TEVHİD VE TEVEKKÜL
İmam-ı Gazâli
1.Giriş
2.Tevekkül'ün Fazileti
3.Tevekkül'ün Esası Olan Tevhîd'in Hakikati
4.Tevekkül'ün Halleri ve Amelleri
5.Tevekkül Hali
6.Tevekkül Halleri Hakkında Şeyhlerin Sözleri
7.Tevekkül Sahiplerinin Amelleri
8.Aile Sahibi Kimselerin Tevekkülü
9.Sebeplere Sarılmak Hususunda Tevekkül Sahiplerinin Hallerini İzah Eden Bir
Misâl
10.Eşyaları Çalındığında Tevekkül Sahiplerinin Göstermesi Gereken Âdâb
11.Bazı Hallerde Tedaviyi Terketmenin Makbul Olup Tevekkülün Kuvvetli Oluşuna
Delâlet Etmesi
12.Her Durumda Tedaviyi Terketmenin Daha Üstün Olduğunu Söyleyenlere Reddiye
13.Hastalığı Açıklamak ve Gizlemek Hususunda Tevekkül Sahiplerinin Halleri
*1.Giriş
Hamd; mülk ve melekûtu tedbîr eden, izzet ve ceberrût'un biricik sahibi olan,
gökleri direksiz yükselten, kulların rızıklarını o göklerde kılan Allah'a
mahsustur. O Allah ki kalp ve akıl sahiplerinin gözlerini vasıta ve sebeplerden
sebeplerin müsebbibine çevirmiş, onların himmetlerini sebeplerin müsebbibinden
başkasına iltifat etmekten müstağni kılmıştır.
Onları kendisinden başka bir müdebbir'e itimat etmekten uzaklaştırmıştır! Onlar
O'ndan başkasına ibadet etmediler. Çünkü onlar O'nun Bir, Ferd, Samed ve İlâh
olduğunu bildiler. Bütün halk sınıflarının kendileri gibi onun kulları olduğunu
ve onlardan rızık talep edilmediğini tahkiken bildiler ve yine kainatta bir tek
zerreciğin Allah'a döneceğini, ve her mahluğun rızkının Allah'a ait olduğunu
bildiler. O'nun kullarının rızkına kefil olduğunu kesinlikle anladıkları zaman
O'na tevekkül ettiler ve Hasbunallah ve ni'me'lvekîl (Allah bize kâfidir ve O
ne güzel vekildir!) dediler.
Salât ve selâm bâtılları yok eden, dosdoğru yola hidayet eden Hz. Peygamber'in,
âlinin ve ashabının üzerine olsun! Yârab! Onlara salât ve selâm et!
Tevekkül, din mertebelerinden bir mertebedir. Yakîn sahiplerinin makamlarından
bir makamdır. Allah'a yakın olanların derecelerinin en yükseklerindendir.
Tevekkül, ilim bakımından çözülmesi çok güç bir meseledir. Amel bakımından da
pek zordur. Tevekkülü anlamanın zorluğu şudur: Sebeplerin mülâhazası ve sebeplere
güvenmek, tevhîdde şirk koşmaktır. Sebeplerin mülâhazasından tamamen uzaklaşmak
ise, sünnetullah'a (Allah'ın kanununa) ta'n etmek ve şeriatı kınamaktır! Hiçbir
şey yapmaksızın sebeplere yaslanmak, aklın yüzünü bozmak ve cehalet hastalığına
dalmak demektir. Şeriat, Nakil ve Tevhîd'in isteğine uygun bir şekilde
tevekkülün mânâsını tahkik ve tedkik etmek ise gayet zordur! Gizliliğin
şiddetine rağmen bu perdeyi açmaya ancak âlimlerin hassasları güç yetirebilir.
Öyle âlimler ki Allah'ın lütfu olarak, hakîkat nûrlarıyla gözlerini
sürmelemişlerdir. Oldukça derine dalmışlardır. Sonra Allah tarafından
konuşturulduklarında müşahede ettiklerini ifade etmeye çalışmışlardır. Biz ise
şimdilik bir mukaddime kabilinden, tevekkülün faziletini zikretmeye
çalışacağız. Sonra kitabın birinci şıkkında buna Tevhid bahsini ekleyeceğiz.
Tevekkülün halini ve amelini kitabın ikinci bölümünde zikredeceğiz.
*2.Tevekkül'ün Fazileti
Ayetler
Eğer mü'min iseniz Allah'a tevekkül ediniz.(Mâide/23)
Tevekkül edenler, Allah'a dayansınlar.(İbrahim/12)
Kim Allah'a tevekkül ederse, Allah ona kâfidir.(Talâk/3)
Çünkü Allah, kendine dayanıp güvenenleri sever.(Âlu İmran/159)
Allah o makam sahibini sever. Onun sahibi Allah'ın zimmetindedir. O ne büyük
makamdır. Allah'ın kendisine kâfi olup, sevip koruduğu kimse, muhakkak büyük
bir zaferi elde etmiştir; zira mahbub, azap vermez, uzaklaştırmaz ve mahrum
bırakmaz.Allah, kuluna kâfi değil mi? (Zümer/36)
Bu bakımdan Allah'tan başkasına güvenen tevekkülü terkedendir. Böyle bir kimse
bu ayeti yalanlayanın ta kendisidir. Çünkü bu ayet, hakkı söyletmek hususunda
bir suâldir.
İnsanın üzerinden, henüz kendisinin anılan birşey olmadığı uzun bir süre
geçmedi mi?(İnsan/l)
Kim Allah'a tevekkül ederse muhakkak Allah Aziz ve Hakîm Air,(Enfâl/49)
'Aziz'dir'; kendisine sığmanı zelîl ve cenâbına iltica edeni zayi etmez.
'Hakîm'dir'; tedbirine tevekkül eden bir kimsenin tedbirinde kusur etmez.
Allah'tan başka taptıklarınız size rızık veremezler. Siz rızkı Allah'ın yanında
arayın, O'na ibadet edin!(Ankebût/17)
Oysa göklerin ve yerin hazineleri Allah'ındır. Fakat münâfıklar
anlamazlar.(Münâfikûn/7)
Bütün işleri O idare eder. O'nun izni olmadan hiç kimse şafâat edemez.(Yunus/3)
Kur'an'da Tevhid'den her ne zikredilmişse o, Allah'tan başkasından ilgiyi kesip
Vâhid ve Kahhâr olan Allah'a tevekkül etmeye çağırmaktadır.
Hadîsler
Hz. Peygamber (s.a) İbn Mes'ud'un rivayet ettiği bir haberde şöyle buyurmuştur:
Mahşerde bana bütün ümmetler gösterildi. Ümmetimi dağ ve ovaları doldurduğu
halde gördüm. Onların çokluğu ve görünüşleri hayretimi çekti. Bana denildi ki:
- Razı oldun mu?
- Evet! Razı oldum.
- Bunlarla beraber yetmiş bin kişi vardır ki cennete hesapvermeden
gireceklerdir.
Ashab Hz. Peygamber'e şöyle sordu:
- Onlar kimlerdir ey Allah'ın Rasûlü!
- O kimseler dağlanmazlar, kuşları uçurmak suretiyle uğurtutmazlar ve
başkasından muska istemezler. Ancak rablerine tevekkül ederler.
Hz. Peygamber bunları söyledikten sonra Ukkaşe b. Mıhsan el-Esedî ayağa
kalkarak dedi: 'Ey Allah'ın Rasûlü! Allah'tan beni onlardan kılmasını dile!'
Bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle buyurdu: 'Ey Allahım! Ukkaşe'yi onlardan
kıl!' Bu sözünden sonra başka bir sahabî ayağa kalktı ve 'Ey Allah'ın Rasûlü!
Allah'ın beni de onlardan kılmasını dile' dedi. Hz. Peygamber (s.a) 'Ukkaşe bu
hususta seni geçti'1 buyurdu.
Yine Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:
Eğer sizler gereği gibi Allah'a tevekkül etseniz, muhakkak kuşların rızkını
verdiği gibi, sizin rızkınızı da verir. Kuş sabahleyin aç çıkar, akşam tok
olarak yuvasına döner!2
Kim her şeyden yüz çevirip Allah Teâlâ'ya yönelirse, Allah Teâlâ her sahada ona
kâfi gelir ve ummadığı bir yerden onun rızkını verir. Kim dünyaya yönelirse
Allah Teâlâ onu dünyaya havale eder.3
İnsanların en zengini olmak kimin hoşuna giderse o, Allah'ın nezdindeki şeye
elindekinden daha fazla güvenmelidir.4
Hz. Peygamber aile efradının başına bir sıkıntı geldiğinde şöyle buyururdu:
Namaza kalkın! Çünkü rabbim bana bunu emretti: 'Ailene namazı emret, kendin de
ona devam et! Biz senden rızık istemiyoruz. Seni biz besliyoruz. Güzel âkibet
takvâ sahiplerinindir'.(Tâhâ/132)
Kim başkasından muska talep eder veya dağlanırsa o, tevekkül etmemiştir.5
Rivayet ediliyor ki: İbrahim (a.s) mancınıkla ateşe atıldığı zaman Cebrail
yaklaşıp 'Bir ihtiyacın var mı?' diye sorunca, İbrahim (a.s) 'Sana hiçbir
ihtiyacım yoktur' dedi. Bu sözünü daha önce Hasbinallahu ve ni'mel vekîl (Allah
bana kâfidir ve O ne güzel vekildir) sözünü yerine getirmek için haykırdı; zira
İbrahim (a.s) ateşe atılmak üzere tutulduğunda böyle demişti. Bu nedenle Allah
Teâlâ şu ayeti indirdi:
Ve çok vefâkâr İbrahim'in...(Necm/37)
Allah Teâlâ, Hz. Dâvud'a (a.s) vahyederek şöyle buyurmuştur: 'Ey Dâvud!
Herhangi bir kulum halktan yüz çevirip bana sığınırsa, o kuluma gökler ve yer
ehli hile yapmak istese bile ona mutlaka bir çıkış yolu ihsan ederim!'
Ashab'ın ve Alimlerin Sözleri
Tâbiînden Saîd b. Cübeyr şöyle anlatıyor: 'Bir defa beni akrep ısırdı. Bundan
ötürü annem muska yapmam için bana yemin verdirdi. Bunun üzerine ben de
ısırılmamış elimi muskacıya uzattım'.
Ve (hiçbir zaman) ölmeyen (Allah'a) tevekkül et ve O'nu överek tesbih et.
Kullarının günahlarını O'nun bilmesi yeter.(Furkan/58)
İbrahim b. Ahmed el-Havvas bu ayeti sonuna kadar okuduktan sonra dedi ki: 'Bu
ayetten sonra bir kul için, Allah'tan başka hiç kimseye sığınması uygun
değildir'.
Uyku âleminde bir âlime denildi ki: 'Kim Allah'a güvenirse o, kuvvetini veya
nafakasını korumuş olur!'
Bir âlim şöyle demiştir: 'Senin için Allah'ın zimmetinde bulunan rızık, sana
farz kılınan amelden seni alıkoymasın ki o zaman ahiretin zayi olur. Dünyadan
da ancak Allah'ın sana takdir ettiğini elde edersin'.
Yahya b. Muaz şöyle demiştir: 'Talep etmeksizin kulun rızık elde etmesinde,
rızkın kulu talep etmekle görevli olduğuna dair açık bir delil vardır!'
İbrahim b. Edhem dedi ki: "Bir rahibe şöyle sordum: 'Nereden yiyorsun?'
Bana 'Bunun ilmi bende değildir. Fakat bana nereden yedirildiğini rabbimden
sor' diye cevap verdi".
Harem b. Hayyam6 Veysel Karanî'ye şöyle sordu: 'Nerde olmamı emredersin?'
Veysel Karanî, Şam'a işaret etti. Harem 'Orada geçim nasıldır?' deyince Veysel
'Şu kalplere yazıklar olsun! Onların içine şüphe düşmüştür. Nasihat olanlara
fayda vermez' dedi.
Bazıları şöyle demiştir: 'Ne zaman ki Allah'a, vekil olmak yönünden razı
olursan, her hayra giden yolu elde edersin'..
Allah Teâlâ'dan güzel edep talep ederiz.
1) Müslim,Buhârî
2) Tirmizî,Hâkim
3) Taberânî
4) Hâkim, Beyhâkî
5) Taberânî, Tirmizî, Nesâî ve İbn Mâce
6)İbn Abdilberr Ashab 'ın küçüklerinden olduğunu söylemiş, İbn Ebî Hâtim ise bu
zâtı Tabiîn'in sekiz zâhidi arasında saymıştır.
*3.Tevekkül'ün Esası Olan Tevhîd'in Hakikati
Tevekkül, imanın kapılarındandır. İmanın kapıları ancak ilim, hâl ve amelle
düzene girer. Böylece tevekkül, esas olan ilim, meyve olan amel ve tevekkül
ismiyle kastolunan bir hâl meydana getirir.
Bu bakımdan esas olan ilmin beyanıyla meseleye başlayalım. Bu ilim, lisanın
esasında iman diye adlandırılan ilimdir; zira iman tasdik (doğrulama) demektir.
Kalple olan her tasdik ilimdir. Kuvvet bulduğu zaman adı yakîn olur. Fakat
yakînin kapıları çoktur. Biz, üzerine tevekkülü bina edeceğimiz yakîne
muhtacız. O da La ilâhe illallahü vahdehû lâ şerîkeleh (Allah'tan başka mabud
yok! Allah birdir. O'nun ortağı yoktur) sözünün tercümesi olan Tevhid'dir.
Lehül Mülk (Mülk ancak O'nundur) sözünün tercümesi ve tefsiri nisbetinde
kudrete imandır. O cömertlik ve hikmet ki ona velehül hamd (hamd ancak O'nadır)
sözü delâlet eder. Bu bakımdan kim 'Lâ ilâhe illallahü vahdehû lâ şerîke leh.
Lehül mülkü ve lehül hamdü ve hüve alâ külli şey'in kadir' (Allah'tan başka
ilah yoktur. O tek, bir Allah'tır. Ortağı yoktur. Mülk ancak O'nundur. Hamd
ancak O'na mahsustur. O her şeye hakkıyla kâdirdir) dese, tevekkülün esası olan
iman bu kimse için tamamlanır. Benim gayem; bu sözün mânâsının söyleyenin
kalbinden ayrılmayan bir vasıf ve ona hâkim olan bir nitelik olduğunda,
tevekkülün esası olan imanın onun için tamamlanacağını anlatmaktır.
Tevhîd'e gelince, o esastır. Onun hakkında söz çok uzar. O, mükâşefe
ilimlerdendir. Fakat mükâşefe ilimlerinin bir kısmı, haller vasıtasıyla
amellere bağlıdır. Muamele ilmi de ancak onlarla tamamlanır, Bu bakımdan biz,
ancak muameleye bağlı bulunan miktardan bahsedebiliriz. Tevhid, sahili
bulunmayan engin bir denizdir.
Tevhîd'in dört mertebesi vardır. Tevhid öze, özün özüne, kabuğa, kabuğun kabuğuna
bürünür. Kavramaktan zayıf olan zihinlere yaklaştırmak için, biz buna kabuğunda
bulunan cevizden bir misal verelim: Cevizin iki kabuğu ve özü vardır. Özünün de
yağı vardır ki o, özün özü olur.
Tevhîd'in birinci mertebesi, insanın diliyle Lâ ilâhe illâllah, kalbi gafil
veya inkâr edici olmadan demesidir. Münafıkların Tevhîd'i gibi...
Tevhîd'in ikinci mertebesi, lafzın mânâsını kalben tasdik et-mektir. Nitekim
bütün müslümanlar bunu tasdik ederler. Bu ise halk tabakasının inancıdır.
Tevhîd'in üçüncü mertebesi, hak nûrunun vasıtası ve keşif yoluyla, o mânâyı
müşahede etmektir. Bu makam, Allah'ın dergâhına yaklaştırılan mukarreblerin
makamıdır. Bunun mânâsı: Birçok şeyi müşahede ettiği halde onların çokluklarına
rağmen, kahhâr ve bir olan Allah'tan sâdır olduklarını bilmek demektir.
Tevhid'in dördüncü mertebesi, varlıkta birden başkasını gör-memektir. Bu ise
sıddîkların müşahedesidir. Sûfîler buna el-fenâ fıt-Tevhîd (Tevhîd'de fâni
olmak) adını verirler. Çünkü şahıs, birden başkasını görmemek hasebiyle,
nefsini dahi görmez. Tevhid'le müstağrak olduğundan dolayı, nefsini
görmediğinden, Tevhîd hususunda nefsinden de fâni olur. Yani hem nefsini
görmekten, hem de halkın görmesinden yok olur.
Birincisi, sadece diliyle muvahhid'dir. Bu şekildeki tevhid, sadece dünyada
sahibinin boynunu şeriatın kılıcından korur.
İkincisi, söylediğine kalben inanan ve söylediğim kalbi yalanlamayan bir
muvahhiddir. Bu tevhid, kalp üzerine vurulan bir düğümdür. Bunda kalp genişliği
yoktur. Fakat sahibi eğer bu inanç üzerinde ölmüş ve imanı günahlarla
zayıflamışsa ahirette onu azaptan korur. Bu düğümün birtakım hileleri vardır.
Onların zayıflatılıp sökülmesi gerekir. O hilelere bid'at adı verilir ve bir
takım hileleri vardır ki onlarla çözülmenin ondan uzaklaştırılması istenilir ve
yine onlardan bu düğümün sağlamlaştırılması ve kalp üzerine iyice bağlanması
kastolunuyr. Bu ikinci duruma da kelâm adı verilir. Kelâmı bilene de mütekellim
adı verilir. Mütekellim, mübtedi'in (bid'atçı'nın) zıddıdır. Mütekellimîn
gayesi, bid'atçıyı bu düğümü halk tabakasının kalplerinden çözmeyi istemekten
uzaklaştırmaktır. Bazen mütekellime, muvahhid ismi de tahsis olunur. Çünkü
kelâmıyla halk tabakasının Tevhîd'ini kalplerinden bu düğümün çözülmesi için
korumak ister.
Üçüncüsü şu mânâ ile muvahhiddir: Hak, olduğu gibi kendisine keşfolunduğunda
bir failden başkasını görmez. Hakîkat açısından ancak bir fail görür. Böyle
gördüğü zaman hakîkat olduğu gibi kendisine keşfolunmuş demektir. Mânâsı;
kalbini hakîkat lâfzının mefhumu üzerinde bağlamaya zorlamak değildir. Çünkü
böyle bir mertebe, halk tabakasının ve kelâmcıların mertebesidir; zira kelâmcı,
avâmdan inanç hususunda ayrılmaz. Yani ikisi de bu hususta eşittir. Kelâmcının
avâm tabakasından üstünlüğü ancak bu düğümü çözmekte bid'atçının hilelerini defetmeye
yararlı kelâm sanatını bilmesindendir.
Dördüncüsü şu mânâ ile muvahhiddir: Onun şuhudunda birden başkası hazır
olmamıştır. Bu bakımdan çok olmak hasebiyle değil, bir olarak görür. İşte
Tevhîd'de en yüce gaye budur.
Birinci derece, cevizin üst kabuğu, ikinci derece alt kabuğu, üçüncü derece
özü, dördüncü derece de özden çıkarılan yağ gibidir. Cevizin üst kabuğu
hayırsız, yenildiği zaman acıdır, içine bakıldığı zaman çirkin, odun olarak
kullanıldığında ateşi söndürüp, dumanı çoğaltır, evde bırakıldığı zaman yeri
daraltır. Ancak bir müddet cevizi korumak için üzerinde kalır, sonra atılır.
İşte imanın birinci derecesi de aynen onun gibi kalben tasdik edilmeksizin
sadece dil ile söylenen tevhidin de faydası yok, zararı çok, zâhir ve bâtını
çirkin olan bir tevhîd'dir. Fakat bu tevhid, bir müddet ölüm anına kadar alt
kabuğu korumakta faydalı olur Alt kabuk, burada, kalp ile bedendir. Münâfığın
tevhîdi, bedenini şeriatın kılıcından korur. Çünkü İslâm gazileri kalpleri
yarıp içindekine bakmakla mükellef kılınmamışlardır. Kılıç ise, ancak bedene
dokunur ki bu da alt kabuktur. Ancak ondan ölümle soyunur. Ölümden sonra
münâfığın tevhîd'inin hiçbir faydası kalmaz. Nasıl ki alt kabuğu üst kabuğa
nisbeten menfaati zâhir ise (tıpkı onun gibi)...
Çünkü alt kabuk özü korur. Zâhid onu edindiğinde, fesaddan korunur. Kabuk özün
üzerinden soyulduğunda odun olarak kendisinden faydalanılabilir. Fakat öze
nisbeten kıymeti pek düşüktür. İşte onun gibi, keşif olmaksızın sadece mücerred
inanç, mücerred dil ile söylemeye nisbeten çok faydalıdır. Fakat göğsün
genişlemesi ve hakkın nûrunun orada doğması ile elde edilen müşahede ve keşfe
nisbeten kıymeti düşüktür. Çünkü şu ayetle ancak göğsün inşirahı
kastolunmuştur.
Allah kime hidayet etmeyi dilerse, onun göğsünü İslâm'a açar.(En'âm/125)
Allah'ın göğsünü İslâm'a açtığı kimse, rabbinden bir nûr üzere değil
mi?(Zümer/23)
Öz, kabuğa nisbeten daha güzeldir, fakat ikisi de gereklidir. Fakat kendisinden
yağ çıkması için sıkılması gerekir, aynen onun gibi, fiil Tevhîd'i de sâlikler
için gereklidir. Fakat başka şeylerin karışmasından uzak da değildir. Hak olan
bir'den başkasını müşahede etmeyene nisbeten, çokluğa iltifat etmektir.
Soru: Kişi göğü, yeri ve çok olduğu halde hissedilen cisimleri gördüğünde,
nasıl olur da birden başkasını müşahede etmemesi düşünülebilir? Nasıl çok, bir
olur?
Cevap: Bu, mükâşefe ilimlerinin son noktasıdır. Bu ilmin sırlarını hiçbir
kitapta yazmak caiz değildir. Arifler rubûbiyet sırrını ifşa etmenin küfür
olduğunu söylemişlerdir. Sonra bunun muamele ilmiyle ilgisi yoktur. Bunu
imkânsız görmeni bir misal ile anlatmak mümkündür. O misal şudur: Şey, bazen
bir nevi müşahede ve ibretle çok olur. Müşahede ve ibretin diğer bir çeşidiyle
bir olur. Bu tıpkı şunun gibidir: Ruhuna, bedenine, azalarına, damarlarına
kemiklerine ve iç organlarına bakıldığı takdirde, insan çok olur ve aynı insan
başka bir itibarla ve başka bir müşâhede ile bir'dir; o zaman 'O bir insandır'
deriz. Bu bakımdan o, insaniyete nisbeten bir'dir ve nice şahıs vardır ki
insanı gördüğü zaman, kalbine, insanın iç organlarının çokluğu, damarları,
azaları, ruhunun tafsilâtı, bedeni hiç tesir etmez.
Bu iki durumun arasındaki fark şudur: Kişi istiğrak (dalış) halinde bir ile
müstağraktır. Ona dalar. Onda tefrik etmek yoktur. Sanki o, cem'in
(birleşmenin) kendisindendir. Çokluğa bakan ise, tefrika içindedir. İşte bunun
gibi, varlık âleminde olan herşey Hâlık'tan tut, mahluk'a kadar, birçok değişik
müşahedeleri vardır. Bu bakımdan o, itibarlardan biriyle birdir. Başka
itibarlarla onun masivası çoktur. Bu itibarların bazısı, kesret bakımından,
diğerinden daha şiddetlidir. Bunun misali insandır. Her ne kadar bu misal
hedefe tam uygun olmasa da...
Fakat az da olsa bu misal, müşahede hükmünde çokluğun bir olmaya dönüştüğünün
keyfiye-tine dikkati çeker! Bu misalden anlaşıldı ki varmadığın bir makamı
inkâr etmeyip onu tasdik ederek varlığına inanman ve bu tevhidle ona
inandığından dolayı inandığın şey senin sıfatın değilse de ondan nasibin olur.
Nasıl ki sen, peygamberliğe inandığında, her ne kadar peygamber değilsen de
imanının kuvveti derecesinde, senin o makamdan nasibinin olduğu gibi... Bu
müşahede ki onda, hak olan Bir'den başkası görünmez. Bazen devam eder. Bazen da
çakan şimşek gibi gelirgeçer. Bu sonuncu durum daha galiptir. Devamlılığı pek
nadirdir.
Hüseyin b. Mansur Hallac, Havvas'ın seferden sefere koştuğunu gördüğünde 'Sen
hangi halin içindesin?' diye sordu. O da 'Tevekkül hakkındaki hâlimi tashih
etmek için dolaşıyorum'
dedi. Oysa Havvas tevekkül sahiplerindendi. Hallac-ı Mansur, ona 'Sen hayatını,
iç âlemini tamir etmek hususunda tükettin. Acaba tevhîd hususunda fani olmak
nerede kaldı?' demekle buna işaret etti. Sanki Havvas, Tevhîd'in üçüncü
makamını tashih etmek durumunda idi. Hallac ise, ondan dördüncü makamı istedi.
İşte bunlar muvahhidlerin tevhîd'deki kısaca makamlarıdır.
Soru: Bu miktarın öyle bir şekilde açıklanması gerekir ki onun üzerinde
tevekkülün nasıl bina edileceği anlaşılsın!
Cevap: Dördüncüsüne gelince, onun beyanına dalmak caiz değildir. Tevekkül de bu
dördüncü dereceye bina edilmiş değildir. Tevekkül hali, tevhîd'in üçüncü
derecesiyle hâsıl olur. Tevhîd'in birinci derecesinin ise nifak olduğu
apaçıktır.
İkincisi ki inançtır müslümanların avâm tabakasında mevcuttur. Onun kelâm
ilmiyle perçinleşmesi ve bid'atçıların hilele-rinden korunmasının yolu, kelâm
ilminde zikredilmiştir. Biz el-İktisad fi'l-İtikad adlı kitabımızda onun önemli
bir miktarını zikrettik.
Üçüncüsüne gelince, Tevekkülüm esasını o teşkil eder; zira itikadla hâsıl olan
mücerred tevhîd, tevekkül halini kazandırmaz. Bu bakımdan biz tevekkülün
bağlandığı miktarı kısa olarak zikrede-lim. Çünkü onun tafsilatını bu kitabın
benzeri olan kitaplar kapsa-yamaz.
Kısacası şudur: Sana keşfolunur ki Allah'tan başka fâil yoktur. Her mevcut
yaradılış, rızık vermek, almak, hayat, ölüm, zenginlik, fakirlik gibi
isimlendirilen her şeyi tek başına yapan Allah Teâlâ'dır. Bunları yapmakta
Allah'ın ortağı yoktur. Sana bu keşfolunduğu zaman Allah'tan başkasına nazar
etmezsin. O'ndan korkar, O'nu umar, O'na güvenir ve O'na yaslanırsın. Çünkü tek
başına yapan O'dur. Başkası değil! O'ndan başkası göklerin ve yerin bir
zerresini bile kıpırdatmakta müstakil çalışmaya yetkili değildir, herşey O'nun
emriyle hareket eder. Senin için mükâşefe kapıları açıldığında bu durum apaçık
ve gözle müşahede etmekten daha mükemmel bir şekilde sana görünür. Şeytan, seni
bu tevhîdden bir makamda geri bıraktırır ki bu geri bırakılışta iki sebepten
dolayı kalbine şirk kokusu sokulmak istenir:
A) Birinci sebep, hayvanların yaptıklarını bizzat yaptığınızainanmak.
B) İkincisi cansız şeylere iltifat edip bakmaktır. Cemadâta iltifat etmeye
gelince, bitkilerin yerden çıkışı, bitmesi ve gelişmesi hususunda yağmura,
yağmurun yağışında buluta,bulutun teşekkülünde soğuğa, geminin seyrinde rüzgâra
güvenmen gibi...
Bütün bunlar tevhîdde şirktir. İşin hakikatini bilmemektir.
Gemiye bindikleri zaman dini yalnız Allah'a has kılarak O'na dua ederler. Fakat
(Allah) onları sâlimen karaya çıkarınca hemen (Allah'a) ortak
koşarlar.(Ankebût/65)
Bu ayetin mânâsı hakkında 'Eğer rüzgârın düz esmesi olmasaydı, biz
kurtulamazdık!' dedikleri söylenmiştir.
Âlemin işi kime olduğu gibi keşfolunursa o, rüzgârın hava olduğunu, havanın bir
hareket ettiricisi olmaksızın kendiliğinden harekete geçmediğini bildiği gibi
havayı harekete geçireni de bilir. Bu, tâ ilk hareketlendirene varıncaya kadar
böyle devam eder. Öyle bir muharrik ki onu harekete geçiren bir kuvvet olmadığı
gibi O, haddi zatında da müteharrik değildir. Çünkü hareket hadîstir. O, aziz
ve celîldir. Bu bakımdan kulun, denizden kurtuluşta rüzgâra güvenmesi, tıpkı
boynu kesilmek için getirilen bir kimsenin sultanın affedilmesi için yazdığı
fermana değil de mürekkebe, kâğıda ve fermanın yazılışında kullanılan kaleme
güvenip bakmasına benzer. Kurtuluşunu kalemi tutana değil de kaleme bağlar ve
der ki: 'Kalem olmasaydı ben kurtulamazdım'. Bu ise, katıksız cehalettir. Kim
esasında, kalemin hiçbir hükmü olmadığını, ancak kâtibin elinde oyuncak
olduğunu bilirse, kaleme hiç iltifat etmez, kâtipten başka hiçbir şeye
teşekkürde bulunmaz. Çoğu kez kurtuluşun sevinci, imzalayan sultana teşekkür
etmesi onu öyle sevince sokar ki ne kalem, ne mürekkep, ne de divit kalbine
gelmez.
Güneş, ay, yıldızlar, yağmur, bulutlar, yer, hayvanlar ve cemadât, kalemin,
kâtibin elinde müsahhar olduğu gibi kudret kabzasında müsahhardırlar. İşte bu,
senin için bir temsildir. Çünkü imza atan sultanın kâtibin kendisi olduğuna
inanıyorsun. Hakîkat şudur ki Allah Teâlâ, kâtibin ta kendisidir.
(Ey Rasûlüm) attığın zaman sen atmadın fakat Allah attı. (Enfâl/17)
Göklerde ve yerde olanların tümünün müsahhar olduğu sana keşfolunduğu zaman,
şeytan senden ümitsiz olur ve şirkini tevhîd'ine katmaktan ümidini keserek
gerisin geriye döner. Fakat ikinci tehlikeli yoldan ki ihtiyarî fiillerde
canlıların fiillerini bizzat kendi iradeleriyle yaptığını sanmaktır hulûl
ederek der ki: 'Bütün bunları nasıl Allah'tan görürsün? Oysa insan kendi
ihtiyarıyla sana rızkını isterse verir, isterse keser. Senin boynunu kılıçla
vuran şu şahıstır. O'nun gücü sana yeter. İsterse keser, isterse affeder. Bu
bakımdan sen O'ndan nasıl korkmazsın! Nasıl O'ndan ümit etmezsin! Oysa herşey
O'nun elindedir. Sen de bunu müşahede edip şüphe etmektesin'. Yine ona der ki:
'Kalem, kâtibin elinde müsahhar olduğu için onu görmeyebilirsin. Fakat kalemle
yazan ve kalemi teshir eden kâtibi nasıl görmeyebilirsin?'
İşte bu noktada birçok kimsenin ayakları kaymıştır. Ancak Allah'ın hâlis
kulları bundan müstesnadır. Öyle kullar ki şeytan onlara tasallut etmez. Onlar
basiret nûruyla kâtibin, kudretin elinde müsahhar ve mecbur olduğunu müşahede
etmişlerdir. Zayıfların, kalemin kâtibin elinde müsahhar olduğunu müşahede
ettikleri gibi.., O halis kullar, zayıfların buradaki yanılmasının, tıpkı
karıncanın yanılması gibi olduğunu anlamışlardır. Karınca kâğıt üzerinde yürür
ve kalemin kâğıda siyah şekiller yaptığını görür. Gözü kâtibin el ve
parmaklarına bile uzanmayan karınca, el sahibini nasıl görecektir? İşte bu
durumdan dolayı karınca yanılarak kağıda şekiller yapanın kalem olduğunu
zanneder. Bu da onun görmesinin kalemin ucunu geçmeyecek kadar kısa olmasından
ileri gelir! Aynen bunun gibi, göğsü Allah'ın nûruyla İslâm'a açılmayan bir
kimsenin basireti, göklerin ve yerin cebbârı olan Allah'ı mülâhaza etmekten
eksiktir. Hepsinin ötesinde kâhir oluşunu müşahede etmekten acizdir. Bu
bakımdan zihni kâtibe takılır. Oysa bu, katıksız bir cehalettir. Kalp ve
müşahede sahiplerinin hakkında Allah Teâlâ, yerde ve gökte olan bütün zerreleri
konuşturan kudretiyle konuşturmuştur. Hatta onlar zerrelerin Allah'ı takdis ve
tesbih ettiklerini işittiler. Keskin bir lisan ile harfsiz ve sessiz olarak
nefislerinin aciziğine şahidlik ettiklerini dinlediler. Kalp kulağından mahrum
olanlar bunu işitemezler. Bu kulaktan, seslerden başkasını işitmeyen kulağı
kastetmiyorum.
Çünkü merkep de böyle bir kulakta insanın ortağıdır. Hayvanın in-sana ortak
olduğu şeyin ne kıymeti olabilir? Ben kulaktan öyle bir kulak kastediyorum ki o
kulakla, harf ve ses, Arabî ve Acemi ol-mayan bir konuşmayı dinlemeli!
Soru: Bu acaipliktir. Akıl bunu kabul etmez. Bu konuşmanın keyfiyetini bana
vasıflandır! O nasıl konuştu, ne ile konuştu? Nasıl tesbih ve takdiste bulundu?
Nefsinin azizliğine nasıl şahitlik ettiğini bana nitelendir!
Cevap: Yerde ve gökte bulunan her zerrenin, kalp sahipleriyle gizlice münacâtı
vardır. Bu da inhisar altına girmeyen ve nihayeti olmayan bir durumdur. Bu
zerreler nihayetsiz olan Allah kelâmının denizinden imdat isteyen kelimelerdir.
De ki: Rabbimin kelimelerini yazmak) için denizler mürekkeb olsa, rabbimin
kelimeleri tükenmeden denizler tükenirdi. Bir o kadar daha getirsek
bile!(Kehf/109)
Sonra onlar mülk ve melekûtun sırlarını fısıldarlar. Sırrın ifşası iyi
değildir. Hür insanların göğüsleri sırların mezarlarıdır. Sen hiç bir kimsenin
mülkün sırlarına emin sayılıp mülkün gizliliklerinin fısıldandığını onun da
bunu halka ifşa ettiğini gördün mü? Eğer bizim için her sırrı ifşa etmek caiz
olsaydı, Hz. Peygamber 'Eğer benim bildiğimi siz bilseydiniz az güler çok
ağlardınız'7 der miydi? Belki Hz. Peygamber, onların gülmeyip ağlamaları için
söylemiştir. Hem Hz. Peygamber, kader sırrının ifşasını yasaklamaz ve yine şu
sözünü söylemezdi:
Yıldızlardan bahsedildiği zaman, duraklayın! (Bu bahse girişmeyin). Kaderden
bahsedildiği zaman, bu bahse dalmaktan sakının. Ashabımın bahsi yapıldığı zaman
dilinizi tutun.8
Hem de Huzeyfe'yi (r.a) bir kısım sırlara tahsis etmezdi.9 Bu bakımdan mülk ve
melekûtun zerrelerinin müşahede erbabının kalbiyle olan münacâtlarını hikâye
etmeye iki engel vardır: Birincisi, sırrı ifşa etmenin muhal oluşudur.
İkincisi, kelimesinin hasr ve nihayetinin dışına çıkmasıdır. Fakat biz,
verdiğimiz misalde ki o da kalemin hareketidir zerrelerin münacâtını az miktar
hikâye edeceğiz ki onunla mücmel olarak tevekkülün bunun üzerine bina
edilmesinin keyfiyeti anlaşılsın. Biz o kelimeleri harfler ve seslerin kalıbına
dökeceğiz. Her ne kadar o kelimeler esasında harf ve sesten ibaret değilse
de... Fakat harf ve ses anlamanın zarurî unsurlarıdır.
Allah, nûrunun penceresinden kâğıda bakıp kâğıdın mürekkeple siyahlaştığını
görünce ârif bir kişi kâğıda şöyle sordu: 'Senin yüzüne ne oldu? Bembeyazdın!
Şimdi ise üzerinde siyahlık belirdi! Neden yüzün karardı? Bunun sebebi nedir?'
Kâğıt 'Bu sözünle bana insaflı davranmadm. Ben kendiliğimden yüzümü
siyahlatmadım. Fakat mürekkepten sor! O mürekkep, divitte toplanmıştı. Zulüm
olarak yüzümün sahasına indi' dedi. Bunun üzerine, o zat kâğıda 'Doğru
söyledin!' dedi.
Bu sefer, mürekkebe sordu. Mürekkep de 'Bana karşı insaflı davranmadm. Çünkü
ben sakin bir şekilde divitte bulunuyordum. Oradan çıkmamaya niyetliydim. Kalem
fâsit tamahkârlığıyla bana saldırdı. Beni vatanımdan kopardı. Memleketimden
uzaklaştırdı. Gördüğün gibi, beni bembeyaz bir sahaya dökerek paramparça yaptı!
Bu bakımdan mesuliyet kâleme aittir, bana değil!' dedi.
Kişi, mürekkebe 'Doğru söyledin!' diyerek kaleme, zulmünün ve mürekkebi
vatanından çıkartmasının sebebini sordu. Kalem 'Elden ve parmaklardan sor!
Çünkü ben, nehirler kıyısında biten bir kamıştım. Ağaçların yeşilliği arasında
gezerken bir el, bir bıçak getirdi, üzerimden kabuğumu soydu, elbiselerimi
yırttı. Beni kökümden kesti. Boğumlarımın arasını ayırdı. Sonra beni
sivrileştirdi. Başımı ikiye ayırdı. Mürekkebin siyahına daldırdı. O beni
çalıştırır, başımın üzerinde gezdirir. Bu suali sormakla benim yarama tuz
ektin. Benden uzaklaş. Beni kahredenden sor' dedi.
Adam ona 'Doğru söyledin!' deyip kaleme yapmış olduğu zulmü el'e sordu: 'Neden
kalemi çalıştırıyorsun?' dedi. El, cevap olarak dedi ki: 'Ben, et kemik ve
kandan ibaretim. Zulmeden bir eti, kendiliğinden harekete geçen bir cismi hiç
gördün mü? Ben ancak müsahhar olan bir merkebim. Kudret ve izzet adlı bir
binici sırtıma binmiştir. Beni kıpırdatan, beni yeryüzünün etrafında gez-diren
odur. Sen toprak, taş ve ağaçlara bakmaz mısın? Onlardan hiçbir şey yerinden
kıpırdamıyor. Kendiliğinden harekete geçmiyor. Çünkü bana binen kuvvetli ve
kahhar binici gibi, onların sırtında biri yoktur. Sen ölülerine yine bakmaz
mısın? Et, kemik ve kan suretinde benimle eşittirler. Sonra onlarla kalem
arasında hiçbir muamele yoktur. Benim de şahsen kalemle aramda hiçbir muamele
yok. Benim durumumu kudretten sor! Çünkü ben bir merkebim. Bana binen beni
sürer!'
Kişi ona da 'Doğru söyledin!3 deyip kudrete, eli neden çalıştırdığını, neden
çokça gezdirdiğini ve kullandığını sordu. Kudret 'Beni kınamaktan vazgeç' Nice
kimse vardır ki kınar. Oysa kendisi kınanmıştır ve nice kınanmış vardır ki
günahı yoktur. Benim işim nasıl sana gizli kalır? Hele bilerek sana
zulmettiğimi nasıl zannediyorsun? Oysa ben, hareket ettirmeden önce yine onun
sırtındayım. Fakat onu hareketlendirmez ve çalıştırmazdım. Ben uyumuş, sakin
bir vaziyetteydim. Öyle bir uyku ki beni ölü veya yok zannederlerdi.
Çünkü ne kıpırdar, ne de kıpırdatırdım. Bu esnada vekil kılınan biri geldi.
Beni uyandırdı. Gördüğün hareketime beni zorladı. Onun dediğini yapmaya
kuvvetim var. Fakat yapmamaya kuvvetim yoktur. Bu müvekkile irade adı verilir.
Ben onu ancak ismiyle ve hücum etmesiyle, beni uykunun derinliğinden
uyandırmasıyle ve eğer yakamı bırakıp beni kendi reyimle başbaşa bıraksaydı
yapmayacağım harekete beni sevketmesiyle tanırım' dedi.
Kişi ona da 'Doğru söyledin!' deyip irade'ye 'Bu sakin kudreti
hareketlendirmeye yöneltecek derecede onu kurtuluşu olmayan bir işi yapmaya
mecbur edercesine harekete geçirmeye seni cesaretlendiren nedir?' diye sordu.
İrade dedi ki: 'Benim hakkımda acele hüküm verme! Belki özrümüz vardır. Oysa
sen kınıyorsun. Ben kendi başıma harekete geçmedim, fakat geçirildim.
Uyanmadım, fakat kahredici bir hüküm ve kesin bir emirle uyandırıldım. O hüküm
gelmeden önce sakindim. Fakat kalbin huzurundan, aklın lisanı üzerine ilmin
elçisi bana geldi kudreti hazırla dedi. Ben de mecbur olarak onu hazırladım.
Ben ilim ve aklın kahrı altında müsahhar bir miskinimdir. Bilmiyorum hangi
cürümle bu işe teshir edildim? İlme itaat etmeye mecbur kılındım? Fakat ben
bilirim ki daha önce bu kahredici elçi kapımı çalıncaya kadar sükûnet
içerisindeydim. Bu adil veya zâlim hâkim gelinceye kadar...
O zaman bunun yanında durduruldum. Ona itaat etmek bana farz kılındı. Hatta
artık ona muhalefet etmeye gücüm yoktu. Hayatımla yemin ederim tereddüt edip,
hükmünde hayret gösterdikçe ben sakinimdir. Fakat onun hükmünü beklerken
sakinim. Ne zaman ki hükmü kesinleşirse ben, ister istemez onun emri altında
ürker, onun hükmünü yerine getirmek için kudreti hazırlarım. Bu bakımdan benim
durumumu bana değil ilim'e sor. Beni kınamayı bırak! Zira ben şairin dediği
gibiyim:
Ne zaman bir kavmin yanından göç ettirmeme kudretleri olduğu halde göç edersem,
bu takdirde bil ki göç edenler onlardır!
Kişi 'doğru söyledin!' deyip ilim, akıl ve kalbe yönelip meseleyi onlardan
talep etti. İradeyi uyandırdıklarından, kudreti hazırlamaya onu teshir
ettiklerinden dolayı onları kınadı. Bunun üzerine akıl dedi ki: 'Bana gelince,
ben bir lambayım. Kendiliğimden yanmadım, fakat yakıldım'. Kalp dedi ki: 'Ben
bir levhayım. Kendiliğimden yayılmadım, yaydırıldım'. İlim dedi ki: 'Bana
gelince, ben bir nakışım, akıl lambası üzerime doğduğunda kalp levhasının
beyazlığına nakşedildim. Kendi irademle yazmadım Bu levha daha önce nice
seneler boştu. Bu bakımdan benim durumumu kaleme sor; zira yazı ancak kalemle
olur'.
O anda, soran yutkundu ve bu cevap onu ikna etmedi ve şöyle dedi: 'Bu yoldaki
kınanmam oldukça uzadı. Mertebelerim oldukça çoğaldı. Bu işi kendisinden
öğrenmek istediğim herkes beni başkasına havale ediyor. Fakat ben, kalpte
makbul olan bir konuşmayı ve suali bertaraf eden bir mazereti dinlediğime
gezdirilmeme rağmen seviniyordum. Fakat senin 'Ben bir hat ve nakışım, ancak
beni kalem yazmıştır' demeni ben anlamıyorum; zira, kamıştan olmayan bir
kalemi, demirden veya odundan olmayan bir levhayı, mürekkep ile yazılmayan bir
yazıyı, ateşle yakılmayan bir lambayı bilmem. Oysa ben, bu evde, levha, lamba,
yazı, kalem, konuşma dinliyorum. Bunlardan hiç birini görmüyorum. 'Değirmen
gürültüsünü işitiyorum. Fakat un görmüyorum'.
Bunun üzerine, ilim kişiye dedi ki: Eğer söylediğinde doğruysan, o halde, senin
sermayen azdır. Azığın az ve merkebin zayıftır. Bil ki girmiş olduğun yolda
tehlikeli geçitler çoktur. O halde senin için sevap, geri gidip arkasına düşeni
bırakmaktır; zira bu senin yuvan değildir. O halde sen ondan çık! Herkes ne
için yaratılmış ise, onu yapmaya muvaffak olur. Eğer sen hedefe gitmek
istiyorsan dinle! Bil ki: Senin bu yolunda, âlemler üçtür:
Mülk ve şehadet âlemi ki bu ilkidir kâğıt, mürekkep, kalem ve el, ondandırlar.
Oysa sen kolaylıkla o geçitleri geçtin. İkincisi, melekût âlemidir. O da benim
arkamdadır. Beni geçtiğin zaman onun konaklarına erişir, onda sahralar, buram
buram kokan cehennem vâri dereler, upuzun dağlar, boğucu denizler mevcuttur.
Bilmiyorum onlardan nasıl kurtulacaksın? Üçüncüsü, ceberrût âlemidir. Bu âlem
mülk ile melekût âlemleri arasındadır. Sen bu âlemin de baştan üç konağını kat
etmiş bulunuyorsun. Kudret, irade ve ilim konakları....
Bu âlem, mülk, şehadet ve melekût âlemi arasında vasıtadır. Çünkü yol
bakımından mülk âlemi bundan daha kolay, melekût âlemi daha çetindir, ceberrût
âlemi ise, mülk ile melekût âlemleri arasında, yer ile su arasında hareket
halinde bulunan gemiye benzer. O gemi ne suyun üzerinde sallanır, ne de yerin
üzerinde sâkin durur. Kim yeryüzünde yürürse, mülk ve şehadet âleminde yürür.
Eğer onun kuvveti gemiye binmeye yetiyorsa o, ceberrût âleminde yürüyen bir
kimse gibidir. Eğer gemisiz, su üzerinde yürüyecek dereceye varırsa o, zikzak
yapmaksızın melekût âleminde yürür. Eğer sen su üzerinde yürümeye muktedir
değilsen geri dön! Çünkü gemiyi geride bırakmışsın. Senin önünde saf sudan
başka birşey yok! Melekût âleminin öncesi, vasıtasıyla kalp levhasında ilmin
yazı yazdığı kalemin müşahedesi ve vasıtasıyla su üzerinde yürüyen yakînin elde
edilmesidir. Hz. Peygamberin (s.a) Hz. İsa hakkında sözünü dinlemedin mi? 'Eğer
o, yakîn bakımından daha yüksek olsaydı havada yürürdü'. Peygamber bu sözü,
kendisine, İsa (a.s) su üzerinde yürüyordu' denildiği zaman söylemiştir.10
Bunun üzerine, sual soran 'İşinde hayrete düştüm! İlmin bana vasıflandırdığı
yolun tehlikesinden kalbimin korktuğunu hissettim. Bilmiyorum, bana söylenilen
bu tehlikeli sahaları geçe-bilir miyim, geçemez miyim? Acaba bunun alâmeti var
mıdır?' diye sorunca cevap olarak 'Evet vardır' dedi. Gözünü aç! Gözlerinin
ışığını derle! Onu bana doğru tez bir şekilde yönelt! Eğer kalbin levhası
üzerinde, kendisiyle yazı yazdığın kalem sana görünürse, o takdirde bu yolun
ehli olanlara benzemiş olursun;
zira kim ceberrût âlemini geçip melekût âleminin kapılarından birini çalarsa,
önce kalemi görür. Görmez misin, Hz. Peygamber (s.a) işin başlangıcında kalemin
keşfine mazhar oldu; zira onun üzerine şu ayet nazil oldu:
Yaratan rabbinin adıyla oku! O insanı kan pıhtısından yarattı. Oku! Senin
rabbin nihayetsiz kerem sahibidir ki O, kâlemle öğretti. İnsana bilmediğini
öğretti.(Alak/1-5)
Bunun üzerine sâlik dedi ki: 'Gözümü açtım ve keskinleştirdim. Allah'a yemin
ederim. Ben ne kamış, ne de odun görmüyorum. Ben onun gibi hiçbir kalemi bilmiyorum'.
Bunun üzerine, ilim dedi ki: 'Talebi pek uzak gösterdim. Bilmiyor musun, evin
eşyası ev sahibine benzer! Bilmez misin, Allah Teâlâ'nın zatı, diğer zatlara
benzemez, o halde O'nun eli ellere, kalemi kalemlere, kelâmı kelâmlara, yazısı
da diğer yazılara benzemez. Bunlar melekût âleminden olan birtakım ilâhî
işlerdir.
Allah Teâlâ, cisim olmadığı gibi bir mekanda da değildir. Fakat Allah'tan
başkası böyle değildir. O'nun eli et, kemik ve kandan değildir. Fakat diğer
eller öyle değil. O'nun kalemi kamıştan, levhası ağaçtan, kelâmı ses ve harften
değildir. O'nun hattı rakam ve resim değildir. O'nun mürekkebi boyadan ibaret
değildir. Eğer bunu böyle görmü-yorsan, seni tenzihin koçluğu ile teşbihin
dişiliği arasında erkek elbisesine bürünmüş bir kadın ve bununla diğeri
arasında şaşkın şaşkın gezen bir kimse olarak görürüm. Ne bunlardan, ne de
onlardan... O halde sen, Allah'ın zat ve sıfatlarını cisim ve cismin
sıfatlarından nasıl tenzih ettin? O'nun kelâmını harf ve seslerden nasıl tenzih
ettin? Başladın, Onun eli, kâlemi, levhi ve yazısı hakkında tevakkuf etmeye.
Eğer sen Hz. Peygamber'in 'Muhakkak ki Allah Adem'i (a.s) kendi sureti üzerine
yarattı' hadîsinden gözle görülen, zâhiri sureti anlamışsan, mutlaka sen
Müşebbihe'den (Allah'ı insana benzetenlerden) olmuş olursun! Nitekim şöyle
denilir:
Ya katıksız bir yahudi ol! Ya da Tevrat'la oynama!
Eğer o hadîs-i şeriften, gözlerle değil basiretle idrâk edilen bâtınî sureti
anlamışsan, o zaman katıksız bir tenzihci ve erkek bir takdisci ol! Mukaddes
olan Tuva vâdisinde bulunuyorsun. O halde yolu acele geç. Kalbinin sırrıyla,
vahyolunacak şeyi dinle! Umulur ki ateşin yanında bir hidayetçi bulursun ve
yine umulur ki arşın çadırlarından Hz. Musa'ya haykırılan sesle sana da
haykırılır!
Ey Musa! Haberin olsun! Ben senin rabbinim. (Tâhâ/12)
Sâlik bunları, ilim'den dinlediği zaman, nefsinin kusurlu olduğunu sezdi.
Teşbih ve tenzih arasında bir muhannes olduğunu idrâk etti. Bunun üzerine
nefsine, fazlasıyla kızdığından dolayı, kalbi alev alev yanmaya başladı. Bunu
da nefsini eksiklik gözüyle gördüğü zaman yaptı. Onun kalbinin penceresinden
olan yağı neredeyse ateşsiz ışık verecekti. İlim, hiddetle o yağa üflediği
zaman yağ tutuştu. Nûr üzerine nûr oldu. İlim ona dedi ki: 'Şu anda bu fırsatı
değerlendir. Gözünü aç! Umulur ki ateşin yanında bir yol gösterici bulursun!'
Bunun üzerine sâlik gözünü açtı. Ona ilâhî kalem göründü. İlâhî kalemi, ilmin
vasıflandırdığı gibi tenzih vasfında gördü. O kalem ağaç ve kamıştan değildi.
Ne ucu, ne kuyruğu vardı. Durmadan bütün beşerin kalbinde ilmin çeşitlerini
yazıyordu. Onun her kalpte ucu vardır, başı yoktur. Bunun üzerine ucub ve
hayret kendisinden zâil olarak şöyle dedi: İlim ne güzel bir arkadaştır! Allah
benden taraf ona hayırlı bir mükâfat versin; zira şimdi bana, kalemin vasıfları
hakkında ilmin vermiş olduğu haberlerin doğruluğu belirdi; zira ben o kalemi,
başka kalemlere benzemez bir kalem görüyorum'.
İşte bu sırada ilme veda ederek teşekkür etti ve dedi ki: 'Senin yanında uzun
kaldım. Senden istediklerim gayet çok oldu. Oysa ben kaleme gitmek azmindeyim.
Gidip kendisine şânını sorayım!' Bunun üzerine kaleme gitti ve ona dedi ki:
- Ey Kalem! Sen neden kalplere hükümler yazıyorsun, zira
onunla iradeler kaderi hazırlamaya ve mukadderata yöneltmeye
tahrik ediliyor?
- Sen mülk ve şehadet âleminde gördüğünü, zâhir kalemin orada vermiş olduğu
cevabı ve seni ele havale etmesini unuttunmu?
- Hayır onu unutmadım!
- O halde, benim cevabım da o zâhir kalemin cevabı gibidir.
- Nasıl olur? Oysa sen o kaleme benzemiyorsun?
- Dinlemedin mi? Allah Teâlâ Adem'i (a.s) kendi sûreti üzerinde yarattı!
- Evet!
- O halde, benini durumumu, Yemin 'ül-Melik lakabıyla anılan zata sor. Çünkü
ben onun kabzasmdayım. Beni getirip götüren odur. Ben onun emrindeyim. Teshir
olmak mânâsında ilâhî kalem ile ademoğlunun kalemi arasında fark yoktur. Fark
ancak suretin zâhirindedir!
- Yemin 'ül-Melik kimdir?
- Sen Allah Teâlâ'nın şu ayetini işitmedin mi?Gökler de sağ elinde dürülmüştür.
(Zümer/67)
- Evet! Ben bu ayeti işittim.
- Kalemler de O'nun sağ elindedir. Kalemleri gezdiren O'dur!
Bu konuşmadan sonra sâlik, kalemin yanında Yemin'e doğru yol aldı ve yemini
müşahede etti. Onun acaipliklerini kalemin acaipliklerinden daha fazla gördü! O
acaipliklerin hiç birini vasf etmek ve şerh etmek caiz değildir. Hatta ciltlerce
kitab o acaipliklerden birinin vasfının binde birini ihata etmekten bile
acizdir. Onun hakkındaki kısa söz şudur: O, dirilere benzemeyen bir diri,
ellere benzemeyen bir el, parmaklara benzemeyen bir parmaktır. Kişi baktı ki
kalem, onun kabzasında, hareket halinedir. Böylece kalemin özrü, kişiye
belirdi. Bunun üzerine kişi, Yemin 'den durumunu ve kalemi hareketlendirmesinin
nedenini sordu. Yemin ona 'Benim cevabım şehadet âleminde gördüğün Yemin den
dinlediğin cevabın benzeridir. O da kudrete havale etmektir; zira haddi zatında
elin hükmü yoktur.
Şüphesiz ki eli hareketlendiren kudrettir' dedi. Bunun üzerine sâlik, kudret
âlemine revan oldu. Orada öyle acaiplikler gördü ki bunların yanında, daha önce
görülen acaiplikler küçük kalır. Kişi, kudret'e yemin'i hareketlendirmesinin
sebebini sordu. Kudret 'Ben ancak bir sıfat ve niteliğim. Kâdir (kudret
sahibinden sor! Zira sıfatlara değil, mevsuflara (sıfat sahiplerine)
güvenilir!' dedi. Fakat yine de yanına yaklaştı ki kişi, haddini tecavüz edip
sual lisanını cüretle açsın. Fakat sabit bir söz ile yerinde kalakaldı. Huzûr-i
Rabbânî'nin çadırlarının perdelerinin ötesinden çağrıldı.
O (Allah) yaptığından sorulmaz, ama onlar sorulurlar (Enbiya/23)
Bunun üzerine huzurun heybeti, onu dört taraftan kapladı. O baygın olarak,
heybet içerisinde yere düşüp tepindi, ayıldığında 'Sen ortaktan münezzehsin.
Senin şanın ne büyüktür. Sana tevbe ettim. Sana tevekkül ettim. Senin Cebbâr,
Vâhid, Kahhâr bir sultan olduğuna inandım. Bu bakımdan senden başkasından
korkmam, senden başka hiç kimseden ummam. Ancak cezalandırmandan affınla sana
sığınırım. Rızana bürünerek öfkenden sana sığınırım. Benim çıkar yolum ancak
senden istemek, sana iltica etmek, senin huzurunda sızlayarak 'Göğsümü benim
için genişlet ki seni tanıyayım. Dilimden düğümü çöz ki seni öveyim' dememdir.
Bunun üzerine, perdeler arkasından çağrıldı. Övgüye tamah etmekten ve
peygamberlerin efendisinden fazlasını yapmaktan sakın ve ona dön. Emredileni
yap, yasaklananı bırak. O sana ne demişse sen de onu söyle. Çünkü o bu huzurda
şundan fazlasını söylemedi: 'Sen ortaktan münezzehsin. Senin kendini övdüğün
gibi seni övmeye takatim yetmiyor'. Bunun üzerine kişi dedi ki: 'Yârab! Eğer
dilin seni övmeye cüreti yoksa acaba kalbin seni tanımaya tamahı var mıdır?
Yani kalp bu tamahı besleyebilir mi?' Bunun üzerine şöyle seslenildi:
"Sakın sıddîkların boynuna basma! En büyük sıddîk'ın (Hz. Ebu Bekir'in)
yanına dön. Ona uy! Zira peygamberlerin efendisinin ashabı yıldızlar
gibidirler. Hangisine uyarsan doğru yolu bulursun. Sen onun şöyle dediğini
duymadın mı: İdrâkin terkinden aciz olmak da idrâktir! Bizim huzurumuzdan nasib
olarak, huzurumuzdan mahrum olduğunu, cemâl ve celâlimizin mülâhazasından aciz
olduğunu bilmen de sana kâfidir".
Bu noktadan sâlik döndü, daha önceki sual ve kınamalardan dolayı özür diledi.
Yemine, kaleme, ilime, iradeye, kudrete ve onlardan sonra gelenlere 'Benim
özrümü kabul ediniz. Çünkü ben garib bir kimseydim. Bu memlekete yeni
gelmiştim. Her yeni gelenin bir şaşkınlığı olur. Sizi kınamam, kusur ve
cehaletten geliyordu. Şimdi ise, mazeretinizin doğruluğu göründü. Bana göründü
ki mülk ve melekût, izzet ve ceberrûtu tek başına edinen ancak Vâhid ve Kahhâr
olandır. Sizler ancak O'nun kahir ve kudreti altında müsahhar, O'nun kabzasında
gidip gelenlersiniz. Evvel, âhir, zâhir, bâtın ancak O'dur'.
Bunları şehadet âleminde söylediği zaman, inanılmadı ve kendisine denildi ki:
'O nasıl hem evvel, hem âhir olur? Oysa bunlar zıt olan iki vasıftır. O nasıl
hem zâhir, hem bâtın olur? Oysa evvel âhir, zâhir de bâtın değildir'.
Cevap olarak dedi ki: 'O, mevcutlara nisbeten evveldir. Çünkü bütün mevcudât,
tertip üzere O'ndan sâdır oldu. O, kendisine doğru yürüyenlerin yürüyüşüne
nisbeten âhirdir; zira onlar, durmadan, bir dereceden bir dereceye
yükselmektedir ki o huzura varıncaya kadar... Bu bakımdan O, seferin âhiridir.
Öyleyse O, müşahedede âhir, vücudda evveldir: O, şehadet âleminde duran, beş
duyu ile O'nu idrâk etmeyi talep edenlere nisbeten bâtındır. Melekût âleminde
geçerli olan bâtınî basiretle kalpte yanan lambada O'nu talep edene nisbeten
zâhirdir. İşte fiilde tevhid yolunun yolcularının tevhid'i böyledir. Benim bu
tevhîdden gayem; kendisine fâilin bir olduğu keşfolunan bir kimsenin
tevhîd'idir.
Soru: Bu tevhid, öyle bir hududa gelmiştir ki melekût âlemine olan iman onun
üzerine bina edilir. O halde, bunu anlamayan veya inkâr edenin durumu ne olur?
Cevap: İnkâr edene gelince, onun tedavisi ancak ona şöyle demektir. Melekût
âlemini inkâr etmen Semniye fırkasının ceberrût âlemini inkâr etmesi gibidir.
Semniye fırkası ilimleri, beş duyuya hasretmişlerdir. Bu bakımdan beş duyu ile
idrâk olunmadığı için ilim, irade ve kudreti inkâr etmişlerdir. Dolayısıyla beş
duyudan ötürü şehadet âlemine yapışıp ötesine gitmemişlerdir.
Eğer 'Ben de onlardanım! Çünkü ben ancak beş duyu ile şehadet âlemine varırım.
Onun ötesinde birşey bilmiyorum' dersen bu takdirde cevap olarak denilir ki:
Beş duyunun ötesinde bulunan metafizik hâdiseleri biz basiretle müşahede
etmişizdir. Onları inkâr etmen Sofistlerin beş duyuyu inkâr etmesi gibidir. Çünkü
Sofistler 'Görmediğimize inanmayız. Belki biz onu rüyada görürüz' demişlerdir.
'Ben sofistlerdenim. Beş duyu ile idrâk olunduğundan da şüphedeyim!' derse,
kendisine denilir ki: Bu şahsın mizacı fesada uğramıştır. Tedavisi mümkün
değildir. Bu bakımdan birkaç gün o haliyle terkedilir. Çünkü her hastanın
tedavisine doktorların gücü yetmez. İşte bu, inkârcının hükmüdür. İnkâr
etmeyen, fakat anlamayan bir kimseye gelince, sâliklerin ona karşı takip
edecekleri yol melekût âlemini müşahede ettiği gözüne bakmaktır. Eğer gözünün
sağlam olduğunu, fakat göze siyah suyun indiğini, o suyun temizlenmesinin de
mümkün olduğunu görürlerse, bu takdirde sürmecinin zâhirî gözle meşgul olduğu
gibi, onun gözünü temizlemekle meşgul olmalıdır. Onun gözü, sıhhat bulduğunda
yürümesi için yola irşad olunacaktır.
Nitekim Hz. Peygamber bunu ashabının havassına uygulamıştır.
Eğer gözünün tedavi edilmesi mümkün değilse, tevhid hususunda zikrettiğimiz
yolda onu yürütmek mümkün değildir. Mülk ve melekût'un tevhîd'i ilan edişlerini
duyması mümkün değildir. Bu bakımdan onunla harf ve sesle konuşunuz. Tevhîd'in
zirvesini onun anlayışına indirin. Çünkü şehadet âleminde de bir tevhid vardır;
zira herkes bilir ki ev iki sahipli oldu mu düzeni bozulur. Şehirde iki vali
oldu mu fesada gider. Bu bakımdan onun aklına göre kendisine denir ki: 'Âlemin
ilahı birdir. Alemi tedbir eden birdir; zira yer ve gökte Allah'tan başka
ma'budlar olsaydı, mu-hakkak yer ile gök fesada uğrardı'. Bu bakımdan bu, onun
şehadet âleminde gördüğüne uygun düşer. Böylece aklına uygun olan bu yollar
sayesinde onun kalbinde tevhid inancı dikilmiş olur. Çünkü Allah Teâlâ,
peygamberlere ve varislerine, insanların akıllarına göre konuşmalarını zorunlu
kılmıştır. Bunun için Kur'an, Arapların konuşmalarındaki âdetleri üzerine Arap
diliyle inmiştir.
Soru: Bu itikadî tevhîd'in benzeri, tevekkül için esas olmaya elverişli midir?
Cevap: Evet, elverişlidir. Çünkü inanç kuvvet bulduğunda, keşfin halleri
kabarttığı gibi halleri kabartır. Ancak çoğu zaman bu itikadî tevhid zayıf olup
ona sallantı ve sarsıntılar hücum eder. Bunun için bu inancın sahibi,
konuşmasıyla kendisini koruyan bir kelâmcıya muhtaçtır veya hocasından almış
olduğu akideyi muhafaza etmek için o kelâmcıdan öğrenmeye muhtaçtır. Anne ve
babasından ve memleketinin halkından aldığı akidesi için de buna ihtiyacı
vardır. Yolu görüp bizzat yürüyen bir kimse ise, onun için bu şeylerin hiç
birinden korkulmaz. Hatta perde kalksa bile onun yakîni her ne kadar vuzuh
bakımından artsa bile (son raddede olduğundan) artmaz.
Sabah olduğu zaman bir insanı gören bir kimse, güneş doğduktan sonra onun insan
oluşunda yakîn bakımından bir artış kaydetmez. Ancak onun yaratılışının
tafsilatında, vuzuh bakımından yakîni artar. Keşif sahipleriyle inanç
sahiplerinin misali Firavun'un sihirbazları ile Sâmirî'nin arkadaşları gibidir.
Çünkü Firavun'un sihirbazları sihrin tesirininin sonucuna vâkıf olduklarından
zira çok görmüş ve denemişlerdi Hz. Musa'dan sihrin hududunu geçen bir mu'cize
gördüklerinde işin hakikatini anladılar.
Ben size izin vermeden ona inandınız ha! O size sihir öğreten büyüğünüzdür.
Öyleyse ben de sizin ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama keseceğim.(Tâhâ/71)
Onlar ise Firavun'un bu tehdidine aldırış etmeyip şöyle dediler:
Biz seni, bize gelen açık delillere ve bizi yaratana tercih edemeyiz.
Yapacağını yap, sen ancak bu dünya hayatında istediğini yapabilirsin. (Tâhâ/72)
Çünkü beyan ve keşif, tağyir ve ifsadı önler. Sâmirî'nin arkadaşlarına gelince,
onların imanları ejderhanın zâhirine bakıştan geldiğinden dolayı Sâmirî'nin
buzağısına bakıp onun böğürmesini dinlediklerinde, imanları bozuldu ve onun
'işte sizin de Musa'nın da ilâhı budur!' (Tâhâ/88) sözünü dinlediler ve
onlardan bir zararı defedip onlara bir fayda sağlamayacağını unuttular. Bu
bakımdan ejderhaya bakmakla iman eden herkes, şüphesiz ki buzağıya baktığında
küfre saplanır. Çünkü ejderha da buzağı da şehadet âlemindendir. Şehadet
âleminde ise ihtilaf ve tezatlar çoktur. Melekût âlemi Allah katından
olduğundan onda asla ne bir ihtilâfa ne de bir tezada rastlamazsın.
Soru: Senin söylediğin tevhid vasıtaların ve sebeplerin müsahhar oldukları
anlaşılırsa zâhirdir. Bütün bunlar da zâhirdir. Ancak insan fiillerinde böyle
değildir. Çünkü insan isterse yapar, isterse yapmaz. Bu bakımdan insan nasıl
müsahhar olabilir!
Cevap: Eğer, o buna rağmen dilemek istiyorsa diler, eğer dilemek istemiyorsa
dilemez. İşte burası ayakların kaydığı ve yanlışlığın yapıldığı bir yerdir.
Fakat şu anlaşılmıştır ki Allah dilediği zaman, o ister dilesin ister
dilemesin, Allah'ın dilediğini yapmak mecburiyetindedir. O halde dilemek kulun
elinde değildir; zira onun elinde olsaydı, onun dilemesi ikinci bir dilemeye
muhtaç olurdu ve böylece sonsuza doğru zincirleme giderdi.
Dilemek kulun elinde olmadığı zaman, kudreti makdûra yönelten dilemek meydana
geldikçe, kudret, kendisine tevdi edilen vazifeyi yapmak mecburiyetinde kalır.
Muhalefet edemez. Bu bakımdan hareket, kudretle zarurîdir. Kudret de meşiyyetin
kesinliği anında zarurî olarak harekete geçer. O halde meşiyet, kalpte bir
zaruret meydana getirir. İşte bunlar birtakım zaruretlerdir. Bazısı bazısına
bağlıdır. Kul meşiyetin varlığını bertaraf edemediği gibi, meşiyetten sonra
kudretin makdura yönelmesini de bertaraf edemez. Meşiyet, kudreti harekete
geçirdikten sonra hareketin varlığını da kaldıramaz. Bu bakımdan kul, bütün
bunlarda mecburdur.
Soru: Senin bu söylediğin katıksız cebrdir.11 Cebr ise ihtiyar mezhebine zıd
düşer. Oysa sen ihtiyarın varlığını kabul ediyorsun. Bu bakımdan kişi hem
mecbur, hem de muhtar nasıl olabilir?
Cevap: Eğer perde kalksaydı, anlardın ki kul bizzat ihtiyarda da mecburdur. O
halde ihtiyar'ı anlamayan bunu nasıl anlar? Bu bakımdan biz, kelâmcıların
lisanıyla ihtiyar'ı kısaca izah edelim ki daha önce zikrettiğimize bir sonuç
olsun. Çünkü bu kitabda muamele ilminden başka bir hedef güdülmemiştir. Fiil
lâfzı insanda üç vecihe hamledilir: Zira denir ki: İnsan parmaklarıyla yazar!
Teneffüs borusu ve hançeresiyle nefes alır. Bedeniyle su üzerinde durursa suyu
ikiye böler. Bu bakımdan insana suyu yarmak, nefes almak ve yazmak nisbet edilir.
Bu üç sıfat mecburiyet ve cebr hakikatinde birdirler. Fakat bunun ötesinde
birçok işlerde değişik manzaralar arzederler. Üç ibare ile bunu izah edelim:
Yüzü koyun suya girdiğinde suyu yarmasına tabiî fiil adını veririz. Nefes
al-masına irâdî fiil, yazmasına ihtiyarî fiil adını veririz. Tabiî fiilde cebr
zâhirdir; zira insanoğlu ne zaman suya girerse veyahut da duvardan boşluğa
atılırsa, şüphesiz ki hava ikiye bölünür. Bu bakımdan atıldıktan sonra havanın
ikiye bölünmesi zarurîdir.
Nefes almak da bu mânâdadır; zira hançerenin hareketini nefes alma iradesine
nisbet etmek, tıpkı suyun bölünmesini bedenin ağırlığına nisbet etmek gibidir.
Bu bakımdan ağırlık ne zaman mevcut olursa suyun bölünme hâdisesi meydana
gelir. Oysa ağırlık da insanın fiili değildir. İşte irade de bunun gibi,
insanın fiili değildir. Bir insanın gözüne iğne batırılmak istense mecburî
olarak göz kapakları kapanır. Eğer gözlerini açık bırakmak istese buna gücü
yetmez. Oysa mecburî olarak kapanan göz kapakları irade ile olan bir fiildir. Fakat
iğnenin sureti, idrâk ile, gözün müşahedesinde görüldü mü, göz kapanması
iradesi ve bu kapan-manın hareketi zarurî olarak meydana gelir. Eğer kapatmayı
ter-ketmek istese buna gücü yetmez. Oysa bu onun kudret ve iradesiyle yapılan
bir fiildir. Bu bakımdan bu fiil, zarurî olmasında, tabii fiile iltihak eder.
Üçüncüye gelince, o da ihtiyarîdir. Yazı ve konuşma gibi. Burası karışıklığın
ve şüphenin hâkim olduğu bir yerdir. Bu durumda 'Eğer dilerse yapar, eğer
dilerse yapmaz. Bazen diler, bazen dilemez' denilir. Bu bakımdan bu ibareden
işin kulun elinde olduğu zannedilir. Oysa böyle zannetmek ihtiyar'ın mânâsını
bilmemektir.
Biz şimdi ihtiyar'ın mânâsının yüzüne gerilen perdeyi kaldıralım: İrade, şeyin
sana uygun olmasını öğreten ilme tâbidir. Eşka ise, tereddütsüz, sana uygun
olması zâhir ve bâtın müşahedenle kuvvet bulan kısımlar ile aklın hakkında
tereddüt ettiği kısma ayrılır.
Bu bakımdan tereddütsüz kabul ettiğinin misali, gözüne iğne sokulmak
istenildiğinde veya sana kılıç ile saldırıldığmda, bunun defedilmesinin senin
için daha hayırlı ve uygun olduğunu bildiren ilimde zerre kadar tereddüt
yoktur. Madem ki böyledir, şüphesiz ilim ile irade, irade ile de kudret
ha-rekete geçer. Defetmekle göz kapaklarının hareketi meydana gelir. Kılıcı
uzaklaştırmak için el gayr-i ihtiyarî harekete geçer. Bu hareket, düşüncesiz
meydana gelir, fakat yine de irade ile olur. Eşyadan öylesi vardır ki akıl
orada kalakalır. Uygun olup olmadığını bilmez. Bu bakımdan yapmasının mı
yapmamasının mı daha iyi olduğunu anlamak için düşünceye mecbur kalır. Düşünce
ile birinin daha hayırlı olduğu anlaşılınca bu, tereddütsüz kabul edilene
iltihak eder. Burada da irade kılıç ve mızrağı uzaklaştırmak için akla, hayırlı
olmadığı beliren bir fiil için irade harekete geçtiğinde, o iradeye hayır
masdarından (kökünden) gelen İrade-i ihtiyariye adı verilir. Yani o, akıl için
daha hayırlı olduğu anlaşılan bir şeyi harekete geçirdiğinde iradedir. O bu
iradenin aynısıdır.
Ancak şu var ki bu iradenin harekete geçmesi, kişinin yapılmasında hayırlı gördüğünü
yapmasını sağlayan düşünce neticesinde olmamıştır. Ancak kılıcın
uzaklaştırılmasındaki hayır, kendiliğinden belirmiş, ilk görüşte tebellür
etmiştir. Bu ise, düşünceye muhtaç olmuştur. Bu bakımdan ihtiyar özel bir
iradeden ibarettir. O öyle bir iradedir ki idrâkinde aklın duraksadığı şey
hakkında, aklın işaretiyle harekete geçmiştir.
Bundan dolayı denilmiştir ki iki hayrın daha hayırlısını ve iki şerrin daha
şerlisini seçmek için akla ihtiyaç vardır. İradenin ancak his, hayal veya
akıldan gelen kesin bir hükümden ötürü meydana gelmesi düşünülür. Bunun için
bir insan, kendi boynunu kesmek istese, bu çok zaman imkânsızdır. Fakat bu
imkânın yokluğu 'elinde kudret yoktur' veya 'bıçak yoktur' demek değildir.
Ancak 'kudreti yönelten ve davet eden irade yoktur' demektir. Bu iradenin yok
olması da şu illettendir: İrade, aklın hükmüyle veya fiilin daha uygun olmasını
hissetmesiyle meydana gelir. Kişinin kendi nefsini öldürmesi ise, kendisine
uygun değildir. Bu bakımdan azaların kudretine rağmen kendisini öldürmesi imkân
yoktur. Ancak tahammül edilmez bir ceza içinde ise (o zaman hüküm değişir).
Çünkü akıl burada duraklar; zira aklın buradaki tereddüdü, iki şerrin
hangisinin daha şerli olduğunu seçmek içindir. Düşünceden sonra öldürmemenin
kendisine daha az şerli olduğu görünürse, o vakit nefsini öldürmesi mümkün
olmaz. Eğer öldürmenin daha az şerli olduğuna hükmederse ve hükmü de kesinse,
engel de yoksa, irade ve kudreti harekete geçer ve kendini öldürür. Tıpkı
kılıçla kova-landığında kendisini damdan atan bir kimse gibi..
Her ne kadar damdan atlamak öldürücü ise de, kişi buna perva etmez. Çünkü
kendini atmamaya gücü yetmez. Eğer sopa gibi bir şeyle kovalanıyorsa duvarın
kenarına vardığında, aklı, yiyeceği sopanın, duvardan atlamaktan daha kolay
olduğuna hükmeder, azalar durur. Kendini atma imkânına sahip olmaz ve hiçbir
zaman kendini atmaya davet edici bir his de içinde bulunmaz. Çünkü iradeyi
çağıran akıl ve hissin hükmüne boyun eğmiştir. Kudret de iradeyi çağırana boyun
eğmiştir. Hareket de kudrete... Bu bakımdan bütün bunlar, zarurî olarak,
insanoğlunun haberi olmaksızın onda takdir edilmiştir. O ancak bu işlerin
uygulama merkezidir. Bunların ondan olmasına gelince, bu mümkün değildir. Madem
ki durum budur, kişinin mecbur olmasının mânâsı şu demektir: Bütün bun-lar
kendisinden değil, başkası tarafından onda meydana getirilmiştir.
Kişinin muhtar olmasının mânâsı ise şudur: Aklın, fiilin kendisine uygun ve
katıksız bir hayır olduğuna hükmetmesinden sonra, kendisinde bir cebr meydana
getiren bir iradenin merkezidir. Hüküm de cebren meydana gelir. Bu bakımdan
kişi ihtiyarında da mecburdur. Mesela ateşin yakması katıksız bir cebrdir.
Allah'ın fiili katıksız bir ihtiyardır. İnsanın fiili ise bu ikisi arasında bir
yerdedir; zira insana ihtiyarla cebredilmiştir. Bu bakımdan hak ehli, bunun
için üçüncü bir ibare aradı. Çünkü bu üçüncü bir durumdur. Bunu da Allah'ın
kitabına uyguladılar ve adına kesb dediler. Bu kesb ne cebre, ne de ihtiyara
zıt değildir. İkisini bir araya getirir.
Allah Teâlâ'mn fiiline ihtiyar adı verilir. Fakat bir şartla ki Allah'ın
ihtiyarından, hayret ve tereddütten sonra, ihtiyar etmesi anlaşılmalıdır. Çünkü
hayrete düşüp tereddüt etmek Allah hakkında muhaldir. Lûgatlerde zikredilen
bütün lâfızların Allah hakkında kullanılması mümkün değildir. Ancak bir tür
istiare ve mecaz yoluyla kullanılır ki onu zikretmek bu ilme uygun düşmediği
gibi oldukça da uzun sürer.
Soru: Sen ilmin iradeyi, iradenin de kudreti, kudretin de hareketi doğurduğuna
kaail misin? 'Her son gelen önce gelenden meydana gelmiştir' mi diyorsun? Eğer
bunu söylersen, Allah'ın kudreti olmadığı halde bir şeyin meydana gelmesine
hükmetmiş olursun! Eğer bunu söylemekten çekinirsen, bu söylediklerimizden
bazısının diğeri üzerine terettüb etmesinin mânâsı nedir?
Cevap: 'Bunların bazısı bazısından meydana gelmiştir' demek katıksız
cehalettir. İsterse, bu mânâ doğurmak ile, isterse başka tabirlerle ifade
edilsin. Bütün bunlar ezelî kudret ile ifade edilen mânâya havale edilir! O
ezelî kudret öyle bir esastır ki ilimde râsih olanlar hariç, insanlar onu
çözmekten âcizdirler. İlimde râsih olanlar ise, onun mânâsının künhüne vâkıf
olmuşlardır. Halk tabakası, bizim kudretimize bir tür benzetmekle beraber onun
mü-cerred lâfzı üzerinde durmuşlardır. Oysa böyle sanmak hakikatten uzaktır.
Bunun izahı oldukça uzar. Fakat meşrûtun tahakkuku, şartın tahakkukuna terettüp
ettiği gibi, meydana gelmekte de makdûratın (kudretin dahilinde olanların), bir
kısmı diğer kısınma mütevakkıftır.
Bu bakımdan ezelî kudretten ilim olmadan önce irade, irade olmadan önce de
hayat sudur etmez. Nasıl ki hayatın şartı olan cisimden hayatın meydana
geldiğini söylemek caiz değilse, onun gibi tertip derecelerinin diğeri de
düşünülmelidir. Fakat bazı şartlar bazen halk tabakasına görünür. Bazıları da
ancak hakkın nûruyla keşfe mazhar olan havas tabakasına görünür. Aksi takdirde
önde olanın öne geçmesi, geride olanın da geriye itilmesi, ancak hak ve lüzumla
olur. Allah'ın bütün fiillerinde böyledir. Eğer bu olmasaydı takdim tehir,
delilerin yaptığı gibi mânâsız bir hareket olurdu. Allah Teâlâ cahillerin
sözünden yücedir. Buna şu ayetle işaret edilmiştir:
Ben insanları ve cinleri ancak bana ibadet etsinler diye yarattım.(Zâriyât/56)
Biz gökleri, yeri ve aralarındaki şeyleri, hak ile yarattık.(Hicr/85)
Bu bakımdan yer ve gök arasında her ne varsa bir tertip üzerine yaratılmıştır.
Ancak bu var olan tertip üzerinde düşünülebilir. Bu bakımdan geciken ancak
şartının beklemesi için gecikmiştir ve şarttan önce meşrûtun (şartlının) oluşu
muhaldir. Muhale makdûr denilmez.
Bu bakımdan meni damlasından ilim, ancak hayat şartının olmayışından ötürü
gecikir. İlimden sonra irade ancak ilim şartının olmamasından gecikir. Bütün bu
vâcibin yolu, hakkın tertibidir. Bunun hiçbir şeyinde tesadüf yoktur. Bütün
bunlar, belîğ bir hikmet, gizli bir tedbir iledir. Bunu anlatmak zordur. Fakat
kudretin varlığına rağmen makdûrun şartın varlığı üzerinde durması için bir
misal verelim ki hakkın başlangıçlarını zayıf zihinlere yaklaştırsın. Şöyle ki:
Boğazına kadar suya dalmış, abdestsiz bir insan farzedelim. Abdestsizlik hükmü
bu insanın su içinde bulunan azalarından kalkmaz. Her ne kadar su ile temas
etmiş olsa da durum böyledir. Bu bakımdan ezelî kudretin hazır makdûrlarla
temas etmesini, tıpkı suyun azalara temas etmesi gibi ve onlara yapışık olarak
kabul et. Fakat şartı beklemek için su ile abdestsizliğin hükmünün kaldırılması
meydana gelmediği gibi, o ezelî kudretle de makdûr meydana gelmez. Buradaki
şart yüzün
yıkanmasıdır. Bu bakımdan suda duran insan ne zaman yüzünü yıkarsa su diğer
azalarına da tesir eder ve abdestsizliği ortadan kaldırır. (Bu izah tarzı
Şâfiî'nin abdestteki görüşüne göredir; zira Şâfiî'ye göre abdestte tertip yani
önce niyet, sonra yüz, sonra elleri dirseklere kadar yıkamak, sonra başı
meshetmek, sonra ayakları topuklara kadar yıkamak farzdır). Bu bakımdan cahil
bir kimse, çoğu kez yüzden abdestsizlik hükmünün kalkmasıyla, ellerden de
hükmün kalktığını zanneder. Çünkü o hükmün ellerden kalkması yüzden
kalkmasından sonra meydana gelmiştir. Zira o cahil der ki: Su daha önce azalara
temas etmişti.
Fakat abdestsizliği kaldırmadı. Su, daha önce olduğu gibi kaldı. O halde daha
önce yapmadığı bir işi, yüzün yıkanmasından sonra neden yaptı? Kollarda
abdestsizliğin hükmü, yüzün yıkanması anında hâsıl olduğuna göre, kollardan
abdestsizliği kaldıran, yüzün yıkanmasıdır. Bu söz, hareketinin kudretle
meydana geldiğini, kudretin irade, iradenin de ilimle meydana geldiğini
zanneden bir kimsenin zannına benzer bir cehalettir. Bu zanların tamamı
yanlıştır. Çünkü yüzden abdestsizliğin hükmü kalktığında, yüzün yıkanmasıyla
değildir ve ellere ulaşan su ile ellerden de abdestsizlik kalkmıştır. Oysa su
bozulmamıştır. Eller de olduğu gibi duru-yor. Onlarda bir değişiklik yoktur.
Fakat şartın varlığı meydana gelmiş ve böylece illetin eseri belirmiştir.
İşte mukadderatın ezelî kudretten sâdır oluşu böyle anlaşılmalı. Oysa kudret
kadîm'dir. Mukadderat ise hadîs! Bu, keşif âleminden başka bir âlemin kapısını
çalmaktır. Bu bakımdan biz bütün bunları terkedelim. Çünkü bizim maksadımız,
fiildeki tevhid yoluna dikkati çekmektir; zira hakikatte fâil birdir.
Kendisinden korkulan, ümit edilen o fâildir. Ona tevekkül edilir, O'na
güvenilir. Biz tevhid denizlerinden ancak Tevhid makamlarının üçüncü makamının
denizinden bir katre zikrettik. Bunu tamamen anlatmak, Hz. Nuh'un uzun ömründe
bile muhaldir. Bu tıpkı denizden damla almak suretiyle denizin suyunu boşaltmak
gibidir. Bütün bunlar Lâ ilâhe illâllah kapısına dercolunur. Bunu söylemek dile
ne kadar kolay! Bu lâfzın mânâsına inanmak kalbe kolay gelir. Bunun hakikatinin
ve ilimde râsih olan âlimler nezdinde özünün bulunması ne kadar zor bir şeydir.
Acaba râsih olmayanların yanında nasıl bulunabilir?
Soru: Tevhid ile şeriatın arasını birleştirmek nasıl mümkün olur! Oysa
Tevhîd'in mânâsı 'Allah'tan başka fâil yoktur' demektir. Şeriatın mânâsı
'fiilleri kullara isnad etmektir'. Eğer kul fâil ise, Allah nasıl fâil olur?
İki fâil arasında bir mef'ûlün bulunması aklın almayacağı bir şeydir.
Cevap: Evet! Eğer fâilin bir tek mânâsı olursa bu anlaşılmaz. Eğer failin iki
mânâsı olup da fâil terimi, bu iki mânâ arasında mücmel ise o vakit biri
diğerine zıt düşmez. Nitekim şöyle denilir: 'Emir filanı öldürdü!' ve yine
şöyle denilir: 'Cellât onu öldürdü!' Fakat, emîr, burada bir mânâ ile kâtildir.
Cellât ise başka bir mânâ ile kâtildir.
İşte böylece kul bir mânâda fâil, Allah Teâlâ başka bir mânâda fâildir. Allah
Teâlâ'nın fâil olmasının mânâsı, O'nun varedici ve mûcid olmasıdır. Kulun fâil
olmasının mânâsı, kul kendisinde ilim, ilimden sonra irade yaratıldıktan sonra
kudretin yaratılmış olduğu bir merkezdir. Bu bakımdan kudret, iradeye, hareket
de kudrete, şartın meşrûta bağlı olması gibi bağlıdır. Malûl'un illete,
yapılanın yapana bağlanması gibi, gelip Allah'ın kudretine bağlanır. O halde ne
şekilde olursa olsun, kudretle bağlantısı olan herşey için 'kudretin merkezi
onun fâilidir' denir. Nitekim hem cellâda, hem de emîre kâtil denildiği gibi...
Çünkü katl (öldürmek) ikisinin kudretine bağlıdır. Fakat değişik yönlerden
bağlıdır. İşte bunun için de ikisinin fiili olmakla isimlendirilir.
İşte makdûratın iki kudrete bağlanması da böyledir. Bunun tevafuk ve tetabuku
için Allah Teâlâ, Kur'an'da fiilleri bazen melek-lere, bazen kullara nisbet
etmiş, başka bir zamanda da aynı fiilleri kendi nefsine nisbet etmiştir. Ölüm
hakkında şöyle buyurmuştur:
De ki: Üzerinize vekil edilen ölüm meleği canınızı alır.(Secde/11)
Allah Teâlâ nefisleri öldürür. Ölmekte olan canları alır.(Zümer/42)
Ektiğinizi gördünüz mü?(Vâkıa/63)
Allah Teâlâ, 'tohum ekmeyi' bize izafe etti. Sonra şöyle buyurdu:
Biz yağmuru bol bol yağdırdık. Sonra toprağı güzelce yardık. Orada bitirdik
taneler, üzümler, yoncalar...(Abese/25-28)
Nihayet ona ruhumuzu (Cebraili) gönderdik de kendisine düzgün bir insan
şeklinde göründü.(Meryem/17)
Ona ruhumuzdan üfürdük. (Tahrîm/13) Oysa ona üfüren Cebrail'dir.
O halde sana Kur'an'ı okuduğumuz zaman onun okunuşunu takip et!(Kıyamet/18)
Bunun mânâsı 'Cebrail, Kur'anı sana okuduğu zaman onun okuyuşunu takip et!'
demektir.
Onlarla savaşın ki Allah sizin ellerinizle onlara azap etsin! (Tevbe/14)
Görüldüğü gibi Allah, katli onlara, azap vermeyi kendi nefsine izafe etti. Azap
vermek katlin ta kendisidir. Allah Teâlâ açıkça belirterek şöyle buyurmuştur:
Onları siz öldürmediniz, fakat Allah öldürdü. (Enfal/17)
Bu ayet, zâhirde nefyi (olumsuz) ve isbatı cem'etmiştir. Allah Teâlâ'nın attığı
mânâ ile sen atmadın; zira sen kulun atıcı olduğu mânâ ile attın demektir.
Çünkü bunların ikisi değişik mânâlardır. Yine Allah şöyle buyurmuştur:
O kalemle öğretti. İnsana bilmediğini öğretti.(Alâk/4-5)
Rahman Kur'an'ı öğretti.(Rahmân/1-2)
Sonra onu açıklamak bize düşer.(Kıyâmet/19)
Akıttığınız meniyi gördünüz mü? Onu (insan biçiminde) siz mi yaratıyorsunuz,
yoksa biz miyiz yaratan?(Vâkıa/58-59)
Hz. Peygamber (s.a) rahimleri kontrol eden meleğin vasfı hakkında şöyle buyurmuştur:
O, ana rahmine girer, meni damlasını eline alır. Sonra onu beden hâline getirir
ve şöyle der: 'Yârab! Bu erkek mi yoksa dişi mi olacak? Boyu düzgün mü olacak
yoksa eğri mi?' Bunun üzerine Allah Teâlâ, dilediğini meleğe söyler, melek de
yapar.12
Başka bir lâfızda: 'Melek suretlendirir, sonra ona saadet veya şekavetle ruhu
üfürür' demiştir.
Seleften bir âlim şöyle demiştir: 'Kendisine Ruh adı verilen büyük melek
cesedlere ruhları üfürür! Onun her nefesi cesede giren birer Ruh olur ve ona
Ruh ismi verilir. Bu melek ve sıfatı hakkında söylenenler hakikattir. Kalp
erbabı, basiret gözüyle bunu görmüşlerdir. Bunun bundan ibaret olması cihetine
gelince, bu ancak nakille anlaşılır. Nakilsiz hüküm vermek mücerred bir tahmin
olur. Böylece Allah Teâlâ, Kur'an'da yer ve gökler hakkında delil ve ayetlerden
bir kısmını zikrederek şöyle buyurdu:
Rabbinin her şeye şahid olması yetmez mi? (Fussılet/53)
Allah kendisinden başka ilah bulunmadığına dair şahidlik etti.(Âlu İmran/13)
Kendi nefsi üzerinde delilin ta kendisi olduğunu beyan etmiştir. Bu ise,
zıddiyet arzetmez. Delil getirme yolları değişiktir. Nice talip vardır ki
Allah'ı mevcûdata bakarak tanımıştır. Nice ta-lip vardır ki bütün mevcudatı
Allah ile tanımıştır. Nitekim bazısının şöyle dediği gibi: Rabbimi rabbimle
tanıdım. Eğer rabbim olmasaydı rabbimi tanımazdım.
Bu söz şu ayetin mânâsıdır:
Rabbinin her şeye şahid olması yetmez mi? (Fussilet/53)
Allah Teâlâ nefsini, biricik diriltici ve öldürücü olmakla vasıflandırmıştır.
Sonra ölüm ve hayatı iki meleğe havale etmiştir. Nitekim haberde şöyle vârid
olmuştur: ölümle hayat melekleri cedelleştiler. Ölüm meleği şöyle dedi:
- Ben dirileri öldürürüm!
- Ben ölüleri diriltirim!
Bunun üzerine Allah Teâlâ, ikisine vahiy göndererek şöyle buyurdu: İkiniz de
işinize, sizi memur kıldığım sanata devam edi-niz! Öldürücü ve diriltici benim.
Benden başka öldüren dirilten yoktur'.13
Madem ki durum budur, o halde fiil değişik yönlerde kullanılır. Böyle
anlaşıldığında bu mânâların, biri diğerine zıt düşmez. Bu nedenle kendisine hurma
verilen kimseye 'Al bu hurmayı! Eğer sen onun ayağına gelemeseydin o muhakkak
sana gelecekti' denir.14
Görüldüğü gibi, gelme fiilini, hem o hurmaya, hem de o adama izafe etmiştir.
Oysa hurmanın insanın kendisine geldiği şekilde gelmediği malumdur. Tevbe eden
bir kişi 'Ben Muhammed'e değil, Allah'a tevbe ediyorum' dediğinde, Allah Teâlâ
şöyle buyurmuştur:
Hakkı, ehli için tanıdı (hakkı ehline verdi).15
Bu bakımdan kim bütün fiilleri Allah'a izafe ederse o, hak ve hakîkati bilen
hakîkat sahibidir. Kim Allah'tan başkasına izafe ederse o, konuşmasında mecaz
ve istiare kullanan bir kimsedir. Hakikatin bir yönü olduğu gibi, mecazın da
bir yönü vardır. İsmi faili lugat ilmini tedvîn eden mucid için vaz'etmiştir.
Fakat insanın da kudretiyle mûcid olduğu zannedilmiştir. Böylece hareketinden
ötürü insana da fâil adı verilmiş ve bunun hakîkat olduğu zannedilmiştir. Aynı
zamanda vehmetmiştir ki fiilin Allah'a nisbeti, katlin sultana nisbeti gibi
mecaz yoluyladır.
Çünkü cellâda nisbet edilmesine bakılırsa katlin sultana nisbet edilmesi
mecazdır. Ne zaman ki hakîkat ehline keşfolundu, emrin tam aksine olduğunu
anladılar ve dediler ki: 'Ey lugatçi! Muhakkak ki fâil onu mucid için
vazetmiştir. Bu bakımdan Allah'tan başka fâil yoktur. İsim hakîkaten O'nundur.
Mecazen başkasına verilir'. Yani lugat ehlinin kastettiği mânâyı geçmek
suretiyle başkasına bu isim verilir dediler. Nitekim ki mânânın hakîkat!,
bilerek veya bilmeyerek bir bedevinin lisanı üzerine câri olduğunda Hz.
Peygamber onu tasdik ederek şöyle buyurmuştur:
Şairin söylediği en doğru şiir, Lebid'in şu sözüdür: İyi bilin ki Allah'tan
başka herşey bâtıldır.
Yani nefsi ile kaim olmayan, varlığı başkasına bağlı olan herşey nefsi
itibarıyla bâtıldır. Onun hakikatı, kendi nefsiyle değil başkasıyladır. O
halde, hakîkat açısında benzeri olmayan Hayy ve Kayyum'dan başkası nefsiyle
kaim değildir! Çünkü zatıyla kaaim olan O... Onun masivası olan herşey O'nun
kudretiyle kaaimdir. O halde O, hakkın ta kendisidir, O'ndan başkası ise
bâtıldır.
Sehl et-Tüsterî şöyle demiştir: 'Ey miskin! Sen olmadığın halde O vardı!
Olmayacağın zaman da O varolacaktır. Bugün olduğunda başladın Ben, Ben
demeye.... Şimdi de olmadığın gibi ol! Zira O, bugün olduğu gibidir'.
Soru: Anlaşıldı ki herşey cebrdir. Öyleyse sevap, ıkab, öfke ve rıza'nın mânâsı
nedir? O, kendi nefsinin fiilinden ötürü nasıl öfkelenir?
Cevap: Bunun mânâsına Şükür bahsinde işaret etmiştik. Tekrar etmekle kitabı
uzatmak istemiyoruz. İşte tevekkül halini gerektiren tevhîd'den işaret etmek
istediğimiz bu kadardır. Bu ancak rahmet ve hikmete iman etmekle tamam olur.
Çünkü tevhid, sebeplerin müsebbibine bakmayı gerektirir. Rahmet ve sebeplerin
müsebbibine güvenmeyi gerektiren imanı gerektirir, ileride geleceği gibi,
vekile güvenmekle tevekkül hali tamamlanır. Kefilin güzel bakışına kalbin
mutmain olmasıyla tamama erer. Bu imanda imanın kapılarından büyük bir kapıdır.
Bu husustaki keşif ehlinin yolunu hikâye etmek oldukça uzun sürer. Bu bakımdan
biz bunun özetini zikredelim ki tevekkül makamına talip olan bir kimse, kesin
bir şekilde inansın. İçinde şüphe ve zâfiyet olmayan bir yakîn ile Allah Teâlâ
bütün insanları akıllı ve âlim yaratsaydı, onlara nefislerinin taati yok edecek
kadar ilim yaratıp vasfına ni-hayet olmayacak kadar hikmeti onların üzerine
yağdırsaydı, sonra ilim, hikmet ve akıl yönünden tümünün sayısını
fazlalaştırsaydı, sonra onlara işlerin neticelerini bildirseydi ve onları
melekûtun sırlarına muttali kılsaydı, onlara lütfun inceliklerini ve
neticelerin gizliliklerini bildirseydi, onun vasıtasıyla hayır ve şerre, fayda
ve zarara muttali olsaydılar, sonra onlara mülk ve melekûtu, kendilerine
verilen ilim ve hikmetle tedbir etmeyi emretseydi, tümü birleşip işleri düzene
sokmaya çalışsaydı yine de Allah Teâlâ'nın dünya ve ahirette halkı tedbir
ettiği gibi, bir sivrisinek kanadı kadar, ne artış, ne de düşüş
kaydedemezlerdi. Bundan ne bir zerreyi kaldırabilirler, ne de bir zerreyi
alçaltabilirlerdi. Ne bir hastalığı, ne bir ayıbı, ne bir eksikliği, ne bir
fakirliği veya bir kimsenin derdini, sıhhatli olan bir kimsenin sıhhatini,
kemâli, zenginliği, faydayı kaldırmaya da güçleri yetmezdi.
Allah Teâlâ'nın göklerde ve yerde yaratmış olduğu şeylere dikkatle bakarlarsa,
uzun uzun düşünürlerse orada ne bir fazlalık ve eksiklik ve ne de sanatta bir
gevşeklik göremezler. Allah'ın kulları arasında paylaştırdığı rızık, ecel,
sevgi, üzüntü, âcizlik, kudret, iman, küfür, taat ve mâsiyetin hepsinin
katıksız bir adalet olduğunu, içinde zerre kadar zulüm bulunmadığını görürler.
O uygun olan bir şekilde meydana gelen hak bir tertiptir. İmkânda asla bundan
daha güzeli, daha tamamı, daha mükemmeli yoktur. Eğer olsaydı, kudretiyle
beraber bunu esirgeyip fiiliyle yaratıklara ihsan etmeseydi, o zaman bu sonsuz
cömertliğine zıt düşen bir cimrilik, adaletine zıt düşen bir zulüm olurdu! Eğer
kâdir olmasaydı ulûhiyyete zıt düşen acizlik olurdu. Dünyada olan her fakirlik
ve zarar dünyada eksiklik olsa da ahirette artıştır. Ahirette olan her
eksiklik, bir şahsa nisbeten eksiklik ise de başkasına nisbeten nimettir; zira
gece olmasaydı gündüzün kıymeti bilinmezdi. Hastalık olmasaydı sıhhatliler
sıhhatlerinden zevk almazdı. Ateş olmasaydı cennet ehli nimetin kıymetini
takdir edemezdi. Nasıl ki hayvanlar insanlar için feda ediliyor ve insan-lar
onları kesiyor ve bu hareket zulüm sayılmıyorsa, kâmilin nak-îse takdimi
adaletin ta kendisi ise, aynen onun gibi, cennet sakinlerine nimetin kat kat
verilmesi, cehennem sakinlerine cezanın kat kat tatbik edilmesinden doğar. İman
ehline, küfran ehlini feda etmek adaletin ta kendisidir. Eksik olmasaydı,
mükemmel bilin-mezdi. Hayvanlar yaratılmasaydı insanın şerefi ortaya çıkmazdı;
zira kemâl ve eksiklik, nisbî olarak belirir. Bu bakımdan cömertlik ve hikmetin
gereği, kâmili ve eksiği birlikte yaratmaktır.
Nasıl ki kangrenli elin, bedenin selameti için kesilmesi adaletse çünkü eksiği
kâmile feda etmektir aynen onun gibi, dünya ve ahiret hususunda, halk arasında
bulunan taksimdeki değişiklik de böyledir. Bütün bunlar adalettir, zulüm
değildir. Haktır oyuncak değildir.
Bu konu, pek engin, etrafı geniş, dalgalı ve genişlikte tevhid denizine yakın
bulunan başka bir denizdir. Bu denizde eksik olanlardan nice gruplar
boğulmuştur. Bunun ancak âlimlerin aklıyla çözülen bir sır olduğunu
bilememişlerdir. Bu denizin ötesinde birçok insanların hakkında şaşkına döndüğü
kudret sırrı vardır. Öyle bir sır ki keşif ehli dahi onun sırrını ifşa etmekten
menolunmuşlardır. Kısacası; hayr ve şer Allah'ın kaza ve kaderiyledir.
Meşiyetin gereği olarak takdir edilen muhakkak olur. Onun hükmünü geri
çevirecek yoktur. O'nun kaza ve emrini geri aldıran hiçbir şey mevcut değildir.
Küçük ve büyük herşey yazılıdır. Onun meydana gelmesi malum ve beklenilen bir
miktarladır. Sana isabet edecek şeyin, sana isabet etmemesi hiçbir zaman
sözkonusu değildir. Sana isabet etmeyen bir bela da hiçbir zaman sana isabet
edecek değildir.
Biz tevekkül makamının esasları olan mükâşefe ilminin bu remizleriyle iktifa
edip Allah dilerse muamele ilmine dönelim. Allah bize kâfidir ve O ne güzel
vekildir!
7) İmam İmam Ahmed, Dârimî, Buhârî, Müslim, Tirmizî, Nesâî, İbn Mâce, İbn
Hibban
8) Taberânî ve İbn Hibban
9) Daha önce geçmişti.
10) Daha önce geçmişti.
11) Cebr kulun fiilini Allah'a isnad etmek, kula ne tesir edici, ne de
kesbe-dici bir kudret vermemek demektir. Bu Cehm b. Safvan'ın mezhebidir.
(İthaf 'us-Saade, IX/420)
12) Bezzar ve İbn Adîy
13) Kut'ul-Kulûb müellifi tarafından İsrailiyat'tan nakledilmiş, Irâkî ise
aslına rastlamadığını söylemiştir. (İthaf 'us-Saade, IX/427)
14) İbnHibban
15) İmam İmam Ahmed, (Esved b. Serî'den merfû olarak)
*4.Tevekkül'ün Halleri ve Amelleri
Bu bölümde tevekkül hali, meşâyihin tevekkül'ün tarifi hakkındaki söylediği
sözler, tek başına veya çoluk çocuk sahibi olan kimsenin kesb hususundaki
tevekkülü, azık edinmeyi terketmek hususundaki tevekkül, zarar vereni
defetmekteki tevekkül, tedavi ve başka yollarla zararı izale etmekteki tevekkül
gibi hususlar ele alınacaktır Rahmetiyle muvaffak kılan Allah'tır.
*5.Tevekkül Hali
Daha önce tevekkül makamının ilim, hâl ve amelden mürekkeb olduğunu söylemiş,
ilim'in ne olduğunu da beyan etmiştik.
Hale gelince, tevekkül, tahkik noktasında halden ibarettir. İlim ise, onun
temelini teşkil eder. Meyvesi ise ameldir. Tevekkül'ün tarifinin beyanına
dalanlar, oldukça değişik ve birçok ibareler ileri sürmüşlerdir. Herkes kendi
nefsinin makamından ve kendi hali olan tevekkül'den bahsetmiştir. Nitekim
sûfîlerin de bu şekilde, öteden beri gelen bir âdeti vardır. Bu sözleri
nakletmek ve çoğaltmakta bir fayda yoktur.
Biz buradan doğrudan doğruya perdeyi kaldıralım. Tevekkül, vekâlet mastarından
türemedir. Denir ki: 'Filan adam durumunu falana tevkil etmiştir'. Yani ona
havale etmiş ve o hususta ona güvenmiştir. Kendisine durum havale edilen kişi
ise vekildir. Durumunu kendisine havale eden onu acizlik ve kusur yapmakla
itham etmedikçe ve kendisine güvendikçe, nefsi ona emniyet eder ve ona güvenir.
Bu bakımdan tevekkül, kalbin sadece şekil üzerine itimat etmesinden ibarettir.
Husumette vekil olana bir misal verelim: Kimin aleyhinde bâtıl ve zayıf
delillerle bir dava ikame edilirse, o da bu çürük davayı meydana çıkarmak için,
bir kimseye vekâletini verirse, o kimseye ancak onda şu dört vasfın bulunduğuna
inandığından dolayı verir:
1. Hidayetin zirvesinde olması,
2. Kuvvetin zirvesinde olması,
3. Fesâhat ve belâgatın zirvesinde olması,
4. Şefkat ve merhametin zirvesinde olması.
Müvekkil, vekilinde bu dört vasfın bulunduğuna inanırsa ona güvenir.
Hidayet'e gelince, vekil onun vasıtasıyla davanın çürük noktalarını keşfetmesi
ve davadaki gizli hilelerin hiç birinin kendisine kapalı kalmaması için
lâzımdır. Kudret ve kuvvet ise, yağcılık yapmaması, korkmaması, utanıp
çekinmemesi ve hakkı açıkça söylemesi için lâzımdır; zira kuvvet ve kudretten
mahrum olan bir vekil, çoğu kez, hasmın hilelerine vâkıf olduğu halde, hasımdan
korktuğu veya çekindiği veya utandığı için veyahut da hakkı haykırmaktan
alıkoyan bir engelden dolayı o çürük noktayı belirtmez!
Fesâhat'a gelince, o da kudrettendir. Ancak fesâhat lisanında bulunan bir
kudrettir ki vekil onun vasıtasıyla kalbin cesaretle ve işaret ettiği her
hakîkati belirtir. Bu bakımdan hilenin merkezlerini teşhis eden her âlim, dilin
keskinliğiyle o hilenin düğümünü çözmeye muktedir değildir.
Şefkat'in zirvesine varmasına gelince, bu vasıf olduğunda vekili müvekkili
hakkında var kuvvetini sarfetmeye teşvik eder. Çünkü vekilde kudretin bulunup
da müvekkilin işine gereği gibi sarfedilmezse kâfi gelmez.
Vekil hasmının mı yoksa müvekkilin mi davayı kazanacağına, hakkının bununla
olup olmayacağına perva etmedikçe onun muktedir olması kâfi değildir. Eğer
müvekkil, belirtilen bu dört vasıfta veya bunların birinde şüpheli ise, veya
hasmının bu vasıflarda vekilinden daha kuvvetli olduğunu mümkün görürse, bu
takdirde nefsi vekili hakkında mutmain olmaz, kalbi daima ürperir, vekilin
kusurunu telafi etmek için hile ve tedbirleri aramakla uğraşır. Bu bakımdan
müvekkilin fazla güvenmekteki durumlarının derecesi, bu dört hasletin vekilde
bulunmasına inanmasının kuvveti derecesindedir. Kuvvet ve zaaf hakkındaki
zanlar ve inançlar çok değişik manzaralar arzeder. O halde müvekkillerinin
halleri de itminan ve güven hususunda sayılmayacak kadar değişiktir ki içinde
zayıflıktan eser bile olmayan yakîn derecesine varıncaya kadar... Tıpkı vekilin
müvekkili için helâl ve haram demeden mal toplamaya koşması gibi... Bu takdirde
müvekkil için, vekilinde şefkatin ve gerekli dikkatin bulunduğuna yakîn hâsıl
olur. Bu bakımdan vekilde bulunması güven veren dört hasletten biri, kesin
olarak tahakkuk eder. Böylece diğer hasletlerin de kesin olarak vekilde
bulunduğuna inanması düşünülebilir.
Bu da uzun deneme ve haberlerin tevatürü ile mümkündür. Yani mütevatiren
vekilin, zamanındaki insanların hepsinden daha fasîh ve beliğ olduğunu
belirtmek bakımından hepsinden daha kuvvetli bulunduğu, hakka yardım etmekte
herkesten daha atılgan olduğu, bâtıl ile hakkı tasvir etmek hususunda
insanların en kuvvetlisi olduğunun zikredilmesi gibi.. Bu misaldeki tevekkülü
bildiğinde Allah'a olan tevekkülü de buna kıyas et! Eğer keşif vasıtasıyla veya
kesin bir inançla kalbinde daha önce geçtiği gibi Allah'tan başka bir fâilin
bulunmadığı takarrur edip bununla beraber Allah'ın tam ilme ve kullarına
yetecek nisbette kudrete, sonra gerek ferde, gerek bütün cemiyete rahmete,
inayete ve şefkatin tamamına sahip olduğuna inanırsa, O'nun kudretinin ötesinde
bir kudretin, ilminin ötesinde bir ilmin, inayet ve rahmetinin ötesinde bir
inayet ve rahmetin olmadığına inanırsan, bu takdirde şüphesiz ki kalbin sadece
Allah'a tevekkül eder, hiçbir yönden Allah'tan başkasına iltifat etmez.
Kendine ve kuvvetine bile iltifat etmez. Çünkü Allah'tan başka kimseye dönüş ve
Allah'tan başka ibadet edilecek yoktur. Nitekim hareket ve kuvveti zikrederken,
tevhid bahsinde bu durum geçti. Çünkü günahtan dönmek, hareketten, kuvvet ve
kudretten ibarettir. Eğer nefsinde bu hali hissetmezsen bunun sebebi iki şeyden
biridir: Ya bu dört hasletten birinden ötürü yakîn zafiyete uğramıştır veya
galebe çalan vehimlerden ötürü kalp ürkmüş, kalbi istila eden korkudan dolayı
zayıf ve hasta olmuştur. Zira kalp bazen vehme tâbi olarak ürker. Yakînde bu
eksiklik olmadığından dolayı vehme itaat eder. Çünkü bal yiyen bir kimsenin
huzurunda balı, insan pisliğine benzetirsen ve bunun üzerine basa basa
söylersen, çoğu kez kalbi bal yemekten nefret eder ve bir daha bal yemek
kendisine güç gelir. Eğer akıllı bir kimse ölü ile beraber kabirde yatmaya
zorlanırsa veya bir yatakta veya bir evde bulunmaya zorlanırsa, tabiatı bundan
ürker. Her ne kadar onun öldüğüne kesinlikle inanıyorsa da hâl-i hazırda onunla
taş arasında fark olmadığını idrâk edip, Allah'ın sünnetinin şu anda o ölüyü
diriltmeyeceğini biliyorsa da durum yine de değişmez...
Nasıl ki Allah Teâlâ'nın kuvvet ve kudreti onun elindeki kalemi yılan yapmaya,
kediyi aslana çevirmeye yetiyorsa da, Allah'ın sünnetinin böyle olmadığını
bildiği gibi... Bu yakîn derecesinden şüphe etmediği halde, aynı yatakta ölü
ile beraber yatmaktan veya aynı evde ölü ile bulunmaktan tabiatı ürker. Fakat
diğer cansızlardan ürkmez. Bu ise kalpte bir korku ve bir tür zafiyettir. Az da
olsa insan bundan uzak değildir. Bazen bu korku kuvvet bulur, hastalığa dönüşür.
Hatta kapıları sağlamca kilitlediği halde, tek başına evde yatmaktan bile
korkar! Bu bakımdan tevekkül ancak kalbin ve yakîninin kuvvetiyle birlikte
tamamlanır; zira bu iki kuvvetle kalbin sakinleşmesi hâsıl olur. Bu bakımdan
sükûn kalpte birşey, yakîn ise başka bir şeydir. Nice yakin vardır ki onunla
beraber itminan yoktur. Nitekim Allah Teâlâ Hz. İbrahim'e şöyle buyurmuştur:
Allah 'inanmadın mı?' demişti. İbrahim 'Evet inandım. Fakat kalbim tam itminana
kavuşsun diye sordum' dediKullarla aziz olmayı talep edeni Allah zelîl eder.16
Tevekkülün mânâsı sana keşf olunduğunda ve tevekkül diye adlandırılan hali
bildiğinde, bil ki bu halin kuvvet ve zâfiyet bakımından üç derecesi vardır:
Birinci Derece
Bu derece, bizim söylediğimizdir. O da kişinin, Allah hakkındaki halinin ve
Allah'ın kefillik ve inayetine olan güveninin tıpkı vekile olan güvenindeki
hali gibi olmasıdır.
İkinci Derece
Bu daha kuvvetlisidir. Allah ile olan hali çocuğun annesine karşı olan hali
gibi olmasıdır. Çocuk annesinden başkasını tanımaz, ondan başkasına sığınmaz ve
ondan başkasına güvenmez. Annesini gördüğünde her durumda onun eteğine yapışır,
onu bırakmaz. Annesinin bulunmadığı yerde başından bir kaza geçerse, ilk önce
anneciğim diye bağırır. Kalbine ilk gelen annesidir; zira annesi sığınağıdır;
zira annesinin kefaletine, kifayet ve şefkatine güvenmiştir. Öyle bir güven ki
çocukta bulunan ayırdetme kabiliyeti ile meydana gelen bir tür idrâkten farklı
değildir. Zannedilir ki bu, çocukta bir tabiattır. Öyle ki çocuk bu hasletlerin
tafsilatını anlatmakla mükellef kılınsa, lâfzını söylemeyi, mufassal bir
şekilde zihninde bulundurmaya bile gücü yetmeyecektir. Fakat bütün bunlar
idrâkin ötesindedir. Kimin kalbi, nazarı Allah'a olursa, çocuğun annesine bağlı
oluşu gibi o da Allah'a bağlanır ve hakkıyla Allah'a tevekkül eder. Çünkü çocuk
annesine tam anlamıyla güvenir. Bu derece ile birinci derece arasındaki fark,
bu şahsın tevekkül sahibi oluşudur. Tevekkül hususunda, tevekkülünden fani
olmuştur; zira kalbi ne tevekküle, ne de tevekkülün hakikatine iltifat etmez.
Sadece kendisine tevekkül edilen Allah'a iltifat eder. Bu bakımdan kalbinde
kendisine tevek-kül edilenden başkasına yer kalmamıştır.
Birincisine gelince o, tekellüf ve çalışma ile tevekkül eder olmuştur.
Tevekkülünden fani olmamıştır; zira tevekkülüne bakar, onu sezer. Bu ise, bir
olduğu halde kendisine tevekkül edilenin mü-lâhazasından çeviren bir
meşguliyettir.
Sehl et-Tüsterî'den, 'Tevekkülün en alt derecesi nedir?' diye sorulunca bu
dereceye işaret ederek dedi ki: 'istekleri terketmektir!' 'Orta derecesi
nedir?' diye sorulduğunda şöyle dedi: 'İhtiyar'ı terketmektir!'
Bu ise ikinci dereceye işarettir. En yüksek derecesinden soru-lunca onu
söylemeyerek şöyle demiştir: 'En yükseğini ancak orta dereceye varan tanır ve
bilir!'
Üçüncü Derece
Derecelerin en yücesi olan üçüncü derecesi ise, hareketlerinde ve
hareketsizliğinde ölü, yıkayıcısının elinde nasılsa, Allah'ın huzurunda öyle
olmasıdır. Ölüden sadece şu bakımdan ayrılır: Nefsini ölmüş ve ezelî kudretin
elinde, ölü yıkayıcısının ölüyü çevirdiği gibi evrilip çevriliyor görür. Bu,
öyle bir kimsedir ki yakînî, kendisinin hareket, kudret, irade, ilim ve diğer
sıfatların mecra ve merkezi olduğunu görecek şekilde kuvvet bulmuştur ve bütün
bunların kendisinde cebren meydana geldiğini görecek raddeye gelmiştir. Bu
bakımdan gelecekte üzerinde cereyan edecek şeyi bekleyenden ve çocuktan
ayrılır. Çünkü çocuk annesine sığınır, bağırır, onun eteğine yapışır,
arkasından koşar... Hatta çocuk ağlamasa dahi annesinin kendisini arayacağını,
annesinin eteğine yapışmasa dahi annesinin kendisini kucaklayacağını, süt
istemese dahi annesinin kendiliğinden halini sorup ona süt içireceğini bilen
çocuk gibidir. Tevekkülün bu makamı duayı terketmek, Allah'ın kerem ve
inayetine güvenerek dilekleri terketmek, Allah'ın kendisine isteyenden daha
iyisini vereceği inancını imanından ötürü istemeyi terketmeyi doğurur.
Nice nimet vardır ki istenmeden, dua etmeden ve müstahak olunmadan önce ve
kendiliğinden bahşedilir. İkinci makam duanın ve dileğin terkini gerektirmez.
Ancak sadece Allah'tan başkasından istemeyi terketmeyi gerektirir.
Soru: Bu hâlin varlığı düşünülebilir mi?
Cevap: Bu ahvalin varlığı, muhal değildir. Fakat varlığı pek az ve zordur.
İkinci ve üçüncü makam, makamların en azı ve en zorudur, birinci makama ulaşmak
ise daha kolaydır. Sonra üçüncü makam, ikinci makamla beraber var olduğunda,
onun devam et-mesi, var olmasından daha uzak bir ihtimaldir.
Üçüncü makamın devamlı olması korkudan gelen sararma gibi gelip geçer; zira
kuv-vet ve sebeplerin mülâhazasına yayılması kalbin tabiatıdır. Bundan
inkıbazının ise arızî olduğu gibi... Korku, kanın içe çekilmesinden ibarettir.
Öyle ki cildin dışından cilt perdesinin in-celiğinin ötesinde bulunan
kırmızılık silinir; zira cild ince bir perdedir. Onun ötesinde kan kırmızılığı
görünür. Kanın çekilmesi sararmayı gerektirir, Bu sararma ise fazla devam
etmez. Kalbin de tamamen kuvvet ve diğer zâhirî sebeplerin mülâhazasından
çekilmesi pek fazla devam etmez. İkinci makam ise sıtmalı bir kimsenin
sararmasına benzer. Bu sararma bazen bir, bazen da iki gün devam eder.
Birincisi, öyle bir hastanın sararmasına benzer ki hastalık kök salmıştır.
Bunun devam etmesi veya zâil olması uzak bir ihtimal değildir.
Soru: Bu hallerde sebeplere yapışmak ve tedbire başvurmak kulun iradesi dahilinde
olur mu?
Cevap: Üçüncü makam, o halin devamı boyunca, tedbiri temelinden siler. Hatta bu
makamın sahibi şaşkın bir kimse gibidir. İkinci makam, dua ve yalvarmakla
Allah'a sığınmak hariç her tedbiri ortadan kaldırır. Tıpkı sadece annesine
asılmakla çocuğun tedbir alması gibi... Birinci makam ise, tedbir ve ihtiyarın
esasını kaldırmaz. Ancak bazı tedbirleri kaldırır.
Tıpkı husumette vekiline güvenen bir kimse gibi... Bu kimse, vekilden gelmeyen
her tedbiri terkeder. Fakat vekilinin işaret ettiği tedbiri terketmez, hatta
açık işareti olmaksızın vekilin âdetinden olduğunu bildiği tedbiri bile
terketmez. Onun işaretiyle bilinene gelince, mesela vekil der ki: 'Ben ancak
senin huzurunda konuşurum!' Bu takdirde müvekkil, şüphesiz hazır olmak için
tedbire başvurur. Bu ise, vekile olan güvenine zıt düşmez; zira müvekkil,
vekilden kaçıp nefsinin kuvvet ve kudretinde delili izhar etmekte güvenmiş
değildir. Başkasının kuvvetine de iltica etmiş değildir. Vekilin söylediğini
yapması, vekile güvenmesindendir. Zira eğer vekile güvenip sözüne itimat
etmeseydi, onun sözüyle hazır olmazdı. Vekilin âdetinden malum olana gelince,
Vekilin âdetinin, sicillere bakarak hasmını susturmak olduğunu bilir. Bu
bakımdan eğer bu durumda vekile güveniyorsa, onun âdetine güvenmeli, adetinin
gereğini yerine getirmesi de güveninin tam olmasındandır. O da beraberinde
hasımla karşılaştıklarında sicilleri göstermesidir.
Durum bu ise, ne huzurdaki tebdirden, ne de sicilleri ihzar etmekteki tedbirden
müstağni değildir. Eğer bundan birşey bırakırsa tevekkülünde bir eksiklik olur.
Öyle ise, burada fiilî bir eksiklik nasıl olabilir? Evet! Vekilin işaretini
yerine getirmek için hazır olur. Adetim ifâ etmek için sicilleri ihzar ettikten
ve cedelleşmesine bakmak suretiyle oturduktan sonra, ikinci ve huzurdaki üçüncü
makama varmıştır. Hatta kuvvet ve kudretine başvurmayan ve durumun neticesini
bekleyen bir hayrete düşmüş kimse gibi olur; zira ne kuvveti, ne de kudreti
kalmıştır. Vekilin işareti ve âdeti üzerine bulunmuş ve si-cilleri de hazır
etmiş ve sonuna da varmıştır.
Bu bakımdan nefsin güveni, vekile güvenci ve cereyan eden hâdiseyi beklemesi
kalmıştır. Bu durumu düşündüğün zaman tevekkül hakkındaki bütün müşkilât senden
uzaklaşmış olur ve anlamış olursun ki her tedbir ve ameli terketmek tevekkülün
şartından değildir ve yine tevekkülle beraber, her tedbir ve amel de caiz
değildir. Bu çeşidi taksimleri gerektirir. Bunun tafsilatı ameller bahsinde
gelecektir. Bu bakımdan müvekkil, vekilin kuvvetine hazır olmak ve hazır etmek
hususunda iltica ederse, onun bu durumu, tevekkülle çelişmez. Çünkü eğer vekil
olmazsa orada hazır bulunmasının da sicilleri oraya götürmesinin de faydasız
bir yorgunluk ve boş bir hareket olduğunu bilir; zira kuvvet ve kudreti olması
fayda vermez. Vekilin onun orada hazır bulunmasını veya sicilleri ihzar
etmesini, konuşmasına dayanak tuttuğundan dolayı fayda verir ve işaretiyle ona
da bu durumu bildirmiştir. Durum bu ise Vekilin kuvvet ve zaten kudreti vardır'
demek olur. Şu kadar var ki bu kelimenin vekil hakkında mânâsı kemâle varmaz.
Çünkü vekil, kuvvet ve kudretinin yaratıcısı değildir. Vekil onları esasında
faydalı kılar. Eğer vekilin fiili olmasaydı onlar faydalı olamazlardı. Bu ancak
hak olan vekilin hakkında tam mânâsıyla doğrudur. O da Allah Teâlâ'dır; zira
tevhid bahsinde de geçtiği gibi, havl ve kuvvetin yaratıcısı Allah'tır! Onları
faydalı kılan da Allah'tır. Çünkü onların arkasında yaratacağı fayda ve
maksatlara onları şart kılan da Allah'tır... Durum böyle olunca hakîkat ve
doğruluk yönünden Allah'tan başka hiç kimsede kuvvet yoktur. Bu bakımdan bütün
bunları gören bir kimse için haberlerde lâ havle ve lâ kuvvete diyen hakkında
varid olan büyük sevap vardır.
Bu durum bazen uzak bir ihtimal olarak görünür ve denir ki: 'Dile bu kadar
kolay geldiğine, kalbin bu kadar kolayca lâfzının mefhumuna inanmasına rağmen
bu kelimeyi söylemekle bütün bu sevap nasıl bir insana verilir? Bu çok uzak bir
ihtimaldir'. Oysa durum, bu itirazcının sandığı gibi değildir. Çünkü bu verilen
mükafat, Tevhid bölümünde zikrettiğimiz müşahedenin mükafatıdır. Bu kelime'nin
(Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh) ve sevabının "Lâ ilâhe illâllah'ın
sevabına nisbeti, tıpkı bu iki kelimenin mânâsının birbirine nisbet edilmesi
gibidir; zira 'Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh' kelimesinde sadece iki şey
Allah'a mal edilmiştir. 'Lâ ilâhe illâllah' kelimesine gelince o, herşeyi
Allah'a nisbet etmektir. Bu bakımdan herşey ile iki şeyin arasındaki farklılığa
dikkat et ki 'Lâ ilâhe illâllah'ın 'Lâ havle ve lâ kuvvetle nisbeten sevabını
anlayabilesin. Daha önce 'Tevhîd'in iki kabuğu ve iki özü vardır' dediğimiz
gibi, bu kelimenin de ve diğer kelimelerin de bu durumları vardır. Oysa halkın
çoğu iki kabuğa bağlanmışlardır ve Hz. Peygamber'in şu hadîs-i şerîfiyle
kendisine işaret edilen iki öze inememişlerdir:
Kim kalbinden, doğru ve ihlaslı olarak, 'Lâ ilâhe illâllah' derse ona cennet
vâcib olurAltın ve cevahirle işlenmiş tahtlar üzerindedirler. Onların üzerinde
karşı karşıya kurulmuşlardır.(Vâkıa/15-16)
Ashab-ı yemîn'in bahsinde su,gölge, meyveler, ağaçlar ve elâ gözlü hurilerden
fazlasını zikretmedi. Oysa bütün bunlar bakılan, içilen, yenen ve nikâh edilen
şeylerin lezzetlerindendir. Bu, daimî olarak hayvanlar için de düşünülebilir.
Hayvanların lezzetleri nerede, sultanlık ve âlemlerin rabbinin manevî
komşuluğunda a'lâyı illiyyîn 'e inişin lezzeti nerede? Eğer bu lezzetlerin bir
kıymeti olsaydı, hayvanlara bolca verilmez ve meleklerin derecesi bunların
üstünde olmazdı.
Hayvanlar, bahçelere salıverildikleri, su, ağaç ve diğer gıdalardan
nimetlendikleri, birbirlerinden lezzetlendikleri halde, hallerinin daha yüce,
daha lezzetli ve daha şerefli olduğunu ve a'lâyı illiyyîn'de rabb'ülâlemîn'in
manevî komşuluğunda lezzetlenen meleklerin halinden, kemâl erbabının nezdinde
daha fazla gıpta edileceğini mi sanıyorsun? Heyhat! Heyhat! Eşek olmak ile
Cebrail (a.s) derecesinde olmak arasında muhayyer bırakılıp da eşşeklik
derecesini Cebrail'in derecesine tercih eden bir zavallının tahsilden uzaklığı
pek korkunçtur!
Her şeyin kendi benzerinin kendine câzip göründüğü gizli değildir!18
Eskicilerin sanatına, kâtiplerin sanatından daha fazla meyyal olan nefis,
cevherinde, kâtiplerden daha fazla eskicilere benzer. Meleklerin lezzetinden
daha fazla hayvanların lezzetlerini elde etmeye meyilli olan bir kimse de
böyledir. Bu bakımdan bu kimse, şüphesiz ki meleklerden daha fazla hayvanlara
benzer.
Onlar hayvanlar gibidir. Hatta daha da şaşkın ve işte gafiller
onlardır.(A'raf/179)
Onların daha sapık ve şaşkın olmaları ancak şundan ileri gelir: Hayvanların,
meleklerin derecesini talep etme imkânı yoktur. Bu bakımdan bu dereceyi talep
etmeyi terk etmesi acizliğinden ileri gelir, insana gelince onun bu imkânı
vardır. Kemâlin elde edilmesine kâdir olan bir kimse kemâlin talebinden geri
kaldı mı, dalâlete nisbet edilerek kötülenmesi daha uygun ve daha doğrudur. Bu
sözler, bahis arasında geçen sözler olduğundan biz maksada dönelim. Daha önce
'Lâ ilhahe illâllah' ve 'Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh' sözünün mânâsını
beyan etmiş ve demiştik ki: 'Müşahede ve mükâşefe olmaksızın bunları söyleyen
bir insanda tevekkül halinin meydana gelmesi düşünülemez'.
Soru: Senin 'Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh' sözünden Allah'a iki şeyi
nisbet etmekten başka birşey yok. Bu bakımdan eğer biri 'Gökle yer Allah'ın
yaratığıdır' dese, böyle diyenin sevabı, öbür sözü diyenin sevabı gibi midir?
Cevap: Hayır! Çünkü sevap, sevaba sebep olan şeyin derecesi nisbetindedir. Oysa
bu iki derecenin arasında eşitlik yoktur. Gök ve yerin büyüklüğüne, kuvvet'in
de küçüklüğüne eğer küçüklükle tavsîfi caizse bakılmaz. Çünkü eşya, şahısların
büyüklüğüne bağlı değildir. Halk tabakası da anlar ki yer ile gök insanlar
tarafından değildirler. Bilakis halk tabakasından herkes anlar ki yer ile gök
insanların değil, Allah'ın yaratıklarıdır. Kuvvet ise, mutezilîler felsefeciler
ve bakışının keskinliği ile kılı kırk yararcasma makul ve fikir hakkında ince
mütalaalarda bulunduğunu iddia eden bir çok gruplar tarafından bile
çözülememiştir. Bu bakımdan bu kelime tehlikeli bir kelime ve büyük bir
kayıştır.
Burada gafiller helâk olmuşlardır! Zira gafiller, nefisleri için birşey isbat
etmişlerdir. Oysa bu isbatlama tevhîd'de şirk ve Allah'tan başka bir yaratıcı
is-bat etmektir. Kim Allah'ın kendisine bahşettiği tevfîki ile bu dar gediği
geçerse, onun mertebesi yücelir ve 'Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh' sözünde
doğru olur. Nitekim daha önce 'Tevhîd'de iki gedikten başkası yoktur' demiştik.
Onlardan biri yer, gök, güneş, ay, yıldız, bulut, yağmur ve diğer cemadâta
bakmaktır. İkincisi ise, hayvanların ihtiyarına bakmaktır ki bu ikincisi,
gediklerin tehlike bakımından en büyüğü ve en korkuncudur. Bu iki aşılmaz
engeli geçmekle Tevhid sırrının kemâli tahakkuk eder ve bunun için de bu
kelimenin sevabı büyümüştür. Bundan bu kelimenin tercümes: olan ve müşahede
edilen mânânın sevabını kastediyoruz. O hald( tevekkül hali, kuvvetten teberri
etmek ile, hak ve bir olana tevekkü etmeye dönüşür. Eğer Allah dilerse biz
tevekkül amellerinin tafsi latını zikrettiğimizde bunun hakikati
anlaşılacaktır.
16) Ukaylî ve Ebu Nuaym
17) Taberânî, (Zeyd b. Erkam'dan); Ebu Yâ'lâ, (Ebu Hüreyre'den)
18) Bu söz meşhur bir darb-ı meseldir. Mânâsı 'Ruhlar hazırlanan
askerlerdir...' hadîsinden alınmıştır.
*6.Tevekkül Halleri Hakkında Şeyhlerin Sözleri
Şeyhlerin bu sözlerinin hiç birinin daha önce zikrettiğimiz mânâ hududununun
dışına çıkmadığı bilinmelidir. Fakat şeyhlerin her biri hallerin bazılarına
işaret etmiştir.
Ebû Musa ed-Deybilî (veya Deybülî) dedi ki: Ebu Yezid el-Bistamî'ye 'tevekkülün
ne olduğunu' sordum. Dedi ki: 'Sen tevekkül hakkında ne diyorsun?' Dedim ki:
"Arkadaşlar, 'Eğer yırtıcı hayvanlar ve yılanlar sağından ve solundan seni
sarsalar bile kalbin kıpırdamamalıdır' dediler". Ebu Yezid 'Evet! Bu
tarif, tevekkülün hakîki tarifine yakındır. Fakat eğer cennet ehlinin cennette
nimetlendiğini, ateş ehlinin de ateşte azap gördüğünü gördükten sonra nefsin
için birini tercih edersen tevekkülün esasından çıkmış olursun. (Çünkü Allah'a
tevekkül, herhangi bir fiili kendi nefsine nisbet etmene zıd düşer)'.
Ebu Musa'nın söylediği, tevekkül hallerinin en büyüğünden haber vermektir. O da
üçüncü makamdır. Ebu Yezid'in söylediği ise, tevekkülün esaslarından olan ilmin
çeşitlerinin en aziz ve en az bulunanınıdır. Bu da, hikmeti ve Allah Teâlâ'nın
yaptığını vâcib olarak yapmış olduğunu bilmektir. Bu bakımdan cehennem ile
cennet ehli arasında, adalet ve hikmetin esasına göre ayrım yoktur. Bu ilim
çeşitlerinin en giriftidir. Bunun arkasında kader sırrı bulunur. Ebu Yezid ise,
makamların en yücesinden, derecelerin en yükseğinden konuşur. Yılanlardan
korunmayı terketmek tevekkülün birinci makamında şart değildir.
Çünkü Ebubekir Sıddîk (r.a) mağarada yılanların deliklerini kapatmak suretiyle
onlardan korundu. Ancak Ebubekir Sıddîk (r.a), bu delikleri ayağıyla veya
eliyle kapattı. Bundan dolayı da onun sırrı bozulmadı, denilebilir! Veya şöyle
de denilebilir: Ebubekir Sıddîk bunu nefsi için değil Hz. Peygamber'e olan
şefkatinden dolayı yaptı. Oysa tevekkül ancak kişinin sırrını harekete geçirip,
kendisine ait bir iş için bozulursa, ortadan kalkar. Bu hususa bakmak için bir
fırsat vardır. Bunun emsalinin ve bundan daha fazlasının tevekküle zıt
düşmediğinin beyanı ileride geleceği gibi yılanlardan ötürü kalbin harekete
geçmesinin korku olduğunu, tevekkül sahiplerinin hakkının da yılanları
kendisine musallat kılandan korkmak olduğunun beyanı da gelecektir; zira
yılanların kuvveti yoktur. Bunlar ancak Allah'ın emriyle olur.
Eğer kişi yılandan korunursa, tedbirine ve korunma hususunda, kudretine
yaslanmış olmaz. Tedbir, kuvvetin yaratanına yaslanmak demektir.
Zünnûn-i Mısrî'den tevekkülüm mânâsı sorulduğunda cevap olarak demiştir ki:
'Allah'tan başka bütün bâtıl rableri atmak ve sebepleri kesmektir!'
Bu bakımdan bâtıl rableri atmak, Tevhîd ilmine, sebepleri kesmek ise, amellere
işarettir, Zünnûn-i Mısrî'nin sözünde, her ne kadar lâfzın zımnında varsa da
açıkça hale dokunmak yoktur. Bunun üzerine ona denildi ki: 'Biraz daha izah
eder misiniz?' Cevap olarak şöyle dedi: 'Nefsi kulluğun ahkâmına atmak ve
rubûbiyet davasından çıkartmaktır!' Bu ise, sadece kuvvetten teberri etmeye
işarettir.
Hamdün (b, Ahmed b. Ammâre) el-Kassar'a tevekkül soruldu. Dedi ki: '(Tevekkül
şudur) eğer senin 10.000 dirhemin varsa, aynı zamanda üzerinde bir danik de
borç varsa ölüp de o borcun üzerinde kalacağından emin olmamandır. Eğer
boynunda 10.000 dirhem borç varsa ve ona karşılık birşey bırakmazsan, onu
ödemek hususunda Allah'tan ümidini kesmemendir'. Onun bu sözü, sadece Allah'ın
kudretinin genişliğine ve kudret dahilindeki şeylerde şu görünen sebeplerin
haricinde daha nice gizli sebeplerin bulunduğuna inanmaya işarettir.
Ebu Abdullah (Muhammed b. Ahmed) el-Karaşî'ye tevekkül soruldu. Dedi ki:
'Tevekkül, her durumda Allah Teâlâ ile irtibat kurmaktır'. Soran 'Bana da izah
eder misin?' deyince şöyle dedi: 'Başka bir sebebe vardıran sebebi terketmektir
ki bunu sevk ve idare eden hakkın ta kendisi olsun!'
Birinci cevap, üç makamı da kapsamına almaktadır. İkinci ce-vap ve tarif ise,
sadece en yücesi olan üçüncü makama işarettir. Bu tevekkül, Hz. İbrahim'in
(a.s) tevekkülü gibidir; zira Cebrail (a.s) ona 'Bir şeye ihtiyacın var mı?'
diye sorunca dedi ki: 'Sana ihtiyacım yoktur!' Zira Cebrail'in suali İbrahim'i
korumak gibi, başka bir sebebe götürücü bir sebeptir. Bu bakımdan İbrahim (a.s)
bunu 'Eğer Allah dilerse Cebrail'i bu hususta musahhar eder. Öyleyse bunu bizat
sevk ve idare eden Allah'tır' hakikatine güvenerek terketti. Bu hâl, Allah'ı
gördüğünden dolayı nefsinden geçmiş, Allah'ın beraberinde başkasını görmemiş ve
öylece kalakalmış bir kimsenin halidir. Bu hâl, esasında vukûu pek nadir bir
haldir. Eğer olursa, devamlılığı, oluşundan daha uzak ve daha nadir bulunan bir
durumdur.
Ebu Said (Ahmed b. İsa) 'Tevekkül, sükûnetsiz sallantı ve sallantısız,
sükûnettir!' demiştir.
Onun bu tarifiyle, ikinci makama işaret etmesi mümkündür. Bu bakımdan kişinin
sallantısız sükûneti, kalbin vekile karşı sükûnete kavuşmasına ve güvenmesine
işarettir. Sükûnetsiz sallantı ise, kalbin vekile sığınması, çocuğun annesinin
önünde sallanması ve annesinin kendisi hakkında tam şefkate sahip olduğuna
kalben inanması gibi vekilin huzurunda yalvarmasına işarettir.
Ebu Ali (Hasan b. Ali) ed-Dekak şöyle demiştir: Tevekkül üç derecedir:
A) Önce tevekkül,
B) Sonra teslim olmak,
C) Sonra tefvîzdir.
Tevekkül sahibi bir kimse Allah'ın va'dine güvenir. Teslim olan bir kimse
ilmiyle iktifa eder. Tefviz sahibi ise, hükmüne razı olur.
Bu söz kendisine bakılana nisbeten kişinin bakış derecelerinin değişik olmasına
işarettir; zira ilim esastır. Va'd ona tâbi olur. Hüküm ise, va'de tâbidir.
Tevekkül sahibi bir kimsenin kalbine bunlardan birinin mülâhazasının hâkim olması,
uzak bir ihtimal değildir. Bu söylediklerimizden başka, şeyhlerin tevekkül
hususunda daha nice sözleri vardır. Biz onları nakletmekle kitabı uzatmayalım;
zira keşif, düşünce ve nakilden daha faydalıdır. İşte buraya kadar
söylediklerimiz, tevekkül haliyle ilgili olan şeylerdir. Rahmet ve lütfuyla
muvaffak kılan Allah'tır.
*7.Tevekkül Sahiplerinin Amelleri
İlim hali, hâl de ameli doğurur. Bazen tevekkül'ün mânâsının, bedenen
çalışmayı, kalben tedbiri terketmeyi, atılan paçavra ve çengele takılan et parçası
gibi yere serilmek olduğu zannedilir! Oysa böyle zannetmek, cahillerin işidir.
Böyle zannetmek, şer'an haramdır.
Çünkü şeriat tevekkül, sahiplerini övmüştür. Acaba dince mahzurlu sayılan
şeylerle dînî makamların birine nasıl varılır? Buradaki perdeyi kaldırmak için
şöyle deriz. Tevekkül'ün tesiri, kulun hareketinde, ilmiyle hedeflerine doğru
gidişatında belirir. Kulun kendi ihtiyarıyla çalışmasına gelince, bu çalışma,
kesb gibi kulun yanında bulunmayan faydalı bir şeyi celbetmek veya azık gibi
kulun yanında mevcut olan, faydalı bir şeyi korumak, yırtıcı hayvan, hırsız ve
saldırganı defetmek gibi daha kulun başına gelmeyen bir zararı bertaraf etmek
veyahut da hastalıktan tedavi olmak gibi kulun başına gelen bir zararı
kaldırmak içindir. Bu bakımdan kulun hareketlerinin hedefi, şu dört durumun
dışına çıkamaz: Fayda verenin celbi ve korunması, zarar verenin bertaraf
edilmesi veya fenlerin her birinin derecelerini şer'î delillerle beraber
zikredelim:
Birinci Durum
Fayda verenin celbi hakkındadır. Bunun hakkında deriz ki: Fayda verenin
celbinde kullanılan sebepler üç derecedir:
Biri kesin, ikincisi güvenilir bir zan ile zannedilen, üçüncüsü nefsin tam
güvenmediği ve mutmain olmadığı bir vehim ile vehmedilendir.
1. Derece
Kesin olan birinci derece, Allah'ın takdir ve meşiyetiyle, değişmez bir
şekilde, müsebbeblerin bağlı oldukları sebepler gibidir. Tıpkı aç olduğunda
veya yemeğe ihtiyacın olduğunda yemeğin önüne konması gibidir. Fakat ona el
uzatmayıp 'Ben tevekkül sahibiyim. Tevekkül'ün şartı da çalışmayı terketmektir.
Eli yemeğe uzatmak da bir çalışma ve harekettir. Onu dişlerle çiğnemek de
böyledir. Yukarı çeneyi aşağı çene üzerine kapatmak ve yutmak da böyledir'
demen gibi! Senin bu hareketin katıksız bir deliliktir. Tevekkülle hiçbir
alâkası yoktur; zira eğer Allah, yemeksizin, sende doymayı veya ekmekte,
kendiliğinden gelip ağzına girmek için bir hareketi veya senin için çiğneyip ve
midene varması için ' bir meleği müsahhar kılmasını beklersen, Allah'ın
sünnetini (kanununu) bilmiyorsun demektir. Böylece yere tohum serpmeden Allah
Teâlâ tohumsuz ekin bitirmesini veya Hz. Meryem'in (a.s) doğurduğu gibi,
hanımından cinsî münasebette bulunmaksızın çocuk beklersen, bütün bunlar da
deliliktir.
Bunun benzeri çoktur ve saymakla bitmez. Bu bakımdan bu makamda tevekkül,
amelle değil, hâl ve ilimledir.
İlm'e gelince, Allah Teâlâ'nın yemeği, eli, dişleri, hareket kuvvetini
yarattığını, sana yediren ve içirenin O olduğunu bilinendir.
Hal'e gelince, kalbinin sükûnete kavuşması ve itimadının Allah'ın fiili üzerine
olmasıdır, el ve yemek üzerine değil! Sen, elinin sıhhatine nasıl
güvenebilirsin? Oysa çoğu kez elin kuruyup felç olabilir. Sen kendi kudretine
nasıl itimat edebilirsin? Oysa derhal aklını yerinden oynatan bir şey olup,
hareket kuvvetini iptal edebilir. Yemeğin hazır olmasına nasıl güvenirsin? Oysa
Allah Teâlâ senden o yemeği alan birini veya seni o yerden kaçırtan bir yılanı,
seninle yemeğin arasına giren bir engeli musallat kılabilir. Böyle ihtimaller
olduğundan ve Allah'ın fazlından başka bunların ilâcı da bulunmadığından ötürü
ancak O'nunla sevin ve ancak O'na güven! Kişinin hali ve ilmi bu olduğunda
elini yemeğe uzatsın, muhakkak o tevekkül sahiplerindendir.
2. Derece
İkinci derece, kesin olmayan fakat çoğu kez müsebbebin onlarsız meydana
gelmediği ve onlarsız meydana gelme ihtimali uzak olan sebeplerdir. Tıpkı
şehirlerden ve kafilelerden ayrılıp halkın çok az yolculuk yaptığı sahralara
azıksız düşen bir kimse gibi... Böyle yapmak tevekkülde şart değildir. Aksine
sahralarda beraberinde azık götürmek selef-i salihînin sünnetidir. Daha önce
dediğimiz gibi, azığa değil de Allah'ın faziletine güvendikten sonra, tevekkül
sahipleri tevekkülden çıkmış olmaz. Fakat azıksız sahralara dalmak da caizdir.
Bu ise, tevekkül makamlarının en yücesidir ve İbrahim b. Ahmed el-Havvas böyle
yapardı.
Soru: Fakat azıksız sahraya dalmak, nefsi helâk etmek ve teh-likeye atmak
hususunda adım atmak sayılmaz mı?
Cevap: Böyle yapmak iki şartla haram olmaktan çıkar.
Birinci şart; kişi nefsini alıştırmış, bir hafta ve bir haftaya yakın bir zaman
yemeksiz sabretmeye nefsini tâlim ettirmiştir. Öyle ki bu müddet zarfında nefis
kalp sıkışması ve gönlün teşevvüşü olmaksızın ve Allah'ın zikrinde bir zorluk
çekmeden sabredebilir.
İkincisi, öyle bir durumdur ki bitkilerle gıdalanabilir. Basit olan her şeyden
gıdasını alabilir. İşte bu iki şart mevcut olduktan sonra, kişi çoğu kez
çöllerde ancak haftada bir insana rastlar veya bir obaya, bir köye veya kifayet
edici bir bitkiye varır. Nefsiyle mücâhede ederek bununla hayatını idame
ettirebilir. Mücâhede etmek tevekkülün direğidir.
Havvas buna itimad eder, onun benzeri tevekkül sahipleri de buna güvenirdi.
Havvas'ın buna güvendiğinin delili şudur ki o iğne, makas, ip ve su testisini
yanından ayırmazdı. Derdi ki: 'Bunları bulundurmak tevekküle zıt düşmez'.
Bunun sebebi şuydu: O, çöllerde suyun kumun yüzeyinde olmadığını bilirdi. Suyu
testisiz ve ipsiz kuyulardan çıkarmak da Allah'ın sünnetine muhaliftir. İp ile
testinin, bitki gibi çölde çokça bulunmadığı malumdur. Suya da günde birkaç
defa, abdest için, ihtiyaç vardır. İçmek için de günde veya iki günde bir defa
suya ihtiyaç vardır; zira yolcunun yolculuğun harareti sebebiyle yemek yemese
dahi suya ihtiyacı olur. Kişinin bir tek elbisesi olur. O elbise çoğu kez
yırtılır. Avret mahalli görünür. Çölde her namaz vaktinde iğne ve makasın
bulunmaz. Kesmek ve dikmek hususunda da çöllerde bulunan şeyler iğne ile makas
yerini tutmaz. Bu bakımdan bu dört şeyin mânâsında olan da ikinci dereceye
iltihak eder. Çünkü oluşu, kesin olmayan bir zan ile zannedilir; zira elbisenin
yırtılmaması veya başka bir insanın çıkıp ona elbise vermesi veya kuyu başında
ken-disine su veren birinin bulunması mümkündür. Fakat yemeğin çiğnenmiş bir
vaziyette hareket ederek onunn ağzına girmesine ihtimal yoktur. O halde iki
derece arasında fark vardır.
Kişi, dağların kuytularından birine su ve bitki olmadığı bir yere herhangi bir
yolcunun uğramadığı bir mahalle çekilip Allah'a tevekkül ederek oturursa, bu
kişi böyle yapmakla günahkâr olur, kendi nefsini helâk etmiş olur. Nitekim
rivayet ediliyor ki zahidlerden biri şehirlerden ayrıldı. Bir dağın tepesinde
bir hafta durdu ve 'Rabbim'benim rızkımı getirinceye kadar hiç kimseden birşey
istemeyeceğim!' dedi. Böylece bir hafta oturdu. Nerdeyse ölecek raddeye geldiği
hâlde kendisine rızık gelmedi. Bunun üzerine ellerini kaldırarak şöyle dedi:
'Ey rabbim! Eğer beni diri bırakacaksan,
bana ayırdığın rızkı gönder! Yoksa ruhumu al! Beni yanına götür!' Bunun üzerine
Allah Teâlâ kendisine şöyle ilham etti:
İzzetim hakkı için sen şehirlere girip halk arasında oturmadıkça sana rızık
vermeyeceğim!
Bunun üzerine, kişi şehre gidip oturdu. Bir kişi yemek, öbür kişi su getirdi.
Yeyip içti ve nefsinde bundan korktu. Bunun üzerine Allah Teâlâ kendisine şöyle
(ilham) etti:
Dünyadaki zühdünden ötürü hikmetimin berhava edilmesini istedin! Bilmez misin
kuluma kullarımın eliyle rızık yedirmem, kendi kudret elimle yedirmekten daha
sevimli gelir bana!
Madem durum budur, bütün sebeplerden uzaklaşmak, hikmeti zorlamak ve Allah'ın
sünnetini bilmemektir. Allah Teâlâ'nın sünnetinin gereğini yapmakla beraber
Allah'a, sebeplere başvurmak ve itimat etmek, daha önce husumetten ötürü vekil
hususunda belirttiğimiz misalde olduğu gibi tevekküle zıt düşmez.
Fakat sebepler zâhir ve gizli diye iki kısma ayrılır. Tevekkülün mânâsı, gizli
sebeplerle iktifa edip zâhirî sebeplere ihtiyaç duy-mamak, bununla beraber,
sebebe değil, sebebin müsebbibine güvenmektir.
Soru: Çalışmaksızın şehirde oturmak haram mıdır, mübah veya mendub mudur?
Cevap:Böyle yapmak haram değildir. Çünkü çölde seyahat eden bir kimsenin
nefsini helâk edecek derecede olmaksızın seyahati haram olmadığına göre,
çalışmadan şehirde oturmak nasıl haram olur? Kişi burada nefsini helâk etmiyor
ki onun fiili haram olsun! Rızkının ummadığı bir yerden kendisine gelmesi, uzak
bir ihtimal değildir. Fakat bazen gecikir. Rızık gelinceye kadar sabretmek de
mümkündür. Fakat kapıyı üzerine hiç kimsenin girmeyeceği bir şekilde kapatması
haramdır. Eğer boş durup bir ibadetle meşgul olmadığı halde kapıyı açarsa,
çalışmak ve buradan çıkmak onun için otarmaktan daha evlâdır. Fakat onun böyle
yapması, ölüm emarelerinin görülmesi müstesna haram da değildir. Ne zaman ölüm
emareleri görünürse, o zaman çıkmak, halktan istemek ve çalışmak gerekir. Eğer
kalbi Allah ile meşgulse ve kapıdan gelip de kendisine azık getirene iltifat
etmiyorsa, Allah'ın lütfunu bekleyip onunla meşgul ise, bu durumu çalışmaktan
daha üstündür. Bu da tevekkülün makamlarından biridir. Bu makam, şahsın Allah
ile meşgul olup, rızkına önem vermeme makamıdır. Çünkü rızık şüphesiz kendisine
gelecektir! Âlimlerden bazılarının söylediği, bu makama göre doğru olur. Şöyle
ki: Eğer kul rızkından kaçsa bile rızık onu arar. Ölümden kaçsa bile ölümün
gelip yakasına sarılması gibi... Eğer kul, Allah'tan 'bana rızık verme' diye
dilekte bulunsa, bu dileği kabul olunmayacağı gibi böyle söylemekle de âsi de
olur! Allah Teâlâ lisan-ı ulûhiyetle ona 'Ey cahil kulum! Seni yaratıp da nasıl
sana rızık vermeyeyim? diye haykırmaktadır.
İbn Abbas (r.a) şöyle demiştir: 'İnsanlar, her şeyde ihtilaf ettiler. Ancak
rızık ile ecel bundan müstesnadır! Çünkü insanlar toplu olarak Allah'tan başka
rızık veren ve öldüren olmadığına kanaat getirmişlerdir'.
Hz. Peygamber (s.a) 'Eğer sizler gereği gibi Allah'a tevekkül etmiş olsanız
muhakkak ki kuşlara rızık verdiği gibi size de rızık verir. Kuş sabahleyin
karnı aç olarak yuvadan ayrılır, akşam tok olarak döner, muhakkak sizin
dualarınızla (tevekkül ettiğiniz tak-dirde) dağlar yerinden oynar' diye
buyurmuştur.
İsa (a.s) şöyle demiştir: 'Ey insanlar! Kuşlara bakın! Ne tohum eker, ne ekin
biçer ve ne de azık edinir! Allah Teâlâ gün be gün onun rızkını böyle olduğu
halde verir! Eğer 'Bizim karnımız onunkinden daha büyüktür' derseniz,
hayvanlara bakın! Allah Teâlâ, o hayvanlar için şu mahlukâtını rızık toplamaya
nasıl sevketmiştir?'
Ebu Yakub es-Susî19 der ki: 'Mütevekillerin rızkı, yorulmaksızın, başka
kulların eli ile verilir. Oysa o vasıta olan kullar, meşgul ve yorgundular!'
Seleften bir zat şöyle demiştir: 'Bütün kullar Allah tarafından rızıklanırlar.
Fakat bazıları dilenciler gibi zilletle rızkını alır, bazıları da tüccarlar
gibi beklemek ve yorgunlukla... Bazıları da sanatkârlar gibi kir ve pasa
katlanmakla... Bazıları da sûfiler gibi izzetle alırlar; zira sûfîler aziz olan
Allah'ı müşahede ederler. Rızıklarını O'nun kudret elinden alırlar ve
vasıtaları görmezler'.
3. Derece
Üçüncü derece, kesbetmenin tafsilatında ve değişik yönlerinde ince tedbirlere
başvuran bir kimse gibi, müsebbibe götüren sebeplere zâhirde güvenmeksizin
başvurmaktır. Bu ise, tevekkül derecelerinin hepsinden insanı çıkarır. Halk
tabakasının tümü bu derecededir.
Bunlardan mübah bir serveti, mübah bir çalışma ile ticaretin ince yollarına
başvurmak suretiyle edinen kimseleri kastediyorum. Şüpheli malı alan veya
şüpheli bir yoldan kazanç temin edenin durumu ise, dünya hususunda harisliğin
son derekesi ve sebeplere yaslanmak demektir. Gizli değildir ki bu durum
tevek-kül'ün mânâsını iptal eder. Bu durumun faydalıyı celbetmeye nis-beti,
muskanın uğur ve uğursuzluğu ve dağlamanın zarar vericiyi gidermesine nisbeti
gibi olan sebeplerdir; zira Hz. Peygamber (s.a) tevekkül sahiplerini'muskaya,
fala ve dağlanmaya itimad etmezler diye vasıflandırmıştır.
Çalışmazlar, şehir lerde durmazlar, hiç kimseden birşey almazlar' diye
vasıflandırmamıştır. Onları bu sebeplere tevessül etmekle vasıflandırdı.
Müsebebbiblerde kendisine güvenilen bu sebeplerin benzerleri pek çoktur, onları
tamamen saymak mümkün değildir.
Sehl et-Tüsterî tevekkül hakkında 'Tedbirin terkidir9 demiştir. Yine şöyle
demiştir: 'Muhakkak Allah halkı yaratmış, onları nefsinden perdelememiştir.
Onların perdeleri ancak tedbirlerdir'.
Umulur ki o bu sözüyle uzak sebeplerin düşünce ile elde edilmesini
kasdetmiştir; zira açık sebepler değil de uzak sebepler tedbire muhtaçtırlar.
Durum bu olduğunda anlaşıldı ki sebepler kendilerine bağlanılan, tevekküle
dahil olan ile olmayan kısma bölünür. Hariç olan kısım da kesin olan ile
zannedilene bölünür. Kesin olan tevekkül halinin ve ilminin varlığında
tevekkülden çıkmaz. O, sebeplerin müsebbibine güvenmektir. Bu bakımdan buradaki
tevekkül amelle değil, hâl ve ilimledir. Zannedilenlere gelince, bunlarda
tevekkül hâl, ilim ve amel ile birlikte olur.
Bu sebeplere başvurmak bakımından, tevekkül sahipleri üç makam üzeindedirler:
Birinci Makam
Bu el-Havvas ve benzerlerinin makamıdır, el-Havvas azıksız, çöllerde gezen bir
zattı. Bunda bir hafta veya daha fazla bir zaman sabır imkânını kendisine
bahşeden veya bitkiyi veyahut herhangi bir azığı kendisine kolaylaştıranın
fazlına güveniyordu veya kendisini eğer hiçbir şey elde edilmezse ölmeye razı
olmakta sabit kılacağına inanıyordu. Çünkü azığı beraberinde götüren, bazen
azığını kaybeder veya azığı sırtında taşıyan devesi kaybolur ve dolayısıyla
açlıktan ölür. Demek ki açlıktan ölmek nasıl ki azığın yokluğu ile beraber mümkün
ise azıkla beraber de mümkündür.
İkinci Makam
Bu makam, evinde veya mescidde otaran kişinin makamıdır. Fakat evi ve mescidi
köy ve şehirlerdedir. Bu makam, birincisinden daha zayıftır. Fakat bu kimseler
tevekkül sahipleridir. Çünkü hem kesbi, hem de zâhirî sebepleri terketmiştir.
Gizli sebeplerle işini tedbir etmekte Allah'ın fazlına güvenmiştir. Fakat
şehirlerde oturmakla rızkın sebeplerine açık kapı bırakmıştır. Çünkü şehirlerde
oturmak, rızkı kolaylaştıran sebeplerdendir. Ancak şehirde oturması, şehirlilere
değil de onları kendisine rızık vermeye zorlayan Allah'a güvendiği takdirde
tevekkülünü bozmaz; zira bütün şehirlilerin şehirde olduğu halde ondan gafil
olmaları ve onu ihmal etmeleri düşünülebilir. Eğer Allah Teâlâ onu onlara
tanıtmaz ve onları ona yardım etmeye teşvik etmezse, ondan gafil olmaları
düşünülebilir!
Üçüncü Makam
Bu kişinin çıkıp, kesb âdâbı bahsinin üçüncü ve dördüncü bablarında
söylediğimiz şekilde kazanmasıdır. Bu kişi 'Kazancım bana kifayet eder, gıdam
var. Mertebem ve sermayem var' diye bunlara güvenmedikçe, tevekkül
makamlarından dışarı çıkmış sayılmaz; zira bunlara güvenmeye gelmez. Çünkü çoğu
kez Allah Teâlâ bütün bunları bir anda yok eder. O bütün bunları koruyan,
sebepleri kendisine kolaylaştıran Allah'a bakar. Kazancını, sermayesini,
yetkisini Allah'ın kudretine nisbeten sultanın elindeki kalem gibi görür. Bu
bakımdan kalemi bu durumda gören bir kimse kaleme değil, sultanın kalbine nazar
eder. Acaba o kalp ne ile hareket edecek? Neye meyledecek ve neyle hükmedecek?
Sonra bu çalışan, ya çocukları için veya fakirlere dağıtmak için çalışır. Bu
bakımdan o, bedeniyle çalışır, fakat kalbiyle çalışandan ayrılır.
Öyleyse bunun hali, evinde oturanın halinden daha şereflidir. Çalışmanın eğer
şartlar gözetilir ve daha önce geçtiği gibi, hâl ve marifet kendisine eklenirse
tevekkül haline zıt düşmediğinin delili şudur:
Hz. Ebubekir (r.a) halife seçildiğinde, sabahleyin daha önce sattığı
elbiselerin bir kısmını kucağına alıp bir kısmını da kolunun üzerine atıp
çarşıya girdi. "Elbise! Elbise' diyerek elbiseyi tanıtmaya başladı. Öyle
ki müslümanlar onun bu hareketini hoş karşılamadılar ve dediler ki: 'Sen bunu
nasıl yapıyorsun? Oysa sen hilâfet makamına getirilmişsin?' Hz. Ebubekir
itirazda bulunanlara 'Beni, çoluk çocuğumun nafakasını kazanmaktan alıkoymaymz.
Çünkü ben çocuklarıma bakmazsam başkalarına nasıl bakarım?' dedi.
Bu durum ashab-ı kirâm tarafından müslümanların bir ailesine yetecek kadar Hz.
Ebubekir'e maaş tayin edilinceye kadar devam etti. Ashab, Hz. Ebubekir'in bu
maaşı hazineden almasına razı oldukları zaman, Hz. Ebubekir de onlara yardım
etmeyi ve buna razı olmak suretiyle onların kalplerini hoş tutmayı ve bütün
vaktini müslümanların maslahatına ve yararına sarfetmeyi daha uygun buldu.
Böylece alışverişten vazgeçti.
Hz. Ebubekir'in 'tevekkül makamında olmadığını' söylemek muhaldir. Acaba ondan
daha fazla bu makama lâyık olanı var mıdır? Onun bu hareketi, çalışmayı ve
çabalamayı terketmek suretiyle değil, azığına ve çalışmaya itibar etmemek
suretiyle tevekküldür. Allah'ın çalışmayı kolaylaştırıcı, sebepleri tedbir
edici olduğunu bilmesiyle tevekkül sahibiydi. Onun tevekkül sahibi olması,
çalışma yolunda gözettiği bazı şartlara bağlıydı. Meselâ ihtiyacı kadar
çalışıyordu. Fazla mal edinmek, edinilen fazla mal ile böbürlenmek, malı
biriktirmek gibi şeyler için çalışmıyordu. Onun nezdinde kendi parası
başkasının parasından daha sevimli değildi. O halde parası nezdinde başkasının
parasından daha sevimli olan bir kimse dünyanın harisi ve muhibbidir. Oysa
tevekkül, ancak dünya hakkında zâhidlik yapmakla tahakkuk eder. Evet!
Tevekkülsüz zühd doğru olabilir. Çünkü tevekkül, zühdün ötesinde bir makamdır.
Cüneyd-i Bağdâdî'nin şeyhi ve tevekkül sahiplerinden olan Ebu Cafer el-Haddad
şöyle demiştir: Tevekkül hâlimi yirmi sene gizledim ve pazardan ayrılmadım.
Hergün bir dinar kazanıyor, fakat bir danikle bile sabahlamıyordum. Hamam
parası olarak bir kırat verdiğim zaman bile istirahat etmiyordum. Hepsini
geceleyin fakirlere veriyordum'. Cüneyd, bu zatın huzurunda, tevekkül
husu-sunda konuşamıyordu. Cüneyd şöyle derdi: 'Onun bulunduğu yerde,
konuşmaktan utanıyorum!' Bil ki: Belli bir gelirle tekkelerde oturmak,
tevekkülden uzaktır. Eğer o tekkelerin belli bir geliri ve vakfiyesi yoksa,
tekke hizmetkârına çıkıp da orada ibadet edenler 'nafaka topla' diye emir
verirlerse, bu durumda zayıf bir tevekkül vardır.
Fakat çalışan bir kimsenin tevekkülü gibi hâl ve ilimle kuvvet bulur. Eğer
tekkehanelerde oturanlar, kimseden birşey dilenmeyip kendiliğinden gelene
kanaat ederlerse bu, tevekkülleri için daha kuvvetli bir durumdur. Fakat orada
oturanlar bu şekilde şöhret bulduktan sonra orası onlar için pazar yeri gibi
olur. Bu bakımdan orası pazara girmek gibidir. Pazara giren bir kimse de ancak
birçok şartları gözettiği takdirde tevekkül sahibi olabilir.
Soru: Evinde oturmak mı yoksa çıkıp çalışmak mı daha üstündür?
Cevap: Eğer kişi çalışmayı bırakmak suretiyle tefekkürü, zikri, ihlası ve
vaktini ibadetle doldurmayı düşünüyorsa ve aynı zamanda çalışmak da onun bu
hedeflerine engel oluyorsa, çalışmamasına rağmen, nefsi halkın eline engel
oluyorsa ve biri gelsin de bana birşey getirsin diye beklemiyorsa, Allah'a
tevekkül etmek ve sabır hususunda kalbi çok kuvvetli ise ve böyle şeylere
bakmıyorsa, bu takdirde oturmak kendisi için daha evlâdır. Eğer evde kalbi
muzdarip ve gözü halkın elinde ise, bu takdirde çalışmak daha evlâdır. Çünkü
kalben halkı beklemek, kalbiyle dilenciliktir! Bu dilenciliği terketmek dinen,
çalışmayı terketmekten daha mühimdir. Tevekkül sahipleri kalben bekledikleri
şeyleri kabul etmezler.
Ahmed b. Hanbel, Ebu Bekir el-Maruzî'e tayin edilen ücretten daha fazla bir
şeyin bir fakire verilmesini emretti. Fakat o fakir kendisine fazla verilmek
istenen şeyi reddetti. Fakir hakkını alıp gidince, İmam Ahmed, Ebu Bekir'e
'Arkadan yetiş! Kendisine ver! Şimdi kabul edecektir! dedi. Ebu Bekir, fakire
yetişip verdi ve fakir de kabul etti. Sonra Ebu Bekir, İmam Ahmed'e bunun
hikmetini sordu ve şu cevabı aldı: 'Daha önce nefsi bu fazlayı istediği için
reddetti. Çıkıp gidince tamahı bundan kesilip ümitsiz olunca kabul etti!'
Havvas, vermesi için bir kula baktığında veyahut nefis bunu kendisine âdet
edinir diye korktuğunda o kuldan hiçbir şeyi kabul etmezdi, Havvas'tan 'Yapmış
olduğun seyahatlerde en hayret verici olarak hangi hâdiseyi gördün?' diye sorulduğunda
şu cevabı verdi: 'Hızır'ı gördüm. Arkadaşlığıma razı oldu. Fakat nefsim ona
meyleder, dolayısıyla bu meyledişim tevekkülümde eksiklik mey-dana getirir
korkusundan ondan ayrıldım'. Durum bu olduğu zaman, çalışan bir kimse, çalışma
âdabını ve çalışma bahsinde geçtiği gibi niyetinin şartlarını ki çalışmasıyla
fazla zengin olmayı kasdetmiyor, elindeki şeylere güvenmiyor ve çalışma
kabiliyetine mağrur olmuyor demektir» riayet ettiği zaman tevekkül
sahiplerinden olur.
Soru: Servete ve çalışma kabiliyetine güvenmemenin alâmeti nedir?
Cevap: Alâmeti şudur ki serveti çalınır veya ticarette zarar eder veya herhangi
bir işi gecikirse buna razı olur. Güveni bozulmaz. Kalbi muzdarip olmaz.
Hâdisenin başında ve sonunda kalbinin sükûnet durumu aynı olur. Çünkü bir şeye
karşı sükûnete kavuşmayan bir kimse, onun yokluğundan dolayı muzdarip olmaz.
Bir şeyin yokluğundan dolayı muzdarip olan bir kimse, o şeye gönül vermiş
demektir.
Bişr, yün örmeleri yapıyordu. Fakat onları bilahere terk etti. Bunun sebebi de
şuydu: el-Buadî, Bişr'e mektup yazarak şöyle dedi: 'Kulağıma geldiğine göre sen
rızkını yün örmeler yaparak kazanıyormuşsun. Acaba Allah senin kulağını ve
gözünü aldığı takdirde rızkı kimin üzerinde görürsün?' el-Buadî'nin bu sözü,
Bişr'in kalbine tesir etti. Böylece Bişr, elinden eğirme aletini attı ve bu işi
terketti. Deniliyor ki; 'Bişr bu aleti, ismi memlekete yayıldığı ve bu alet
için dört taraftan kendisine insan seli aktığı için terketti', 'Çoluk çocuğu
öldüğü zaman bunu terketti' de denilmiştir. Tıpkı Süfyan es-Sevrî'nin ticaret
sermayesi olan elli altını, ailesi ölünce fakir fukaraya dağıttığı gibi..
Soru: Nasıl olur da insanın bir malı olsun da kalben o malı sevmesin? Oysa
insan, sermayesiz kazancın mümkün olmadığını bilir.
Cevap: Şunu bilmekle bu tasavvur olunabilir: İnsanlar arasında sermayesiz
olanlar Allah tarafından kendisine rızık verilenler çoktur. Yine bol
sermayeleri olan ve kendilerinden o sermaye çalınan, dolayısıyla helâk olanlar
da çoktur. Bunu bildikten sonra şu hususta nefsini, sarsılmaz bir şekilde
inandırmalıdır: Allah, kendisi için ancak kendisine yararlı olanı yapar! Eğer
sermayesini helâk ederse, demek ki kendisi için sermayenin helâk olması
hayırlıdır. Belki de sermayesi kalsaydı dinsizliğe yol açardı! Öyleyse bu
takdirde sermayesini yok etmek, kendisi için ilâhî bir lütûftur. Bu durumun en
fazla tehlikesi (dinsiz değil de) açlıktan ölmesidir. Bu bakımdan açlıktan
ölmesinde, eğer kendi kusuru yoksa ve sadece Allah Teâlâ'nın bir hükmü olarak
tahakkuk etmişse, bunun ahirette kendisi için daha hayırlı olduğuna inanması
gerekir. Bütün bunlara inandığında malın varlığı ile yokluğu nezdinde eşit
olur.
Kul, geceleri, ticaret yapmayı düşünür. Yapacağı şey öyle bir şeydir ki eğer
onu işlerse, helâk olması sözkonusudur. Bu bakımdan Allah Teâlâ, arşının
üstünden ona bakar. Onu o işi yapmaktan vazgeçirir. O, mahzun ve üzüntülü
olarak, meymenetsizliği komşusundan ve amcasının oğlundan bilerek 'Kim bana
önce bu işi yaptı? Kim buna bu felâketi getirdi?' diyerek sabahlar. Oysa bu,
Allah Teâlâ'nın kendisine vermiş olduğu bir rahmetten başka birşey değildir.20
Hz. Ömer 'İster zengin, ister fakir olarak sabahlayayım. Buna aldırmam! Çünkü
zenginlikten veya fakirlikten hangisinin benim için daha hayırlı olduğunu
bilmiyorum!' demiştir.
Bu şeyler hususunda yakîni tekâmül etmemiş bir kimseden te-vekkül tasavvur
olunamaz.
Ebu Süleyman ed-Dârânî, Ahmed b. Ebî Havariye 'Benim için her makamdan bir
nasip vardır. Ancak şu mübarek tevekkülden yok! Ben ondan bir koku bile
alamadım!' demiştir.
Evet, Ebu Süleyman'ın yüce kadrine rağmen durumu bu idi. O, tevekkül'ün mümkün
olan makamlardan olduğunu inkâr etmemiştir. Fakat 'Ona yetişemedim!' demiştir.
'Tevekkül'ün en yüce noktasına varamadım' demek istemiş olması mümkündür.
Allah'tan başka fâil olmadığına, O'ndan başka rızık verici bulamadığına, kul
hakkında takdir buyurduğu fakirliğin, zenginliğin, ölümün ve hayatın kulun
kendi kendine istediğinden daha hayırlı olduğuna dair iman kemâle ermedikçe,
tevekkül hali kemâle eremez. Öyleyse tevekkülün binası daha önce de geçtiği
gibi bu şeylere olan imanın kuvveti üzerine kurulmuştur. Dinin sözler ve
amellerden ibaret olan diğer makamları da imandan olan temelleri üzerine bu
şekilde bina edilirler.
Özet olarak tevekkül, anlaşılan bir makamdır. Fakat kalbin ve yakînin kuvvetini
ister. İşte bu nedenle Sehl et-Tüsterî şöyle demiştir: 'Kim kazanmayı hor görüp
kınarsa, Sünnetullah'ı kınamıştır, kim kazanmayı terketmeyi kınarsa tevhîd'i
kınamıştır'.
Soru: Zahirî sebeplere meyletmekten kalbi çevirmekte ve gizli sebepleri
kolaylaştırmak hususunda Allah'a hüsn-i zan etmekte fayda verici deva var
mıdır?
Cevap:Şeytan sizi fakirlikle korkutur ve size çirkin şeyleri yapmayı emreder.
Allah size kendi tarafından bağışlama ve lütuf va'dediyor. Şüphesiz Allah'ın
lütfu geniştir, (O) bilendir.(Bakara/268)
İnsan, tabiatı sebebiyle şeytanın korkutmasını dinlemek durumundadır ve bunun
için denilmiştir ki: 'Korkak kimse su-i zandan dolayı, şeytana aldanmıştır'. Ne
zaman ki bu korkuya başka korku, kalp zâfiyeti ve zâhirî sebepler üzerinde
konuşan ve araştırma yapan kelâmcılarm görünmesi eklenir ve su-i zan, galebe
çalarsa o zaman tevekkül tamamen iptal olunur. Rızkı gizli sebeplerden görmek
de tevekkülü bozar. Hikâye ediliyor ki bir âbid, belli bir geliri olmadığı
halde, bir mescidde itikafa girdi. Mescidin imamı ona dedi ki: 'Çalışıp
kazanman senin için bu durumdan daha iyi değil midir'. Âbid, imam bu suali üç
defa tekrar edinceye kadar cevap vermedi. Bunun üzerine imama dedi ki: 'Caminin
komşusu bir yahudi vardır. Hergün bana iki ekmek vermeyi taahhüd etti'. Bunun
üzerine imam 'Eğer yahudi taahhüdünde doğru ise, camide itikaf etmen,
çalışmandan senin için daha hayırlıdır' deyince, âbid şöyle haykırdı: 'Ey kişi!
Eğer sen Tevhîd'deki bu eksikliğine rağmen Allah ile kullar arasına girmesen
senin için daha hayırlıdır; zira sen bir yahudinin rızık va'dini Allah'ın
taahhüdünden daha üstün tuttun!'
Bir mescidin imamı cemaattan birine 'Sen nerden yiyorsun?' diye sorunca, o kişi
'Ey şeyh! Sabret! Ben senin arkanda kılmış olduğum namazımı iade edeyim de
ondan sonra senin bu sualini cevaplandırayım!' dedi. Gizli sebepler vasıtasıyla
Allah'ın fazlından rızkın gelişine güzel zan beslemek hususunda Allah Teâlâ'nın
rızkı sahibine ulaştırma sanatının acaiplikleri hakkında vârid olan hikâyeleri
dinlemek fayda verir.
Bu hikâyelerde tüccarlar ve zenginlerin mallarını helâk edip ve onları acından
öldürmesinde Allah'ın kahr-ı ilâhîsinin acaiplikleri de vardır.
Huzeyfe Mer'aşî'den şöyle rivayet olunmuştur: Bu zat, İbrahim b. Edhem'e hizmet
ediyordu. Kendisine 'İbrahim b. Edhem'den gördüğün en acaip hâdise nedir?' diye
sorulduğunda dedi ki: 'Mekke yolunda birkaç gün yemeksiz kaldık. Sonra Kûfe'ye
girdik. Harabe bir mescide vardık. İbrahim bana bakarak şöyle dedi: 'Ey
Huzeyfe! Seni acıkmış görüyorum!' Ben 'O halde görüşünüz nedir?' diye sordum.
İbrahim 'Bana divit ile kâğıt getir!' dedi. Ben, kendisine dediğini getirdim.
Şunları yazdı:
Rahman ve Rahim olan Allah'ın ismiyle başlarım!
Yârab! Her durumda kastedilen sensin! Her mânâ ile kendisine işaret edilen
zatsın'.
Bunları yazdıktan sonra (şöyle) bir şiir yazdı:
Ben hamdedici, ben şükredici, ben zikrediciyim! Ben acıkmış, ben kaybolmuş, ben
çıplak bir kimseyim. İşte bunlar altı vasıftır. Bunların yarısını yapmayı ben
taahhüd ediyorum. Ey Bârî Hudâ! Diğer yarısını da sen taahhüd et! Senden
başkasını övmem, ateşe dalmam gibidir. Bu bakımdan kulunu ateşe girmekten koru!
Bunları yazdıktan sonra, mektubu bana vererek şöyle dedi. 'Çık! Kalbini
Allah'tan başkasına bağlama! İlk rastladığın insanın eline bu mektubu
tutuştur!' Bana ilk rastlayan, bir katırın süvarisi oldu. Mektubu kendisine
uzattım, aldı, okuyunca ağlayıp şöyle dedi: 'Şu mektubun sahibi ne yapıyor?'
Dedim ki: 'O filan camide oturuyor'. Bunun üzerine kişi, koynundan içinde 600
dinar bulunan bir keseyi çıkarıp bana verdi ve gitti. O gittikten sonra başka
bir kişi ile karşılaştım. Katır süvarisinin kim olduğunu kendisine sordum. Dedi
ki: 'O bir hristiyandır!' Bunun üzerine İbrahim'in huzuruna varıp meseleyi
anlattığımda şöyle dedi: 'Keseye el sürme! Zira kesenin sahibi birazdan
gelecektir!' Bir saat sonra hristiyan içeri girip İbrahim'in boynuna sarıldı.
Yanaklarından öpüp müslüman oldu.
Ebu Yakub Akta el-Basrî şöyle anlatıyor: Bir defasında Harem-i Şerîf'te on gün
aç kaldım, bedenimde bir zâfiyet hissettim. Nefsim, bana çıkıp da bir şeyler
aramamı söyledi. Dereye çıkıp bir şeyler bulup az da olsa açlığımı gidermek
istedim. Orada atılmış bir şalgam gördüm, onu aldım. Fakat kalbimde ona karşı
bir ürperti hissettim. Sanki biri bana şöyle diyordu: 'On gün aç durduktan
sonra nasibin atılmış ve kokmuş bir şalgam mı olacaktı?' Bu yüzden şalgamı
elimden attım. Camiye girip oturdum, Arap olmayan bir kişi çıkageldi. Önümde
oturdu ve önüme bir bohça koydu. 'Bu senindir' dedi. Dedim ki: 'Beni nereden
tanıyorsun ki bunu bana getirdin?' Dedi ki: 'Biz, on günden beri denizde
muhasara edilmiştik. Gemi nerde ise batacaktı. Ben eğer Allah beni kurtarırsa,
bu bohçayı mücavirlerden (Kâbe'nin komşuları demektir) ilk gördüğüme sadaka
olarak vermeyi nezrettim. İşte ilk gördüğüm sensin'. 'Bohçayı aç!' dedim.
Bohçayı açtı. Baktım ki bohçada Mısır mamûlü simit, badem içi ve şeker vardır.
Her birinden bir avuç aldım ve dedim ki: 'Diğerini arkadaşlarına benden hediye
olarak götür'. Sonra kendi kendime dedim ki: 'Senin rızkın on günden beri sana
doğru çıkmış geliyor. Oysa sen nerede rızkını arıyorsun?'
Ebu Hasan ed-Dineverî "Bir ara borçluydum. Borçtan dolayı kalbim meşguldü.
Rüya âleminde biri şöyle dedi: 'Ey cimri! Siz bu kadar borcu bize güvenerek
ettiniz. Siz borç ediniz. Biz de onu verelim !' Bu rüyadan sonra ne bir bakkal,
ne de bir kasap ve ne de başka bir esnaf ile hesaba girişmedim; her
söylediklerini verdim".
Bennan el-Hammal'dan şöyle hikâye olunuyor: "Mısır'dan beraberimde azık
olduğu halde Mekke yoluna devam ediyordum. Bir kadın bana gelip 'Ey Bennan! Sen
hammalmışsın! Sırtında azık taşıyor, Allah'ın sana rızık vermeyeceğini mi
zannediyorsun?' dedi. Bu söz üzerine azığı attım. Sonra üç gün geçmesine rağmen
yiyecek birşey bulamadım. Yolda bir kadın halhali buldum. Kendi kendime dedim
ki: 'Bunu sahibi gelinceye kadar alayım, sahibi gelirse bana birşey verir, ben
de halhalini iade ederim'. O kadın karşıma çıktı ve bana dedi ki: 'Sen tüccar
mısın ki 'Halhalin sahibi gelir, ondan birşey alırım' diyorsun?' Sonra kadın
bana biraz para verdi. Ben Mekke'ye yaklaşıncaya kadar onunla geçindim".
Hikâye olunur ki Bennan, hizmetini görecek bir cariyeye muhtaç oldu.
Arkadaşlarına başvurdu. Arkadaşları aralarında bir cariye parası topladılar.
Dediler ki: 'Kervan gelince sana uygun bir cariye satın alacağız!' Kervan
geldiğinde satın almak için bir cariye beğendiler ve dediler ki: 'Bu cariye
Bennan'a uygundur!' Sonra cariye sahibine dediler ki: 'Bu cariyeyi kaça
satarsın?' Gariye sahibi 'O satılık değildir!' dediyse de onlar ısrar ettiler.
Sonra cariye sahibi 'O hammal Bennan'ın cariyesidir. Ona ta Semerkand'dan bir
kadın hediye etti!' dedi. Böylece cariyeyi Bennan'a götürüp meseleyi
anlattılar.
Şöyle anlatılır: Geçmiş zamanda sefere çıkmış ve beraberinde bir ekmek bulunan
biri vardı. O kişi 'Eğer bu ekmeği yiyip bitirirsem sonra acımdan ölürüm!'
dedi. Oysa Allah Teâlâ bir meleği ona göndererek meleğe şu emri verdi: 'Eğer o
ekmeği yerse, kendisine rızık ver! Eğer yemezse hiçbir şey verme!' Böylece
kişi, korkusundan ekmeği yemeyip açlıktan ölüp gitti. Ekmek de onun yanı
başında kaldı!
Ahmed b. İsa Ebu Said Harraz el-Bağdâdî şöyle anlatır: "Azıksız olarak
çöle daldım. Çölde çok sıkıntı çektim. Sonra uzaktan bir köy gördüm ve
sevindim. Sonra bu sevgimle Allah'tan başkasına güvenmiş ve tevekkül etmiş
olduğumu düşündüm! Bunun üzerine oraya girmemeye, ancak takatten düşünce,
başkası tarafından alınıp oraya götürülürsem oraya gireceğime dair yemin ettim.
Böylece kumda kendim için bir mezar açtım. Göğsüme kadar kuma dalıp bekledim.
Gece yarısı yüksek bir ses işittim ki şöyle bağırıyordu: 'Ey köyün sakinleri!
Allah'ın bir velî kulu vardır. Kendini kumun içine gömmüştür. Kendisine
yetişiniz!' Bunun üzerine bir cemaat gelip beni kumdan çıkardı ve köye
götürdü".
Rivayet ediliyor ki bir kişi, Hz. Ömer'in kapısında durdu. Baktı ki biri şöyle
diyor: 'Ey kişi! sen Allah'a mı yoksa Ömer'e mi hicret ettin? Git Kur'an öğren;
zira Kur'an seni Ömer'in kapısına var-maktan müstağni kılacaktır'. Bunun
üzerine kişi gitti. Hz. Ömer onu aradı. Baktı ki bir köşeye çekilmiş, ibadetle
meşgul... Hz. Ömer yanına yaklaşıp şöyle dedi: 'Neredesin? Seni özledim! Neden
bana geliniyorsun?' Kişi 'Ben Kur'an'ı okudum. O beni Ömer'den de, Ömer'in aile
efradından da müstağni kıldı!' dedi. Ömer 'Allah sana rahmet etsin! Kur'an'da
ne gördün?' deyince, o kişi 'Kur'an'da şunu gördüm: 'Sema'da rızkınız da var,
uyarıldığınız (azap) da var'. (Zâriyât/22) Bunun üzerine dedim ki: 'Benim
rızkım gökte! Oysa ben onu yerde arıyorum'. Bu sözleri işiten Ömer (r.a) ağladı
ve 'Doğru söyledin' dedi. Bu hâdiseden sonra Ömer, onun karşısına gelir ve
otururdu.
Ebu Hamza el-Horasanî şöyle anlatıyor: Bir sene hacca gittim. Yolda giderken
bir kuyuya düştüm. Nefsim bana 'Bağır da seni gelip kurtarsınlar' dedi.
Ben ise 'Hayır! Allah'a yemin ederim, bağırmayacağını!' dedim. Bu söz daha bitmeden,
kuyunun yanından iki kişi geçti, biri diğerine dedi ki: 'Gel de şu kuyunun
ağzını kapatalım da kimse düşmesin!' Böylece kamış ve taş getirdiler. Kuyunun
üstünü kapattılar. Onlar bunu yaparken ben bağırmak istedim. Sonra kendi
kendime dedim ki: 'Kime bağırıyorum? Oysa Allah onlardan bana daha yakın değil
midir?' Böylece sükûnete kavuştum. Bir saat kadar bu durumda kaldım, sonra
baktım ki birşey gelip kuyunun üstündekileri attı. Ayağını kuyuya sarkıttı.
Sanki bana, lisan-ı hâl ile 'ayağıma yapış' diyor ve bunu anladığım bir uğultu
içerisinde bana haykırıyordu. Bunun üzerine ayağına tutundum. Beni çekip dışarı
çıkardı. Bir de ne göreyim! Yırtıcı bir hayvan! Böylece beni bırakıp gitti.
Sahibi görünmeyen gizli bir ses şöyle dedi: 'Ey Hamza! Bu daha güzel değil
midir? Seni şu şiiri okuyarak canavar vasıtasıyla telef olmaktan kurtardık!'
Ben şu şiiri okuyarak yürüdüm: 'Senden utanmam aşkımı izhar etmekten beni
alıkoydu. Fakat sen anlayışınla beni izhar etmekten müstağni kıldın! Sen benim
işimde bana lütfettin! Benim hazır hâlimi gaip hâlime ekleyerek izhar ettin.
Zaten lütûf lütûfla idrâk olunur. Bana gaibde göründün. Hatta sanki gayb ile
'muhafaza altındasın' diye bana müjde verdin. Seni tazim ettiğimden ötürü,
bende bir vahşet olduğu halde, senden gelen lütûf ve şefkatle bana ünsiyet
verdiğini gördüm. Sevgide yok olan bir muhibbi sen dirilttin! Ölümle beraber
hayatın oluşu ha! Doğrusu bu bir acaipliktir'.
Bunlar gibi birçok vâkalar vardır. Ne zaman ki Allah'a olan iman kuvvet bulur,
buna göğsün daralması olmaksızın, bir haftalık açlığa tahammül etme kudreti de
eklenirse ve eğer bir hafta zarfında sana rızkını göndermezse, mutlaka Allah'ın
yanında ölüm senin için daha hayırlıdır. Bu husustaki imanın kuvvet bulursa, bu
hâl ve müşahedelerle tevekkül tamamlanır. Aksi takdirde asla tevekkül
tamamlanmaz.
19) Sus Ahvaz'da bir yerin adıdır.
20) Ebu Nuaym, Hilye, (İbn Abbas'tan)
*8.Aile Sahibi Kimselerin Tevekkülü
Ailesi olan bir kimsenin hükmü, tek başına olandan ayrılır; zira tek başına
olan bir kimsenin tevekkülü ancak iki şey ile doğru olabilir:
Birincisi, birşey beklemeksizin ve nefsi daralmaksızın bir hafta açlığa
tahammül etmesidir.
İkincisi, daha önce zikrettiğimiz iman bablarındandır. Rızık kendisine
verilmediği zaman ölümü seve seve karşılamaktır. Çünkü bu takdirde, rızkının
ölüm ve açlık olduğunu bilir. Bu her ne kadar dünyada eksiklik ise de ahirette
yüceliktir. Dolayısıyla kendisi için en hayırlı olanın, iki rızıktan, kendisine
verilenin olduğunu görür ve kendisiyle öleceği hastalığın bu olduğunu ve buna razı
bulunduğunu, kendisi için böyle takdir olunduğunu görmesi, bu iman kapılarının
kısımlarındandır. Böylece tek başına yaşayan bir kimsenin tevekkülü tamamlanır.
Aile sahibinin ailesini açlığa karşı sabretmeye zorlaması caiz değildir.
Ailesinin tevhid'e olan imanı ve eğer açlıkla ölüm olursa, bunun esasında güzel
bir rızık olduğuna inanmak ve imanın diğer kapılarına takarrür ettiğinin
tesbiti mümkün değildir.
Madem ki durum budur o halde kişiye, aile fertleri hakkında ancak kazanan bir
kimsenin tevekkülü gerekir. Bu da üçüncü makamdır. Tıpkı Hz. Ebubekir'in (r.a)
tevekkülü gibi; zira kazanmak için çıktı. Çöllere dalmak, aile efradını
haklarında tevekkül ederek bırakmak veya haklarında tevekküle kapılarak
durumlarına ihtimam etmeden oturmak haramdır. Bazen bu durum onların helâk
olmasına yol açar ve kişi bundan muâhaze edilir. En güzeli şudur: Kişi ile aile
fertleri arasında fark yoktur. Çünkü eğer aile fertleri bir müddet açlığa karşı
sabredip açlıktan öldüklerinde 'Bu ölümün esasında bir rızık ve ahirette bir
ganimet olduğuna güvenmek' hususunda ona yardım ederlerse, bu takdirde onlar
hakkında tevekkül edebilir; zira kendi de onların içindedir. Nefsini zayi
etmesi de caiz değildir. Ancak nefis, bir müddet aç kalmaya razı olup kendisine
yardım ederse durum değişir! Eğer buna gücü yetmiyorsa ve böyle yapmakla kalbi
muzdarip olup ibadeti sekteye uğruyorsa bu hususta tevekkül etmek kendisine
caiz değildir.
Rivayet olunuyor ki Ebu Turab en-Nahşebî, üç gün aç kaldıktan sonra, yemek için
elini bir kavun kabuğuna uzatan bir sûfîye dedi ki: 'Tasavvuf sana uygun
değildir! Sen pazara git, ticaret yap!' Yani tasavvuf ancak tevekkülle beraber
olur. Tevekkül de ancak üç günden fazla yemek yemeden sabredebilecek bir kimse
için doğrudur.
Ebu Ali Ruzbarî dedi ki: Fakir, beş gün aç kaldıktan sonra 'ben acıktım' derse,
onu ticaret yapması için pazara gönderiniz. Ona çalışmayı ve kazanmayı
emrediniz. O zaman kişinin bedeni aile efradından sayılır. Bedenine zarar veren
şey hususunda tevekküle kapılması, tıpkı aile fertleri hakkındaki tevekkülü
gibidir. Ancak bir noktada ondan ayrılır. 'Nefsini açlığa karşı sabretmeye
zorlayabilir, fakat ailesini zorlayamaz'.
Bu sözlerden anlaşıldı ki tevekkül, tamamen sebeplerden kopmak değildir. Mağdur
olsa bile rızık gecikirse ölüme razı olmaktır. Şehir ve köylerden ayrılmamak
veya gıda yerine geçen şeylerden uzak olmayan çöllerden ayrılmamaktır. İşte
bütün bunlar diri kalmanın sebepleridir. Fakat bu faktörler, bir tür eziyetle
beraber,diri kalmanın sebebi olabilirler. Çünkü bunlara devam etmek ancak
sabırla mümkün olur. Şehirlerdeki tevekkül, çöllerdeki tevekkülden sebeplere
daha yakındır. Bütün bunlar sebeplerdendir. Ancak insan bunlardan daha açık
sebeplere kaydığından bunları sebep olarak saymamışlardır. Bu da imanlarının
zafiyetinden, harîsliklerinin şiddetinden, ahiret için dünyada eziyet çekmek
husu-sundaki sabırsızlıklarnıdan, az sabırlı oluşlarından, uzun emel besleyip
kötü zanda bulunduklarından dolayı kalplerini istila eden korkudan ileri
gelmektedir.
Kim göklerin ve yerin saltanatına derin derin bakarsa, iki kere ikinin dört
ettiği gibi kendisine görünür ki Allah Teâlâ mülk ve melekûtu öyle bir şekilde
tedbir etmiştir ki ızdırabı terketse bile kulun rızkı elinden kaçmaz. Çünkü
ızdıraptan aciz olanın bile rızkı elinden gitmeyecektir. Görmez misin,
annesinin rahmindeki cenin hareketten aciz olduğu için onun göbeği, annesinin
göbeğine nasıl yapışmıştır ki o göbek vasıtasıyla annesinin gıda fazlalıkları
ona ulaşmaktadır? Bu ise, ceninin tedbir almasından ileri gelmiş birşey
değildir. Sonra cenin annesinden ayrılınca, anneye çocuk için şefkati musallat
kılınmıştır ki ister istemez o cenini besler. Allah Teâlâ ona sevgi ateşinden,
onun kalbini alev alev yakan bir ateşle ona bu şefkati göstermeye mecbur
etmiştir. Sonra yeni doğan çocuğun, yemeği çiğnemek için, dişleri olmadığından
çiğnenmesi gerekmeyen sütü ona gıda yapmıştır.
Çünkü çocuğun mizacı gevşek olduğundan dolayı, ağır olan gıdaya tahammül
edemez. Böylece anne rahminden ayrıldığında annenin iki memesinden ihtiyacı
nisbetinde ona ince sütü bolca ihsan eder. Acaba bu, çocuğun veya annesinin
tedbiriyle mi meydana gelmiştir? Çocuğa diğer yiyecekler uygun geldiği anda,
Allah Teâlâ onun öğütmek için kesici ve öğütücü dişlerini bitirdi. Büyüyüp
kendi kendini idare edecek çağa gelince öğrenme sebeplerini, ahiret yoluna
sülûkünü kendisine kolaylaştırır. Bu bakımdan bülûğdan sonraki korkaklığı
katıksız bir cehalettir. Çünkü, bülûğdan sonra maişet sebepleri eksilmez,
aksine artmaktadır. Çünkü daha evvelce çalışmaya gücü yokken şimdi gücü vardır.
Öyleyse gücü gittikçe arttı. Evet! Daha önce annesi veya babası olmak üzere,
onun hakkında bir şahıs şefkatli idi. Bu şahsın onun hakkındaki şefkati ifrat
derecesindeydi. Kendisine bir veya iki defa yedirir, içirirlerdi. Ona
yedirmeleri Allah Teâlâ'nın onların kalbine sevgi ve şefkati musallat
kılmasıyladır. İşte böylece Allah Teâlâ sevgi, rikkat ve merhameti bütün
müslümanların veya o memleketin hakinin kalbine musallat kılmıştır. Öyle ki
onlardan herhangi biri, bir muhtaç bulunduğunu hissetti mi, kalbi elem duyar,
rikkate gelir. O ihtiyaç sahibinin ihtiyacını bertaraf etmeye koşar. O halde,
daha önce onun için şefkat sahibi bir iken şimdi bin veya daha fazladır. Bu
insanlar onu anne ve babanın kefaletinde gördükleri için özel bir şefkatçisi
olduğunu bilip kendisine şefkat göstermiyorlardı. Çünkü onu muhtaç
görmüyorlardı. Eğer onu yetim görseydiler merha-mete davet eden düşünce, fikir,
müslümanların birine veya bir cemaatine Allah tarafından musallat kılınırdı ki
onu alıp beslesinler! Şimdiye kadar kuraklık olmayan senelerde, çalışmaktan
aciz olduğu ve koruyucusu olmadığı halde, açlıktan ölen hiçbir yetim
görülmemiştir.
Allah Teâlâ kullarının kalbinde yaratmış olduğu şefkat vasıtasıyla yetimi
korur. O halde, çocukluğunda meşgul olmadığı ve bakıcısı birken şimdi bin
olduğu halde neden baliğ olduktan sonra kalbini, rızık dolayısyıla, meşgul
eder? Evet! Anne şefkati daha kuvvetli ve daha haz vericidir. Fakat ne de olsa
bir tanedir. İnsan fertlerinin şefkati, her ne kadar zayıf ise de onların
tümünün şefkatinden hedefe götürücü bir durum meydana gelir. Nice yetim vardır
ki babalı analı büyüyen kimselerin halinden daha güzel bir durumu Allah
kendisine ihsan etmiştir. Bu bakımdan fertlerin zayıf olan şefkati, şefkati
olanların çokluğu, fazlasıyla nimetlere dalmayı terketmekle ve zaruret
miktarıyla iktifa etmekle cebrolunur. Şair çok güzel ifade etmiştir:
Bize yakın olduğunu iddia ediyor! Oysa biz, bize geleni zayi etmiyoruz. Yana
yakıla fakirlikten ötürü bizden istiyor! Sanki ne biz onu, ne o bizi görüyor!
Anlaşıldı ki nefsi kırılan, kalbi kuvvet bulan, korku ile iç âlemi zayıf
düşmeyen, Allah'ın tedbiriyle imanı kavileşen bir kimsenin kalbi daima mutmain
olur ve Allah'a güvenir; zira onun en kötü hali ölmesidir. Oysa ölüm, mutmain
olmayana da gelir. O halde
tevekkülün tamamlanması, bir taraftan kanaate, öbür taraftan da Allah'ın
va'dettiğine güvenmeye bağlıdır. Lütfuyla tedbir ettiği sebeplere kanaat
edenlerin rızkına kefil olan Allah (ce) va'dinde doğrudur. Bu bakımdan O'na
kanaat et! Denediğin zaman, ummadığın, hesaplamadığın acaip rızıkların
gelmesiyle kesinlikle va'din doğruluğuna kanaat getirirsin, sakın tevekkülünde
sebeplere bakma! Aksine sebeplerin müsebbibine bak! Tıpkı kâtibin ka-lemine
değil, kâtibin kalbine baktığın gibi! Çünkü kalemin hareketinin esas yeri
orasıdır. İlk kıpırdatan birdir.
Bu bakımdan ondan başkasına bakmak uygun değildir. Azıksız çöllere dalan veya
şöhretsiz şehirlerde oturan kişinin tevekkül şartı budur.
İbadet ve ilimde şöhret yapmış bir kimseye gelince, yirmi dört saatte bir defa
-nasıl olursa olsun, fakat lezzetlilerden olmasınyemeğe ve dindarlara uygun
olan sert bir elbiseye kanaat ettiğinde, hem umduğu, hem de ummadığı yerden
daima ona gelir. Hatta bunun birkaç misli, ona gelir. Buna rağmen tevekkülü
terkedip rızka ihtimam etmesi, zayıflık ve kusurluluğun en son derecesidir.
Çünkü kişinin kendisine rızkı celbeden görünür bir sebeple meşhur olması,
şöhreti olmayan bir kimsenin, çalışmakla beraber şehirlere girmesinden daha
kuvvetlidir. Bu bakımdan dindarlar için rızka fazlasıyla ihtimam göstermek
çirkindir! Hele âlimler için! Çünkü âlimlere yaraşan kanaattir. Kanaat eden bir
âlime de eğer beraberinde varsa birçok kimseye de yetecek kadar rızık gelir.
Ancak halkın elinden almak istemediği ve kendi el emeğinden yemek istediği
zaman, bu isteği de sülûküne, ilim ve amelin zâhiriyle meşgul olup bâtınî seyri
olmayan ve ilmiyle amel eden âlime bir yönden uygundur. Çünkü rızkı temin için
çalışmak, fikren seyretmekten insanı alıkoyar. Bu bakımdan kişinin sülûkle
meşgul olup sadaka vermekle Allah'a yaklaşmak isteyen bir kimsenin elinden
nafakasını kabul etmesi, nafaka için çalışmasından daha evlâdır. Çünkü bu
takdirde kişi sadece Allah'a ibadet etmeye hazır olur. Bir de nafakasını vermek
suretiyle sevap elde etmeye çalışana yardımcı olur. Kim Allah Teâlâ'nın
sün-net-i ilâhîsini izlerse rızkın sebeplere başvurma nisbetinde olmadığını
bilir!
İran kisralarından biri, bir hâkime ahmak zengin ile akıllı fakirin durumunu
sorduğunda, hâkim, cevap olarak 'Allah (c.c) halkı zatına muttali kılmak
istedi; zira eğer her akıllıya rızık verip her ahmağı mahrum etseydi, akıllıya
rızık verenin akıl olduğu
zannedilirdi!' demiştir. İnsanlar bunun hilafını gördükleri zaman dediler ki:
'Onlara rızık veren başkasıdır'. Onlar için zâhirî sebeplere güvenmek yoktur!
Şair demiştir ki: 'Eğer rızıklar akla göre verilseydi cehaletlerinden ötürü
hayvanlar helâk olurdu'.
*9.Sebeplere Sarılmak Hususunda Tevekkül Sahiplerinin Hallerini İzah Eden Bir
Misâl
Mahlukâtın Allah ile olan misali, bir dilenci grubunun misaline benzer ki sultan
sarayının önünde bulunan bir meydanda durmuş ve yemeğe muhtaçtırlar. Sultan
onlara birçok hizmetçi göndermiş, hizmetçilerin beraberinde ekmekler vardır.
Bazısına ikişer bazısına da birer tane vermeleri ve hiç birini ihmal etmemeleri
için çaba sarfetmelerini emretmiştir. Aynı zamanda bir dellâla da "Ey
millet! Sakin olun! Hizmetçilerim size yemek dağıtmak hususunda çıktıklarında
onların yakasına yapışmayın. Usluca bekleyin. Çünkü hizmetkârlar hepinize yemek
vermeye memurdurlar. Buna rağmen hizmetkârların yakasına yapışan, onlara eziyet
veren ve iki ekmek alanları cezalandıracağım. Açılınca çıkıp gideni
hizmetkârlara eziyet vermeyen ve kendisine verilen bir ekmekle kanaat eden uslu
bir kimse hakkında ise başkasını cezalandırdığım günde kendisine değerli hediyeler
ihsan edeceğim. Kim yerinde durup, iki ekmeğini alırsa, onun için ne ceza
vardır, ne de mükafat! Hizmetkârların yanılıp da birşey vermediği kimse de aç
yatıp hizmetkârlara kızmazsa, 'Keşke bana ekmeğimi verseydi' de demezse, ben
yarın onu vezir yapacağım.
Memleketimin idaresini onun eline vereceğim!" diye ilan ettirdi. Bu
ilandan sonra, istekçiler dört kısma ayrıldı: Bir kısmı işkembelerine mağlup
olup va'dedilen cezaya iltifat etmedi. 'Yarına kadar çok zaman vardır. Biz ise
şimdi açız' deyip hizmetçilere saldırdı, onlara eziyet vererek ikişer ekmek
aldılar ve gereken cezaya çarptırıldılar. Kendilerine pişmanlık fayda vermediği
halde pişman oldular! Bir kısmı da ceza korkusundan hizmetçilere sataşmadılar
fakat çok acıktıklarından dolayı ikişer ekmek aldılar. Bunlar cezadan
kurtuldular, ancak, mükafata nâil olamadılar. Bir kısmı da 'Biz hizmetçilerin
görebileceği bir yerde oturalım. Bizi unutmasınlar. Fakat bize verirlerse bir
ekmek alıp kanaat edelim. Umulur ki sultanın hilatına mazhar oluruz' dediler.
Bunlar da hilata mazhar oldular. Dördüncü bir kısım ise, o meydanın köşelerine
çekilip hizmetçilerin gözlerinden kaybolup şöyle dediler: 'Eğer bizi arayıp
bize verirlerse bir ekmekle kanaat edelim. Eğer bizi yanlışlıkla ihmal
ederlerse, bu gece açlığın şiddetine tahammül edelim. Umulur ki biz,
hizmetçilere kızmayı terketmeye de güç yetiririz. Böylece vezirlik mertebesine,
sultana yakınlık derecesine nâil oluruz!'
Fakat onların bu tedbiri kendilerine fayda vermedi; zira hizmetçiler her köşeyi
araştırdılar. Onlara birer ekmek verdiler. Bu durum, birkaç gün devam etti.
Hatta ender olarak üç kişinin bir köşede saklanması ve hizmetçilerin gözlerine
görünmemesi, hizmetçileri uzun uzun teftiş etmekten alıkoyan bir meşguliyet
başgösterdi. Bu bakımdan bu üç kişi şiddetli bir açlık içerisinde gecelediler.
Onlardan ikisi 'Keşke biz hizmetçilere görünüp yemeğimizi alsaydık. Bizim
sabrımız kalmadı!' dediler. Üçüncüsü ise sabaha kadar sustu. Yakınlık ve
vezirlik derecesine nâil oldu. İşte bu, halkın misalidir. Meydan, dünyadaki
hayattır. Meydanın kapısı ölümdür. O meçhul olan mîâd kıyamet günüdür, vezirlik
va'di kıyamet mîâdma tehir edilmeksizin razı ve aç olarak öldüğünde tevekkül
sahipleri bir kimsenin şehadet mertebesine varmasının va'didir. Çünkü şehidler,
rablerinin katında diridirler ve rızıklanırlar. Hizmetçilerin yakasına yapışan
ise sebeplerde pek ileri giden kimsedir. Sultanın emrindeki hizmetçiler ise
sebeplerin ta kendisidir.
Hizmetçilerin gözüne görünecek şekilde meydanda oturanlar ise, sükûnetle
camiler ve tekkelerde ve mamur yerlerde ikamet edenlerdir. Zaviyelerde
gizlenenler ise, tevekkülle çöllerde seyahat edenlerdir. Sebepler onların
arkasına düşüp müstesna haller hariç rızık kendilerinin ayağına gelir. Eğer
onlardan biri Allah'ın hükmüne razı olarak ölürse, ona şehadet ve Allah'a
yakınlık mertebesi vardır. Halk, bu dört kısma ayrılmıştır. Yüzde doksanı
sebeplere sarılmış, geri kalan onda yedisi, sırf hazır bulunmak ve' şöhret
kazanmak suretiyle sebeplere yapışarak meskûn yerlerde ikamet etmiştir. Onda üçü
de çöllerde seyahat etmiş, onların ikisi bu durumuna küsmüş, Allah'a olan
yakınlığı, sadece bir kişi elde etmiştir.
Geçmiş zamanlarda durum bu idi. Şimdi ise, sebepleri terkeden, onbinde bir kişi
bile yoktur.
İkinci Durum
Azık edinmek suretiyle sebeplere başvurmak hakkındadır. Bu bakımdan kimin eline
şer'î veraset veya kazanmak, dilenmek veya herhangi bir meşru sebeple bir
servet geçerse, o serveti edinmekte üç hali vardır.
Birinci Hâl
Hâl-i hazırda ihtiyacı kadarını almasıdır. Bu bakımdan aç ise yemeli, çıplak
ise giymelidir. Muhtaç ise, yetecek kadar bir mesken satın almalıdır. Gerisini
derhal fakirlere dağıtmalıdır, istif etmemelidir. Ancak müstehak ve muhtaç olan
bir kimseye yardım edecek miktarı bu niyetle bekletebilir. Böyle bir kimse,
kesinlikle, tevekkülün gereğini yerine getiren bir kimsedir. Bu derece, en
yüksek derecedir.
İkinci Hâl
Yukarıda bahsi geçen dereceye tam zıt ve insanı tevekkülün hududundan dışarı
çıkaran haldir. O hâl, bir veya daha fazla seneler için istif yapmasıdır. Böyle
yapan, asla tevekkül sahibi kimselerden olamaz. Bu hususta şöyle denilmiştir:
Hayvanlardan ancak üç grup istif eder: a) Fare b) Karınca c) İnsan.
Üçüncü Hâl
Kırk veya daha az gün için zahîre edinmektir. Bu durumun ahirette tevekkül
sahiplerin va'dedilen Makam-ı Mahmûd'dan mahrumiyeti gerektirip
gerektirmeyeceği hakkında ihtilâf edilmiştir:
Sehl et-Tüsterî tevekkül hududundan dışarı çıktığına, Havvas ise kırk günle
çıkmadığına, fakat kırk günden fazlası için azık biriktirdiği takdirde tevekkül
sınırından çıkacağına kail olmuşlardır. Ebu Talib el-Mekkî 'Kırk günden fazla
azık edinirse yine tevekkül hududundan çıkmaz!' demiştir.
Bu ihtilâf, azık edinmenin esası caiz olduktan sonra mâ-nâsızdır. Evet! Biri
'azık edinmenin kökü tevekkülün aslına zıddır' diye düşünülebilir. Bundan sonra
'Bu kadar gün için caiz, bu ka-dar gün için caiz değildir' diye ihtilâfa
düşmenin mânâsı anlaşılmaz. Bir mertebeden ötürü va'dedilen her sevap o mertebe
üzerine tevzi edilir. Oysa o mertebenin başlangıcı ve sonucu vardır. Sonucun sahiplerine
Sâbıkûn başlangıçların sahiplerine ise Ashab-ı Yemin denir. Sonra ashab-ı
yemin'in de çeşitli dereceleri vardır. Sabikûn da böyledir. Ashab-ı yemin'in
derecelerinin en yücesi, sâbikûnun en alt derecelerine yetişmesidir. Bu
bakımdan zaman takdirine gerek yoktur. Aksine hakîkat şudur:
Zahireyi terketmek suretiyle tevekkül etmek, ancak emeli kısaltmakla
tamamlanır. Yaşama emelinin yok olmasının ise tevekkülde bir an için olsa dahi
şart koşulması uzak bir ihtimaldir; zira bu emellerin yokluğu, varlığı düşünülmez
birşey gibidir. Yani bu emellerin yokluğunu düşünmek bile mümkün değildir.
Halka gelince, onlar tûl-i emel, kasr-ı emel hakkında ihtilâf etmişlerdir. Emel
derecelerinin en kısası, bir gün bir gece ve bundan daha az saatlerdir. En
uzunu ise, insanoğlunun ömrü kadar düşünülen zamandır. Bu iki derece arasında
sayılmayacak kadar dereceler vardır. Bu bakımdan bir aydan fazlasını istemeyen,
bir seneyi isteyenden daha fazla hedefe yakındır. Zahîre edinmeyi Hz. Musa'nın
miadı olduğu için kırk günle kayıtlandırmak uzak bir ihtimaldir; zira Hz.
Musa'nın hâdisesi, ne kadar zaman için emel beslemeye ruhsat olduğunu beyan
etmek için değildir. Fakat o, va'dolunanı elde etmek için Hz. Musa'nın (a.s)
müstehak olduğu bir zamandı ki o ancak kırk günden sonra tamam olurdu. Bu da
eşyanın tedricî bir şekilde tahakkukunda bu ve buna benzer hâdiselerde Allah'ın
sünnetinin cereyan ettiği bir sırdan ötürüdür. Nitekim Hz. Peygamber (s.a)
şöyle buyurmuştur:
Allah Teâlâ, Âdem'in (a.s) çamurunu kırk sabah kudret eliyle yoğurdu.21
Zira o çamurun kıvama gelmesi, kırk sabah beklemeye bağlı idi. Anlaşıldı ki bir
seneden fazlası için ancak kalbin zâfiyeti ve sebeplerin zâhirine meyletmenin
hükmüyle istif yapılır. Bu bakımdan böyle yapan kişi tevekkül makamının
dışındadır. Hakîki vekilin gizli sebepleri elinde tutan tedbirine
güvenmemektedir! Zira gelirin yükselme ve düşüş sebepleri çoğu kez senelerin
tekrarıyla durmadan yenilenmektedir. Öyle ise bir seneden az bir za-man için
tedbir alanın emelinin kısalığı nisbetinde derecesi vardır: Emeli iki ay olanın
derecesi, bir aylık emele sahip olanın derecesi ile üç aylık emeli bulunanın
derecesi bir olmaz. Onun derecesi, mertebe yönünden bu iki şahsın arasındadır.
Zahîre edinmekten insanı ancak emelin kısalması alıkoyar. Bu bakımdan şahıs için
hiç zahîre edinmemek daha faziletlidir. Eğer kalbi zayıf ise, bu takdirde
zahîre edinmesi ne kadar azalırsa o nisbette fazileti artar,
Hz. Peygamber'in Hz. Ali ve Usame b. Zeyd'e 'Cenazesini yıkayın' diye emir
verdiği fakir hakkında şöyle rivayet ediliyor: O fakirin cenazesini yıkadılar
ve abasıyla kefenlediler. Hz. Peygamber onu defnettiğinde ashabına şöyle dedi:
'O kıyamet günüde, yüzü dolunay gibi olduğu halde haşrolunacaktır. Eğer onda
eksik bir haslet olmasaydı yüzü pırıl pırıl parlayan güneş gibi olduğu halde
haşrolunurdu'.
(Râvî der ki): Biz Hz. Peygamber'den 'O haslet nedir?' diye sorduk, şöyle
buyurdu:
Bu kişi çok oruç tutar, çok namaz kılar, Allah'ı çokça anardı. Ancak kış
mevsimi geldiğinde yaz elbisesini, yaz için saklardı. Yaz geldiğinde kış
elbisesini ikinci bir kışa saklardı!
Sonra Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Size az verilen şey yakîn ile sabrın azimetidir.22
Su testisi, bıçak ve daima muhtaç olduğu âletler böyle değildir. Çünkü bunları
edinmek dereceyi eksiltmez. Kış elbisesi ise, insanın yazın muhtaç olmadığı
şeydir. Bu durum ancak zahîre edinmeyi terketmekten kalbi ürkmeyen, halkın
eline bakmayan, Allah'tan başkasına iltifat etmeyen bir kimse için
sözkonusudur. Eğer böyle yaptığı takdirde nefsinin muzdarip olmasını,
dolayısıyla kalbini ibadet, zikir ve düşünceden meşgul edeceğini seziyorsa,
böyle bir kimse için zahîre edinmek, edinmemekten daha evlâdır. Eğer geliri ile
idare edecek bir gayr-i menkul edinirse, kalbi de ancak bununla Allah'tan başka
şeylerden boşalıyorsa, böyle bir gelir kaynağını edinmek, kendisi için
edinmemekten daha iyidir. Çünkü maksat, Allah'ın zikri için kalbini tecerrüd
edip ıslah etmesidir. Bazı şahısları malın varlığı, bazı şahısları da malın
yokluğu meşgul eder. Mahzurlu olan şey, insanı Allah'tan uzaklaştıran şeydir.
Yoksa esasında ne dünyanın varlığı, ne de yokluğu mahzurlu değildir! Bütün
insanlara peygamber olarak gönderilen Hz. Peygamber tüccarlara, çalışanlara ve
sanatkârlara sanatını terketmesini emretmedi. Bunları terkedene de 'bunlarla
meşgul ol!' demedi. Sadece, bütün insanları Allah'a davet etti.
Kurtuluşlarının kalplerini dünyadan kesip Allah'a bağlamaya bağlı olduğunu
telkin etti. Allah ile meşgul olmanın temeli kalptir. Bu bakımdan zayıf bir
kimsenin yapması gereken en doğru hareket, ihtiyacı kadar rızık edinmektir.
Kuvvetli bir kimsenin yapması gereken en doğru hareketinin de azık edinmeyi
terketmek olduğu gibi... Buraya kadar söylediklerimizin hepsi çoluk çocuk
sahibi olmayan bir kimsenin hükmüdür. Aile sahibi bir kimse ise ailesi için bir
senelik yetecek zahîre edinirse tevekkül hududunun dışına çıkmaz. Çünkü bunu
onların zayıf hallerini dikkate alıp kalplerini sükûnete kavuşturmak için
edinmektedir. Bir sene yetecek miktardan fazla edinmek ise, tevekkülü bozar.
Çünkü sebepler, seneler tekerür ettikçe tekrarlanır. Bu bakımdan bir sene
yetecek miktardan fazlasını edinmenin sebebi, kalbin zâfiyetidir. Kalbin
zafiyeti ise, tevekküle zıt düşer. Bu bakımdan tevekkül sahibi demek, kalbi
kuvvetli, nefsi Allah'ın faziletine itimat eden, zâhirî sebeplere değil
Allah'ın tedbirine güvenen muvahhid kimse demektir.
Nitekim Hz. Peygamber (s.a) aile efradının bir senelik yiyeceğini zahîre olarak
koymuştur.23 Oysa dadısı Ümmü Eymen'e ve başkasına yarın için birşey
saklamalarını yasaklamıştır,24
Hz. Bilâl'in, iftar etmek için sakladığı bir parça ekmeğini görünce onu böyle
yapmaktan sakındırarak şöyle buyurmuştur:
Ey Bilâl! İnfak et! Arş sahibinin az vereceğinden korkma!25 Yine Hz. Peygamber
Bilâl'e şöyle buyurmuştur: Senden birşey istenilirse vermemezlik etme! Sana
birşey ve-rilirse onu saklama!26
Bunu, tevekkül sahiplerinin efendisi Hz. Muhammed Mustafa'ya uymak bakımından
böyle yapmalıdır. Hz. Peygamber'in emeli o derece kısaydı ki küçük taharetini
yaparken su yakın olmasına rağmen teyemmüm eder ve şöyle derdi:
Bana, suya yetişeceğimi kim garanti edebilir? Belki de suya yetişemem!27
Hz. Peygamber eğer zahîre edinmiş olsaydı, onun bu hareketi tevekkülünde bir
eksiklik olmazdı; zira o, zahîre edindiği şeye güvenmiyordu. Fakat Hz.
Peygamber zahîre edinmeyi, ümmetinin kalben kuvvetli olanlarına ders vermek
için terketti; zira ümmetinin kuvvetlileri, onun kuvvetine nisbeten zayıftır.
Hz. Peygamber, ailesine bir senelik nafaka edindi. Fakat bunu kendisinin veya
ailesinin kalplerinde zâfiyet olduğu için edinmedi. Ümmetinin zayıflarına bu
durumu meşru kılmak için bunu yaptı.
Allah Teâlâ (c.c) insanlara emrettiği ağır vazifeleri yapmalarını istediği
gibi, vermiş olduğu ruhsatları da yapmalarını ister diye zayıfların kalbini
hoşnut etmek için zayıflığın, onları ümitsizliğe sürüklememesi için haber
vermiştir ki onlar zirveye çıkmaktan aciz oldukları için imkânları dahilinde
olan hayrı yapmayı da bırakmasınlar. Çünkü Hz. Peygamber sınıf ve dereceleri ne
olursa olsun, bütün âlemlere rahmet olarak gönderilmiştir. Bunu anladığında
bilirsin ki zahîre edinmek, bazı insanlara zarar verir, bazı insanlara da zarar
vermez. Buna Ebu Ümâme Bahîlî'nin rivayet ettiği hadîs delâlet eder: Ashab-ı
suffeden biri vefat etti. Kefeni yoktu. Hz. Peygamber 'Onun elbisesini arayın'
dedi. Onun izarının iç kısmında bağlı bulunan iki dinar buldular. Bunun üzerine
Hz. Peygamber 'Bunlar iki dağdır!' buyurdu.28 Yani bu zat, bunlarla
dağlanacaktır. Oysa diğer müslümanlardan, ölüp de geride servet bırakanlar
olduğu halde Hz. Peygamber onlar
hakkında hiç de böyle demiyordu. Bu durumun iki yönü vardır. Çünkü bu şahsın
hali, iki ihtimal taşır:
Birincisi: Hz. Peygamber'in 'Bunlar ateşten yapılmış iki dağdır' demesidir.
Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
Bu mal toplayanların alınları, yanları ve sırtları bunlarla
dağlanacak.(Tevbe/35)
Bu durum, kişi, zühd, fakirlik ve tevekkül sahibi olduğunu söy-lediği halde
bunlardan müflis ise tahakkuk eder. Öyle ise bu bir tür aldatmadır!
İkincisi: Bunu aldatmak için yapmamasıdır. Bu takdirde Hz. Peygamber'in bu
sözü, onun kemâl derecesinin eksikliğine işaret olur. Nitekim iki dağın
eserinin yüzün güzelliğini eksilttiği gibi... Bu, aldatmadan ötürü değildir;
zira kişinin arkasında bıraktığı herşey, onun ahiret derecesinde bir
eksikliktir. Çünkü bir kimseye dünyada birşey verildi mi onun nisbetinde
ahireti eksilir.
Kalbin, zahîre edinenin sevgisinden uzak olmasıyla beraber, zahîre edinmenin,
tevekkülü bozmasının mecburi olmadığının beyanına gelince, bu duruma Bişr'den
rivayet edilen haber şehadet eder. Râvi şöyle anlatır: Bişr'in yanında
bulunuyordum. Sakalına ak düşmüş, esmer, hafif sakallı biri Bişr'in huzuruna
girdi. Hiç kimsenin önünde ayağa kalktığını görmediğim Bişr, onun önünde ayağa
kalktı. Bişr bana bir avuç dirhem verip 'En güzel yemeklerden ne bulursan bize onu
satın al' dedi. Oysa hiçbir zaman bana böyle birşey söylememişti.
Hüseyin der ki: Yemeği getirdim, önlerine koydum. Bişr misafîriyle beraber
yemek yedi. Oysa başkasıyla birlikte yemek yediğini görmemiştim. Muhtaç
olduğumuz kadarını yedik. Yemekten bir-çok şey kaldı. Misafir kalanı alıp
elbisesine sardı ve gitti. Onun bu durumuna hayret edip kınadım. Bişr bana
O'nun bu yaptığını niçin kınadın?' dedi. Ben 'Evet! İzin almadan sofrada kalan
yemeği alıp gitti! Bu nasıl olur? dedim. Bişr 'O kardeşimiz Feth el-Mevsılî'dir.
Bugün Musul'dan ziyaretimize geldi. O bize zahîre edinip de zarar
görmeyeceğimiz tevekkül'ü öğretmek istedi!' dedi.
Üçüncü Durum
Bu durum, korku arzeden zararı bertaraf eden sebeplere teves-sül etmek
hususundadır. Zarar, bazen nefiste veya malda insanı korku ile karşı karşıya
getirir. Oysa korkuyu defedici sebepleri terketmek tevekkülün şartlarından
değildir. Nefis hakkındaki kor-kuya gelince, yırtıcı hayvanın bulunduğu bir
yerde, selin akıntı yerinde, yıkılmaya yüz tutan duvarın gölgesinde veya tavanı
yıkılmış evin altında uyumak gibi... Bütün bunlar yasaklanmıştır. Böyle yapan
bir kimse, faydasız bir şekilde, nefsini tehlikeye maruz bırakmıştır. Evet bu
sebepler bazen kesin, bazen zannedilen, bazen da vehmedilen kısımlara ayrılır.
Bunlardan vehmedileni terketmek tevekkülün şartıdır. O öyle bir sebeptir ki
onun zararı defetmeye olan nisbeti, dağlanmak ile muska yaptırmaya nisbeti
gibidir; zira dağlanmak ve muska, olacağı ümit edilen bir şeyi (sözde) defetmek
için bazen mahzurlu bir hareketi insana yaptırtır. Bazen de mahzurlu şey
tahakkuk ettikten sonra kaldırılması için kullanılır. Oysa Hz, Peygamber
tevekkül sahiplerini dağlamayı, muskayı, fal açmayı bırakmakla
vasıflandırmıştır. Onları 'soğuk bir yere çıkarken cübbe giymezler' diye
vasıflandırmamıştır! Oysa cübbe de olabilecek soğuk algınlığını bertaraf etmek
için giyilir.
Cübbe durumunda olan sebeplerin hepsi böyledir. Evet! İçten gelen hararetin
kuvvetini artırmak için kış mevsiminde sefere çıktığında sarımsak yemekle
kuvvet almayı düşünmek, çoğu kez sebepler hususunda derinliğine dalmak ve
sebeplere fazlasıyla güvenmek olur. Nerdeyse dağlanmaya yaklaşacak bir duruma
gelir. Ama cübbe giymek böyle değildir. Kesin iseler defedici sebepleri
terketmek için bir yön vardır. Öyle ise kendisine bir insandan zarar
dokunduğunda, sabretmek imkânı olduğu gibi zararı defetmek ve intikam almak
imkânı da olursa, bu takdirde tevekkülün şartı zararı sineye çekmek ve
sabretmektik.
Yalnız onu (Allah'ı) veli edin! Onların dediklerine sabret! (Müzzemmil/9-10)
Elbette bize yaptığınız eziyetlere katlanacağız. Tevekkül edenler Allah'a
tevekkül etsinler!(İbrahim/12)
Onların eziyetlerine aldırma, Allah'a dayan. (Ahzâb/48)
O halde, azim sahipleri olan peygambeleriıı sabrettiği gibi sabret!(Ahkâf/35)
Böyle salih amel işleyenlerin mükâfatı ne güzeldir! Onlar ki sabrederler ve
rablerine tevekkül ederler.(Ankebût/58-59)
Bu hüküm, insanlara eziyet hakkındadır. Yılanlar, yırtıcı hayvanlar akreplerin
eziyetine karşı sabretmeye gelince, onları defetmeyi terketmenin tevekkülle
uzaktan yakından hiçbir alâkası yoktur! Çünkü hiçbir faydası yoktur; zira
çalışma veya çalışmayı terketmek, ancak dine yardım etmesi açısından istenir.
Bizzat kendisi için istenmez. Burada sebepleri sıralamak, tıpkı kesb ve faydayı
celbetmek hususundaki sebepleri sıralamak gibidir. Bu bakımdan onları tekrar
etmek suretiyle sözü uzatmayacağız. Maldan zararı defeden sebeplerde de durum
böyledir. Evden çıkarken kapıyı kilitlemek, deveyi bağlamak tevekküle bir
eksiklik getirmez; zira bu sebepler, ya kesin veya zanla Allah'ın sünnetiyle
bilinmektedir.
Hz. Peygamber'e (s.a) bir bedevî, devesini başıboş bırakıp 'Allah'a tevekkül
ettim' dediğinde Hz. Peygamber bedevîye 'Deveni bağla da öyle tevekkül et!'
demiştir.29
Korunma tedbirinizi alın!(Nisâ/102)
Silahlarını da yanlarına alsınlar.(Nisâ/102)
Onlara karşı gücünüzün yettiği kadar kuvvet ve cihad için bağlanıp beslenen
atlar hazırlayın ki bununla Allah'ın düşmanlarını, sizin düşmanınızı ve
onlardan başka sizin bilmeyip de Allah'ın bildiği diğer düşmanları korkutursunuz.(Enfâl/60)
O halde kullarımı geceleyin yürüt. Çünkü siz takip edileceksiniz!(Duhân/23)
İsrâ (geceleyin yürümek) düşmanın gözünden kaybolmak ve bir nefsin korunma
sebeplerine başvurması demektir. Bir de Hz. Peygamber'in zararı defetmek için
düşmanların gözünden, Sevr mağarasında gizlenmesi vardır. Korku namazında silah
taşımak, yılan ve akrebi öldürmek gibi kesin bir müdafaa değildir; zira
ikincisi kesinlikle tahakkuk etmiştir. Fakat silah taşımak, zannedilen bir
şeyden dolayıdır, Daha önce zannedilenin kesin sebep gibi olmadığını,
tevekkül'ün ancak mevhum bir sebebi bırakması olduğunu izah etmiştik.
Soru: Bir cemaattan hikâye olunduğuna göre, tevekkül sahiplerinden öyleleri
varmış ki aslan pençesini onun iki omuzu arasına koyduğu halde tınmamış!?
Cevap: Onlardan bir cemaatten hikaye edildiğine göre, onlar aslana da
binerlermiş!? Dolayısıyla bu makam, yani böyle yapma yetkisine sahip olmak,
seni aldatmasın. Bu, her ne kadar esasında mümkün ise de, başkasından öğrenmek
yoluyla böylelerine uymak uygun değildir. Bu makam kerametlerin yüksek bir
makamıdır. Fakat tevekkülde şart değildir. Tevekkül'de öyle sırlar vardır ki o
sırlara ancak vâsıl olanlar vakıf olurlar.
Soru:Bir alamet var mıdır ki ben onun vasıtasıyla bu sırlara vardığımı bilmiş
olayım?
Cevap: Vâsıl olan, alâmetleri aramaya muhtaç değildir. Fakat bu makamdan daha
önce belirtilen makamın alâmetlerinden biri, senin içinde bir köpek vardır,
adına öfke denir. Onun sana boyun eğmesi bu makamın alâmetlerindendir. O köpek
durmadan hem seni, hem başkasını ısırır. Bu köpek, kışkırtıldığında ancak senin
işaretinle harekete geçebilecek şekilde sana boyun eğiyorsa, yırtıcı
hayvanların sultanı olan aslanı sana boyun eğdirecek kadar derecen yücelir. O
vakit, ev köpeğinin sana musahhar olması yaban köpeğinin boyun eğmesinden daha
evlâ değil midir? Postunun içindeki köpek sana boyun eğdiği zaman, bu kapında
bekleyen köpeğin boyun eğmesinden daha iyidir. Senin içindeki köpek (öfke) sana
musahhar değilse, zahirî köpeğin sana boyun eğmesine aldanma!
Soru: Tevekkül sahibi bir kimse düşmandan sakınmak için si-lahına sarıldığında,
hırsızdan korunmak için kapısını kilitlediğinde, çöllere düşmekten çekindiği
için devesinin ayağını bağladığında acaba nasıl tevekkül sahibi olur?
Cevap: İlim ve hâl ile tevekkül sahibi olur!
İlm'e gelince, hırsızın kapıyı kilitlemesiyle değil, Allah Teâlâ'nın onu
defetmesiyle hırsızın içeriye giremediğini bilmesidir. Çünkü nice kilitli kapı
vardır ki fayda vermez. Nice deve vardır ki ayağı bağlanır, ya ölür veya
ayağını çözer de kaybolur. Nice silahlı kişi vardır ki öldürülür veya mağlup
olur. Bu bakımdan hiçbir zaman bu şeylere güvenme, husumet hususundaki vekil
için belirttiğimiz gibi müsebbib'ul-esbab'a (Allah'a) güven; zira tevekkül
sahipleri eğer mahkemede bulunup sicilleri getirirse, kendi nefsine ve
getirdiği sicillere değil, vekilinin maharetine güvenir!
Hâl'e gelince, kişinin evinde ve nefsinde Allah'ın hükmüne razı olup şöyle
demesidir:
Ey Allahım! Eğer evde bulunan şeylere, onları alacak birini musallat edersen, o
senin yolundadır ve ben de senin hük-müne razıyım; zira bana verdiğin geriye
alınmayacak bir hibe mi olduğunu veya geri istenilecek bir emanet mi olduğunu
bilmiyorum ve yine bilmiyorum ki bu rızık benim midir veya ezelde meşiyetin o
başkasının rızkıdır diye mi sebkat etmiştir? Sen nasıl hükmedersen ben o hükme
razıyım. Senin hükmünden korunmak ve kaderine kızdığım için kapıyı kilitlemiş
değilim. Sebeplere yapışmam, senin sünnetine göre hareket etmek içindir. Bu
bakımdan ey sebeplerin müsebbibi, güven ancak sanadır!
Kişinin hali ve ilmi böyle olduğunda, devenin ayağını bağlamak, silah taşımak
ve kapıyı kapatmak, onu tevekkül hududundan dışarı çıkarmaz. Kişi eve dönüp de
eşyalarını evde bulunca, bu onun nezdinde Allah'tan gelen yepyeni bir nimet
olmalı, böyle telâkki etmelidir. Eğer eşyayı çalınmış görürse, kalbine
bak-malıdır: Eğer kalbinin buna razı olduğunu, bununla sevindiğini görür ve
'Allah Teâlâ bunu benden ancak ahirette rızkımı fazla vermek için almıştır'
derse, onun tevekküldeki makamı sıhhatli ve doğru olur. Eğer kalbi bundan elem
duyar, bununla beraber sabrının kuvvetliliğini görürse, tevekkül davasında
doğru olmadığı anlaşılır.
Çünkü tevekkül zühdden sonra gelen bir makamdır. Zühd, kaybettiği dünyasından
dolayı üzülmeyen ve elde ettiğiyle sevinmeyen bir kişinin işidir. Bu kişi ise
bunun tam aksinedir. Madem ki zühd budur, o halde bu kişinin tevekkülü nasıl
doğru olabilir? Evet! Eğer gizleyip şikayetini açığa vurmazsa, aramak ve
tecessüste gayreti çoğalmazsa, sabır makamı kendisi için sıhhatli olur. Eğer buna
gücü yetmeyip kalbi eziyet duyar, dili şikayet eder ve bedeniyle çalışırsa,
böyle kimse için, malının çalınması günahını daha artırıcı olur! Çünkü kendisi,
bütün makamlardan eksik ve bütün davalarda yalancıdır. Bundan sonra nefsini
iddialarında doğrulamamaya var kuvvetiyle çalışması ve gururunun ipiyle hiçbir
kuyuya inmemesi gerekir. Çünkü nefis kandırıcı, kötülüğü emredici ve hayrı
iddia edicidir.
Soru: Tevekkül sahibi bir insanın malı olur mu ki malı çalınsın?
Cevap: Onun evi, yemek yediği kap kacak, su içtiği ve abdest aldığı testi,
azığını muhafaza ettiği dağarcık, düşmanını uzaklaştırdığı gibi ev eşyalarından
hâli değildir. Bunlardan başka hayatın zarurî gereklerinden olan ev eşyası da
vardır. Bazen da bir muhtacı görüp kendisine vermek için eline geçen malı
yanında bırakır. Bu niyetle yanında mal bırakmak onun tevekkülünü bozmaz. Su
testisini, içinde azığı bulunan dağarcığı elden çıkarmak tevekkülün
şartlarından değildir. O ancak yemek hususunda zaruret miktarından fazla olan
mal hakkında geçerlidir. Çünkü Allah'ın sünneti, malı mescidlerin köşelerinde
bulunan fakir tevekkül sahiplerine yetiştirmekle cari olmuştur. Testileri ve ev
eşyalarını her gün veya her hafta dağıtması Allah'ın sünnetine uygun değildir.
Allah'ın sünnetinden çıkmak tevekkülün şartı değildir. Bunun için Havvas,
sefere çıktığında beraberinde ip, kova, makas ve iğne götürürdü. Yiyecek
maddesi götürmezdi. Fakat Allah'ın sünneti (âdeti) bu iki işin arasındaki
farklılıkla cari olmuştur.
Soru: Kişinin muhtaç olduğu eşya çalınırsa üzülmemesi nasıl düşünülür? Zira
eğer kişi, onu istemiyorsa neden onu edinmiş, neden onun üzerine kapıyı
kilitlemiştir? Eğer ona ihtiyacı olduğu için istemişse, çalındığında kalbi
nasıl ondan eziyet duymaz ve üzülmez? Oysa ihtiyacı ile bu hâdise arasında bir
perde olmuştur.
Cevap: Kişi o eşyayı dini hususunda ondan yararlanmak için korur; zira eşyanın
kendisi için hayırlı olduğunu düşünür. Eğer bu eşya kendisi için hayırlı
olmasaydı Allah kendisine rızık olarak vermezdi. Böylece Allah'ın bu eşyayı
edinmeyi kendisi için kolaylaştırmasıyla o eşyanın hayırlı olmasına delil
getirdi. Bu eşyanın bulunmasının dinin sebepleri hususunda kendisine yardımcı
olduğunu zannetmekle beraber, Allah hakkında hüsn-i zan etmesiyle delil
getirdi. Bunun kesinlikle böyle olmasını bilmiyor; zira o eşyanın elinden
alınmasıyla belalandırılmasmda hayır olması, hedefine varmak için yorulup
yorgunluk sebebiyle sevabının daha fazla olma ihtimali vardır. Allah Teâlâ
hırsızı mu-sallat kılmak suretiyle o eşyayı ondan alınca bu zannı değişti. Çünkü
bütün durumlarda Allah'a güvenir, Allah hakkında hüsn-i zan sahibidir. Bu
takdirde der ki:
Eğer şu ana kadar olmasında benim için hayrın olduğunu ve şundan sonra da
yokluğunda hayrın olduğunu Allah bilmeseydi bunu benden almazdı.
İşte bu gibi zan ile ondan üzüntünün uzaklaşması düşünülür; zira bu zannıyla
sebeplere sevinir, fakat sebep olmalarından değil, sebeplerin müsebbibinin bir
lütfu olması hasebiyle sevinir. Bu kişi tıpkı şefkatli ve her yaptığına razı
olunan bir doktorun huzurunda bulunan hasta gibidir. Eğer doktor kendisine gıda
verirse buna se-vinir ve şöyle der: 'Eğer doktor gıdanın bana faydalı olduğunu
ve gücümün bu gıdaya yeteceğini bilmeseydi bana vermezdi". Eğer doktor,
bundan sonra, gıdayı kendisinden alsa yine sevinir ve der ki: 'Eğer gıda bana
zararlı olup beni ölüme doğru sevketmeseydi, doktor gıdayı benden menetmezdi'.
Bu bakımdan kim Allah'ın ihsânı hakkında bu hastanın tıp ilminde mahir ve
şefkat sahibi doktor hakkında inandığı gibi inanmazsa o kimsenin tevekkülü asla
doğru değildir. Kim Allah'ı bilir, O'nun fillerini tanır, kullarının
ıslahındaki sünnetini sezerse, onun sevinmesi sebeplerle değildir. Çünkü o,
hangi sebeplerin kendisi için daha hayırlı olduğunu bilmez. Nitekim Hz. Ömer
(r.a) şöyle demiştir: 'Zengin veya fakir olmama aldırmam. Çünkü hangisinin
benim için daha hayırlı olduğunu bilmiyorum'.
İşte tevekkül sahibi bir kimse de eşyasının çalınmasına veya çalınmamasına
böylece aldırmalıdır. Çünkü dünya ve ahirette hangisinin kendisi için daha
hayırlı olduğunu bilemez. Nice eşya vardır ki dünyada insanoğlunun helâk
olmasına sebep olur ve nice zengin vardır ki zenginliğinden dolayı bir belâya
uğrar ve 'Keşke fakir olsaydım!' der.
21) Deylemî, Müsned'u1-Firdevs
22) Şehr b. Havşeb, (Ebu Umâme'den)
23) Müslim, Buhârî, (Daha önce de geçmişti).
24) Daha önce geçmişti.
25) Bezzar
26) Taberânî, Hâkim
27) İbn Ebî Dünya
28) İmam Ahmed
29) Tirmizî