VEN-NİHAYE 14 NCI BÖLÜM
Mağaraya Giren Üç Arkadaşın Kıssası
Ahmet İbn Kesîr
Üç kişi bir mağaraya sığınmışlardı. Ancak mağaranın kapısı büyük bir kaya parçası ile
kapanmış ve dışarı çıkmalarına engel olmuştu. Bunlar da salih ve iyi amellerini anlatarak
Cenâb-ı Allah'tan kapının açılması dileğinde bulunmuşlar, bunun üzerine kapı açılmıştı.
İmam Buharı, İsmail b. Halil kanalı ile İbn Ömer'den rivayet etti ki, Rasûlullah (s.a.v.) şöyle
«Sizden önceki ümmetlerden üç kişi bir ara yola koyulup yürümekte idiler. Yağmura
yakalandılar. Bir mağaraya sığındılar. İçeri girdikten sonra mağaranın kapısına bir kaya
gelip kapıyı kapattı. Birbirlerine şöyle dediler; «Vallahi sizi buradan ancak doğruluk
kurtarır. Sizden her biriniz, doğru davrandığı bir işini anlatarak dua etsin.» Onlardan biri
şöyle dedi: «Allah'ım, sen de biliyorsun ki, benîm bir işçim vardı. Bir ölçek pirinç
karşılığında benim için çalıştı. Ücretini almadan çekip gitti. Ben de o bir ölçeklik pirinci
ektim. Elde edilen mahsul ile bir inek aldım. Bilahare o işçi yanıma gelip ücretini istedi.
Ben de ona: «İşte şu ineği al ve götür.» dedim. O bana: «Ben bir ölçek pirinç karşılığında
senin yanında çalışmıştım.» deyince ben ona dedim ki: «Şu ineği al ve götür. Çünkü şu
ineği, o bir ölçeklik pirinçle satın aldım.» Adam, ineği alıp götürdü. Ey Rabbim, biliyorsun
ki ben bu işi, senden korktuğum için böyle yapmıştım. Bizi bu sıkıntıdan kurtar.» Adamın
böyle dua etmesi üzerine mağaranın kapısındaki kaya parçası biraz aralandı. Diğeri de şöyle
«Allah'ım, biliyorsun ki, benim yaşlı anne ve babam vardı. Her gece onlara koyunlarımın
sütünü getirip içirirdim. Bir gece geciktim. Geç vakitlerde eve geldim. Onlar uyumuşlardı.
Çoluk çocuğum ise, açlıktan bağrışıp çağrışıyorlardı. Anne ve babama içirmeden, onlara süt
içirmezdim. Takat onları uykudan uyandırmaktan da hoşlanmadım. Onları kendi hallerine
bırakmaktan da hoşlanmadım. Şafak doğuncaya kadar onları bekledim. Eğer bu işi sırf senin
korkundan dolayı yaptığımı biliyorsan, bizi bu sıkıntıdan kurtar.»
Kapıdaki kaya parçası biraz daha aralandı. Göğü görebildiler. Diğeri de şöyle dua etti:
«Allah'ım, biliyorsun ki, benim bir amcam kızı vardı. İnsanlar arasında en çok sevdiğim
oydu. Onunla olmak istedim, ama o -kendisine yüz dinar vermedikçe- benimle olmak
istemedi. O parayı bulmaya çalıştım. Nihayet elde ettim. Yamna gittim. Parayı kendisine
verdim. O da benimle olmaya razı oldu. Bacaklarının arasına oturduğumda: «Allah'tan kork,
hakkını vermedikçe (nikah kıymadıkça) mührü bozma.» dedi. Ben de yerimden kalktım ve
yüz dinarı ona bıraktım. Eğer bu işi sırf senin korkundan ötürü yapmış isem, bizi bu
sıkıntıdan kurtar.» Cenâb-ı Allah, onları, o dar yerden kurtardı, dışarı çıktılar.» [1]
Kör, Alaca Ve Kelin Hikayesi
Buharı ve Müslim, Ebu Hüreyre'den rivayet ettiler ki, Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
«İsrail oğullarında biri alaca, biri kör, biri de kel, üç kişi vardı. Cenâb-ı Allah, bunları
imtihan etmek istedi. Kendilerine bir melek gönderdi. Melek, Önce alacalının yanına gitti.
- En çok neyi arzulayıp istersin?
- Güzel bir renk, güzel bir cilt (deri) isterim. İnsanlar beni horladılar. Melek, elini onun
vücuduna sürdü. Üzerindeki alacalık gitti. Ona, güzel bir renk ve güzel bir cild verildi.
Melek, sonra ona şöyle sordu:
- En çok hangi malı istersin?
- Deve (veya sığır) isterim.
Ona, on aylık gebe bir deve verildi. Melek ona:
- Bu mahn sana bereketli olsun, dedi. Sonra kelin yanına gitti. Ona şöyle sordu:
- Güzel bir saç isterim ki, kelliğim gitsin. Çünkü insanlar beni horluyorlar.
Melek, elini onun başına sürdü, kelliği gitti. Ona güzel bir saç verildi. Sonra da melek, ona
- En çok hangi malı istersin?
Melek, ona gebe bir inek verdi ve:
- Bu malın sana bereketli olsun, dedi. Sonra körün yanma gitti. Ona da şöyle sordu:
- Allah gözlerimi bana geri versin, onu isterim ki, insanları görebileyim.
Melek, elini onun gözlerine sürdü. Cenâb-ı Allah da gözlerini ona geri verdi. Melek, ona
- Hangi malı daha çok seversin?
- Koyunu severim. Melek, ona bir koyun verdi.
Bu üç kişinin hayvanları doğurdular. Birinin bir vadi dolusu devesi, diğerinin bir vadi
dolusu ineği, üçüncüsünün de bir vadi dolusu koyunu oldu.
Yine bir müddet sonra melek, alaca olan şahsa gider ve onun eski şekline bürünerek: «Ben
fakir bir kişiyim, beni memleketime götürecek param kalmadı. Muradıma, önce Allah'ın,
sonra senin yardımınla erebileceğini. Sana güzel bir ten ve güzel bir renk veren Allah rızası
için senden bir deve istiyorum ki, bununla memleketime kavuşayım.» der. Fakat alacalı: «İyi
ama hak sahibi çoktur.» diyerek meleğin isteğini reddeder. Bu sefer melek ona: «Ben, seni
tanır gibiyim. Sen, halkın iğrendiği alacalı değil miydin? Fakir iken Allah'ın zengin ettiği
kimse, sen değil iniydin?» deyince Alacalı: «Atadan ataya intikal ederek bu mal bana miras
kaldı.» cevabım verir. Melek: «Eğer sözünde yalana isen, Allah seni eski haline çevirsin.»
şeklinde beddua ederek alacalının yanından ayrılır.
Bundan sonra Melek, kelin yanına gelir. Ve aynı şekilde red cevabı alarak ondan da
uzaklaşır. Önceden gözü kör olan kimse ise meleğe şöyle cevap verir:
«Gerçekten ben kördüm. Allah, bana gözlerimi geri verdi. Fakir iken beni zengin etti. Onun
için işte malım, dilediğini al, dilediğini bana bırak. Allah için bugün benden alacağın şeyden
dolayı sana güçlük çıkaracak değilim.»
Bu cevap üzerine melek ona şöyle der: «Malını muhafaza et. Allah, sizi imtihan etti de
senden razı oldu. Diğer iki arkadaşın ise O'nun gazabına uğradılar.» [2]
Arkadaşından Bin Dinar Borç Alıp Ödeyen Kimseyle İlgili Hadîs
İmam Ahmed b. Hanbel, Yunus b. Muhammed kanalı ile Ebu ' Hüreyre'den rivayet etti ki,
Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: «İsrail oğullarından bir adam-, başka bir İsrailliden
kendisine 1000 dinar borç vermesini istedi. Para sahibi de: «Bana şahidler getir de onları,
sana borç para verdiğime şahid tutayım.» dedi. Borç isteyen kişi: «Şahid olarak Allah
yeter.» deyince para sahibi: «Bana kefil getir.» dedi. Borç isteyen adam da: «Kefil olarak
Allah yeter.» dedi. Para sahibi de: «Sen doğru söyledin.» deyip ona belirli bir vadeye kadar
1000 dinarı borç olarak verdi. Parayı alan adam, deniz yoluyla seyahate çıktı. İşini bitirdi,
sonra vade tamam olunca para sahibine gidip borcunu Ödemek için bir binek aradı, ama
bulamadı. O da bir ağaç parçasını alıp içini oydu, İçine de 1000 dinarı ve alacaklıya hitaben
yazdığı bir mektubu yerleştirdi. Ağaçtaki deliği kapattı, götürüp denize attı. Ve şöyle dua
etti: «Allah'ım, biliyorsun ki ben falan adamdan 1000 dinar borç aldım, o benden kefil
isteyince kefil olarak Allah yeter, dedim. O da buna razı oldu. Sonra benden şahid istedi,
ben de şahid olarak Allah yeter, dedim. O, buna da razı oldu. Şimdi ben, bana vermiş olduğu
1000 dinarı götürüp kendisine vermek için bir binek bulmaya çabaladım ama bulamadım.
Ben bu parayı sana emanet ediyorum.» Böyle dedikten sonra paranın ve mektubun içine
yerleştirilmiş olduğu tahta parçasını denize attı. Sonra dönüp bir binek aramaya çalıştı. Öte
yandan alacaklı olan adam, belki malını kendisine getirecek bir binekli kişiye rastlar
ümidiyle yola çıktı. Beklemeye koyuldu. Beklerken bir de ne görsün: Su üzerinde bir tahta
parçası kendisine doğru geliyor. Onu evde yaksınlar diye ailesine götürmek için aldı.
Kırınca içinde 1000 dinarı ve bir de kendisine hitaben yazılmış olan mektubu gördü. Daha
sonra borçlu adam gelerek 1000 dinar daha teslim etmek istedi ve şöyle dedi: «Allah'a
yemin ederim ki senin yanına gelmek için bir binek aradım ancak şimdi bulabildim.»
Alacaklı kişi: «Sen bana birşey gönderdin mi?» diye sorunca borçlu adam: «Şimdiye kadar
binek bulamadığımı, şimdi bulabildiğimi sana söylemiyor muyum?» diye karşılık verdi.
Alacaklı adam da şöyle dedi: « Allah, tahta parçası içine koyup yerleştirdiğin ve
gönderdiğin 1000 dinarı bana ulaştırdı. Ve borcunu ödedi. Şimdi şu 1000 dinarını al ve
Doğruluk Ve Emanet Hususunda Buna Benzer Başka Bir Kıssa
Buharı, İshak b. Nasr kanalı ile Ebu Hüreyre'den rivayet etti ki, Rasûlullah (s.a.v.) şöyle
«Adamın biri, bir başkasından bir tarla satın aldı. Tarlayı satın alan adam, tarlada altın dolu
bir çömlek buldu. Tarlayı kendisine satmış olan adama: «Altınlarını al. Çünkü ben, senden
sadece tarlayı satın aldım. Altınları satın almadım.» dedi. Tarlayı satmış olan adam da: «Ben
sana tarlayı ve içindeki şeyleri birlikte sattım.» deyince ikisi bir adama gidip hakemlik
yapmasını istediler. Hakemlik yapan adam: «Sizin çocuklarınız var mı?» diye sordu.
Onlardan biri: «Benim bir oğlum var.» dedi. Diğeri de: «Benim de bir kızım var.» dedi.
Hakem; «Bu oğlan ile kızı birbirleriyle evlendirin ve bu altım da onlara sarfedip sadaka olarak
verin.» dedi. Rivayete göre bu kıssa, Zülkarneyn'in zamanında cereyan etmiştir. Yani
İsrail oğullarından asırlar önce cereyan etmiştir ki doğrusunu Allah bilir.
İshak b. Bişr, "el-Mübtede" adlı kitabında Hasen'in şöyle dediğim rivayet etmiştir:
Zülkarneyn, memleketini teftiş eder, valilerini bizzat denetlerdi. Onlardan birinin hainlik
yaptığına vakıf olunca, mutlaka onu kınardı. Bizzat kendisi tesbit etmedikçe, ihbarlara
aldırış etmezdi. Bir ara teb-dil-i kıyafet yapıp gezerken bir şehre uğradı. Kadılardan birinin
yanma gidip oturdu. Günlerce orada kaldı ama hiç kimsenin dava için oraya müracaat
ettiğini görmedi. Bu hal uzun sürünce Zülkarneyn, oradan ayrılmak istedi. Kapıdan çıkacağı
esnada iki kişinin dava için kadıya geldiklerini gördü. Bunlardan biri: «Ey Kadı! Ben şu
adamdan bir ev satın aldım. Evi onardım. Onarırken evde bir gömü (hazine) buldum. Gelip
almasını istedim, ama bir türlü almaya gelmiyor.» dedi. Kadı, evi satmış olan adama: «Sen
ne diyorsun?» diye sorunca adanı şu cevabı verdi: «O gömüyü, o eve ben gömmedim ve
orada mevcut olduğundan da haberim yok. Gömü benim değildir. Bu sebeple onu teslim
almam.» Bunun üzerine davacı: «Ey kadı! Öyleyse birine emir ver de gelip bu gömüyü
evimden alsın. Sonra sen, onu dilediğin yere saf et.» dedi. Kadı da: «Sen şerli birşeyden
kaçıyorsun, ama beni onun içine atıyorsun. Sen, bana insaflı davranmıyorsun. Ve bu işin,
hükümdarlığının yargı alanına girdiğini de sanmıyorum. Var mısınız bana teklif ettiğinizden
daha insaflı bir karar vereyim size?» diye sorunca, davacılar: «Evet.» dediler. Bunun üzerine
kadı, davacıya: «Senin oğlun var mı?» diye sordu. Davacı da: «Evet.» diye cevap verdi.
Diğerine de: «Senin kızın var mı?» diye sordu, o da: «Evet.» deyince kadı: «Gidin bakalım
oğlunuzla kızınızı birbirleriyle evlendirin ve bu malı, çeyiz olarak onlara verin. Artanı da
onlara verin ki müreffeh bir şeldlde yaşasınlar. Hayrını da şerrini de doyasıya yorum.» dedi.
Kadı da, Zülkarneyn'i tanımadığı halde şöyle dedi: «Bundan başka türlü karar veren var
mıdır ki?» Zülkarneyn: «Evet» deyince kadı şu karşılığı verdi: «O zaman, zalimane karar
veren kadıların memleketlerine yağmur yağmaz!» Zülkarneyn, kadının bu tutumunu
beğendi ve şöyle dedi: «İşte göklerle yer, ancak bu şekilde yerlerinde dururlar.» [4]
Buharı, Muhammed b. Beşşar kanalı ile Ebu Said el-Hudrî'den rivayet etti ki, Peygamber
(s.a.v.) şöyle buyurmuştur: «İsrail oğullarında doksan dokuz kişiyi öldürmüş bir adam vardı.
Bu adam evinden çıkıp bir rahibe gitti. Ona: «Benim için tevbe var mı? diye sorunca rahib:
«Hayır.» dedi. Bunun üzerine o adam, rahibi de öldürdü. Sonra yine kendisine yol
gösterecek birini aramaya başladı. Adamın biri ona: «Falan kasabaya git.» dedi. Yola
koyuldu. Yolda iken ölüm onu yakaladı. Rahmet ve azab melekleri onu almak hususunda
birbirleriyle tartıştılar. Cenâb-ı Allah da o katil ölünün ayrılmış olduğu kasabanın yolunun
uzamasını ve gitmekte olduğu kasabanın yolunun kısalmasını vahyetti. Sonra da meleklere:
«Bu iki kasabanın arasındaki mesafeyi ölçün.» diye emretti. Ölçtüler ve gideceği kasabanın
yolunun, ayrılmış olduğu kasabanın yolundan bir karış daha yakın olduğunu gördüler.
Bunun üzerine Cenâb-ı Allah, o adamı bağışladı.» [5]
Buharî, Ali b. Abdullah kanalı ile Ebu Hüreyre'nin şöyle dediğini rivayet etmiştir:
Rasûlullah (s.a.v.), sabah namazını kıldı, sonra halka dönüp şöyle dedi: «Bir ara adamın biri,
bir sığın önüne katmış, götürüyordu. Sonra ona bindi ve ona vurmaya başlayınca sığır: «Biz
bu iş için yaratılmadık. Biz tarla sürmek için yaratıldık.» dedi. İnsanlar: «Sübhanallah, bir
sığır konuşuyor ha!» deyince, Rasûlullah (s.a.v.) şöyle karşılık verdi: «Ben buna
inanıyorum. Ebu Bekir ile Ömer de burada bulunmadıkları halde buna inanırlar.. Sonra bir
ara adamın biri, koyun sürüsünü otlatmakta iken kurdun biri sürüye saldırdı ve bir koyunu
yakalayıp götürdü. Adam peşine düştü. Koyunu kurdun ağzından kurtarır gibi oldu. Kurt
ona şöyle dedi: «Sen bunu ağzımdan kurtardın. Ama benden başka çobanın bulunmadığı
canavar gününde kim bunu benden kurtaracak!» İnsanlar dediler ki: «Sübhanallah, bir kurt
konuşuyor ha!» Rasûlullah (s.a.v.) onlara cevaben şöyle buyurdu:
«Ben buna inanıyorum. Ebu Bekir ile Ömer de burada olmadıkları halde buna inanırlar.»
Buharı, Ebu Hüreyre'den rivayet etti ki, Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
«Doğrusu, sizden önce geçen ümmetlerde muhaddisler vardı. Benim bu ümmetimde de
onlardan kimseler vardır. Şüphesiz o, Ömer b. Hattab'tır.»
Buharı, Abdullah b. Mesleme tariki ile Humeyd b. Abdurrahman'm şöyle dediğini rivayet
etmiştir: Muaviye b. Ebi Süfyan'm hac ettiği senede minber üzerinde bir tutam saçı elinde
tutup şöyle dediğini işittim: "Ey Medine halkı! Âlimleriniz nerede? Ben, Rasûlullah
(s.a.v.)'m böyle yapmaktan (yani takma saç takmaktan) menettiğini işittim. İsrail oğullarının
kadınları, takma saç taktıklarından ötürü helak oldular."
Buharî, Said b. Müseyyeb'in şöyle dediğini rivayet etmiştir: Muaviye b. Ebi Süfyan, son
gelişinde Medine'de bize hutbe irad etti. Hutbe esnasında bir tutam saç gösterip şöyle dedi:
"Ben, Yahudilerden başkasının böyle yaptıklarını (takma saç taktıklarını) görmedim. Çünkü
Peygamber (s.a.v.), takma saç takmayı yalancılık sayardı."
Buharî, Ebu Hüreyre'den rivayet etti ki, Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
«Bir ara, köpeğin biri, bir kuyunun etrafında dolaşıyordu. Susuzluktan ölmek üzereydi. Onu,
İsrail oğullarının fahişelerinden biri gördü. Ayağındaki ayakkab^a çıkarıp onunla su çekti ve
köpeğe içirdi. Bu yüzden günahı bağışlandı.»
Buharî, Abdullah b. Ömer'den rivayet etti ki, Rasûîullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
«Kadının biri, bir kediyi yakalayıp hapsetti ve ölünceye kadar hapiste tuttu. Bu sebeble
Cehennem'e girdi. Ne ona yedirdi, ne de içirdi. Çünkü hapsetmişti onu. Yemek yemesi için
de onu hiçbir yere bırakmamıştı.»
İmam Ahmed b. Hanbel, Osman b. Ömer kanalı ile Ebu Said'den rivayet etti ki, Rasûlullah
(s.a.v.) şöyle buyurmuştur: «İsrail oğullarında kısa boylu bir kadın vardı. Tahtadan iki ayak
yaptırdı. Bunları ayağına geçirerek kısa boylu iki kadın arasında yürümeye başladı. Altından
bir yüzük yaptırdı. Kaşının altına, kokuların en güzelini ve miski yerleştirdi. Bir meclise
uğradığında yüzüğünü oynatır, böylece kokusunu yayardı.»
Buharî, Adem kanalı ile İbn Mes'ud'dan rivayet etti ki, Peygamber (s.a.v.) şöyle
«İnsanların ilk nübüvvet kelamından ulaştıkları sözlerden biri sudur: «Utanmadığın takdirde
İmam Ahmed b. Hanbel, Ebu Hüreyre'den rivayet etti ki, Rasûlullah (s.a.v.) şöyle
buyurmuştur: «Geçmiş ümmetlerde bir erkekle karısı vardı. Bunlar hiçbir şeye sahip
değillerdi. Adam seferinden dönüp geldiğinde aç olarak karısının yanma vardı. Çok
- Yanında birşey var mı? diye sordu: Karısı da:
. - Evet, müjdeler olsun sana. Allah'ın rızkı geldi, diye cevap verdi. Adam karısını sık boğaz
- Yazıklar olsun sana! Yanında yiyecek birşey varsa ben onu istiyorum, deyince karısı:
- Evet, sana mübarek olsun. Allah'ın rahmetini ümid ediyoruz, dedi. Adam bir süre daha
bekledi, işin uzadığını görünce yine karısına:
- Yazıklar olsun sana. Yanında yiyecek bir şey varsa istiyorum, getir bana, çünkü yoruldum,
bitkin düştüm ve acıktım, dedi. Karısı da:
- Evet, var. İşte şimdi tandır neredeyse yemeği pişirecek, acele etme, dedi. Adam bir müddet
daha bekledi, işin uzadığım görünce karısına tekrar soracağı'esnada karısı: "Kalkıp ta şu
tandırıma bak-sam." dedi. Kalktı, tandıra gitti. İçinde bir koyun gövdesi gördü. Değirmeni
de çalışmaktaydı. Gidip değirmeni temizledi. İçindeki unu çıkardı. Sonra tandırdaki koyun
gövdesini de çıkardı. Nefsim kudret elinde bulunan Allah'a yemin ederim ki, eğer
değirmenin içindeki unu çıkarmakla yetinseydi ve değirmenin içini tamamen
temizlemeseydi, o değirmen kıyamet gününe kadar çalışıp un öğütecekti.»
İmam Ahmed b. Hanbel, Ebu Amir kanalı ile Ebu Hüreyre'nin şöyle dediğini rivayet
Adamın biri, karısının yanma vardı. Çoluk çocuğunun muhtaç olduklarını görünce çöle
çıktı. Karısı, başlarına gelen yoksulluğu görünce kalkıp değirmeninin yanına vardı. Onu
kurdu. Sonra tandıra gidip ateş yaktı ve: "Allah'ım, bize nzık ver." diye dua etti. Bir de baktı
M değirmenin teknesi unla dolmuş. Tandıra gidip baktı, onun da dolu olduğunu gördü.
Sonra kocası eve döndü. Karısına: "Size birşey geldi mi?" diye sordu. Karısı da: "Evet,
Rabbimizden bize birşeyler geldi." dedi. Kocasını alıp değirmenin yanma götürdü. Sonra da
kalkıp Peygamber (s.a.v.)'in yanma vardı. Durumu ona anlattı. Peygamber (s.a.v.) de şöyle
buyurdu: "Ama karın değirmeni kaldırmasaydı o, kıyamet gününe kadar size un
Ebu Hüreyre diyor ki: Ben Peygamber (s.a.v.)'in şöyle buyurduğunu işittim: «Allah'a yemin
ederim ki sizden biri, bir demet odun alıp çarşıya götürse, onu satsa ve iffetli olup dilencilik
yapmazsa, odun taşıyıp satması, bir adama gidip dilencilik yapmasından kendisi için daha
Tevbe Eden İki Hükümdarın Kıssası
İmam Ahmed b. Hanbel, Yezid b. Harun kanalı ile Abdullah b. Mes'ud'un şöyle dediğim
"Sizden önceki ümmetlerden bir adam, hükümdarlık tahtında iken tefekküre daldı. Ve
hükümdarlığının kendisini Rabbine ibadet etmekten alıkoyduğunu anladı. Bir gece
sarayından gizlice çıktı. Yola koyuldu. Başka bir hükümdarın memleketine girdi. Deniz
kıyısına vardı. Orada kerpiç ve tuğla yapmaya başladı. Kazancının bir kısmını yiyiyor-du.
Artanı da sadaka olarak dağıtıyordu. Böyle bir müddet yaşadı. Çalıştığı memleketin
hükümdarı, onun durumundan haberdar edildi. Hükümdar, ona haber gönderdi. Yanma
çağırttı. Ama o gitmeye yanaşmadı. Böyle olunca hükümdar, bizzat kalkıp onun yanma
geldi. Adam, hükümdarın gelmekte olduğunu görünce kaçtı. Hükümdar, onu kovaladı.
Yakalayamadı. Ona:- "Ey Allah'ın kulu! Benden sana zarar gelmeyecektir." diye seslendi. O
da durdu. Hükümdar yanma vardı. Ona sordu:
- Allah sana rahmet etsin, sen kimsin?
- Ben falan memleketin hükümdarı falan oğlu falanım, düşündüm ki hükümdarlığım, beni
Allah'a ibadet etmekten alıkoyuyor. Bu yüzden hükümdarlığı bırakıp şuraya geldim ki,
- Benden kaçmana gerek yok.
Böyle dedikten sonra ikinci memleketin hükümdarı da bineğinden indi. Bineğini salıverdi
ve tahtını bırakmış olan kendi memleketindeki hükümdarın peşine takıldı. İkisi birlikte onur
ve üstünlük sahibi yüce Allah'a ibadete başladılar. Allah'tan, ikisini de birlikte öldürmesi için
dua ettiler ve ikisi birlikte öldü."
Abdullah b. Mes'ud dedi ki: «Eğer ben, Mısır Remliye'sinde bulunsaydım, size o iki
hükümdarın mezarlarını Rasûlullah (s.a.v.)'m bize tavsif ettiği şekilde gösterirdim.»
Buharı, Ebu'l-Velid kanalı ile Ebu Said'den rivayet etti ki, Peygamber (s.a.v.) şöyle
«Sizden öncekilerden bir adam vardı. Cenâb-ı Allah, ona bolca mal vermişti. Vefat edeceği
zaman oğullarına şöyle sordu:
- Ben, sizin için nasıl bir baba oldum?
- Hayırlı bir baba oldun.
- Ben asla hayır işlemedim. Öldüğüm zaman beni yakın, sonra fırtınalı bir günde külümü
savurun! Oğulları onun dediğini yaptılar. Öldüğü günde onu yakıp fırtınalı bir günde de
külünü-savurdular. Ama Aziz ve Ceiil olan Allah, onun vücudunu toplayıp bir araya getirdi
- Böyle yapmaya seni sevk eden sebep neydi?
- Senden korktuğum için böyle yaptım.
Bunun üzerine Cenâb-ı Allah, onu rahmeti ile karşıladı.»
Buharı, Abdulaziz b. Abdullah kanalı ile Ebu Hüreyre'den rivayet etti ki, Peygamber (s.a.v.)
«Bir adam vardı. İnsanlara borç para verirdi. Kölesine de şu talimatı verirdi: "Sıkıntı içinde
bulunan bir borçluya gittiğin zaman yakasını bırak, böylece Allah'ın da yakamızı
bırakacağını umarız." O adam, Cenâb-ı Allah'ın huzuruna vardığında Hak Teâlâ da onun
yakasını bıraktı (Onu azaplandırmaktan vazgeçti).»
Buharî, Abdulaziz b. Abdullah'kanah ile Sa'd b. Ebi Vakkas'ın şöyle dediğini rivayet
- Taun hakkında Rasûlullah (s.a.v.)'dan ne duydun?
- Rasûlullah (s.a.v.), bu hususta şöyle buyurmuştu: «Taun azaptır. İsrail oğullarından bir
cemaat üzerine ve sizden önceki ümmetlerden biri üzerine gönderilmişti. Siz bir yerde
taunun baş gösterdiğini duyarsanız, oraya gitmeyin. Sizin bulunduğunuz bir yerde taun baş
gösterirse, kaçmak için oradan çıkmayın.»
Müslim, Hz. Aişe'nin şöyle dediğini rivayet etmiştir: Rasûlullah (s.a.v.)'a taun hakkında
sordum. O da bana dedi ki: «Taun, Allah'ın, dilediği kullarına gönderdiği bir azaptır. Allah,
onu mü'minler için rahmet kılmıştır. Tauna yakalanıp da beldesinde sabredip sevabını Allah'tan
bekleyerek kalan bir kimse - Allah'ın kendisine yazdığı kaderden başka birşeyin
kendisine isabet etmeyeceğini bilirse- o mutlaka, şehid sevabına nail olur.»
Buharî, Kuteybe kanalı ile Hz. Aişe'nin şöyle dediğini rivayet etmiştir: Hırsızlık yapan
Mahzumiyeli bir kadının durumu, Kureyşlileri iyiden iyiye tasalandırmıştı. Onlar:
«Rasûlullah'ın sevgilisi Üsame b. Zeyd'den başka biri bu hususta Rasûlullah'la konuşma
cesaretini gösteremez.» dediler. Gidip Üsame'den rica ettiler. Üsame de gidip Rasûlullah'a
duruimu arz etti. Rasûlullah (s.a.v.) da: «Sen, Allah'ın hadlerinden bir had için mi şefaat
ediyorsun?» dedi. Sonra kalkıp cemaate hutbe irad etti ve hutbesinde şöyle dedi: «Sizden
öncekileri helake götüren sebep şu idi: Onların şerefli bir adamı hırsızlık yaptığı zaman, ona
dokunmazlardı. Güçsüz biri hırsızlık yaptığı zaman, ona haddi tatbik ederlerdi. Allah'a
yemin ederim ki, Muhammed'in kızı Fatıma dahi hırsızlık yaparsa, mutlaka onun da elini
Buharî, «Adem kanalı ile Abdullah b. Mes'ud'un şöyle dediğini rivayet etmiştir: Bir adamın
Kur'ân okuduğunu işittim. Ama Rasûlullah (s.a.v.)'m onun okuduğundan başka bir şekilde
okuduğunu da işitmiştim. Adamı tutup Rasûlullah'a götürdüm ve Kur'ân'ı kendisinin
okuduğundan başka bir şekilde okuduğunu haber verdim. Rasûlul-lahın yüzünde
hoşnutsuzluk eseri gördüm. Bize şöyle dedi: İkiniz de iyi yapmışsınız. İhtilaf etmeyin,
çünkü sizden öncekiler ihtilaf ettiler, bu yüzden mahvoldular.»
Buharı, Ebu Hüreyre'den rivayet etti ki, Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
«Doğrusu, Yahudilerle Hristiyanlar (saçlarını) boyamazlar. Siz onlara muhalefet edin.»
Ebu Davud'un süneninde de şöyle bir hadis vardır:
«Ayakkabılarınızla birlikte namaz kılın. Yahudilere muhalefet edin.»
Buharı, Ali b. Abdullah kanalı ile îbn Abbas'm şöyle dediğini rivayet etmiştir: Hz. Ömer'in
«Allah falanı kahretsin. O, Rasûlullah (s.a.v.)'ın şöyle dediğini bilmiyor mu?: «Allah,
Yahudilere lanet etsin. Onlara iç yağı haram kılınmıştı. Ama onlar, onu güzel ve hoş bulup
Buharı, İmran b. Meysere kanalı ile Enes b. Malik'in şöyle dediğini rivayet etmiştir:
«Cemaat, ateşten ve çandan bahsettiler. Yahudi ve Hristiyanlardan söz ettiler. Bunun üzerine
Rasûlullah (s.a.v.), Bilal'e, ezandaki kelimeleri ikilemesini, ikametteki kelimeleri ise
birlemesini emretti.» Bundan maksat da bütün şiarlarında Ehl-i Kitaba muhalefet etmektir.
Çünkü Rasûlullah (s.av.) Medine'ye geldiğinde Müslümanlar, herhangi bir çağrı
yapılmaksızın namazın vaktini bekleyip gözetiyorlardı. Sonra Rasûlullah (s.a.v.), birisine
Müslümanlara namaz vaktini "Essalatü Camia" diyerek duyurmayı emretti. Bundan sonra
Müslümanlar, insanların bileceği birşeyle kendilerinin namaza çağrılmasını istediler. Kimi,
"Çan çalalım." dedi. Kimi, "Ateş yakalım." dedi. Bu işaretler, kitap ehline benzediğinden
Rasûlullah (s.a.v.) tarafından hoş karşılanmadı. Abdullah b. Zeyd b. Abdi Rabbih el-Ensarî,
rüyasında ezam gördü ve gidip Rasûlullah (s.a.v.)'a anlatınca o da Bilal'e ezan okuma emrini
Buharı, Bişr b. Muhammed kanalı ile Ubeydullah b. Abdullah'ın şöyle dediğini rivayet
Hz. Aişe ile îbn Abbas dediler ki: «Rasûlullah (s.a.v.) hastalandığı zaman yüzüne siyah ve
kare şeklinde bir örtüyü örterdi. Sıkıldığı zaman o örtüyü yüzünden attı. Ve şöyle buyurdu:
«Allah'ın laneti Yahudilerle Hristiyanların üzerine olsun! Onlar, peygamberlerinin
Rasûlullah (s.a.v.) böyle demekle Müslümanları, Yahudilerle Hristiyanlar gibi davranmaktan
Buharı, Said b. Ebu Meryem kanalı ile Ebu Said'den rivayet etti ki, Peygamber (s.a.v.) şöyle
«Siz, sizden öncekilerin âdetlerine karış karış, kulaç kulaç uyacaksınız. Onlar kertenkele
deliğine girseler bile onları takip edeceksiniz.»
- Ya Rasûlallah! Yahudi ve Hristiyanlara tabi olacağımızı mı kasd
- Ya kimi kasd ediyorum?» dedi.
Burada bazı gayrı meşru söz ve fiilleri anlatmaktaki maksadımız şudur ki, bunları
söylediğimiz veya yaptığımız takdirde bizden önceki ümmetler olan Ehl-i Kitaba benzemiş
olacağız. Oysa Allah ve Rasûlü, bizi onlara söz ve davranış bakımından benzemekten
menetmişlerdir. Hatta mü'minin kasdı, hayır olsa bile bu sözleri söylediği veya bu işleri
yaptığı takdirde zahiren onların fiilini yapmış olduğundan onlara benzemiş olacaktır.
Nitekim Peygamber (s.a.v.), güneşin doğuşu ve batışı esnasında bizi namaz kılmaktan
menetmiştir ki, o vakitlerde güneşe secde eden müşriklere benzemiş olmayalım. Her ne
kadar mü'min kişi, bu vakitlerde namaz kılarken müşriklere benzeme hususu aklından ve
kalbinden geçmese bile yine de onlara benzemiş olacaktır. Yüce Allah, bir ayet-i kerimede
«Ey inananlar! Peygambere, «Bizi de dinle.» demeyin. «Bizi gözet.» deyin ve dinleyin.
İnkâr edenlere elem verici azab vardır.» (ei-Bakara, 104.) Kâfirler, kendisiyle konuşurlarken
Peygamber (s.a.v.)'e gözünle bize bak, sözlerimize kulak ver, derlerdi. Mü'minler,
Peygamber (s.a.v.)'e -her ne kadar kâfirlere benzeme hususu kalplerinden geçmese bileböyle
demekten menedilmişlerdir.
İmam Ahmed b. Hanbel, Abdullah b. Ömer'den rivayet etti ki, Peygamber (s.a.v.) şöyle
Kıyametten önce kılıçla gönderildim ki, bir ve ortaksız olan Allah'a ibadet edilsin. Rızkım,
mızrağımın gölgesi altına konulmuştur. Emrime muhalefet eden kimse içinse, alçaklık ve
küçüklük mukadder kılınmıştır. Her kim bir millete benzerse, o onlardandır.»
Müslüman kişinin ne bayramlarda, ne törenlerde, ne de ibadetlerde gayr-ı müslimlere
benzemeye hakkı yoktur. Zira yüce Allah, bu ümmeti, son peygamberle sere ilendirmiş tir
ki, o peygambere mükemmel, yüce ve sağlam bir din verilmiştir. Kendisine Tevrat indirilen
imran oğlu Musa, kendisine İncil indirilen Meryem oğlu Isa hayatta olsalardı ve şeriatlarına
kimse tabi olmasaydı, hatta diğer bütün peygamberler de hayatta olsalardı, bu temiz, saf,
şerefli, kutsal ve ulu şeriata uymaktan başka çareleri kalmayacaktı. Yüce Allah, bizi Muhammed
(s.a.v.)'e tabi olma lütfuna mazhar kıldığına göre nasıl olur da daha önceleri
sapmış, çoklarını saptırmış ve doğru yolun dışına çıkmış, dinlerini değiştirip tahrif etmiş ve
orijinalitesini tamamen yitirecek hale getirmiş bir kavme benzeriz? Bu bize yakışır mı? Bu
dinlerin tamamı, daha sonra nesh edilmişlerdir. Nesh edilen şeye tutunnıaksa haramdır.
Böyle birşeyin, ne azı ne de çoğu Allah tarafından kabul edilir. Böyle bir dine bağlanmakla,
Allah tarafından gönderilmemiş birşeye bağlanmak arasında hiç fark yoktur. Allah, dilediği
kulunu dosdoğru yola iletir.
Buharı, Kuteybe kanalı ile İbn Ömer'den rivayet etti ki, Rasûlullah (s.a.v.) şöyle
«Sizden önceki ümmetlere nisbetle sizin eceliniz, ikindi namazı ile güneşin batışı arasındaki
müddet kadardır. Sizin durumunuzla Yahudi ve Hristiyanlarm durumu şuna benzer. Bir
kimse: «Kim öğleye kadar bir kırat (ölçek) karşılığında çalışır?» der. Bunun üzerine
Yahudilerden birkaç kişi, bir kırat karşılığında öğleye kadar çalışırlar, sonra o adam: «Kim
öğleden ikindi namazına kadar bir kırat karşılığında benim için çalışır?» der. Bunun üzerine
Hristiyanlar da öğleden ikindi namazına kadar bir kırat karşılığında çalışırlar. Sonra o
adamın: «Kim benim için ikindi namazından güneşin batışı müddetine kadar iki ölçek
karşılığında çalışır?» demesi gibidir. İşte dikkat edin, siz, ikindi namazından güneşin
batışına kadar iki kırat karşılığında çalışan kimseler gibisiniz. Dikkat edin, sizin için iki
ücret vardır. Yahudilerle Hris-' tiyanlar, bu duruma öfkelenip: "Biz daha çok çalıştık ve daha
az ücret aldık." dediler. Bunun üzerine Cenâb-ı Allah buyurdu ki: «Size hakkınızı eksik mi
verdim?» Onlar da: «Hayır.» dediler. Cenâb-ı Allah da: «İşte bu, benim lütfumdur,
dilediğime veririm.» dedi.»
Bu hadiste, Muhammed ümmetinin yaşayacağı müddetin, geçmiş ümmetlere nisbetle daha
kısa olacağına delil vardır. Çünkü hadiste: «Sizin eceliniz, Önceki ümmetlere nisbetle ikindi
namazı ile güneşin batışı arasındaki müddet kadardır.» denilmektedir. Bizden önce ne kadar
zaman geçtiğini ancak Allah bilir. Nitekim kıyametin kopmasına kadar ne kadar süre
geçeceğini de ancak Allah bilir. Ama bu süre, önceki süreye nisbetle daha kısadır. Kıyamete
ne kadar zaman kaldığını belirlemek Allah'a kalmış bir şeydir. Nitekim yüce Allah
buyuruyor ki: «Onun vaktini, O'ndan başka belirtecek yoktur.» (d-A'râf, 187.)
«Ey Muhammed! Senden kıyametin ne zaman gelip çatacağını sorarlar. Nerde senden onu
anlatması? Onun bilgisi Rabbine aittir.» (en-Nâziât, 42-44.) Halk tabakası nezdinde meşhur
olan bir hadiste de anlatıldığı gibi bazı kimseler, Peygamber (s.a.v.)'in yer altında
vücudunun azalarının bir araya getirilmeyeceğini söylemekte diler ki bunun hadis
kitaplarında aslı yoktur. Yine başka bir hadiste anlatıldığına göre dünya hayatının süresi,
ahiret cumalarından bir cuma kadardır. Bunun da şahinliğinde ihtilaf vardır. Önceki hadiste
işçilere yapılan benzetmeden kasıt, Müslümanlarla Yahudi ve Hristiyanlarm ecir ve
mükafatlarının farklı olduğunu belirtmektir. Bu, amelin çokluğuna ve azlığına değil de Allah
nezdinde geçerli olan başka şeylere bağlanmaktadır. Nice az amel vardır ki, çok amelin
mükafatından daha çok mükafata layıktır. İşte kadir gecesinde yapılan salih bir amel, Allah
katında kadir gecesinin içinde bulunmadığı 1000 ayda yapılan ibadetten daha faziletlidir.
İşte Muhammed (s.a.v.)'in ashabı, bazı zamanlar- -da Allah yolunda infakta bulundular ama
onlardan başkaları, Uhud dağı büyüklüğünde altını Allah yolunda infak etmiş olsalardı bile,
sahabelerden birinin verdiği bir hurma veya hurma yarısının sevabına erişemezdi. İşte
Rasûlullah (s.a.v.)'ı Cenâb-ı Allah, ömrünün kırkıncı senesinde risaletle görevlendirdi ve
altmış üç yaşında iken vefat ettirdi. Yirmi üç senelik peygamberlik süresi zarfında faydalı
ilimler yaydı, sa-. lih ameller işledi. Böylece kendisinden önceki peygamberlerden, hatta
kavmi arasında 950 sene müddetle insanları bir ve ortaksız olan Allah'a ibadete davet eden
Nuh peygamberden de üstün oldu. Nuh peygamber ki insanları, bir ve ortaksız olan Allah'a
kulluk etmeye çağırıyor, gece gündüz, sabah akşam, Allah'ın taatiyle amel ediyordu. Allah'ın
salat-ü selamı, Peygamber (s.a.v.)'in ve diğer bütün peygamberlerin üzerine olsun. Bu
ümmet de Peygamber'inin efendiliği, şeref, ve azameti sebebiyle diğer ümmetlerden daha
üstün ve şerefli oldu. Sevabı da kat kat arttı. Nitekim yüce Allah buyurdu ki:
«Ey inananlar! Allah'tan sakının. Peygamberine inanın ki, Allah size rahmetini iki kat
versin; size ışığında yürüyeceğiniz bir ışık varetsin; sizi bağışlasın; Allah bağışlayandır,
Kitab ehli bilsinler ki, Allah'ın lütfundan hiçbir şey elde edemezler; lütuf Allah'ın elindedir,
onu dilediğine verir; Allah büyük lütuf sahibidir.» (el-Hadîd, 28-29.) [7]
Gerçekten, Kitap ve Sünnette İsrail oğullarıyla ilgili haberler çoktur. Bunların tamamını
burada nakletmeye kalkarsak kitabımız uzar. Ama biz, İmam Ebu Abdillah el-Buharî'nin bu
kitapta naklettiklerini aktardık. Bunlarda, ikna edici, yeterli miktarda haberler vardır. Bu bir
hatırlatma ve bir örnektir. Doğrusunu Allah bilir. Tefsir ve tarih âlimlerinden birçoğu
tarafından rivayet edilen israiliyat haberlerine gelince, bunlar gerçekten çoktur. Bunların bir
kısmı realiteye uygun olduğundan doğrudur. Çoğu da kıssacılar tarafından nakledilmiş olup
yalan ve uydurmadır. Kıssacıların zındıkları ve sapıkları bunları uydurmuşlardır. Bu manada
israiliyat haberleri üç kısma ayrılır:
1- Allah'ın, kitabında naklettiği hususlara uygun olan sahih haberler veya Rasûlullah (s.a.v.)
tarafından haber verilen sahih haberler.
2- Allah'ın kitabına ve Rasûlü'nün sünnetine muhalif olduğu için asılsızlığı bilinen israiliyat
3- Doğruya da yalana da muhtemel olan israiliyat haberleri. İşte bu haberlere karşı çekinceli
ve dikkatli davranmakla emrolunmuşuz. "Bunları, ne doğrular ne de yalanlarız. Nitekim
sahih hadiste bununla ilgili olarak şöyle buyurulmuştur:
«EhH Kitap, size bir haber naklederse onları ne doğrulayın ne de yalanlayın ve: «Bize
indirilene ve size indirilene iman ettik.» deyin.» Önceki paragraflarda geçen bu hadisle
beraber israiliyat haberlerinin bu türünü rivayet etmek caizdir. Şöyle ki: «İsrail oğullarından
haberler nakledin, bunun bir sakıncası yoktur.» [8]
Ehl-İ Kitabın Kendi Dînlerini Tahrif Edip Değiştirmeleri
Yahudilerle ilgili olarak diyeceğimiz şudur ki, Cenâb-ı Allah, onlara İmran oğlu Musa
vasıtasıyla Tevrat'ı gönderdi. Cenâb-ı Allah, bununla ilgili olarak da şöyle buyurdu:
«Sonra, iyilik işleyenlere nimeti tamamlamak, her şeyi uzun uzadıya açıklamak, doğruyu
göstermek ve rahmet olmak üzere Musa'ya kitabı verdik.» (ei-En'âm, 154.)
«De ki: «Musa'nın insanlara nur ve yol gösterici olarak getirdiği, kitabı kim indirdi? -ki siz
onu kâğıtlara yazıp bir kısmını gösterip çoğunu gizlersiniz-» (ei-En'âm, 91.)
«And olsun ki, Musa ve Harun'a eğriyi doğrudan ayıran kitabı sakınanlar için ışık ve öğüt
olarak verdik.» (d-Enbiyâ, 48.)
«Her ikisine de, apaçık anlaşılan bir kitap vermiştik. Her ikisini de doğru yola eriştirmiştik.»
«Doğrusu biz yol gösterici ve nurlandırıcı olarak Tevrat'ı indirdik. Kendisini Allah'a teslim
etmiş peygamberler, Yahudi olanlara onunla ve Rabbe kul olanlar, bilginler de Allah'ın
kitabında elde mahfuz kalanla hükmederlerdi. Tevrat'a şahiddiler. O halde insanlardan
korkmayın, benden korkun, ayetlerimi hiçbir değerle değiştirmeyin. Allah'ın indirdiği ile
hükmetmeyenler, işte onlar kafirlerdir.» (ei-Mâidc, 44.)
Yahudiler, bir süre Tevrat'a sarılıp onunla hükmettiler. Sonra onu tahrif etmeye,
değiştirmeye, tevil etmeye ve içinde bulunmayan hükümleri ortaya koymaya başladılar.
Nitekim bununla ilgili olarak yüce Allah şöyle buyurmuştur:
«Onlardan bir takımı, kitapta olmadığı halde kitaptan zannedesi-niz diye dillerini eğip
bükerler. O, Allah katından olmadığı halde: «Allah katmdandır.» derler, bile bile Allah'a
karşı yalan söylerler.» (Âi-i îmrân, 78.)
Cenâb-ı Allah, Yahudilerin Tevrat'ı kendi kafalarına göre tefsir ve tevil ettiklerini haber
veriyor. Âlimler arasında bu hususta ihtilaf yoktur. Onlar, Tevrat ayetlerinin manalarını,
maksadının dışına çıkararak kendi heveslerine göre yorumluyorlardı. Nitekim recm
hükmünü değnekle vurma şeklinde değiştirmişlerdi. Buna ek olarak zinakârm yüzünü
boyamayı da tatbik etmişlerdi. Oysa Tevrat'ta recm kelimesi, varlığını yine de sürdürüyordu.
Ayrıca onlardan şerefli bir kimse hırsızlık yaptığı zaman ona dokunmuyor, güçsüz biri
hırsızlık yaptığı zamansa ona haddi tatbik ediyorlardı. Oysa onlar, had tatbik etme ve el
kesme cezasını, hem şerefli hem de güçsüz kimseye tatbik etmekle emr olunmuşlardı. Tevrat
ayetlerinin kelimelerini değiştirmeye gelince bazıları, ayetlerin tamamının değiştirildiğini,
bazıları da değiştirilmediğini söylemişler ve şu ayetleri delil olarak ileri sürmüşlerdir:
«Allah'ın hükmünün bulunduğu Tevrat yanlarında iken, ne yüzle seni hakem tayin
ediyorlar?» cd-Mâidc, 43.) «Rahmetim her şeyi kaplamıştır. Bunu, Allah'a karşı gelmekten
sakınanlara, zekât verenlere, ayetlerimize inanıp, yanlarındaki Tevrat ve İncil'de yazılı
buldukları, okuyup yazması olmayan peygamber Muhammed'e uyanlara yazacağız. O peygamber,
onlara, uygun olanı emreder ve fenalıktan men eder, temiz şeyleri helal, murdar
şeyleri haram kılar.» (ei-A'râf, 107.)
«Ey Muhammedi De ki: «Doğru sözlü iseniz, Tevrat'ı getirip okuyun.» (Al-i İmrân, 93.)
Tevrat'ın bütün ayetlerinin değiştirilmediğini söyleyen âlimler, delil olarak recm kıssasını da
ileri sürmüşlerdir. Şöyle ki! Buharı ve Müslim'in sahihlerinde, İbn Ömer'den rivayet
olunduğuna göre Yahudiler, aralarından zina eden bir erkekle bir kadının durumunu karara
bağlaması için, hakemliğine müracaat ettiklerinde Rasûlullah (s.a.v.), onlara:
- Recm hakkında Tevrat'ta nasıl bir hüküm buluyorsunuz? diye sormuş, onlar da:
- Zinakârları rezil rüsvay ederiz ve sopalarız, diye karşılık vermişlerdi. Bunun üzerine
Rasûlullah (s.a.v.), Tevrat'ı getirmelerini emretmişti. Tevrat'ı getirip okumaya başladılar.
Recm ayetini gizlediler. Okuyan Abdullah b. Suriya, parmağım recm ayetinin üzerine koyup
gizledi. Bu ayetin öncesi ile sonrasını okudu. Rasûlullah (s.a.v.), ona: «Parmağını kaldır, ey
kör!» dedi. O da parmağını kaldırınca orada recm ayetinin bulunduğu görüldü, Rasûlullah
(s.a.v.) da zina yapmış olan o Yahudi erkek ve kadının recm edilmelerini emretti ve şöyle
dedi: «Allah'ım, ben, öldürdükleri zaman senin emrini ilk diriltenim.»
Ebu Davud'dan gelen rivayete göre Yahudiler, Tevrat'ı getirdikleri zaman Peygamber
(s.a.v.), altındaki yastığı çıkarıp Tevrat'ın altına koymuş ve: «Sana ve seni indirene iman
ettim.» demiştir. Bazılarının anlattıklarına göre Peygamber (s.a.v.), Tevrat'ı getirdikleri
zaman onun için ayağa kalkmıştı. Ancak ben, bunun senedini görmedim, doğrusunu Allah
Bütün bu anlattıklarımız, Tevrat'ın, Buhtü'n-Nasr zamanında tevatüren naklinin kesildiğini
ve Üzeyir'den başka hıfz eden birinin kalmadığını söyleyen birçok kelamcının ve
diğerlerinin söylediklerine karşı bir müşküllük ortaya çıkarmaktadır. Şayet Üzeyir,
peygamber ise o masum bir kimsedir. Tevrat'ın, masum bir kimseye kadar tevatüren gelmesi
bizim için yeterlidir. Eğer Tevrat'ın, Üzeyir'e mütevatiren ulaşmamış olduğu söylenirse, biz
de deriz ki, Üzeyir'den sonra gelen Ze-keriyya, Yahya ve İsa gibi peygamberlerin tamamı
Tevrat'a sarılmışlar, onun hükmü ile amel etmişlerdir. Eğer Tevrat, sahih bir kitap ve kendisivle
amel edilen ilahî hükümler manzumesi olmasaydı, masum olan bu peygamberler ona
dayanmazlardı. Sonra Cenâb-ı Allah, Hâtemü'1-En-biya Muhammed (s.a.v.) ve diğer
peygamberlere indirdiği ayetlerinde, kötü maksatlarından dolayı Yahudileri kınamıştır.
Çünkü Yahudiler, Rasûlullah (s.a.v.)'m getirmiş olduğu dine karşı tavır takındıkları halde
şahinliğine inandıkları Tevrat hükmünden yüz çevirip mutlaka yerine getirmekle
emrolundukları ahkamı çiğneyip Rasûlullah (s.a.v.)'m (bir zina meselesinde) hakemliğine
müracat etmişlerdi. Güya uydurup ortaya koydukları sopalama, yüzü boyama gibi şeylerle
Allah'ın hükmüne uyacaklardı. Yahudiler, Rasûlullah (s.a.v.)'m hakemliğine müracaat ettikleri
esnada kendi aralarında şöyle konuşmuşlardı: "Eğer Muhammed, zinakârın
sopalanmasını ve yüzünün boyanmasını söylerse, bu hükmünü kabul edin. Böylece kıyamet
gününde Allah katında bir Peygamberin size bu şekilde hüküm verdiğini söyleyerek
kendinizi savunursunuz. Ama bu şekilde değilde recm hükmünü verirse, sakın ola ki onun
bu hükmünü kabul etmeyesiniz." Cenâb-ı Allah da'bu kötü amaçlarından ötürü Yahudileri
kınadı. Çünkü Yahudiler, hak dine değil de heveslerine uyma ve kötü amaç peşinde
olduklarından, Rasûlullah (s.a.v.)'ın hakemliğine başvurmuşlardı. Bu hususta yüce Allah
«Allah'ın hükmünün bulunduğu Tevrat yanlarında iken, ne yüzle seni hakem tayin ediyorlar
da sonra bundan yüz çeviriyorlar? İşte onlar, inanmış değillerdir.
Doğrusu, biz yol gösterici ve nurlandırıcı olarak Tevrat'ı indirdik. Kendisini Allah'a teslim
etmiş peygamberler, Yahudi olanlara onunla ve Rabbe kul olanlar, bilginlerde Allah'ın
kitabından elde mahfuz kalanla hükmederlerdi.» (ci-Mftido, 43-44.)
İşte bu sebeple Rasûlullah (s.a.v.), zina etmiş olan Yahudi erkek ve kadının recm edilmesine
hükmetti ve şöyle dedi: «Allah'ım, öldürdükleri zaman senin emrini ilk dirilten benim».
Böyle dedikten sonra Rasûlullah (s.a.v.), Yahudilere, kendilerini bu tahrifata sürükleyen ve
yanlış hükümler verdiren sebebi sordu. Allah'ın kendi ellerinde bulunan emrini, niçin
uygulamadıklarım da sordu. Onlar da şöyle cevap verdiler: "Şerefli adamlarımız arasında
zina çoğaldı. Onlara had tatbik etme imkanını bulamadık. Biz, zina yapan güçsüz kimselerimizi
recm ederdik. Neticede dedik ki: Gelin bu işin ortasını bulalım.Böylece varacağımız
kararı, hem eşrafa hem de güçsüzlere uygulayabilelim. Neticede zinakârları sopalayıp
yüzlerini boyama hükmünde karar kıldık." Bu da onların Tevrat'ı tahrif edip
değiştirmelerinin ve onu bâtıl şekilde tevil etmelerinin bir Örneğidir. Onlar, bu tahrifat ve
tevilleri - kitaplarında recm kelimesi mahfuz kaldığı halde- bu kelimenin manasım
değiştirerek yapmışlardı. Nitekim önceki sayfalarda geçen ve doğruluğunda ittifak edilen
hadis de buna delalet etmektedir. Bu yüzden bazı kimseler, "Yahudiler, Tevrat'taki kelimeler
mahfuz kaldığı halde sadece bu kelimelerin manalarını değiştirmişlerdir." demişler ve bunu
da bir delil olarak ileri sürmüşlerdir. Çünkü onlar, kitaplarındaki bütün hükümleri tatbik
etmiş olsalardı bu, onları hakka uymaya ve Rasûlullah (s.a.v.)'a tabi olmaya yöneltirdi.
Nitekim yüce Allah buyurdu ki:
«Rahmetim herşeyi kaplamıştır. Bunu Allah'a karşı gelmekten sakınanlara, zekat verenlere,
ayetlerimize inanıp yanlarındaki Tevrat ve İncil'de yazılı buldukları, okuyup yazması
olmayan peygamber Mu-hammed'e uyanlara yazacağız. O peygamber, onlara, uygun olam
emreder ve fenalıktan meneder. Temiz şeyleri helal, murdar şeyleri haram kılar. Onların ağır
yüklerini indirir, zor tekliflerini hafifletir.» (cî-AVâf,
«Eğer onlar Tevrat'ı, İncil'i ve Rablerinden kendilerine indirilen Kur'ân'ı gereğince
uygulasalardı, her yönden nimete ermiş olurlardı, içlerinde orta yolu tutan bir zümre vardı.
Çoğunun işledikleri ise kötü
«Ey Kitab Ehli! Tevrat'ı, İncil'i ve Rabbinizden size indirileni gereğince uygulamadıkça bir
temeliniz olmaz.» (el-Mâide, 68.) İşte Tevrat'taki değişikliklerin kelimelerde değil de
manalandırmada olduğunu söyleyen âlimlerin görüşü budur.
Buharî, bunu sahihinin sonunda îbn Abbas'tan nakletmiş ve kendisi de üzerinde durup
benimsemiş ve reddetmemiştir. Allâme Fahreddin er-Razî de tefsirinde bunu kelâmcıların
çoklarından nakletmiştir. [9]
Cünüp Kimsenin Tevrat'a El Süremeyeceği
Hanefi fıkıhçılarına göre cünüp olan kimse, gusletme dikçe, Tevrat'a el süremez. El sürmesi,
caiz olmaz. Hanati de fetvalarında, Şafii'nin arkadaşlarından bazılarının bu görüşte
olduklarını nakletmiştir ki, bu, gerçekten tuhaf ve gariptir. Diğer bazı alimler, Tevrat'a el
sürmenin cünüp kimse için caiz olacağı veya olmayacağı görüşleri arasında orta bir yol
tutmuşlardır. Bu orta yolu tutanlardan biri de şeyhimiz Allâme Ebu'l-Abbas b. Teymiyye'dir.
Tevrat'ın baştan sona tamamının değiştirilmiş olduğuna ve değiştirilmedik bir harfinin dahi
kalmadığına dair görüş ileri sürenlere gelince, bunların görüşleri de doğruluktan tamamen
uzaktır. Aynı şekilde Tevrat'ın hiçbir kelimesinin değiştirilmemiş olduğunu söyleyenlerin
görüşleri de doğruluktan uzaktır. Doğru olan şudur ki, Tevrat'ın bazı kısımları değiştirilmiş
ve bazı lafızlarına eklemeler yapılmış,bazı lafızları da çıkarılıp atılmıştır. Yahudiler, ayrıca
Tevrat ayetlerinin manalarına da müdahale etmişlerdir. Tevrat'ı okuyup üzerinde düşünen
kimseler, bu gerçeğe vakıf olacaklardır. Bunu başka bir bölümde detaylı olarak anlatacağız.
Doğrusunu Allah bilir. Mesela, Yahudiler, Hz. İbrahim'in hangi oğlunun boğazlanmak üzere
yere yatırıldığı hususunda da Tevrat'ta değişiklikler yapmışlardır. Tevrat'ın bir nüshasında
Cenâb-ı Allah'ın, Hz. İbrahim'e hitaben: «Biricik oğlunu boğazla.» dediği yazılı iken başka
bir nüshada: «İlk oğlun İshak'ı boğazla.» dediği yazılıdır. İshak kelimesinin, Tevrat'a,
Yahudiler tarafından eklendiği, kuşku götürmez bir gerçektir. Çünkü Hz. İbrahim'in İlk oğlu
İsmail'dir. İsmail, îshak'tan on dört sene önce doğmuştur. Şu halde İshak nasıl olur da
İbrahim peygamberin ilk oğlu olur? Yahudiler, Arapları çekemediklerinden onların atası
olan İsmail'in bu şerefe nail olmasını istememişler, Arapların İsmail peygamber vasıtasıyla
bu üstünlüğe ve fazilete sahip olmalarım kıskanmışlar, bu yüzden Allah'ın kitabında tahrifat
yapıp İshak kelimesini eklemişlerdir. Böyle yapmakla Allah'a ve peygamberine karşı da
iftirada bulunmuşlardır. Selef ve halef ulemasından çoğu da bu iftiraya aldanarak
boğazlanmak üzere yere yatırılmış olan şahsın İshak olduğu hususunda Yahudilere
muvafakat etmiş, onlarla aynı görüşü paylaşmışlardır. Oysa gerçek olan husus şudur ki,
önceki sayfalarda da belirttiğimiz gibi boğazlanmak üzere yere yatırılmış olan şahıs, İsmail
(a.s.)'dir. Doğrusunu Allah bilir. Sanıira Tevrat'ındaki on kelimede de tahrifat yapılarak
namaz esnasında Tur dağına yönelme emri eklenmiştir. Oysa gerçek böyle değildir. Böyle
bir emir, Yahudi ve Hristiyanların yanında bulunan diğer nüshalarda görülmemektedir.
Davud peygamberden gelen Zebur'da da bir çok ihtilaflı sözler ve eklemeler vardır. Oysa bu
ihtilaflı sözlerle eklemeler, Zebur'un aslında mevcut değildir. Doğrusunu Allah bilir.
Ben derim ki: Yahudilerin ellerinde bulunan Arapçalaştırılmış Tevrat nüshalarında da bir çok
değişiklik ve tahrifatın yapıldığına, kıssaların ve kelimelerin değiştirildiğine, bazı yerlere
ekleme yapılıp bazı yerlerden eksiltme yapıldığına akıllı olan herkes şüphe etmeksizin
inanır. Bu Tevrat nüshalarında açık yalanlar ve fahiş hatalar vardır. Ellerinde bulunan ve
kendi dilleriyle yazılmış olan Tevrat nüshalarına gelince, biz bunda yanlışlık veya tahrifat
olduğunun farkında değiliz. Ama öyle sanıyoruz ki onlar, yalancı ve hain kimselerdirler.
Allah'a, peygamberine ve kitaplarına iftira eden kimselerdirler. Bu işi çokça yaparlar.
Hristiyanlara gelince, bunların ellerinde bulunan Matta, Luka, Yuhanna ve Markos yoluyla
gelen dört İncil'de de Tevrat'a nisbetle daha çok fazlalıklar, eksiklikler ve ihtilaflar vardır.
Hristiyanlar, Tevrat ve İncil'in bir çok ahkâmına muhalefet etmişlerdir. Kendi kafalarından
hükümler uydurmuşlardır. Nitekim dört İncil nüshasının hiçbirinde mevcut olmadığı halde
doğuya yönelerek iıamaz kılma hükmünü koymuşlardır. Kiliselerini resimlerle donatmaları,
sünnet olmayı terk etmeleri, oruçlarını bahar mevsimine nakletmeleri, orucu elli güne
çıkarmaları, domuz eti yemeleri, ibadet etmek isteyen kimselerin evlenmekten vaz
geçmeleri, rahiplik ihdas etmeleri, 318 piskoposun koymuş olduğu kanunlara uymaları, bu
iftira ve tahriflere örnek olarak gösterilebilir. Bu piskoposlar, İstanbul şehrinin kurucusu
Kostantin b. Kostan zamanında, yani milattan 300 sene sonra yukarıda sözünü ettiğimiz
kanunları koymuşlardır. Kostan, Kostantin'in annesi Heyla-ne ile bir av gezisi esnasında
Harran şehirlerinden birinde evlenmişti. Heylane (Helene?), Hristiyan bir kadın olup eski
devir rahiplerinin yolunda idi. Doğurduğu oğlu Kostantin yetişti, felsefe öğrenimi gördü,
felsefî ilimlerde derinleşti ve annesinin bağlı olduğu Hristiyanhk dinine eğilimi arttı,
Hristiyan dindarlarını tazim ederek saygı gösterdi. Felsefeye kuvvetli bir inançla bağlıydı.
Babası vefat edip kendisi yalnız başına tahta oturunca, halkına adaletle hükmetti. Halk onu
sevdi, gönüllerine hakim oldu. Cezireyle birlikte Şam mıntıkasının mülküne sahip olup şanı
yüceldi, namı yükseldi. Böylece o, kayserlerin ilki oldu.
Onun zamanında Hristiyanlar arasında ihtilaf baş gösterdi. İskenderiye, patriği Aksandros
ile Abdullah b. Aryos adındaki din âlimi arasında anlaşmazlık çıktı. Aksandros, Hz. İsa'nın
Allah'ın oğlu olduğunu iddia etti. Abdullah b. Aryos ise Hz. İsa'nın, Allah'ın kulu ve elçisi
olduğunu savundu. Hristiyanlarm bir kısmı, Abdullah b. Aryos'a tabi oldu. Çoğunluk olup
aslında sapıklığa düşmüş ve hakikati kaybetmiş olan Hristiyanlarsa, patriğin sözüne uydular.
Abdullah b. Aryos da bu yüzden kiliseye sokulmadı. Arkadaşlarının kiliselere gir- ' meşine
engel olundu. Abdullah b. Aryos da Kral Kostantin'e gidip Aksandros ve arkadaşlarım
şikâyet etti. Kral da Abdullah'a görüşünü sordu. Abdullah, Hz. İsa hakkındaki görüşlerini
ona arzederek Hz. İsa'nın, Allah'ın kulu ve elçisi olduğunu söyledi. Buna,ilişkin delillerim
ortaya koydu. Kral Kostantin de onun bu delillerini kabul edip görüşünü benimsedi. Yanında
bulunan adamları da: "Böyle yapıyorsun ama Abdullah'ın hasmına haber gönderip yanma
çağırtman, onun görüşlerini de öğrenmen ve sözlerini dinlemen gerekir." dediler. Kral da
onu çağırttı. Ayrıca ülkenin her tarafındaki piskoposları ve Hristiyanhk dinini bilen âlimleri,
Kudüs, Antakya, Rumiye ve İskenderiye patriklerini toplantıya çağırdı. Bunlar gelip
toplantı yaptılar. Toplantıları bir yıl iki ay sürdü. Toplantıya katılanların sayısı 2000'i
aşmıştı. Bu, Hristiyanlarm meşhur üç konsülünün ilkini teşkil ediyordu. Onlar, bu konsülde
gerçekten çok zıt görüşler ileri sürdüler. Çeşitli gruplara ayrıldılar. Hiç bir grup, diğerinin
görüşüne itibar etmiyordu. Bir tarafta elli kişilik bir grub, diğer tarafla seksen kişilik bir
grub, başka bir tarafta on kişilik bir grub, beri yanda kırk kişilik bir grub, öbür yanda 100
kişilik bir grub, diğer yanda 200 kişilik bir grub, Abdullah b. Aryos'un görüşünü benimseyen
bir grub, başka bir görüşü benimseyen bir grub, başka bir görüşü benimseyen diğer grub
şeklinde parçalandılar. İşleri zorlaşıp ihtilafları yaygın hale gelince Kral Kostantin, onlara ne
yapacağına karar veremedi, şaşırıp kaldı. Kendisi, ataları Yunanlıların dini olan Sabilikten
(yıldızperestlikten) başka dinlere karşı sıcak bakmadığı halde bu konsülde en büyük grubu
teşkil edenlerin görüşlerine yöneldi. Bu grubta 318 piskopos vardı ki bunlar, Aksand-ros'un
görüşü etrafında toplanmışlar ve söylediklerini benimsemişlerdi. Kral Kostantin de:
"Bunlara destek vermem gerekir. Çünkü bunların grubu Diğerlerinkinden daha kalabalıktır."
dedi. Ve onlarla özel bir toplantı yaptı. Kılıcını ve mührünü onlara bırakıp: "Sizi, diğer
toplulukların en büyüğü ve kalabalığı gördüm. Ve görüşlerinize katıldım. Size yardımcı
olacağım. Görüşlerinizin hakim olmasına katkıda bulunacağım." dedi. Onlar da kendisine
secde ettiler. Kral Kostantin de onlardan, ahkâmla ilgili bir kitap hazırlamalarını, parlak
yıldızların doğuş yeri olduğu için namazın doğuya yönelinerek kılınmasını hüküm haline
getirmelerini, kiliselerinde heykel bulundurmalarını istedi. Onlar da kiliselerini heykelle
değil de resimle donatmak hususunda onunla anlaştılar. Aralarında anlaşma sağlandıktan
sonra Kral onlara yardım etmeye, görüşlerini ilan etmeye, onlara muhalif olanları sürgün
etmeye, muhaliflerin görüşlerini zayıflatıp çürütmeye başladı. Bu grupta olanların
hakimiyeti, kral sayesinde sağlandı. Muhaliflerini ezdiler. Onlara karşı üstünlük elde ettiler.
Kral, kendi mezhepleri olan Melekî mezhebine göre ibadet edilecek kiliseler yapılmasını
Kral Kostantin zamanında Şam'da ve diğer şehirlerle kasabalarda 12.000'den fazla kilise
inşa edildi. Kral, Hz. İsa'nın doğduğu yerde Beyt-i Lahm'ın yapılması için gerekli talimatı
verdi. Kendisi de bizzat bu hususla ilgilendi. Anası Heylane de Beyt-i Makdis alanında yani
Hristiyan ve Yahudilerin cahillikleri ve kıt bilgileri nedeniyle Hz. İsa'nın çarmıha gerildiğini
iddia ettikleri yerde bir kilise inşa etti. Bilindiği gibi orada çarmıha gerilmiş olan kişi, Hz.
İsa değil, onun benzeri olan bir şahıstı. Kral Kostantin, görüşlerini benimsediği grubun
düşmanlarım öldürttü. Onlar için hendekler kazıp içinde ateşler yaktı ve onları bu ateşlere
atıp işkenceye tabi tuttu ve yaktı. Nitekim biz bunu el-Burûc sûresinin tefsirini yaparken
Kral, Hristiyanlık dinini yüceltti. Hristiyanlık, Kral Kostantin'in desteğiyle gerçekten kuvvet
bulup güçlendi. Ancak kurtuluşu imkansız, ıslahı mümkün olmayan bozulduk ve fesatlar da
meydana getirdi. Büyüklerinin her birine atfen düzenlenen bayramlar çoğaldı. Kiliseleri de
âbid kimselerin adlarına inşa edildi. Böylece çok sayıda kilise inşa edilmiş oldu. Kafirlikleri
de şiddetlendi. Başlarına gelen musibet, kat kat arttı. Sapıklıkları sürekli oldu. Veballeri
büyüdü. Allah, onların kalplerine hidayet vermedi. Durumlarını düzeltmedi. Aksine onların
kalplerini haktan uzaklaştırdı. Doğruluktan saptırdı. Bundan sonra onlar, Nasturilik ve
Yakubilik meselesi üzerinde durdular. Bu grublar-dan her biri, diğerini tekfir ediyor ve
ebediyyen Cehennem'de kalacağını kabul ediyordu. Bunlar aynı kilisede ve mabette bir
araya gelmezlerdi. Hepsi de teslis inancına inanıyorlardı. Ama Hulul ve Lahut âlemi ile Nasut
âlemi arasında birlik bulunup bulunmadığı hususunda ihtilaf ediyorlardı. Anlaşmazlıkları
şiddetlendi. Bu sebeple küfre gittiler. Hepsi de bâtıl yola saplandılar. Ancak Abdullah b.
Aryos ve arkadaşları, Hz. İsa'nın, Allah'ın kulu ve elçisi, aynı zamanda Allah'ın cariyesi
(mahluku, yaratığı) olan Meryem'in oğlu olduğunu söylüyorlardı. Kurtuluşa eren bu grub,
Hz. İsa'nın, Allah tarafından Meryem'e bırakılan bir kelime ve ruh olduğu fikrini ileri
sürdüler. Nitekim Müslümanlar da aynı görüşe sahiptirler. Abdullah b. Aryos ve arkadaşları,
bu görüş üzerinde karar kılınca diğer üç grub kendilerine musallat oldular. Onları, memleketlerinden
sürüp sayılarını azalttılar. Bugün Aryosilerden bilinen bir kimse olduğunu
zannetmiyorum. Doğrusunu Allah bilir. [10]
Önceki Peygamberlerin Haberleri
«İşte bu peygamberlerden bir kısmını diğerlerinden üstün kıldık. Onlardan Allah'ın
kendilerine hitab ettiği, derecelerle yükselttikleri vardır. Meryem oğlu İsa'ya belgeler verdik.
Onu, Ruhü'l Kudüs'le destekledik.» (el-Bakara, 253.)
«Nuh'a, ondan sonra gelen peygamberlere vahyettiğimiz, İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a,
Yakub'a, torunlarına, İsa'ya, Eyyüb'e, Yu-nus'a, Harun'a ve Süleyman'a vahyettiğimiz gibi ey
Muhammed, şüphesiz sana da vahyettik. Davud'a da Zebur verdik. Peygamberlerden sonra,
insanların Allah'a karşı bir hüccetleri olmaması için, gönderilen müjdeci ve uyarıcı
peygamberlerden bir kısmını daha Önce sana anlatmış, bir kısmını da anlatmamıştık. Allah,
Musa'ya hitab etmişti. Allah güçlüdür, Hakimdir.» (en-Nisâ, 163-165.)
"Sahih" adlı eserinde İbn Hibban ve tefsirinde de İbn Merdeveyh, Ebu Zer'in şöyle dediğini
- Ya Rasûlallah, kaç peygamber vardır? Rasûlullah (s.a.v.) buyurdu ki:
-124.000 peygamber vardır.
- Ya Rasûlallah, bunların kaçı Rasûl'dür?
- 303'ü Rasûl'dür ki bu da büyük bir sayıdır.
- Ya Rasûlallah, bunların ilki hangisidir?
- Ya Rasûlallah, o nebi ve mürsel miydi?
- Evet. Allah, onu eliyle yarattı. Ve ona kendi ruhundan üfledi. Sonra onu ilk ve tas tamam
insan olarak meydana getirdi. Ey Ebu Zer! Bunların dördü Süryanidir. Süryani olanlar
şunlardır: Âdem, Şit, Nuh ve Hanuh (ki bu da îdris'tir). Hanuh, kalemle yazan ilk kişidir. Bu
peygamberlerin dördü de Araplardandır ki onların adları şöyledir: Hud, Salih, Şuayb ve ey
Ebu Zer, dördüncüsü de senin peygamberindir. İsrail oğullarının ilk peygamberi Musa,
Peygamberlerin ilki Âdem, sonuncuları da senin peygamberindir.» Ebu'l Ferec bl Cevzî, bu
hadisi mevzu hadisler arasında nakletmistir.
Enes b. Malik'ten rivayet olunduğuna göre Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
«Benden önce geçen peygamber kardeşlerimden 8000 peygamber vardır. Bunlardan sonra
İsa gelmiş, sonra da ben geldim.» Bu hadisin rivayet zincirinde adı geçenlerden Yezid er-
Rekkaşî, zayıf ravilerdendir.
Enes b. Malik'den rivayet olunduğuna göre Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
«Ben 8000 peygamberden sonra peygamber olarak gönderildim. Bu 8000 peygamberin
4000'i, İsrail oğullarmdandır.» Bu hadisin rivayet senedinde sakıncalı ravilerin adlan
geçmemektedir. Ancak ben,rivayet senedinde adı geçen Ahmed b. Tarık'ın durumunu
bilmemekteyim. Doğrusunu Allah bilir.
İmam Ahmed b. Hanbel'in oğlu Abdullah, Ebu'l-Vedak'm şöyle dediğini rivayet etmiştir:
— Hariciler, Deccal'm çıkacağını kabul ediyorlar mı? Ben:
- Hayır, dedim. Bunun üzerine Ebu Said, Rasûlullah (s.a.v.)'m şöyle buyurduğunu bana
«Ben, 1000 ya da daha çok peygamberin sonuncusuyum. Allah, kendisine uyulan bir
peygamberi gönderince mutlaka o peygamber, ümmetini Deccal'den sakındırdı. O
peygamberlere açıklanmayan hususlar, bana açıklandı. Deccal'm bir gözü kördür. Ve
şüphesiz sizin Rab-binizin gözü, kör değildir. Deccal'm sağ gözü kördür. Gözü yuvasından
fırlamıştır. O, kireçle sıvalı bir duvar üzerindeki balgam gibidir. Sol gözü de parlak bir yıldız
gibidir. Her dilden konuşur. Onun beraberinde yeşil cennet şekilde vardır ki, o şekilde su
akar. Beraberinde ateş şekli (sureti) de vardır ki o ateş simsiyah olup duman çıkarır.»
Hafız Ebu Bekir el-Bezzar, Cabir'den rivayet etti ki, Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
«Doğrusu ben, 1000 ya da daha çok peygamberin sonuncusuyum. O peygamberlerden her
biri, mutlaka kendi kavmini Deccal'dan sakındırmış ve onları bu hususta uyarmıştır. O
peygamberlerden hiç birine açıklanmamış hususlar, bana açıklanmıştır. Doğrusu, Deccal'm
bir gözü kördür. Ve sizin Rabbiniz kör değildir.»
Bu hadisin senedi güzeldir. Bu hadiste, kavimlerini Deccal'a karşı uyaran peygamberlerin
sayısı zikredilmiştir. Önceld hadiste ise bütün peygamberlerin kavimlerini Deccal'a karşı
uyardıkları ifade edilmektedir. Doğrusunu Allah bilir.
Buharı, Muhammed b. Beşşar kanalı ile Ebu Hazim'in şöyle dediğini rivayet etmiştir: Ebu
Hüreyre ile beş sene bir arada oturdum.Onun, Peygamber Efendimiz'in şöyle buyurduğunu
naklettiğini işittim: «İsrail oğullarını, peygamberler yönetirlerdi. Bir peygamber vefat
edince, onun yerine başka bir peygamber gelirdi. Benden sonra peygamber gelmeyecek ama
halifeler gelecektir. Ve sayılaıı da çok olacaktır.» Ya Rasûlallah, bize bu hususta ne
emredersin? diye sorduklarında Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu:
«İlk halifeye yaptığınız bey'atm şartlarına uyun. Halifelere haklarını verin. Çünkü Cenâb-ı
Allah da onlardan, halklarına nasıl muamele ettiklerini soracaktır.»
Buharı, Amr b. Hafs kanalı ile Abdullah b. Mes'ud'un şöyle dediğini rivayet etmiştir: Bir ara
Rasûlullah (s.a.v.)'ı dinleyip ona bakıyordum. O da şöyle anlatıyordu: Peygamberlerden
birini, kavmi dövdü. Vücudunu kanattı. O da yüzündeki kanı silip şöyle dedi: «Allah'ım,
kavmimi bağışla. Çünkü onlar bilmiyorlar.»
İmam Ahmed b. Hanbel, Abdurrezzak kanalı ile Zeyd b. Eşlem tariki ile bir adamın şöyle
dediğini rivayet etmiştir: Ebu Said el-Hudri, sağ elini Peygamber (s.a.v.)'in vücudunun
üzerine koydu. Ve: «O kadar şiddetli ateşin var ki vallahi ya Rasûlallah, elimi senin
vücudunun üzerine koymaya güç yetiremiyorum.». Bunun üzerine Peygamber (s.a.v.) de
Ebu Said'e şöyle demişti:
«Doğrusu, biz peygamberler topluluğuna sevap kat kat verildiği gibi bela da kat kat verilir.
Peygamberlerden biri, bitle imtihan edildi ve bit onu Öldürdü. Peygamberlerden biri de
fakirlikle imtihan edildi, nihayet o abasını alıp kesti. Peygamberler rahatlık ve refahla
sevindikleri gibi başlarına gelen bela ile de sevinirler.»
İmam Ahmed b. Hanbel, Mus'ab'm babası Sa'd'm şöyle dediğini rivayet etmiştir: «Dedim ki:
- Ya Rasûlallah, insanların belaya en çok uğrayanları kimlerdir? Peygamber (s.a.v.) şöyle
- Peygamberler, sonra salih kimseler, sonra derece derece dindar kimseler şiddetli belaya
uğrarlar. İnsanlar dindarlıkları derecesine göre belaya uğrarlar. Eğer dinlerinde sağlam
iseler, belaları artar. Eğer dinlerinde zayıf iseler, belaları hafifler. Kişi, yer üzerinde günahsız
halde yürüyecek duruma gelinceye kadar belaya uğratılır.» Başka bir hadiste de Peygamber
(s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
«Biz peygamberler topluluğu, aynı babanın evlatlarıyız. Dinimiz birdir, ama annelerimiz
ayrıdır.» Yani peygamberlerin şeriatları, teferruatta birbirinden farklı iseler de, bu şeriatların
bazısı diğerlerini nesh etmişlerse de, neticede hepsi, Allah'ın Muhammed (s.a.v.)'e
gönderdiği şeriatta birleşmektedirler. Allah'ın gönderdiği her peygamberin dini, İslâm'dır.
Burada İslâm'dan kasdımız, tevhid inancıdır. Buna göre hepsi bir ve ortaksız olan Allah'a
ibadet etmekle emrolunmuşlardır. Nitekim Yüce Allah buyurmuş ki:
«Ey Muhammed! Senden Önce gönderdiğimiz her peygambere: «Benden başka tanrı
yoktur, bana kulluk edin.» diye vahyetmişizdir.» (el-Enbiyâ, 25.)
«Ey Muhammed! Senden önce gönderdiğimiz peygamberlere sor, biz Rahman olan
Allah'tan başka, kulluk edilecek tanrılar meşru kılmış
«And olsun ki, her ümmete: «Allah'a kulluk edin, azdıncılardan kaçının.» diye
peygamberler göndermişizdir. Allah, içlerinden kimini doğru yola eriştirdi, kimi de sapıklığı
hak etti.» (en-Nahi, 36.)
Evlâdu'1-Ulât (îlât?) tabiri, babaları aynı ama anneleri ayrı olanlar için kullanılır.
Peygamber Efendimiz'in önceki paragraflarda nakledilen hadisinde geçen baba kelimesi ile
din yani Tevhid inancı kasdedilmiştir. Ana kelimesi ile de muhtelif ahkâm içeren şeriatlar
kasd edilmiştir. Nitekim yüce Allah buyurdu ki:
«Her biriniz için bir yol ve bir yöntem kıldık.» (el-Mâide, 48.)
«Herkesin yöneldiği bir yon vardır.» (el-Bakara, 148.)
Çeşitli vakitlerde gönderilmiş olsalar da şeriatların tamamı, bir ve ortaksız olan Allah'a
ibadet etmeyi emrederler ki bu da Cenâb-ı Allah'ın bütün peygamberler için meşru kıldığı
İslâm dinidir. Allah, kıyamet gününe kadar bu dinden başkasını kabul etmeyecektir. Nitekim
«Kim İslâmiyet'ten başka bir dine yönelirse, onunki kabul edilmeyecektir. O, ahirette de
kaybedenlerdendir.» (âi-i İmrân, 85.)
«Kendini bilmezden başkası İbrahim'in dininden yüz çevirmez. And olsun ki, dünyada onu
seçtik, şüphesiz o, ahirette de iyilerdendir.
Rabbi ona: «Teslim ol.» buyurduğunda, «Alemlerin Rabbine teslim oldum.» demişti.
İbrahim, bunu oğullarına vasiyet etti. Yakub da: «Oğullarım! Allah, dini size seçti, siz de
ancak O'na teslim olmuş olarak can verin.» dedi. (el-Bakara, 130-132.)
«Doğrusu biz yol gösterici ve nurlandıncı olarak Tevrat'ı indirdik. Kendisini Allah'a teslim
etmiş peygamberler, Yahudi olanlara onunla ve Rabbe kul olanlarla bilginler de Allah'ın
kitabında elde mahfuz kalanla hükmederlerdi.» (el-Mâide, 44.)
İslâm dini, bir ve ortaksız olan Allah'a ibadet etmek, O'na sağlam bir ihlâs ile bağlanmak,
O'ndan başkasından vaz geçmek ve meşru şekilde iyilikte bulunmak demektir. Bu sebeble
Cenâb-ı Allah, kendisine verdiği şeriatla birlikte peygamber olarak göndermesinden sonra
Rasûlullah (s.a.v.)'m dininden başka bir dini kabul etmemektedir. Nitekim yüce Allah
«Ya Muhammed! De ki: «Ey insanlar! Doğrusu ben, göklerin ve yerin hükümranı, O'ndan
başka tanrı bulunmayan, dirilten ve Öldüren Allah'ın, hepiniz için gönderdiği
peygamberiyim.» (ei-A'râf, ısa.)
«Bu Kur'ân bana, sizi ve ulaştığı kimseleri uyarmam için vahyolundu.
«Hangi topluluk onu inkar ederse yeri ateştir.» (Hûd, 17.)
Rasûlullah (s.a.v.) da bir hadis-i şeriflerinde: «Ben kızıl tenlilere ve siyah tenlilere
peygamber olarak gönderildim.» demiştir. Bu hadiste geçen kızıl tenlilerle siyah tenlilerden,
Araplarla Acemlerin kasdedil-diği; başka bir rivayete göre ise insanlarla cinlerin
kasdedildiği söylenmiştir. Başka bir hadiste de Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
«Nefsim kudret elinde bulunan Allah'a yemin ederim ki, eğer Musa aranızda bulunsaydı,
sonra siz ona uysaydınız ve beni bıraksaydımz mutlaka sapıklığa düşerdiniz.» Bu hususta
bir çok hadis nakledilmiştir.
Başka bir hadiste de Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: «Biz peygamberler topluluğuna
mirasçı olunmaz. Bizim terekemiz (bıraktıklarımız), sadakadır.» Bu da peygamberlere
mahsus özelliklerdendir. Onların mallarına mirasçı olunmaz. Çünkü dünya ve dünya malı,
onların nazarında önemsizdi. Geriye bırakılacak bir mal değildi. Ayrıca onlar, çoluk ve
çocukları hususunda Aziz ve Celil olan Allah'a tevekkül edip dayanırlardı. Bu inançları,
kendilerinden sonraki mirasçıları için mal bırakma ihtiyacını hissettirmiyordu. Ve onları,
diğer insanlara tercih etmelerine gerek bırakmıyordu. Aksine onların bütün terekeleri,
muhtaç ve yoksul insanlarla dostları için bir sadaka idi.
İmam Ahmed b. Hanbel, Ebu Muaviye kanalı ile Abdü Rabbi'l-Ka'be'nin şöyle dediğini
rivayet etmiştir: Abdullah b. Amr'm yanına vardım. Ka'be'nin gölgesinde oturmaktaydı.
Şöyle dediğini işittim: Bir ara bir seferde Rasûlullah (s.a.v.)'la beraberdik. Bir menzile varıp
konakladık. Kimimiz çadırını kuruyordu. Kimimiz bineğini otlatıyordu. Kimimiz de atış
müsabakası yapıyordu. O esnada namaz için toplanmaya çağrıldık. Bu çağrı üzerine
toplandık. Rasûlullah (s.a.v.) da kalkıp bize hutbe irad etti. Hutbesinde şöyle buyurdu:
«Benden önceki her peygamber, mutlaka kendi ümmetine, haklarında hayırlı, bildiği şeyleri
göstermiş, haklarında kötü bildiği şeylerden de onları sakındırmış tır. Bu ümmetin de afiyeti
evveline verilmiştir. Sonunda şiddetli belaya ve hoşlanmadığınız işlere maruz kalacaktır.
Fitneler gelecektir. Ümmetin bir kısmı, bir kısmının kanım akıtacaktır. Fitneler gelecektir.
Ve mü'min: «İşte benim helakim budur.» diyecektir. Sonra bu fitneler yok olacaktır.
Ardından başka fitneler gelecek ve mü'min: «İşte benim helak sebebim budur.» diyecektir.
Sonra bu fitneler de yok olup gidecektir. Sizden her kim Cehennem ateşinden uzak kalmak
ve Cennet'e girmekten hoşlanırsa, Allah'a ve ahiret gününe iman etmiş olarak ölümü
kendisine kavuşsun. Ve kendisine yapılmasını istediği şeyi insanlara yapsın. Bir kimse, bir
imama be'yat edip onunla el sıkışır, gönlünü ona verirse, elinden geldiğince ona itaat etsin.
Başka bir imam gelip ilk imamla çekişirse, siz sonradan gelenin boynunu vurun.»
Abdü Rabbi'l-Ka'be diyor ki: Abdullah b. Amr bu sözü söylerken ben, insanlar arasına
sokulup ileriye çıktım ve ona:
- Allah aşkına söyle, sen bu sözü bizzat Rasûlullah (s.a.v.)'ın kendisinden mi işittin? diye
sordum. O da eliyle kulağını gösterip: «Bu sözü, Rasûlullah'tan şu kulaklarımla duydum. Ve
kalbim de bu sözleri hıfzetti.» dedi. Ben de ona:
- İşte amcan oğlu Muaviye, bize mallarımızı aramızda bâtıl sebeplerle yememizi ve
kendimizi öldürmemizi emrediyor! Oysa Cenâb-ı Allah: «Ey inananlar, mallarınızı aranızda
bâtıl ve haksız sebeplerle yemeyin.» diye emrediyor, dedim. Bunun üzerine Abdullah b.
Amr ellerini birleştirip alnına koydu. Sonra biraz başını eğip düşünmeye başladı. Biraz
sonra başını kaldırıp şöyle dedi: "Allah'a taat hususunda ona itaat et. Allah'a masiyet
hususunda ona isyan et." [11]
Araplarla İlgili Bilgiler
Bütün Arapların soylarının, Hz. İbrahim'in oğlu İsmail peygambere dayandığı belirtilir. Ona
ve babasına selam ve ikram olsun.
Doğrusu şu ki "Arab-ı Aribe" denen Araplar, İsmail peygamberden önce de var idiler Âd,
Semud, Tasın, Cedis, Ümeym, Cürhüm, Amalika ve kendilerini ancak Allah'ın bildiği diğer
ümmetler de "Arab-ı Ari-be"dendir, Bunlar, Hz. İbrahim'den önce var oldukları gibi onun
"Arab-ı Müstarebe"ye gelince onlar, Hicaz Araplarıydılar. Hz. İbrahim'in oğlu İsmail
peygamberin soyundandırlar.
Yemen Arapları ise, Himyer adını alırlar. Meşhur görüşe göre bunlar, Kahtan'm
soyundandırlar. İbn Makûla'nın dediğine göre Kahtan'm asıl adı Mihzem'dir. Anlatıldığına
göre bunlar; Kahtan, Kahit, Makhat ve Faliğ adında kardeş imişler.
Kahtan, Hud'un oğludur. Hud'un kendisi olduğu da söylenir. Hud'un, onun kardeşi olduğunu
söyleyenler olduğu gibi, onun Hud zürriyetinden geldiğini söyleyenler de olmuştur. İbn
İshak ve diğerlerinin anlattıklarına göre Kahtan'm, İsmail (a.s.) sülalesinden olduğunu
söyleyenler de olmuştu. Bazıları, Kahtan'm, Teymün oğlu Hemeysa'nın oğlu olduğunu
söylemişlerdir: Teymün ise, Nebt oğlu Kayser'in oğludur. Nebt de Hz. İsmail'in oğludur.
Kahtan'm nesebinin, İsmail peygambere ulaştığı hususunda başka şeyler söyleyenler de
Buharı, sahihinde bu konuyu (Bab-ü nisbeti'l Yemen ila İsmail Aleyhisselam) adlı babda ele
almış ve şöyle bir rivayette bulunmuştur:
Müsedded, Seleme'nin şöyle dediğini rivayet etti: Rasûlullah. (s.a.v.), Eşlem oğullarından,
ok atış talimi yapan bir grubun yanına vararak: "Ey İsmail oğulları, atın, ben falan
oğullarıyla beraberim." dedi. Böyle deyince diğer gruptakiler ellerini çekip ok atmadılar.
Rasûlullah (s.a.v.) onlara: "Neyiniz var? (Niye atmıyorsunuz?)" diye sorunca şu cevabı
verdiler: "Sen, falan oğullarıyla beraber olduktan sonra biz nasıl atarız?" Bunun üzerine
Rasûlullah (s.a.v.), "Atın.. Ben, hepinizle beraberim." dedi.[12]
Buharî'nin başka lafızlarında da şöyle denmektedir: "Ey İsmail oğulları, atınız. Babanız atıcı
idi. Atınız. Ben İbn Edra ile beraberim." Bunun üzerine o kavim elini çekti. Bu esnada O:
"Atınız, hepinizle beraberim." dedi.
Buharı dedi ki: Eşlem b. Efsa b. Harise b. Amir, Huzaa'dandır. Hu-zaa ise, ileride de
açıklanacağı gibi Allah'ın Arim selini Sebe' ülkesine gönderdiği zaman oradan ayrılıp etrafa
dağılan kabilelerden biridir.
Evsliler ile Hazreçliler de onlardandır. Hz. Peygamber, onlara hitaben, "Ey İsmail oğulları
atın!" demişti. Bu da onların, Hz. İsmail sülalesinden olduklarım ispatlıyor. Diğer bazıları
ise, Hz. Peyganı-ber'in bu sözünün, "bütün Arap kavmini kasdettiği" şeklinde yorumlamışlardır.
Bu, kelimenin zahirinden uzak ve delilsiz bir yorumdur.
Ama cumhur-u ulemaya (bilginlerin çoğuna) göre Kahtanî Araplar, Yemen Araplarmdandır.
Diğerleri, Hz. İsmail soyundan değildirler. Yine cumhur-u ulemaya göre Araplar, Kahtanî ve
Adnanî olmak üzere iki kısma ayrılırlar. Kahtanîler, Sebe' ve Hadramut kolları olmak üzere
iki kola ayrılırlar. Adnanîler de Rebîa ve Mudar olmak üzere iki kola ayrılırlar. Rebîa ile
Mudar, Nizar b. Maadd b. Adnan'ın oğullarıdır.
Arapların beşinci koluna gelince bunlar, Kudaalılardır. Neseb âlimleri, bunlar hakkında
farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. İbn Abdi'l-Berr tarafından ileri sürülen ve çoğu âlimlerce
teyid edilen görüşe göre bunlar, Adnanîlerdir.İbn Abbas, İbn Ömer ve Cübeyr b. Mut'im'den
bu doğrultuda rivayetler varid olmuştur. Zübeyr b. Bekkar ile amcası Mu-sab ez-Zebirî ve
İbn Hişam da bu görüşü benimsemişlerdir. Her ne kadar bir hadiste "Kudaa b, Maad..."
şeklinde bir ifade geçmekteyse de o hadisin sahih olmadığı, İbn Abdi'1-Berr ile başkaları
tarafından ortaya konmuştur.
Kudaalıların hem cahiliye döneminde, hem de İslamiyet'in ilk döneminde kendilerinin
Adnan soyundan geldiklerini iddia ettikleri söylenir. Yezid b. Muaviye'nin oğlu Halid
zamanında ise -ki Kudaahlar onun dayıları olurlar- Kahtan'm soyundan geldiklerini iddia
etmişlerdir. A'şa b.Sa'lebe, bir kasidesinde bu konudan şöyle bahseder:
«Kudaahlara, Allah ehlinin halefleri olmasalardı, kucaklanmayacaklarını yazılı olarak bildir.
Kudaa, "Biz Yemen sahiplerindeniz." dedi. Allah bilir ki onlar, doğruyu ve gerçeği
söylemediler. Analarıyla ilgili olmayan bir adama intisab ettiler. Öyle olmadığını biliyorlar,
ama bu korkunç bir şeydir.»
Ebu Amr es-Süheylî de, Kudaalıların Yemen'e intisab etmelerini ayıplayan bediî Arap
şiirlerini nakletmiştir. İşin aslını en iyi bilen, Allah'tır.
îbn İshak, Kelbî ve bir grup soybilimcilerine göre Kudaahlar, Kahtan'm soyundandırlar. İbn
İshak dedi ki: Kudaa'nın babası Malik, Manın babası Himyer, Himyer'in babası Sebe',
Sebe'nin babası Yeş-cüb, Yeşcüb'ün babası Ya'rüb, Ya'rüb'ün babası ise Kahtan'dır. Kudaalı
bir şair ve iki hadis rivayet etmiş bir sahabe olan Amr b. Mürre, bir şiirinde şöyle demiştir:
"Ey davetçi! Bizi davet edip müjdele, Kudaalı ol, sakın Nizarlı olma. Biz parlak yüzlü ve
soylu ihtiyarın, Kudaa b. Malik b. Himyer'in oğullarıyız. Soyumuz tanınmayan bir soy
değildir, bellidir, Minber altındaki taşa yazılıp nakışlanmıştır."
Bazı soybilimciler dediler ki: Kudaa'mn babası Malik, Malik'in babası Amr, Amr'in babası
Mürre, Mürre'nin babası Zeyd, Zeyd'in babası ise Himyer'dir.
İbn Lühay'a, Ukbe b. Amir'in şöyle dediğini rivayet eder: "Ya Rasûlallah, biz Maadd'm
neslinden değil miyiz?" diye sordum. "Hayır" diye cevap verince, 'Ya kimin neslindeniz?"
diye sordum. "Siz, Kudaa b. Malik b. Himyer neslindensiniz." dedi.
Ebu Ömer b. Abdülberr dedi ki: Cüheyne'nin Zeyd'in oğlu, Zeyd'in Esved'in oğlu, Esved'in
Eşlemin oğlu, Eşlem'in îmran'm oğlu, İmran'm Hafin oğlu, Hafin Kudaa'mn oğlu olduğu
hususunda soybilimciler görüş ayrılığına düşmediler. Kudaa, aynı zamanda Ukbe b. Amir
el-Cü-henî'nin kabilesinin adıdır. Şu halde Kudaa, Yemen'de bir kabile olup Himyer b. Sebe'
Bazıları bu iki görüş arasında şöyle bir uyum sağlamışlardır: Zü-beyr b. Bekkar ile
diğerlerinin anlattıklarına göre Kudaa, Cürhümlü bir kadının adıdır. Malik b. Himyer'le
evlenmiştir. Malik'e bir erkek çocuk doğurmuş, o çocuğa da Kudaa adım vermişlerdir.
Malik'in vefatından sonra bu kadın, oğlu Kudaa küçük yaştayken kalkıp Maadd b. Adnan ile
evlenmiştir. Bazılarına göre anası Kudaa'ya hamile iken, Maadd b. Adnan ile evlenmiştir.
Bilahare çocuk doğunca onun soyunu, anasının kocasına nisbet etmişlerdir. Âdete göre öyle
yapılması gerekiyordu.[13] Doğrusunu Allah bilir.
Meşhur soybilimci Muhammed b. Sellam el-Basrî, Arapların Adnanî, Kahtanî ve Kudaa
olmak üzere üç kola ayrıldıklarını söyler. Kendisine, "Adnanîler mi yoksa Kahtanîler mi
daha çoktur?" diye sorulduğunda şöyle cevap vermiştir: "Bu, Kudaalılarm isteğine kalmış
bir şeydir. Kahtanilere intisab ederlerse Kahtanîler, Adnanüere intisab ederlerse Adnanîler
Bu söz, Kudaalüann kendi soyları hususunda ağız değiştirdiklerini göstermektedir. Şayet İbn
Luhay'anm daha önce belirtilen rivayeti doğru ise bu, Kudaahlarm Kahtanîlerin soyundan
geldiğine delâlet etmektedir. Doğrusunu Allah bilir. Zira yüce Allah buyuruyor ki:
"Ey İnsanlar! Doğrusu biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Sizi milletler ve kabileler
haline koyduk ki birbirinizi kolayca tanıyasmız. Şüphesiz, Allah katında en değerliniz, O'na
karşı gelmekten en çok sakı-nanızdır." (ei-Hucurât, 13.)
Soybilimçiler, insan soyunun bağlılık ve teşekkülü bakımından aşağıdaki sırayı takip ettiğini
söylerler: Millet, boy , kabile, batın, kol, küme, aşiret. Aşiret, insanın kendisine bağlı olduğu
Önce Kahtamleri, sonra da Adnanî dediğimiz Hicaz Araplarını ve cahiliyet devrinde
meydana gelen hadiseleri, Rasûlullah (s.a.v.)'ın dönemiyle (sîröt) bağlantı kuracak şekilde
inşaallah açıklamaya çalışacağız. Güvencimiz Allah'adır.
Buharî, sahihinin (Babü zikri Kahtan) adlı bölümünde şöyle bir rivayette bulunur: Abdülaziz
b. Abdullah, Ebu Hüreyre'den rivayet ederek Hz. Peygamber'in şöyle buyurduğunu söyler:
"Kahtan'dan bir adam çıkıp ta elindeki değneğiyle insanları önüne katmadıkça kıyamet
kopmaz."[14] Aynı şekilde Müslim de benzer bir rivayeti nakletmektedir.
Süheylî dedi ki: "Kahtan, ilk olarak kendisine, "lanet yuvası mı?" denen ve yine ilk olarak
kendisine, "Hayırlı sabahlar" denen kimsedir.
imam Ahmed b. Hanbel, Zîfecer'den rivayet ederek Rasûlullah (s.a.v.)'m şöyle buyurduğunu
"Bu emirlik işi, önceleri Himyerlilerin elindeydi. Allah onlardan alıp Kureyşlilere verdi.
Ama yine onlara dönecektir."
Ahmed b. Hanbel'in oğlu Abdullah der ki: Bu hadis, babamın kita-bmdaydı. Bunu babama
okuduğumda o, hadisin son cümlesini heceleyerek, "Ve yi-ne on-la-ra dö-ne-cek-tir."
"Sebelilerin yurdlannda Allah'ın kudretine bir ayet vardır: Sağlı sollu iki bahçe vardı.
Onlara: "Rabbımzın rızkından yeyin ve O'na şükredin, işte hoş bir şehir ve bağışlayan bir
Rab" denmişti. Ama onlar yüz çevirdiler, böylece Biz de üzerlerine Arim selini gönderdik.
Ve onların iki bahçesini buruk yemişli, ılgınhk ve içinde biraz da sedir ağacı bulunan iki
İşte böylece, küfretmiş olmalarından ötürü onları cezalandırdık. Biz küfredenlerden
başkasını cezalandırır mıyız?
Onlarla, mübarek kıldığınız kasabalar arasında, gorünebilen kasabalar var ettik. Ve orada
gezilecek belirli yerler yaptık. Oralarda geceleri ve gündüzleri emniyet içerisinde gezin.
Fakat onlar dediler ki: "Rabbımız, yolculuklarımızın arasım uzaklaştır." Ve kendi öz
nefislerine zulmettiler. Bizde onları efsaneler kılı-verdik, darmadağınık ettik. Doğrusu
bunlarda, pek sabreden ve çok şükr eden herkes için dersler vardır." (Sebe\ 15-19.)
Aralarında Muhammed b. İshak'm da bulunduğu neseb âlimleri dediler ki: Sebe'nin adı,
Abdüşşems'dir. Abdüşşems, Yeşcüb'ün oğludur. Yeşcüb, Ya'rüb'ün oğludur. Ya'rüb de
Kahtan'm oğludur. Dediler ki: Kendisi şarap satın alan ilk Arap olduğu için Abdüşşems'e,
Sebe' adı verilmiştir, insanlara kendi malından bazı şeyler verdiği için ona, mal anlamına
gelen Raiş denirdi. Süheylî'nin ifadesine göre ilk defa taç giyen de odur. Onun müslüman
(Hanif dinine mensup) bir kimse olduğunu söyleyenler de olmuştur. Rasûlullah (s.a.v.)'ın bir
peygamber olarak geleceğini bir şiirinde şöyle müjdelemiştir:
"Bizden sonra büyük bir mülke hakim olacaktır.
Harama izin vermeyen bir peygamber.
Ondan sonra kendilerinden bazı hükümdarlar, o mülke hakim olacaklardır. Kimseyi
yermeksizin kullara hükmedeceklerdir.
Onlardan sonra bizden bazı hükümdarlar, o mülke hakim olacaklardır.
Hükümdarlık, bizde paylaşma ile olacaktır.
Kahtan'dan sonra bir peygamber hakim olacaktır.
Takvalı ve mütevazi... İnsanların da en hayırlısı.
Adı Ahmed olacak. Keski ben, onun peygamber oluşundan sonra bir
Bütün silahım ve mühimmatımla ona destek olur, yardımımla onu
Ne zaman ortaya çıkarsa onun yardımcıları olun. Onunla karşılaşan, selamımı ona
İmam Ahmed b. Hanbel, Abdullah b. Abbas'm şöyle dediğini rivayet etmiştir: Adamın biri
Hz. Peygamber'e Sebe'nin bir erkek mi, yoksa bir kadın mı, yahut bir yer mi olduğunu
sordu.- Peygamber Efendimiz ona cevaben şöyle buyurdu:
"Hayır, Sebe' bir erkek adıdır. On çocuğu vardı. Altısı Yemen'de, dördü de Şam'da
yaşamıştı. Yemen'de yaşayanlar; Mezhic, Kinde, Ezd, Eş'arîler, Enmar ve Himyer (idi ki
bunların hepsi de Arab)dir. Şam'da-kilerse Lahm, Cüzam, Amile ve Gassan'dır." [17]
Yukarıdaki soruyu Peygamber Efendimiz'e soran adamın Ferve b. Mesîk el-Gatifî olduğunu
tefsirimizde (İbn Kesir) açıkladık. Mezkur hadisin rivayet yolları ve lafızları hakkında
detaylı açıklamaları, adı geçen tefsirde naklettik. Allah'a hamdolsun.
Asıl söylemek istediğimiz şudur ki, Sebe' adı, yukarıda nakledilen hadiste adı geçen
kabilelerin tamamını kapsamına almaktadır..Bu kabileler arasında, Yemen'de hüküm sürmüş
olan Tübbalılar da vardır. Bunların hükümdarlarının taçları vardı. Saltanat tahtında
oturdukları sırada taç giyerlerdi. Farslarm hükümdarları olan Kisralar da böyle yapardı.
Araplar, Şahr ve Hadramut'la birlikte Yemen'e hükmeden hükümdarlara Tübban; Şam ve el-
Cezire'ye hükmedenlere Kayser; harslara hükmeden hükümdarlara Kisra; Mısır'a hükmeden
hükümdarlara Firavun; Habeşistan'a hükmeden hükümdarlara Necaşî; Hindistan'a
hükmeden hükümdarlara Batîeymus adını verirlerdi.
Yemen'deki Himyer hükümdarlarından biri de Belkı's'tır. Bunların imrenilecek bir halde bol
rızıkları, çok meyveleri ve bereketli ekinleri vardı. Bununla beraber doğru yolda ve hidayet
üzere bulunuyorlardı. Allah'ın nimetlerine karşı nankörlük edip küfre saptıkları zaman
Allah, onların kavimlerini helak yurduna kondurdu.
Muhammed b. İshak'm, Vehb b. Münebbihten naklettiğine göre Cenâb-ı Allah, onlara on üç
peygamber göndermiştir. Süddî'nin görüşüne göre onlara 12.000 peygamber gönderilmiştir!
Doğruyu, Allah daha iyi bilir.
Demek istediğimiz şudur ki, onlar, doğru yoldan çıkıp sapıklığa girdiler. Allah'ı bırakıp
güneşe secde ettiler. Bu sapıklıkları, Belkıs'tan önce başladığı gibi onun zamanında da
devam etmişti. Arim seline maruz kalıncaya dek bu sapıklıklarını sürdürmüşlerdi. Nitekim
bu hususta yüce Allah şöyle buyurmuştur:
"Ama onlar yüz çevirdiler, böylece Biz de üzerlerine Arim selini gönderdik. Ve onlann iki
bahçesini, buruk yemişli, ılgınlık ve içinde birazda sedir ağacı bulunan iki bahçeye çevirdik.
İşte böylece küfretmelerinden ötürü onları cezalandırdık. Biz, nankörden başkasına ceza mı
veririz?" (Sebe', 16-17.)
Selef ve halef ulemasından bir çok tefsirci ile diğerlerinin anlattıklarına göre iki dağ
arasından akıp gelen suları toplayan Me'rib barajı vardı. Çok eski zamanlarda oraların
insanları, iki dağ arasında çok sağlam bir sed (baraj) yapmışlardı. Böylece sular toplanarak o
iki dağın tepelerine varacak kadar yükselmişti. Baraj çevresine bahçeler* bostanlar, hoşa
giden meyve ağaçlan dikmiş, bir çok ekin ekmişlerdi. Bu barajın inşaatını Sebe' b. Ya'rüb
başlatmış ve yetmiş vadinin suyunu oraya bağlamıştı. Barajın otuz çıkış ağzı vardı. Bu
ağızlarından sular akardı. Baraj inşaatı tamamlanmadan Sebe' b. Ya'rüb ölmüştü.
Kendisinden sonra inşaatı Kral Himyer tamamladı. Barajın her kenarı bir fersah
Sebe' halkı imrenilecek bir haldeydi. Bolluk ve refah içinde, güzel günler geçiliyorlardı.
Öyleki Katade ve diğerlerinin anlattıklarına göre basma zenbil koyup yürüyen bir kadın,
ağaçlardan düşen olgun meyvelerin çokluğundan dolayı kısa sürede zenbilinin dolduğunu
görürmüş. Havası hoş ve çevresi güzel olduğundan, oralarda pire ve insana eziyet veren
haşereler bulunmazmış. Nitekim yüce Allah buyurmuştur ki:
"Sebe'lilerin yurdlarmda Allah'ın kudretine bir ayet vardır: Sağlı sollu iki bahçe vardı.
Onlara: "Rabbmızm rızkından yeyin ve O'na şükredin.İşte hoş bir şehir ve bağışlayan bir
Rab, denmişti" (Sebe\ 15.)
"Ve Rabbımz size şöyle bildirmişti: "Andolsun, şükrederseniz elbette size nimetini arttırırım
ve eğer nankörlük ederseniz azabım pek çetindir." (tbrâhîm, 7.)
Sebe' halkı, Allah'tan başkasına taptı. O'nun verdiği nimetinden dolayı da sunardılar.
Kasabaları birbirine yakındı, aralarında güzel bahçeler vardı, yolları güvenliydi. Bütün
bunlardan sonra, yolculuklarının arasının uzaklaştırılmasını, zorluk ve yorgunlukla yolculuk
etmeyi istediler. Sahib oldukları hayrın, şerle değiştirilmesini taleb ettiler. Aynı şekilde İsrail
oğulları da ellerindeki bıldırcınların ve kudret helvasının sebze, salatalık, sarımsak,
mercimek ve soğanla değiştirilmesini istemişlerdi. Sebe' halkı, bu büyük nimetten ve yaygın
güzellikten yoksun bırakıldı. Yurdları harab edildi, darmadağın hale geldi. Kulların yüzüne
savruldu. Bu konuda Allah şöyle buyurmuştur: "Ama onlar yüz çevirdiler. Böylece Biz de
üzerlerine Arim selini gönderdik."
Bazıları derler ki: Allah, baraj gövdesinin altına fareleri musallat etti. Halk bunu farkedince
oraya kedileri gözcü olarak dikti. Ama bu, onlara yarar sağlamadı. Çünkü kader ısınmış,
tedbir fayda vermemişti. Hayır, artık sığınacak yer kalmamıştı. Fareler, baraj gövdesinin
altma oyunca duvar yıkıldı. Su, alçak yerlere akıp gitti. Irmaklar ve dere yatakları kapandı.
Ağaçlar meyve vermez oldu. Ekinler ve ağaçlar mahvoldu. O güzelim ağaçlarla meyvelerin
yerini, kalitesiz ürünler ve değersiz ağaçlar aldı. Nitekim Allah: "Ve onların iki bahçesini,
buruk yemişli, ılgınlık ve içinde biraz da sedir ağacı bulunan iki bahçeye çevirdik."
İbn Abbas, Mücahid ve diğer bazı tefsirciler dediler ki: Ayet-i kerimede peçen (Hamt)
kelimesi, misvak ağacı ve meyvesinin adıdır. (Esl) kelimesi de ılgın ağacımn adıdır. Ilgın
ağacı değil de ona benzer meyvesiz bir ağacın adı olduğunu söyleyenler de vardır.
«İçinde biraz da sedir ağacı bulanan iki bahçeye çevirdik.» Bu ağaçtan elde edilen meyve,
Arabistan kirazıydı. Meyvesi az olmakla birlikte dikeni çoktu. Buna uyan bir Arab
atasözünde şöyle denmiştir: "Cılız devenin eti, sarp kayalıklı bir dağın tepesinde.. Yol
vermez ki tepeye çı-kılabilsin.. Semiz değilki etin iyisi kötüsünden ayıklanabilsin." Bunun
için Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
"İşte böylece inkarlarından ötürü onları cezalandırdık. Biz nankörden başkasına ceza mı
Yani bizi inkar edip peygamberlerimizi yalanlayan, emirlerimize muhalefet eden,
yasaklarımızı çiğneyen kimseleri bu şekilde şiddetli azaba çarptırırız!
"Biz de onları efsaneler kıhverdik, darmadağın ettik." (Sobe', 19.)
Sebe' halkının malları mahvolup ülkeleri harab olunca, oradan göçüp başka yerlere taşınmak
mecburiyetinde kaldılar. Sebe' halkı, alçak ve yüksek beldelere (gerek ova gerekse dağlık
bölgeler) dağıldılar. Bazı grupları Hicaz'a yerleşti. Huzaahlar bunlardandır. Bunlar,
Mekke'nin üst tarafına yerleştiler. Bunların durumunu, ileriki sayfalarda anlatacağız. Hicaz
diyarına yerleşen Sebelilerin bir kısmı da Medine-i Münevvere'ye yerleşmişti. Oraya ilk
yerleşenler onlardır. Sonra onların yanına üç Yahudi kabilesi gelip konaklamıştı. Bu üç
kabile; Kaynuka' oğulları, Kurayza oğulları ve Nadir oğullarıydı. Bu Yahudi kabileleri, Evs
ve Hazreç kabileleriyle anlaşarak yanlarında ikamet ettiler. Bunların durumu tafsilatlı bir
şekilde ileride anlatılacaktır.
Sebelilerden bir grup da Şam'a yerleşmişti. Bunlar daha sonra Hıristiyanlaşmışlardı. Bunlar;
Gassan, Amile, Behra, Lanın, Cüzam, Tenuh, Tağlib ve diğerleriydi.
Muhammed b. İshak, Meymun b. Kaysın Sebe' halkıyla ilgili olarak şöyle bir şiir
"Örnek alana bunda bir ibret vardır.
Me'rib, sel suları altında kalmıştır.
Himyer, onlar için mermer bina yapmıştır.
Dalgalanan azgın sular gelince yok olmuştur. .
Daha Önceleri suları bol ve ölçülü iken,
Ekin ve üzümleri suya kanmış idi.
Suları kesilince bir çocuğa dahi onlar,
Su içiremeyen dağınık zümreler oldular."
Muhammed b. İshak'm siyer kitabında anlattığına göre Arim selinden Önce Yemen'den ilk
çıkan kişi, Anır b. Amir el-Lahmî'dir. Lahm'ın babası Adiyy, Adiyyin babası Haris, Haris'in
babası Mürre, Mürre'nin babası Üded, Üded'in babası Zeyd, Zeyd'in babası Hemeysa',
Hemey-sa'nın babası Amr, Amr in babası Arîb, Arîb'in babası Yeşcüb, Yeşcüb'ün babası
Zeyd, Zeyd'in babası Kehlan, Kehlan'm babası ise Sebe'dir.
Lahm'ın babasının Adiyy, Adiyy'in babasının Amr, Ararın babasının ise Sebe' olduğunu
söyleyenler de olmuştur. İbn Hişam bu görüşü nakletmiş tir.
İbn İshak dedi ki: Ebu Zeyd el-Ensârî'nin bana anlattığına göre Amr b. Âmir el-Lahmî'nin
Yemen'den çıkıp gitmesinin sebebi şuymuş: Amr, Me'rib baraj duvarının dibinde farelerin
yeri eşelemekte olduklarını görmüş. Halbuki Me'ribliler o baraj sayesinde suyu tutuyor ve
topraklarını bu su ile sulayabiliyorlarmış. Amr, farelerin duvar dibini eşelediklerini görünce
barajın artık sağlam kalamayacağım anlamış, , Yemen'den göçmeye karar vermiş. Aile
efradının yanına varmış. En küçük oğluna, "Öfkelenmiş görünüp seni tokatladığımda sen de
beni tokatlayacaksın!" diye emir vermiş. Öfkelenip oğlunu tokatlayınca oğlu da emre uyarak
babasını tokatlamış; bunun üzerine Amr: "En küçük çocuğumun beni tokatladığı bir
memlekette kalamam!" demiş. Oradan ayrılmak için mallarını satışa sunmuş. Yemen eşrafı,
"Amr'm öfkesinden yararlanın. Onun mallarını ucuza satın alın." deyip mallarını ucuz bir fiyatla
almışlar. Amr da çocuk ve torunlarıyla Yemen'den ayrılmış. Ezdiler de: "Amr'dan
sonra biz burada kalamayız." diyerek mallarım satıp Amr'la beraber yola koyulmuşlar. Belde
ve şehirleri aşarak Akk diyarına ulaşmış ve orada konaklamışlar. Akklılar da onlarla şiddetli
bir savaşa tutuşmuşlardı. Abbas b. Mirdas, bu hadiseden şöyle sözeder: "Adnan oğlu
Akklılar Gassanlılarla oynamak istediler. Nihayet çeşitli ülkelere kovuldular."
Amr b. Amir el-Lahmî ile aile efradı ve beraberindeki Ezdliler, Akk diyarından çeşitli
yerlere dağıldılar. Cefne b. Amr b. Amir ailesi, Şam'a yerleşti. Evs ve Hazreç kabileleri,
Yesrib'e (Medine) yerleşti. Huzaalı-lar, Mekke'ye bir konaklık mesafedeki Merru'z-Zahran'a
yerleştiler. Se-rat Ezdileri Serat'a, Uman Ezdileri Uman'a yerleştiler. Sonra Cenâb-ı Allah,
Me'rib barajının üzerine sel salarak yıktı.
Süddî de buna benzer ifadelerle bu olayı anlatır. Bir rivayetinde Muhammed b. İshak, Amr
b. Amir el-Lahmî'nin kahin olduğunu söylemiştir. Başkaları ise, onun hanımı Tarife bint el-
Hayr el-Himyeriy-ye'nin kahin olduğunu söylemişlerdir. Tarife, ülkelerinin yıkılıp harab
olacağını önceden haber vermişti. Onlar, ülkenin yıkılıp harab olacağını, baraj duvarının
dibindeki fareleri gördüklerinde anlamışlardı. Fareleri gördükten sonra göç hazırlıklarına
başlamış ve yola koyulmuşlardı.
Doğrusunu Allah bilir. [19]
Arim seline maruz kalan Sebe'lilerin tamamı Yemen'den çıkmadı. Aksine çoğu orada kaldı.
Barajları olan Me'rib'liler ise, çeşitli ülkelere dağıldılar. Bu görüş, İbn Abbas'ın şu rivayetine
de uygundur: Sebe'li bütün kabileler, Yemen'den çıkıp gitmediler. Sadece dört kabile, Arim
selini uğursuz sayarak Yemen'den göçüp gittiler. Mezhic, Kinde, Enmar ve Eş'arî kabileleri
orada ikamete devam ettiler. Enmar kabilesi; Ebu Has'em, Becile ve Himyer olmak üzere üç
kola ayrılır. Bunların tümü göç etmeyip yurtlarında kaldılar. Bunları, hakimiyet ellerinde
olduğu sürece yetmiş yıl müddetle Yemen melikleri ile Tübba'ları idareye devam ettiler.
Nihayet Ebrehe ve Eryat adlı iki emîrinin komutasında gönderdiği ordu vasıtasıyla Habeş
hükümdarı, hakimiyeti, Yemen melik ve Tübba'lannuı elinden aldı. Sonra Seyf b. Zî Yezen
el-Himyerî adındaki hükümdar, Yemen idaresini ele geçirdi. Allah izin verirse bu konuyu
ileride açıklamaya çalışacağız. Güvencimiz Allah'adır. Bu olaylar, Hz. Peygamberin
doğumuna yakın bir zamanda cereyan etmiştir.
Sonra Rasûlullah (s.a.v.), Yemen halkına davetçi olarak Hz. Ali, Ha-lid b. Velid, Ebu Musa
el-Eş'arî ve Muaz b. Cebel'i gönderdi. Bunlar halkı İslâm'a davet ediyor, onlara delil ve
hüccetleri açıklıyorlardı. Daha sonra Esved el-Ansı ayaklanarak idareyi ele geçirdi;
Rasûlullah'm valilerini Yemen'den sürdü. Hz. Ebu Bekir'in zamanında Esved Öldürülünce
Yemen'e İslâmî idare ve sistem tekrar yerleşti. [20]
Rebia B. Nasr B. Ebi Harise B. Amir'in Olayı
Daha önce de belirtildiği gibi Arar b. Amir, Lahm kabilesindendir. İbn İshak da onun, adı
geçen kabileye mensub olduğunu söyler.
Süheylî ile Yemenli s oy bilimciler, Nasr b. Rebia'dan bahsederlerken onun babasının
adının, Nasr b. Haris b. Nemmare b. Lahm olduğunu söylemişlerdir. Zübeyr b. Bekkar ise,
Rebia'nın babasının, Nasr b. Malik b. Şavez b. Melik b. Acem b. Amr b. Nemmare b. Lahm
olduğunu söylemiştir. Lahm, Cüzam'ın kardeşidir. Lahm kelimesi, tokatlamak anlamına
gelir. Kardeşinin yanağına tokat attığından dolayı bu adı almıştır. Kardeşi Cüzam da
kendisini tokatlayan kardeşinin elini ısırdığı için, ısırıp koparan anlamına gelen Cüzam adını
'almıştır. Rebia, Himye-ri'nin Tübbalarmdan yani hükümdarlarından biridir. [21]
Rebîa İle Kahin Şıkk Ve Satîh'in Kıssası
Bu iki kahin, Hz. Muhammed'in peygamber olarak gönderileceğini önceden haber
vermişlerdir. Satıh'm adı, Rebi b. Rebia b. Mesud b. Mazin b. Zib b. Adiyy b. Mazin
Şıkk ise, Sa'b'm oğludur. Sa'b'm babası, Yeşker b. Rühm'dır. Rühm, Efrek b. Kays'm
oğludur. Kaysın babası Abkar ise, Enmar b. Nizar'm oğludur. Bazılarıysa Enmar'ın
şeceresinin şöyle bir sıra takib ettiğini söylerler: Enmar b. İraş b. Lihyan b. Amr b. Gavs b.
Nabit b. Malik b. 2eyd b. Kehlan b. Sebe'.
Anlatıldığına göre Kahin Satih'in normal insan gibi vücut organları yokmuş.. Âdeta bir et
torbası gibiymiş, Yüzü göğsündeymiş.. Öfkelendiğinde şişer ve otururmuş, Şıkk ise yarım
insanmış. Halid b. Abdullah el-Kasrî'nin, onun soyundan geldiği söylenir. Süheylî'nin
anlattığına göre bu ikisi aynı günde, yani Tarife bint'ün-Hayr el-Himyerî'nin öldüğü günde
doğmuşlardır. Tarife, ikisinin de ağzına tükürerek kahinliği onlara miras bırakmış. Önce de
söylediğimiz gibi Tarife, Amr b. Amir el-Lahmi'nin karışıdır. Doğrusunu Allah bilir.
Muhammed b. İshak dedi ki: Tübba' unvanıyla Yemen'de hüküm süren bir kaç hükümdardan
biri de Rebia b. Nasr'dır. Rebia, korkunç bir rüya görerek ürkmüştü. Memleketinin tüm
kahinlerini, büyücülerini, aiflerini[22] ve müneccimlerini yanına çağırtıp toplamış, onlara
şöyle demişti: "Korkunç bir rüya gördüm ve çok ürktüm. Nasıl bir rüya gördüğümü, siz
bana söyleyin ve yorumunu yapın." Yorumcular, "Gördüğün rüyayı bize anlat ki, onu
yorumlayabilelim." dediler. Rebia: "Size anlatırsam onu yorumlayamayacağmızdan
korkarım." deyince, yorumculardan biri şu teklifte bulundu: "Hükümdarımız kendisi
anlatmadan rüyasının yorumlanmasını istiyorsa, Şıkk ile Satih'e haber gönderip çağırsın.
Onlardan daha bilgilisi yoktur. Onlar, rüyanı sana anlatıp yorumlayabilirler. "
Bu teklifi b'eğenen Rebia, o kahinlerin ikisini de makamına çağırttı. Önce Satih geldi.
Hükümdar, ona: "Beni ürküten korkunç bir rüya gördüm. Gördüğüm rüyayı ben sana
anlatmadan bilir ve söylersen, yorumunu da yapabilirsin." dedi. Satıh, "Olur, yaparım." dedi
ve rüyayı anlatmaya başladı: "Ey hükümdarım! Sen rüyanda, karanlıklar içinden bir ateş
parçasının çıkip alçaktaki bir yere (Tihame) düştüğünü ve başı olan (canlı) her şeyi yediğini
Hükümdar Rebia: "Ey Satih, rüyayı hiç hata yapmadan olduğu gibi anlattın. Peki nasıl
yorumlayacaksın?" diye sordu. Satih şöyle yorumladı: "Karataşlı vadinin iki yakası
arasındaki yılana andolsun ki, Habeşîiler, sizin topraklara konacak ve Ebyen ve Cüreş[23]
arasındaki mıntıkalara hakim olacaklardır."
Hükümdar: "Bu, bizi acı ve kedere boğacak bir musibettir.. Benim zamanımda mı, yoksa
benden sonra mı bu olay meydana gelecek?" diye sordu. Satih: "Hayır, babana andolsun ki,
senin hükümdarlığının ardından altmış veya yetmiş yıl geçtikten sonra meydana gelecektir."
Hükümdar: "Onların hükümranlığı devam mı edecek, yoksa bir süre sonra yıkılacak mı?"
diye sorunca Satih, "Hayır., bir kısmı öldürülecek, bir kısmı da kaçıp kurtulacak ve
Yemen'den çıkacaktır."diye cevap verdi. Hükümdar, "Habeşlilerin öldürülüp
sürülmelerinden sonra Yemene kim hakim olacaktır?" diye sordu. Satih: "Habeşlüerden
sonra Ye-men'e İrem zî Yezen hakim olacaktır. Aden'den çıkacak olan İrem, Habeşlüerden
hiçbirini, Yemen'de bırakmayacaktır." dedi. Hükümdar: "İrem'in hakimiyeti devam mı
edecek, yoksa yıkılacak mıdır?" diye sorunca, Satih: "Yıkılacak." dedi. "Kim yıkacak?" diye
sordu. Satih: "Zeki bir peygamber yıkacaktır. Yücelerden kendisine vahiy gelecektir." diye
cevap verdi. Hükümdar: "O peygamber kimdendir? diye sorunca Satih şöyle cevapladı:
"Galib b. Fihr b. Malik b. Nadr soyundan gelecek olan bir adamdır. Sonuna kadar onun
kavmi hükümran olacaktır." Hükümdar: "Bu dünyadan başka bir dünya var mı?" diye sordu.
Satih: "Evet, vardır. Orada insanların evveli ile sonu biraraya gelip toplanacaktır. İyilik
yapmış olanlar mutlu, kötülük yapmış olanlar mutsuz olacaktır." dedi. Hükümdar: "Bu
söylediklerin gerçek mi?" diye sorunca, Satih şu cevabı verdi: "Aydınlığına ve karanlığına,
gecenin sökülüşüne ve günün ışımasına and olsun ki, sana verdiğim haberler gerçektir!.,"
Daha sonra hükümdarın yanma Şıkk geldi. Satih'e söylediklerini ona da söyledi. Ancak
ikisinin aynı şeyleri mi yoksa farklı şeyleri mi söylediklerini öğrenmek için, Satih'in
söylediklerini Şıkk'a anlatmadı. Şıkk, hükümdarın rüyada şunları gördüğünü söyledi: "Evet,
karanlıktan bir ateş çıktığını, ateşin yüksekle alçak arası bir yere düştüğünü ve herkesi
yediğim gördün." Hükümdar ona dedi ki:
- Doğru söyledin. Ey Şıkk, hiç hata yapmadın. Peki bu rüyayı nasıl yorumlarsın?
- Karataşlı vadinin iki yakası arasındaki insanlara andolsun ki, Sudanlılar sizin toprağa
girecek, her çocuğun eline vurup galib olacak, Eb-yen şehrinden Necran şehrine kadar olan
kısma hakim olacaklardır.
- Babana andolsun ki ey Şıkk, bu hadise, bize çok zor ve acı verecek bir felakettir. Benim
zamanımda mı, yoksa benden sonra mı meydana gelecektir?
- Sonra şanlı ve ulu bir kimse, sizi onlardan kurtaracak ve onları ezip geçecektir.
- O şanlı ve ulu kişi kimdir?
- Alçak olmayan ve idarede kusuru bulunmayan bir gençtir. Zî Yezen ailesinden çıkacaktır.
- İktidarı devam mı edecek, yoksa kesintiye mi uğrayacaktır?
- Allah katından gönderilen bir elçi, onun iktidarına son verecektir. O rasûl, hak ve adalet
getirecektir. Din ve fazilet ehlindendir. Onun kavmi kıyamete kadar hükümran olacaktır.
- O gün yöneticiler cezalandırılacak.. Gökten bir çağrı yapılacak.. O çağrıyı canlılar da
ölüler de işitecek.. O günde insanlar hesap yerinde toplanacak.. Allah'a karşı gelmekten
sakınmış olanlar, hayır ve kurtuluşa ereceklerdir.
- Söylediklerin gerçek mi?
- Göklerle yerin ve ikisi arasındaki alçak, yüksek her şeyin Rabbine andolsun ki, sana
söylediklerim gerçektir ve içinde asla şüphe yoktur.
İbn îshak dedi ki: Şıkk ve Satihın söyledikleri sözler, hükümdar Re-bia'yı etkiledi. Çoluk
çocuğunu -gerekli ihtiyaçlarını temin ederek-Irak'a gönderdi. Fars hükümdarlarından Sabur
b. Harzad'a mektup yazdı. Hükümdar Sabur, onları Hire'ye yerleştirdi.
Numan b. Münzir, Hükümdar Rebia b. Nasr'ın soyundan gelen ve Hire'de Kisra adına
hüküm süren bir vali idi. Araplar, heyetler halinde ziyaretine gelerek onu överlerdi. Hire'nin
fethinden sonra Numan b. Münzir'in kılıcı kendisine armağan olarak getirilen Emiru'l-
Mü'minin Ömer b. Hattab, "Bu kılıç kimin?" diye sorunca Cübeyr b. Mut'im: "Ka-nes b.
Maad b. Adnan'ın soyundan arta kalan bir adamın.." diye cevap vermişti. Doğrusunu Allah
Yemen Hükümdarı (Tübba) Ebu Kerîb Tübban Esad'ınmedînelilerle Arasında
Geçenler Ve Onun Ka'be'ye Örtü Geçirişi
İbn îshak'm anlattığına göre Rebia b. Nasr'ın ölümünden sonra Yemen idaresi tamamen
Hassan b. Tübban Esad Ebi Kerib'in eline geçti. Yemen tübbalannın (hükümdarlarının)
sonuncusu olan Tübban Es'ad, Külkey Kerib b. Zeyd'in oğludur. Zeyd ise, Yemen
tübbalannın ilki olup Kahtanilerdendir. Amr Zil-Ez'ar'm oğludur.
Ebu Kerib Tübban Es'ad, Medine'ye gelerek iki Yahudi âlimini Yemen'e sevk eden ve
Ka'be'yi onarıp üzerine örtü geçiren hükümdardır. Rebia b. Nasr'dan önce hüküm sürmüştü.
Doğu ülkelerine yaptığı seferden dönerken Medine'ye uğramıştı. Sefere giderken de Medine
içinden geçmişti ama halk tedirgin olmamıştı. Oğlunu oraya bırakmıştı. Fakat bir suikasd
neticesinde oğlunu öldürmüşlerdi. Sefer dönüşü Medine'ye uğradığında oraya tahrib etmeye,
ahalisinin kökünü kazımaya, hurmalıklarını kesmeye kararlıydı. Amr b. Talla, Neccar
oğullarının kardeşi ve Beni Amr b. Mebzul'un evladından idi. Mebzul'un adı da Amir b. Malik
b. Neccar idi. Neccar'm adı ise, Teymullah b. Salebe b. Amr b. Hazrec b. Harise b.
Salebe b. Amr b. Amir idi.
İbn Hişam dedi ki: Amr b. Talla, Amr b. Muaviye b. Amr b. Amir b. Malik b. Neccar'dır.
Talla, anasının adıdır. Anası, Amir b. Zurayk el-Hazreciye'nin kızıdır.
İbn îshak'm anlattığına göre Beni Adiyy b. Neccar kabilesinden Ah-mer adında bir adam,
Tübban'm adamlarından birini, kendine ait bahçedeki hurma ağaçlarından birini keserken
görmüş, elindeki orakla adamı Öldürüp "Hurma, ancak onu aşılayana aittir." demiş ve bu
olay, Tübban'm Medinelilere karşı öfkesini daha da artırmıştı. Ensâriler, gündüzlerin Tübban
ile savaşmayı, geceleyin onu misafir gibi ağırlamaya söyleyip kararlaştırmışlar ve bu
kararlan hoşlarına gittiği için de "Vallahi bizim milletimiz âlicenaptır." demişlerdi.
İbn îshak'ın Ensâr'dan naklettiğine göre Tübban'm öfkesi, Yahudilere karşı imiş. Fakat
Ensâr, onun Yahudilere zarar vermesine engel olmuş.
Süheylî der ki: Tübban, Yahudilere karşı kendi amcazadeleri ile
Ensâr'a yardım için Medine'ye gelmişti. Çünkü Yahudiler, bazı şartlara uymayı taahhüd
ederek Medine'ye gelip Ensâr in yanında ikamet etmeye başlamışlar, ama daha sonra o
şartları unutarak Ensâr'a tecavüze kalkmışlardı. Tübban, Yahudilerin o şartlara uymalarım
sağlamak için Medine'ye gelmişti. Doğrusunu Allah bilir.
İbn İshak der ki: Tübban, onlarla savaşmaktayken bir ara Yahudi Kurayza oğulları
kabilesinden iki bilgin, -Medine'yi ve halkını mahvedeceği haberini duydukları için- yanma
geldiler ve ona şöyle dediler:
"Ey hükümdar! Sakın böyle yapma. 'Mutlaka Medine'yi ve halkını kırıp geçireceğim.'
diyorsan, bu amacına ulaşamazsın. Kısa zamanda bir azaba çarptırılmandan korkarız!"
Hükümdar, "Neden?.." diye sorunca şu cevabı verdiler: "Medine, ahir zamanda şu haremden
(Mekke'den) çıkacak olan Kureyşli bir peygamberin hicret edeceği yerdir. Buraya
yerleşecek ve burada yaşayacaktır." Onların bu cevabı üzerine Tübban, Medine'ye saldırısını
durdurdu. Onlardan duyduğu sözlerden hoşlandı ve Medine'den ayrılıp gitti. O iki âlimin
dinine, Yahudiliğe girdi.
İbn İshak dedi ki: Tübban ve kavmi putperest idiler. Yemen'e dönerken Mekke'ye yöneldi.
Usfan ile Emeç arasına vardığında Hüzeylîler-den birkaç kişi gelip kendisine şöyle dediler:
"Ey hükümdar! Senden önceki hükümdarların farkına varmadıkları zenginlik kaynağı,
içinde ze-berced, inci, yakut, altın ve gümüşün dolup taştığı bir evi sana gösterelim mi?"
Hükümdar "Evet," deyince, ona o evi şöyle tanıttılar: "Mekke'deki bir beyt (ev) dir ki ora
halkı o evin yanında namaz kılıp ibadet ederler."
Hüzeylîler, Tübban'ı Ka'be'ye yöneltmekle onu helak etmek istemişlerdi. Çünkü Beyt'i ele
geçirmek isteyen ve orada taşkınlık yapan kimselerin helak, olduklarını daha önce
Tübban, Mekke'ye yönelince, adamları kendisine: "O iki Medineli Yahudi âlime haber
gönder; bu seferin durumunu ve akıbetini onlara sor." dediler. Haber saldı, o iki âlim,
Tübban'a şu öğütleri verdiler: "Hü-zeylîlerden olup seninle görüşmüş ve Ka'be'ye saldırmanı
teklif etmiş olan o heyet, senin ve askerlerinin mahvolmasını istiyorlar. Çünkü Kabe'den,
başka Allah'ın yeryüzünde kendisi için seçtiği başka bir ev bilmiyoruz. Eğer onların
tekliflerine uyarsan hem sen, hem beraberindekiler toptan helak olursunuz!.."
Tübban: "Ka'be'ye varınca ne yapmamı tavsiye edersiniz?" diye sordu. Dediler ki:
"Mekkeliler orada nasıl davranıyorlarsa sen de öyle hareket et. Ka'be'yi tavaf et,tazim et,
ona karşı saygılı davran, onun yanında saçım tıraş et, oradan çıkıncaya kadar boynun bükük
kalsın." Bu tavsiyeleri dinleyen Tübban, onlara: "Peki, bu söylediklerinizi yapmanıza mani
olan nedir?" diye sorunca şu cevabı verdiler: "Allah'a andolsun ki orası, atamız İbrahim'in
evidir. Tıpkı sana anlattığımız gibi yüce ve kutsal bir mekandır. Ancak Mekkelüer, onunla
bizim aramıza girdiler. Etrafına dizdikleri putları ve orada akıttıkları kanlar ile, oraya
yaklaşmamıza engel oldular. Onlar murdardırlar ve Allah'a ortak koşan kimselerdir."
Hükümdar Tübban, Yahudi âlimleı-inin öğütlerini kabul etti, sözlerinin doğruluğunu anladı..
Mekke'ye saldırmasını teklif eden Hüzeylî-leri çağırtarak ellerini ve ayaklarını kestirdi.
Sonra yoluna devam edip Mekke'ye vardı; Ka'be'yi tavaf etti, orada kurbanını kesip tıraş
oldu. Mekke'de altı gün kaldı. Anlatıldığına göre o süre zarfında kurbanlar kestirip
Mekkelilere yedirmiş, bal içirmiş ve rüyasında Ka'be'ye hurma ağacının yaprak ve lifinden
örülmüş bir örtüyü geçirmekte olduğunu görmüş.. Uykudan uyanınca, Ka'be'ye Yemen
dokuması çizgili kumaştan yapılma bir örtü geçirmişti.
Anlatıldığına göre Ka'be'ye ilk örtü geçiren adam, Hükümdar Tübban'dır. Kendisine bağlı
Cürhümlü valilerine Ka'be'ye iyi bakmalarım, orayı temiz tutmalarını; oraya kan, leş ve âdet
görmekte olan kadınları yaklaştırmam al annı emretmiş ve Ka'be ye anahtarlı bir kapı
yaptırmıştı. Bu cümleden olarak Sübey'a bintül Ehabb, oğlu Halid b. Abdumenaf a şöyle
"Ey oğul! Mekke'de büyük küçük, Sakın kimseye haksızlık etme. Oranın yasaklarına riayet
et. Hiçbir hilekar seni aldatmasın. Ey oğul! Mekke'de zulmeden kişi, Büyük serlere maruz
kalır. Ey oğul, onun yüzüne vurulur, Yanaklarım çılgın alevler yalar. Ey Oğul! Ben, bunu
tecrübe ettim. Orada zulmedenin mahvolduğunu gördüm. Orayı korumakta olan Allah'tır.
Onun arsasında saraylar yapılmaz. Oradaki kuşları bile Allah korur. Kalanlar, helakten emin
olurlar. Tübban orayı yıkmaya geldi. Ama Ka'be'ye kumaş örtü geçirdi. Rabbim, onun
hükümranlığını yumuşattı. O da adaklarını yerine getirdi. Yanında bin devesi ile Tübban,
Ka'be avlusunda yalınayak dolaşırdı. Mekkelilere yedirmeye başladı.
Deve yavrularının ve meharî[25] develerinin etlerini,
Arpa suyunu içiriyor idi.
Üzerlerine kaya parçaları atıldı.
Oysa ülkenin yakınma da uzağına da.
Acemlere de Hazîrlere de[26] hakim idi.
Sana söylendiğinde sözü dinle,
Ve işlerin sonu nasıl olurmuş, anla!"
İbn İshak dedi ki: Daha sonra Tübban, beraberindeki askerleri ve o iki Yahudi bilginiyle
birlikte Yemen'e gitmek üzere yola çıktı. Yemen'e vardığında, girmiş olduğu dine kendi
kavmini de davet etti. Ama onlar, Yemen'deki ateşin hakemliğine başvurmadan ve sonucu
görmeden dinine girmeyeceklerini söylediler.
Ebu Malik b. Sa'lebe, bir defasında bana şöyle demişti: İbrahim b. Muhammedb.
Ubeydullah'm şöyle dediğini işittim: Tübban, Yemen'e yaklaştığında Himyerliler karşı çıkıp
Yemen'e girmesine engel oldular. "Sen bizim dinimizden ayrıldın. Artık biz orada
bulunduğumuz sürece Yemen'e giremezsin!" dediler. Hükümdar Tübban onları kendi dinine
davet etti ve: "Benim dinim, sizinkinden daha iyidir." dediyse de onlar: "Ateşin hakemliğine
başvururuz. Çıkacak sonuca göre karar veririz." dediler. Tübban da "Öyle olsun." dedi.
Yemenlilerin anlattıklarına göre ülkelerinde insanların ihtilaflarını çözen ve hakemliğine
başvurulan bir ateş varmış. O ateş, haksızı yakalar, haklıya zarar vermezmiş.
Nihayet Yemenliler, putlanyla ve dinlerinde ibadet vesilesi saydıkları şeylerle birlikte;
Tübban'm beraberindeki iki Yahudi bilgini de kitaplarını boyunlarına asmış vaziyette ateşe
doğru gittiler. Ateşin çıktığı yere varıp orada oturdular. Ateş yerden çıkıp kendilerine doğru
ilerleyince geriye ve sağa sola doğru kaçışmaya başladılar. Orada duran seyirciler,
kaçmamalarını söylediler ve ateşe yaklaşmalarını teşvik ettiler. Sabretmelerini tavsiye
ettiler. Sabredip ateşin yanında beklemeye başladılar. Ateş yerden çıkıp putları, ibadet aracı
yaptıkları şeyleri ve onlara bağlanan Himyerli adamları yakıp küle çevirdi. Tübban'm maiyetindeki
iki Yahudi bilgini ise, boyunlarına astıkları kitaplarıyla birlikte ateşin içinden
sapasağlam çıktılar. Sadece alınları biraz terlemiş-ti. Bunun üzerine Himyerliler, o iki din
bilgininin dinleri olan Yahudiliğe girmeye karar verdiler. Böylece Yahudilik, o günden
itibaren Yemen'e yerleşmiş oldu.İbn İshak dedi ki: Adamın birinin bana anlattığına göre o
iki Yahudi bilgini ile beraberlerinde şehir dışına çıkmış olan Himyerliler, geri püskürtmek
için ateşe doğru yürümüşler ve: "Bu ateşi, kim geri püskürtürse o hakka daha yakındır."
demişlerdi. Bunun üzerine Himyerliler, put-larryla birlikte geri püskürtmek için ateşe doğru
ilerlemeye başlamışlardı. Ateşde onları yakıp küle dördürmek için kendilerine yaklaşınca
gerilemeye ve sağa sola kaçmaya başladılar. Geri püskürtemediler. Bundan sonra o iki
Yahudi bilgini, Tevrat okuya okuya ateşe doğru ilerlediler. Ateş gerilemeye başladı. Nihayet
onu, çıktığı yere koymayı başardılar. O anda Himyerliler, o iki bilginin dini olan Yahudiliğe
Naklettiğimiz bu iki rivayetten hangisinin doğru olduğunu Allah bilir. İbn îshak dedi ki:
Putperestlik döneminde Yemenlilerin mabed olarak kullandıkları, son derece saygı
gösterdikleri, yanıbaşmda kurbanlarım kestikleri ve içinde görünmeyen birinin kendileriyle
konuştuğu bir evleri vardı ki o eve, Riam adını vermişlerdi. O iki Yahudi bilgin, bu evden
Tüban'a bahsederken, şeytanın oraya gizlendiğini, insanları saptırıp fitneye düşürmek için
kendilerine ses verdiğini anlattılar. Bu işin iç yüzünü açığa çıkarmak için kendisinden izin
istediler, Tübban da, "Dilediğinizi yapabilirsiniz." diyerek izin verdi. Onlar da o mabedin
gizli bölmelerinin birinden bir köpek çıkardılar ve kestiler. Sonra da mabedi yıktılar.
Anlatıldığına göre o mabedin, üzerinde kan lekeleri bulunan kalıntıları bugün hâlâ
Tefsirimiz (îbn Kesir Tefsiri) de naklettiğimiz gibi bir hadis-i şerifte Peygamber (s.a.v.)
"Tübban'a sövmeyin. Çünkü o, Müslüman olmuştur." Ebu Hürey-re'nin rivayetine göre
Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur.
"Es'ad el-Himyerî'ye sövmeyin. Çünkü Ka'be'ye ilk örtü giydiren odur."
Süheylî der ki: İki Yahudi bilgini, Tübban'a, Rasûlullah (s.a.v.) hakkında bilgi verince o, şu
"Ahmed'in, canlıları yaratan Allah tarafından gönderilen bir elçi olduğuna şahadet ederim.
Onun zamanına kadar yaşayacak olsam, Onun yardımcısı (veziri) ve amcazadesi olurum.
Düşmanlarına karşı kılıçla cihad ederim. Gönlündeki bütün sıkıntıları gideririm."
Bu şiir, babadan oğula, Ensâr'a intikal etmiş olup muhafaza edilmiştir. Ebu Eyyüb el-Ensârî
(r.a.)'nin yanında da bu şiir vardı.
Süheylî der ki: İbn Ebi'd-Dünya'mn "Kitab'ül-Kubur" adlı eserde anlattığına göre San'a'da
açılan bir mezarda iki kadın cesedi görülmüş, cesedlerin yanıbaşmda gümüş bir levha
bulunmuş. Bu levha üzerinde altınla yazılmış şöyle bir yazıya rastlanmış:
"Bu, Tübbanmn kızları Lemis ile Hübba'mn mezarıdır. Allah'tan başka ilah olmadığına,
O'nun bir ve tek olduğuna, ortağı bulanmadığma şahadet ederek öldüler. Kendilerinden önce
de salih kimseler, bu hal
Daha sonra hükümdarlık, Hasan b. Tübban Es'ad'm eline geçti. Hasan, Cu şehrinin giriş
kapısında asılan Yemametü'z-Zerka'nm kardeşidir. Yemame'nin asıldığı günden sonra Cu
şehrine, Yemame adı verilmiştir.
İbn îshak'm anlattığına göre Yemame'nin oğlu Hasan b. Ebi Kerib Tübban Es'ad hükümdar
olunca, Yemenlileri peşine takarak Arap ve Acem diyarını istila etmek için sefere çıktı. Irak
topraklarına girince Himyerlilerle Yemen kabileleri onunla birlikte yol yürümekten hoşlanmaz
oldular. Kendi memleketlerine ve ailelerine dönmek istediler. Hükamdarın, Amr adı
verilen kardeşiyle konuştular! O da orduyla birlikte bu sefere çıkmıştı. Ona: "Kardeşin
hükümdar Hasan'ı Öldür, seni başımıza hükümdar yapalım. Bereberce memleketimize
dönelim.» dediler. Amr, bu teklifi beğendi. Bu işi yapmayı kararlaştırdılar. Ancak Za Ruayn
el-Himyerî, bunu uygun görmedi. Amr'i, böyle bir girişimde bulunmaktan menetti ve bir
kağıdın üzerine şu kıtayı yazdı.
"Ey uykuyu verip, uykusuzluğu satın alan. Gözü tok ve rahat yatan kişi mutludur.
Himyerliler, vefasızlık ve hainlik edince, Allah katında Za-Ruayn kendini savunur."
Yazdığı bu kıtayı, Anır'a verdi. Amr, kardeşi Hasan'ı öldürüp Yemen'e dönünce uykusuzluğa
müptela oldu. Uyuyamaz hale geldi. Derdinin çaresini müneccimlere, hekimlere, kahin ve
arraflara sordu. Ona denildi ki: "Kardeşini veya bir yakınını haksız yere öldüren kimse,
uyku uyuyamaz, uykusuzluğa müptela olur." Bunun üzerine Amr, kardeşi Hasan'ı
öldürmesini kendisine teklif edenleri birer birer Öldürmeye başladı. Sıra Za Ruayn'a
geldiğinde o, "Senin yanında benim berat belgem vardır." dedi. Amr, "Ne belgesi?" diye
sorunca Za Ruayn: "Sana vermiş olduğum yazı var ya..." diye cevap vermişti. Amr, yazıyı
çıkarıp bakınca, içindeki kıtayı görmüş, Za Ruayn'm kendisine nasihat verdiğini anlamış ve
onu serbest bırakmıştı. Yakalandığı illetten kurtulamayıp ölmüş, bunun üzerine
Himyerlilerin devleti yıkılıp darmadağın olmuştu. [28]
Lahnia Zi Şenatir'in Yemen'e Hakim Olması
Lahnia, yirmiyedi yıl müddetle Yemen'de hüküm sürmüştür. Bu konuda İbn İshak şöyle der:
Hükümdar hanedanından olmayan Himyerli bir adam, ayaklanarak hükümdarlık makamını
ele geçirdi. Lahnia Ye-nuf zi Şenatir adındaki bu adam, Yemenlilerin önde gelen
şahsiyetlerini öldürdü. Hükümdar ailesinden olan kimselerin hane halkıyla oynardı. Allah'ın
buyruklarını hiçe sayan cinsî sapık bir kimseydi. Hükümdar ailesinden olan oğlanları
yakalatıp getirtir. Bu iş için özel olarak yaptırdığı çardağında onların ırzına geçerdi ki daha
sonra bu gençler bir fırsatını bulunca hükümdar olamasmlar. Oğlanlarla cinsel ilişkide
bulunduktan sonra odanın perceresi önüne gelir ve orada kendisini beklemekte olan muhafız
askerlerine, işi bitirdiğini bildirmek için ağzını misvaklardı. Böylece askerler, onun işi
Nihayet Lahnia, ırzına geçmek için eski hüküm darlardan Hasan'm kardeşi Zür'a Zi Nüvas
b. Tübban Es'ad'a haber salıp makamına çağırttı. Kardeşi öldürüldüğünde Zür'a, küçücük bir
çocuktu. Ama sonra gelişip güzelleşmiş, yakışıklı ve akıllı bir genç olmuştu. Lahnia'mn
adamı kendisini çağırmaya geldiğinde, çağrılış nedenini anladı. Çok ince bir bıçak alıp
ayakkabısının içine gizledi ve onun yanma geldi. İkisi başbaşa kalınca Lahnia, onun üzerine
atıldı. O da onun üzerine sıçrayarak bıçağıyla boynunu kesip öldürdü. Sonra başını
kopararak, daha önceleri askerlere baktığı pencereye yerleştirdi. Misvakını da ağzına taktı.
Daha sonra çardaktan çıkıp halkın arasına katıldı. Alay ederek O'na: "Ey Zür'a! Yaş mıydı,
kuru muydu?" diye sordular. O da: "Penceredeki yanık kelleye sorun!" karşılığını verdi.
Pencereye baktılar. Lahnia'mn kesik başını görünce, Zür'a'nın peşine düşüp yakaladılar ve:
"Senden başkası bize hükümdar olamaz artık. Çünkü sen, bizi o pis heriften kurtardın."
Onu, başlarına hükümdar ettiler. Himyerlilerle Yemen kabileleri onun etrafında birleşip
kenetlendiler. O, Himyerlilerin son hükümdarı oldu. Yusuf adını aldı. Yusuf adım alan Zür'a
Zi Nüvas, bir süre kendi ülkesinde hüküm sürdü. O sıralarda Necran'da Hz. İsa'nın dinine ve
İn-cü'e bağlı, dürüst ve faziletli bazı kimseler vardı. Başlarında Abdullah b. Samir adında bir
İbn İshak'm anlattığına göre Necranhlar, Feymiyon adli bir adam vesilesiyle Hristiyanlığa
girmişlerdir. Feymiyon, Şam yöresinden gelen ibadet ehli, sözü dinlenir, davetine icabet
edilir bir Hristiyandı. Salih adlı biri, ona arkadaş olmuştu. Pazar günleri ibadet ederlerdi.
Feymiyon, cuma gününün kalan kısmında bina işinde çalışırdı. Hasta, kötü-rüm ve illetli
kimseler için dua eder, şifaya kavuşmalarına vesile olurdu. Bilahare bedeviler, onu ve
arkadaşını esir alıp Necranlılara sattılar.
Feymiyon'u satın alan adam, onun geceleyin kalkıp içinde namaz kıldığı evin nurla dolup
taştığım görür ve bu işe hayret ederdi.
Necranhlar, uzun bir hurma ağacına tapar, kadınlarının zînetlerini ve süslerini ona asar ve
yanında ibadet ederlerdi. Feymiyon, efendisine şöyle bir teklifte bulundu: "Tuttuğunuz bu
yolun batıl ve yanlış olduğunu biliyor musunuz? Ne dersin? Allah'a dua etsem de şu ağacı
yok etse iyi olmaz mı?" Efendisi, bu teklin uygun gördü. Dua zamanı gelince Necranhlar,
Feymiyon'u seyretmek için toplandılar. O da namazgahında ayağa kalkıp dua etmeye
başlayınca Allah, bir kasırga göndererek ağacı kökünden söküp yere yıktı. Bunun üzerine
Necranhlar, Feymiyon'a uyarak Hi"istiyanlığa girdiler. O da onları, İncil şeriatına uymaya
şevketti. Nihayet bazı hadiseler meydana geldi. Bütün Necranlılar, bu hadiselerden zarar
İşte o günden itibaren Hıristiyanlık, bir Arap ülkesi olan Necran'a girdi.
Bundan sonra İbn İshak, Feymiyon vasıtasıyla Abdullah b. Samir'in, Hristiyanlığa giriş
hikayesini, Zür'a Zi Nüvas'm onu ve arkadaşlarını derin hendeklerde nasıl öldürdüğünü
îbn Hişam'ın anlattığına göre Zür'a Zi Nüvas, uzun ve derin hendekler kazdırarak içinde
büyük ateşler yaktırmış ve Abdullah b. Samir ile inanmış arkadaşlarını hendeklere atarak
ateşte yakmış, diğerlerini de öldürmüştür. Öldürdüğü kimselerin sayısı 20.000 kadardı. İbn
Kesir Tefsirinin Burûc sûresi kısmında bu olay, tafsilatlı bir şekilde anlatılmıştır. [29]
[1] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 2/229-230.
[2] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 2/231-232.
[3] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 2/233.
[4] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 2/234-235.
[5] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 2/235.
[6] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 2/235-237.
[7] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 2/238-243.
[8] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 2/243-244.
[9] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 2/245-248.
[10] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 2/249-252.
[11] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 2/253-258.
[13] Cevani, "Usulül-Ahsab" adlı eserinde şöyle der: Malik b. Mürre'nin yatağına giren Kudaa, bir çocuk doğurdu. Ona da Kudaa adı verildi. Araplar,
bu çocuğun soyunu Malik'e bağladılar. Âdet de böyledir. Bazıları ise doğan çocuğun adının Ömer olduğunu, ancak kavminden uzaklaştığı için
uzaklaşan kimse anlamına gelen Kudaa adıyla adlandırılmış olduğunu söylerler.
[15] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 2/259-262.
[16] îbn Dıhye, et-Tenvîr fi Mevlidil-Beşîri'n-Nezîr.
[17] Ahmed b. Hanbel. Müsned. Hadis No: 2900.
[18] Fersah; uzunluğu 5762 m olan bir uzunluk ölçü birimidir. (Çeviren)
[19] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 2/262-268.
[20] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 2/268.
[21] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 2/268.
[22] Aif: Kuşların uçuşuna bakarak, olacak şeyleri önceden haber verebilen bir çeşit kahin.
[23] Ebyen ile Cüreş, Yemen'in iki vilayetidir.
[24] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 2/268-271.
[25] Meharı: Hızlı koşan bir çeşit deve.
[26] Hazîr: Arap olmayan bir milletin adı. Hazar da denir.
[27] Bu sözler, îbn îshakin yaşadığı dönem için doğrudur.
[28] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 2/272-277.
[29] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 2/278-279.
|