldu.
Suva', Hüzeyl b. İlyas b. Müdrike b. Mudar'm tanrısı oldu. Bu put, Ruhat denen yere
dikilmişti.
Yeğus, Tayy kabilesinin En'am oğullan kolunun ve Mezhac kabilesinden olan Cüreşlilerin
tannsı olup Cüreş şehrine dikilmişti.
Yeûk, Yemen'in Hemdan beldesine dikilmiş olup Hemdanlılann bir kabilesi olan Heyvan
oğullan tarafından tann olarak kabul edilmişti.
Nesr, Zül Kula' kabilesi tarafından tann edinilmiş olup Himyer diyarına dikilmişti.
İbn İshak'm anlattığına göre Holanhlann (Havlan?) diyannda Am-mi Enes (Amyanis?) adlı
bir put varmış. Kendi inançlannın gereği olarak ekinlerinden ve davarlarından, hem o puta
hem de Allah'a hisse ayı-nrlarmış. Allah'ın payı Animi Enes'inkine kanşırsa, onu öylece
bırakır-larmış. Ammi Enes'in payı Allah'ınkine karışırsa, onu çıkanp tekrar Ammi Enes'in
payına katarlarmış. Bunlar hakkında Cenâb-ı Allah, şu ayet-i kerimeyi inzal buyurmuş:
"Onlar; Allah için, O'nun yarattığı ekin ve davarlardan bir pay ayırdılar." (el-En'âm, 136,)
İbn İshak dedi ki: Beni Milkan b. Kinane b. Huzeyme b. Müdrike'nin Sa'd adlı bir putu
vardı. Bu put, çöldeki bir kaya parçası olup uzunca ve
yüksekçe idi. Kabilenin adamlarından biri, bereket bulmak amacıyla devesini o puta
vakfetmeye gelmişti. Deve, yayılmaktaydı. Putun üzerinde kanlann akmakta olduğunu
gören deve, başım alıp kaçmaya başlamış, deve sahibi de öfkelenerek putu taşlamış ve:
"Allah, seni mübarek etmesin, devemin kaçmasına sebeb oldun!" demiş, sonra da devesini
aramaya başlamış, bulunca da şöyle demiş:
"işimizi yoluna koysun, diye Sa'd'e geldik, Daha da bozdu işimizi, biz ondan değiliz. Sa'd de
ne ki, çöldeki bir kaya parçasıdır o, Asla, iyiye ve doğruya çağırmaz insanı o."
İbn İshak'm anlattığına göre Devs kabilesinde de Amr b. Humama ed-Devsî'nin bir putu
varmış. Kureyşlilerin de Ka'be yanındaki kuyunun yambaşmda Hübel adında bir putlan
varmış. Daha Önce de belirtildiği gibi, bunu lanetli Amr b. Luhayy oraya dikmişti.
İbn İshak'ın ifadesine göre Mekkeliler, Zemzem kuyusunun yanına İsaf ve Naile adında iki
put dikmiş olup kurbanlarını onların önünde ke-serlermiş. Rivayetlere göre İsaf ile Naile,
Ka'be'de zina yapmışlar. Cenâb-ı Allah da onlan orada taş haline getirmiş.
Abdullah b. Ebi Bekr, Hz. Aişe'nin şöyle dediğini rivayet etmiş: "İsaf ile Naile'nin
Cürhümlü bir kadın ile erkek olduklarını, Ka'be'de zina ettiklerini, Cenâb-ı Allah'ın da bu
yüzden onları taşa çevirmiş olduğunu hep duymuşuzdur." Doğrusunu Allah bilir.
Onların orada zina yapmalanna, Cenâb-ı Allah'ın fırsat vermediğini, o kötü fiili
işlemelerinden önce taşa çevrilmiş olduklannı ve taşlarının da hemen o zaman Safa ile
Merve tepeleri yanına dikildiği söylenir.
Huzaahlann başına, Amr b. Luhayy geçince, bu iki putu oradan al-dınp Zemzem kuyusunun
yanma getirtmiş ve insanlar da onlan tavaf etmeye başlamış. Bununla ilgili olarak Ebu Talib
şöyle demiştir:"Esarilerin develerini ıhdırdıklan yerde, İsaf ile Naile'den sellerin taştığı yerde..."
Vakidi der ki: Rasûlullah (s.a.v.), Mekke'nin fethi günü Naile putunun kırılmasını
emrettiği zaman, onun içinden saçı başı kanşık, saç-lan yan yanya ağarmış ve yüzünü
tırmalamakta olan bir kadın anlayıp oflayarak çıktı.
Süheylî der ki: Eca ile Sülma, Hicaz diyanndaki iki dağın adıdır. Eca, aslında Eca b.
Abdülhayy adındaki bir adamın adı olup Sülma binti Hamm adındaki bir kadınla zina
yapmış, kendisiyle o kadın, bu iki dağın yanında asılmışlar ve isimleri de bu iki dağa
verilmiştir. Eca ile Sülma dağlan arasında, Tayy kabilesinin tannsı olan Kals adlı bir put
varmış.
İbn İshak dedi ki: Her aile, tapmak için kendi evine bir put yerleştirmisti. Aileden biri,
yolculuğa çıkmak üzere hayvanına bineceği zaman yüzünü puta sürerdi. Yola çıkarken
yaptığı son iş, bu olurdu. Yolculuk dönüşünde de çoluk çocuğuyla görüşmeden putun yanma
gelir ve ona yüz sürerdi. Cenâb-ı Allah, Muhammed (s.a.v.)'i peygamberlikle görevlendirince
Kureyşliler dediler ki:
"Tanrıları bir tek tanrı mı kıldı? Doğrusu bu, şaşırtıcı birşey." (Sâd, 5.)
İbn İshak der ki: Ka'be'yle birlikte tazim ettikleri ve saygı duydukları bazı tağutlar
edinmişlerdi. Bunların, tıpkı Kal^e gibi kapıcı ve hizmetçileri vardı. Ka'be'ye kurban takdim
edildiği gibi bunlara da takdim edilirdi. Ka'be'yi tavaf ettikleri gibi bunları da tavaf
ederlerdi. Bununla beraber Ka'be'ye gösterdikleri saygı daha fazlaydı. Çünkü orası, Hz.İbrahim'in
inşa ettiği ve mescid edindiği bir yerdi.
Kureyşlilerle Kinanelilerin, Nahle mevkiinde Uzza adında bir putları vardı. Bunun
bakıcılığını ve kapıcılığını, Süleym kabilesinden olan Şeyban oğulları yapmaktaydı. Bunlar,
Haşim oğullarının müttefikleriydiler. İleride de açıklanacağı gibi Mekke'nin fethi gününde
Halid b. Velid, bu putu yıkıp tahrib etmişti.
Taif teki Sakif kabilesinin putu, Lat idi. Bakıcılığım ve kapıcılığım, Sakif kabilesinden
Muattib oğulları yapmaktaydı. Taiflilerin Medine'ye gelip Müslüman olmalarından sonra
Ebu Süfyan ile Mugire b. Şube, Lafı yıkıp tahrib etmişlerdi.
Menat putuna, Evs ve Hazreçliler ile aynı dinden olan diğer Medine-liler taparlardı. Bu put,
deniz kıyısında bulunan Kudeyd şehrinin Mü-şellel nahiyesinde bulunmaktaydı. Bunu da
Ebu Süfyan -bir rivayete göre de Hz. Ali- yıkmıştır.
Zülhalse putuna Devs, Has'am, Becile kabileleriyle Tebale şehrindeki Araplar taparlardı.
Zülhalse putunun bulunduğu binaya, Kabetü'l Yemaniye, Mekke'deki Beyt-i Muazzama'ya
da Ka'betü'ş-Şamiye denirdi. Zülhalse putunu, Cerir b. Abdullah el-Becelî yıkmıştır
Kals putuna, Tayy kabilesiyle Eca ve Sülma dağlarının eteklerinde yaşayanlar taparlardı.
Daha önce de belirtildiği gibi Eca ile Sülma, bilinen iki meşhur dağdır.
Riam, Yemenlilerle Himyerlilerin kutsal bildikleri bir evdi. Himyer hükümdarlarından biri
olan Tübba'dan bahsederken bu evden söz etmiştik. O hükümdarın maiyetindeki iki Yahudi
bilgini Riam denen kutsal (!) evi yıkmış, yıkıntıları arasından çıkan siyah bir köpeği de
öldürmüşlerdi.
Ruda', Beni Rebia b. Ka'b b. Sa'd b. Zeydi Menat b. Temim'in kutsal bildikleri bir evdi. Asıl
adı Ka'b b. Rebia b. Ka'b olan müstevgir, bu kutsal evle ilgili bir şiirinde şöyle der:
"Ruda denen eve Öyle bir saldırdım ki, Onu, simsiyah ve kupkuru kıldım. Bu zorlukta
Abdullah yardım etti, Abdullah gibi mahreme başvurulur."
Anlatıldığına göre bu şiirin sahibi Müstevgir, Mudarhların en uzun ömürlüsü olup 330 sene
yaşamıştır. Bir başka şiirinde şöyle demiştir:
"Hayatın uzunluğundan ve yaşamaktan bıktım, Yüzlerce sene ile sayılacak bir ömür sürdüm.
Yüz yıl yaşadım, bunu iki yüz yıl daha izledi, Buna ayların son sayısı olan on iki yılda
eklendi. Geride yaşamaktan ne kaldı ki, Geçen bir gün ve onu izleyen bir gece."
İbn Hişam, bu beyitlerin Züheyr b. Cenab b. Hübel'e ait olduğuna dair rivayetler
bulunduğunu söyler. Süheylî dedi ki: 200-300 seneden fazla yaşayanlardan biri, işte bu
Züheyr'dir. Diğerleri de; Ubeyd b. Şer-ye, Zeğfelb. Hanzale en-Nesgabe, Rebi b. Dab' el-
Fezarî, Zü'1-İsba' el-Advanî ile Nasr b. Dehman b. Eşca' b. Reys b. Gatafan'dır. Nasr b.
Deh-man, o kadar uzun bir ömür sürmüş M, saçları ağardıktan sonra tekrar kararmış, beli
eğilip büküldükten sonra tekrar doğrulup düzelmiş.
İbn îshak dedi ki: Zü'1-Kaabat denen kutsal ev, Vail oğullarından Bekriler, Tağübliler ve
Sendat'taki İyadîlerin mabedi idi. A?şa b. Kays b. Sa'lebe, bu kutsal ev hakkında şöyle der:
"Ömrüm ne kadar uzasa da bilirim ki, Zi'1-A'vad'm gittiği yola ben de gideceğim. Muharrak
ailesinden sonra kalmadı ümidim, Onlar ve İyadîler, bırakıp gittiler evlerini. Enkare'ye
indiler, akıp geliyordu onlara, Yüce dağların altından Fırat suları. Havernak diyarı, Sedir,
Barik kasırları, Sendat'taki Zü'1-Kaabat mabedi. Şimdi onların yerlerinde yeller esiyor.
Sanki kıyamet yerine gitmişler. Nimetlerin ve avutucu nesnelerin, Birgün çürüyüp yok
olacağını görüyorum."
Süheylî dedi ki: Havernak, kendi oğlu Sabur'u yanında bulundurmak için büyük Numan
tarafından yaptırılmış bir saraydır. Sinimmar adında bir mimar, bu sarayı yirmi senede inşa
etmişti. O zamana kadar ondan gözahcı, daha muazzam bir saray görülmemişti. Büyük
Numan, başkalarına da böylesine şahane bir saray yapacağı endişesiyle mimar Sinimmar'ı,
sarayın en yüksek yerinden aşağıya fırlatarak öldürmüştü. Bununla ilgili olarak şair şöyle
demiştir:
"Bana karşılık verdi, suçsuz Sinimmar'a,
Verdiği cezadan daha kötüsünü, Allah ona versin.
Sinimmar'ın yirmi yıl inşaatta çalışması suç muydu?
Kiremit ve kurşunla ona bina kuruyordu.
Bina inşaatının tamamlandığı günde,
Sarayın yüce bir dağ gibi parladığı demde,
Sinimmar'ı tepe üstü attı aşağılara,
Allah'ın hayatına andolsun İd bu, çok çirkin bir iştir."
Süheylî dedi ki: Cahiz, bu şiiri "Kitabü'l Hayvan" adlı eserde naklet-miştir. Sinimmar, aynı
zamanda ayın isimlerinden biridir. Demek istediğim şu ki; İslamiyet geldikten sonra bu
kutsal evlerle saraylar yıkıldı., Bunları yıkmak üzere Hz. Peygamber (s.a.v.), çeşitli
seriyyeler görevlendirdi. O yörelerde bilinen putları da kırmak üzere muhtelif ekiplere görev
verdi. Hepsi yıkıldı, hepsi kırıldı.. Ka'be'ye karşı emsal olarak ileri sürülen hiçbir kutsal ev
ve mabed kalmadı. Ortağı olmayan bir, tek Allah'a ibadet edilir oldu. Yeri gelince bu
konuları inşaallah detaylı olarak açıklayacağız. Dayanağımız Allah'tır. [19]
Hicaz Araplarının Ve Peygamber Efendimizin Dedesi Adnan
Adnan'ın, İbrahim peygamberin oğlu İsmail (a.sj'in soyundan geldiğinde bir ihtilaf ve görüş
farklılığı yoktur. Bununla beraber onunla Hz. İsmail arasında kaç baba geçmiş olduğu
hususunda ihtilaf edilmiş ve bununla ilgili bir çok görüş ileri sürülmüştür. En fazla revaçta
olan ve ağırlık kazanan görüşe göre, aralarında kırk baba geçmiştir. Bu görüş, Ehl-i Kitap
nezdinde de mevcuttur. İleride de anlatacağımız gibi bu görüşü, Ermiya b. Halkiya'nm katibi
Rahya'mn bir yazısından almışlardır.
Adnan ile Hz. İsmail arasında geçen babaların sayısının otuz olduğunu söyleyenler olduğu
gibi, yirmi, onbeş, on, dokuz, yedi veya dört olduğunu söyleyenler de vardır. Musa b.
Yakub, Peygamber (s.a.v.)'in şöyle bir silsileden bahsettiğini rivayet etmiştir:
"Maadd b. Adnan b. Üded b. Zend b. el-Yera b. A'rak es-Sera (yani
İsmail.)"
Ümmü Seleme dedi ki: "Bu silsilede geçen Zend'in diğer adı Hemey-sa' el-Yera'mn diğer
adı Nabit, A'rak es-Sera'nm diğer adı İsmail'dir. Çünkü o, İbrahim (a.s.)'in oğludur. Ateş,
toprağı yakamadiğı gibi İbrahim'i de yakamamıştı. Toprağın, Arapça'daki adlarından birinin
Sera olduğu göz önünde bulundurulursa, A'rak es-Sera kelimesi ile İsmail ve İbrahim
peygamber arasındaki bağlantı anlaşılabilir.
Dare Kutnî dedi ki: Adnan ile İsmail arasındaki silsilede Zend adına rastlamamıştık. Ancak
bu hadiste, bu isme rastladık. Zend b. el-Cun, şair olan Ebu Dülame'dir.
Hafız Ebu'l-Kasını es-Süheylî ve diğer imamlar dediler ki: Adnan ile İsmail (a.s.) arasında
geçen zaman; dört, on veya yirmi babanın yaşayabileceği ömür süresinden çok daha
fazladır. Çünkü Maadd b. Adnan, Buhtü'n-Nassr (Nabokodo Nasser) zamanında on iki
yaşlarındaymış. Ebu Cafer et-Taberî ile diğerlerinin anlattıklarına göre o zamanda Cenâb-ı
Allah, Ermiya b. Halîriya'ya şöyle vahyetmiş: "Buhtü'n-Nassr'a git, de ki: "Ben, onu
Araplara musallat kıldım!" Ayrıca Cenâb-ı Allah, Ermiya'ya; bela ve musibetlere maruz
kalmasın, diye Maadd b. Adnan'ı da Burak denen binite bindirip kendi beraberinde
götürmesini emrederek şöyle dedi: "Çünkü ben onun soyundan, son peygamberi çıkararak
âlemlere göndereceğim!" Ermiya, bu emri yerine getirdi. Maadd'ı Burak'a bindirerek
beraberinde Şam'a götürdü. Maadd, orada Kudüs'ün yıkılmasından sonra orada kalan İsrail
oğullarıyla birlikte yaşadı. Kendi ülkesine dönmeden, orada Cürhünıîlerin Debb oğulları
kolundan-Cevşen kızı Maane ile evlendi. Huzursuzluğun sona ermesinden, fitnenin
yatışmasından ve Arap yarımadasının istikrar bulmasından sonra memleketine döndü.
Ermiya'nın katibi Rahya, onun soy kütüğünü kendi deflerine yazmıştı ki bu defler,
Enniya'mn hazinesinde kalsın ve böylece de Maadd'm soy kütüğü muhafaza edilmiş olsun.
Doğrusunu Allah bilir. Bu sebepledir ki İmam Malik (r.a.), Hz. Peygamber'in şeceresinin
(soy kütüğünün) Adnan'dan sonraya çıkarılmasını mekruh saymıştır. Süheylî dedi ki: Bu
neseblerin, daha yukarılara doğru çıkarılabileceği görüşünde olanların mezhebine uyarak, bu
neseblerin zincirini daha yukarıya doğru çıkardık. Nitekim İbn İshak, Buharı, Zübeyr b.
Bek-kar, Taberî ve diğerleri bu görüştedirler. Merhum İmam Malik'e gelince o, nesebini
Adem (a.s.)'e kadar çıkaran kimselerin böyle yapmalarım mekruh saymış ve böyle
yapanlara: "Nesebinin falan zata kadar ulaştığını nereden biliyorsun?" demişti. Kendisine:
"Adnan'ın soy silsilesi, İsmail peygamber'e kadar da ulaşmaz mı?" diye sorulduğunda, bunu
da mekruh saymış; "Adnan'ın soy silsilesini Hz. İsmail'e kadar ulaştıran adama, bunun böyle
olduğunu kim haber vermiş?" demişti. Mesela, "İbrahim b. fülan b. fülan..." diyerek
peygamberlerin neseblerinin yukarılara doğru çıkarılmasını da mekruh saymıştır. Muaytî,
kitabında bunu böyle anlatır.
İmam Malik'in bu görüşü, Urve b. Zübeyr1 den rivayet edilen şu söze benzemektedir:
"Adnan ile İsmail arasında kimlerin geçtiğini bilen bir kimseye rastlamadık."
îbn Abbas da: "Adnan ile İsmail arasında otuz baba geçmiştir, ama bunların adları
bilinmemektedir." demiştir. Hz. Peygamberin dedelerinin adlarını sıralayan kimseler,
Adnan'a kadar uzatıp daha ileriye gidecek olduklarında İbn Abbas'ın, "Soy bilimcileri yalan
söylemişlerdir!" dediği, bu sözünü de iki veya üç kez tekrarladığı rivayet edilir. Doğru rivayetlere
göre İbn Mesud da böyle demiştir. Hz. Ömer'de: "Peygamber Efendimizin
şeceresini'ancak Adnan'a kadar ulaştırabiliriz." demiştir. Ebu Ömer b. Abd'il-Berr, "El-
Enbah fi Marifeti Kabaili'r-Rüvat" adlı kitabında Urve b. Zübeyr'in şöyle dediğini rivayet
eder: "Ne Adnan'dan, ne de Kahtari'dan ötesinin adlarım bilen bir kimseye rastlamadık.
Bunlar sadece tahminlerini ileri sürüyorlar."
Ebu Esved dedi ki: Şiir ve neseb konusunda Kureyşlilerin en bilginlerinden biri olan Ebu
Bekr Süleyman b. Hayseme'nin şöyle dediğini işittim: "Ne bir şairin şiirinde, ne de bir
âlimin ilminde, Maadd b. Adnan'dan sonrakilerin adlarım bilen bir kimse görmedik."
Ebu Ömer (İbn Abdi'1-Berr) dedi ki: Aralarında Abdullah b. Mesud, Amr b. Meymun el-
Ezdî ve Muhammed b. Ka'b el-Kurzî'nin de bulunduğu bir grup selef uleması, "Onlardan
sonra gelenleri Allah'tan başkası bilmez." (İbrahim, 9.) ayet-i kerimesi okunduğunda, "Soy
bilimcileri yalan söylemişlerdir." demişlerdi.
Merhum Ebu Ömer demiş ki: "Bize göre bu ayetin manası, yukarıda isimleri geçen
kimselerin anladıkları şekilde değildir. Aslında ayetten kastedilen mana şudur: "Hz. Adem'in
soyundan gelen insanların tamamının adlarını sayıp sıralamak, ancak onları yaratan Allah'ın
bilebileceği birşeydir. Arapların nesebine gelince, tarihçilerle soy bilimcileri bunu
akıllarında tutup muhafaza etmişler, Arap toplumlarını ve ana kabilelerini kafalarına
yerleştirmişlerdir. Yalnız bu konudaki bazı detaylar da ihtilaf etmişlerdir. Bu konuda bilgi
sahibi olan kimseler, Adnan'ın nesebi üzerinde ittifak ederek şöyle demişlerdir: "Adnan b.
Üded b. Mukavvim b. Nahor b. Teyreh b. Ya'rüb b. Yeşcüb b. Nabit b. İsmail b, İbrahim
Halil (a.s.)" Muhammed b. İshak b. Yesar. Sîret adlı kitabında bu zinciri böyle kaydetmiştir.
İbn Hişam dedi ki: "Adnan b. Üdd b. Üded" şeklinde söyleyenler de olmuştur." Sonra Ebu
Ömer, Adnan'ın nesebini İsmail'e, ondan da Adem'e kadar uzatır.
Diğer Arap kabilelerinin neseblerinin Adnan'a ulaştığına dair şecere ve kayıtlar, gerçekten
çokları tarafından bilinmekte olup bugüne dek muhafaza edilmiştir. Bu hususta görüş
ayrılığına düşen iki kişi bile yoktur.
Hz. Peygamber'in nesebinin Adnan'a dayandığı, sabah aydınlığından daha açık ve daha net
olarak bilinmektedir. Bu hususta kafi nass teşkil eden merfu bir hadis vardır. Arap
kabilelerinden, bu kabilelenin neseblerinden ve bunların Hz. Peygamber'e ait şerefli
şeceredeki yerlerinden bahsederken bu hadis-i şerifi inşaallah nakledeceğiz. Güvencimiz ve
dayanağımız Allah'tır. Güç ve kuvvetimizi, üstünlük ve hikmet sahibi Allah'tan alırız.
Kendisine nisbet edilen meşhur kasidesinde İmam Ebu'l-Abbas Abdullah b. Muhammed en-
Naşî, Hz. Peygamberin şeceresini bakın ne güzel sıralayıp tanzim etmiş:
"Rasülullah'ı övdüm, onu övmekle ben, Yüce Allah'tan nasibimi artırmasını diledim.
Övenden, çok yüksek olan birini övdüm, Kendisine yakın-uzak hiç kimseye benzemez
evsafı. Doğularda nuru yükselen bir peygamber, Batılarda yaşayanlara sesi ulaşan rehber.
Kendisi gelmeden, haberleri geldi bize.
Onunla ilgili haberler yayıldı her tarafa.
Kahinler ismini söylediler, o gelmeden önce.
Yalancı ve zancılar, reddedilip kovuldular..
Onun için putlar bile dile geldiler.
Yalancıların sözlerinden uzak olduklarını söylediler.
Ehl-i küfre açıkça söylediler şunu:
Lüeyy b. Galib'den bir peygamber geldi size.
Cinler, gökten haber çalmaya kasdettiler, ama,
Yıldız korları onları uzaklaştırdı oralardan.
Apaçık hakikat yolunu göremediğimiz için,
Daha önce gitmediğimiz hakikata iletti bizi.
Zorlu gücün sahibi, ödüllendirici, cezalandırıcı.
O zattan mucizeler getirdi İd, kendisi peygamberdir.
Bütün ağaçların tepesini parlatırken,
Ayın ikiye bölünmesi, onun mucizesidir.
İnsanların kırbalarında su tükenmişken,
Parmaklarının arasından sular akmadı mı?
Kalabalık orduyu, o sularla kandırdı,
Susuz kalan boğazlardan, sular indi aşağı,
Daha önce bir içimlik su vermeyen kuyu,
Okunu değdirince, suları taşmaya başladı.
Daha önce sağanın avucuna bir damla vermeyen,
Memeye elini sürünce, süt akmaya başladı.
Kendisine düşmanlık yapanın tuzağını,
Hayvanın paçası açıkça söyleyip bildirdi.
Olacak bir işi, önceden haber verirdi,
Daha işin başındayken sonucu söylerdi,
Yakın zamanda şaşkınlık verici vahyin,
Ona gelmesi, gösterdiği mucizelerdendir.
Fikirler, onu idrakten aciz kaldı, hiçbir beliğe,
Uymadı, hitab edenlerin kalbinden geçmedi.
Her ilim ve hikmeti ihtiva ettiydi o.
İhtiyacı devamlı olanın hedefini aştı.
Onunla ilgili haber bize rivayetçinin rivayetinden,
Yazanın sayfasından, katibin tasvirinden gelmedi.
Bazan sorana verilen cevaptan, konuşanın,
Öğüdünden, gösterilen burhandan geldi.
Konulan hükümlerden, söylenen hadislerden,
İstenen nasslardan, verilen misallerden,
Saptanan kanıtlardan, inkarcılara yapılan,
Tariflerden, yalancılara verilen cevaptan geldi.
Teşkil edilen toplantılarda ve kalabalık yerlerde,
Tuhaf ve garip problemlerin çıktığı anda,
Dilediğin sağlam ve çeşitli manalar,
İstediğin anda gelir sana ondan.
O manalar birbirlerini teyid ederler.
Manalarım bir murakıp gibi düşünürler.
Mahlukat, onun gibisini getirmekten aciz kaldı.
Bu, tecrübelerle bilinen bir şeydir.
Babaların en şereflisi Abdullah'a oğul oldu.
Yüksek bir soydan gelerek ondan zuhur etti.
Onun dedelerinden biri de, Şeybetü Zil-Hanıd'dir.
Şereflilere karşı Kureyşliler, onunla övünürdü.
Onun yüzü suyu hürmetine yağmur duasına çıkılırdı.
Zorlu, anlarda görüşünden istifade edilirdi.
Haşim ki, parlak çalışması ve ilahî nimet,
Sayesinde övünç sarayını inşa etti.
Abdu Menaf ki, öğretti kendi kavmine,
Arzulara boyun eğmemeyi, kuruntudan uzaklaşmayı, .
Kusayy ki, Hz, Peygamber'in şerefli atalanndandır.
Suyun başındaydı, ekenlerin eli yanaşmadı ona.
Olumsuz ellerle dağıldıktan sonra kabileleri,
Allah, onun vasıtasıyla bir araya getirdi.
Kilab, çok yüksek bir şeref kulesine çıktı.
Yakm-uzak hiç kimse, o zirveye çıkamadı.
Hiç bir beyinsizin beyinsizliği ve günahkarın günahı,
Mürre'nin azminin keskinliğini törpülemedi.
Ka'b'm topuğuna bile eremedi şeref talipleri,
Çok az bir gayretle yüksek mertebelere erdi.
Lüeyy, düşmanları eğdi, onlar da eğildi.
Zorba ve kalkık burunlular ona itaat etti.
Güçlülerle savaştı, zayıflara tenezzül etmedi.
Kendine denk zorbalara karşı savundu güçsüzleri.
Fihr'in, Kureyşliler arasında ağırlığı vardı.
İşler karışıp zorlaşmca, ona sığındırdı.
Malik de onların en hayırlı sahibi oldu.
En iyi dost ve arkadaş olmakta devam etti.
Nadr, çok güçlüydü, ona bakan göz kamaşırdı.
Parlak yıldızların ışığıyla, onunkisi birleşmişti.
Ömrüme and olsun ki, ondan önce Kinaneliler,
İyi şeyler yapmış, hiç bir zorbaya teslim olmamışlardı.
Ondan önce de Huzeyme Övgüsünü miras bırakmıştı.
Bu miras, övgüye layık akrabalarına kalmıştı.
Müdrike o kadar âlicenâb ve iffetli idi ki, Kötülüklerden uzak durmuştu, derecesine ulaşan
yoktu. İlyas'a gelince, savaş kıtalarını hazırlamadan, Düşmanları, onun karşısında
umutsuzluğa düşerdi. Bütün övünçler, Mudar'da biraraya gelmiştir. Bir günde ki, atlı bir
ordu ile savaşmıştı o. -Nizar, aşiretinin reisliğinde yüksek makama erdi. Öyleki, rakiplerin
gözü, onun makamım göremedi. Maadd'a gelince o, güvenilir bir silah idi. Savaşçı
düşmanın tuzağından korkan dostu için, Adnan'ın fazileti sayılacak olursa eğer, O, dost ve
arkadaşlarını da fazilette kendisiyle birleştirirdi. Üdd'e gelince ondan çok faziletler fışkırdı.
O faziletleri, yaşlı efendilerden devr almıştır. Üded de yumuşak huyluluk 'haya' ile
süslenmişti. Kaşlarının açısı, hilmine büyüklük katmıştı. Hemeysa', hep yükseklere
tırmanıyordu. Uzak emellerle arzulan takip ediyordu. Nabit, şeref ağacının bir meyvesi oldu.
Yüce dağların zirvesi, ona sığmak oldu. Kayzer ise, Hatem gibi cömert biri oldu. Lokman
gibi hikmetli, Hacib gibi himmetli oldu. Bunlar, gerçek sözlü ismail'in soyudur. Bunlardan
sonra, kimsenin övünmeye hakkı yoktur. Yeryüzünde piyade-süvari herkesin kendilerine
boyun eğdiği, Kimselerin en şereflisi, Allah dostu İbrahim'dir. Tareh'in âlicenâblığı, hâlâ
devam etmektedir. Övgüye layık çeşitli huylarını açıklamaktadır. Nahor ki, garipler için
kurban kesip yedirirdi. Onun iyiliklerini, değme hesapçılar sayamaz. Orman aslanları gibi
savaşa girişir idi. Keskin kılıçla, adamları biçer idi.
Argonab, savaşlarda güçlü bir bahadırdı. Cimri ve zorba kimselere karşı acımasızdı. Faliğ
de fazilette kavminden geri değildi. Mertebece, Abir de onlardan aşağı değildi. Kendilerini
ayıplayanlara karşı koruyacak huylarla, Yüceldiler Salih, Erfahşiz ve Sam. Arş'ın sahibinin
yanında Nuh, hep faziletli oldu. Allah, onu iyi ve hoş kimselerden sayıyordu. Babası Lemk,
takvası pek parlak biriydi. Darbe vuran sinsi nefsine karşı cüretliydi.
Lemk'den önce Müteveşlih, hep korur idi.
Garip kimseleri sert tedbirlerle himaye ederdi.
Mertebesi vardı, Peygamber îdris'in Allah katında,
Hiçbir rağbet edicinin, ulaşamazdı himmeti ona.
Yared', efendi ve âlicenâblara göre bir denizdi.
Rüsvaylıktan kaçardı, hedefleri yüceydi.
Mehlayil, faziletleri anlayan biriydi.
Edepliydi, ayıp ve fuhuştan uzak idi.
Daha Önce Kaynan, milletinin şerefine sahip olmuştu.
Fazilet yarışında, seri deveden daha çok koşmuştu.
Enuş, kendi nefsini şerefe ulaştırdı.
Alçak arzulardan kendini uzaklaştırdı,
Şit, hep faziletlerle kendini süslemişti.
Yerici, ayıplayın pisliklerden uzak ve şerefliydi.
Bunların hepsi, Adem'in nurundan kıvılcım almışlardı.
Onun dallarından menkıbe meyvelerini koparmışlardı.
Rasûlullahin soyu, soyların en yücesiydi.
Asil ve temiz kimselerin sulbünden gelmekteydi.
Babaları, asalette analarına denkti.
Anaları, utanılacak şeylerden uzaktı.
Her doğan günde Allah'ın selamı ona olsun.
Her batan günde o, bizlere ışık saçtı."
"Tehzib" adlı eserde Şeyhimiz Haûz Ebü'l-Haccac el-Mezzî ve Şeyh Ebu Ömer b. Abdi'1-
Berr, bu kasideyi, İbn Şerşir lakabıyla bilinen Ebü'l-Abbas Abdullah b. Muhammed en-
Naşî'nin şiirinden bu şekilde nakletmişlerdir. Ebü'l-Abbas, Enbar asıllı olup Bağdad'a
gelmiş, oradan da Mısır'a göçmüş, orada vefat tarihi olan H. 293 yılma kadar ikamet
etmiştir. Mu'tezile mezhebine mensup bir kelamadır. "Makalat" adh kitabında Ebü'l-Hasen
el-Eş'arî, Mu'tezile mezhebini anlatırken ondan da bahsetmiştir. Şiirde bir deha idi. Şiirde o
kadar muktedirdi ki, şairlerin şiirlerine aynı cümleleri içeren zıt manalı şiirlerle karşılık verirdi.
Onların ifade edemedikleri emsalsiz nitelikte estetik manaları ve edebi lafızları, beliğ
cümleleri dile getirirdi. Öyleki bazıları, onu heves düşkünlüğü ile nitelemişlerdi. Hatib-i
Bağdadî'nin anlattığına göre 4000'e yakın beyitten oluşan tek kafiyeli bir kasidesi varmış.
Nacim de bu kasideden bahsetmiş ve vefatı için tarih düşürmüştür.
Bu kasidesi, onun faziletli, fesahatli, belagatli, bilgili, anlayışlı bir kimse olduğunu;
hafızasının sağlam, lafızlarının güzel, bilgisinin şümullü olduğunu; Allah elçisinin şerefli
nesebini bir şiir kalıbı içinde dizmeye muktedir olduğunu; kelimeler denizindeki nefis
cevherler niteliğinde olan bu manalara dalabilen hünerli bir dalgıç olduğunu ispatlamıştır.
Allah, ona rahmet etsin, onu mükafatlandırsın, gidişini ve dönüşünü güzel kılsın. [20]
Hicaz'daki Arap Kabileleri Neseblerinîn Adnan'a Ulaşması
Adnan'ın, Maadd ile Akk adında iki oğlu vardı. Süheylî'ye göre Adnan'ın, Haris ve Müzhep
adlı iki oğlu daha varmış. Söylendiğine göre oğulları arasında Dahhak adında biri daha
varmış. Dahhak'm, Adnan'ın oğlu değil de Maadd'm oğlu olduğunu söyleyenler de vardır.
Ta-berî'nin anlattığına göre Aden şehrine adı verilen Aden ile Ebye'nin de Adnan'ın oğulları
oldukları söylenir.
Akk, Eşarîlerin beldesi Yemen'e yerleşip onlardan bir kadınla evlendi. Onlarla aynı dili
konuştu. Bazı Yemenlilerin iddiasına göre Akk, onlardan biridir. Şeceresinden bahsederken
de Akk b. Adnan b. Abdullah b. Azd b. Yeğus derler. Aide b. Adnan b. ez-Zeyb b. Abdullah
b. Esed olduğunu söyleyenler de olmuştur. Bu şecerede yer alan Zeyb'in yerine, Reys'i
koyanlar da vardır. Doğru olan, bizim de anlattığımız gibi Eşarîlerin, Adnanî olduklarıdır.
Abbas b. Mirdas demiş ki:
"Adnan oğlu Akkhlar, Gassanlılarla oynamak istediler.
Nihayet çeşitli ülkelere kovuldular."
Maadd'm; Nizar, Kudaa, Kanas ve İyad adlarında dört oğlu vardı. İlk oğlu Kudaa idi. Onun
adıyla künyelenmiş olduğundan dolayı kendisine Ebu Kudaa denirdi. Kudaa ile ilgili görüş
ayrılıklarından daha önce bahsetmiştik. Bununla beraber İbn İshak ve diğerlerine göre doğru
olan budur. Tabii ki doğru olanı Allah daha iyi bilir.
Kanas'm soyundan gelenlerin hepsi tükenmiş, nesli inkıraz bulmuş, geride sadece kisranm
Hire'deki valisi Numan b. Münzir kalmıştır. Seleften bir grub ulemanın sözüne göre;
Numan, Kanas'm so-yundandı. Önce de ifade ettiğimiz gibi Numan'm Himyerüerden
olduğunu söyleyenler de olmuştur. Doğrusunu Allah bilir
Nizar'ın; Rebia, Mudar ve Enmar adlı üç çocuğu olmuştu. İbn Hişam'm dediğine göre
Nizar'ın İyad adında bir oğlu da varmış. Nitekim şair demiş ki:
"Güzel yüzlü gençler gördüm, İyad b. Nizar b. Maadd soyundan."
îyad ile Mudar, öz kardeş idiler. Anneleri de Şevde bin ti Akk b. Adnan idi. Rebia ile
Enmar'm anneleri ise Şukayka binti Akk b. Adnan idi. Cum'a binti Akk b. Adnan olduğunu
söyleyenler de vardır.
îbn İshak dedi ki: JEnmar, Has'amlılarla Becilelilerin atasıdır. Berile,
Cerir b. Abdullah el-Becelî'nin kabilesidir. Bu, Yemen kabilelerin-dendir. îbn Hişam'a
göre Yemenliler, Enmar'm şeceresini şöyle naklederler: Enmar b. İraş b. Lihyan b. Amr b.
Gavs b. Nebt b. Malik b. Zeyd b.
Kehlan b. Sebe'.
Sebe'den bahsederken nakletmiş olduğumuz hadis de bunu teyid etmektedir. Doğrusunu
Allah bilir. Anlatıldığına göre söylediği şiirlerle, develeri ahenge sokup ölçülü bir şekilde
yürüten ilk adam Mudar'dır. Sesi çok güzelmiş. Bir gün devesinin üzerinde gitmekteyken
yere düşmüş, eli incinmiş, «Alı elim, ah elim...» diye inlemeye başlamış, devesi de onun bu
şiirimsi inleyişine ayak uydurup ölçülü bir şekilde yürümeye
başlamış.
İbn İshak'm ifadesine göre Mudar b. Nizar'm, ilyas ve Aylan adlarında iki oğlu olmuş;
İlyas'ın da Müdrike, Tabihe ve Kam'a adlarında üç oğlu doğmuştur. Bunların anaları da
Hindaf binti îmran b, el-Haf b. Kudaa1 dır. Müdrike'nin asıl adı Amir, Tabihe'nin de asıl adı
Amr imiş. Bir gün avladıkları bir hayvanı pişirirlerken develeri kaçmış; Amir, devenin
peşine düşmüş, nihayet kavuşup yakalamış. Diğeri de oturup av hayvanını pişirmeye devam
etmiş. Babalarının yanma vardıklarında durumu ona anlatmışlar. Bunun üzerine babaları,
Amir'e: "Sen Müdrike (kavuşup yakalayan)sm.", Amr'e de: "Sen Tabihe (pişiren)sin." demiş.
Kam'a'ya gelince, Mudarhların soyundan bahseden bilginlerin iddiasına göre Huzaa, Amr b,
Luhayy b. Kam'a b. îlyas'm oğullarmdandır. Kanaatimce Huzaa, onların atası değil, sadece
onlardan bir ferddir. Önce de söylediğim gibi onlar, Himyerîlerdendirler. Doğrusunu Allah
bilir.
İbn İshak dedi ki: Müdrike ile Kudaalı zevcesinin (eşinin), Huzeyme ile Hüzeyl adlı iki
çocukları doğmuştur. Huzeyme'nin de Kinane, Esed, Esede ve Hun adh çocukları olmuştur.
Kinane'nin de Nadr, Malik, Abdu Menat ve Milkan adlı çocukları doğmuştur. Ebu Cafer et-
Taberî, Kina-ne'nin mezkur çocuklarının adlarına şu isimleri de eklemiştir: Amir, Haris,
Nadir, Ğanem, Sa'd, Avf, Cerula, Ceral ve Gazvan. [21]
Kureyşlilerin Soyu Ve Üstünlükleri
Kureyşliler, Nadr b. Kinane soyundandırlar. îbn îshak'ın ifadesine göre Nadr'm annesi, Berre
binti Mürr b. Üdd b. Tabihe (b. îlyas b. Mu-dar)dır. Kinane'nin diğer çocukları, öteki
karısından doğmuşlardır. Ancak İbn îshak'm bu görüşüne İbn Hişam muhalefet ederek Berre
binti Mürr'ün, Nadr, Malik ve Milkan'm annesi olduğunu; Abdu Menafin annesinin de Hale
binti Süveyd b. Gıtrif olduğunu söylemiştir. Gıtrif de Ezd-i Şenue kabilesindendir.
İbn Hişam'a göre Kureyş, Nadr'm kendisidir. Onun soyundan olanlar Kureyşlidir, soyundan
olmayanlar Kureyşli değildir.
Kureyş'in, Fihr b. Malik olduğunu söyleyenler de vardır. Bunlara göre Fihr'in soyundan
olanlar Kureyşlidir.
Bu iki kavli, Şeyh Ebu Ömer b. Abdi'1-Berr, Zübeyr b. Bekkar, Mus'ab ve bir çok soy
bilgini nakletmiş tir.
Ebu Ubeyd ile İbn Abdi'1-Berr dediler ki: Neseb âlimlerinin çoğuna göre Kureyş, Nadr b.
Kinane'dir. Onun soyundan olanlar Kureyşlidir; soyundan olmayanlar Kureyşli değildir.
Eş'as b. Kays'ın bu konuda rivayet ettiği bir hadis de vardır. Bence, Hişam b. Muhammed b.
Saib el-Kelbî ile Ebu Ubeyde Mamer b. Müsenna, bu hadisi bir nass olarak kabul
etmişlerdir. Aynı zamanda bu, Şafiî (r.a.)'nin kuvvetli saydığı bir delildir. Sonra Ebu Ömer,
Kureyş'in, Fihr b. Malik olduğu görüşünü benimsemiştir. Çünkü onun ileri sürdüğü delile
göre bu gün "Kureyşliyim" diyen herkesin sonu, mutlaka Fihr b. Malik'e dayanmaktadır. Bu
delili ileri sürdükten sonra Ebu Ömer, bu kavli Zübeyr b. Bekkar ile Mus'ab ez-Zübeyrî ve
Ali b. Keysan'ın da benimsemiş olduklarını ve bu konuda onların kaynak sayıldıklarım
söylemiştir.
Zübeyr b. Bekkar demiş ki: Kureyş kabilesi ile diğer kabilelerin ne-sebleri hakkında bilgi
sahibi olan âlimler, Kureyşlilerin Fihr b. Malik'in soyundan gelmiş oldukları hususunda
görüş birliğine varmışlardır. Kendileriyle görüşebildiğim Kureyşli neseb âlimlerinin
tamamı, Fihr b. Malikin soyundan gelenlerin, Kureyşli oldukları hususunda müttefiktirler.
Fihr'in soyundan gelmeyenler, Kureyşli değildirler. Zübeyr b. Bekkar bu görüşü teyid edip
savunmuş, kendisi ve benzeri neseb âlimlerinin, Kureyş şeceresini ve geleneklerini iyi bilip
koruduklarını ifade etmiştir.
Buharı, Küleyb b. Vail'in şöyle dediğini rivayet etmiştir: Rasûlullah (s.a.v.), himayesinde
bulunan üvey kızı Zeynep binti Ebu Seleme'ye nakletmiş olduğu bir hadisten bahsederken
sordum: "Rasûlullah (s.a.v.) Mudar soyundan mıdır? Bunu bana açıklar mısın?" Zeynep şu
cevabı verdi: ırYa kimin soyundan olacak? Tabii ki Nadr b. Kinane'nin oğullarından
Mudar'ın soyundardır."[22].
Taberanî, Ceşiş el-Kindî'nin şöyle dediğini rivayet etmiştir. "Kin-de'den bir topluluk,
Rasûlullah (s.a.v.)'m yanma gelerek ona: "Sen bizdensin" demişler ve onun kendi
soylarından olduğunu iddia etmişlerdi de Rasûlullah (s.a.v.) şu cevabı vermişti:
"Hayır, biz, Nadr b. Kinane oğullarıyız. Anamıza iftira etmez, babamızı da inkar
etmeyiz."[23]. İbn Abbas'm şöyle dediği rivayet edilir: "Kinde'den, Ceşiş adında biri,
Peygamber (s.a.v.)'in yanma gelerek, "Ya Rasûlallah, Abdu Menafin bizden olduğuna
inanıyoruz." demiş, Peygamber (s.a.v.) ondan yüz çevirmiş, Ceşiş aynı şeyi tekrar
söyleyince, peygamber (s.a.v.) yine ondan yüz çevirmiş, yine aynı şeyleri söyleyince,
peygamber (s.a.v.) ona şu cevabı vermiş: "Biz, Nadr b. Kinane oğullarıyız. Anamıza iftira
etmez, babamızı da inkar etmeyiz."
Orada bulunan Eş'as adlı bir sahabe, Ceşiş'e: "Rasûlullah'm ilk yüz çevirişi esnasında
sussaydm ya!.." diye ikazda bulunmuştu. Cenâb-ı Allah da onların bu iddiasını, Hz.
Peygamberin ifadesiyle geçersiz kılmıştı. Bu hadisenin cereyanına dair olan görüşün zayıf
olduğu da belirtilmektedir.
Ahmed b. Hanbel, Eş'as b. Kays'ın şöyle dediğini rivayet eder: Kinde heyeti olarak
Rasûlullah (s.a.v.)'a geldik. «Ya Rasûlallah, senin bizim soydan olduğuna inanıyoruz."
dedim. Bu sözümü, Rasûlullah (s.a.v.)
şöyle cevaplandırdı:
"Biz, Nadr b. Kinane oğullarıyız. Anamıza iftira etmez, babamızı da inkar etmeyiz." Eş'as b.
Kays demiş ki: "Kureyşli olup da Nadr b. Kinane soyundan geldiğini inkar ettiğini
duyduğum kimseyi, mutlaka kırbaçlarım!" Nadr b. Kinane'nin annesinin, Kureyşlilerin de
annesi olduğunu söyleyen şair Cerir b. Atiyye et-Temimî, Hişam b. Abdü'l-Melik b. Mervan'ı
öven bir şiirinde şöyle der:
"Kureyş'i doğuran ana, hiç leke sürmedi, Ne Neccarlıların ne de Akimlilerin soyuna. Karm,
sizin babanızdan daha asil değildir, Temimlilerden de daha şerefli dayı yoktur."
İbn Hişam dedi ki: Şiirde sözü edilen Kureyş anası, aynı zamanda Nadr b. Kinane'nin anası,
Temim'in bacısı Berre binti Mürr'dür. [24]
Kureyş Kelimesi
Kureyş kelimesi, "takarruş" mastarından türemiştir. Takarruş, dağıldıktan sonra toplanmak
manasına gelir. Dağılmış olan Kureyş kabilesi, Kusayy b. Kilab zamanında toplanmıştır.
İleride de açıklanacağı gibi dağılmış olan Kureyşlileri Kusayy b. Kilab, Harem'de
toplamıştır. Şair Hüzafe b. Ganim el-Adevî, bir şiirinde buna şöyle değinir:
"Babanız Kusayy'a, toparlayıcı denirdi. Fihr'in soyundan gelen kabileleri, Allah onun
vasıtasıyla toparlayıp bir araya getirdi."
Bazılarının naklettiklerine göre Kusayy'a, "Kureyş" denirmiş. Bu kelime, şair Ebu Halde el-
Yeşkürî'nin şu şiirinde de görüldüğü gibi toplanıp yığılma anlamına gelmektedir:
"Ömrümüzün başında da sonunda da yığdılar,
Günahları üzerimize kardeşler."
îbn Hişam'm naklettiğine göre bazıları Kureyş kabilesine, ticaret yapıp kazanç sağlama
anlamına gelen "takarruş" kökünden türeyen Kureyş adını vermişlerdir.
Cevheri, 'karş', kelimesinin, kazanıp yığmak anlamına geldiğim söylemiştir. el-Ferra'ya göre
de Kureyş kabilesine, işte bu anlamı ifade eden Kureyş adı verilmiştir. Bu kabilenin atası,
Nadr b. Kinane'dir. Nadr'ın soyundan gelen herkes, Kureyşlidir. Nadr'm babası Kinane'nin,
diğer oğullarının soyundan gelenlere Kureyşli denmez, demiştir.
Kars ve takriş kelimelerinin, teftiş anlamına geldiğini söyleyenler de vardır. Hişam b. Kelbî
dedi ki: Nadr b. Kinane'ye Kureyş' denirdi. Çünkü o, insanların eksiklerini ve ihtiyaçlarını
teftiş edip araştırır ve bunları kendi malıyla giderip kapatırdı. Oğulları da, Mekke'ye gelen
hacıların ihtiyaçlarını araştırıp memleketlerine ulaştıracak malî yardımlarla desteklerlerdi.
Muhtaçların eksikliklerini araştırır ve onlara teftiş ettikleri, giderdikleri ve dağılan Kureyş
kabilesini toparladıkları için onları 'Kureyş' adı verildi.
Takarruş kelimesinin teftiş anlamına geldiğini açıklayan Haris b. Hilizze, bir şiirinde şöyle
der:
"Ey konuşup bizi Amr'ın yanında teftiş eden kişi! Acaba Amr, hayatta ebedi mi kalacaktır?"
Bu şiir, Zübeyr b. Bekkar tarafından nakledilmiştir. Kureyş kelimesinin, denizde yaşayan
'Kurs' adındaki bir hayvanın ism-i tasgiri olduğu .da gelen rivayetler arasındadır. Şairin biri
demiş ki:
"Kureyş denen hayvan ki, denizde yaşar İnsanlar, onu Kureyş kabilesine isim yapar."
Beyhakî'nin rivayetine göre Muaviye, "Kureyş kabilesine niçin bu adın verildiğini îbn
Abbas'a sormuş, o da şu cevabı vermiş: "Denizde yaşayan hayvanların en büyüklerindendir.
Zayıf, semiz demeden karşılaştığı her canlıyı yiyen Kureyş adlı bir hayvan vardır." Muaviye
de: "Senin bu sözünü teyid edecek bir şiiri, bana okuyabilir misin?" deyince; İbn Abbas,
Cemhî'nin şu şiirini okumuş:
"Kureyş denen hayvan, denizde yaşar,
İnsanlar onu, Kureyş kabilesine isim yapar.
Zayıf-semiz demeden her canlıyı yutar.
Kuşlara yemeleri için tüy bile bırakmaz.
Şehirlerde yaşayan Kureyş kabilesi de aynı yolu tutar.
Ahir zamanda, onlara bir peygamber uğrar.
Onlardan çoklarını öldürüp yaralar"
Zayıf bir rivayete göre Kureyş kabilesi, bu ismi, Kureyş b. Haris b. Yahlud b. Nadr b.
Kinane'nin adından almıştır. Kureyş b. Haris, Nadr oğullarının delili, rehberi ve erzak
sommlusuydu. Halkın yiyeceğini temin ederdi. Azık ve yiyecekleri, kervanlarla başka
yerlerden getirirdi. Kervanları meşhur olduğu için Arapların dilinde dolaşırdı. Halk, onun
kervanını görünce, "Kureyş'in kervanı geldi!.." derdi. Oğlu Bedir b. Kureyş, şanlı "Bedir
Savaşı"nm, yanında yapıldığı Bedir kuyusunu kazan şahıstır. Doğrusunu Allah bilir.
Kureyşli bir kimseden bahsederken Ku-reyşî denebileceği gibi, Kureşî de denebilir. Cevheri,
bunun kıyasa uygun olduğunu söylemiştir. Şair demiş ki:
"Her Kureyşlinin üzerinde bir heybet vardır, Fazl-ü kerem isteyenin çağrısına hemen
koşuverir."
Yine Cevheri demiş ki: "Kureyş kelimesini, kabile anlamında kullanırsan munsarıf; ama boy
anlamında kullanırsan gayr-ı munsarıf okursun." Gayr-ı munsarıf olarak okunduğuna örnek
olarak şu mısrayı gösterebiliriz:
"Sıkıntı ve problemler, Kureyş'e yetti ve onu yüceltti." Görüldüğü gibi bu şiirde Kureyş
kelimesi, boy anlamında kullanıldığı için munsarıf olarak okunmuştur.
Sahih-i Müslim'de rivayet edilen bir hadiste Vasile b. Eska, Hz. Pey-gamber'in şöyle
buyurduğunu söylemiştir:
"Allah, İsmail oğulları arasından Kinane'yi seçti. Kinaneliler arasından Kureyş'i seçti.
Kureyşlilerden Haşim'i seçti. Haşim oğulları arasından da beni seçti."
Ebu Ömer İbn Abdi'1-Berr demiş ki: "Anlatıldığına göre Muttalib oğulları, Rasûlullah
(s.a.v.)'m aşireti; Haşimoğulları, oymağı; Abdu-Menaf oğulları, batnı; Kureyşliler, kabilesi;
Mudarhlar da milleti idiler. Allah'ın salat-ü selamı, kıyamete dek Rasûlullah'm üzerine
olsun."
İbn İshak dedi ki: "Nadr b. Kinane'nin, Malik ve Yahlud adında iki oğlu vardı. İbn Hişam'm
dediğine göre Salt adlı bir oğlu da varmış. Bu oğullarının anası da, Sa'd b. Ez-Zarib elAdvanî'nin
kızıdır. Huzaahlar-dan Küseyyir b. Abdurrahman, bir şiirinde şöyle demiş:
"Babam Salt ile Nadir oğullarından olan kardeşlerim,
Seçkin ve parlak simalar değil iniydiler?
Zorluk elbisesindeki dokuma telleri,
Bizi ve ince belli Hadramutluları sıkmıştır.
Eğer Nadir oğullarından değilseniz bırakın,
Erak ağacı, yemyeşil kalsın düzlüklerde."
İbn Hişam'm ifadesine göre Melih b. Amr oğulları, Salt b. Nadr'm soyundan gelirler.İbn
İshak der ki: Nadr oğlu Malikin, Fihr adlı bir oğlu doğmuştu. Fihr'in annesi, Cendele binti
Haris b. Mudad el-Asgar idi. Fihr'in ve eşi Leyla binti Sa'd b. Hüzeyl b. Müdrike'nin de
Galib, Muha-rib, Haris ve Esed adlı çocukları doğmuş. İbn Hişam der ki: Cendele binti Fihr,
bunların baba bir kız kardeşleri idi.
İbn İshak der ki: Galib b. Fihr ile eşi Selma binti Amr el-Huzaî'nin Lüeyy ve Teynıe adlı
oğulları doğmuştu.
İbn Hişam'a göre Galib ile eşi Selma binti Kal) b. Amr el-Huzaî'nin Kays adında bir oğulları
doğmuştur.. Selma, aynı zamanda Galibin Lüeyy ve Teyme adlı oğullarının da anasıdır. İbn
îshak'a göre Lüeyy b. Galibin; KaT>, Amir, Same ve Avf adlı dört oğlu varmış. İbn Hişam'a
göre Haris adında bir oğlunun daha olduğuna dair rivayetler vardır.
İbn İshak'm anlattığına göre Lüeyy'in oğlu Same, kardeşi Amir'le anlaşamamış, Amir onu
tehdid etmiş, o da memleketinden ayrılıp Um-man'a göçmüş, gurbet hayatını sürdürdüğü
Umman'da ölmüştür.Ölümü de şöyle olmuş: Devesini otlatmaktayken bir yılan, devenin
dudağına asılıp ısırmış, deve yere düşünce bu defa yılan, Same'yi ısırıp öldürmüş. Ölürken
de; parmağıyla toprak üzerine, şu şiiri yazdığı rivayet edilir:
"Ey göz, Lüeyy oğlu Same için ağla! Yılan, bir asla gibi asıldı canıma. Lüeyy oğlu Same
gibisini görmedim, Deve uğruna ölen bir kimse olarak taşıdıklarında. Kardeşlerim Amr ile
Ka'b'a haber salın, Onları özlemiş olduğumu söyleyin. Her ne kadar Umman'da evim varsa
da, Galibin oğluyum, muhtaç değildim, oradan çıkmaya. Ey Lüeyy'in oğlu, ölümden
kaçmak uğruna, Döktüğün bardaklar, dökülmüş değil. Ölümü geri savmak için attın el
Lüeyy in oğlu. Atabildiğince at, ama geri çeviremezsin ölümü! Sessiz ve sabırlı kadını,
gayret ve mücadeleden sonra, Allah'a sığınmış olarak bıraktın, yalnız başına."
İbn Hişam'a ulaşan bir rivayete göre Same'nin soyundan olduğunu söyleyen bir adam,
Rasûlullah (s.a.v.)in yanma gelmiş, "Ben, Same b. Lüeyy'in soyundanım." demiş; Rasûlullah
(s.a.v.) da: "Şair mi?" diye sorunca sahabelerden biri şöyle sormuş: "Ya Resûlallah, belki de
onun şu beytini kasdetmişsinizdir:
"Ölümü geri savman için attın ey Lüeyy'in oğlu, Atabildiğince at, ama geıi çeviremezsin
ölümü!"
O sahabenin bu sorusuna Rasûlullah (s.a.v.), "Evet" diye cevap verdi.
Süheylî'nin anlattığına göre Same'nin nesli devam etmemiştir,
ölürken çocuk ve torunu yokmuş. Zübeyr ise; Galib, Nebit ve Haris adlı oğulları olduğunu
söylemiştir.
Same'nin, Irak'ta Hz. Ali'yi sevmeyen bir zürriyeti bulunduğu, Ali b. Ca'din da onlardan biri
olduğu rivayet edilir. Ali b. Ca'd, kendisine Ali adını verdiği için babasına küfredermiş.
Buhara şeyhi Muhammed b. Ar'ara da, Same b. Lüeyy soyundandır.
İbn îshakin anlattığına göre Avf b. Lüeyy, Kureyşli bir kervanla birlikte yola çıkmış, Gatafan
diyarına varıldığında, arkadaşları bineklerini hızlandırıp onu geride bırakmış, gidip Saiebe
b. Sa'd'e haber ulaştırmışlar; Avfm, Beni Zübyan kabilesindeki neseb kardeşi olan Sa'lebe,
hemen gelip onu yoldan alıkoymuş, yanında ikamet ettirmiş, onu orada, evlendirip
kendisiyle olan bağım kuvvetlendirmiş ve kardeşliğini de pekiştirmiş. Soyu, Zübyan
oğulları arasında yayılmış. Kervandaki arkadaşları, Avfı geride bırakıp gittiklerinde yanma
gelen Salebe, ona şöyle demişti:
"Ey Lüeyy in oğlu! Deveni artık benim yanımda ıhdır. Milletin seni bırakıp gitti. Gidecek
yerin kalmamıştır."
İbn îshak, Hz. Ömer'in şöyle dediğim rivayet eder: "Eğer bir Arap kabilesine yeniden
mensub olma imkanım olsaydı, Beni Mürre b. Avf kabilesine mensub olduğumu ilan
ederdim. Çünkü onlar arasında, iyi kimseler bulunduğunu ve Avf b. Lüeyy adındaki şahsın
ulu bir kişi olduğunu biliriz."
İbn îshak der M: Yalancılıkla itham edemiyeceğim bir kimsenin bana anlattığına göre Hz.
Ömer, Mürre oğulları kabilesinden bir kaç kişiye: "Eğer nesebinize dönmek isterseniz,
dönün." demiştir.
Lüeyy oğullan, Gatafan kabilesinin eşraf, bey ve kumandan takımını teşkil eden kimselerdi.
Gatafanlılarla Kayshlar arasında şöhret sahibiydiler. Nesebleri üzerinde durmuş, soylarım
yitirmemişlerdi. Nesepleri kendilerine hatırlatıldığında, "Biz soyumuzu red ve inkar
etmeyiz. En çok sevdiğimiz soy, bizim soyumuzdur."der, sonra da Lüeyy'in soyundan
geldiklerim anlatan şiirler okurlarmış.
Aralarında 'Besi' denen ve uyulagelen bir gelenek varmış. Bu gelenek uyarınca senenin
sekiz ayını haram sayar, bu aylarda kimseye ilişmedikleri gibi başkaları da kendilerine
ilişmezdi. Bu gelenekleri bütün Araplarca bilinirdi.
Ben[25] de derim ki: Rebia oğulları kabilesiyle Mudarlılar, senenin dört ayını haram
sayarlardı. Bunlar da zi'1-kade, zi'1-hicce ve muharrem aylarıdır. Ancak dördüncü ayın
hangisi olduğu hususunda Rebia oğulları kabilesiyle Mudarlılar ihtilaf etmişlerdir ki o da,
receb ayıdır. Mudarlılar,.recebin cemaziyelahir ile şaban ayları arasında olduğunu; Rebia
oğullarıysa şaban ile şevval ayları arasında olduğu söylemişlerdir.
Buharî ve Müslim'in sahihlerinde Ebu Bekre'nin rivayetine göre Peygamber (s.a.v.), Veda
Haccı Hutbesi'nde şöyle buyurmuştur:
"Zaman, Allah'ın göklerle yeri yarattığı gündeki haliyle dönmektedir. Sene, oniki aydır. Bu
ayların dördü haramdır. Haram ayların üçü, ard ardadır. Bunlar; zi'1-kade, zi'1-hicce ve
muharrem aylandır. Mudar-lılarm recebi ise, cemaziyelahir ile şaban aylan arasındadır."
Bu hadis, Rebialılann değil de Mudarlılann söylediklerinin doğruluğuna, yani receb ayının
cemaziyelahir ile şaban aylan arasında bulunduğuna dair kesin bir nassdır. Onur ve üstünlük
sahibi yüce Allah, bu konuda şöyle buyurmuştur:
"Doğrusu aylann sayısı; gökleri ve yeri yarattığı günden beri Allah'ın kitabında on iki aydır.
Bunlardan dördü, haram olanlardır." (et-Tevbe, 36.)
Bu ayet-i kerime, haram aylann sayısının sekiz olduğunu söyleyen Beni Avf b. Müeyy
kabilesinin görüşlerim reddetmektedir. Bu kabile, Allah'ın hükmüne ilave yapmış, ilahî
hükümden olmayan şeyleri, ilahî hükmün kapsamına sokmuştur. Hadiste geçen; 'Haram
aylann üçü, ard ardadır.' sözü, muharremin haramhğmı safer ayına erteleyen, nesie (erteleme)
ehli kimselerin uygulamalanm reddetmektedir. Yine hadiste geçen 'Mudarlılann
recebi...' sözü de Rebialılann görüşlerini reddetmektedir.
İbn İshak'm ifadesine göre Ka'b b. Lüeyy'in; Mürre, Adiyy ve Hüseysa adında üç oğlu
olmuştur. Mürre'nin de Kilab, Teyme ve Yakaza adlı üç oğlu doğmuştur. Bu çocuklarından
her birinin anası ayndır.
Kilab ile zevcesi Fatıma binti Sa'd b. Seyel'in Kusayy ve Züheyr adlı iki oğullan doğmuştur.
Fatıma'nın babası Sa'd b. Seyel, Yemen'de yaşayan ve Beni Diyl b. Bekr b. Abdu Menat b.
Kinane'nin müttefiki olan Cu'sumetü'1-Esd kabüesindeki duvarcılardandır. Şairin biri, onun
hakkında şöyle demiştir:
"Bunca insan içinde biz, Sa'd b. Seyel gibisini görmedik. İyi çalışan bir süvaridir o,
Mızrağım değdirdiğini düşürür. Öyle bir süvaridir ki o, Şahin ve keklik gibidir, at üstünde."
Süheylî der ki: Seyel'in asıl adı, Hayr b. Cemale'dir. Kendisi için, kı-hçlann altın ve gümüşle
kaplandığı ilk şahıs odur.
İbn İshak der ki: Sa'd b. Seyel'e duvarcı denmesinin sebebi şudur: Amir b. Amr b. Hüzeyme
b. Cu'sume, Haris b. Mudad el-Cürhümî'nin kızıyla evlendi. O zamanlar Cürhümiler,
Ka'be'nin idaresini uhdelerinde bulundurmaktaydılar. Amir de Ka'be'ye bir duvar yaptığı için
duvarcı adını aldı. Oğullanna da 'duvarcılar' adı verildi. [26]
[1] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 2/279-280.
[2] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 2/280-281.
[3] ‘Bizdeki ev’ sözüyle Lat putunun durduğu evi kastedmişlerdir.
[4] Şi'râ yıldızı: Huzaa kabilesinin taptığı bir yıldızdır.
[5] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 2/282-292.
[6] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 2/292-296.
[7] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 2/296-299.
[8] Hadr veya Hetre: Musul'un güneybatısında, Sersar vadisi üzerinde kurulu eski bir Irak şehri. M.Ö. III. yüzyılda mamur olup defalarca Bizans
istilasına uğramıştır. Sa-sanî krallarından I. Sabur tarafından M.Ö. 226 yılında zaptedilmiştir. (Çeviren)
[9] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 2/299-302.
[10] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 2/301.
[11] "En iyi insan" sözüyle, Hz. îsraail kastedilmiştir.
[12] Süheyl ile Amir, birer yıldızdır. Bunların uzaklaşmaması, gecenin uzaması demektir. Şair, uyku tutmadığından dolayı, uyuyabilmek için gecenin
uzamasını diliyor. (Çeviren)
[13] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 2/301-307.
[14] Şaibe: Bir kimsenin basma herhangi bir dert gelirse, o dertten kurtulmak için putlar namına bir hayvanı adar. Maksadına kavuşunca da onu
salıverir, ondan, yararlanmayı kendine haram kılardı. İşte bu gibi adak hayvanlarına cahiliye devrinde Şaibe denirdi. (Çeviren).
[15] Geniş bilgi için bk. Buharî, Tefsir (V), 13. (Z.Kazıcı)
[16] Cahiliyye devrinde koyun dişi doğurursa kendilerinin, erkek doğurursa putlarının olurdu. Eğer ikisini birden doğurursa "Dişi, erkeğe kavuştu."
derler, bu dişiden dolayı erkeğini kurban etmezlerdi. Vasile dedikleri hayvanlar işte budur. (Çeviren)
[17] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 2/307-311.
[18] Sahih-i Buhari'de böyle bir bab vardır. (Babü Kıssati Zemzem ve Cehlil-Arab)
[19] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 2/311-316.
[20] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 2/317-324.
[21] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 2/324-325.
[22] Buharî, 11,132.
[23] en-Nihaye, II, 303.
[24] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 2/325-327.
[25] Ibn Kesir.
[26] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 2/327-333.
 


Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...