III. BÖLÜM PKK'NIN 1992 YILI HEDEFLERİ
Abdullah ÖCALAN, batıya yönelik işleri de bu şekilde hallettikten sonra, 1992 yılı hazırlıklarına başlamak için kış çalışmalarına başladı. Bu çalışmalar daha çok 1992 yılı hazırlıkları ve planlamalarına ilişkindi. 1991 yılı faaliyetleri APO'ya bazı yeni girişimler için müthiş cesaret vermişti. Kafasında iki konu vardı; birincisi BOTAN-BEHDlNAN Savaş Hükümeti, ikincisi de Kürdistan Ulusal Meclisi seçimi ve oluşturulmasıydı. Böyle bir adımı atma cesaretini neden göstermişti? Bu adımları atmakla nereye varmak istiyordu? Böylesi adımları atması için gerekli koşullar hazır mıydı.? Yoksa her zaman olduğu gibi militanlarının önüne büyük hedefler koyarak,onların enerjilerinden azami faydalanmak mı istiyordu ? Şimdi kısaca bu konulara değinelim. Gerçi adı geçen psikopat yıllardır yaşadığı ŞAM'dan çeşitli zırvaları ısıtıp ısıtıp teori, çözümleme, taktik adı altında piyasaya sürüyordu. Oradan adeta dünyaya meydan okuyordu. Ama bahsettiğimiz gibi bu sefer hedefleri çok büyük tutmuştu. 1992 başlarında Türkiye-lrak sınırının Türkiye tarafındaki sınır karakollarına saldırıp ortadan kaldırılması, planın ilk adımıydı.Böylece 330 kilometrelik sınır boyunca dizilen sınır karakolları kaldırılacak ve Türkiye tarafında bir kurtarılmış bölge yaratılacaktı. Diğer yandan sınırın Irak tarafı zaten PKK'nın denetimindeydi ve sahadaki onlarca kampta binlerce militan, sabahtan akşama kadar silahlı eğitim görüyordu. Bu gücün elinde onlarca çeşitli çapta havan topu, uçaksavar, binlerce roketatar ve onbinlerce piyade tüfeği mevcuttu. APO bu silahlı gücü; sınır karakollarını kaldırdıktan sonra sınırın her iki tarafına konuşlandırmayı ve bu sahada BOTAN-BEHDlNAN SAVAŞ HÜKÜMETi kurmayı amaçlıyordu. Sınırın Türkiye tarafı BOTAN, Irak tarafı da BEHDİNAN olarak adlandırılıyordu. Savaş hükümetinde BOTAN- BEHDlNAN SAVAŞ HÜKÜMETi denecekti. APO, bu planla ilgili ajitasyon yaparken;
"Emperyalistlerin çizdiği sınırı savaşla parçalayacağız ve yine emperyalistlerin birbirinden ayırdığı Kürt halkını savaş alanında birleştireceğiz"diyordu. Savaş hükümetini kurmayı kafasına koyan A. ÖCALAN, bu hükümetin kimlerden kurulacağı konusunda da planlar yapıyordu. Pek tabii ki, eline silah tutuşturduğu ve "iki keçiyi güdemeyecek" olan militanlarıyla bu hükümet kurulamazdı. Onların görevi ayrıydı.Onlar silah sıkacak, cinayet işleyecek, sonra da kaçıp köstebekler gibi yeraltı sığınıklarında saklanacaklardı. Dolayısiyle onlarla savaş hükümeti kurulamazdı. O halde yeni bir yol bulmalıydı.Şöyle daha insanın ilgisini çekecek daha çok propaganda olanakları yaratacak bir formül bulmalıydı. O da bir ulusal meclis seçmekti. Kürtlerin yaşadığı her yerde bu seçim yapılmalı, ulusal meclis üyeleri seçilmeli ve bu meclis de savaş hükümetini oluşturmalıydı. Seçim Türkiye'de, Irak'ta, İran'da, Suriye'de ve Avrupa'da yapılacaktı. Önce delegeler seçilecekti, delegeler ulusal meclis üyelerini seçecekti. Ulusal meclis de Botan-Behdinan Savaş Hükümetini seçecekti. Fakat, delege seçimine gitmeden önce ülke içindeki ve dışındaki tüm PKK grupları bu seçim sisteminin şeklini, ulusal meclisin önemini ve de savaş hükümetinin gerekliliğini anlatmalıydı.
Böyle bir propaganda, PKK'ya içte ve dışta ne kazandıracaktı? Herşeyden önce PKK grupları savaşçı gücünün dışında kalan yerel işbirlikçilerinin güç ve imkanlarının azamisinden yararlanacaklardı. Öte yandan dünya kamuoyuna yönelik olarak propaganda imkanlarını araştıracaklardı. Bu, az birşey değildi. Bunun üzerine PKK grupları yetişebildikleri her kesime; "Yakında PKK,Kürdistan Ulusal Meclisi'ni seçecektir. Bu meclis de kurtarılmış bölgede (BotanBehdinan) kendi içinde bir savaş hükümeti oluşturacaktır. Fakat bu meclis üyeleri, halk adına mücadelesiyle halka örnek olmuş delegeler tarafından seçilecektir. Meclis adaylığına, delege seçilenler başvurabilecektir. Delegeleri ise, halk adına ama halkla beraber PKK seçecektir. PKK bu konuda adil davranacak ve Kürdistan'a en fazla hizmet edenleri delege yapacaktır. Önümüzdeki günlerde, delege olabilmeniz, dolayısıyle meclis üyeliğine adaylığını koyabilmeniz ve meclis üyesi seçildiğiniz taktirde hükümete girip bakan olabilmeniz ( Kanaatimizce bu bakanlıklar; sığmaklar bakanı, jaji-sirik istifleme bakanı, Şutık bakanı, katliamlar bakanı, provakasyonlar bakanı, sosyalist ahlak yerleştirme bakanı, uyuşturucu bakanı, kaçakçılık bakanı vs. şeklindedir! için tarihi fırsat doğmuştur. Kendinizi gösterin, gün bugündür) diye propaganda yapıyorlardı. Doğu ve Güneydoğu'da bu tür propagandalara gülüp geçenler çoğunluktadır ama bu tür bir propagandayı işitip de kulaklarını dikenlerin sayısı da az değildir.Böyle birşey; yeni avantalar, vurgunlar ve kazanç kapıları demektir. Böyle bir hadise; hesapta olmayan isim ve etiketlere kavuşmaktır. Bir takım riskleri de olsa, böyle bir faaliyetin içine balıklama dalacak nice insanlar vardır, doğu ve güney doğuda... A. ÖCALAN, 1992 yılını böyle planlamıştı.Böyle bir plan dahilinde kış hazırlıklarını yapıyordu. Herkesi bu duruma şartlandırmıştı.
Yani, hedefler; "BOTAN - BEHDİNAN SAVAŞ HÜKÜMETİ, ULUSAL MECLiS SEÇiMLERDE BATI İLLERİNDE YENİ BİR ÖRGÜTLEME İLE TERÖRÜ BATIDA DA TIRMANDIRMAK"tı... Bu dönemde Türkiye'nin dünyadaki önemi gittikçe artmış, son gelişmelerden dolayı siyasi bir güç olmaya doğru ilerliyordu. Çünkü; Orta-Asya'daki Türki Cumhuriyetler, bağımsızlıklarına kavuşarak gözlerini Türkiye'ye çevirmişlerdi. Aynı şekilde; Balkanlardaki bunalım, birçok milletin Türkiye'ye yaklaşmasını sağlamıştı. Böylece Türkiye'nin dünyadaki önemi günden güne artıyor ve Türkiye, birçok devlet için bir umut haline geliyordu. Türkiye'nin bu prestijini kırmak, onu içeri hapsetmek ve Türkiye'nin, Türkiye'ye muhtaç olan ülkelerden daha çok bunalım içerisinde olduğunu bütün dünyaya yansıtmak gerekiyordu. Bu nedenle APO, ani bir çıkışla 1992 yılı 21 Martında bir ayaklanma başlatmak istiyordu. 21 Mart Nevruz ayaklanmasını diğer üç hedefin dinamosu olarak düşünüyordu. Bu nedenle kış boyu basını da kullanarak güçlerinin bir ayaklanmaya hazırlandığını beyan etmeye başladı. Bu propaganda, kısa sürede tüm Türkiye'yi sardı. 1992 Martı yaklaşırken, herkesin konuştuğu tek konu; PKK' nin Martta genel bir ayaklanma başlatacağıydı. Başta hükümet olmak üzere, diğer siyasi kuruluşlar, Ordu, Emniyet, basın, aydınlar, halk, PKK'nın 1992 baharında genel bir ayaklanma başlatacağı endişesini taşıyordu. Bazıları inanmasa da hazırlıklarını böyle bir ihtimali gözönüne alarak yapıyordu. Özellikle basında çıkan manşetler, ayaklanmanın olacağını iyice pekiştiriyordu. APO, militanlarına verdiği talimatlarda bu konuyu özellikle vurguluyordu .Yine ülke içindeki PKK grupları, dağıttıkları bildirilerde; "Genel bir ayaklanmaya hazırlanın, tarihi gün gelip çattı. Silah ı olmayan silahlansın, parası olmayan silahı PKK' dan istesin! Her ev bir sığınak hazırlasın, evlerinize gerekli malzemeyi stok edin, ayaklanma komiteleri kurun! Herkes gücü oranında ayaklanma komitelerine yardımcı olsun!" şeklinde talimatlar veriyordu. Diğer yandan, ezelden beri Türkiye Cumhuriyetinin yeminli düşmanı olan bazı güçler, Devleti zaafa düşürmek için; "PKK'nın ayaklanacağı yoktur, bunu devlet uyduruyor.
Devlet halkı katletmek için bahane arıyor" diyerek, APO'nun kendilerine verdiği rolü hakkıyla oynamaya çalışıyorlardı. PKK lideri ayaklanma çağrılarını aleni yapıyordu.Bu konuda kesin talimatlar yayınlıyordu. PKK yurt içi komiteleri, a-yaklanma taktiğinin pratik hazırlıkları için durmadan bildiri ve talimatlar hazırlıyorlarken, sözkonusu güçler (kuruluşlar), böyle birşeyin olmadığını söyleyerek devlete saldırıyorlardı. Diğer basın ise; ne yapılması gerektiğini anlatacağına, panik yaratacak tavırlarla ortalığı karıştırmaya uğraşmaktaydı. Derken 1992 Nevroz'u gelip çattı. Güvenlik güçleri, olabildiğince tedbirler almaya çalıştı. Halkı sakin olmaya, oyuna gelmemeye çağırdılar.PKK da boş durmadı; "Bu ayaklanma tarihi bir fırsattır.Korkmayın, arkanızdayız.T.C. size birşey yapamaz. Ayaklanmaya katılmayanları hain ilan edeceğiz" diyerek tehditler savurdu. Bazı parti ve dernekler ise, Avrupa'daki bazı çevrelere başvurarak; "Halk, Nevroz'da şenlik yapacak ama T.C. bu şenlikleri kanla bastırmak istiyor. Her tarafa tank, top yerleştirmiş, gelin gözlerinizle görün!" diye sağa-sola koşuşturdular. PKK, 21 Mart gelmeden özellikle, Cizre, Silopi, Şırnak, Nusaybin gibi yerler başta olmak üzere binlerce silahı şehirlere ve köylere sokarak işbirlikçilerinin ellerinde tutuşturdular. 20 Mart'ı 21 Mart'a bağlayan gece, çoğu askeri karakol ve kışlaya, polis karakollarına, devlet binalarına, devlet memurlarının evlerine olmak üzere yüzbinlerce mermi sıktılar. Bunun ismi de* "Nevroz şenliklerine hazırlık" oldu. Ekmek bulamayan yoksul Kürt insanı, tanesi beşbin liraya satılan yüzbinlerce mermiyi, çoğu taciz amaçlı olmak şartıyla havaya sıktı. Hatta şenlikler birçok yerde havan topu ve roketatarlarla yapıldı. Masum folklorik amaçlı Nevroz şenliklerinin açılışı, havan topu ve roketatarlarla yapılmıştı. Mermilerin çoğu kamu güvenliğini, genel asayişi sağlamakla görevli güçlerin bulunduğu binalara ve lojmanlara yönelmişti.
Bir başka deyimle birçok yerde, "Masum Nevroz Şenlikleri" PKK'nın halkı siper ederek topyekün bir saldırısına dönüşmüştü. Öyleki, TC. Hükümeti kırıp dökmemek şartıyla Nevroz şenliklerinin yapılmasını serbest bırakmış, bunu kamuoyuna ilan etmiş ve hatta bazı yerlerde kırıp dökmeye göz yummuştu.Yeter ki, kan dökülmesin diye... Fakat PKK kansız, kan dökmeden edemezdi. A. ÖCALAN ve PKK, gıdasını dökülen kandan alıyordu. Tüm varlığını döktüğü kana borçluydu. "Genel ayaklanma "çağrısı yaptığı 92-Nevroz'unda ise binlerce insanın kanı dökülmeliydi ki, dünya, Türkiye kamuoyu günlerce bu olaydan bahsetsin, muhabirler, gazeteciler Şam'a koşup bu konudaki fikirlerini sorsun. Yerel düzeyde yapılan PKK hazırlıkları ve olayları tırmandırma taktikleri ise şöyleydi; Her mahallede bir ayaklanma komitesi kurulmuştu. Komite görevlileri, günlerce önceden ev-ev dolaşarak, herkesin neler yapması gerektiğini anlatmışlardı. Halkın tümü, önde kadınlar ve çocuklar olmak üzere sokağa dökülecekti. Görev verilenler, PKK bayrak filama-larıyla APO posterleri ve TC.'nin sömürgeci, faşist olduğunu, Kürtlerin bağımsız devlet kurması gerektiğini belirten dövizler taşıyacaktı. Herkes, ayrıca yıllardır APO'nun militanlarına ezberlettiği sloganları haykıracaktı.
Örneğin; "Vur Gerilla Vur, Kürdistan'ı Kur", "Kürdistan Faşizme mezar Olacak", "Kahrolsun TC. "yada "Yaşasın APO, Yaşasın PKK". Evet halk, sırtında PKK namlularıyla meydanlara çıkınca, bu sefer halkın ardına gizlenen ve daha önceden yapılan plan gereği birçok PKK işbirlikçisi, Güvenlik Kuvvetlerini taramaya başladı. Güvenlik Kuvvetlerinin de kendilerine doğru ateş etmesini ve orada sürü gibi gördükleri halktan mümkün olduğunca çok sayıda insanın ölmesini istiyorlardı. Fakat güvenlik ve emniyet kuvvetleri oyuna gelmemek, ateş etmemek için gösterilmesi gereken sabır ve metaneti gösteriyorlardı. Bunun üzerine, kadın ve çocukları kendilerine siper etmiş olan PKK'lılar, halka; "Bakın, işte polis ve asker korkudan başını kaldırıp bize ateş etmiyor. Biraz daha üzerine yürürsek, ateş etsek bırakıp kaçacaklar. Hiç korkmayın, hep beraber gidip bütün binaları yok edelim. Çocuklarını, kadınlarını öldürelim, buradan kaçıp gitsinler, onlar kaçıp giderse, eşyaları ve evleri size kalacaktır."diyerek provakasyonu eksiksiz uyguluyorlardı. PKK, özellikle Şırnak, Cizre ve diğer bazı yerleşim birimlerinde amacına ulaşmaya çalıştı. Buralarda birçok insanın kanını akıtmayı başardı. Alınan tedbirler sayesinde PKK'nın kış boyu hazırlıklarına giriştiği 1992-Nevroz'la birlikte genel ayaklanma, başarısızlıkla sonuçlandı. Fakat halkı aylarca streste tutmayı ve onlarca insanın hayatını mahfetmeyi başardılar.
Örneğin; "Vur Gerilla Vur, Kürdistan'ı Kur", "Kürdistan Faşizme mezar Olacak", "Kahrolsun TC. "yada "Yaşasın APO, Yaşasın PKK". Evet halk, sırtında PKK namlularıyla meydanlara çıkınca, bu sefer halkın ardına gizlenen ve daha önceden yapılan plan gereği birçok PKK işbirlikçisi, Güvenlik Kuvvetlerini taramaya başladı. Güvenlik Kuvvetlerinin de kendilerine doğru ateş etmesini ve orada sürü gibi gördükleri halktan mümkün olduğunca çok sayıda insanın ölmesini istiyorlardı. Fakat güvenlik ve emniyet kuvvetleri oyuna gelmemek, ateş etmemek için gösterilmesi gereken sabır ve metaneti gösteriyorlardı. Bunun üzerine, kadın ve çocukları kendilerine siper etmiş olan PKK'lılar, halka; "Bakın, işte polis ve asker korkudan başını kaldırıp bize ateş etmiyor. Biraz daha üzerine yürürsek, ateş etsek bırakıp kaçacaklar. Hiç korkmayın, hep beraber gidip bütün binaları yok edelim. Çocuklarını, kadınlarını öldürelim, buradan kaçıp gitsinler, onlar kaçıp giderse, eşyaları ve evleri size kalacaktır."diyerek provakasyonu eksiksiz uyguluyorlardı. PKK, özellikle Şırnak, Cizre ve diğer bazı yerleşim birimlerinde amacına ulaşmaya çalıştı. Buralarda birçok insanın kanını akıtmayı başardı. Alınan tedbirler sayesinde PKK'nın kış boyu hazırlıklarına giriştiği 1992-Nevroz'la birlikte genel ayaklanma, başarısızlıkla sonuçlandı. Fakat halkı aylarca streste tutmayı ve onlarca insanın hayatını mahfetmeyi başardılar.
Bunun üzerine A. ÖCALAN, kamuoyuna yönelik olarak; "Bizim ayaklanma hazırlıklarımız yoktu. Böyle bir kararım yoktu."demeye başladı. Ancak militanlarına ise; "Beceriksizler! işleri yüzünüze, gözünüze bulaştırdınız. Halk sizden cesur ve atak davrandı."diyerek daha çok kanın dökülmemiş olduğuna hayıflandı. 1992 Nevroz olaylarının genel bir değerlendirmesini yapmak gerekirse, şöyle söyleyebiliriz: Hükümet, taşkınlıklar olmaması kaydı ile kutlamaları serbest bırakmıştı. PKK,bunu kana bulamak için tüm imkanlarını seferber etti. Fakat, bazı yerleşim birimleri hariç başarılı olamadı. Bu durum PKK'nın hızlı bir prestij kaybına yol açtı. Ancak, Güneydoğuda prestij kazanmak veya kaybetmek anlıktır. Gücünü kaybettiğin gün hiçbir prestijin kalmaz ama varlığını hissettirdiğin an prestijin, doruk noktasına çıkar.Yine Güneydoğu'da prestij kazanmanın yolu; ne yazık ki, silah patlatmaktır. Yıllardır APO ve PKK, bu zaafı kullanmaktadır. Ama ne yazık ki, birçok aydınımız, politikacımız ve bürokratımız bu durumu ya anlamıyor ya da anlamak istemiyor. Her neyse... PKK, bu durumu bildiğinden, Nevroz olayları sırasında yediği şamarı bertaraf etmek ve yeniden kaybettiği prestijini kazanmak için büyük ve sansasyonel eylemlere girişti. Bunun hazırlıklarını yaptı. Genel güvenlikten ve asayişten sorumlu olanlar,PKK prestij kaybetti, yavaş yavaş yok oluyor hayellerine kapıldılar. Ta ki, Irak sınırındaki karakollarımız peşpeşe bası-lıncaya, onlarca Mehmetçik şehit oluncaya kadar bu anlayış devam etti.
a) KARAKOL BASKINLARI VE GÜDÜLEN AMAÇ: 1992 yılı Mayıs ayında sınırdaki karakollarımıza, sınırımıza bir karış mesafedeki kamplarından kalkarak her türlü ağır silahlarla saldırılar başlayınca PKK, tekrar prestij kazanmaya başladı. Abdullah ÖCALAN, Nevroz olaylarını telafi etmek için, hızla "Botan-Behdinan savaş hükümetini"ön plana çıkardı. Yoğun bir şekilde bunun propagandasını yaptırdı. "Behdinan'ın önemli bir kısmı, güçlerimizin denetiminde Botan'da büyük oranda etkinliğimiz söz konusu. Sınırdaki bazı karakolları da kaldırdık mı büyük bir sahayı özgürleştirmiş oluruz. Böylesi bir alanda da hükümet kurmamız gayet doğal birşey." diyerek Kuzey Irak'ta mevzilenmiş olan tüm gücünü sınır karakollarını tasfiye etmeye yöneltti. Sınırdaki karakollarımıza zaman zaman sayıları beşyüz kişiyi bulan, her türlü ağır silahlarla takviye edilmiş PKK grupları saldırılar yöneltiyorlardı. Saldırı ve katliamlardan sonra da sınırımıza birkaç kilometrelik mesafedeki kamplarına dönüp halaylar çekiyorlardı. Bu halayları video kasetlerine kaydedip, kasetleri propaganda amacıyla kullanıyorlardı. Yani bu kasetler çoğaltılıp dağıtılınca, Suriye'den Avrupa'ya, Van'dan istanbul'a kadar, birçok çevreden yığınla genç APO'nun dağlarda kurmuş olduğu tuzaklara koşmaya başladı. 1992 yılı başlarından itibaren Botan-Behdinan "kurtarılmış bölgesine" çok sayıda yeni eleman aktarıldı. Öyleki Türkiye 'nin dört bir yanında oluşturulmuş olan eleman temin etme ve toplama merkezleri, ağlarına düşürdükleri gençleri hızla ve çok rahat bir biçimde, turistik geziye gönderir gibi dağlara gönderiyordu. Böylece APO'nun elinde , harcamakla bitirme-yeceği kadar çok sayıda genç insan birikiyordu.
Abdullah ÖCALAN, bunların akın akın geldiğini gördükçe eskilere dönüp; "Sizlere hiç ihtiyacım yoktur, havalara girmeyin! Kendinizi birşey zannetmeyin, eğer adam gibi bu davaya hizmet edeceksiniz edin, yoksa hepinizden hesap sorarım." demekteydi. Etrafında binlerce ölüme mahkum, kişiliğini kaybetmiş, kendini ifade etmekten aciz, her söylenene kayıtsız şartsız boyun eğen insan bulunan megaloman APO, elbette ki her-kese saldırmaya cesaret edecekti. Neden etmesin ki? Böylesine sürü gibi güdebileceği bir kalabalığa sahipken, neden kendisini dev aynasında görmesin? Neden maceradan maceraya atılmasın? Yani bu adamları neden istediği gibi kullanmasın? Sınır karakolları baskınların da daha çok bu zavallı, sürü-leştirilmiş (düşürülmüş) kişiler kullanılıyordu. Her baskından sonra askerlerin karşı ateşi ile önemli bir kısmı da ölüyordu. Ama hiç önemli değildi. Çünkü, bunlardan çok vardı. İstemediğin kadar... Temininde de güçlük çekilmiyordu. Adeta kendi ayaklarıyla geliyorlardı. APO, adamlarına talimat verirken; "Kürdistan'da her aileden başıboş dolaşan çocuk var. Kızlı erkekli, her aileden iki üç tanesini kaparsanız yüzbinlerce insan eder. O kadar da zor değil, zaten aile reisleri bunları beslemekten acizdir. Çoğu, oğlunu ve kızını gönüllü verir, öyle dövünüp sızlanmazlar. Sonra o gençlerde sevinerek yanımıza gelirler. Evlerinde çoğu huzursuz, aile içinde (aile denebilirse) eğreti duruyorlar. Gençlik bunalımlarını en yoğun biçimde yaşıyorlar. Kolundan tuttunuz mu kolayca koparıp getirirsiniz.Biraz da ilk geldiklerinde ortamı güzelleştirdiniz mi evlerinden ayrıldıklarına sevineceklerdir... "demekteydi.
İşte, APO Kürt insan malzemesini böyle kullanıyordu. Böyle değerlendiriyordu. Onu, kanı dökülmesi gereken bir nesne olarak görüyordu. Sonuçta ne umuyordu? APO, isminin manşetlere çıkmasını, aşağılık duygularının tatmin edilmesini istiyor ve umuyordu. Tüm önde gelen adamlarının meseleye böyle bakmasını, hergün kan dökülmesini istiyordu. Kan dökülmeyen günleri, boş geçirilmiş günler olarak kabul ediyordu. 1992 yılı yaz aylarında, bu anlayışa bağlı olarak, Doğu ve Güneydoğuya serpiştirilmiş gruplar; can almaya, kan dökmeye devam ettiler. 15 Ağustos 1992 tarihi yaklaştıkça, APO' nün adamları gerilimi tırmandırmaya devam ettiler, yine her tarafta korku ve panik yaratmaya başladılar. Özellikle, yöre halkı Mart ayındaki olayların etkisinde olduğundan, 15 Ağustos tarihinde de benzer hadiselerin meydana gelebileceğinden endişe duyuyordu.Bazı aileler gençlerini batı illerine gönderiyorlardı.Öte yandan, 1992 Nevroz'unda olduğu gibi; bu kargaşadan, bu kan deryasından menfaat uman leş kargaları da piyasaya çıkmışlardı. Kimisi maddi çıkarı için, kimisi cüceliğini kamufle etmek için, kimisi de siyasi ve sosyal kazanımlar elde etmek için "çaresiz Kürdü" APO'nun çöp makinasına doğru itmeye çalışıyorlardı. A. ÖCALAN denen megaloman da, birer süprüntü olarak değerlendirdiği insanları makinenin dişlileri arasında ezmeye devam ediyordu. Leş kargaları, durmadan kan dökücüleri perdelemeye çalışıyorlardı. Bunu, hem belirttiğimiz nedenlerden dolayı menfaat sağlamak, hem de APO'dan korktuklarından O'nun gazabına uğramamak için yapıyorlardı. Aslında bir bataklığa itildiklerini farkedenler az değildi. Geçici menfaatler ve yine geçici duygu tatminleri, giderek yerini çıplak gerçeklere bırakmaya başlıyordu.
Çünkü; dünyada herşeyin bir bedeli vardır. Bu bedel, mutlaka ama mutlaka şu ya da bu biçimde ödenir.Bugün bu bedeli, hem APO vampiri hem de APO'nun gölgesinde vurgun vuranlar, çaresiz kürdün kanıyla ödeyebi-liyorlar. Ama gün gelecek ve o kan artık akmaz olacaktır. İşte o zaman, bu bedeller başka türlü istenecektir. Bazıları kendileri için o günlerin uzak olmadığını biliyorlar ve ürperi-yorlar. Fakat buna rağmen, kendilerini kaptırdıkları girdaptan kurtulmak için çırpınmaya cesaret edemiyorlar. Hayvanlar bile tehlikeleri sezdiklerinde içgüdüsel olarak çırpınırken, bunlar; ruhlarını, bedenlerini APO canisine terkettiklerinden, ruhsuz ve halsiz birer nesne gibi kendilerini akıntıya bırakmışlardır. istanbul, Ankara, izmir gibi yerlerde tıkman, oranın imkanlarını en iyi şekilde kullanan bu asalaklar, zaman zaman Güneydoğuya açılarak ortalığı bulandırıp yeniden dönüyorlardı. APO haydudu ŞAM'da tıkınırken, bu sefiller de batı illerinde gönül eğlendiriyorlardı. PKK'lı canilerce iş makina-ları, ekonomik kurumlar tahrip edilirken, okullar yakılıp öğretmenler öldürülürken kıs kıs gülen bu sefiller, diğer yandan; "Devlet doğuya yatırım yapmıyor, hizmet götürmüyor" diye de demeç verebiliyorlardı.
Çalışmayı, emek sarfetmeyi, bir-şeyler üretmeyi enayilik sayan bu güruh, üretilen ve yaratılan en güzel şeylerden yaralanmayı da vazgeçilmez saymak-tadırlar.Bunlara göre; "PKK meşru müdafaa yapıyor, devlet katliamcıdır, devlet silahlarını bırakıp meydanı PKK'lı canilere bırakmalı, devletin meşru güçleri hiçbir surette, hiçbir şeye karışmamalıdır." Fakat, herhangi bir PKK'Iı, kendi iç hesaplaşmaları sonucu ya da halktan birinin meşru müdafaası sonucu öldürüldüğünde ise, günlerce propaganda faaliyetlerine girişiyorlar; "Güneydoğuda faili meçhul cinayetler var, devlet bunların faillerini neden açığa çıkarmıyor? Neden gerekli araştırma ve soruşturmayı yapmıyor? neden suçluları adalete teslim etmiyor? Yoksa bu cinayetleri devletin kendisi mi işletiyor?" türünden bir yığın sorular ile insanların kafasını bulandırıyorlardı. Örgütün finanse ettiği dergi, gazete ve bu gibi yayınlarla bilgiççe senaryolar diziyorlar, üstelik en acısı da; basını, aydınları ve yetkilileri de bu düzmece senaryolarda kullanıyorlardı.
c 1992 yılı Ağustos ayında genel grev, kepenk kapatma çağrısı ile birlikte, PKK örgütünün kırsaldaki elemanları ve şehirlerdeki silahlı milisleri tarafından devletin kullandığı bina ve benzeri kuruluşlar ile yöre insanının hizmetinde olan kamu mallarının tahrip edilmesi kararı alınmıştı. Herşey yakılıp yıkılacaktı. Her şey yok edilecekti. Buna en çarpıcı örnek de; 18-19 Ağustos gecesi başlayan ve daha sonraki günlerde de devam eden Şırnak olaylarıdır.Şırnak olayları ibretle ele alınıp değerlendirilmelidir. Üzerinde iyi düşünülmeli, APO ve işbirlikçilerinin, Kürt insanına reva gördüğü bu provakasyonlara dikkat edilmelidir. Bu asalak güruh, bir yandan güvenlik güçlerine saldıracak, çalışamaz hale getirecek, bilgi akışını engelleyecek, araştırma yapmasına mani olacak, devlete bilgi veren, selam veren insanları örgüte gammazlayacak, öldürtecek sonra da; "Kürdistan gerillaları bir ihbarcıyı, devletle ilişkisi olan birini öldürmüş" diye poposuna kına yakacak, diğer yandan güvenlik güçleri faili meçhul cinayetleri açığa çıkarmıyor diye feryat edecek...! işte bu insanların hezeyanlarının hesabını bugüne kadar kimse onlara sormadı, soramadı. Çünkü, onlara göre meydan boş. Hem de bomboş. Onlar da istedikleri gibi at oynatıyorlar. Hiç kimse bu zavalılara diyemiyor ki; "Ya kafanız çorba gibi, ya da beyniniz neden böyle çamur gibi? neden bu demagoji? Neden, insan gibi açık açık ne istediğiniz söylemiyorsunuz? Neden, sürekli oryantal yapıyorsunuz? Bu alçaklıklar ile daha kaç yıl, kaç ay, kaç gün sefa süreceğinizi sanıyorsunuz?" Maalesef , kimse APO gibi bu İPİNİ KOPARMIŞ güruha birşeyler soramadı ve soramıyor. Bunların en az APO kadar cani ve en az O'nun kadar günahkar olduğunu iddia ediyoruz. APO'nun çöp öğütme makinasına insanları peşkeş çekenler, bu insanlardır.
c 1992 yılı Ağustos ayında genel grev, kepenk kapatma çağrısı ile birlikte, PKK örgütünün kırsaldaki elemanları ve şehirlerdeki silahlı milisleri tarafından devletin kullandığı bina ve benzeri kuruluşlar ile yöre insanının hizmetinde olan kamu mallarının tahrip edilmesi kararı alınmıştı. Herşey yakılıp yıkılacaktı. Her şey yok edilecekti. Buna en çarpıcı örnek de; 18-19 Ağustos gecesi başlayan ve daha sonraki günlerde de devam eden Şırnak olaylarıdır.Şırnak olayları ibretle ele alınıp değerlendirilmelidir. Üzerinde iyi düşünülmeli, APO ve işbirlikçilerinin, Kürt insanına reva gördüğü bu provakasyonlara dikkat edilmelidir. Bu asalak güruh, bir yandan güvenlik güçlerine saldıracak, çalışamaz hale getirecek, bilgi akışını engelleyecek, araştırma yapmasına mani olacak, devlete bilgi veren, selam veren insanları örgüte gammazlayacak, öldürtecek sonra da; "Kürdistan gerillaları bir ihbarcıyı, devletle ilişkisi olan birini öldürmüş" diye poposuna kına yakacak, diğer yandan güvenlik güçleri faili meçhul cinayetleri açığa çıkarmıyor diye feryat edecek...! işte bu insanların hezeyanlarının hesabını bugüne kadar kimse onlara sormadı, soramadı. Çünkü, onlara göre meydan boş. Hem de bomboş. Onlar da istedikleri gibi at oynatıyorlar. Hiç kimse bu zavalılara diyemiyor ki; "Ya kafanız çorba gibi, ya da beyniniz neden böyle çamur gibi? neden bu demagoji? Neden, insan gibi açık açık ne istediğiniz söylemiyorsunuz? Neden, sürekli oryantal yapıyorsunuz? Bu alçaklıklar ile daha kaç yıl, kaç ay, kaç gün sefa süreceğinizi sanıyorsunuz?" Maalesef , kimse APO gibi bu İPİNİ KOPARMIŞ güruha birşeyler soramadı ve soramıyor. Bunların en az APO kadar cani ve en az O'nun kadar günahkar olduğunu iddia ediyoruz. APO'nun çöp öğütme makinasına insanları peşkeş çekenler, bu insanlardır.
1992 YILl AĞUSTOS OLAYLARI: Nevroz olayları, PKK'ye yeni taktikler uygulanmasını öğretmişti ama demokrasi ve şeffaflık laflarını ağızlarından düşürmeyenler; demokratik toplumda kendi insanlarını korumak, kardeşini Apo Kont-drakulasına kan vermekten kurtarmak için bundan ders alarak, bu mücadelenin akıl işi olduğunu bilip yeni taktiklerle demokratik toplum iradesini konuş-turamadılar. Yani, PKK her olayın taktik değerlendirmesini yapıp yeni taktikler ve uygulamalar geliştirirken, Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin yetkilileri ise; PKK'nın her yeni taktiğinin başarısını sağlayacak zeminler teşkil etmekte adeta direndiler. Nevroz olaylarında halk içine sızan militanlar, milisleriyle birlikte taraftarı olan kesimleri caddelere dökerek miting yaptırmış ve başları sarılı, eli silahlı militan ve milisler halkı kendilerine siper ederek güvenlik güçleri üzerine ateş açmışlardı. Olaylar daha çok yarı silahlı mitingler olarak geliştirilmiş ve halkla güvenlik güçleri provokatif bir taktikle karşı karşıya getirilmişti. Ama alınan tedbirler, provokasyonun daha fazla sürmesini engellemişti. Buna rağmen, kısa süreli de olsa bu provokasyon gerçekleştirilmiş ve PKK açısından istenen etkinlik sağlanmıştı. Halk savaşı stratejisiyle hareket eden veya o iddiada olan örgütlerin; halkın iktidar güçlerinden istediği en basit taleplerinden hareketle, başta silahsız gösteri, yürüyüş, miting vb. olaylardan giderek dıştan korumalı, yarı silahlı ve en son tümden silahlı toplumsal olayları yaratma taktiği uyguladıklarını sağır sultan dahi duymuş olmasına rağmen, ülkesinde bu iddiada olan bir terör hareketi ile mücadele eden devlet, bunu gözönünde bulundurarak, her bir aşamadaki olayları, provokasyonları; gelişme eğilimi ortaya çıkar-çıkmaz önleme, darbeleme tedbirleri geliştirememiş, adeta seyirci kalarak bu provokasyonların gerçekleşmesine yarayacak sendromlar da yaratmıştır. Karşı güç ve odakların gittikçe su yüzüne çıktığı bir ortamda istihbarata dahi gerek kalmayacak durumlar gözönünde iken; "istihbarat zayıf, istihbarat yok" beyanlarını vererek, bu işin sorumluluğunu omuzlarında hissetmeyenlere ya da topu ayağından çıkaranlara halk olarak çıkar sorarız: "Madem istihbarat yok, bu tür olayların yaratıldığı yıl dönümlerinden haftalarca önce yaratılan sendromlar neyin nesi? Türkiye'de yaşayan bütün halk; 21 MART, 1 MAYIS, 15 AĞUSTOS, 27 KASIM tarihlerinin PKK için önemli yıldönüm tarihleri olduğunu biliyor da siz bilmiyor muydunuz? Bilmiyorsanız, halkın kaderini belirleyen makamları işgal etmeye hakkınız var mı?" 19 Ağustos olayları; PKK'nın 15 Ağustos 1984 yılında Eruh ve Şemdinli baskınlarıyla başlattığı "gerilla" hareketi ve 1986 yılında gerçekleştirilen 3. Kongre kararıyla adı, ARGK (Arteşa Rızgariya Gelle Kürdistan- Kürdistan Halk Kurtuluş Ordusu) olarak değiştirilen HRK (Hazen Rızgariya Kurdistan-Kürdistan Kurtuluş Güçleri)'nin kuruluş yıldönümünün bir kutlamasıdır.
20 yılı aşkın bir süredir organize suçlarla mücadele eden devletin, bu yıldönümlerinden bir hafta öncesi ve sonrasında mutlaka olaylar yaratmak istendiğini bilmesi gerekmiyor mu? Bildiğine inanıyoruz ama gereğini yaptığına i-nanmıyoruz! Nevruz provokasyonu öncesindeki olaylar, silahsız mitingler veya yürüyüşler olarak gerçekleşti. Nevroz'da ise yarı silahlı bir uygulama görüldü. 19 Ağustos'ta da Şırnak ilinin etrafı militanlar ve çevre köylerden toplanan silahlı milisler tarafından sarılırken, şehir içindeki silahlı milisler de evlerde mevzileniyorlardı. Bu sefer ki, provokasyon daha büyük olmalıydı ve daha fazla kan dökülerek daha fazla etki yaratılmalıydı. Bu düşünceyle tümden silahlı-yarı işgal eylemi gerçekleştirilerek sonuç alınmak istendi. Şehirin etrafını sararak mevzilenmiş militan ve çevre köylerden toplanmış milisler, roketatar ve ağır silahlarla saldırıya geçiyorlar, içerideki milisler de evlerinden resmi binalara ateş etmeye başlıyorlar. Güvenlik güçleri, bu durum karşısında pasif savunmaya geçerek, ateş açılan evleri hedef almak zorunda kalıyorlar. Şehirin kuzey tarafından şehire girmek isteyen teröristler, koruyucuların direnişi karısında geri çekilmek zorunda kalıyorlar. Teröristler, mevzilendikleri tepelerden attıkları roketlerle güvenlik güçlerine ait binaları tahrip edip geri çekildikten sonra, içerideki milisler çatışmayı sürdürüyorlar. iki gün devam eden bu olaylar, güvenlik güçlerinin hakimiyeti ele geçirip, bütün evleri araması ve birçok kişiyi gözaltına almasıyla sona eriyor. Ve evlerde yapılan çok sayıda sığınak tesbit ediliyor. Olaylar sona erdikten sonra, yakalanan kişilerin militan olup olmadığı tartışması başlıyor.
İşe bakın! Devletin bir vilayetinde günlerce karşılıklı olarak silahlar patlayacak, resmi binalar ve sivillere ait evler hasar görecek, güvenlik güçleri ve sivil kişilerden, insanlar ölecek ve yaralanacak, bütün bunlara rağmen, yakalanan kişilerin militan olup olmadığı tartışması yapılacak!.. Şehirde aktif provokatörler varken; iki kelimeyi biraraya getiremeyen, silahtan başka birşey bilmeyen ve dağda sığır gibi kullanılan adama ne gerek var? Milisin aktif olduğu yerde terörist asla içeri giremez! Zaten milisin görevi; böylesi toplumsal olayların ve provokasyonların yaratılmasıdır. Kaldı ki, yakalanan şahısların birçoğunun çevre il, ilçe ve köylerden olduğu ortaya çıkmıştır. Eğer milisler içerideki güvenlik güçlerini etkisiz hale getire-bilseydi, teröristler mevzilerinden çıkıp şehri tümden işgal edeceklerdi ama bu gerçekleşmeyince, saldırıyı başlatan çevrede mevzilenmiş teröristler, bu ihtimal karşısındaki planlarını uygulayarak, geri çekildiler ve ortaya çıkan askeri yetersizliği siyasal kazanıma dönüştürmek amacıyla, içerdeki milislerle güvenlik güçlerini başbaşa bıraktılar. Neticede hakimiyet sağlanıp, yapılan çağrılarla halk sükunete davet edilince, bu kez devletin "ateş olmayan yerde duman tüttürdüğünü" iddia ederek, halkı Şırnak'tan göçe zorladılar, halkı iğfal edercesine provokasyonlar yaratan PKK, asalak ve ucube provokatörlerini devreye sokarak, şaşkınlık içerisindeki toplulukları çevre köylere doğru yollara düşürdü.
Bu şekilde trajedik bir görüntü yaratmaya çalıştı. Her zamanki gibi insan hayatıyla oynayarak, siyasal kazanımlar peşinde koşan bu "İPİNİ KOPARMIŞ KUDUZ YARATIK", zavallı Kürt üzerindeki hesaplarını açığa vurmaktan da geri durmuyor. 1972 yılında yedi ay tutuklu kalıp çıktıktan sonra; "Tabii dersimi aldım ondan, haddimi, hududumu tanımaya başladım. Askeri düzeni de biraz gördüm. Bu iş, gençlik heyecanı ile olmaz, ciddi olacaksın. Bir daha içeri girmemenin bütün tedbirlerini alacaksın, olağanüstü ihtiyatlı olmayı öğreneceksin ve bu işe "KÜRT KANI İLE BAŞLAYACAKSIN" diye karar vererek hareket geçtiğini belirtiyor. (21.12.1992 tarihinde Suriye'de, PKK'nın Türkiye partisi olarak kurduğu Türkiye Devrimci Halk Partisi- TDHP'nin siyasal faaliyetlerinden sorumlu elemanına talimat verirken yaptığı konuşmadan alınmıştır.) Bu şekilde Kürt kanı ile beslendiğini açıklayan kont dra-kula,17 Ocak 1992 tarihinde yazılmış ve her alandaki kadrolarına ulaştırdığı "AYAKLANMA TAKTIĞI ÜZERiNE TEZLER VE GÖREVLERİMİZ" başlıklı talimatında, pratik sonuçlarını 1992-Nevroz ve 19 Ağustos olaylarında görüp yaşadığımız şu açıklamayı yapmaktadır: "Ayaklanmayı, dayanacağı uzun süreli halk savaşının bir-parçası ve en önemli aşaması olarak görmek esastır. Birinci tezimiz budur. Şimdiye kadar ayaklanma için yürütülen faaliyetler ayaklanmayı pratikte geliştirilebilecek bir düzeye, kitle cesaretine ve psikolojisine kavuşma düzeyine ve askeri örgütlenme aşamasına getirebilmiştir. Öncünün yurt içinde ve yurt dışında yürüttüğü faaliyetler bu temelde bir başarı olanağı sağlamıştır. Bu herşey değildir, ama çok önemli bir önkoşuldur. Ayaklanmayı düşünürken, bu önkoşulu da birinci tez olarak özenle gözönüne getirmek gerekir. (...) Hiç kimse ne kendi keyfine göre bu birinci tezin gereklerini gözardı edebilir ne de "Biraz daha uzatalım" diyerek refor-mizmin en belirgin yaklaşım tarzını sergileyebilir.
Ayaklanmanın geleceğe de ertelenebileceğini, hazırlıkların yetersiz ve örgütlülüğün az olduğunu, dolayısıyla sürenin uzatılabileceğini söylemek yanlıştır. Katılım bu anlamda Kürdistan açısından vazgeçilmez bir şans olarak kendisini göstermektedir. Yani bir ayaklanmaya katılım, hazırlık kadar önemli bir fırsat olarak da değerlendirilmelidir. Bunun gerekçelerini uzun uzun anlattık. Dolayısıyla keyfimize göre ertelemeye yönelmek veya geçmişte sanki hiç bir şey olmamış ve dönemin esas özellikleri sanki her zaman aynıymış gibi değerlendirerek hareket etmek yanlış bir yaklaşımdır. İkinci tez böyle formüle edilebilir. Üçüncüsü, hedefler sorunu gerçekçi konulmalıdır. Bu aşamada tam bağımsız Kürdistan hedefi her ne kadar gerçekçi görünmese de, siyasal iktidara ağırlık koymamak, hatta geçici ve sınırlı bir iktidara ulaşmamak da kabul edemeyeceğimiz bir durumdur. (...) Daha önce de gördüğümüz gibi, silahlı mücadeleyi yoğunlaştıracağımız bölgede, örneğin Botan olarak bilinen alanda ayaklanmanın en çok dayanacağı merkez ve cephe gerisi gibi bir yer olacaktır. Bu zeminde silahlı mücadeleyi sonuna kadar geliştirmemiz, özellikle gerilla ordulaşmasının genişliğine ve derinliğine oturtulması sonucunda, buradaki ayaklanmalar, alanı düşmandan fiilen koparmayı ve düşmanı mumkün olduğu ölçüde söküp atmayı hedefler. Kentlerde gerillanın dışardan korunması ve içerden kent milisleriyle sonuna kadar bir çatışma durumuna girilebilir. Yine kırlar ve kentlerde tam denetim geliştirilebilir. Önemli oranda silahlı ayaklanma durumları yaşanabilir. (...) ikinci bölgede hem silahlı mücadele hem de serîhildanlar vardır.
Bizim ikinci bölgede dayatacağımız hedefler, onları daha şimdiden birinci bölgenin içinden geçtiği biçimde kavuşturma, yani kentlerde de artık denetimi halk güçlerinin eline geçirme, kırsal alanda da silahlı güçleri en azından rahat hareket eden ve iyi oturmuş bir gerillaya kavuşturma, düşmanı siyasal yönden tamamen denetim dışı bırakma ve askeri alandaki denetimini oldukça sınırlandırma biçiminde özetlenebilir. ikinci alanın en tipik ayaklanma biçimi de, bu hedefe uygun olarak zaman zaman silahlı, zaman zaman siyasi olacaktır. Yine dışardan da silahlı güçlerin zaman zaman bu alandaki ayaklanmayı silahla takviye ederek korunması ve bunun yanı sıra kentlerin siyasal gösterilerini de peşi sıra getirmesi gerekir. Üçüncü bölgeye bir ölçüde Türkiye metropolleri de dahil edilebilir. (...) Dördüncü tezimiz araçlar veya biçimler sorunudur. Bu da karmaşıktır. Siyasal yanı ağır basanlar kadar, askeri yanı ağır basan ayaklanmalar da olabilir. Yani, ayaklanmaların içine silah da girecektir. Ayaklanmanın silahlı ve silahsız biçimleri birlikte denenecektir. Kaldı ki, bu mevcut bölgelere dayatılacak hedeflere göre belirlenir. Kuşkusuz bu, bütün alanlar ve hedefler için aynı biçimde ileri sürülemez. Gerçekten ayaklanmaların biçimi çok çeşitli açılardan ele alına -bilir. Bir bakarsınız tam da dişe diş bir savaşım sonucunda bir kenti sınırlı olarak ve belli bir süreyle elde tutmak mümkün olabilir. Bir bakarsınız ayaklanmada ısrarla silah kullanmaktan kaçınılabilir. Bu doğru bir devrimci tutum olarak kendisini dayatabilir. (...) Halk milisleri kentlerde iyi bir hazırlık içinde olmalıdır. Mahalleler gerektiğinde milislerle savunulmalıdır. Milis, gerillanın bir alt basamağı olarak işlev görmelidir. Hemen katılmasa bile, halkın silahlı hazırlığı olmalı ve günü geldiğinde silahlarını çıkarıp kullanabileceği düzeye getirilmelidir.
Kentler bazen elde tutulabilir, günlerce devrimci yönetim altına alınabilir. Bazı bölgelere ve bu bölgelerin çevresindeki gerillaya göre, kentlerdeki denetim kalıcı veya geçici olabilir. Bununla birlikte buralardaki hedeflere yönelme tarzımız tam düşürme ve devletin resmi kurumlarına el koyma temelinde de olabilir. Kentleri kolay kolay terketmeme ve düşmanı kolayca giremez duruma getirme yaklaşımı kendisini dayatabilir. Dışardan gelen gerilla güçleri de kentlere saldırabilir. Yine bizzat içerden gerekli hazırlıklar yapılabilir ve silahlı eylem biçimleri bulunabilir. (...) Beşinci tez olarak, ayaklanma sürecini aniden parlayan bir ayaklanma biçiminde geliştirmek yerine, uzun bir süreye yaymak gerekir. Yani, ayaklanmada güncellik kadar sürekliliği de birlikte düşünmek önemlidir. (...) Altıncısı, bu ayaklanma süreçlerinin kitlelerin örgütlenmesi için çok gerekli olduğunu, yani ayaklanmanın belli bir örgütlenmeyi nasıl gerekli kıldığını bilmek gerekir. (...) Ayaklanma sürecinde bir yedinci tez olarak, gerilla büyük bir gelişme kaydedecektir. Binlerce kişi gerilla ordusuna akacaktır. Bir ayaklanma deneyimi, birincil hedeflere sahip bölgeler başta olmak üzere, hemen hemen bütün bölgelerde halk ordusunun çığ gibi büyümesi demektir. (...) Sekizincisi, belki bu aşamada bir devletleşmeye gidemeyiz; ama, halkın iradesinin belirleyici gücü, en yüksek karar organı ve ulusal kurtuluş devriminin yönetici gücü olacak bir Ulusal Halk Temsilcileri Meclisi ortaya çıkacaktır. (...) Dokuzuncu tez olarak, bağımsızlık ve özgürlük referandumu yapmalıyız. Ama eğer komşu halklar ve uluslar da istiyorlarsa, ortak bir birliğin eşit ve özgür temellerde olabileceğini bir politika olarak halkımıza sunmalıyız. Elbette bu konudaki hazırlıklarımız süreklidir. (...) Onuncu tez olarak, bütün alanlarda yürüttüğümüz faaliyetler bir anlamda ayaklanma hazırlığıdır. Bunun için, daha şimdiden yurtdışı ortamını hazır tutuyoruz. Hatta çok ağır baskıların olması halinde, halkımızı bir yandan gerilla biçiminde dağlara çekebilir, öbür yanda cephe gerilerine taşırabiliriz. Yani Kuzey'den Güney'e bir yığınağı da biz yaparız. Doğu Kürdistan'a, İran'a da yığınak yapabiliriz. Tabii diğer yandan Türk halkını harekete geçirmek, yine metropollerde ve ordu içinde yan çalışmalar yapmak ve bunun propagandasını sürekli geliştirmek yerindedir. Diplomasi kanalları oluşturarak harekete geçirmek, ayaklanma süresi boyunca daha çok olanak dahiline girecektir. (...) Özellikle diplomatik alanı iyi hazırlamak gerekir. Devrime hizmet eden bir diplomatik çalışma tarzına da güç vermek gerekecektir."
Evet, bu talimat provokasyonların adım adım on aşamada nasıl yürütüleceğini çarpıcı bir şekilde göstermektedir. Nevroz'da da 19 Ağustos'ta da olduğu gibi uygulandı. "O-nuncu tez"de sözkonusu olan diplomatlar da kendi rollerini oynayarak; açlık grevleri, "genel yas "ilan ederek "Başkanlarına" karşı olan görevlerini yerine getirdiler. Hatta daha da ileri giderek halkımızın kendilerine verdiği maaşlarla ve "diğer gelirlerle" normal hayat standartları üstünde bir yaşantıya kavuşmuş olan bu kişiler, kendi devletini dış güçlere şikayet edecek kadar alçaklaştılar.
BOTAN-BEHDİNAN BÖLGESİNİN YENİDEN HEDEFLENMESİ:
1992 Ağustos provokasyonlarının ardından A. ÖCALAN, yeniden sınır hattına yüklenmeye başladı. Ayaklanma provokasyonları tutmadığı için, daha doğru bir deyimle; çeşitli provokasyonlarla ayarttığı, oyuna getirdiği ve kanını döktürdüğü Kürdün kanı, ayaklanma için kafi gelmediği, sahte senaryolar ile sonuca gidemediği için; Botan-Behdinan savaş hükümeti demagojisini yeniden ön plana çıkartmak zorunda kaldı. Bu nedenle, Kuzey Irak'ta adeta esir aldığı yüzlerce zavallıyı sınır karakollarının üzerine saldı. Verdiği talimatlarda; "Neye mal olursa olsun, sınır karakollarını temizlemeli, en geç sonbaharda ülke içindeki ve dışındaki ulusal meclis seçimlerini sonuçlandırmalıyız."diyerek, bu amaçla Eylül ayı başlarında Derecik Sınır Karakolu'na çılgınca ve hesapsızca bir saldırı başlattı. Bu saldırıda, saldırıya katılan militanlarının büyük bir bölümünü kaybetmesine rağmen, zafer naraları atmaya devam etti. Çünkü; elinin altında her an ölüme gönderebileceği daha binlerce eleman mevcuttu. Yine bu arada, birçok köyün ve ilçenin yollarını gece. veya gündüz fırsat bulduğunda kestirerek, pusu atarak durdurduğu arabalarda yaşlı-genç, kadın-çocuk ayrımı yapmadan katliamdan geçirdi. Bununla bu toprakların tek hakimi olduklarını ve kendilerinden habersiz hiçbir kimsenin hareket edemeyeceğini vurgulamak istiyordu. Diğer yandan, Maden-Ergani'den başlayarak, Tatvan-Bit-lis'e kadar uzanan Doğu Toroslar'da bine yakın militan konuşlandırarak, Batıda Elazığ, Kuzey'de Bingöl-Muş, Gü-ney'de DiyarbakırSiirt-Batman ve Doğu'da Bitlis ve ilçelerini baskı altına almayı hedefliyordu. Bu baskı giderek dozunu artıracak ve adı geçen dağ silsilesinde PKK militanları, önce köyleri talan edecek, ardından da fırsat buldukça küçük ilçeleri ve kasabaları işgale yeltenecekti. Zamanla illerin etrafında bir çember oluşturmaya başlayacaklardı. Böylece güvenlik kuvvetlerini, bahse konu iç bölgede tutmaya çalışacaklardı. Diğer yandan İran ve Ermenistan sınırına dayanarak; Van, Kars, İğdır, Ağrı, Erzurum baskı altına alınmaya çalışılacak, özellikle İğdır ve civarında etnik temizlik hedeflenecekti. Tunceli yöresinde halkın değer yargılarına tümden saldırılar yöneltilecek, özellikle Apo'nun deyimiyle "Tunceli'deki Kemalist kafalar" yok edilecekti. O kafalar yok edilmeden Tunceli yöresinde PKK'nın geliştirilmesi ve PKK' nin tutunması beklenmiyordu.
Abdullah ÖCALAN diyordu ki; "O beyinleri bir an önce ve mutlaka ezin ve Tunceli kişiliğini tepeleyin." Ayrıca, Apo'nun tüm yırtınmalarına rağmen, Gaziantep, Kahramanmaraş, Adıyaman, Malatya ve Şanlıurfa'da başarı sağlanamıyordu. Çünkü; adı geçen illerin dahilindeki halk, bir hayli bilinçliydi ve bölücü teröre alet olmak istemiyordu. Mardin'de ise PKK mücadelesi bir med-cezir hadisesini andırıyordu. Örneğin; PKK'nın Mardin'de faaliyet yürüten bir üst düzey elemanı Nusaybin için şunları söylüyordu: "Nusaybin halkının tümü alçaktır, onlar PKK'lı geçinirler ama arkamızı döndüğümüzde bizi arkamızdan hançerlerler. Nusaybin'de, oğul babaya güvenmemelidir. Nusaybin'de görevlendireceğimiz her insanın ardına mutlaka onu denetleye-cek bir başkasını takmamız gerekiyor." O Nusaybin ki, PKK 'nin öğünerek sahip çıktığı ilk kitle eylemlerini başlatan, yüzlerce gencini PKK'ya kaptırmış bir kentti. Görüldüğü gibi; PKK, yalnızca tek tek şahısların posasını çıkarttıktan sonra çöpe atmıyor ama aynı zamanda tüm bir kitleyi de kullanıp, gerekli istifadeyi sağladıktan sonra hain ve alçaklıkla suçlayıp, bir kenara fırlatıverebiliyor. Sonuç olarak; PKK, Botan eyaletine destek olarak iç bölgelerden yalnızca Diyarbakır kuzeyine güveniyor ve oradaki çalışmaları tatminkar buluyordu. Diğer tüm yöreler için ise, ya yöre halkını ya da yörede faaliyet yürüten militanları suçlayarak, onların hainliklerini, geriliklerini ispat etmeye çalışıyordu. Bir başka konu ise; PKK'nın batı illeri için hazırladığı ve PKK'nın bir proto-tipi olarak devreye sokmaya çalıştığı TDHP (Türkiye Devrimci Halk Partisi) de gerekli atılımı yapamadı. Yani beklenen sansasyonel eylemleri başaramadı. Gerçi çok sayıda asalak, PKK'yı eski solcular arasında, bu solculara hevesli gençler içinde pazarlamaya çalıştı.
PKK benzeri bir faaliyetin batıda da yürütülmesinin şart olduğunu ballandıra ballandıra anlatmaya çalıştıysa da istenen ortam yaratılamadı. Yine de bir takım pislik tohumları ekildi, ekilmeye de devam ediliyor. Çünkü; bazı keçi sakallı haramzadeler, bu konuda yırtınırcasına çaba sarf etmektedirler. Her taşın altından çıkmayı marifet sanan; devlete, giderek millete etmedik küfür ve hakaret bırakmayan bu keçi sakallı zat-ı muhteremler, isim sahibi olabilmek için, bugüne kadar bu milletin her değerine küfür etmeyi bir sanat haline getirmişlerdir. Türkiye'nin nimetlerinden standartlar üstü yararlanan bu insanlık fukaraları, bugüne kadar bu topluma en ufak bir katkı sunmamışlardır. Dağdaki çoban bile, yetiştirdiği, beş lediği keçi ve koyunlarla memleketin et ve süt ihtiyacına katkıda bulunuyorken, bu haramzadeler çobanın emeğine bile göz dikecek kadar alçaklaşmalardır.
KUZEY IRAK HAREKATI
(EKİM 1992) PKK çeteleri 1980'li yıllardan beri Kuzey Irak alanını üs bölgesi olarak kullanıyordu. 1990 yılında yaşanan Körfez Savaşı sonrası Kürt aşiretlerinin Türkiye'ye yönelik göçü esnasında da çete, "Ayaklanma esnasında PKK vurgunu" bölümünde anlattığımız şekilde BEHDİNAN ve SORAN olarak ikiye ayrılan bölgeye el koydu. Yurt içine yaklaşık 10-15 Km.'lik derinlikteki eylemlerinin ana üs bölgesini Kuzey Irak; SINAHT, AVAGÖZE, PİRBELA, BANIK, MARSİS, KISMAN, HAFTANIN, ARİ, BASYAN, DURJAN ve HAKURK köyleri ile kırsalı teşkil ediyordu. 1991-1992 yılında Türkiye'ye yönelik saldırıların hemen tümü bu üslerden yapılmıştı. Bu üslerin yokedilmesi veya en azından zararsız hale getirilmesi gerekiyordu. Bölge PKK'nın sadece askeri faaliyetleri değil, siyasi faaliyetleri açısından da önem arzetmeye başlamıştı. Türk Hava Kuvvetleri'nin zaman zaman bu üslere yapmış olduğu hava harekatları yetersiz kalıyor hatta bazı kimselerin; "Hava Kuvvetleri de bir işe yaramıyor!" demesine neden oluyordu. Hava Kuvvetleri elinden geleni yapıyordu, fakat arazi şartları, kullanılan bombaların cinsi ve harekatın karadan destek görmeyişi veya bir kara harekatını destekler mahiyetinde olmayışı nedeniyle bir sonuç alınamıyordu. Özellikle HAKURK bölgesi yıllarca IRAK-İRAN ve IRAKPEŞ-MERGE savaşının cereyan ettiği yerdi ve her taraf sığınaklar depolar, mevzilerle doluydu. IRAK-İRAN savaşı sonrası tarafların yeraltına gömülü olarak bıraktıkları mühimmat, PKK' nin eline geçmişti. Kürt ayaklanması sırasında Irak ordusunun askeri depoları yağmalanmış; silah, teçhizat ve telsizler açıkta silah pazarlarında satılır hale gelmişti. DlYANA ve ERBİL'deki silah pazarlarının en iyi müşterileri önce İran devleti ikinci derecede de PKK olmuştu. Her tip ve her çapta silah, uçaksavarlar, gece görüş sistemleri parayı verene teslim ediliyor, İran ErbilSüleymaniye arasındaki çok gelişmiş bir radar sistemini kaçakçılara söktürüp satın alabiliyordu. Apo, kardeşi Osman ÖCALAN'a kurdurduğu PAK (Partiya Azadiya Kurdistan-Kürdistan Özgürlük Partisi) ile hatırı sayılır şekilde etkin hale geliyordu. Türkiye, PKK'nın Kuzey Irak'taki etkinliğini ivedilikle ortadan kaldırmak, güneyini emniyet altına almak zorundaydı. Bu işin taşaronluğuna soyunan insanlar etrafta dolaşıyordu ve bunların başında da Celal TALABANİ geliyordu. O günlerde Türkiye'den bir KIRMIZI PASAPORT kapabilmek için herşeyi yapabilecek durumdaydı. Mesut BARZANİ sessizdi. Türkiye'de ilgililer ne TALABANİ'yi ne de BARZANİ'yi doğru dürüst tanırdı, ellerindeki bilgiler, "Hamoya, Mamoya sormak" suretiyle elde edilmişti. Çünkü; istihbarat faaliyetleri bir zamanların "TEŞKlLAT-l MAHSUSA" sı gibi değil alelusul yürütülüyordu. Yazdıklarımız yetkilileri üzmesin ama gerçek budur! Ellerini vicdanlarına koyarak sağduyu ile düşünsünler ve cevap versinler; Ortadoğu ülkelerinin sosyo-politik, ekonomik, kültürel yapılarını biliyorlar mı? Konu ile ilgili belirli makamlarda oturanlardan kaç kişi bize; Irak'ta kaç örgüt var, çizgileri nedir, sorumluları kimlerdir, özgeçmişleri nedir, arşivlerde resimleri var mı, bu kişilerin ve örgütlerin zaafları nelerdir, batı dünyası bunları nasıl görür? Sorularımıza kitapları ve arşivleri karıştırmadan anında cevap verebilecek kaç kişi var.?
Bir veya bilemediniz iki kişi... Ben yanılıyorsam, yetkililer yanılmıyorlardır. istihbaratın bir bilim olduğu; derme çatma örgütlenmeler ve sıradan kişiliklerle yürütülemeyeceğini artık herkes bilmektedir. Bütün bu derme çatmalığa rağmen "biz istihbarat alamıyoruz" diyenlere de bir sözümüz olacak; Biz, Güneydoğu ve batıdaki istihbaratçılarla da görüştük. Onların bu konuda dertli olduğunu anladık ve anladığımız kadarıyla istihbarat alıyorsunuz. Bazı olaylarla ilgili olarak çok sağlıklı istihbarat elde ediliyor, fakat birileri alınan istihbaratı ne yapacağını bilmiyor. Modern istihbarat, istihbaratçının aldığı bilgileri gene kendisinin icra elemanlarıyla değerlendirmesi esasına dayanmaktadır. Güneydoğu'da edindiğimiz izlenim odur ki; istihbaratçılar pek adam yerine konmamaktadır. Biz gene konumuza dönelim. Evet, TALABANİ kimdir, BARZANİ kimdir, Kürdistani Cepheyi hangi örgütler teşkil ediyor, bunların PKK ile ilişkileri, ittifakları nedir? Bütün bunlar bilinmiyordu. Bilinmiyordu, ancak gene de birşeyler yapılması gerektiği ortadaydı. Ve yaptılar. Birbiri ardına görüşmeler yapıldı. Açıkçası Türkiye Kuzey Iraklı Kürtleri, Kürtler de Türkiye'yi kullanmak istiyordu. İşin içinde uluslararası siyaset cambazı, işportacı Celal TALABANİ olduğuna göre kim kimi ne kadar kullanmıştır, bu konuda bir yorum getirmek istemiyoruz. PKK; Irak topraklarında SINAHT, DERESİSH, MERGASİSH, ERA, MARSİS, HANTUR DAĞI, PİRBELA, ŞABANİYE DAĞI, SHİVE, KISHAN, NAZDUR, SULİ, BAZYAN, ARI, HAKURK hattında yerleşmişti.
PKK'nın güneyinde 20 tabur kuvvetindeki Peşmerge, 2 Ekim 1992 günü önce ZAHO'dan kuzeye doğru, daha sonra da HAKURK bölgesine saldırıya geçti. Peşmer-geler sabahları araçlarına biniyorlar, saat 08.00 sularında PKK mevzilerine ateş açıyorlar ve akşam 17.00 sıralarında da evlerine dönüyorlardı. Bu komedi, Peşmerge güçleri PKK karşısında önemli kayıplar verene kadar devam etti. Durumun vahametini anlayan Kürdistani Cephe güçleri işi daha sıkı tutmaya başladılar. Harekatın başında ZAHO cephesini yüz kilometre uzaktan idare etmeye çalışan Fadıl MUTNİ nihayet ZAHO'ya geldi. HAKURK cephesinde KYB komutanları KÖSRAT ve ŞERDİL, patronları TALABANİ'nin talimatı üzerine ilk günden beri PKK ile görüşmelere başlamışlardı. Dönen dolaplardan başlangıçta BARZANİ'nin haberi yoktu. Türkiye'ye verdiği sözü tutmaya çalışıyor ve adamlarına; "Bu savaş bir kaç ay daha gecikseydi çatışmalar ZAHO'da değil ERBİL ve Süleymaniye'de başımıza gelecekti" diyordu. Mesut BARZANİ kişilik olarak dürüst davranıyordu ama bakalım adamları öyle miydi? Kuzey Irak'ta iki aşiret, Kürtler arasında savaşçılıklarıyla isim yapmıştır. Bunlardan birisi ZEBARİ aşireti, diğeri de SİNDİ aşiretidir. ZAHO ve bölgesi SİNDİ aşireti bölgesiydi. PKK, bu aşiret içerisinde yıllardır barınmış ve bu aşiretin önemli bir bölümü kendisi için zararsız hale gelmişti. Aşiretin kabile reisleri ticari çıkarlarını düşünüyorlardı. ZAHO, Türkiye'nin SİLOPİ ilçesinin komşu-suydu ve aralarında HABUR Gümrük Kapısı mevcuttu. PKK, bu kapıya ve kapıya gelen erzak ve mazot kamyonlarına ambargo uygularsa ne olacaktı? Nitekim PKK ambargoyu uyguladı.
Hem de VİRANŞEHİR, KIZILTEPE, NUSAYBİN, CİZRE, SİLOPİ, HABUR arasındaki devlet karayolunu keserek! Bu yoldan geçen kamyonları güpegündüz yakarak ve şoförlerini öldürerek! Yollarda alınan emniyet tedbirleri yeterli değildi. Tüm şoförlerin aileleri tehdit altındaydı. Karara uy-mayıp yük alan şoförlerin aileleri öldürülecekti. Buna rağmen ambargoyu dinlemeyen şoförler, CİZRE'ye kadar koruma altında getiriliyor, CİZRE'de kamyonlarının camları halk tarafından kırılıyordu. Dahası da var; yol üzerindeki köprülerin bir bölümü patlayıcılarla uçuruluyor veya zarar veriliyordu. PKK'nın kökleşmiş etkileri ve ticaretin durmasıyla birlikte SİNDİ! aşireti gevşemişti. ZAHO cephesinde GULYA aşiret reisi Halil AZİZ, BATUFA'da oturuyordu ve PKK sempatizanıydı, SİNDİ aşireti MİÇOLYA kabile reisi Halit ŞEYHO, PKK ile içiçeydi ve ZAHO PKK sorumlusu olan ZİNAR ve REWŞEN kod adlı militanlar evinde kalıyorlardı. SİNDİ aşiretinden olup TİLKEBER köyünde oturan Koçer, SORU I-KDP içinde Tabur Komutanı olmasına rağmen PKK'nın en güvendiği adamlardandı. Gene SİNDİ aşiretinden TİLKE-BER'li LEŞKER ile DERKAR'lı Ali KADO, PKK sempatizanıydılar. Celal TALABANİ'nin o günlerdeki yardımcısı NU-ŞİRVAN ise SİNDİ aşiretine baskı yapıyordu. Kısa bir süre önce ZAHO' da KYB'li gösterilen ve gerçekte PKK'nın adamı olan Sadık ÖMER isimli bir şahıs öldürülmüş, onun intikamı, UKDP'li bir kabile reisinin kendisi ve çocuğu aracıyla birlikte yakılmak suretiyle alınmıştı. Kısaca, ZAHO cephesi sallantı içindeyken 05.10.1992 günü HAKURK cephesinde herşey sona ermişti. Yani harekattan tam 3 gün sonra! TALABANİ' nin komutanları KÖSRAT ve ŞERDİL, ustalarından öğrendikleri tezgahtarlıkla işlerini çabuk bitirmişler ve Osman Ö-CALAN ile anlaşmayı yapıvermişlerdi! 24 gün sonra yani, 29.10. 1992 günü giriş bölümünde okuyucuya sunduğumuz PKK-Kürdistani Cephe anlaşması imzalanmıştı. Türkiye olup bitenlerden habersizdi.
Açıkçası TALABANİ 24 gün dalga geçmişti. Kim ne derse desin gerçekten çok uyanık ve çağdaş (!) bir işportacıydı. Anlaşma maddelerinin ne anlama geldiğini okuyucunun taktirine bırakıyoruz. Evet ZAHO cephesi çöküyordu. APO, ceviz kadar beyniyle LAZKİYE'den telsizle, telefonla; "Sonuna kadar direnin, o bölge BOTAN-BEHDlNAN savaş hükümetinin merkezidir" diyordu. PKK cephe savaşına başlamıştı. Gerilla tarzında savaşamıyordu ve çember içerisine düşmüştü. PKK imha oluyordu. APO pek tabiidir ki, harekat sonrası yaptığı açıklamalarda böyle bir emir vermediğini söyleyecek ve her zaman olduğu gibi kıvırtacaktı. Türk Komando Birlikleri ve Zırhlı Birlikler ZAHO'ya girdiler. Öyle çok güçlü birlikler sokmaya gerek yoktu. Eğitimi normal Türk askeri, zırhlı birlik kuşatmasıyla beraber kadın ve çocukları çok kolay öldüren PKK'lı canileri boğazlayıver-mişti. Türkiye'nin Güneydoğu sınırının güneyi PKK'dan temizlenmişti. Bu temizlik sonunda PKK'nın kaybı; 1500-2000 teslim olan, 900-1000 yaralı, 1500-2000 ölü, toplam 4000-4500 kişi olarak hesaplanmaktadır Ve APO da bu rakamları kendi ağzıyla teyid etmektedir. 300 tonu aşkın yiyecek, 650 bin çeşitli çapta fişek, 3600 civarında Kaleşnikof piyade tüfeği ele geçirilmiştir. Türk Silahlı Kuvvetleri'nin bu harekattaki askeri başarısı inkar edilemez. Peki TSK'nin temizlediği bölge 1993 yılı başı itibariyle boş mudur? Hayır! 40'ar 50'şer kişilik PKK grupları gene aynı yerlere girmiştir. Yerleşim yeniden başlamıştır. Bizim ısrarla üzerinde durduğumuz konu da budur. Ocak 1993 tarihi itiba riyle başını PKK Kuzey Irak sorumlusu CEMAL kod MURAT KARAYILAN'ın çektiği yeniden yerleşim faaliyeti aralıksız sürmektedir. Türk Ordusu'nun yaptığı harekata gölge düşür mek gibi bir niyetimiz yoktur. Açıkça belirtelim; PKK Kuzey Irak'ta Türk ordusu tarafından kafasına vura vura ezilmiştir. Ancak; Harekatın siyasi sonuçları başından bellidir. Kürdista- ni Cephenin TALABANİ yani KYB kanadı PKK'yı korumakta ve kollamaktadır. TALABANÎ'nin eline, Türkiye'ye karşı başı sıkıştığında kullanmak üzere PKK kartı geçmiştir. İşportacı; ABD'de Behram SALİH, Avrupa'da Şeyh Latif REŞİT, Türki ye' de Sarçil KAZAZ, Irak içinde de Cebbar FERMAN ve Po- litbüro sekreteri Abdülfettah vasıtasıyla bu kartı oynamaya başlamıştır. Gene Ocak ayı itibariyle Kuzey Irak'taki PKK faaliyeti, Peşmergelerin Türkiye destekli olarak kurmakta ol dukları "KARAKOL'lardan ötürü değil; Napolyon ve Hitler'i yenen "GENERAL KIŞ" nedeniyle durmuştur. Temenni et mediğimiz halde, 1993 baharı ve yazının bu bölgede çok sıcak geçeceğini söyleyebiliriz. Belki büyüklerimizin bir bildiği vardır diyoruz ama bir de bizim şu meşhur işportacıyı bir tanıyabilselerdi, işte o zaman PKK tamamıyle imha edilebilir di. Düşüncemize göre tarihi bir fırsat daha heder edilmiştir. Peşmerge-PKK anlaşması sonucu sınır bölgesinde halen PKK çetelerinin bulunduğu ve buralara yeniden PKK'lıların geldiğine dair, I-KDP lideri Mesut BARZANİ'nin 29 Aralık 1992 günü koalisyon hükümeti radyo televizyonunda okunan konuşma metninin ilgi çekeceğini düşündük, okuyucularımızın takdirine sunuyoruz;
"KÜRT HALKI, PKK'NIN SON DURUMUNU GÖRDÜNÜZ. PKK KÜRT HALKINI ASLA SEVMEZ. ONLARIN HEDEFi; KÜRT HALKINI KIŞKIRTMAK VE KARIŞTIRMAKTIR. KARDEŞİN KARDEŞE VURDURULMASI BİZE DAYATILMIŞTIR. BUNLARI SİZE DUYURARAK DAVAMIZIN HAKSIZ OLMADIĞINI SÖYLÜYORUZ. SAVAŞTA PKK TERÖR ÖRGÜTÜ ELEMANLARINI İMHA ETTiKTEN SONRA ONLARDAN GERİYE KALANLAR, ESİRLER VE DiĞER KAMPLAR-DAKlLER HALKIMIZ ALEYHİNDE PROPAGANDA YAPACAKLARDIR. AYNI ZAMANDA BUNU KARDEŞ VE DOSTUMUZ OLAN TÜRKiYE CUMHURiYETi ADINA DA YİNE ALEYHTE PROPAGANDALARINI SÜRDÜRECEKTİR. PKK TEMSİLCİLERİ, ABDULLAH ÖCALAN'A VE OSMAN ÖCALAN'A DUYURUDUR. HAREKATTAN ÖNCE OSMAN ÖCALAN ANLAŞMALARIMIZIN BÜTÜN MADDELERİNİ KABUL ETMiŞTi. HÜKÜMETİMİZİN KARARLARINA DA KATILDIKLARINI BELİRTMİŞLERDİ. KABUL ETTiKLERi ŞARTLARA GÖRE ÖNCE SINIR BOŞALTACAKLARDI. KÜRT HALKINA ARTIK SALDIRMAYACAK VE DÜŞMANLIĞI SONA ERDİRECEKLERDİ. KESİNLİKLE YAPTIKLARI İLE iLGiLi KÜRT HALKI iÇiNDE PROPAGANDA YAPMAYACAK, DEDİKO-DU YAPMAYACAKTI. KÜRT HÜKÜMETİ DE BUNU KABUL ETMİŞTİ. DOLAYISI İLE SAVAŞI DURDURMUŞTU. BiZ ŞiMDiYE KADAR PKK'NIN YAPTIKLARINDAN ÇOK RAHATSIZ VE HUZURSUZ OLDUK. KÜRDİSTAN HALKI OLARAK ÇOK ZORLUKLARA KATLANACAĞIZ VE TAHAMMÜL EDECEĞİZ. PKK'NIN DİLİ UZUNDUR. KONUŞMALARINA DEVAM EDECEKTiR. BiZiM HALKIMIZ ADINA DA HÜRRİYET GAZETESİNDE BİZİ KÜÇÜLTÜCÜ ALÇALTICI YAZILAR YAZDILAR. BU BiZiM ONLARLA YAPTIĞIMIZ ANLAŞMALARIN KARŞILIĞI VE CEVABI OLMAMALIYDI. TÜRKİYE'DE, İRAN'DA BULUNAN PKK MENSUPLARINI ÜST DÜZEY YETKİLİLERİ SINIRLARIMIZA GÖNDERİYOR. BUNLARDA ANLAŞMAMIZI BOZMAK İÇİNDİR. BUNLARI BİZ TÜM KÜRT HALKINA DUYURDUK. TÜRKİYE'DE BULUNAN KÜRT HALKINA DA DUYURUYORUZ. PKK, YAPTIĞI OLAYLARLA KATLİAMLARLA KENDiNi BELLi ETMEKTEDiR. YAPTIKLARI KÜRT HALKINA İHANET, YALAN VE KAN DÖKMEKTEN İBARETTİR. BU KÜRT HALKINA YAPILAN BİR İHANETTİR. PKK BEKAA VADİSİ VE LÜBNAN'DA KÜRTLÜK VE KÜRT TARiHi VARDIR DİYOR. BU PROPAGANDALARI YAPIYOR. YAPTIĞIMIZ ANLAŞMAYI BOZMAK İÇİN İSTİYORLAR Kİ, YENİDEN BİR KARDEŞLiK SAVAŞI ÇIKSIN. BUNU TÜM KÜRDİSTAN HALKINA DUYURUYORUZ. TÜM KÜRT HALKININ BİLGi-Sİ OLSUN. BİZ DOĞRU YOLDAYIZ DOĞRU SÖYLÜYORUZ. SÖYLEDİĞİMİZ SÖZLER DOĞRUDUR. PKK ANLAŞMAYI BOZMAYI İSTiYOR, GÜNAHI PKK' NİN ÜSTÜNEDİR. KENDİSİNİ ÇOK BÜYÜK GÖRMÜŞ, ŞAŞIRMIŞ VAZİYETTE. NE YAPTIKLARINI BİLMİYORLAR. TÜM HALKIMA DUYURUYORUM. HERKESE DUYURUYORUZ BUNLARI ÇARESİZ DURUMA GETİRELİM, SÖYLEDİKLERİMİZİ KABUL ETTİRELİM."
Görüldüğü üzere Mesut BARZANİ, PKK'nın yeniden çıkarıldığı bölgeye dönmekte olduğunu söylemektedir. TALABANÎ'nin bu konuda neler düşündüğünü araştırdık fakat herhangi bir belge elimize geçmedi. Tepkisinin ne olacağını merak ediyoruz. Kendileri kusurumuza bakmasınlar ancak diğer merakımız da; Türk makamlarına "Radyo istasyonu malzemesi, TV malzemesi vs."diyerek 1992 ARALIK ayında HA-BUR sınır kapısından SARÇİL KAZAZ'ın vasıtasıyla Kuzey Irak'a götürdükleri ve istihbarat teşkilatlarının kullandığı profesyonel nitelikli "DİNLEME CİHAZLARl"dır. Bu cihazlar Türkiye'ye nasıl girdi? Ne kadarı Türkiye'de kaldı? KYB, ANKA- RA'da bu cihazları kullanıyor mu, nereyi ve kimleri dinliyor? Yoksa bunları SADDAM'ı dinlemek için mi aldı? Her şey bir yana, buradan ilgililere bir kere daha seslenmek istiyoruz; PKK, Kürt halkının istekleri doğrultusunda organize olmuş bir örgüt değildir. Türkiye Cumhuriyeti Devletinin Kürt sorunu yoktur. Birileri sorun adı altında TC'yi zorlamakta ve kendilerine çıkar temin etmektedirler. Ve, gene yetkili birileri TALABANİ-KAZAZ ikilisinin HA-BUR Gümrük Kapısı üzerinden yaptıkları kaçakçılıkta alet olmaktan artık vazgeçmelidirler. İnsani yardım adı altında Kuzey Irak'a sokulan tüm malzemelerin yoksul Kürtler'e dağıtımı yerine satıldığını öğrenmelidirler. Ayrıca bu yetkililerin neden sadece TALABANİ'nin kamyonlarına izin verdikleri de merak konusudur. Unutmadan şunu da ilave edelim; ANKARA'daki TALABANİ ve BARZANİ temsilcilikleri sanki silah deposu gibi. Yoksa KYB ve KDP'ye Elçilik statüsü falan mı tanıdınız? Adamlardaki mevcut SSB telsizleri; Telsiz Genel Müdürlüğü tarafından denetleniyor mu? Bu adamların korumaya ihtiyacı varsa devlet korusun, yakışan budur. Bellerinde 14'lü tabancalarla ANKARA'da dolaşmaları biraz acayip olmuyor mu?..