20 Nisan 2015

KORKU VE ÜMİT İmam-ı Gazâli



KORKU VE ÜMİT
İmam-ı Gazâli
Korku ve Ümit
İdrâkin Sebeplerinin Yaratılmasındaki İlâhî Nimetler
İdrâklerin Yaratılışındaki Nimetlerin Sınıfları
Allah Teâlâ'nın İnsanda Yarattığı Hareket Vasıtaları ve Kudret Nimeti
Yiyecek Maddelerinin Kendilerinden Meydana Geldiği Asıllar Hakkında
Yiyeceklerin İnsanlara Ulaşmasındaki İlahî Nimet
Yemeklerin Islahı
Islah Edicilerin Islahı
Melekleri Yaratmadaki İlahî Nimet
Allah'ın Nimetlerinin Çokluğu, Kesintisiz ve Sonsuz Oluşu
İkinci rükün şükredilecek nimetler hakkındadır.
İnsanları Şükürden Alıkoyan Nedenler
Korku Ve Ümit
Nimet'in Hakikati ve Kısımları
Nimetin Bela Karşısındaki Fazileti
Sabır ile Şük'rün Bir Yerde Birleşmeleri
Sabır mı Daha Faziletlidir Şükür mü?

*İdrâkin Sebeplerinin Yaratılmasındaki İlâhî Nimetler

İki sınıf insan, ümit ile tedaviye muhtaçtır. Bunlardan biri ümitsizliğe düşüp ibadeti terkeden, diğeri de fazla korkuya kapılıp kendisine ve ailesine zarar verecek şekilde ibadete dalan kişidir. Bunların ikisi de itidâlden ayrılmış olup ifrat ve tefride kaymışlardır. Bunların kendilerini itidâle sevkedecek tedaviye ihtiyaçları vardır.

Mağrur olan, ibâdetten yüz çevirmesine rağmen Allah'tan birçok şey temenni eden ve günahlara dalan âsi için ümidin ilâçları helâk edici zehir olur. O ilâçlar soğukluğun kendisine geldiği bir kimse için şifa olan balın yerine geçer. Oysa o bal hararete mağlup olan bir kimse için öldürücü zehirdir. Mağrur için sadece korkuyu gerektiren ilaçlar kullanılır. İşte bunun için halk vaizinin lütufkâr olması, illetlere bakması, illeti arttıran ilâçla zıddını tedavi etmesi gerekir; zira maksat sıfatlar ve ahlâkların tamamında adalet ve itidâldir. İşlerin hayırlısı itidâlli olandır.

Ne zaman itidâlden kayarsa onu itidâle çevirecek şekilde tedavi etmek gerekir. İtidâlden daha fazla uzaklaştıran ilâçla tedavi edilmemelidir. Bu zaman öyle bir zamandır ki o zamanda halka ümit vermek uygun değildir. Korkutmakta mübalağa etmek de onları hak caddesine ve doğruluk yollarına çeviremeyebilir.

Fakat ümit vermek onları tamamen helâk eder. Fakat kalplere daha hafif ve nefisler katında daha lezzetli olduğu için ve vaizlerin de hedefleri zaten kalpleri celbetmek, halkı nasıl olursa olsun lehlerinde konuşturmaktan başka birşey olmadığı için vaizler bol bol ümit vermeye meylettiler. Öyle ki alabildiğine fesad çoğaldı, hatta alabildiğine tuğyana dalanlar arttı.

Nitekim Hz. Ali 'Âlim ancak o kimsedir ki halkı Allah'ın rahmetinden ümitsiz kılmadığı gibi azabından da emin kılmaz' demiştir.

Biz Kitab'a ve Sünnete uyarak ümitsizliğe düşeni ve fazla kor-kuya kapılanı bu çıkmazdan kurtarmak için recâ ve ümit'in sebeplerini zikredeceğiz. Kitap ve Sünnet ümit ve korkuyu kapsamaktadır. Çünkü onlar her çeşit hasta hakkında şifanın sebeplerini toplamıştır.

Amaç, peygamberlerin vârisleri olan âlimlerin ihtiyaca göre halkı bunlarla tedavi etmeleridir. Fakat reçeteyi verirken her ilacın her hastalığa şifa olduğunu sanan ahmaklar gibi değil, uzman doktor gibi olmalıdır. Recâ hali iki şeyle mûtedil olur: Onlardan biri ibret almak, ikincisi ise ayet, hadîs ve eserleri araştırmaktır. İbret almak, Şükür bölümünde nimet sınıfları hakkında zikrettiklerimizin tümünü düşünmek demektir.

O zaman, Allah'ın kullarına dünyada vermiş olduğu nimetlerinin incelikleri, insan fıtratında gözettiği hikmetlerin acaiplikleri bilinir. Dünyada insan varlığının devamında zarurî olan her şeyi; gıda aletleri, muhtaç olduğu parmak ve tırnaklar, zîneti için kaşların kavisli olması, göz renklerinin değişikliği, dudakların kırmızılığı ve yok olması ile bir gayenin değil, ancak güzellik meziyetinin ortadan kalkacağı başka şeyleri bilir.

Dolayısıyla insan ilâhî inayetin bu inceliklerin benzerlerinde kullardan esirgenmediğini, hatta kullar için zînet ve ihtiyaçtaki meziyetlerin yokluğuna bile rıza göstermediğini anlar. İlâhî inayet onları ebedî helâke sevketmeye nasıl razı olabilir? Aksine insan şifa verici bir bakışla baktığı zaman bilir ki halkın çoğu için daha dünyada saadetin sebepleri hazırlanmıştır. Hatta halkın çoğu kendisine 'Ölümden sonra azap görmeyeceksin veya asla dirilmeyeceksin!' denilse bile yine de ölümü hoş görmez.

Bu bakımdan onların yokluğu hor görmeleri, nimetin sebeplerinin daha çok olmasından ileri gelir. Ölümü temenni eden pek azdır. Sonra o temenni eden de ancak zor durumda kaldığında ölümü temenni eder.

Madem halkın çoğunun dünyadaki galip olan hali hayır ve selâmettir. Öyle ise Allah'ın sünnetinin değiştiğini görmezsin. Bu bakımdan ahiret işi de böyle olur. Çünkü dünya ve ahireti tedvir eden Bir'dir. O gafur, rahîm ve kulları için latîfdir. Onlara merhamet edicidir. Bu durum hakkı ile düşünüldüğü zaman, bu düşünce ile recâ'nın sebepleri kuvvet bulur.

Şeriatın hikmetine, dünya maslahatları hakkındaki teşriine ve onunla kullara rahmet etmesinin yönüne bakmak da ibrettir.

Hatta Âriflerden biri Bakara sûresindeki müdâyene (borçlanma) ayetini ümit sebeplerinin en kuvvetlisi olarak görürdü. Kendisine denildi ki: 'Bu ayette ümidin nesi var?' Cevap olarak dedi ki: 'Dünyanın tamamı azdır, insanoğlunun dünyadaki rızkı azdır. Borç ise rızıktan daha az birşeydir. Allah Teâlâ'nın borç hakkında en uzun ayetini indirip bununla kulunu dininin korunmasındaki itiyad yoluna nasıl irşad ettiğine dikkat et!' O. halde Allah Teâlâ (dünya ve ahiretinde) kulun hiçbir karşılığı kendisinden olmayan dinini nasıl korumaz.

İkincisi, ayetleri ve hadîsleri tedkik etmektir. Bu bakımdan ümit hakkındaki vârid olanlar sayılmayacak kadar çoktur.

Ayetler
De ki: Ey nefislerine karşı aşırı giden kullarım. Allah'ın rahmetinden ümidi kesmeyin. Allah bütün günahları mağfiret buyurur. Şüphesiz ki O, gafûr ve rahim'dir.(Zümer/53)

Hz. Peygamber bu ayeti okuduğunda 'O perva etmez, çünkü o gafûr ve rahimdir'7 demiştir.
Melekler rablerini hamd ile tesbih ederler; yeryüzünde bulunanlar için de mağfiret dilerler.(Şûrâ/5)

Allah Teâlâ ateşi düşmanlarına hazırladığını, ancak onunla dostlarını korkuttuğunu haber vermiştir.

O kâfirlerin üstlerinde ateşten tabakalar, altlarında da ateşten tabakalar var. İşte Allah kullarını bundan korkutuyor.(Zümer/16)

Kâfirler için hazırlanan ateşten sakının!(Âlu İmran/131)

Ben sizi, alevlendikçe alevlenen bir ateşe karşı uyardım. Ona ancak bedbaht kimse girer. O ki yalanladı ve döndü.(Leyl/14-15-16)

Şüphesiz rabbin, insanların zulümlerine karşı mağfiret sahibidir.(Ra'd/6)

Hz. Peygamber'in (s.a) ümmeti hakkında Allah'tan (rahmet) istediği ve ona 'Sen hâlâ razı olmuyor musun, senin üzerine şu ayet inmiştir' dendiği söylenmiştir.

Şüphesiz rabbin, insanların zulümlerine karşı mağfiret sahibidir.(Ra'd/6).

Rabbin sana verecek ve sen razı olacaksın!
(Duhâ/5)
Bu ayetin tefsiri sadedinde 'Ümmetinden bir tek kişi cehennemde oldukça Muhammed razı olmaz' denilmiştir. Ebu Cafer Muhammed b. Ali derdi ki: Siz (Irak halkı) diyorsunuz ki Allah'ın kitabında en ümit verici ayet şu ayettir:
De ki: Ey nefislerine karşı haddi aşmış kullarım! Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyin. Çünkü Allah bütün günahları mağfiret buyurur. Şüphesiz ki O, gafûrdur (çok bağışlayıcıdır), rahimdir (çok merhametlidir).

Oysa biz ehl-i beyt deriz ki Kur'an'da en ümit verici ayet, şu ayettir:
Rabbin sana verecek ve sen razı olacaksın! (Duhâ/5)

Hadîsler
Ebu Musa, Hz. Peygamber'den şöyle rivayet etmektedir:
Benim ümmetime rahmet edilmiştir. Ahirette ümmetime azap yoktur, Allah Teâlâ ümmetimin azabını dünyâda zelzelelerle ve fitnelerle vermiştir. Kıyamet günü olduğu zaman ümmetimin her birine kitab ehlinden biri teslim edilir ve denir ki 'Bu kişi senin ateşten azat edilmen için sana fedadır'.8

Bu ümmetin her biri bir yahudi veya hristiyanı cehenneme götürür ve der ki: 'Bu benim ateşten azat edilmemin karşılığıdır'. O getirilen hristiyan veya yahudi ateşe atılır.9

Sıtma, cehennemin nefesindendir. Bu bakımdan sıtma mü'minin ateşten olan nasibidir.10
Allah'ın peygamberleri ve onunla beraber iman edenleri utandırmayacağı günde..(Tahrim/8)

Bu ayetin tefsiri ile ilgili olarak rivayet ediliyor ki Allah Teâlâ peygamberine vahiy göndererek şöyle buyurmuştur:
"Senin ümmetinin hesabını sana havale ederim'. Peygamber 'Hayır yarabbi, bana havale etme. (Çünkü) sen benden onlara daha şefkatli ve merhametlisin' dedi. Bunun üzerine Allah Teâlâ şöyle buyurdu: 'Madem durum budur, seni onlar hususunda utandırmayacağız'.11

Enes'ten rivayet edildiğine göre, Hz. Peygamber, ümmetinin günahları hakkında Allah Teâlâ'dan af dileğinde şöyle demiştir:
Ey rabbim! Onların hesaplarını bana tevdî et ki benden başkası onların kusurlarına muttali olmasın!

Bunun üzerine Allah Teâlâ ona vahiy göndererek şöyle buyurmuştur:
Onlar senin ümmetindir, (Fakat) benim kullarımdır. Onlar için senden daha merhametliyim. Onların hesabını başkasına vermem ki ne sen, ne de başkası onların günahlarına muttali olmayasınız.12

Benim hayatım sizin için hayırlıdır. Ölümüm (de) sizin için hayırlıdır. Hayatıma gelince, ben sizlere ilâhî emir ve prensipleri getirip tebliğ ediyorum. Ölümüme gelince, sizin amelleriniz bana arzolunacaktır. Onların içinde bir iyilik görürsem ondan dolayı Allah'a hamdederim.. O ameller içerisinde bir kötülük görürsem, sizler için Allah'tan af talep ederim.13

Hz. Peygamber 'Ya Kerîm'ul-Afiv (ey kerem sahibi affedici!)' diye Allah'ı çağırınca, Cebrail 'Sen Kerîm'ul-Afiv'in tefsirini biliyor musun? Eğer O rahmetiyle günahları affederse, keremiyle onların yerine sevapları yerleştirir'dedi.14

Hz. Peygamber bir kişinin şöyle dediğini duydu: 'Ey Allahım! Ben senden nimetinin tamamını isterim'. Hz. Peygamber ona 'Sen nimetin tamamının ne olduğunu biliyor musun?' dedi. O Hayır!' dedi. Hz. Peygamber 'O, cennete girmek demektir' buyurdu.15

Âlimler dediler ki: Allah Teâlâ, bize islâm dinin seçmek sûretiyle nimetini tamamlamış bulunuyor; zira Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
Size nimetimi tamamladım ve size din olarak İslâm'ı seçtim.(Maide/3)

Kul bir günah işleyip Allah'tan af talep ettiğinde, Allah Teâlâ meleklerine şöyle der: 'Kuluma bakınız! Bir günah işledi ve kendisinin günahları affeden ve günahtan dolayı azap eden bir rabbi olduğunu hatırladı. Ben sizi şahid tutarım ki onu affettim.16

Eğer kul, günahları göklere varıncaya kadar günah işlese, benden af dilediği ve umduğu müddetçe o günahlarını affederim.17

Eğer kulum yeryüzü dolusu günah ile benim huzuruma gelse, ben de yeryüzü dolusu af ile onu karşılarım.18

Kul günah işlediği zaman melek altı saat yazmaz. Eğer kul tevbe edip af talebinde bulunursa, o günahı onun defterine hiç yazmaz. Eğer tevbe etmezse tek bir günah olarak defterine yazar.19

Melek, günahı kulun defterine yazdığı zaman, kul bir amel işlerse, sağ taraftaki melek sol taraftaki meleğin âmiri olduğu için ona der ki: 'Onun işlemiş olduğu bu günahı at ki ben de onun hasenelerinin on katından birini atayım ve dokuz hasenesini de onun için yazayım'. Böylece o günah kulun defterinden atılmış olur.

Enes'in rivayet ettiği bir hadiste ki Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Kul bir günah işlediği zaman defterine yazılır. Bunun üzerine bir bedevî şöyle sordu:
- O günahtan tevbe ederse yine de mi yazılır?
- O zaman defterinden o günah silinir!
- Eğer tekrar o günahı işlerse...
- Defterine yazılır!
- Eğer tevbe ederse...
- Defterinden silinir!
- Bu ne zamana kadar böyle devam eder?
-Kul, af talep edip Allah'a tevbe edinceye kadar devam eder. Çünkü kul affı talep etmekten usanmadıkça Allah affetmekten usanmaz. Kul bir sevabı işlemek isterse, sağ taraftaki
melek, o daha sevap işlemeden önce onun niyetini sevap olarak kaydeder. Eğer sevabı işlerse, on sevap olarak kaydolunur. Allah Teâlâ onu yediyüz kata kadar çıkarır. Kul bir gü-
nah işlemeyi kasdettiği zaman defterine yazılmaz. Onu işlediği zaman bir tek günah olarak yazılır. Fakat o günahın arkasında Allah Teâlâ'nın güzel affı vardır.20

Bir kişi Hz. Peygamber'in huzuruna gelerek şöyle dedi:
Ey Allah'ın Rasûlü! Ben sadece ramazan orucunu tutuyorum. Ondan fazlasını tutmam. Beş vakit namazdan fazla namaz kılmam. Malımda Allah'ın sadaka ve haccı yoktur. Öldüğüm zaman ben nerede olurum?
Bunun üzerine Hz. Peygamber tebessüm ederek şöyle buyurmuştur:
Evet! Benimle beraber olursun, eğer kalbini hile ve hasedden; dilini gıybet ve yalandan; gözünü Allah'ın haram kıldığına bakmak ve o gözlerle bir müslümanı hafife almaktan korursan, benim beraberimde cennete girersin.21

Enes'in rivayet ettiği uzun bir hadiste vârid olduğuna göre, bir bedevî şöyle dedi:
- Ey Allah'ın Rasûlü! Mahlukâtın hesabını kim görecek?
- Allah Teâlâ görecektir!
- Bizzat Allah mı görecektir?
- Evet!
Bunun üzerine bedevî tebessüm etti. Hz. Peygamber bedeviye şöyle sordu:
- Ey bedevî! Neden güldün!
- Kerîm, kudreti yettiği zaman affeder.Hesaba başladığı zaman müsamaha gösteri kolaylaştırır.

Bu söze binaen, Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Bedevî doğru söyledi! İyi bilin ki Allah'tan daha kerîm olan biri yoktur. Allah Teâlâ kerîmlerin en kerîmidir.
Bunu söyledikten sonra 'Bedevî bunu anladı' dedi.22

Allah Teâlâ, Kâbe'yi şereflendirdi ve yüceltti. Eğer bir kul onu taş taş yıksa, sonra yaksa, o kimsenin günahı Allah'ın velî kullarından biriyle istihfaf edenin günahına yetişmez.

Bedevî dedi ki: 'Allah'ın velî kulları da kimlerdir?' Hz. Peygamber 'Mü'minlerin tümü Allah'ın velî kullarıdır. Ey bedevî! Sen Allah Teâlâ'nın şu ayetini işitmedin mi?' dedi.
Allah iman edenlerin dostudur. Onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır.(Bakara/257)

Bazı hadîslerde şöyle vârid olmuştur:
Mü'min kişi Kâbe'den daha üstündür.23

Mü'min temiz ve tahirdir.24

Mü'min Allah katında meleklerden daha kıymetlidir.25

Allah Teâlâ, cehennemi, rahmetinin faziletinden bir kamçı olarak yarattı. Onunla kullarını cennete sevkeder.26

Allah Teâlâ bir hadîs-i kudsî'de şöyle buyurmaktadır:

insanları benden kâr etsinler diye yarattım. Onların sırtından kâr edeyim diye yaratmadım,27

Ebu Said el-Hudrî'nin rivayetine göre Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Allah'ın yarattığı hiçbir şey yoktur ki ona galip gelecek birşey yaratmış olmasın. Rahmetini de öfkesine galip gelecek şekilde yaratmıştır.28

Allah Teâlâ, halkı yaratmadan önce 'rahmetim öfkemi geçmiştir' diye kendi üzerine rahmeti yazmıştır.29

Muaz b. Cebel ve Enes b. Mâlik'ten şöyle rivayet ediliyor: Kim 'Lâ ilâhe illâllah' derse cennete girer.30

Kimin konuşmasının sonu 'lâ ilâhe illâllah' ise ateş onu yakmaz.31
Kim Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmadığı halde Allah'ın hu-zuruna varırsa, ateş ona haram olur.32

Kalbinde zerre kadar imanı olan ateşe (ebedî kalmak üzere) girmez.33

Eğer kâfir Allah'ın rahmetinin genişliğini bilseydi, Allah'ın cennetinden ümitsiz olmazdı.34
Çünkü saatin (kıyametin) sarsıntısı gerçekten korkunç bir şeydir.(Hacc/l)

Hz. Peygamber bu ayeti okuduğu zaman şöyle buyurmuştur:
Bunun hangi gün olduğunu biliyor musunuz? Bu o gündür ki Adem'e 'Kalk! Zürriyyetinden ateşe gidecek grubu gönder!' denir. Adem 'Onlar ne kadardır?' diye sorunca, Adem'e 'Her bin kişiden, dokuzyüz doksandokuzu cehenneme girecektir' denir.
Bu söz üzerine, Hz. Peygamber'i dinleyenler, dehşete kapılıp ağlamaya başladılar. Bütün gün meşgul olup amel etmez oldular. Bunun üzerine Hz. Peygamber yanlarına çıkıp 'Neden amel etmiyorsunuz?' dedi. Dediler ki: 'Bunu bize söyledikten sonra kim amelle meşgul olur?'

Hz. Peygamber şöyle dedi:Siz ümmetler arasında ne kadarsınız ki? Tavil, Taris, Mensik, Ye'cüc ve Me'cüc nerededirler? Bunlar Allah'tan başka sayıları bilinmeyecek ümmetlerdir. Siz ancak diğer ümmetler arasında siyah öküzün derisindeki beyaz kıl gibisiniz. Yürüyen hayvanın ön ayağındaki nişan gibisiniz.35

Hz. Peygamberin halkı nasıl korku kamçısı ve ümit gemiyle Allah'a doğru sevkettiğine dikkat et! Zira önce onları korku kamçısıyla sevketti. Sonra bu korku onları normal hududların dışına çıkarıp ye'se düşürdüğü zaman, Hz. Peygamber onları ümit ilâcıyla tedavi etti.

Onları itidale çevirdi. Bu sonuncusu, birincisine zıd değildir. Fakat Hz. Peygamber birincisinde 'Şifaya sebep olacağını' gördüğü şeyi zikretti ve sadece onunla yetindi. Onlar ümitle tedavi edilmeye muhtaç olduklarında işin tamamını onlara söyledi. Bu bakımdan vâizin yapması gereken vazife, vâizlerin efendisine uymaktır. Öyleyse vâiz, korku ve ümit hakkında vârid olan hadîsleri kullanırken kalp hastalıklarını tesbit ettikten sonra ihtiyaca göre hassas davranmalıdır. Eğer vâiz buna riayet etmezse, ifsad ettiği ıslah ettiğinden fazla olur!
Eğer siz günah işlememiş olsaydınız, Allah, affetmek için günah işleyen bir halk yaratırdı.30

Sizi götürüp, affetmek için yerinize başka bir halk getirirdi. Muhakkak ki Allah çokça affeden ve çokça merhamet edendir.

Eğer siz günah işlememiş olsaydınız, günahtan daha şerli bir şeyin başınıza gelmesinden korkardım! Denildi ki: 'O nedir?' Şöyle cevap verdi: 'Ucub (nefsini beğenmek) tir'.37

Nefsimi kudret elinde tutan Allah'a yemin olsun! Mü'min kulu hakkında Allah, şefkatli annenin evladına merhametinden daha fazla merhametlidir.38

Allah (c.c) kıyamet gününde öyle bir af ilan eder ki o af, hiç kimsenin kalbine bir an bile gelmiş değildir. Hatta İblis bile, kendisine isabet eder ümidiyle o affa uzanır. 39

Allah'ın yüz rahmeti vardır. Onlardan doksan dokuzunu bekletmiştir. O yüz rahmetten bir tanesini, dünyada göstermiştir. Halk birbirine o rahmetle rahmeder. Bu nedenle ana evladına şefkat gösterir. Kıyamet günü geldiği zaman, bu rahmetini de o doksan dokuz rahmete ekler, sonra hepsini bütün halkın üzerine yayar. O rahmetin her biri, gökler ve yer dolusu kadardır.

Râvi dedi ki: 'O halde, o günde, Allah'ın katında ancak helâk olmuş bir kimse helâk olur!'40
Sizden hiçbir kimse yoktur ki ameli onu cennete soksun veya onu ateşten kurtarsın.
- Sen de mi?
- Ben de! Ancak Allah'ın rahmeti beni örtmüştür.41

Amel edin! Müjde verin. Bilin ki hiçbir kimseyi ameli kurtaramaz.42

Ben şefaatimi ümmetimden büyük günah işleyenlere sakladım. Siz o şefaatin, muttaki ve itaatkar kimseler için olduğunu mu sanıyorsunuz? Aksine o şefaat, mülevves olmuş günahkâr kimseler içindir.43

Ben kolay, geniş ve bâtıldan hakka yönelmiş bir dinle gönderildim.44
İki kitabın (İncil ve Tevrat) ehlinin bizim dinimizde semahat (genişlik) olduğunu bilmelerini istiyorum.45

Bu hadîsin mânâsına, Allah Teâlâ'nın mü'min kullarının şu dileklerini kabul etmesi delâlet eder:
Rabbimiz, bize bizden öncekilere yüklediğin gibi ağır yük yükleme!(Bakara/286)

Üzerlerindeki ağırlıkları, sırtlarındaki zincirleri kaldırıp atar.(A'raf/157)

Muhammed b. Hanefiyye46 Hz. Ali'den (r.a) şöyle rivayet eder: 'Veya güzel muamelede bulun!' (Hicr/85) ayeti nazil olduğu za-man, Hz. Peygamber, Cebrail'e şöyle sordu:
- Ey Cebrail! Ayette bahsi geçen safh-ı cemil (güzel muamele)
ne demektir?
- Sana zulmedeni affettiğin zaman onu kınama!
- Ey Cebrail! Allah Teâlâ affettiği kulunu kınamaktan yücedir.
Bunun üzerine Cebrail de, Hz. Peygamber da ağladılar. Allah onların ikisine Mîkâil'i gönderdi. Mikâil dedi ki:

Rabbiniz size selâm ediyor ve diyor ki: 'Affettiğim kimseyi nasıl kınarım? Bu benim keremime yakışmayan birşeydir'.47

Recâ'nın sebepleri hakkında vârid olan haberler sayılmayacak kadar çoktur.

7) Tirmizî
8) Ebu Dâvud
9) Müslim, (Ebu Musa'dan)
10) İmam Ahmed .
11) İbn Ebî Dünya
12) Irâkî hadisin aslına rastlamadığını söylemiştir.
13) Bezzar
14) Irâkî bu konuşmanın Hz. Peygamber ile değil, Hz. İbrahim ile Cebrail
arasında geçtiğinin rivayet edildiğini gördüğünü söylemiştir.
15) Daha önce geçmişti.
16) Müslim, Buhârî
17) Tirmizî
18) Müslim
19) Beyhâkî, Şuab
20) Beyhâkî
21) Daha önce geçmişti.
22) Irâkî rivayetin aslını görmediğini söylemiştir.
23) İbn Mâce
24) Müslim, Buhârî
25) İbn Mâce
26) Irâkî rivayetin aslını görmediğim söylemiştir.
27) Irâkî rivayetin aslını görmediğini söylemiştir. 28)İbnHibban
29) Müslim, Buhârî
30) Taberânî
31) Ebu Dâvud, Hâkim
32) İmam Ahmed
33) İmam Ahmed
34) Müslim, Buhârî
35) Tirmizî, (İmran b. Hüseyin'den)
36) Müslim
37) Bezzar, İbn Hibban
38) Müslim, Buhârî
39) İbn Ebî Dünya
40) İbn Ebî Dünya
41) Müslim, Buhârî
42) Müslim, Buhârî
43) Daha önce geçmişti.
44) İmam Ahmed
45) Ebu Ubeyde, İmam Ahmed

*İdrâklerin Yaratılışındaki Nimetlerin Sınıfları

Hz. Ali şöyle demiştir: 'Kim bir günah işler, Allah da dünyada onun günahını örterse, Allah o örtüyü kıyamette kaldırmaktan yücedir. Kim bir günah işlerse, dünyada onun cezasını görürse, ahirette ikinci bir defa kulundan intikam almaktan Allah yücedir'.

Süfyan es-Sevrî şöyle demiştir: 'Ben hesabımın anama babama bile havale edilmesini istemem. Çünkü Allah'ın onlardan bana daha merhametli olduğunu biliyorum'.

Seleften biri şöyle demiştir: 'Mü'min Allah'a isyan ettiği zaman, Allah Teâlâ onu, görüp aleyhinde şahidlik yapmasınlar diye meleklerin gözünden gizler'.

Muhammed b. Mus'ab,48 Esved b. Sâlim'e kendi hattıyla (şunları) yazdı: Kul, nefsi hakkında israfçı olduğu zaman, ellerini kaldırıp yarabbi der. Melekler onun sesini perdeler. İkinci veüçüncü defa da böyle olur. Hatta kul, dördüncü defa da yarabbi deyince, Allah Teâlâ şöyle buyurur:
(Ey Melekler!) Ne zamana kadar kulumun sesinin bana gelmesini engelleyeceksiniz? Kulum benden başka günahları affeden rab olmadığını bilmiştir. O halde onu affettiğime dair sizi şahid tutuyorum!

İbrahim b. Edhem şöyle dedi: Bir gece Kâbe'yi tenha bulup tavaf etmek istedim. O gece yağmurlu ve karanlıktı. Multezem'de kapının yanında durdum ve şöyle dedim: 'Yarab! Günah işlememem için beni masum kıl!' Bunun üzerine, Kâbe'den bana şöyle seslenildi: 'Ey İbrahim! Sen benden ismet istiyorsun. Bütün mü'min kullarım benden ismet istiyorlar! Onları da masum kıldığım zaman, kime fazilet yapar ve kimi affederim?'

Hasan Basrî şöyle dedi: 'Eğer mü'min günah işlememiş olsaydı, göklerin melekûtunda seyre çıkardı. Fakat Allah Teâlâ, günahlarla onu alıkoydu'.

Cüneyd-i Bağdadî şöyle demiştir: 'Eğer keremden bir göz belirirse, günahkârları sevap işleyenlere ilhak eder'.

Mâlik b. Dinar, Eban'a rastladı ve ona dedi ki: 'Ne zamana kadar halka ruhsatları söyleyeceğiz?' Eban 'Ey Ebu Yahya! Ben kıyamet gününde senin şu abanı sevinçten deldirecek kadar Allah'ın affından faydalanacağını ümit ediyorum!'

Rıbî b. Hıraş kardeşinden rivayet ettiği hadîste dedi ki: "Kardeşim vefat ettiği zaman bir elbise ile örtüldü. Onu teneşirin üzerine getirdik. Elbiseyi yüzünden kaldırıp kalkıp oturdu ve şöyle dedi: 'Rabbimin huzuruna vardım. Beni 'rev ve reyhan' ile karşıladı. Rabbim öfkeli değildi. Ben işi sizin zannettiğinizden daha kolay gördüm. Bu bakımdan gevşemeyin. Muhammed, ashabıyla beraber onlara dönüp gitmemi bekliyor'.49 Sonra kendiliğinden teneşirin üzerine uzandı. Sanki leğene düşen bir taş gibi oldu. Böylece onu götürüp defnettik".

îsrailoğulları'ndan iki kişi Allah yolunda kardeş oldu. Biri kendi aleyhinde çok israfçı, diğeri âbid idi. Abid, ona vaaz eder, onu haramdan sakındırırdı.O da âbide derdi ki:'Beni rabbimle başbaşa bırak! Sen beni kontrol edici olarak mı gönderildin?!' Âbid onu büyük bir günah işlerken görünceye kadar dostluğuna devam etti. Fakat o zaman âbid öfkelenip şöyle dedi: 'Allah seni affetmeyecek!'

Râvî der ki: Allah Teâlâ kıyamet gününde 'Benim rahmetimi kullarımdan menetmeye kimin gücü yeter? Ey nefsine israf eden! Sen git! Seni affettim!' der. Sonra Allah Teâlâ, âbide der ki: 'Sana cehennemi vâcib kıldım'.

Hz. Peygamber der ki: 'Nefsimi kudret elinde tutan Allah'a yemin ederim. Âbid kişi öyle bir söz söyledi ki hem dünyasını, hem de ahiretini yok etti'.

Yine rivayet ediliyor ki hırsızın biri, israiloğulları arasında kırk sene yol kesicilik yaptı. Hz. İsa onun yanından geçti. Hz. İsa'nın peşinde havarilerden bir âbid vardı. Hırsız içinden 'Bu geçen Allah'ın peygamberidir. Yanında bir havarisi de var. Ben de inip onların beraberinde üçüncüsü olursam ne güzel olur!' dedi. Bunun üzerine inip havariye yaklaştı.

Fakat havarinin büyüklüğünden nefsini ona yakın olmaya lâyık görmedi ve içinden 'Benim gibi bir hırsız bir âbidin yanında yürümez' dedi. Havari onun gelişini hissetti ve içinden şöyle dedi: 'Benim yanımda bu hırsız mı yürüyor?' Bunun üzerine havari, Hz. İsa'nın yanına varıp onunla beraber yürümeye başladı. Hırsız arkada kaldı. Bu manzara karşısında Allah Teâlâ, İsa kuluna şöyle vahyetti: 'Onların ikisine söyle! İkisi de yeni baştan amel etmeye başlasınlar. İkisinin de geçmiş amellerini yaktım! Havari kibre kapıldığından dolayı onun sevaplarını yaktım. Diğerine gelince, nefsini hakir gördüğünden dolayı günahlarını yaktım'. Bunun üzerine İsa, o hırsızı yanına aldı ve onu havarilerinin arasına kattı.

Mesruk'tan şöyle rivayet ediliyor: Peygamberlerden biri, secde halinde iken âsilerden biri gelip boynuna bastı. Öyle ki taşlar mübarek alnına battı. O peygamber öfkeli olarak başını secdeden kaldırdı ve şöyle dedi: 'Git! Allah seni affetmesin'. Bunun üzerine Allah Teâlâ şöyle vahiy gönderip 'Sen kullarım hakkında bana yemin mi veriyorsun? Onları (affetmememi benden talep mi ediyorsun?) Muhakkak ki ben onu affettim' dedi. Mânâ bakımından, İbn Abbas'dan rivayet edilen şu eser de buna yakındır: Hz. Peygamber, müşrikler aleyhinde kunut okur, namazında onlara lanet ederdi. Bunun üzerine şu ayet indi:
O konuda senin yapacağın birşey yoktur!. (Âlu İmran/128)

Bundan sonra, Hz. Peygamber onlara beddua etmeyi terketti. Allah Teâlâ da o insanları İslâm'a hidayet etti.

Âbidlerden iki kişi ibâdette eşit idiler. Bunlar cennete girdikleri zaman, biri derecesiyle arkadaşından daha yüksek olur. Derecesi az olan 'Yarab! Bu arkadaş, ibâdet bakımından dünyada benden daha üstün değildi. Oysa sen onu illiyyîn de benden üstün kıldın?' der. Bunun üzerine Allah Teâlâ şöyle buyurur:
O dünyada benden yüksek dereceleri, sen ise ateşten kurtulmayı istiyordun! Bunun için her kula istediğni verdim.

Bu rivayet ümit edenin korkandan daha yüksek olduğuna delâlet eder.
Padişahlar nezdinde, cezasından korkarak hizmet eden ile nimet ve ikramını umarak hizmet edenin arasında çok fark vardır. Bu sırra binaen Allah Teâlâ mü'min kullarına güzel zannı emretmiştir.

Hz. Peygamber de şöyle buyurmuştur:
Allah'tan yüce dereceleri isteyin! Çünkü siz kerîm olandan istiyorsunuz. Allah'tan istediğiniz zaman en yüce Firdevs'i isteyiniz; zira Allah'a hiçbir şey büyük gelmez.

Bekir es-Sevvaf b. Selim50 şöyle demiştir: "Biz Mâlik b. Enes'in huzuruna öleceği gece girdik ve dedik ki: 'Ey Ebu Abdullah! Kendini nasıl hissediyorsun?' Mâlik 'Ne söyleyeceğimi bilmiyorum! Sizler, Allah'ın affından o kadar faydalanacaksınız ki o ka
darı aklınızdan bile geçmez!' dedi. Sonra biz Mâlik'in -gözlerini kapatmcaya kadar yanından ayrılmadık".

Yahya b. Muaz münâcatında Günahlarla olan ümidim, amellerle olan ümidime nerdeyse galip gelecektir. Çünkü amellerde ihlasa itimat ediyorum. Ben ki afetle marufum, onu nasıl koruyabilirim? Günahta ise kendimi senin affına güvenmiş görüyorum. Sen ki cömertlikle mevsufsun, onu nasıl affetmezsin?' demiştir.

Bir mecusî, Hz. İbrahim'den misafir edilmesini istedi. Hz. İbrahim 'Eğer müslüman olursan seni misafir ederim' dedi. Bunun üzerine mecusî gitti. Bundan dolayı Allah Teâlâ Hz. İbrahim'e vahyederek şöyle buyurdu:

Ey İbrahim! Neden ona dinini değiştirmeden yedirmedin. Oysa ben yetmiş seneden beri onun küfrüne rağmen kendisine yediririm. Eğer onu bir gece misafir etseydin ne zararın olurdu?
Bu vahiyden sonra İbrahim, mecusînin ardına düştü. Onu çevirip misafir etti. Mecusî İbrahim'e 'Senin bu şekilde hareket etmenin sebebi nedir?'dedi. İbrahim, hâdiseyi olduğu gibi mecusîye anlattı. Mecusî hadiseyi dinledikten sonra 'Allah (c.c) bana böyle mi muamele yapıyor?' deyip sonra İbrahim'e 'Bana İslâm dinini telkin et'dedi ve müslüman oldu.

Üstad Ebu Sehl es-Salukî, Ebu Sehl Züccacî'yi rüyasında gördü. Rüyada görülen zat, ebedî vaîde kaail idi. Salukî, ona "Senin durumun nasıl oldu?' diye sordu. Züccacî 'Durumu zannettiğimizden daha kolay buldum' dedi. Bir kişi Ebu es-Sehl Salukî'yi öldükten sonra, rüya âleminde son derece güzel bir durumda gördü ve şöyle sordu: 'Ey üstad! Ne ile bu dereceye vardın?' Salukî 'Rabbim hakkındaki güzel zannımla bu mertebeye vardım' dedi.
Hikâye ediliyor ki Ebu Abbas b. Sureye, ölüm hastalığında rüyasında kıyametin koptuğunu ve Allah'ın 'Âlimler nerededir?' dediğini ve o anda âlimlerin geldiğini ve Allah'ın onlara 'Dünyada öğrendiğinizi nasıl kullandınız ve onunla nasıl amel ettiniz?' dediğini ve onların da 'Ey rabbimiz! Kusur ettik ve kötülük işledik' dediklerini, Allah Teâlâ'nın verilen cevaba razı olmamış ve başka bir cevap istiyormuş gibi soruyu tekrarladığını, bunun üzerine kendisinin 'Benim defterimde şirk yoktur! Şirkin, dışındaki günahların ise, affolunacağı va'dini almıştım' dediğini, bunun üzerine, Allah Teâlâ'nın âlimlere şöyle hitap ettiğini görmüştür: 'Gidiniz! Sizi affeyledim!' Kendisi bu rüyasından üç gün sonra vefat etmiştir.

İçkici bir şahıs dostlarından bir grubu topladı. Hizmetkârına dört dirhem para verip mecliste bulunan kimseler için biraz meyve satın almasını emretti. Hizmetçi Mansur b. Ammar'ın meclisinin kapısından geçti. Mansur da bir fakir için cemaattan birşey istiyor ve şöyle diyordu: 'Kim bu fakire dört dirhem para verirse ona dört dua yapacağım!' Hizmetçi, yanındaki dört dirhem parayı Mansur'a teslim etti. Mansur dedi ki:
- Sana ne hakkında dua etmemi mi istiyorsun?
- Bir efendim vardır. Ondan kurtulmak istiyorum.
Bunun üzerine Mansur dua etti ve şöyle dedi:
- İkinci duayı hangi hususta istiyorsun?
- Allah Teâlâ'nın bu vermiş olduğum dört dirhem paranın yerini doldurmasını istiyorum.
Mansur bu hususta dua etti ve şöyle dedi:
- Öbür duayı ne için istiyorsun?
- Allah'ın efendime tevbe nasip etmesini istiyorum.
Mansur bunun için de dua etti ve sonra şöyle dedi:
- Dördüncü olarak neye dua etmemi istiyorsun?
- Allah'ın beni, efendimi, seni ve bu cemaati affetmesini diliyorum.
Mansur dua etti. Bunun üzerine hizmetçi gerisin geriye gitti. Efendisi hizmetçiye şöyle sordu:
- Neden böyle geciktin?
Hizmetçi olup biteni efendisine arzetti. Bunun üzerine efendisi şöyle sordu:
- Mansur nasıl bir dua yaptı?
- Nefsim için azad edilmeyi diledim.
- Sen hürsün! ikinci duası ne idi?
- Allah Teâlâ'nın vermiş olduğum paraların yerini doldurmasını istedim.
- Sana dört bin dirhem veriyorum! Mansur'un üçüncü duasıne idi?
- Senin tevbe etmendi!
-Allah'a tevbe ettim! deyip Mansur'un dördüncü duasınısordu.
- Dördüncü duası da Allah'ın beni, sizi, oradaki topluluğu ve
Mansur'u affetmesi hususunda idi!
- Bu, bana ait bir durum değil!
O gece yattığı zaman rüyasında kendisine şöyle dendi: 'Sana düşen vazifelerin tümünü yaptın. Ben, bana düşen vazifeyi yapmaz mıyım? Seni de, hizmetçiyi de, Mansur b. Ammar'ı da ve hazır bulunan topluluğu da affettim'.

Abdülvehhab b. Hamid es-Sakafî'den şöyle rivayet ediliyor: Üç kişi ile bir kadının bir cenazeyi mezarlığa götürdüklerini gördüm. Kadının yerine geçtim ve kabristana vardım. Cenaze namazını kıldık. Cenazeyi defnettik, Kadına dedim ki:
- Bu ölü senin neyin olur?
- Oğlumdur!
- Sizin komşularınız yok mudur?
- Evet, vardı. Oğlumu küçümsediler de onun için cenazesine
iştirak etmediler.
- Oğlun ne idi?
- Muhannes idi?
Kadına acıdım, evime götürdüm. Ona para, yiyecek ve elbise verdim. O gece rüyamda biri bana geldi. Gelenin yüzü ayın ondördü gibiydi. Üzerinde bembeyaz elbise vardı. Durmadan bana teşekkür ediyordu. Ona 'Sen kimsin?' diye sordum? O kişi 'Ben bugün defnettiğiniz o muhannes kişiyim. Halkın beni hakir görmesinden ötürü 'Rabbim bana merhamet etti' dedi.
İbrahim Ertuş dedi ki: Biz Mâruf-u Kerhî ile beraber Bağdad'da, Dicle'nin kenarında oturuyorduk. Ansızın yanımıza,bir kayıkta, sarhoşlar geldiler. Def çalıp, içki içiyor ve oynuyorlardı. Arkadaşları Mâruf'a 'Şunları görmüyor musun? Açıktan açığa Allah'a isyan ediyorlar, onların aleyhinde bedduada bulun' dediler. Bunun üzerine Mâruf iki elini kaldırıp dedi ki: 'Yarab! Onları dünyada nasıl sevindirdiysen ahirette de sevindir'. Bunun üzerine arkadaşları Mâruf'a Biz ona dua et demedik ki? Beddua et dedik! Mâruf cevap olarak şöyle dedi: 'Allah onların ahirette sevinmelerini irade ettiğinde onları tevbeye sevkeder'.

Seleften biri duasında şöyle derdi:
Yarab! Hangi zamanın ehli vardır ki sana isyan etmemiştir? İsyanlarından sonra senin onların üzerindeki nimetin umumî ve rızkın da bol olmamıştır? Seni tenzih ediyoruz. Sen ne halimsin! Senin izzetine yemin ediyorum. Sen nimeti sayarak verir, sonra tamamlarsın. Sonra rızkı indirirsin. Ey rabbimiz! Sanki sen hiç gazaba gelmezsin!
İşte bunlar, korkanların, ümitsizlerin kalbine recânın sevincini celbeden sebeplerin ta kendileridir.

Mağrur ahmaklara gelince, onlara bu şeylerden hiç birini dinletmemek gerekir. Aksine onlar bundan sonra korku hakkında söyleyeceklerimizi dinlemelidirler. Çünkü insanların çoğu ancak korku ile ıslah olur. Kötü köle ve taşkın çocuk gibi ki ancak kamçı ve baston ile istikametim düzeltir, konuşmada sertlik göstermekle doğrulur. Bunun zıddı ise gerek din, gerekse dünya hususunda onlara ıslah kapısını kapatır.

46) Ebu Kasım Muhammed b. Ali b. Ebî Tâlib el-Hâşimî el-Medenî'dir. H.80'den sonra vefat etmiştir.
47) Karkesanlıdır. H. 88'de vefat etmiştir.
48) İbn Merduveyh
49) Kut'ul-Kulûb
50) Künyesi Tâifli Ebu Süleyman'dır. Medine'de otururda.

*Allah Teâlâ'nın İnsanda Yarattığı Hareket Vasıtaları ve Kudret Nimeti

Korku, dinen övülmüş bir sıfattır. Çoğu zaman her korkunun dinen övüldüğü, daha kuvvetli ve daha çok olan korkunun daha fazla övüldüğü zannedilir!

Oysa bu zan yanlıştır. Korku Allah'ın kamçısıdır. Onunla kul-larını, ilim ve amele devam etmeye sevkeder ki ilim ve amelle Allah'a yakınlık rütbesine varsınlar. Hayvan için en uygunu kamçıdan boşalmamasıdır. Çocuk için de böyledir. Fakat bu fazla dövmenin, dinen övülen bir haslet olduğuna delalet etmez. Korkunun da azı, çoğu ve normali vardır. Dinen övülen korku, normal olan korkudur. Korkunun az olanı, kadınların inceliğinin yerine geçen korkudur. Kadın bir ayeti dinlemekle rikkate gelir. Bu ise ağlamayı gerektirir. Şiddetli bir şeyi görme durumunda da durum böyledir. O sebep gözden uzaklaşınca kalp, eski gafletine döner! İşte bu, hayvana küçük bir çubukla vurmak gibidir. Bu vurma gereği gibi acıtmadığı için hayvanı hedefe doğru sürmez ve terbiyesine yeterli olmaz.

Bütün insanların korkusu da böyledir. Ancak ârif ve âlimler hariçtir. Âlimlerden gayem âlimlerin kisvesine bürünmüş, haksız olarak onların ismini almış kimseler değildir. Çünkü böyle kimseler, herkesten daha fazla Allah'ın korkusundan uzaktırlar! Âlimlerden maksadım; Allah'ı, Allah'ın alâmetlerini ve fiillerini bilen âlimlerdir. Böyle bir âlimin ise, şu zamanda varlığı pek nadirdir.

Fudayl b. İyaz şöyle demiştir: "Sana 'Allah'tan korkar mısın?' denildiği zaman sus! Çünkü eğer 'Hayır! Korkmam' dersen kâfir olursun. 'Evet! Korkuyorum' dersen, yalan söylemiş olursun!".

Kendisi bu sözüyle azalan günahlardan alıkoyan ve ibâdetlerle bağlayan korkuya işaret etmiştir. Azalarda müsbet bir tesir meydana getirmeyen korku ise, nefse gelen bir şeydir. Ona korku demeye değmez.

Müfrit korku şiddetlenir, normalin hududunu geçer. Hatta ümitsizliğe kadar varır. Bu şekildeki korku da kötüdür. Çünkü bu durum, insanı amelden meneder. Korku da bazen insanı hastalık, zâfiyet, akılsızlık ve dehşete götürür. Bu bakımdan korkudan gaye; kamçıdan ne kastolunuyorsa o olmalıdır. O da amele zorlamaktır. Eğer bu olmasaydı, korku hiçbir zaman kemâl sayılmazdı. Çünkü korku, hadd-i zâtında eksikliktir; zira onun kaynağı cehalet ve acizliktir. Cehâlet ise, kişinin durumunun sonucunu bilmemesidir. Eğer bilseydi korkmazdı. Çünkü insanı korkutan, hakkında tereddüd edilen şeydir.

Acizliğe gelince, o kişinin defetmesine kadir olmadığı mah-zurlu bir şeye maruz kalmasıdır. Öyleyse korku, ademoğlunun ek-sikliğine nisbeten, dînen övülen bir sıfattır. Haddizâtında övülen şey, ilim ve kudrettir. Allah'ın vasıflandırılmasının caiz olduğu herşey, dinen övülen şeydir.

Allah'ın kendisiyle vasıflandırılması caiz olmayan şey ise esasında kemal değildir. Ancak ondan daha büyük olan bir eksikliğe nisbeten o dinen övülür. Nitekim ilacın elemine tahammül etmenin, ölüm ve hastalık eleminden daha kolay olduğu gibi...

Bu bakımdan insanı ümitsizliğe sürükleyen herşey kötüdür. Korku da bazen hastalığa ve beden zâfiyetine götürür. Bazen de aklî muvazeneyi bozmaya, dehşete kapılmaya sürükler! Bazen de ölüme götürür! Bütün bu çeşitleri kötüdür. Bu tür korku, çocuğun ölümüne sebebiyet veren vurmak, hayvanı helâk eden hasta düşüren veya âzalarından birini kıran kamçılama gibidir!
Hz. Peygamber (s.a) recânın sebeplerini ifrat derecesindeki ümitsizliğe veya bu söylediğimiz tehlikelerden birine götüren korku sadmesini tedavi etmek için çokça beyan etmiştir. Bir iş için kastolunan herşeyin ancak meşru hedefe götüren kadarı dinen övülür. Hedefe götürmeyen veya hedefin ötesine taşan ise mezmumdur. Korkunun faydası kıskanmak, takva, mücahede, ibâdet, düşünce, zikir ve Allah'a vardıran diğer sebeplerdir. Bütün bu sebepler aklın selâmeti ve bedenin sıhhatiyle beraber hayatın devamını sağlar. Bu bakımdan bu sebepleri bozan her şey dinen çirkindir.

Soru: Kim (Allah'tan) korkup korkusundan dolayı da ölürse, o şehid gibi faziletlidir. Madem durum böyledir, onun hali dinen nasıl çirkin olabilir?

Cevap: Onun şehidin faziletinde olmasının mânâsı korkudan öldüğünden ötürü bir mertebesinin olmasıdır. Eğer korku değil de başka bir sebeple ölmüş olsaydı o mertebeye varamazdı. O mertebeye nisbeten bu şekil ölüm, onun için fazilet olur. Allah'a ibâdet ve yolundaki ömrünün uzunluğu açısından bakıldığı zaman, bu şekilde ölüm fazilet değildir. Çünkü düşünce, mücahede ve her an mârifetin derecelerinde terakki etmek yoluyla Allah'a giden sâlik için bir veya birkaç şehidin mertebesi vardır! Eğer bu olmasaydı öldürülen çocuğun veya yırtıcı hayvan tarafından parçalanan delinin mertebesi, bir peygamberin veya normal eceliyle ölen bir velînin mertebesinden daha üstün olurdu. Oysa bu muhaldir. Bu bakımdan böyle sanmak uygun değildir. Saadetlerin en üstünü, Allah'a itaat ederek uzun yaşamaktır. Bu bakımdan ömrünü veya aklını veya ömrün tâtilini gerektiren, sıhhatini iptal eden herşey, insan için zarar ve eksikliktir. Tabiî ki bu da birtakım şeylere nisbeten böyledir. Her ne kadar bu kısımlardan bazısı başka şeylere nisbeten fazilet ise de... Nitekim şehâdet mertebesi, altındaki mertebeye nisbeten bir fazilettir. Fakat muttakîler ve sıddîkların derecesine izafeten değildir.

Madem durum budur öyle ise korku, eğer insanın amelinde müsbet bir tesir meydana getirmezse, onun varlığı ile yokluğu birdir. Hayvanın hareket etmesini sağlamayan kamçı gibidir. Eğer tesir ederse, eserinin belirmesi nisbetinde birçok dereceleri vardır. Eğer insanı iffetten başka bir şeye zorlamazsa ki o şehvetlerin is-teklerinden menolunmaktır onun bir derecesi vardır. Eğer tak-vayı meyve olarak verirse, o yüce bir derece olur. (Fakat) onun en yüce derecesi sıddîkların derecelerini elde ettirmesidir. Bu da zâhiri ve bâtını (iç âlemi) Allah'tan başka her şeyden selbetmektir; yani Allah'tan başka şeylere kalbinde yer bırakmamaktır. İşte bu derece, korkunun en fazla övülen derecesidir. Bu sıhhat ve aklın bekasıyla beraber övülen derecedir. Eğer bu aklın ve sıhhatin gitmesine sirayet ederse hastalık olur. Eğer gücü yetiyorsa, bu hastalığı tedavi etmek şahsın üzerine farz olur. Eğer dinen övülen bir kısım olsaydı, ümit ve başka şeyin sebepleriyle ortadan kalksın diye tedavi edilmesi gerekmezdi.

Sehl et-Tüsterî birkaç gün açlığa tahammül eden müridlere derdi ki: 'Aklınızı (gıdalanmak sûretiyle) koruyun; zira Allah'ın eksik akıllı bir velîsi yoktur!'

*Yiyecek Maddelerinin Kendilerinden Meydana Geldiği Asıllar Hakkında

Havf korku kalbin yanmasından ibarettir. Bu yanma gelecekte beklenilen istenilmeyen bir hâdisenin vukûu sebebiyle meydana gelir. Bu durum, recânın hakikati izah edilirken anlaşılmıştır! Kim Allah'a yakın olursa, hak onun kalbini kapsar, zamanının efendisi olur ve daimî bir şekilde Hakk'ın cemâlini müşâhede eder, onun istikbâle iltifatı kalmaz. Öyleyse onun ne korkusu, ne de ümidi vardır. Onun hali korku ve ümitten daha yücedir. Çünkü korku ve recâ, nefsi saldırganlığından meneden iki gemdirler.

Vâsıtî51 buna işaret ederek şöyle demiştir: 'Korku, Allah ile kul arasında bir perdedir!'
Yine şöyle demiştir: 'Hakîkat sırlarda belirdiğinde, orada korku ve reca'nın bir fazileti kalmaz'.

Muhib (aşık) kalbini ayrılına korkusu ve mahbûbun müşâhedesiyle meşgul ettiği zaman, onun bu hareketi, şuhûdunda bir eksiklik olur. Ancak şuhûdun devamı makamâtın gayesidir.

Fakat biz şu anda makamların başlangıçlarından konuşuyoruz. Korkunun hali de ilim, hâl ve amerden tanzim edilir.
İlim, mekruha götüren sebebi bilmek demektir. Bu da meselâ bir padişaha karşı suç işlemiş, sonra o padişahın eline düşmüş ve öldürülmekten korkan bir kimse gibidir. Bu kimse aynı zamanda affedilmeyi ve kurtulmayı da mümkün görür. Fakat öldürülmesini gerektiren sebepleri kuvvetli gördüğünden dolayı kalbi korkudan müteellim olur, O da padişaha karşı işlemiş olduğu suçun çirkinliği, padişahın da kindar, öfkeli ve intikam alıcı olmasıdır.
Padişahı intikam almaya teşvik eden sebeplerin çok olması ve lehinde şefâat talep edenden mahrum bulunmasıdır. Bu insan, hervesileden yoksun, padişahın katında suçunu affettirecek her iyilikten mahrumdur.

Bu sebeplerin birinin diğerini takviye ettiğini bilmek, çok korkmasının ve kalbinin şiddetle müteellim olmasının sebebidir. Bu sebeplerin azlığı nisbetinde korkusu azalır. Bazen de insanın daha önce işlemiş olduğu bir suç yokken korku hâsıl olur. Bu korku, insanın sıfatından neşet eder. Tıpkı yırtıcı hayvanın pençesine düşen kimse gibi...

Bu kimse, yırtıcı hayvanın sıfatından dolayı o hayvandan korkar. Onu korkutan sıfat, yırtıcı hayvanın çoğu kez elde ettiğini paramparça etmek hırsıdır. Her ne kadar bu parçalama yırtıcı hayvanın ihtiyar ve isteğine bağlı ise de...

Korku bazen de kendisinden korkulan şeyin tabiatında bulunan bir sıfattan ileri gelir. Selin akıntısına kapılan veya yangının yakınında bulunan bir kimsenin korkusu gibi... Sudan korkulur. Çünkü apar topar götürmek ve boğmak suyun tabiatıdır. Ateşin tabiatında ise yakmak vardır, Bu bakımdan mekruhun sebeplerini bilmek, kalbin yanmasına ve elem duymasına biricik sebeptir. O yanma, Allah'tan korkmanın ta kendisidir, Bu korku bazen Allah'ı, sıfatlarını, bütün âlemi helâk etse perva etmez ve kendisini alıkoyan hiçbir mâni de bulunmaz, hakikatini bilmekten, bazen günahları işlemek sûretiyle kulun çokça işlemiş olduğu suçtan ve bazen bu iki sebebin birleşmesinden olur. Nefsinin ayıplarını bilmesi ve Allah'ın celâlini, zenginliğini, yaptığından sorumlu olmadığını, insanların ise sorumlu olması hasebiyle korkusu bazen şiddetli olur. Bu bakımdan insanların rabbinden en fazla korkanı, nefsini ve rabbini en iyi bilenidir.

Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:
Ben sizin içinizde Allah'tan en fazla korkanınızım. 52 Allah'tan kulları içinde ancak âlimler (hakkıyla) korkarlar.(Fâtır/28)

Sonra mârifet kemâle erdiğinde kalbin yanmasını gerektirir. Sonra kalbin yangını bedene, azalara ve sıfatlara yayılır. Bedendeki etkileri zayıflama, sararma, baygınlıklar geçirme, garip sesler çıkarma ve ağlama şeklinde açığa çıkar. BAzen bundan ötürü insanın safra kesesi parçalanır ve ölümüne sebep olur veya bu yangın dimağına yükselip aklını bozar veya onu ümitsizliğe düşürür.

Azalardaki yayılmasına gelince, bu yayılma, azaları günahlardan alıkoymak ve ibâdetlere yönelmek suretiyle kendisini gösterir. Bunu da daha önce yapmış olduğu kusuru telâfi etmek ve geleceğe hazırlanmak maksadıyla yapar. Bu sırra binaen şöyle denilmiştir: Korkan, ağlayıp gözlerini silen kimse değildir. Aksine yaptığından dolayı ceza çekeceğini bilip terkedendir'.

Hakîm Ebu Kasım53 'Herhangi bir şeyden korkan o şeyden kaçar. Allah'tan korkan da Allah'a kaçıp sığınır' demiştir.

Zünnûn-i Mısrî'ye şöyle denildi:
- Kul ne zaman Allah'tan korkmuş olur?
- Kendini, hastalığın uzamasından korkarak koruyan hastanın
yerine koyduğu zaman Allah'tan korkmuş olur.
Sıfatlara yayılmasına gelince, şehvetleri gemlemesi, lezzetleri bulandırması ile olur. Dolayısıyla nezdinde sevimli olan günahlar, bu sefer çirkin görünmeye başlarlar. Nitekim balın, balı sevenin nezdinde, içinde zehir olduğunu bildiği zaman çirkin göründüğü gibi...

Bu bakımdan şehvetler korku ile gemlenir, âzalar edeplenir. Kalpte sönüklük, korku, zillet ve meskenet hâsıl olur. Kibir, hıkd ve hased kalpten ayrılır. Kalp, bütün himmetini korkuya sarfeder, akibetin tehlikesine bakmaya yönelir ve başkasına bakmaya vakit bulamaz. Onun murakabe, muhasebe, mücahede, nefeslerini fuzulî sarfetmekten çekinmeye, nefsini kötü düşünceler, adımlar ve kelimelerden ötürü muâheze etmeye başlar. Böylece onun hali, yırtıcı bir hayvanın pençesine düşen bir kimsenin haline benzer. Bu kimse pençesinde bulunduğu hayvanın, kendisini bırakıp bırakmayacağını, kendisini parçalayıp parçalamayacağını bilemez. Bu kimsenin zâhir ve bâtını, korktuğu nokta ile meşguldür. O noktadan başka onun kalbinde herhangi bir şey bulunmaz. Bu durum, kendisine korkunun hâkim olduğu bir kimsenin durumudur. Sahabe ve tâbiînden bir cemaatin hali böyleydi.

Murakabe, muhasebe ve mücahedenin kuvveti, kalbin elem ve yanmasından ibaret olan korkunun kuvveti nisbetindedir. Korkunun kuvveti ise, Allah'ın celâlini, sıfat ve fiilerini, nefsinin ayıplarını ve önündeki tehlikeleri bilmesinin kuvveti nisbetindedir.

Amellerde eseri beliren şeylerden olan korkunun en az derecesi, kişiyi mahzurlu şeylerden menetmesidir. Kişiyi mahzurlu şeylerden menetmekten meydana gelen hâle vera denir. Eğer kuvveti artarsa, kendisine haramın katılması mümkün olan şeylerden de sakınır ve böylece haram olmadığını bildiği (birtakım) mübahlardan da sakınır. Bu hâla takva adı verilir; zira takva demek, kendisinde şüphe bulunanı bırakıp, kendisinde şüphe olmayana yönelmek demektir. Bu hareket, bazen kendisini zararsız birtakım hareketleri, zararlının korkusundan terketmeye de sürükler. Bu durura da takvada doğruluktur. Buna, hizmete hazırlanmak da eklendiği zaman, içinde oturmayacağı evi inşa etmez ve yemiyeceğini toplamaz. Kendisinden ayrılacağını bildiği dünyaya iltifat etmez. Allah'tan başka şeylere tek bir nefes dahi sarfetmez bir hale gelir. Bu ise doğruluğun ta kendisidir. Bunun sahibine sıddîk demek uygundur.

Takva doğruluğa; verâ da takvaya, iffet de verâya dahil olur. Çünkü iffet, özel olarak şehvetin isteklerinden kaçınmaktan ibarettir. Madem durum budur; öyleyse korku men olunmak ve harama dalmamak sûretiyle azalara tesir eder. Men olmak sebebiyle ona iffet ismi verilir. İffet şehvetin isteğinden geri durmak demektir.

Bundan daha yücesi verâ dır. Çünkü o daha geneldir; zira verâ, her mahzurlu şeylerden uzak durmak demektir. Takva ise verâ'dan daha üstündür. Çünkü o hem mahzurludan, hem de şüpheliden uzak durmaya verilen isimdir. Onun peşinden sıddîk ve mukarreb ismi gelir. Son rütbenin, kendisinden önceki rütbeye nisbeti, özelin genele olan nisbeti gibidir. Bu bakımdan özeli zikrettiğin zaman, tümünü zikretmiş olursun. Nitekim şöyle dersin: İnsan ya Arap veya Acem aslından gelir! Arap aslından gelen ya Kureyş veya başka soydandır. Kureyş soyundan gelen de ya Hâşim kabilesinden veya başka kabiledendir. Hâşim kabilesinden gelen de ya Alevî (Hz. Ali'nin soyundan) veya başka soydan gelir. Alevî ise, ya Hasenî veya Hüseynîdir.

Meselâ onun Hasenî olduğunu zikrettiğin zaman, onu bütün bu sıfatlarla nitelendirmiş olursun. Onu Alevîlikle vasıflandırdığında Hasenîliğin üstünde olan ve Hasenîlikten daha genel olan bir sıfatla onu sıfatlandırmış olursun.

Böylece sıddîk dediğin zaman şunu demiş oluyorsun: 'O, müttakî, veri' ve afiftir!' Bu isimlerin çokluğundan birinin diğerine zıd birçok mânâya delâlet ettiğini düşünmek uygun değildir. Mânâları lâfızlarda arayıp lâfızları mânâlara tâbi kılmayan bir kimse için durum nasıl karışık olursa, senin için de karışık olur. Bu bakımdan bu, korkunun mânâlarını derleyici noktalara, korkuyu gerektiren mârifet gibi yüce taraftan ihtiva edene, durmak ve ilerlemek yönünden korkudan sâdır olan ameller gibi korkuyu süflî tarafından ihtiva edene işarettir.

51) Sonraları Mısır'a gelen bu zat, H. 310'da orada öldü.
52) Buhârî
53) Adı Ebu Kasım İshak b. Muhammed b. İbrahim Semerkandî'dir. Bir müddet Semerkand kadılığında bulunmuştur.

*Yiyeceklerin İnsanlara Ulaşmasındaki İlahî Nimet

Kesin korku, ancak istenilmeyen bir şeyi beklemekle tahakkuk eder. İkrah edilen de ateş gibi ya esasında istenmez veya istenmeyen bir şeye götürdüğü için istenmez. Nitekim günahlardan ahirette istenilmeyen bir duruma sürükledikleri için ikrah edilir.

Nitekim ölüme götürücü olduklarından dolayı zarar verici meyvelerden hastanın ikrah ettiği gibi...

Bu bakımdan her korkan kimse bu iki kısmın birinden olan istenmeyen şeyi nefsinde canlandırması gerekir. Kalbinde onu beklemeyi kuvvetlendirmelidir ki kalp onu sezince yansın!Korkanların makamı kalplerini istilâ eden sakıncalı mekruhlar hususunda değişik olur. Bu bakımdan hadd-i zâtında mekruh olmayıp da dış bir tesirden dolayı mekruh olan şeyin kalplerine galebe çaldığı kimseler, tevbeden önce ölmenin, tevbeyi bozmanın veya sözünden caymanın, Allah'ın haklarını tam ifa edememenin, kalbin rikkat ve inceliğinin katılığa dönüşmesinin, istikametten inhiraf etmenin, şehvetlerin peşine takılmaktaki âdetin istilâ etmesinin, güvendiği sevaplarına havale edileceğinin, Allah'ın kendisine fazlasıyla vermiş olduğu nimetlerden dolayı aşırı gitmenin, Allah'ın gayrısıyla meşgul olup Allah'dan gafil olmanın, nimetlerin peşipeşine gelmesiyle aldanmaya maruz kalmanın, ummadığı şeylerin Allah tarafından kendisine verildiğinde, ibadette gailelerin inkişaf etmesinin, gıybet, hiyânet, hile ve kötülüğe niyet beslemek hususunda halkın nezdindeki haklarını, hayatının geri kalan kısmında ne olacağını bilmediği şeylerin, azabın dünyada peşinen verilmesinin, ölümden önce rezil olmasının, dünyanın aldatıcı süsleriyle mağrur olmanın, gafil olduğu halde Allah'ın kalbine muttali olmasının, ölüm çağında kötü olmasının veyahut da ezelde kendisi için yazılan mukadderatın korkusunun galip gelmesinden korkan kimselerdir!

İşte bütün bunlar ariflerin korkularıdır. Her birinin özel bir faydası vardır. O da korkutan şeye götürücü sebepten korunma yolunu seçmektir. Bu bakımdan âdetin kendisini istilâ etmesinden korkan bir kimse âdetten kaçınmaya devam eder. Gaflet halindeyken Allah'ın kalbine muttali olmasından korkan bir kimse, kalbini vesveselerden temizlemekle meşgul olur. Diğer kısımlara da bu şekilde gidilir! Bu korkulardan yakîne en fazla galip geleni, sonucun korkusudur. Çünkü son nefeste durum tehlikelidir. Bu kısımların en yücesi ve şahsın mârifetinin kemâline en fazla delâlet edeni, ezelî takdirde yazılmış olanın korkusudur. Çünkü sonuç, ezelde yazılana tâbi olur. Bir sürü sebeplerin araya girmesinden sonra o kökten türeyen bir dal gibidir. Bu bakımdan sonuç, Ümm'ül-Kitab'daki kaza ve kaderin hükmüne göre meydana gelir. O halde sonuçtan korkan bir kimse, geçmişten korkan kimseye nisbeten tıpkı padişahın haklarında bir ferman imzaladığı iki kişi gibidir. O fermanda onların boynunun vurulmasının emredilme ihtimali olduğu gibi, ona vezirlik payesinin verilme emrinin yazılma ihtimali de vardır. Padişahın fermanı halen onların ikisinin de eline varmamıştır.

Bu bakımdan onlardan birinin kalbi fermanın varışı ve açılışı haline ve fermanda yazılı olan şeye bağlı bulunur. Diğerinin kalbi ise padişahın imza ettiği haline ve keyfiyetine bağlı bulunur. 'Padişah bunu imza ederken benim hakkımda kalbine merhamet mi öfke mi geldi' düşüncesiyle bağlı bulunur. Bu sebebe iltifat eder. Bu, o sebepten türeyen dala iltifat etmekten daha yücedir. Kalemle imzalanan ezelî kaza ve kadere iltifat etmek de, sonuçta meydana gelen hükme iltifat etmekten daha yücedir. Hz. Peygamber (s.a) birgün minberin üzerinde sağ elini kapatıp şöyle demekle buna işaret etmiştir:

Şu Allah'ın kitabıdır. Allah bu kitabda cennet ehlini, ecdadlarının isimleriyle beraber yazmış bulunuyor. Onların içine ne bir kimse katılır, ne de onlardan biri eksilir.
Sonra sol elini kapatarak şöyle buyurmuştur:

Bu Allah'ın kitabıdır. Burada isimleriyle ve ecdadlarının isimleriyle cehennemlikleri yazmıştır. Onlara ne biri eklenir, ne de eksilir. Saadet ehli, sanki şekavet edilmiş gibi şekavet ehlinin ameliyle amel eder. Hatta 'Şekavet ehlinin ta kendileridir' denilir. Sonra Allah Teâlâ, ölümden önce bir devenin iki sağımı arası kadar bir zaman kalsa bile onları şekavetten kurtarır. Yemin olsun, şekavet ehli sanki saadet ehliymiş gibi saadet ehlinin ameliyle amel eder. Sonra ölümden önce Allah Teâlâ bir devenin iki sağımı arası kadar dahi olsa şekavet ehlini saadet ehlinin zümresinden çıkarır. Said odur ki Allah'ın kaza ve kaderiyle said olmuştur. Şakî ise, Allah'ın kazâ ve kaderiyle şakî olan kimsedir. Ameller ise sonuçlarına bağlıdır!54

Bu taksimat, günahından ve cürmünden korkan kimselerin, celâl ve korkuyu gerektiren vasıflarından ötürü Allah'ın zatından korkan kimselere taksim olunması gibidir. İşte bu sonuncusu, mertebe bakımından en yücesidir. Bu nedenle böyle bir kimse sıddîkların ibadetini yapsa bile korkusu devam eder. Diğeri ise ibâdete devam ettiğinde gurur ile emniyet arasındadır. Bu bakımdan günahtan korkmak salih kimselerin, Allah'tan korkmak ise (muvahhid) birleyici ve sıddîklarm korkusudur. Bu korku, Allah'ın marifetinin meyvesidir. Kim Allah'ı ve sıfatlarını bilmiş ise onun sıfatlarından, suçsuz olsa dahi kendisinden korkması gereken kısımları tanımış olur. Belki âsî kimse hakkıyla Allah'ı tanımış olsaydı günahından değil, Allah'tan korkardı. Eğer o hadd-i zâtında kendisinden korkulan olmasaydı 'Onu günaha müsahhar kılmaz, günahın yolunu ona kolaylaştırmaz ve sebeplerini halketmezdi' diye düşünmelidir.

Zira günah sebeplerinin kolaylaştırılması, kulun uzaklaştırılması demektir! Oysa günahtan önce günaha müsahhar kılınmasını gerektiren bir günah kuldan sâdır olmamıştır ki günahın sebeplerini kulun üzerinde icra etsin; ibâdetten önce bir vesile sebkat etmemiştir ki onun vasıtasıyla kendisine ibadetlerin kolaylaştırıldığı kul ibâdete sarılsın veya Allah'a yaklaştırıcı şeylerin yolu ona kolaylaştırılsın. Bu bakımdan âsî bir kimse ister istesin, ister istemesin onun üzerine mâsiyet ile hükmedilmiştir. İtaat eden için de böyledir. Öyle ise Hz. Peygamber'i daha yaratılmadan önce kendisinden sebkat eden bir vesile olmaksızın a'lâ-yı illiyyîn e çıkaran, daha var olmadan önce kendi-sinden sebkat eden ve suç olmaksızın Ebu Cehil'i esfel-i sâfilîn'e düşüren Allah'ın celâl sıfatından ötürü korkmak gerek. Çünkü Allah'a itaat eden bir kimse şu noktadan dolayı itaat eder: İtaatin iradesini kendisine musallat kılmış, itaat kudretini kendisine vermiştir. Kesin irade ve tam kudreti yarattıktan sonra fiil zarurî olur.

İsyân eden ise şu noktadan isyân eder: Kendisine kesin ve kuv-vetli bir irade musallat kılmış, sebepleri ve kudreti kendisine vermiş...

Bu bakımdan irade ve kudretten sonra fiil zarurî olur. Madem durum böyledir, keşke ibadet edenin ikrâmını gerektiren ve ibadetlerin iradesini kendisine vermekle kendisini tahsis eden, diğerinin (âsinin) ihanetini, mâsiyetin isteklerini musallat kılmak sûretiyle rahmetten uzaklaştırmasını gerektirenin kim olduğunu bilseydim? Bu durum nasıl kula havale edilir? Madem havale suç olmaksızın ve vesilesiz ezelî kader ve kazaya dönüşür, bu bakımdan dilediğiyle hükmeden ve iradesini yerine getirenden korkmak her akıllının alacağı en iyi tedbirdir. Bu mânânın ar-kasında ifşası caiz olmayan sırr-ı kader vardır. Onun sıfatlarından korkmayı ancak misâl vermekle anlayabilirsin. Eğer şeriatın izni olmasaydı hiçbir basiret sahibi onu anmaya cesaret edmezdi.

Allah Teâlâ Hz. Dâvud'a vahiy göndererek şöyle buyurmuştur: 'Ey Dâvud! En azından yırtıcı hayvandan korktuğun gibi benden kork!'55

İşte bu misâl, her ne kadar seni mânânın sebebine vâkıf kılmazsa da mânânın özünü anlatır; zira sebebe vâkıf olmak, kaderin sırrına vâkıf olmak demektir. Bu ise ancak ehline keşfolunur.

Kısacası yırtıcı hayvandan, ona karşı bir suç işlediğin için korkmazsın. Aksine onun sıfatından, yırtıcılığından ve heybetin-den ötürü korkarsın. O, yaptığını pervâ etmeksizin yapar diye korkarsın. Seni öldürdüğünde kalbine rikkat gelmez, elem duymaz, seni bıraktığında da şefkatten ötürü bırakmaz. Sen onun katında ister diri, ister ölü ol, iltifat edilmekten uzaksın, senin gibi bin kişi öldürmekle bir karınca öldürmek, onun katında eşittir; zira bu hareket onun yırtıcılık âleminde bir zarar meydana getirmez. Onun kudret ve satvetini haleldar etmez. En yüce mesel Allah içindir. Fakat Allah'ı zahirî müşahededen daha açık ve kuvvetli olan bâtınî müşâhede ile bilen bir kimse bilir ki Allah Teâlâ 'Bunlar cennete gidecektir. Şunlar da cenhennemliktir diye pervâ etmem' sözünde sâdıktır. Allah'ın müstağniliğini ve perva etmediğini bilmek, onun heybet ve korkusu için sana kâfidir.

Korkanların ikinci tabakasını nefislerinde istenilmeyen şeyin temessül etmesi korkutur. O da, ölümün elem ve şiddeti, Nekir ve Münker denilen meleklerin suali veya kabir azabı, kıyametin dehşeti, Allah'ın huzurunda durmanın heybeti, örtünün keşfinden gelen hayânın, küçük büyük herşeyin sualinin heybeti, köprünün ve keskinliğinin, üzerinden nasıl geçileceği endişesinin, ateşten, onun bukağılarından, şiddetlerinden, mukim bir mülk ve nimetlerin evi olan cennetten mahrum olmaktan, derecelerin eksikliğinden veya Allah'tan mahcub olmaktan korkmasıdır. Bütün bu sebepler hadd-i zâtında, istenilmeyen şeylerdir. Şüphesiz ki bunlar korkutucudurlar, fakat buradaki korkanların durumları değişir. Rütbe bakımından en yücesi, Allah'tan mahcub olma ve ayrılma korkusudur. Bu korku âriflerin korkusudur. Ondan önceki korku, her âmil, salih, zâhid ve âlimin korkusudur.

55) Irâkî rivayetin aslını görmediğini söylemiş, sonra da bu rivayetin müellif tarafından İsrailliyat'tan olduğuna işaret edildiğine dikkat çekmiştir.

Mârifeti kemal derecesine varmayan, basireti açılmayan bir kimse ise, misalin lezzetini duymaz. Uzaklık ve ayrılığın elemini hissetmez. Kendisine 'Ârif ateşten değil, ancak Allah'tan mahcub olmaktan korkar' denildiği zaman, bu durumu iç âlemde istenilmeyen birşey olarak görür ve hayrete düşer. Eğer şeriat onu inkârdan alıkoymamış olsaydı, Allah'ın cemâline bakmanın lezzetini de inkâr ederdi. Bu bakımdan bunu itiraf etmek taklidin zaruretinden neşet edip sadece lisan iledir. Aksi takdirde onun bâtını bunu tasdik etmemektedir. Çünkü o işkembe, tenasül aleti ve göz lezzetinden başkasını bilmez. Renklere ve güzel yüzlere bakmayı bilir. Kısacası hayvanların kendisiyle ortak olduğu lezzetleri tanır. Ariflerin lezzetine gelince, onlardan başkası onu idrâk etmez. Bu konunun tafsilâtını ehli olmayan bir kimseye anlatmak haramdır. Ehli olan bir kimse ise, nefsiyle görür, kendisine izahat vermeye ihtiyaç kalmaz. İşte korkanların korkusu bu kısımlara ayrılır.

Allah Teâlâ'dan lütûf ve keremiyle güzel tevfîkini talep ederiz!

54) Tirmizî, (Abdullah b. Âmir'den)

*Yemeklerin Islahı

Korku'nun fazileti bazen düşünmek ve ibret almakla, bazen de ayet ve hadîslerle bilinir.
İbret almanın yolu şudur: Bir şeyin fazileti, insanı ahirette Allah ile mülâki olma saadetine götürmekteki rolüne göredir. Çünkü saadetten başka hedef yoktur. Kulun saadeti de ancak mevlâsıyla mülâki olup ona yaklaşmadadır. Bu bakımdan o mülâkata yardım eden herşeyin fazileti vardır. Fazileti de orada oynadığı role göredir. Anlaşıldı ki ahirette Allah ile mülâki olma saadetinin varlığı, ancak muhabbetini istemekle ve dünyada O'nunla yakınlık kurmakla mümkündür.

Muhabbet de ancak mârifetle, mârifet de düşüncenin devamıyla, ünsiyet de ancak muhabbetle ve zikrin devamıyla elde edilir. Zikir ve düşünceye devam etmek ancak dünya sevgisini kalpten atmakla mümkün olur. Dünya sevgisi de ancak dünyanın lezzet ve şehvetlerini terketmekle kalpten çıkar. Nefsin isteklerinin terkedilmesi, ancak şehvetleri yok etmekle mümkün-dür. Şehvetler de korku ateşiyle yok oldukları gibi, hiçbir şeyle yok olmazlar. Bu bakımdan şehvetleri yakan ateş, korkudur. Zira korkunun fazileti, yaktığı şehvetler nisbetinde ve insanı günahtan alıkoyduğu ve ibadetlere teşvik ettiği nisbettedir. Bu ise, daha önce geçtiği gibi, korku derecelerinin değişikliğine göre değişir.

Korku nasıl faziletli olmasın? Çünkü iffet, verâ, takva ve mücahede ancak korku ile elde edilir. Bunlar ise, Allah'a hakkıyle yaklaştırıcı ve dinen övülen faziletli amellerdir.
Ayet ve hadîslerden öğrenmek yoluyla korkmaya gelince, korku'nun fazileti hakkında vârid olan hükümler sayılmayacak kadar çoktur. Allah Teâlâ'nın korkan kullarına hidayet, rahmet, ilim ve rızasını derlediği, korkunun faziletine delâlet etmek bakımından, sana kâfi gelse gerektir. Bunlar cennet ehlinin ma-kamlarını bir araya getiren noktaların ta kendisidir.

Ayetler

Rablerinden korkanlar için hidayet ve rahmet vardır.(A'raf/154)

Kulları içinden ancak âlimler Allah'tan (hakkıyle) korkar.(Fâtır/28)

Allah Teâlâ, bu kulları korkmalarından ötürü ilimle vasıflandırmıştır.
Allah onlardan razı olmuş,onlar da O'ndan razı olmuşlardır.İşte bu, rabbine saygı gösterene mahsustur.(Beyyine/8)

İlmin faziletine delâlet eden her delil, korkunun faziletine de delâlet eder. Çünkü korku ilmin meyvesidir. Bu sırra binaen Hz. Musa'nın haberinde şöyle vârid olmuştur: 'Korkanlar için en yüce arkadaş vardır, bu hususta kimse onlara ortak değildir'.

Hz. Musa'nın nasıl en yüce arkadaşın arkadaşlığına sadece korkanları lâyık gördüğüne dikkat et! Bunun hikmeti. şudur: Çünkü onlar âlimdirler. Âlimlerin, peygamberlerle arkadaşlık rütbesi vardır. Çünkü peygamberlerin varisleridirler. En yüce arkadaşın arkadaşlığı ise, peygamberlerin ve onlara iltihak eden âlimlerin derecesidir.

Bu sırra binaen Hz. Peygamber, ölüm hastalığında iken, dünyada bâki kalmak ile Allah'ın huzuruna varmak arasında muhayyer kılındığında şöyle buyurmuştur:Senden en yüce arkadaşı diliyorum!56

Madem durum budur, eğer korkuyu meyve olarak veren şeye bakılırsa, onun ilim olduğu görülür. Eğer korkunun meyvesine bakılırsa o takvadır. İlim ve takvanın faziletleri hakkında vârid olan hükümler ise hiç kimseye gizli değildir. Hatta iyi sonuç takvaya verilir. Nitekim hamdin Allah'a, salâtın Rasûlullah'a mahsus olduğu gibi...

Öyle ki 'Hamd âlemlerin rabbi olan Allah'a, iyi sonuç muttakîlere, sâlat da efendimiz Hz. Muhammed'e ve onun bütün âline mahsustur' denir.
Allah Teâlâ, takvayı nefsine izafe etmek sûretiyle tahsis kılarak şöyle buyurmuştur:
Onların ne etleri, ne kanları Allah'a ulaşmaz. Fakat sizin takvanız O'na ulaşır.(Hacc/37)

Takva ancak korku ile daha önce geçtiği gibi haramlardan sakınmaktan ibarettir.
Allah katında en üstün olanınız, takvası en fazla olanınızdır.(Hucurât/13)

Sizden önce kitab verilenlere de size de 'Allah'tan korkun!' diye tavsiye ettik. Eğer inkâr ederseniz (biliniz ki) göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah'ındır.(Nisâ/131)

Eğer inanmış iseniz, onlardan korkmayın, benden korkun!(Âlu İmran/175)

Görüldüğü gibi, Allah korkmayı emrediyor, iman için şart koşuyor. Bu nedenle bir mü'minin ne kadar zayıf olursa olsun korkudan ayrılması düşünülemez. Mü'minin korkusunun zafiyeti mârifet ve imanının zâfiyeti nisbetindedir.

Hadîsler
Hz. Peygamber takvanın fazileti hakkında şöyle buyurmuştur:
Allah Teâlâ geçmiş ve gelecekleri belli bir günde topladığı zaman, en kenarda kalanları tarafından bile işitilen bir sesle karşı karşıya kalırlar, O ses sahibi der ki: 'Ey insanlar! Sizi yarattığım günden bugüne kadar sizin için susup (sizi dinledim), siz de bugün benim için susun, (beni dinleyin): Onlar amellerinizdir. Sizin üzerinize vârid olur'.

Ey insanlar! Ben size bir neseb seçtim. Siz de başka bir soy seçip benim seçmiş olduğum nesebi bıraktınız, kendinizin seçtiği nesebi yücelttiniz. Ben 'Allah katında sizin en şerefliniz, takvası en fazla olanınızdır' dedim. Siz bunu kabul etmekten imtina edip ille şöyle demekte israr ettiniz: 'Filan filanın oğludur! Filandan daha zengindir!'
Bugün sizin seçtiğim nesebi bırakıp, benim kılmış olduğum nesebi yücelteceğim. (Öyleyse) muttakîler nerede!? Muttakîler için bir sancak yükseltilir. Muttakîler o sancağı takip ederek Allah tarafından kendileri için takdir edilen makamlarına giderler. Dolayısıyle hesaba çekilmeden cennete girerler.57

Hikmetin başı Allah korkusudur!58 Hz. Peygamber, İbn Mes'ud'a hitaben şöyle demiştir:
Eğer benimle mülâki olmak istiyorsan benden sonra Allah'tan çokça kork!59
Fudayl b. Iyaz der ki: 'Allah'tan korkan bir insanı, Allah kor-kusu herşeye muttali kılar! Şiblî de şöyle der: 'Allah'tan korktuğum bir günde daha önce görmediğim hikmet ve ibretten bir kapı bana görünür!'

Yahya b. Muaz şöyle demiştir: 'Hiçbir mü'min yoktur ki bir günah işlesin de o günaha iki sevap iltihak etmemiş olsun. O sevaplar cezanın korkusu ve affın ümididir; tıpkı iki aslan arasındaki tilki gibi...

Musa'nın haberinde şöyle vârid olmuştur: 'Muttakîlerden hiçbiri yoktur ki onunla münakaşa etmeyeyim ve onun elindekini teftiş etmemiş olayım. Ancak verâ sahipleri bu hükmün dışındadır. Çünkü onlardan utanır, onları hesap için durdurmayı hoş görmem'.

Verâ ve takva, şartları korku olan mânâlardan iştikak eden isimlerdir. Korku olmadığı zaman, o mânâlar bu isimlerle isimlenmezler.
Zikr'in faziletleri hakkında vârid olan şeyler de gizli değildir. Allah Teâlâ zikri korkanlara mahsus kılarak şöyle buyurmuştur:
Allah'a saygılı olan hatırlar, (öğüt alır). (Alâ/10)

Rabbinin makamından korkan bir kimse için iki cennet vardır.(Rahmân/46)

Allah Teâlâ (bir hadîs-i kudsî'de) şöyle buyurmaktadır:
İzzetime yemin ederim ki kulum için iki korkuyu ve iki emniyeti bir araya getirmeyeceğim. Eğer kulum dünyada benden emin olursa kıyamet gününde onu korkuturum. Eğer dünyada benden korkarsa kıyamet gününde onu emin kılarım.60

Allah'tan korkan bir kimseden herşey korkar.61

Aklı en fazla olanınız, Allah'tan en fazla korkanınızdır. İbret bakımından en ileride olanınız Allah'ın emrettiğini yerine getirmek ve yasakladığını terketmek hususunda en iyi hareket edeninizdir.62

Yahya b. Muaz şöyle demiştir: 'Âdemoğlu miskindir. Eğer fakirlikten korktuğu gibi ateşten korkmuş olsaydı cennete girerdi!'

Zünnûn-i Misrî şöyle demiştir: 'Allah'tan korkan bir insanın kalbi erir. Allah'a olan sevgisi kuvvet bulur, aklı gelişir'.

Yine Zünnûn şöyle demiştir: 'Korkunun ümitten daha fazla olması uygundur. Çünkü ümit daha fazla olduğu zaman kalp karmakarışık olur'.
Ebu Hüseyin ed-Derîr şöyle derdi: 'Saadetin alâmeti şekavetten korkmaktır. Çünkü korku, Allah ile kul arasında gemdir. Kulun gemi koptuğunda helâk olanlarla beraber helâk olur'.

Yahya b. Muaz'a şöyle soruldu:
- Yarın kıyamette insanların en emini kimdir?
- Bugün en fazla korkandır.

Sehl şöyle demiştir: 'Helâl yemedikçe korkuyu elde edemezsin!'Hasan'a şöyle denildi:
- Ey Ebu Said! Biz ne yapalım? Bizi aklımız uçacak derecedekorkutan kavimlerle beraber oturuyoruz.
- Allah'a yemin olsun! Sizi korkutan bir kavimle arkadaşlık yapmanız, sizi emin kılan bir kavimle arkadaşlık yapmanızdan daha hayırlıdır.

Ebu Süleyman ed-Dârânî dedi ki: 'Korku herhangi bir kalbten ayrılırsa, o kalp harab olur'.
Hz. Âişe, Hz. Peygamber'e şöyle sorar:
- Ey Allah'ın Rasûlü! 'Rablerinin huzuruna varacaklarından yürekleri çarparak zekâtlarını verenler'(Mü'minûn/60)
ayetinde bahsi geçen kimseler hırsızlık ve zina yapan kişiler midir?
- Bilakis oruç tutan, namaz kılan, sadaka veren ve bu ibâdetlerin kendisinden kabul edilmeyeceğinden korkan kimsedir.63

Allah'ın azabından emîn olanları tehdit eden haberler sayılamayacak kadar çoktur. Bütün bunlar korkuyu övmektir; zira birşeyi kötülemek, o şeyi yok eden zıddını övmek demektir. Korkunun zıddı ise emîn olmaktır. Nitekim recâ'nın zıddının havf olması gibi...

Emîn olmanın kötülenmesi, zıddı olan korkunun faziletine delâlet eder. Recâ'nın fazileti hakkında vârid olan hükümlerin hepsi korkunun faziletine delildir. Çünkü ümit ile korku ayrılmaz iki haslettir; zira bir sevgiliyi arzulayan bir kimse, elbette onun elden kaçmasından korkar, eğer elden kaçmasından korkmazsa, onu sevmiyor demektir. Bu bakımdan onu beklemekle ümit sahibi olamaz. Korku ile recâ ayrılmaz iki haslettir. Evet! Birinin diğerine bir arada oldukları halde galebe çalması mümkündür. Kalbin hâl-i hâzırda biriyle meşgul olup gafletinden ötürü diğerine iltifat etmemesi de mümkündür.

Bunun böyle olması şu noktadan ileri gelir: Ümit ve korkunun şüpheli olan şeyle ile ilgili bulunmasmdandır; zira malûm olan birşey ne umulur, ne de ondan korkulur. Madem durum budur, varlığı mümkün olan mahbubun yokluğu da şüphesiz ki mümkündür. Bu bakımdan varlığı kalbe rahat verirse ümit olur. Yokluğu kalbi üzerse o da korkudur. Bu iki şey, şüphesiz zıttırlar. Eğer o beklenen şey şüpheli ise durum budur. Şüphenin iki tarafından biri, bir kısım sebeplerin hazır olmasından dolayı başkasına galebe çalar ve buna zan denir. Bu da birinin diğerine galebe çalmasının sebebi olur. Zannın üzerine mahbubun varlığı galebe çaldığında ümit tarafı kuvvet bulur. Ona göre korku gizlenir. Aksi de böyledir. Her durumda ümit ile korku, ayrılmaz iki haslettirler.

Gerçekten onlar hayırlara koşarlar, umarak ve korkarak bize dua ederlerdi.(Enbiyâ/90)

Yanları yataklarından uzaklaşır, korkarak ve umarak rab-lerine dua ederler.(Secde/16)

Bu sırra binaen Araplar, korkuyu recâ ile ifade etmiştirler. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
Size ne oluyor ki Allah için saygı ummuyorsunuz korkmuyorsunuz? (Nuh/13)

Çoğu kez Kur'an'da recâ terimi korkmak mânâsında kullanılmıştır. Bu da recâ ile korku'nun ayrılmaz iki vasıf olmasından ileri gelir; zirâ Arab'ın âdeti birşeyi onun ayrılmaz parçası ile ifade etmektir. Öyleyse Allah korkusundan ağlamanın fazileti hakkında vârid olan her hüküm, korkunun faziletini belirtmektir. Çünkü o ağlama, korkunun meyvesidir.
Artık kazandıklarının cezası olarak az gülsünler ve çok ağlasınlar.(Tevbe/82)

Ağlayarak çeneleri üstü kapanırlar vc Kur'an onların derin saygısını artırır.(İsrâ/109)

Şimdi siz bu Kur'an'a mı şaşıyorsunuz ve gülüyorsunuz da ağlamıyorsunuz ve siz baş kaldırıyorsunuz?(Necm/59-61)

Mü'min bir kulun gözlerinden, sinek başı kadar olsa dahi Allah korkusundan yaş aksa, sonra onun yüzünün kızgınlığından birşeye isabet etse, muhakkak ki Allah onu ateşe haram kılar.64

Mü'minin kalbi Allah'ın korkusundan ürperdiği zaman, yapraklar ağaçtan döküldüğü gibi günahları dökülür.65

Allah korkusundan ağlayan bir kimse sağılan süt memeye tekrar girmedikçe- ateşe girmez. 66
Ukbe b. Amir huzuru saadete varıp Hz. Peygamber'e şöyle sordu:
- Kurtuluş yolu nedir?
- Diline hâkim ol! Evin seni istiâb etsin ve hatana karşıağla!67

Hz. Aişe Hz, Peygamber'e şöyle sordu:
- Ümmetinden hesap görmeden cennete girecek bir kimse varmı?
- Günahını hatırlayıp ağlayan bir kimse hesap görmeden cennete girer.68

Allah'ın korkusundan ötürü gözden akan bir damla yaştan veya Allah yolunda akıtılan bir damla kandan Allah katında daha sevimli bir şey yoktur.69

Ey Allahım! Bana çokça ağlayan iki göz ihsan et ki göz dam-laları akıtmak sûretiyle kalbe şifa versinler.70

Yedi sınıf insan vardır, arşın gölgesinden başka gölgenin bulunmadığı bir günde Allah Teâlâ onları gölgelendirir.
Hz. Peygamber bu hadîsi uzun uzadıya izah ettikten sonra şöyle demiştir:
O sınıflardan biri de tenhada bulunduğu halde Allah'ı anan ve gözlerinden yaşlar akan bir kimsedir.

56) Müslim, Buhârî
57) Taberânî
58) Beyhakî
59) Irâkî rivayetin aslını görmediğini söylemiştir.
60) İbn Hibban, Beyhakî
61) İbn Hibban
62) Irâkî rivayetin aslını görmediğini söylemiştir.
63) Tirmizî, İbn Mâce, Hâkim
64) Taberânî, Beyhakî
65) Taberânî, Beyhakî
66) Tirmizî, Nesâî, İbn Mâce
67) Daha önce geçmişti.
68) Irâkî rivayetin aslını görmediğim söylemiştir.
69) Tirmizî, (Ebu Ummâme'den)
70) Müslim, Buhârî

*Islah Edicilerin Islahı

Ebubekir Sıddîk (r.a) der ki: 'Bir müslüman ağlayabildiği kadar ağlasın, ağlayamayan ise kendini ağlamaya zorlasın'.

Muhammed b. el-Münkedir, Allah korkusundan ağladığı zaman göz yaşlarıyla yanaklarını ve sakalını sıvazlardı ve derdi ki: Kulağıma gelen bir hadîs-i şerifte şu hüküm vardır:
Allah korkusundan gelen damlaların değdiği yeri ateş yakmaz!

Abdullah b. Amr b. el-Âs şöyle demiştir: Ey müslümanlar! Allah korkusundan ağlayın. Eğer ağlamanız gelmiyorsa ağlamaya kendinizi zorlayın. Nefsimi kudret elinde tutan Allah'a yemin ederim, eğer sizden biriniz hakikati bilmiş olsaydı sesi kesilinceye kadar sesli bir şekilde ağlar ve beli kırılıncaya kadar namaz kılardı'.

Ebu Süleyman ed-Dârânî şöyle demiştir: 'Allah korkusundan yaşlarla dolan bir gözün sahibinin yüzü kıyamet gününde zillet görmez. Eğer o kimsenin göz yaşları akarsa, Allah Teâlâ o akan yaşların ilk damlasıyla ateşten teşekkül eden denizleri söndürür. Eğer bir ümmetin içinde bir tek kişi ağlasa, onun yüzü suyu hürmetine o ümmet mü'min ise fazla azap çekmez'.

Ebu Süleyman der ki: 'Ağlamak, Allah korkusundan, ümit ile cezbeye tutulmak ise Allah Teâlâ'nın cemâlinin şevkinden doğar'.

Ka'b'ul-Ahbar der ki: 'Nefsimi kudret elinde tutan Allah'a yemin olsun, Allah korkusundan ağlayıp göz yaşlarının yanakları Üzerine akması, bence bir dağ kadar altını sadaka vermekten daha sevimlidir'.

Abdullah b. Ömer (r.a.) şöyle demiştir: 'Allah korkusundan bir damla göz yaşı akıtmam, bin dinar sadaka vermemden bana daha hoş gelir!

Hanzele şöyle anlatıyor: Birgün Hz. Peygamberin huzurunda bulunuyordum. Hz. Peygamber bize öyle bir nasihatta bulundu ki kalpler rikkate geldi. Gözlerden şıpır şıpır yaşlar akmaya başladı ve biz nefislerimizi tanımış olduk. Sonra ben eve gittim. Hanım bana yaklaştı. Hanımla birtakım şeyler konuştuk. Hz. Peygamber'in katındaki o hâlim unutuldu ve dünyaya daldık. Sonra Hz. Peygamberin katındaki o durumu hatırladım ve kendi kendime dedim ki: 'Vallahi münafıklığa girmiş oldun. Çünkü Hz. Peygamberin yanındaki korku ve rikkatin kalmadı'. Bunun üzerine evimden çıktım ve gayri ihtiyari olarak Medine'nin sokaklarından 'Hanzele münafık oldu' diye bağıra bağıra mecsidi nebevî'ye doğru yürüdüm. Bu esnada Ebubekir Sıddîk (r.a) ile karşılaştım. Bana 'Hayır! Hanzele münafık olmadı' dedi. Böylece Hz. Peygamberin yanına vardım. 'Hanzele münafık, oldu' diyordum. Bu sözlerimi duyan Hz. Peygamber 'Hayır! Hanzele asla münafık olmaz' dedi. Bunun üzerine dedim ki: 'Ey Allah'ın Rasûlü! Biz biraz önce senin yanında oturuyorduk. Sen kalplerimizi ürperten, gözlerimizden yaşlar akıtan ve nefsimizi bize tanıtan bir nasihatta bulundun. Bu sohbetimizden sonra evime vardım. Karımla beraber dünya işlerine daldık! Senin yanında elde etmiş olduğumuz mânevî havayı unuttum'. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurdu:
Ey Hanzele! Eğer daima o manevî hava içeresinde kalmış olsanız, yollarda yürürken ve yataklarınızın üzerinde uzanırken meleklerle musafaha edersiniz. Fakat ey Hanzele! Bu hâl bazen gelir, bazen kaybolur.71

Ümit, ağlama, takva, verâ ve ilmin fazileti hakkında ve Allah'ın azabından emin olmanın da aleyhinde vârid olan bütün hükümler Allah korkusunun faziletine de delâlet ederler. Çünkü bütün bunlar korku ile bağlantılı bulunurlar, kimi korkunun se-bebi ve kimi de korkudan doğan hallerdir.

71) Müslim, (Daha kısa bir ibareyle)

*Melekleri Yaratmadaki İlahî Nimet

Korku ve ümid'in fazileti hakkında vârid olan haberler pek çoktur. Çoğu kez korku ile ümide bakan bir insan hangisinin daha üstün olduğunda şüpheye düşer. Kişinin 'Korku mu daha üstündür, recâ mı?' suali yanlış bir sualdir. Tıpkı 'Ekmek mi üstündür yoksa su mu?' diyenin sözüne benzer. Bunun cevabı 'Aç bir kimse için ekmek sudan daha üstündür. Susamış bir kimse için ise su daha üstündür ve bu iki durum bir arada bulunursa,duruma bakılır Eğer açlık daha galip ise, ekmek daha üstündür. Susuzluk daha galipse, su daha üstündür. Eğer eşit iseler fazilette de eşittirler' demektir.

Bunun hikmeti şudur: Bir maksat için istenilen herşeyin fazileti kendi nefsine izafeten değil, aksine o maksada izafeten belirir. Korku ile ümit iki ilaçtırlar. Onlarla kalpler tedavi edilir. Bu bakımdan onların fazileti mevcut hastalık nisbetindedir. Eğer kalbe galip olan durum Allah'ın azabından emin olmak ve ona aldanmak ise, korku daha faziletlidir. Eğer galip olan durum Allah'ın rahmetinden ümitsizlik ise, ümit daha faziletlidir. Aynen bunun gibi eğer kul üzerinde galip olan durum, günahkârlık ise, böyle bir kul için korku daha üstündür. Kayıtsız ve şartsız korku daha üstündür demek caizdir.

Fakat 'Ekmek, sekencebin denilen maddeden daha faziletlidir; zira ekmek ile açlık hastalığı tedavi edilir, sekencebin maddesiyle safra hastalığı tedavi edilir. Oysa açlık hastalığı daha galip ve daha çoktur. Bu bakımdan ekmeğe olan ihtiyaç sekencebin maddesine olan ihtiyaçtan daha fazladır. Öyleyse ekmek daha üstündür' te'viline binaen böyle denilebilir.

Bu itibarla korku daha faziletlidir. Çünkü halk arasında Allah'ın affına aldanmak ve günahlara dalmak daha yaygın bir haldir. Eğer korku ile ümidin çıkış merkezi tedkik edilirse, ümidin daha üstün olduğu görülür. Çünkü ümit rahmet denizinden, korku ise gazab denizinden alınmaktadır.

Kim Allah'ın sıfatlarından lütûf ve merhameti gerektiren bir sıfatı mülâhaza ederse, o kimsede muhabbet daha galip olur.

Muhabbetin ötesinde bir makam yoktur. Korkunun dayanağı ise şiddeti iktiza eden ilâhî sıfatlardır. Bu bakımdan muhabbetin ümide karışması gibi, muhabbet korkuya karışmaz. Kısacası başkası için kastolunan birşey hakkında en faziletliyi ifade eden efdal terimini değil de en elverişliyi ifade eden aslâh terimini kullanmak daha yerinde olur. Halkın çoğu için korku, ümitten daha elverişlidir. Çünkü günahlar onlara daha galiptir. Günahın açığını ve gizlisini bırakan muttakîye gelince, en doğru hüküm, böyle bir kimsenin korkusu ile ümidini eşit saymaktır. Bu nedenle şöyle denilmiştir; 'Eğer mü'minin korkusu ile ümidi tartılsa muhakkak eşit çıkar'.

Rivayet ediliyor ki Hz. Ali çocuklarından birine 'Ey oğul! Allah'tan öyle bir şekilde kork ki bütün yeryüzünde yaşayan insanların sevaplarıyla O'nun huzuruna varsan bile o sevapları senden kabul etmeyeceğini düşün ve Allah'tan öyle bir şekilde ümitli ol ki eğer yeryüzündeki bütün insanların kötülükleriyle O'nun huzuruna gelsen bile seni bağışlayacağını düşün' demiştir.

Bu sırra binaen Hz. Ömer (r.a) şöyle demiştir: 'Eğer bir kişi müstesna bütün insanlar ateşe girecek dense, o kişinin ben olmasından ümidimi kesmem ve yine bütün insanlar bir kişi müstesna cennete girecek dense, muhakkak o kişi olmaktan korkarım!'

Hz. Ömer'in bu sözü, korku ve ümidin son dereceye ulaşmasından kaynaklanır. Ancak bu, birinin diğerine eşit olması açısından böyledir. Hz. Ömer gibi bir zatın korku ve ümidinin eşit olması uygundur.

Âsî bir kimse cehenneme girmekten istisna edilen kişi olduğunu zannettiği zaman, onun bu zanna kapılması mağrur oluşuna delil olur. Eğer 'Hz. Ömer gibi bir insanın korku ve ümidinin eşit olmaması gerekir. Aksine Ümit kitabının başında geçtiği gibi, ümidi daha ağır olmalıdır. Tohum ve ziraatla misal getirildiği gibi Hz. Ömer'in kuvvetinin, sebeplerin kuvveti nisbetinde olması uygundur' dersen, malûmdur ki temiz tohumu temiz araziye eken ve onu geliştirmeye çalışan ve bütün şartlarını yerine getiren bir kimsenin kalbinde o ekinin yetişme ümidi daha fazla olur. Böyle bir kimsenin korkusu, ümidine müsavi olamaz. Bu bakımdan muttakîlerin hallerinin de böyle olması uygundur.

Mârifeti, lâfızlar ve misallerden edinen bir kimsenin hataları çoğalır. Biz onu her ne kadar bir misal ile zikretmiş isek de o her yönden bizim bahsettiğimiz hususa benzemez. Çünkü ümidin galip gelmesinin sebebi, tecrübeyle elde edilen bir ilimdir. Zira yerin temizliği, tohumun sağlamlığı, havanın güzelliği ve o yöredeki yok edici sebeplerin azlığı tecrübeyle anlaşılmıştır.

Bizim meselemizin misali, cinsi denenmemiş ve daha önce ziraat hususunda tecrübe edilmemiş bir araziye ekilen bir tohum gibidir. Üstelik o arazinin bulunduğu memlekette şimşeklerin çakmasının ve dolunun yağmasının çok olup olmadığı da bilinmemektedir. Böyle bir yerdeki çiftçinin var kuvvetiyle çalışsa bile ümidi korkusuna galip gelemez.

Bizim meselemizde tohum imandır. Onun sıhhatinin şartları incedir. Yer ise, insanoğlunun kalbidir. O kalbin gizli çirkinliklerden, gizli şirkten, nifak ve riyadan saf bulunmasıdır. Kalpteki gizli şeyleri çözmek gayet zordur. Âfetler ise, şehvetler ve dünya süsleridir. Kalbin bunlara gelecekte iltifat etmesidir. Her ne kadar hâl-i hâzırda kalp bunlardan selîm ise de...

Oysa bu, ne deneme ile bilinir ve ne de tahakkuk eden bir şeydir; zira insanoğlunun önüne muhalefeti mümkün olmayan sebeplerden biri benzeri denenmediği halde çıkar. Çakan şimşekler ve yağan dolular ise, ölüm anındaki dehşetlerdir ve o anda inancın sarsılmasıdır! Bu da denenmeyen şeylerdendir. Ekinin olgunlaşıp biçilmesi ise, kıyametten dönüp cennete varmak anında tahakkuk eder. Bu ise denenmemiştir. Bu bakımdan bütün bu şeylerin hakikatlerini bilen bir insan, eğer kalben zayıf, esasında korkak bir kimseyse, şüphesiz onun korkusu ümidine galebe çalar.

Nitekim ashab-ı kiram ve tâbiînin ileri gelenlerinden bu durum hikâye edilecektir. Eğer o kimse, kalben kuvvetli, kahraman bir zat ve tam mârifetli ise, onun korku ile ümidi eşit olur. Ümidinin korkuya galebe çalması sözkonusu olmaz.

Hz. Ömer (r.a) kalbini inceden inceye tedkik ederdi. Hatta münâfıkları en iyi bilen Hz. Huzeyfe'den 'Acaba bende münafıklık var mı?' diye sorardı. Çünkü Hz. Peygamber, Huzeyfe'ye münafıkları bildirmişti. Madem durum budur, öyleyse kalbini gizli nifaktan ve gizlice Allah'a ortak koşmaktan temizlemeye kimin gücü yeter? Eğer kişi, kalbinin bundan temizlenmiş olduğuna inanırsa, bilâ-hare bozulmayacağından nasıl emin olabilir? Ayıbının kendisinden gizlendiğinden nasıl emin olabilir? Eğer buna da güveniyorsa, son nefesine kadar bu durum üzerinde kalacağına dair nereden teminat almıştır?

Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Kişi elli senelik ömrü boyunca cennet ehlinin ameli gibi, Allah'a ibâdet eder. Öyle ki cennetle arasında bir karış kadar mesafe kalır. (Bir rivayette; onunla cennetin arası ancak bir devenin iki sağımı arası kadar kalır, Allah'ın kaza ve kaderi ilâhisi onun önüne geçer ve cehennem ehlinin ameliyle onun defteri sonuçlanır).72

Devenin iki sağımı arası kadar bir miktar, azalarla amel yapmaya müsait olmayan bir zamandır. O ancak ölüm çağında insanoğlunun kalbinden geçenin sığacağı kadar bir zamandır. Bu durum, kişinin sonunun kötülükle sonuçlanmasını gerektirir! Öyle ise kişi bundan nasıl emin olabilir? Madem durum budur, imanlı bir kimsenin en yüksek hedefi, Allah'tan korkması ile Allah'ın rahmetini ümit etmesinin eşit olmasıdır. Birçok kimsede ümidin galebe çalması aldanmasından ve mârifetinin azlığından kaynaklanır. Bunun için Allah Teâlâ ümit ile korkuyu, övdüğü insanların niteliği olarak bir arada cem'ederek şöyle buyurmuştur:
Korkarak ve umarak rablerine dua ederler. (Secde/16)

Gerçekten onlar hayırlara koşarlar, umarak ve korkarak bize dua ederlerdi.(Enbiya/90)

Hz. Ömer gibisi nerede! Bu bakımdan bu zamanda yaşayanlar için uygun olan şey, korkunun ümide galebe çalmasıdır. Fakat korku ve ümitsizlik, onları ameli terketmeye ve Allah'ın rahme-tinden ümit kesmeye götürmemek şartıyla; zira bu dereceye vardırdığı takdirde amelde tembellik ve günahlara dalmaya sebep olur.

Böyle bir durum, korku değil, Allah'ın rahmetinden ümit kesmektir. Korku insanı ibâdet etmeye teşvik eder, şehvetleri bulandırır. Kalbi dünyaya meyletmekten sakındırır. Aldanış evinden kalbi uzaklaşmaya dâvet eder. İşte dinen övülen korku bu korkudur, insanı günahlardan menetmeyen, aksine teşvik eden ve sözden ibaret olan bir durum, korku değildir. Ümitsizliği gerektiren hareket de korku değildir.

Yahya b. Muaz şöyle demiştir: 'Kim sadece korkudan Allah'a kulluk yaparsa c, düşünceler denizine garkolur. Kim sadece ümit ile Allah'a kulluk yaparsa, gururun sahrasında şaşakalır. Kim ümit ve korku arasında bulunduğu halde Allah'a ibadet ederse, o, zikirlerin caddesinde yürür'.

Mekhûl şöyle demiştir: 'Sadece korkudan ötürü Allah'a ibadet eden, Haruriyye mezhebine mensuptur. Sadece ümitle Allah'a kulluk yapan, Mürcie'dir. Sadece muhabbetten ötürü Allah'a kulluk yapan zmdık'tır. Korku, ümit ve muhabetten ötürü Allah'a ibadet eden ise muvahhiddir.73

Madem durum budur, o halde bu üç vasfı bir araya getirmek gerekir. Fakat ölümü görmeden önce korkunun galebe çalması en uygunudur, ölüm anında ise, insan için en uygunu ümidin galebe çalması ve Allah hakkında hüsn-ü zanda bulunmasıdır. Çünkü korku, insanı çalışmaya iteleyen kamçı gibidir. Ölüm anında ise, çalışma sona ermiştir. Bu bakımdan ölüme yaklaşmış bir insanın ne çalışmaya, ne de korkunun sebeplerine gücü yetmez; zira bu, onun kalbinin damarını kesip ölümünün çabuklaşmasına yardım eder!

Ümit ise kişinin kalbini kuvvetlendirir. Umduğu, rabbini ona sevdirir.
Allah'ın dostu olmadığı halde dünyadan ayrılmak, hiç kimse için uygun değildir. Bu bakımdan dünyadan ayrılan Allah'ını sevmelidir. Çünkü Allah ile mülâki olmayı sevenle Allah da mülâki olmayı sever. Ümit ve muhabbet beraber olur. Bu bakımdan Allah'ın keremini ümit eden bir kimse, aynı zamanda, Allah'ın mahbûbudur. Zaten ilim ve amellerden gaye; Allah'ın mârifetidir ki bu mârifet muhabbet ve sevgiyi meyve olarak verir. Çünkü sonuç O'na döner.

Ölümle insan O'nun huzuruna varır. Öyleyse mahbûbunun huzuruna varan bir kimsenin sevinci muhabbeti nisbetinde büyük dur. Mahbûbundan ayrılan bir kimsenin üzüntü ve azabı da şiddetli olur. O halde ölüm anında kalpte ailesinin, evladının, malının, meskeninin, akar ve arkadaşlarının sevgisi galip ise, bu kimsenin bütün sevdikleri dünyadadır.

Bu bakımdan dünya bunun cennetidir; zira cennet bütün sevgilileri bir araya getiren bir kıtadan ibarettir. Öyleyse bunun için ölüm, kendisine ait cennetten çıkış ve kendisiyle istedikleri arasına perde geren bir durumdur. Bu bakımdan kişinin Allah'tan, O'nun zikri, mârifeti ve O'nun hakkında düşünmekten başka mahbûbu olmadığı ve dünya ile dünyanın nimetleri kendisini mahbûbundan meşgul ettiği zaman, dünya onun için hapishanedir! Zira hapishane, hapsolunan bir kimseyi sevdiklerine gitmekten alıkoyan bir yerin ismidir. Bu bakımdan bu kimsenin ölümü, mahbûbunun huzuruna varış ve hapisten kurtuluştur. Hapisten kurtulmuş ve mahbûbuyla engel olmaksızın başbaşa kalmış bir kimsenin hali ise, herkesin malûmudur. İşte ölümünden sonra dünyadan ayrılan herkesin ilk rastladığı sevap ve ceza budur. Bu da Allah Teâlâ'nın salih kulları için gözün görmediği, kulağın işitmediği, beşerin hayâl bile etmediği nimetler ve dünyayı ahirete tercih eden ve dünyaya razı olan, ona tamamen güvenen kullarına da hazırladığı bukağılar ve zincirlerdir.

Bu bakımdan biz Allah Teâlâ'dan, bizi müslüman olarak öldürmesini ve salih kullarının zümresine ilhak etmesini talep ederiz. Bu duanın kabul olunması ancak Allah'ın sevgisini elde etmek ile umulabilir ve Allah sevgisine de ancak başkasının sevgisini kalpten çıkarmak, Allah'tan başka mertebe, mal ve meskenden alâkayı kesmekle varılır. Bu bakımdan bizim için en iyisi Hz. Peygamber'in Allah'ı çağırdığı dua ile dua etmektir:

Ey Allahım! Bana sevgini ve seni sevenin sevgisini, beni senin sevgine yaklaştıran şeyin sevgisini ihsan et. Sevgini soğuk sudan daha fazla, bana sevdir.74

Gaye, ölüm çağında ümidin galebe çalmasının insanoğlu için daha elverişli olmasıdır. Çünkü bu, muhabbeti daha celbedici olur.

Ölümden önce ise, korkunun galip gelmesi daha elverişlidir; zira o, şehvetlerin ateşini daha söndürücü ve dünya muhabbetini kalpten daha fazlasıyla söküp atıcıdır.
Sizden biriniz, ancak rabbi hakkında hüsn-ü zanda bulunduğu halde ölsün.75

Allah Teâlâ da bir hadîs-i kudsî'de şöyle demiştir:
Ben kulumun zannı üzereyim. Bu bakımdan kulum benim hakkımda dilediği şekilde zanda bulunsun!76

Süleyman et-Teymî, ölüm döşeğinde yatarken oğluna 'Ey oğul! Bana Allah'ın şeriatındaki ruhsatları söyle. Bana ümidi zikret ki ben rabbime hüsn-i zan ile mülâki olayım!' dedi.

Süfyân es-Sevrî ölüm döşeğinde iken, üzüntüsü alabildiğine arttı. Âlimler onun etrafında toplandılar. Ona ümit veriyorlardı.

Ahmed b. Hanbel, ölüm döşeğinde iken, oğluna, İçinde ümit ve güzel zan bulunan hadîsleri zikret' dedi.

Bütün bunlardan gaye; Allah'ı, nefsine sevdirmektir.
Allah Teâlâ Hz. Dâvud'a vahiy göndererek şöyle buyurmuştur.
- Beni kullarıma sevdir!
- Onlara seni ne ile sevdirmiş olayım?
- Onlara nimetlerimi zikretmek sûretiyle beni sevdir.

Madem durum budur, öyleyse saadetin gayesi; şahsın Allah'ı sevdiği halde ölme sidir. Sevgi de ancak mârifetle, dünya sevgisini kalpten çıkarmakla elde edilir. Öyle ki bütün dünya, kişinin gözünde kendisini sevgilisinden ayıran bir hapishane gibi olur.

Salihlerden biri rüya âleminde Ebu Süleyman ed-Dârânî'yi uçtuğu halde gördü. Kendisine bu durumunu sorunca, Ebu Süleyman ed-Dârânî 'Şimdi kurtuldum!' diye cevap verdi. Rüya gören sabahladığı zaman ed-Dârânî'nin durumunu sordu. Ona 'Dün gece vefat etti' denildi.

72) Bezzar ve Taberânî
73) Sadece bu hallerden biriyle îıallenen, elbette ilim veya sünnet terazisinden çıkar. Fakat hepsini bir araya getirirse ilim ve sünnet üzerinde müstakim olur. (İthaf us-Saade, IX/220)
74) Tirmizî, (Ebu Derdâ'dan)
75) Müslim
76) İbn Ebî Dünya, Hâkim, İbn Hibban, İbn Adîy, Taberânî, Beyhakî

*Allah'ın Nimetlerinin Çokluğu, Kesintisiz ve Sonsuz Oluşu

Recâ, salihlerin makamlarının, talihlerin hallerinin kısımlarmdandır. Vasfa ancak sabit olup ikame edilirse makam ismi verilir. Gelip geçici olana ise hâl ismi verilir. Nitekim sarılığın, altında olduğu gibi kalıcı, korkuda olduğu gibi geçici ve hastalıktaki gibi bu iki kısmın arasında olan kısımlara ayrıldığı gibi, kalbin sıfatları da böyle kısımlara taksim olunur. Kalpte kalıcı olmayana hâl denir. Çünkü devamlı kalmaz. Bu, kalbin bütün sıfatlarında geçerlidir. Bizim şu anda gayemiz recânın hakîkatidir. Recâ da, hâl, ilim ve amelden oluşur. İlim hali meyve veren sebeptir. Hâl ameli gerektirir. Recâ bunların üçüne birden verilen isimdir. İzahı şöyledir: Başından geçen güzel ve çirkin şeyler hal-i hazırda ve geçmişte mevcut ve gelecekte beklenen kısma ayrılır. Bu bakımdan geçmişte mevcut olan kalbine geldiğinde buna zikir ve tezekkür adı verilir.

Eğer hâl-i hazırda mevcut olan hâle ise vecd, zevk ve idrak adı verilir. Vecd adının verilmesi nefsinde mevcut olduğundan dolayı gelir. Eğer kalbine gelecekte bir şeyin varlığı düşerse ve galebe ça-larsa buna da intizar ve tevekku adı verilir. Beklenen mekruh ise ondan ötürü kalpte bir elem hâsıl olursa ona havf (korku) ve işfak adı verilir.

Eğer güzel birşey beklemesinden ötürü kalbin kendisi ile alâkadar olmasından ve kalpte hutur etmesinden kalpte bir zevk belirirse buna da recâ adı verilir. Öyle ise recâ kalp nezdinde mahbub olanı beklemekten gelen sevgi demektir. Fakat o beklemenin muhakkak bir sebebi vardır. Eğer intizar edilmesi sebeplerinin çoğunun var olması için ise ona recâ ismini vermek doğru olur. Eğer sebeplerin karışmasına rağmen bir bekleyişse ona recâ demekten daha fazla ahmaklık ve gurur ismi uygun düşer.

Eğer sebeplerin ne varlığı, ne de yokluğu belli değilse bu bekleyişe sebepsiz olduğu için temenni ismi daha uygun düşer. Recâ ve havf ismi ancak içinde tereddüt olan şeye verilir. Kesin olan şeye ise bu isim verilmez. Çünkü doğuş zamanında güneşin doğuşunu ümit ediyorum, batış zamanında batışından korkuyorum denilemez; zira o zamanlarda doğuş ve batışı kesindir. Evet, yağmurun yağmasını ümit ediyorum ve kesilmesinden korkuyorum denilebilir.

Allah Teâlâ erbabına dünyanın ahiret için tarla olduğunu, kalbin de toprak olduğunu ve imanın toprağa ekilen tohum gibi olduğunu öğretmiştir. İbadetle yerin sulanması ve temizlenmesi, ark ve arazilere su ulaştırmanın yerine geçer. Dünyaya tamamen kendisini kaptıran bir kimsenin kalbi de tohumu bitirmeyen çorak arazi gibidir. Kıyamet günü hasad günüdür. Hiç kimse ektiğinden başkasını biçemez. Ancak imanın tohumundan ekin biter. Tıpkı çorak yerde ekinin az bitmesi gibi. Öyle ise insanın ümidini ziraat sahibinin ümidine kıyas etmek uygundur. Bu bakımdan kim güzel bir toprak talep ederse ve çürük olmayan bir tohumu oraya ekerse sonra gerekli zamanda ona ihtiyacı olan suyu verirse, yerden fuzulî dikenleri ve otları ayıklarsa, tohumun bitmesine mâni olup ekini bozacak şeyleri temizlerse, sonra Allah'tan yıldırımlar ve ifsad edici âfetleri ziraat yetişinceye kadar def etmesini beklerse bu bekleyişe recâ denir.

Eğer tohumu çorak ve kuru bir yere tümsek ve suyun varamadığı bir araziye ekerse, ve ıslahı ile meşgul olmazsa, sonra ondan hasad beklerse bu bekleyişe recâ değil, ahmaklık ve gurur adı verilir.

Eğer tohumu güzel bir araziye ekerse, fakat o arazi susuz olursa, yağmurların yağmadığı bir zamanda yağmur beklerse, fakat aynı zamanda yağmurun yağması da muhtemel ise bu bekleyişe recâ değil temenni adı verilir.

Demek ki recâ, kulun ihtiyarında olan bütün sebeplere başvurulmuş sevimli bir işi beklemeye denir. Bu takdirde kulun ihtiyarı altına girmeyen sebepler başvurulmamış olarak kalmaktadır. O da Allah'ın engelleyici ve bozucu şeyleri fazileti ile bertaraf etmesidir. Bu bakımdan kul, imtihan tohumunu eker, ibâdet suları ile sular, kalbi kötü huylardan temizleyip Allah'tan bu durumu ölüme kadar devam ettirmesini ve mağfirete ulaştıracak güzel so-nucu vermesini beklerse bu hakîkî recâ'dır. Güzel olan da budur. Bu, ölüme kadar mağfiretin sebeplerini tamamlamak için imanı istemeye, onu devam ettirmeye ve böyle yapmaya teşvik eder. Eğer iman tohumundan ibâdet suyunu keser veya kalbi kötü ahlâklarla dolu olarak bırakırsa, dünya lezzetlerine dalarsa, sonra da mağfireti beklerse bu ahmaklık ve gurur'dur.

Nitekim Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Ahmak odur ki nefsini hevâsına tâbi kılmıştır. Allah'tan (böyle olduğu halde) cenneti temenni etmektedir.

Onlardan sonra yerlerine öyle bir nesil geldi ki namazı terkettiler. Şehvetlerine uydular. Onlar kötülük bulacaklardır.(Meryem/59)

Onların arkalarından yerlerine geçip kitaba vâris olan bir takım insanlar geldi ki onlar şu alçak dünyanın menfaatini alıyorlar, 'Biz nasıl olsa bağışlanacağız' diyorlar.(A'raf/169)

Allah Teâlâ, bostanına girerken bu bostanın ebediyyen helâk olmayacağını, kıyametin kopmayacağını ve eğer Allah'a döndürülürse mutlaka gideceği yerin bundan daha hayırlı bir yer olacağını sanan bostan sahibini de yermiştir.

Madem durum budur, o halde ibâdetlere dalan, günahlardan sakınan kul, Allah'tan nimetin tamamını beklemeye lâyıktır. Nimetin tamamı da ancak cennete girmekle elde edilir. Asi bir kimse ise tevbe eder, eski kusurlarını telafi ederse ancak o zaman tevbesinin kabul edilmesini bekleyebilir.

Günahı istemediği zaman, günah değil, sevap hoşuna gittiği zaman nefsini kınadığı, tevbeye meylettiği zaman tevbesinin ka-bulü için Allah'tan ümit beklemeye lâyıktır. Çünkü günahı hor görmesi ve tevbeye şiddetle taraftar olması tevbeye götürücü sebeplerdendir. Zaten ümit de sebeplerin hazırlanmasından sonradır.

Onlar ki inandılar, hicret ettiler, Allah yolunda savaştılar, işte onlar Allah'ın rahmetini umarlar.(Bakara/218)

Yani onlar Allah'ın mağfiretini ummaya müstehak olurlar, fakat ayetten sadece ümitvar olmak kastedilmemiştir. Çünkü onlardan başkası da Allah'ın mağfiretini umarlar. Allah Teâlâ ümidi, müstehak olanlara tahsis etmiştir, Allah'ın hoşuna gitmeyen şeylere dalıp nefsini kınamayan ve tevbeye azimli olmayan bir kimseye gelince, onun ümidi çorak yere tohum ekip, o tohumu sulamayan ve yabani otları temizlemeyen bir kimsenin ümidi gibi ahmaklıktır.

Yahya b. Muaz şöyle demiştir: 'Benim katımda nedamet olmaksızın af ümidi ile günahlara dalmak gururun en büyüğüdür. İbadetsiz Allah'a yaklaşmayı ummak ateş tohumu serpip cennet ziraati beklemektir. Günahlarla iştigal edip itaat edenlerin mevkiini talep etmektir.

Amelsiz mükafat beklemektir. İfrata rağmen Allah'tan temennide bulunmaktır. Şair şöyle demiştir: 'Kurtuluşu umuyorsun, fakat kurtuluş yollarından yürümüyorsun. Muhakkak ki gemi karada yürümez'.

Recâ'nın hakikatini bildiğin zaman, onun birçok sebeplerin cereyanı ve ilmin meyvesi olduğunu anlarsın. Bu ise imkân nisbetinde diğer sebepleri yerine getirme gayretini doğurur. Çünkü tohumu güzel, arazisi temiz, suyu bol olan bir kimsenin ümidi doğru olur. Ümidin doğruluğu araziyi kontrol etmeye, yabani otları ayıklamaya zorlar. Hasat zamanına kadar asla bu vazifede kusur etmez. Çünkü recâ'nın zıddı ümitsizliktir. Ümitsizlik ise insanı çalışmaktan alıkoyar. Bu bakımdan arazinin çoraklığını, suya muhtaç olduğunu, tohumun bitmeyeceğini bilen bir kimse araziyi işlemeyi bırakır, bu yoldaki yorgunluğa da katlanmaz.

Ümit övülen bir şeydir. Çünkü teşvik edicidir. Ümitsizlik ise yerilmiştir. Ümidin tam zıddıdır. Çünkü çalışmaktan alıkoyar. Korku ise ümidin zıddı değildir. Aksine bahsi geleceği gibi onun arkadaşıdır. Zira korku da, haşyet yoluyla başka bir teşvikçidir. Ümidin rağbet yolu ile teşvikçi olduğu gibi.

Bu bakımdan ümit hali, her durumda gayret gösterip ibadetlere devam etmeyi gerektirir. Daima Allah'a yönelmekten duyulan zevk onun eserlerindendir.

Onun münâcatmdan edinilen nimet ona karşı yönelmekten gelen lütuf onun eserlerindendir; zira bu haller padişahlardan veya şahıslardan birşey uman herkeste de belirmelidir. O halde Allah'ın hakkında nasıl belirmez? Eğer burada belirmezse bununla recâ makamından mahrum olmaya gurur ve temenni hâ-line dair delil getirilsin.

Bu bakımdan recâ halinin beyanı ve recâ'nın meyve olarak verdiği ilmin ve ondan sezilen amelin beyanı budur.

Recâ'nın bu amelleri meyve olarak vereceğine delil Zeyd el-Hayl'in hadisidir; Zeyd el-Hayl Hz. Peygamber'e (s.a) şöyle dedi: 'Senden Allah'ın irade ettiği ve irade etmediği kimselerin alâmetini sormaya geldim'. Bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle buyurdu: 'Sen nasıl sabahladın?' Zeyd 'Hayri ve hayır ehlini sever olduğum halde sabahladım. Hayırdan birşeye kudretim yettiği zaman onu hemen yapar, sevabına inandığım hayırdan birşey elimden kaçtığında üzülürüm ve onu isteyerek sabahlarım' dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle buyurdu:

İşte bu, Allah'ın hayır irade ettiği bir kimsedeki alâmetidir. Eğer Allah sana şer dileseydi seni ona hazırlardı. Sonra senin o derecelerin hangisinde helâk olacağına da kıymet vermezdi.

Görüldüğü gibi Hz. Peygamber (s.a), kendisi için hayır irade edilen kimselerin alâmetlerini zikretmektedir. Bu bakımdan kim bu alâmetler olmaksızın hayır irade edildiğine inanırsa, o kimse mağrurdur.

*İkinci rükün şükredilecek nimetler hakkındadır.

Recâ ile amel, korku ile amelden daha yücedir; zira Allah katında kulların en sevimlisi Allah'ı en fazla sevendir. Sevgi ise, recâ ile galebe çalar. Bu, biri cezasından korkarak, diğeri de sevdiği için hizmet edilen iki hükümdarla ölçülebilir. Bu sırra binaen recâ ve güzel zan hakkında birçok terğıbler vârid olmuştur. Özellikle de ölüm vaktinde.
Sakın Allah'ın rahmetinden ümitsiz olmayın! (Zümer/53)

Bu bakımdan Allah Teâlâ, ümitsizliği haram kılmıştır. Hz. Yakub'un haberlerinde vârid olmuştur ki Allah Teâlâ ona vahiy göndererek "Biliyor musun seninle Yusuf'un arasını niçin ayırdım? Çünkü sen 'Siz gafil olduğunuz bir durumdayken kurdun onu yemesinden korkuyorum' dedin. Neden kurttan korktun da benden ümidini kestin. Neden Yusuf'un kardeşlerinin gafletini düşündün de benim Yusuf'u koruyacağımı düşünmedin" dedi.

Sizden bir kimse Allah hakkındaki zannını düzelterek ölüme hazırlansın.1

Allah Teâlâ (c.c) (bir hadîs-i kudsî'de) şöyle buyurmaktadır:
Ben kulumun zannı üzereyim. Bu bakımdan kulum istediği şeyi zannedebilir.2

Hz. Peygamber (s.a) ölüm sekeratında olan bir kişinin yanına girdi ve ona şöyle sordu:
-Kendini nasıl hissediyorsun?
-Günahlarımdan korktuğumu, rabbimin rahmetini umduğumu hissediyorum!
- Onların ikisi bu yerde (ölüm çağında) bir kulun kalbinde bir araya gelirse Allah o kula umduğunu verir ve onu korktuğundan emin kılar.3

Hz. Ali 'Günahlarının çokluğundan korkarak ümitsizliğe kapılan bir kişiye şöyle dedi: 'Ey kişi, senin Allah'ın rahmetinden ümitsiz olman, günahlarından daha tehlikelidir'.

Süfyan es Sevrî şöyle demiştir: Kim bir günah işlerse ve Allah'ın o günahı affa kâdir olduğunu bilir ve Allah'ın affını dilerse, Allah Teâlâ o günahını bağışlar. Çünkü Allah Teâlâ bir kavmi kınayarak şöyle buyurmuştur:

İşte rabbinize karşı beslediğiniz bu zannınız sizi helâk etti ve ziyana uğrayanlardan oldunuz.(Fussilet/23)

Bu (zan) gönüllerinizde süslendirildi, kötü zanda bulundunuz ve helâki hak eden bir kavim oldunuz.(Feth/12)

Allah Teâlâ kıyamet gününde kuluna der ki: 'Münkeri gördüğün halde onu reddetmekten seni meneden ne idi?' Eğer Allah o kuluna delilim telkin ederse, o kul der ki: 'Yarab, senin affını ümit ettim, halktan korktum (onun için) vazifemi yapmadım'. Allah Teâlâ 'Seni affettim' der.4

Bir kişi halka borç verirdi, zengin borçlulara karşı müsamaha gösterir, fakirin borcundan vazgeçip affederdi. Bu kişi hayatında hiçbir güzel amel işlemediği halde Allah'ın huzuruna vardı. Allah Teâlâ ona 'Senin yaptığın benden daha fazla kime yakışır?' dedi ve onu, Allah hakkındaki güzel zannından ötürü affetti. Oysa o ibadet yönünden iflas etmişti.

Allah'ın kitabını okuyanlar, namazı kılanlar, kendilerine rızık olarak verdiğimiz şeylerden gizli ve âşikar sarfederler Asla ziyan etmeyecek bir ticaret (sevap) umarlar.(Fâtır/29)

Hz. Peygamber 'Eğer sizler benim bildiğimi bilseydiniz, muhakkak az güler çok ağlardınız. Tepelere çıkıp göğüslerinizi yumruklar ve rabbinize yalvarırdınız' deyince Cebrail indi ve şöyle dedi: "Rabbin sana 'Neden kullarımı ümitsizliğe düşürüyorsun?' diyor". Bunun üzerine Hz, Peygamber halkın huzuruna çıkıp onları Allah'ın rahmetine ümitlendirdi ve teşvik etti.
Allah Hz. Dâvud'a 'Beni sev, beni seveni sev ve beni halkına sevdir' diye vahiy gönderdiğinde Hz. Dâvud 'Yarab halkıma nasıl sevdireyim?' diye sordu. Allah Teâlâ da şöyle buyurdu:

Beni güzellikle zikret, benim nimetlerimi ve ihsanımı zikret, onlara bunu söyle; zira onlar benden ancak güzeli bilirler.

Eban b. Ebi Ayyaş rüya âleminde birisine göründü. O ölmeden önce ümit kapılarını açar, çokça zikrederdi. O kişiye dedi ki: 'Allah beni huzurunda durdurdu ve şöyle buyurdu: 'Ümit kapılarını çokça zikretmeye seni teşvik eden ne idi?' Dedim ki: 'Seni kullarına sevdirmek istedim'. Allah da 'Seni affettim' dedi.

Ölümünden sonra Yahya b, Eksam rüya âleminde göründü. Ona denildi ki: 'Allah sana ne gibi bir muamele yaptı?' Dedi ki: 'Allah beni huzurunda durdurdu ve şöyle buyurdu: 'Ey fena ihtiyar, sen ne yaptın?' Beni bir korku tuttu. Sonra dedim ki: 'Yârab, ben seni bu şekilde halkına tanıtmadım'. Allah Teâlâ 'Benden nasıl bahsettin?' dedi. Dedim ki: "Abdürrezzak bana Muhammed'den, o da Zührî'den, o da Enes'den, o da senin peygamberinden, o da Cebrail'den rivayet etti ki sen şöyle demişsin:

Ben kulumun zannı üzereyim. Bu bakımdan kul istediği şeyi benim hakkımda zannetsin.
Ben de senin hakkında bana azap etmeyeceğini zannediyordum". Bunun akabinde Allah Teâlâ şöyle buyurdu:

Cebrail doğru söylemiş, peygamberim doğru söylemiş, Zührî doğru söylemiş, Muhammed doğru söylemiş, Abdürrezzak doğru söylemiş ve sen de doğru söylüyorsun.

Bunun üzerine Allah Teâlâ tarafından bana cennet hulleleri giydirildi. Cennet vildanları önümde ta cennete kadar yürüdüler. Ben dedim ki: '(Ey kavim!) Bu ne büyük bir sevinç, ne büyük mutluluktur'.

İsrailoğulları'ndan biri halkı ümitsiz eder, onlara fazlasıyla şiddet gösterirdi. Allah Teâlâ kıyamet gününde ona şöyle dedi: 'Bugün seni, dünyada kullarımı rahmetimden ümitsiz bıraktığın gibi rahmetimden ümitsiz kılacağım'.5

Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Bir kişi cehenneme girer, orada bin sene durup ya Hannân, ya Mennân diye bağırır.Allah Teâlâ Cebrail'e der ki: 'Git bana kulumu getir'. Kul getirilir, Allah'ın huzurunda durdurulur. Allah Teâlâ kula, 'Yerini nasıl buldun?' diye sorar. Kul da 'Çok kötü bir yer olarak buldum' der. Allah Teâlâ 'Bu kulu geriye götürün' emrini verir. Kul hem yürür, hem de dönüp arkasına bakar. Allah Teâlâ 'Sen niye dönüp bakıyorsun?' deyince, kul 'Beni oradan çıkardıktan sonra bir daha oraya geri göndermeyeceğini ümit etmiştim' der. Bunun üzerine Allah Teâlâ şöyle buyurur: 'Onu cennete götürün'.6

Bu hadîs o kulun ümidinin, onun kurtuluşunun sebebi olduğuna delâlet eder.
Allah Teâlâ'dan lütfü ve keremi ile hüsn-ü tevfîkini dileriz!

1) Müslim
2) İbn Hibbaıı
3) Tirmizî
4) Müslim
5) Beyhâkî
6) Eeyhâkî

*İnsanları Şükürden Alıkoyan Nedenler

Sabrın devası hakkında zikrettiklerimiz, Sabır ve Şükür kitabında şerhettiğimiz deliller, bu gaye için de kâfidir; zira sabır, ancak korku ve ümidi elde ettikten sonra mümkün olur. Çünkü dinî makamların evveli yakîndir. O yakîn ki Allah'a, son güne, cennet ve cehenneme, kesin bir şekilde inanmaktan ibarettir. Böyle bir yakîn, zarurî olarak, ateşten korkmayı ve cenneti ummayı gerektirir. Ümit ile korku insana sabretme gücü verir. Zira cennet, istenilmeyen ve yapılması nefse zor gelen şeylerle çevrilmiştir. Bu bakımdan insan ümidinin kuvvetiyle bu istenilmeyen şeylere tahammül edebilir. Ateş de şehvetlerle çevrilidir. Öyleyse ancak korkunun kuvvetiyle o şehvetleri sökmeye sabredebilir.

Hz. Ali şöyle demiştir: 'Cennete müştak olan bir kimse, şehvetlerden arınmalıdır. Ateşten korkan bir kimse ise haramlar-dan uzak durmalıdır'. Sonra kişi, korku ile ümitten istifade edilen sabır makamını mücahede makamına çıkarır. Allah'ın zikrine koyulmak, Allah'ın nimetlerini düşünmek makamına götürür. Daima Allah'ı anmak insanı Allah ile yakınlaşmaya, daima düşünmek ise, mârifetin kemâline vardırır. Mârifetin kemâli ve Allah ile yakınlaşmak da insanı muhabbete kavuşturur. Muhabbetin arkasından rıza, tevvekül ve diğer makamlar gelir. İşte dinî konakları seyredenin sülûkünde bu tertip gözetilir. Yakînden sonra, korku ve recâdan başka bir makam yoktur. Onlardan sonra da sabırdan başka bir makam yoktur.

Sabrın sayesinde, zâhir ve bâtında insan Allah için tecerrüd eder ve mücâhedede bulunur. Mücâhededen sonra kendisine yol açılan bir kimse için hidayet ve marifetten başka bir makam yoktur. Mârifetten sonra ancak muhabbet ve ünsiyet makamı vardır. Muhabbetin za-rurî gereği olarak insan, mahbûbunun fiiline razı olmalıdır, O'nun ilgisine güvenmelidir. İşte bu da tevekküldür. Madem du-rum budur, o halde sabrın ilacı hakkında zikrettiklerimiz (delil bakımından burada da) kifayet eder. Fakat biz korkuyu, icmalî bir konuşma ile münferiden zikredelim. Korku, iki yoldan elde edilir. O yolların biri diğerinden daha üstündür.

Korkunun misâli; çocuk evde olduğunda, eve yırtıcı bir hayvan veya yılan girerse, çoğu zaman çocuk korkmaz ve çoğu zaman elini alıp oynamak için yılana uzatır. Fakat çocuğun beraberinde babası bulunduğu za-man, babası yılandan korkar ve kaçar. Bu bakımdan çocuğun babası tirtir titrerken ve yılandan nasıl kurtulacağını hesaplarken çocuk babasına bakarsa onunla beraber ayağa kalkar ve korku çocuğun üzerine de çöker. Kaçmakta babasına uyar.

Öyleyse babanın korkusu basiret ve yılanın sıfatını, zehirini, özelliğini, yırtıcı hayvanın satvetini, perva etmeksizin tuttuğunu paramparça ettiğini bilmesinden ileri gelir. Çocuğun korkusu ise, mücerred taklid olan bir inançtan ileri gelir. Çünkü çocuk babası hakkında güzel düşünür ve babasının ancak korkutucu bir sebepten ötürü korkup kaçtığını bilir. Böylece yırtıcı hayvanın korkutucu olduğunu anlamış olur. Fakat bunun yönünü keşfedemez. Bu misâli bildiğin zaman, Allah'tan korkmanın da iki makam üzere olduğunu anlayabilirsin. O makamlardan biri Allah'ın azabından, ikincisi O'nun zatından korkmaktır.

Allah'ın zatından korkmak, âlimlerin ve kalp erbabının korkusudur. Onlar öyle âlim ve kalp erbabıdır ki Allah Teâlâ'nın sıfatlarından heybet, korku ve sakınmayı gerektireni bilirler. O'nun şu ayetlerinin sırrına muttalidirler:
Allah sizi kendinden sakındırır. (Âlu İmran/28)

Ey mü'minler! Allah'tan O'na yaraşır biçimde korkun ve ancak müslüman olarak can verin!(Âlu İmran/102)

Birincisi, bütün halk tabakasının korkusudur. O korku cennet ve cehennemin esasına inanmak ve ibâdet ile günahtan ötürü insana verileceklerine inanmakla meydana gelir. Bu korkunun zayıflaması gaflet ve iman zâfiyeti sebebiyle meydana gelir. Gaflet ise, ancak Allah'ı hatırlamak, vaaz, kıyamet gününün şiddetleri hakkında düşünmek, ahiretteki azabın çeşitlerini tefekkür etmekle silinir. Korkan insanlara bakmak, onlarla oturmak ve onların hallerini görmekle de silinir.

Eğer o insanların hallerini müşahede etmek elden kaçarsa yine de müsbet bir tesir bırakmaktan hali değildir. Birincisinden daha yüce olan ikinci korkuya gelince, bu tür korku, korkutanın Allah'ın ta kendisi olmasıdır. Bundan şunu kastediyorum. Kul, Allah'tan uzaklaşmak ve mahcup olmaktan korkar O'na yakın olmayı umar.

Nitekim Zünnûn-i Mısrî demiştir ki: 'Ateşten korkmak gerçek sevgiliden ayrılmanın korkusu yanında engin bir denize damlayan bir damla gibi olur!'Bu korku, âlimlerin korkusudur.

Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
Kullarından ancak âlimler, Allah'tan (gereğince) korkarlar.(Fâtır/28)

Âlimler gibi, bütün mü'minler için de bu korkudan bir nasip vardır. Fakat âlimlerin dışında kalanların nasibi, sadece taklidden ibarettir. Çocuğun babasını taklid ederek yılandan korkmasına benzer. Bu korku basirete dayanmaz. Şüphe yoktur ki zayıflar ve yakın bir zamanda silinip ortadan kalkar. Hatta çocuk çoğu zaman afsunlu bir kimsenin yılan tuttuğunu görünce ona bakar, aldanır, babasını taklid ederek yılanı tutmaktan sakındığı gibi, onu taklid etmek sûretiyle de yılanı tutmaya cüret eder.

Taklidden gelen inançlar çoğu zaman zayıftır. Ancak daima kendisini tekid eden sebepleri müşahade etmekle kuvvet bulduğunda ve o sebeplerin gereği olarak ibâdetlere çokça dalıp peşipeşine uzun bir müddet günahlardan sakınan kimse, zarurî olarak Allah'tan korkar. Böyle bir kimse korkuyu celbetmek için herhangi bir ilaca muhtaç değildir. Nitekim yırtıcı hayvanı tanıyan, kendi nefsini de onun pençesinde gören insanın, ondan korkmak için herhangi bir şeye ihtiyacının olmadığı gibi... Aksine ister istemez ve zaruri olarak ondan korkar,

Allah (c.c) Hz. Dâvud'a vahiy göndererek şöyle buyurmuştur: "Yırtıcı hayvandan korktuğun gibi benden (kahrımdan) kork'.
Yırtıcı hayvandan korkmayı öğrenmenin çaresi, yırtıcı hayvanı tanımak ve onun pençesine düşmenin neticesini bilmektir. Bundan başka bir şeye ihtiyaç duymaz. O halde Allah'ı tanıyan, Allah'ın dilediğini perva etmeksizin yaptığını, irade ettiğiyle korkmaksızın hükmettiğini, daha önce geçmiş bir vesile olmadığı halde, melekleri kapısına yaklaştırdığını, daha önce bir suç yokken İblis'i uzaklaştırdığını bilmiş olur. Allah Teâlâ'nın sıfatı, şu sözünün (hadîs-i kudsî) tercümesidir: 'Bunlar cennettedir, perva etmem. Şunlar da cehennemdedir, pervâ etmem'.

Eğer kalbine 'Allah ancak günahtan dolayı ceza verir, ancak ibadetten ötürü sevap ihsan eder' düşüncesi gelirse, Allah Teâlâ'nın taatin sebepleriyle itaat eden bir kimseye yardım etmediğini ve o kimsenin ister dilesin, ister dilemesin itaatta bulunduğunu düşün. Asî bir kimseye de mâsiyetin istekleriyle imdad etmemiştir ki o ister dilesin ister dilemesin, isyân edebilsin; zira Allah Teâlâ gafleti, şehveti ve şehvetin yerine getirilmesine güç yetirmeyi yarattığı zaman, bunlarla zarurî olarak fiil vâki olur. Eğer İblis isyan etti diye onu uzaklaştırdıysa, o halde neden onu isyana zorladı? Onu isyana zorlaması geçmiş bir mâsiyetinden mi kaynaklanıyordu ki o da başkasından ve böylece sonsuza doğru zincirleme gitsin veya kul tarafından illeti olmayan bir öncesi üzerinde mecburî olarak dursun. Aksine ezelde ona böyle hükmetti.

Hz. Peygamber bu mânâyı ifade ederek şöyle buyurmuştur:
Adem ile Musa rablerinin katında tartıştılar. Sonunda Adem Musa'yı mağlûp etti. Musa dedi ki: 'Sen o Ademsin ki Allah seni kudret eliyle yarattı. Sana ruhundan üfürdü. Meleklerine sana tâzim secdesi ettirdi. Seni cennetine yerleştirdi. Sonra sen günahınla insanları yere indirdin'. Bunun üzerine Adem, Musa'ya şöyle dedi:
- Sen o Musasın ki Allah seni risalet ve kelâmıyla seçti. Sana levhaları verdi. O levhalarda her şeyin beyanı vardır. Seni kurtulmuş olduğun halde kapısına yaklaştırdı. Ben yaratılmadan kaç sene önce Allah'ın Tevrat'ı yazdığını gördün?
- Kırk sene önce!
- Acaba o Tevratta 'Adem rabbine isyan etti! Bu bakımdan hududu aştı' hükmünü gördün mü?
- Evet!
- Acaba ben daha işlemeden ve beni yaratmadan kırk sene önce Allah'ın benim üzerime yazmış olduğu bir ameli işlemiş olmamdan dolayı mı beni kınıyorsun?

Hz. Peygamber 'Adem böylece Musa'yı, delil bakımından mağlûb etti' buyurdu.77

Kim bu hususta hidayetin nûrundan sâdır olan bir mârifetle sebebi tanımış olursa, bu kimse kaderin sırrına muttali olan, âriflerin özelliği bulunan bir bilgiye sahip olmuş olur. Kim bunu dinleyip inanır ve sadece tasdik ederse o, mü'minlerin avam tabakasındandır. Bu iki grup için de korku vardır; zira her kul, kudretin kabzasına düşer. Tıpkı zayıf çocuğun yırtıcı hayvanın pençesine düşmesi gibi...

Yırtıcı hayvan bazen pençesinde bulunan çocuğu bırakır. Bazen de ona hücum edip paramparça eder! Bu durum rastgeledir. Bu tevafuk için tertipli birçok sebepler vardır. Fakat bilmeyen bir kimseye izafe edildiği zaman, buna ittifak adı verilir. Eğer Allah'ın ilmine izafe edilirse, bu takdirde ittifak adını vermek caiz olmaz. Yırtıcı hayvanın pençesine düşen bir kimsenin mârifeti eğer kemâl derecesine varmışsa, bu kimse o yırtıcı hayvandan korkmaz. Çünkü o yırtıcı hayvan, Allah'ın kuvvet ve kudretine boyun eğmiştir. Eğer Allah ona açlığı musallat kılarsa onu parçalar yer. Eğer Allah o hayvana tuttuğu avdan gafil olmayı musallat kılarsa avı bırakıp gider. Bu bakımdan ancak yırtıcı hayvanın yaradanından ve o hayvanın yırtıcı sıfatlarını yaratandan korkulur. Ben Allah'tan korkmanın misâlinin yırtıcı hayvandan korkmak olduğunu söylemiyorum. Perde kalktığı zaman bilinir ki yırtıcı hayvandan korkmak, Allah'tan korkmanın aynısıdır. Zira yırtıcı hayvan vasıtasıyla helâk eden Allah'tır.78

Ahiretin yırtıcıları dünyanın yırtıcıları gibidir. Allah azabın ve sevabın sebeplerini yaratmıştır. Bunların her biri için de ehil olan kimseleri yaratmıştır. Ezelî ve kesin kaza'nın dalı olan kader, onun için yaratılmışsa onu sevkeder. Bu bakımdan Allah Teâlâ cenneti yarattı. Cennet için ehil olanları yarattı, cehennemini yarattı. Cehennem için ehil olanları yarattı. Onlar da ister istemez cehennem sebeplerine müsahhar oldular. Bu bakımdan nefsini, kaderin dalgaları arasında kıvranarak görüp de korkmayan hiç kimse yoktur. Aksine zarurî olarak bu kimseye korku galebe çalar. İşte bunlar kaderin sırrını bilenlerin korkularıdır. Bu bakımdan kusurun kendisini basîret makamına yükselmekten alıkoyduğu
bir kimsenin çıkar yolu, haberleri ve eserleri dinlemek sûretiyle nefsini tedavi etmektir. Bu bakımdan bu kimse, ârif ve korkan kimselerin hallerini ve sözlerini incelemelidir. Onların akıl ve mertebelerini, aldanmış ve ümit beslemiş kimselerin mertebelerine nisbet etmelidir. İşte o zaman âriflere uymanın daha iyi olduğundan şüpheye düşmez. Çünkü onlar peygamberler, velî ve âlim kullardır.

Allah'ın azabından emin olanlar ise Firavunlar, cahiller ve ahmaklardır. Bizim peygamberimize (s.a) gelince, o geçmiş ve geleceklerin efendisidir.79

Aynı zamanda korku bakımından insanların en şiddetlisi idi.80

Hatta bir çocuğun cenaze namazını kıldığında duasında o çocuk için şöyle dediği duyuldu:

Ey Allahım! Şu ölü çocuğu kabir ve ateş azabından koru.81

İkinci bir rivayette 'Ne mutlu sana! Sen cennetin kuşlarından bir kuşsun' diyen bir kimsenin sözünü işitti ve öfkelenerek şöyle buyurdu:
Onun öyle olduğunu sana bildiren nedir? Allah'a yemin ederim, ben Allah'ın Rasûlüyüm. Buna rağmen Allah'ın benim başıma ne getireceğini bilmiyorum. Muhakkak ki Allah Teâlâ cenneti ve ona lâyık kimseleri yarattı. Onların içine ne bir kimse katılır, ne de onlardan bir kimse eksilir.82

Hz. Peygamber'in bu sözü (süt kardeşi) Osman b. Maz'un'un cenazesinde söylediği rivayet edilmektedir. Bu zat ilk muhacirlerdendir. Ümmü Seleme bu zatın cenazesine hitaben 'Cennet sana mutlu olsun!' dediği zaman Hz. Peygamber ona, yukarıda geçen hükmü bildirmiştir.

Ümmü Seleme, bu hâdiseden sonra şöyle demiştir: 'Allah'a yemin ederim. Ben, Osman'dan sonra artık kimseyi tezkiye etmem!'83

Muhammed b. Havle el-Hanefiyye84 'Allah'a yemin ederim Hz.
Peygamber'den başka babamı bile tezkiye etmiyeceğim! dediğindeşiiler bu zata saldırdılar. Bunun üzerine babası Hz. Ali'nin fazilet ve menkıbelerini zikretmeye başladı.

'Suffe' ehlinden bir kişi şehid düştü. Annesi onun için 'Ne mutlu sana! Cennet kuşlarından bir kuşsun, Hz. Peygamber'e hicret ederek geldin. Allah yolunda öldürüldün' deyince, Hz. Peygamber, ona cevap olarak şöyle buyurmuştur:

Onun öyle olduğunu sana bildiren nedir? Oysa o faydasız şeyler konuşur. Zararsız şeyleri de menederdi.85

Hz. Peygamber, hasta olan bir ashabının ziyaretine gitti. 'Cennet senin için mutlu olsun!' dediğini duyunca Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurdu:
- Şu, Allah namına cennet dağıtan kadıncağız kimdir?
- Ey Allah'ın Rasûlü! O benim annemdir.
Hz. Peygamber (o kadıncağıza hitaben) dedi ki:
Onun öyle olduğunu sana bildiren nedir? Halbuki o kendisini ilgilendirmeyen konuda konuşur, kendisini zengin etmeyecek az bir şeyi cimrilik ederek vermez.86

Müslümanlar nasıl korkmasınlar?! Allah'ın peygamberi şöyle buyurmaktadır:
Hûd, Vakıa, Tekvir ve Nebe sûreleri beni ihtiyarlattılar.87

Âlimler bunun sebebinin Hûd sûresindeki uzaklaştırma hâdisesi olduğunu söylemişlerdir:
İyi bilin Hûd'un kavmi Ad, (Allah'ın rahmetinden) uzak olsun (yok olup gitsin)!(Hûd/60)

İyi bilin ki Semûd (kavmi) defolup gittiler!(Hûd/68)

İyi bilin ki Semûd kavmi nasıl helâk olduysa Medyen halkı da öyle helâk olmuştur. (Hûd/95)

Buna rağmen, Hz. Peygamber biliyordu ki Allah dileseydi insanların hiçbiri O'na ortak koşmazdı; zira Allah dileseydi herkese hidayet verirdi.
Olacak vâkı olduğu (kıyamet koptuğu) zaman onun oluşunu yalanlayacak kimse çıkmaz. O alçaltıcı yükselticidir.:(Vâkıa/1-3)

Yani kudret kalemi, olacak herşeyi yazmış ve kalem kurumuştur! Ezeli takdir tamam olmuş, hatta Vâkıa denilen kıyamet kopmuştur. Bu kıyamet dünyada yüksek olan bir kavmi düşürücü veya dünyada alçak olan bir kavmi yükselticidir.

Tekvir sûresinde kıyametin şiddetleri ve insanoğlunun sonunun inkişafı vardır.
Cehennem alevlendirildiği zaman, cennet yaklaştırıldığı zaman, her can ne yapıp getirdiğini bilir.(Tekvîr/12-14)

O gün kişi, ellerinin (yapıp) öne sürdüğü işlere bakar ve kâfir şöyle der: 'Ah! Keşke ben toprak olaydım!'(Nebe/40)

Rahman'ın izin verdiğinden başka kimse bir kelime bile söyleyemeyecektir.(Nebe/38)

Kur'ân, başından sonuna kadar, düşünerek okuyan bir kimse için korkularla doludur. Eğer Kur'an'da şu ayetten başkası olmasaydı yine kâfi gelirdi:
Ve ben, tevbe eden, iman edip sâlih amel işleyen, sonra da hak yolda sebat gösteren kimse için çok bağışlayıcıyım.(Tâhâ/82)

Zira Allah Teâlâ burada mağfireti dört şarta bağlıyor ki kul onların birinden bile acizdir. Bu ayetten daha şiddetlisi şu ayetlerdir:
Ama kim tevbe eder ve sâlih amel yaparsa, o kurtuluşa erenlerden olabilir.(Kasas/67)

(Böyle yaptık) ki (Allah), o doğrulara doğruluklarından sorsun!(Ahzab/8)

Ey ins u cinn sizin için de boş vaktimiz olacak (sizin de hesabınızı göreceğiz)!(Rahmân/31)

Allah'ın tuzağından (kurtulacaklarına) emin mi oldular? Ziyana uğrayan topluluktan başkası, Allah'ın tuzağından emin olmaz!(Araf/99)

İşte rabbin zulmeden kentleri yakaladığı zaman böyle yakalar. Doğrusu O'nun yakalaması çok acı ve çok çetindir.(Hûd/102)

Takva sahiplerini, binek üzerinde ikrâm ile Rahmân'a götürdüğümüz gün, mücrimleri de yaya ve susuz olarak cehenneme sürdüğümüz (gün)...(Meryem/85-86)

İçinizden hiç kimse yoktur ki mutlak surette ona uğrayacak olmasın! Bu, rabbinin katında kesinleşmiş bir hükümdür,(Meryem/71)

Dilediğinizi yapın, çünkü O, bütün yaptıklarınızı görmektedir.(Fussilet/40)

Kim ahiret ekinini istiyorsa onun ekinini artırırız, kim dünya ekinini istiyorsa ona da dünyadan birşey veririz. Fakat ahirette bir nasibi olmaz.(Şûrâ/20)

Artık kim zerre kadar bir hayır işlerse onun mükâfatını görecek! Kim de zerre kadar bir kötülük işlerse onun cezasını görecektir.(Zilzâl/7-8)

Yaptıkları her işin önüne geçmişiz de onu (etrafa) saçılmış toz zerreleri haline getirmişizdir.(Furkan/23)

Asr'a yemin olsun ki insan ziyandadır. Ancak iman edip de salih ameller işleyenler, birbirine hakkı ve sabrı tavsiye edenler müstesna!(Asr Suresi)

İşte bunlar zarardan kurtulmanın dört şartıdır. Peygamberlerin üzerine feyezan eden nimetlere rağmen korkuları şundandır: Çünkü onlar Allah'ın mekrinden (azabından) emin değildirler; zira ancak ziyan eden bir kavim Allah'ın azabından emin olabilir.
Rivayet ediliyor ki Hz. Peygamber ile Cebrail Allah korkusundan ağladılar. Bunun üzerine Allah Teâlâ vahiy göndererek şöyle sordu:
- Sizi emin kıldığım halde naden ağlıyorsunuz?
- Senin azabından kim emin olabilir!

Sanki bu iki zat, Allah'ın gaybın âlimi (allâm'ul-guyûb) olduğunu ve işlerinin neticesine vâkıf olmadıklarını bildikleri için Allah'ın 'Ben ikinizi de emin kılmışım' sözünün imtihan ve mekr olduğundan emin olamadılar. Hatta korkuları durduğu takdirde Allah'ın azabından emin oldukları sanılır ve sözlerini yerine getirmemiş olurlar gibi düşündüler.

Nitekim Hz. İbrahim mancınık'a konulduğu zaman 'Allah bana kâfidir' dedi. Hz. İbrahim'in bu sözü büyük dualardandır. Bunun üzerine Hz. İbrahim imtihan edildi. Ateşe atılırken Cebrail önüne çıktı 'Senin bana ihtiyacın var mıdır?' dedi. Hz. İbrahim 'Sana ihtiyacım yoktur!' dedi.

İbrahim'in böyle söylemesi 'Allah bana kâfidir' sözünü yerine getirmesi demektir.
Allah Teâlâ, Hz. İbrahim'den haber vererek şöyle buyurmuştur:
Ve çok vefalı İbrahim'in...(Necm/37)

Yani 'Allah bana kâfidir' sözünün gereğini yerine getiren İbrahim'in...
Allah Teâlâ bunun benzerini Hz. Musa'dan da haber vermiştir:
Dediler ki: 'Rabbimiz onun bize taşkınlık etmesinden yahut iyice azmasından korkuyoruz'. 'Korkmayın' dedi; 'ben sizinle beraberim, işitir ve görürüm'.(Tâhâ/45-46)

Sihirbazlar sihirlerini ortaya koydukları zaman, bu ilahî teminata rağmen Musa korkuya kapıldı. Zira Musa Allah'ın azabından emin değildi. Musa için iş karıştı. Hatta Allah yeniden emniyet verdi ve şöyle buyurdu:
Korkma dedik, üstün gelecek sensin sen!
Bedir gününde müslümanların gücü zayıfladığı zaman Hz. Peygamber şöyle dua etti:
Ey Allahım! Eğer bu topluluk helâk olursa, yeryüzünde sana ibadet edecek kimse kalmaz! Bunun üzerine Ebubekir, Hz. Peygamber'e 'Kendini bu kadar harap etme! Çünkü Allah sana va'dettiğini yerine getirecektir'88 dedi.

Hz. Ebubekir'in makamı, Allah'ın va'dine güvenme makamı idi. Hz. Peygamber'in makamı ise, Allah'ın azabından korkma makamıdır. Şüphe yok ki Hz. Peygamber'in makamı, Ebubekir'in makamından daha mükemmeldir. Zira korku, Allah'ın sırlarını, gizîli fiillerini ve mekr ile ifade edilen ve bazı neticeler doğuran sıfatlarının mânâlarını tanı olarak bilmek ve anlamaktan kaynaklanır. Peygamberler de dahil hiç kimse Allah'ın sıfatlarının künhüne ve hakikatine vâkıf olamaz. Kim mârifetin hakikatini, işlerin künhünü idrak etmekten âciz olduğunu bilirse, bu kimsenin kor-kusu oldukça büyür. Bu sırra binaen Hz. İsa'ya şöyle söylemiştir:

Allah demişti ki: "Ey Meryem oğlu İsa, sen mi insanlara 'Beni ve annemi, Allah'tan başka iki ilah edinin' dedin?"

Buna karşılık Hz. İsa şöyle demiştir:
Haşa! Sen yücesin, benim için gerçek olmayan bir şeyi söylemek bana yakışmaz. Eğer demiş olsam, sen bunu bilirsin, sen benim nefsimde oları herşeyi bilirsin. Fakat ben senin nefsinde olanı bilmem. Çünkü gaybları bilen yalnız sensin sen!(Mâide/116)

Sonra Hz. İsa şöyle demiştir:
Eğer onlara azap edersen, onlar senin kullarındır. Eğer onları bağışlarsan, şüphesiz sen daima üstünsün, hikmet sahibisin!(Mâide/118)

Hz. İsa, durumu Allah'ın meşiyyetine havale etti. Nefsini tamamen ortadan çıkardı. Çünkü elinde hiçbir şey olmadığını ve bü-tün işlerin Allah'ın isteğine bağlı olduğunu biliyordu. Bu bakımdan o işler hakkında ne kıyas, ne tahmin ve ne de zan ile bir hüküm vermek bile mümkün değildir. Kesin hüküm vermek nerede kalır?

Ariflerin kalplerini paramparça eden bu durumdur; zira en büyük tehlike senin işinin eğer seni helâk ederse pervası olmayan; senin gibi sayısız kimseleri helâk eden ve durmadan dünyada onlara elem ve hastalıklar tattıran, bununla beraber kalplerini küfür ve nifakla hasta eden, sonra ebediyyen onlara azap eden bir zat-ı kibriyanın meşiyyet ve isteğine bağlanmasıdır. Sonra o zat-ı kibriya o kimselerden haber vererek şöyle buyurmaktadır:
Dileseydik herkese hidayetini verirdik. Fakat benden 'Muhakkak cehennemi cinlerden ve insanlardan bir kısmıyla tamamen dolduracağını' sözü çıkmıştır.(Secde/13)

Rabbinin 'Andolsun! Cehennemi tamamen insanlardan ve cinlerden dolduracağım' sözü tam yerine gelmiştir.(Hûd/119)

Ezelde tahakkuk eden bir bir hükümden nasıl korkulmaz! Böyle bir hükmü geri çevirmek hevesine nasıl kapılınır? Eğer hü-küm yeni tahakkuk etseydi onu çevirme çareleri aranabilirdi. Fakat burada ancak teslimiyet ve kalp ile azalar üzerinde beliren zâhirî sebeplerden ezelde geçen gizli sebepleri araştırmak vardır. Kimin için şerrin sebepleri kolaylaşmış, o kimse ile hayrın sebepleri arasında perde girmiş, dünya ile bağlantısı artmış ise, sanki o kimseye kesin olarak şekavetiyle sebkat eden kaderin sırrı keşfolunmuştur; zira herkes ne için yaratılmış ise ona muvaffak olur.

Eğer hayır müyesser olursa, kalp de tamamen dünyadan kesilmiş, zâhir ve bâtını ile Allah'a yönelmiş ise, bu durum korkunun azaltılmasını gerektirir. Eğer kişi bu durumun daimî olacağına güveniyorsa korkusunu azaltmalıdır. Fakat sonucun tehlikesi ve bu durumun daima durmasının çetinliği, korku ateşini daha da alevlendirir. O ateşi söndürmek kişinin gücü haricine çıkar. Bu durumda kişi halin bozulmasından nasıl emin olabilir? Mü'minin kalbi, Rahman olan Allah'ın kudret parmaklarından iki parmağının arasındadır. Oysa kalp, kaynayan kazandan daha şiddetli sarsılır ve değişir.
Çünkü rablerinin azabına güven olmaz! (Meâric/28)

Bu bakımdan insanların en cahili o kimsedir ki 'Allah'ın azabından emin olmaktan sakın!' dendiği halde o, Allah'ın azabından emin olur. Eğer Allah ârif kullarına lûtfetmeseydi, onların kalplerini ümit ruhuyla canlandırmasaydı, kalpleri korku ateşinden yanardı. Bu bakımdan ümit, Allah'ın halis kulları için bir rahmettir. Gaflet de bir yönden, halk tabakası için rahmettir; zira eğer perde kalksa, kalpleri evirip çevirenin korkusundan paramparça olur.

Ariflerden biri şöyle demiştir: 'Eğer benimle elli seneden beri Tevhid ehlidir' diye tanıdığın bir kimsenin arasına bir direk girse ve o da ölürse, onun tevhid üzere öldüğüne kesinlikle hüküm veremem. Çünkü ben, o direği dolaşırken, kalbinin ne gibi bir değişikliğe uğradığını bilemem!'

Bir kişi şöyle demiştir: 'Eğer şehidlik evin kapısında ise, İslâm üzerine ölmek de ev içindeki odanın kapısında ise muhakkak ki odanın kapısında İslâm üzerine ölmeyi seçerim. Çünkü ben odanın kapısı ile evin kapısının arasında kalbimde ne gibi değişikliklerin meydana geleceğini bilmiyorum!'

Ebu Derda 'Bir kimse ölüm anında imanının kendisinden alınmayacağından emin ise, mutlaka onun imanı kendisinden alınır' diye yemin ederdi.

Sehl derdi ki: 'Sıddîklar her hareketin neticesinin kötü olmasından korkarlar'. Sıddîklar o kimselerdir ki Allah onları vasıflandırarak şöyle buyurmuştur:
Verdiklerini rablerinin huzuruna varacakları düşüncesiyle kalpleri korkudan ürpererek verirler.(Mü'minûn/60)

Süfyân es-Sevrî, ölüm döşeğinde iken ağlayıp sızlandı. Kendisine denildi ki: 'Ey Ebu Abdullah! Recâ makamına yapış! Zira Allah'ın affı senin günahından daha büyüktür'. Karşılık olarak şunları söyledi: 'Ben günahlarım için mi ağlıyorum? Eğer tevhid üzere öleceğimi bilseydim, dağlar kadar günahlarla Allah'a mülâki olmaktan korkmazdım'.

Korkanların birinden hikâye ediliyor ki arkadaşlarının bazısına vasiyet ederek 'Ölüm çağma girdiğimde başımın ucunda otur! Eğer tevhid üzerinde öldüğümü görürsen benim bütün servetimi al! Onunla badem ile şeker satın al. Memleketin çocuklarına benim sevabıma dağıt! Bu, kurtulmuş adamın düğün bahşişidir. Eğer tevhid üzere ölmezsem, halka bu durumu bildir ki benim cenazemde hazır bulunmakla mağrur olmasınlar. Beni seven cenazemde hazır bulunsun ki ölümden sonra riya yakama yapışmasın!'

Arkadaşı dedi ki: 'Senin tevhid üzerine ölüp ölmediğini nasıl bileceğim?'
Allah'tan korkan zat ona bir alâmet söyledi. Böylece o, ölüm anında o tevhid alâmetini gördü, dolayısıyle emrettiği gibi şeker ile bademi satın aldı ve çocuklara dağıttı.

Sehl et-Tüsterî derdi ki: 'Mürid, günahlarla mübtelâ olmaktan korkar. Arif ise, küfürle mübtelâ olmaktan korkar'.
Ebu Yezîd der ki: 'Mescide yöneldiğimde belime bir zünnar bağlı olduğunu düşünüyorum ve o zünnarın beni kiliseye veya ateşgedeye götürmesinden korkuyorum. Bu korku camiye girinceye kadar devam ediyor. Camiye girer girmez, belimde bağlı hissettiğim zünnar çözülüyor. İşte günde beş defa bu durumla karşı karşıya gelirim'.

Hz. İsa 'Ey havariler! Siz günahlardan korkuyorsunuz. Biz peygamberler ise, küfürden korkuyoruz' demiştir.
Peygamberlerin haberlerinden rivayet ediliyor ki o zevât-ı kiramdan biri, Allah Teâlâ'ya, açlık, bit ve çıplaklıktan uzun seneler şikayet etti. Elbisesi yündendi. Bunun üzerine, Allah Teâlâ, o peygamberine vahiy göndererek şöyle buyurdu: 'Kulum! Senin kalbini beni inkâr etmekten koruduğuma razı değil misin ki benden dün-yayı istiyorsun?' Bu ilâhî hitap üzerine, o peygamberi zîşân, yerden toprak alıp başına saçıyor ve diyordu: 'Evet yarab! Razı oldum. Beni küfürden koru!'

Arifler ayaklarının yerleşmesine ve imanlarının kuvvetine rağmen kötü sonuçtan bu kadar korkarlarsa acaba zayıf kimseler nasıl korkmazlar? Kötü sonucun ölümden önce beliren birçok se-bepleri vardır: Bid'at, nifak, gurur ve kötü sıfatlardan birçoğu gibi... Bu sırra binaen, ashab-ı kirâm nifaktan çok korkmuşlardır. Hatta Hasan Basrî der ki: 'Nifaktan beri olduğumu bilsem, bu durum benim nezdimde üzerine güneş doğan herşeyden daha sevimli olur'.
Ashab-ı kirâm bu nifaktan iman esasının zıddı olan nifakı kasdetmiyordu. Onların gayesi; imanın esasıyla bir arada olan ni-faktır. Bu bakımdan (bu mânâ ile) kişi aynı zamanda hem münâfık, hem de müslüman olabilir. Bu nifakın birçok alâmetleri vardır. Nitekim Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:

Dört haslet vardır. O hasletler kimde bulunursa, o kimse katıksız bir münafıktır; isterse o kimse namaz kılsın, oruç tutsun ve 'ben müslümanım' desin. Eğer kişide o hasletlerden bili bulunursa, o kişide nifaktan bir şûbe var demektir ki o hasleti bırakıncaya kadar bu durum devam eder. O hasletler şunlardır: Kim konuştuğu zaman yalan söylerse, söz verdiğinde sözünde durmazsa, emin sayıldığı zaman hainlik yaparsa ve başkasıyla iddialaştığı zaman, yalan söylerse işte münafık odur.89

Hadîsin başka bir lâfzında 'Söz verdiği zaman hile yaparsa' diye varid olmuştur.
Ashab ve tabiin, nifakı öyle şeylerle tefsir etmişlerdir ki onlardan ancak sıddîk olan bir kimse kurtulur; zira Hasan Basrî 'Kişinin gizli ve açık durumları değişik olursa, dili ve kalbi ayrı ayrı bulunursa, çıkış ve girişi aynı olmazsa bu nifaktandır' demiştir. Acaba bunlardan kim kurtulabilir? Hatta Hasan Basrî'nin nifaktan saydığı durumlar bugün insanlar arasında normal ve âdet haline gelmiştir ve bu durumun münker olduğu unutulmuştur. Hatta bu durum, peygamberlik zamanına yakın olan bir zamanda bile cereyan etmiştir. Madem o zamanda cereyan etmiştir, o halde bizim zamanımızda neler olduğunu düşün! Hatta ashab-ı kirâmdan Huzeyfe (r.a) 'Hz. Peygamberin za-manında kişinin konuşup dolayısıyla münafık olduğu kelimeyi sizlerden bugün günde yirme defa işitmekteyim' demiştir.

Hz. Peygamberin ashabı şöyle derlerdi: 'Sizler gözünüzde kıldan daha ince ve kıymetsiz görünen birtakım amellerde bulunursunuz ki biz o amelleri Hz. Peygamberin zamanında büyük günahlardan sayardık'.

Seleften biri şöyle demiştir: 'Nifakın alâmeti, yapmış olduğun bir şeyi halk yaparsa, çirkin görmendir. Zulümden birşeyi sevmen, hakka buğzetmendir'.
Şöyle denilmiştir: 'Kişi kendisinde bulunmayan bir sıfattan do-layı övüldüğünde, bu hoşuna giderse bu yaptığı münafıklıktandır'.
Bir kişi İbn Ömer'e dedi ki:
- Biz şu emirlerin huzurlarına giriyoruz! Onların dediklerini tasdik ediyoruz. Onların yanından çıktığımızda aleyhlerinde konuşuyoruz.
- Biz bu durumu Hz. Peygamber döneminde münafıklıktan sayıyorduk!

Daha şiddetlisi şu rivayettir: Birkaç kişi Huzeyfe b. Yeman'ın (r.a) kapısında oturup onun çıkışını bekliyorlardı. Bunlar Huzeyfe'nin hakkında bir şeyler konuşuyorlardı. Huzeyfe onların yanına çıktığında ondan utanarak sustular. Bu manzara karşısında kalan Huzeyfe 'Konuştuğunuz konuyu devam ettirin!' dedi. Fakat onlar sustular. Bunun üzerine Huzeyfe 'Biz sizin bu davranışınızı, Hz. Peygamber'in zamanında nifak kabul ediyorduk!' dedi.

İşte bunu söyleyen Huzeyfe münafıkları ve nifakın sebeplerini bilmekle meşhur olmuştur.
Huzeyfe derdi ki: 'Kalbin üzerine, bir an gelir ki kalp imanla dolup taşar. Kalpte iğne ucu kadar nifaka yer kalmaz. Başka bir an ise kalp iman için bir iğne ucu kalmayacak kadar münafıklıkla dolup taşar'.

İşte bununla anlaşıldı ki ariflerin korkusu kötü neticedendir ve yine anlaşıldı ki kötü neticenin sebebi, neticeden önce tahakkuk eden birkaç şeydir. Onlardan biri bid'at, biri günahlar ve biri de nifaktır. Acaba kul ne zaman bütün bunlardan kurtulabilir? Eğer kul bunlardan kurtulduğunu zannederse, onun bu zannı nifaktır. Çünkü 'Nifaktan emin olan bir kimse, münafığın ta kendisidir' denilmiştir.
Ariflerden biri diğerine dedi ki: 'Ben nefsim için nifaktan korkuyorum'. O da cevap olarak 'Eğer sen münafık olsaydın nifaktan korkmazdın!' dedi.

Bu bakımdan ârif kişi, kader-i ezelî ve sonuç arasında ve ikisinde de korktuğu halde kıvranmaktadır. Bu sırra binaen Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:

Mü'min kul iki korku arasındadır: Allah'ın kendisine ne gibi bir muamele yapacağını bilmediği geçmiş bir ecel ile Allah'ın hakkında ne gibi bir hüküm vereceğini bilmediği gelecek bir ecel arasındadır. Nefsimi kudret elinde tutan Allah'a yemin ederim, ölümden sonra artık ayıplanacak yoktur, Dünyadan sonra, cennet veya cehennemden başka bir ev yoktur.90

Yardım edici Allah'tır.

78)Bazı nüshalarda 'aynısı' yerine 'gayrisi' geçmektedir. Fakat illet ile ma'lûl bu ikinci tabire göre uyuşmaz. Şârih der ki: 'Düşünüldüğünde bu mi-sâl, hiçbir yönden mümesselün bih'e mutabık değildir!' En yüce misâl Allah içindir. Allah temsil ve teşbihden yüce ve münezzehtir, (ithaf us-Saade,IX/224).
79) "Ben Ademoğullarının efendisiyim dememde böbürlenmek yoktur".
(İmam Ahmed, Tirmizî, İbn Mâce)
80) 'Allah'a yemin olsun, içinizde en fazla Allah'tan korkanınız benim!'
(Müslim)
81) Taberâni
82) Müslim, (Hz. Âişe'den)
83) Buhârî, (Ümm'ül-Ulâ el-Ensârîye'den)
84) Künyesi
85)Beyhakî ve Ebu Ya'lâ.
86)Daha önce geçmişti.77) İmam Ahmed, Buharî, Müslim, Ebu Dâvud, Tirmizî ve İbn Mâce, (Ebu Hüreyre'den); İbn Humeyd, Ebu Ya'la
87) Tirmizî, Hâkim
88) İbn Şahin, Şerh'üs-Sünne
89) Müslim, Buhârî, (Abdullah b. Amr'dan)
90) Beyhakî, Şuab

*Korku Ve Ümit

Korkunun Hakîkat!, Dereceleri, Kısımları, Fazileti, Korku ve Recâ'dan Hangisinin Daha Üstün Olduğu, İlacı, Kötü Sonucun Mânâsı, Peygamberlerin ve Salihlerin Korku Halleri

*Nimet'in Hakikati ve Kısımları

Lütfu ve sevabı umulan, mekrinden ve azabından korkulan Allah'a hamdolsun! O Allah ki dostlarının kalbini ümit korkusuyla tamir etmiştir. Öyle ki nimetlerinin lâtifeleriyle o dostlarını huzurunun sahasına indirmeye sevketmiştir. Düşmanlarının istikrar yeri bulunan bela (imtihan) evinden onları uzaklaştırmıştır. Korkutma ve şiddetli ihtarının kamçısıyla huzurundan yüz çevirenlerin yüzlerini, sevap kerametinin evine çevirmiştir. Bunları, kınanmaya mâruz kalmamaları için bazen kahr ve şiddet zincirleriyle, bazen de şefkat ve lütfun gemiyle cennetine çekmek için yapmıştır.

Salât ve selâm, peygamberlerin efendisi, halkının en hayırlısı Hz. Peygamber'in (ve diğer peygamberlerin), âlinin, ashabının ve zürriyetinin üzerine olsun!

Muhakkak recâ ve havf iki kanattırlar; Allah'ın dergâhına yakın olanlar, onlarla her güzel makama uçarlar. İki binektirler; ahiret yollarından geçilmesi zor olan yollar onlarla geçilir.

Rahman'ın yakınlığına ve cennetin genişliğine, yollarının uzaklığı, yüklerinin ağırlığı, kalplerinin hoşa gitmeyen şeylerle, azalarının meşakkatlerle sarılı olması sebebiyle ancak recâ (ümit) gemisi (insanoğlunu) yaklaştırabilir. Cehennem ateşinden, elemli azaptan, şehvetlerin lâtifeleriyle ve lezzetlerin acaiplikleriyle sarılı olduğu için ancak korkunun kamçıları ve şiddetin sadmeleri uzaklaştırır. Durum bu iken, ümit ile korkunun hakikatlerini, faziletlerini, zıt olmalarına rağmen onları bir araya getirmenin yolunu belirtmek gerekir. İşte biz onların zikrim iki şıktan meydana gelen bir kitapta topluyoruz. Birinci şık recâ (ümit), ikinci şık da havf (korku) hakkındadır. Birinci şık, ümidin hakikatini, faziletini, devamını ve celbedilmesinde kullanılan yolun beyanını kapsar.

*Nimetin Bela Karşısındaki Fazileti

Aişe (r.a) şöyle rivayet ediyor: Hava bozulduğu ve şiddetli rüzgâr estiği zaman, Hz. Peygamber'in yüzü mosmor kesilir, kalkar odada gezinir, girer çıkardı. Bütün bunları Allah'ın azabının korkusundan yapıyordu.98

Hz. Peygamber Vakıa sûresinde bir ayet okudu, çığlık attı. Musa da bayılarak yere düştü. (A'raf/143)

Hz. Peygamber (s.a) el-Ebtah'da (bir dere) Cebrail'in esas sûretini gördü. Çığlık atarak düşüp bayıldı.

Rivayet ediliyor ki Hz. Peygamber namaza başladığı zaman göğsünden fıkır fıkır kaynayan çanağın sesi gibi bir ses işitiliyordu."

Cebrail bana her geldiğinde Cebbar olan Allah'tan korktuğundan tir tir titriyordu!100

Şöyle denilmiştir: İblis, mâruz kaldığı felâkete uğradığı zaman, Cebrail ile Mikâil ağlamaya başladılar. Allah Teâlâ onlara vahiy göndererek şöyle dedi:
- Siz ikiniz neden ağlıyorsunuz?
- Yarab! Biz senin azabından emin değiliz.
- İşte böyle olunuz! Benim azabımdan emin olmayınız.
Tâbiînden Muhammed b. Münkedir'den şöyle rivayet ediliyor: 'Ateş yaratıldığı zaman, meleklerin kalpleri yerinden oynadı. Ademoğulları yaratıldığı zaman, meleklerin kalpleri yerine geldi!'

Enes'ten şöyle rivayet ediliyor: Hz. Peygamber Cebrail'e sordu:
- Neden ben Mîkâil'i gülerken hiç görmüyorum?
- Ateş yaratıldığından bu yana Mikâil gülmemiştir.101

Deniliyor ki Allah Teâlâ'nın bir kısım melekleri vardır. Ateş yaratıldığından beri hiçbiri gülmemiştir. Bu korkulan, Allah'ın kendilerini azap edeceği korkusundan değildir.
İbn Ömer şöyle dedi: Hz. Peygamber ile beraber çıktım. Ensardan birinin bahçesine gelinceye kadar yürüdük. Hurmalardan alıp yemeğe başladı ve dedi ki:
- Ey Ömer'in oğlu! Sen neden yemiyorsun?
- Ey Allah'ın Rasûlü! İştahım çekmiyor.
- Fakat banim iştahım çekiyor. Bu dördüncü günün sabahıdır ki yiyecek bir yemek bulamadım! Eğer rabbimden isteseydim bana Kayser ile Kisrâ'nın mülkünü verirdi. Ey Ömer'in oğlu! Sen, bütün senelik rızkını derleyen ve kalplerinde yakının zayıf olduğu bir kavmin içinde kaldığın zaman durumun ne olacaktır?
İbn Ömer der ki: Allah'a yemin olsun! Biz daha yerimizden kalkmadan şu ayet indi:
Nice canlı var ki rızkını taşıyamaz. Onları da sizi de Allah besler. O semi'dir, alîm'dir!
(Ankebût/60)

Enes der ki: Bunun üzerine, Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:
Allah size malı yığmayı emretmediği gibi, şehvetlerin arkasına kapılmayı da emretmemiştir. Kim fânî hayat için paraları istif ederse (bilsin) ki hayat; Allah'ın kudret elindedir. İyi bilin ki ben ne dinar ve ne de dirhem istif etmem ve yarın için de bir rızık saklamam.102

Ebu Derdâ der ki: 'Allah'ın dostu İbrahim namaza kalktığı zaman, kalbinin sesi bir milden işitiliyordu. Bu da rabbinin korkusundan ileri geliyordu'.

Mücahid diyor ki: Hz. Dâvud, kırk gün secdede kalıp başını kaldırmadan ağladı. Öyle ki onun göz yaşlarından otlar bitip, başını kapladı. Sonra 'Ey Dâvud! Sen aç mısın ki sana yedirilsin veya susuz musun ki sana içirilsin? Çıplak mısın ki sana giydirilsin?' diye seslenildi. Bunun üzerine Hz. Dâvud bir çığlık attı. Ud aleti heyecana gelip korkusundan yandı. Sonra Allah Teâlâ, Davud'un üzerine tevbe ve mağfiretini indirdi. Bunun üzerine, Dâvud şöyle yalvardı: "Yarab! Benim hatamı elime yazdır!' Bu dilek üzerine, Dâvud'un hatası (zellesi) eline yazdırıldı. Elini bir yemeğe, bir suya veya başka birşeye uzattığı zaman, hatasını görür, ağlardı. Dâvud'a üçte ikisi su dolu bardak götürülürdü. Bardağı ağzına götürdüğü zaman, hatası gözüne çarpardı. Bardak göz yaşlarından dolar, taşardı. Hz. Dâvud ölünceye kadar başını kaldırıp göklere bakmamıştı. Allah'tan haya ettiği için böyle yapıyordu. Münâcâtında şöyle diyordu: İlâhî! Hatamı hatırladığım zaman, yeryüzü genişliğine rağmen bana dar geliyor. Senin rahmetini hatırladığım zaman, ruhum bana geri geliyor. İlâhî! Seni tenzih ediyorum. Senin doktor kullarına, hatamı tedavi ettirmek için gittim. Hepsi de bana seni gösterdiler. Senin rahmetinden ümitsiz olanlara yazıklar olsun!'

Fudayl b. İyaz der ki: Kulağıma Hz. Dâvud'un, birgün hatasını hatırlayıp elini başına koyup bağırdığı halde, yollara koyulup, dağa çıktığını, yırtıcı hayvanların etrafında toplandığını, onlara 'Ben size sizin için değil hatalarıma çokça ağlamak için geldim. Bu bakımdan o beni ancak ağlamakla istikbal etsin. Hata sahibi olmayan bir kimseyi hatalı Dâvud neylesin!' dediği geldi. Davud çok ağladığından dolayı kınandığında şöyle diyordu: 'Bırakın da ağlama günü gelip çatmadan önce, kemikler yırtılmadan, yürekler alev alev yanmadan ve rabbim bana şiddetli, katı, Allah'ın emrine isyan etmeyen ve kendilerine verilen emri harfiyyen tatbik eden melekleri musallat kılmadan önce ağlayayım!'
Hz. Dâvud hataya düştüğü zaman, sesi kısıldı. Bunun üzerine şöyle niyazda bulundu: Yarab! Sıddîkların seslerinin safâveti içinde sesim kalınlaştı'.

Hz. Dâvud, uzun zaman ağladığı halde ağlamasından fayda görmeyince, dünya kendisine daraldı, üzüntüsü arttı ve şöyle dedi:
Ya ilâhî! Ya seyyid! Ben günahımı nasıl unutayım? Oysa ben Zebur'u okuduğum zaman, akan su akmaz, esen rüzgâr esmezdi. Kuş gelip başıma gölge yapardı. Vahşî hayvanlar benim mihrabıma yaklaşırdı. Ey rab! Ey mevlâm! Şu, benimle senin arana giren vahşet nedir?
Bu yalvarış üzerine Allah Teâlâ,ona şöyle vahiy etti:
Ey Dâvud! O söylediğin, taatin ünsiyeti, bu durum ise mâsiyetin vahşetidir. Ey Dâvud! Adem, yaratıklardan biridir. Onu kudret elimle yarattım, ona ruhumdan üfürdüm. Meleklerimi ona secde ettirdim. Kerâmet elbisemi ona giydirdim. Vakarımın tacını onun başına koydum. O yalnızlıktan şikayet etti. Onu kulum Havva ile evlendirdim. Onu cennetime yerleştirdim. O bana isyan etti. Onu zelil ve çıplak olduğu halde, komşuluğumdan uzaklaştırdım. Ey Dâvud! Benden dinle! Hakîkat benim dediğimdir. Sen bize itaat ettin. Biz de sana itaat ettirdik. Sen bizden istedin biz de sana verdik. Bize isyan ettin, sana mühlet verdik. Eğer sen şu isyanına rağmen bize tevbe edersen senden onu kabul ederiz.

Yahya b. Ebi Kesîr şöyle anlatır: Hz. Dâvud okumak istediği zaman ondan yedi gün önce yemek yemez, su içmez, kadınlara yaklaşmazdı. Ondan birgün önce Dâvud için minber sahraya çıkarılırdı. Oğlu Süleyman'a 'Memleketi, memleketin etrafındaki ormanları, tepeleri, dağları, sahraları, kiliseleri, havraları, hepsini çınlatıcı bir sesle çağır' derdi.
Bunun üzerine Hz. Süleyman memlekette 'Dâvud'un nefsi üzerine ağlamasını dinlemek isteyen gelsin!' diye çağırırdı. Çöllerden, tepelerden vahşî hayvanlar, ormanlardan yırtıcılar, dağlardan haşerat, yuvalardan kuşlar, perdelerin arkasından bâkire kızlar akın ederdi. Halk o gün için toplanırdı. Hz. Dâvud gelip minbere çıkar, İsrailoğulları onun etrafını sarar, her sınıf ayrı ayrı dururdu. Hepsi de onu çember içine alırlardı. Hz. Süleyman onun baş ucunda, ayakta dururdu. Hz. Dâvud, rabbini övmeye başlar, dinleyenler ağlayıp sızlar, bağırırlardı. Sonra Hz. Dâvud cennet ve cehennemi anardı. Dolayısıyle haşerat ölür, vahşî hayvanlardan, yırtıcılardan ve insanlardan da bir grup ölürdü. Sonra Hz. Dâvud kıyametin dehşetlerinden bahseder, kendi nefsi üzerindeki ağlamasına dalardı. Hz. Süleyman, ölenlerin çokluğunu görünce şöyle derdi: 'Ey babacığım! Dinleyenleri paramparça ettin.

Israiloğulları'ndan birçok kişi öldü! Vahşî hayvanlar ve haşerattan ölenler oldu'. Bunun üzerine Hz. Dâvud duaya başlardı. Hz. Dâvud dua ederken İsrailoğulları'nın âbidlerinden
biri şöyle seslendi: 'Ey Dâvud! Rabbinden mükâfatı istemekte acele ettin'.
Bunun üzerine, Dâvud bayılarak düştü.

Hz. Süleyman; Hz. Dâvud'a isabet eden zahmeti gördüğünde bir sedye getirir, onu sedyeye yükletir, sonra bir dellâle şöyle çağırmasını emrederdi: 'Kimin Dâvud'la beraber bir yakını veya akrabası varsa, o bir sedye getirip onu götürsün; zira Dâvud'la beraber olanları, cennet ve cehennemin zikri öldürmüştür'. Kadın sedyeyi getirip yakınını yükletip götürürdü ve yükletip götürürken şöyle derdi: 'Ey ateşin anmasıyla ölen! Ey Allah'ın korkusu kendi-sini öldüren!'. Sonra Hz. Dâvud kendine gelip ayıldığında kalkıp elini başına koyar ve ibâdethanesine girer, kapısını kilitler, şöyle niyazda bulunurdu: 'Ey Dâvud'un mâbudu! Sen Dâvud kuluna kızgın mısın?

Durmadan, (bu şekilde) rabbine münâcât ederdi.Süleyman gelip kapıda oturur, içeriye girmek için izin isterdi. Sonra beraberinde bir arpa ekmeği olduğu halde içeri girer ve şöyle derdi: 'Babacığım! Bununla ibâdetini yapmak için kuvvet bul!' Bunun üzerine Hz. Dâvud, Allah'ın dilediği kadar, o ekmekten yer, sonra çıkıp İsrailoğulları'nın arasına katılırdı.

Yezid er-Rekkaşi dedi ki: 'Hz. Dâvud birgün halkla beraber çıkıp kendilerine vaaz etti ve onları korkuttu. Kırkbin kişiyle beraber yola çıktı. Onlardan otuz bin kişi öldü. Ancak onbin kişi geri geldi'.

Hz. Dâvud'un iki cariyesi vardı. Kendisine korku geldiğinde ve yere düşüp korkudan çırpındığında onları, göğsünün ve ayaklarının üzerine otursunlar diye ve azaları parçalanmasın, mafsal-ları birbirinden çıkıp ölümüne sebebiyet vermesin diye edinmişti.

İbn Ömer (r.a) şöyle anlatıyor: Yahya b. Zekeriyya sekiz yaşında iken Beyt-ül-Makdis'e girdi. Âbidlere baktı ki kıl ve yünden yapılmış abalar giymişler. İbret alanlara baktı ki duvarları yarmış, zincirleri geçirmiş. 'Beyt-ül Makdis'in etrafında o zincirlerle kendilerini bağlamışlardı. Bu manzara onu korkuttu. Bunun üzerine anne ve babasının yanına döndü. Oynayan çocukların yanından geçti. Çocuklar ona 'Ey Yahya! Gel de oynayalım' dedi-ler. Yahya onlara 'Ben oyun için yaratılmadım' dedi. Yahya ebeveynine geldi. Kendisine kıldan yapılmış bir kaftan giydirmelerini istedi. Onlar Yahya'nın isteğine uydular. Bunun üzerine Beyt-ül Makdis'e döndü. Yahya onbeş yaşına basıncaya kadar gündüz Beyt-ül Makdis'e hizmet eder, orada gecelerdi. Onbeş yaşından sonra çıktı. Dağlara ve derelerin enginliklerine daldı. Ailesi çıkıp onu aradılar. Onu Ürdün denizinin kenarında buldular. Ayaklarını suya daldırmıştı ve neredeyse susuzluk kendisini öldürecekti. Oysa o şöyle diyordu: 'Senin izzetin ve celâlin hakkı için, senin nezdindeki makamımın neresi olduğunu bilmedikçe soğuk su tatmayacağım'.

Bunun üzerine ebeveyni bir arpa ekmeğiyle iftar etmesini ve o sudan içmesini istediler. O da onların dediğini yapıp yeminin kefaretini verdi. Bunun için o, anne babaya itaatkârlıkla övüldü. Anne ve babası onu 'Beyt-ül Makdis'e geri götürdüler. Yahya kalkıp namaz kılmak istediği zaman, beraberinde ağaçlar ve toprak ağlayıncaya kadar ağlardı. Babası Zekeriyya, bayılıncaya kadar, onun ağlamasından ötürü ağlardı. O, gözyaşları yanaklarının etini parçalayıp, bakanlara dişleri yanaklarından görününceye kadar ağlardı. Annesi kendisine 'Ey' oğul! Eğer izin verirsen dişlerini bakanlardan gizlemek için bir örtü yapayım' dedi. Bunun üzerine annesine izin verdi. Annesi bir parça keçe aldı. Onun yanakları üzerine yapıştırdı. O, namaz kılmak üzere kalktığı zaman ağlardı. Gözyaşları yanakları üzerindeki keçe parçalarında toplandığı za-man annesi gelir o keçeyi sıkardı. Göz yaşlarının, annesinin kolları üzerine aktığını görünce şöyle dedi: 'Ey Allahım! Şu gözyaşlarımdır. Şu da annem... Ben kulunum. Sen erham'ür râhimînsin'.

Babası Zekeriyya birgün kendisine şöyle dedi: 'Ey oğul! Ben ancak rabbimden seni, seninle gözlerimin kuruması için istedim'. Bunun üzerine Yahya şu cevabı verdi: 'Cebrail bana haber verdi ki cennet ile cehennem arasında bir düzlük vardır. O düzlüğü ancak ağlayan kimseler geçebilir'. Bunun üzerine Zekeriyya şöyle dedi: 'Ey oğul! O halde ağla!'

Hz. İsa şöyle demiştir: 'Ey havâriler topluluğu! Allah Teâlâ'nın korkusu ve Firdevs cennetinin sevgisi, meşakkat üzerine sebret-meyi insana bahşeder. Dünyadan uzaklaştırırlar. Hakikî olarak sizlere derim ki: 'Arpanın yenmesi ve köpeklerle beraber mezbeleliklerde yatmak bile Firdevs için azdır!'.

Şöyle denilmiştir: Hz. ibrahim hatasını hatırladığı zaman bayılırdı. Kalbinin sesi bir mil uzaktan işitilirdi. Bunun üzerine Cebrail kendisine gelir ve şöyle derdi:
- Rabbin sana selâm ediyor ve şöyle soruyor: 'Halilinden korkan hiçbir halil gördün mü?'
- Ey Cebrail! Ben hatamı hatırladım. Halilliğimi unuttum. İşte bunlar peygamberlerin (Allah'ın salât ve selâmı onların üzerine olsun) halleridir. Bu halleri düşünmekle seni başbaşa bırakalım. Çünkü onlar Allah'ı en fazla bilen sıfatına en fazla vâkıf olan kim
selerdir. Salât onlara ve Allah'a yakın olan her kulun üzerine ol sun! Allah bize kâfidir ve O ne güzel vekildir!

98) Müslim ve Buhârî
99) Bezzar, (İbn Abbas'tan)
100) Ebu Davud, Tirmizî, Nesâi
101) İbn Ebî Dünya
102) İbn Merduveyh, Beyhaîd

*Sabır ile Şük'rün Bir Yerde Birleşmeleri

Soru: Bu söylemiş olduklarının çoğu, kötü sondan korkmaya dönüşür. Peki su-i hatimenin mânâsı nedir?

Cevap: Su-i hâtime, iki derecelidir. Biri diğerinden daha korkunçtur.
Korkunç ve dehşetli olan derece, ölümün dehşetleri anında ve korkularının belirdiği çağda, kalbe ya şüphenin veya inkârcılığın galip gelmesidir. Bu bakımdan ruh, ya inkârcılığın galebe çaldığı halde veya şüphe halinde kabzolunur. Dolayısıyle kalbe galebe çalan inkârcılık düğümü, insanoğlu ile Allah arasında, ebedî bir perde olur. Bu ise, daimî bir uzaklık ve sonsuz bir azabı gerektirir. Daha hafif olan mertebe ise, ölüm çağında kalbe dünya işlerinden birisinin, şehvetlerinden bir şehvetin sevgisinin galip gelmesidir.

Dolayısıyle kişinin ruhu, o halde iken kabzolunur. Bu bakımdan kalbinin bununla müstağrak olması, başının dünyaya dönük ve yüzünün dünyaya müteveccih olduğunu gösterir. Ne zaman kişinin yüzü Allah'tan çevrilirse, Allah ile arasına perde gerilir. Perde gerildiği zaman, azap iner; zira Allah'ın alev alev yanan ateşi ancak Allah'tan mahcup olanları çepeçevre sarar. Kalbi dünya sevgisinden selîm olan ve himmeti Allah'a yönelen bir mü'mine ise, ateş şöyle haykırır: 'Ey mü'min! Geç çünkü senin nûrun benim alevlerimi söndürecek'. Bu bakımdan ne zaman mü'minin ruhu dünya sevgisinin galebe çaldığı bir halde kabzolunursa, durum tehlikelidir. Çünkü kişi neyin üzerinde yaşıyorsa, onun üzerinde ölür. Ölümden sonra kalp için ölüm çağında galebe çalan sıfatın zıddı olan bir sıfatı kazanmak mümkün değildir; zira kalplerde ancak azaların amelleriyle tasarruf edilir. Oysa ölümden ötürü azalar iptal olunmuşlardır.

Dolayısıyle ameller de iptal olunmuştur. Bu bakımdan herhangi bir ameli ölümden sonra ümit etmek boşunadır. Dünyaya gelip telâfi etmek de hayaldir. Bu durumda üzüntü oldukça artar. Ancak imanın aslı ve Allah sevgisi kalpte uzun bir müddet kökleştiğinde ve salih amellerle de kuvvet bulduğunda bu durum ölüm çağında kalpte beliren bu hali siler. Eğer kişinin imanı zayıf ise kişi, uzun zaman ateşte kalır. Eğer bir habbe miktarından fazla olmasa bile, binlerce sene sonra olsa dahi elbette onu ateşten çıkarması umulur.

Soru: Senin söylediklerin ölümden sonra hemen ateşin gelip kişinin gırtlağına sarılmasını gerektirir. Acaba neden Allah onun azabını kıyamete kadar geciktirir ve ona uzun müddet mühlet verir?

Cevap: Kabir azabını inkâr eden bir kimse bid'atçı, Allah'ın nûrundan perdelenmiş, Kur'an ve iman nûrundan mahrum olmuş bir kimsedir. Sıhhatli hüküm basiret sahipleri nezdinde, hadîslerle sabit olan hükümdür.
Kabir, ya ateş çukurlarından bir çukur veya cennet bahçelerinden bir bahçedir.91

Bazen azap gören bir kimsenin kabrine cehennemden yetmiş kapı açılır! 92

Nitekim bu husus hakkında hadîsler vârid olmuştur. Bu bakımdan onun ruhu, eğer son nefesi kötülükle kapanmış ise, üzerine bela indiği halde ondan ayrılır. Azabın çeşitleri vakitlerin çeşitlerine bağlıdır.

Bu bakımdan Nekir ve Münker'in sorgusu, kabre konulduğu zamandır. Azap da bundan sonradır. Azaptan sonra hesaptaki münakaşa gelir. Kıyamet gününde bütün bunlardan sonra, şahidlerin huzurunda, rezil olmak gelir. Ondan sonra da köprüyü geçmek tehlikesi vardır. O da şudur: Zebanilerin tutuşu ve azaba doğru sürükleyerek götürmeleri ve hadîslerde vârid olan diğer durumlar...

Öyleyse şakî bir kimse, durmadan bütün hallerinde azabın çeşitleri arasında kıvranmaktadır. O, bütün hallerde azap görmektedir, meğer ki Allah'ın rahmetiyle korunmuş ola! İmanın merkezini toprağın yiyip bitirdiğini sanma, toprak va'dedilen zaman gelinceye kadar sadece âzâları yer bitirir. İşte o zaman da dağılmış parçalar toplanır, imanın merkezi olan ruh, o parçalara döner, ölüm çağından yeniden o bedene dönünceye kadar o ruh, ya arşa asılı yeşil kuşların'havsalalarında eğer said iseler veya eğer şâkî ise bu durumun tam tersi bir durumda olurlar.

Soru: İnsanı kötü sona sürükleyen sebep nedir?

Cevap: Bu işlerin sebeplerini tafsilâtlı bir şekilde saymak mümkün değildir. Fakat onların derleyici noktalarına işaret etmek mümkündür. Şek ve inkâr üzerinde kötü sona ermenin sebebi iki şeye inhisar eder:

Birincisi
Birincisi takvanın, zâhidliğin ve amellerdeki salâhın bütünüyle beraber düşünülen bir sebeptir. Zâhid olan bid'atçı gibi; zira zâhid olan bid'atçının sonu gerçekten tehlikelidir. Amelleri salih olsa bile durum değişmez. Ben burada herhangi bir mezhebi kasdetmiyorum ki onun bid'at olduğunu söylemiş olayım; zira bunun beyanı oldukça uzar. Bid'attan gayem; kişinin Allah'ın zati, sıfatları ve fiileri hakkında hakikatin hilâfına inanmasıdır. Bu bakımdan kişi bunlara bâtıl bir şekilde ya kendi reyiyle, aklının verdiği istikametle böyle inanıp hasmını susturmak için kullandığı görüşe dayanır. Ona aldanarak davranır veya hali böyle olan bir kimseyi taklid ederek böyle inanır. Bu bakımdan ölüm yaklaştığında, ölüm meleğinin alnı göründüğünde kalp, içindeki vesveselerden ötürü sarsıldığı zaman, çoğu kez ölümün o dehşetleri anında daha önce cahilce inandığı şeylerin bâtıl olduğu kendisine görünür; zira ölüm hali, perdenin kalkma halidir. Ölümün dehşetlerinin başlangıçları da ölümdendir. Bu bakımdan bazen bunlarla birtakım şeyler inkişaf eder.

Öyleyse onun nezdinde daha önce inandıkları bâtıl çıktığı zaman ki bunlara kesinlikle inanır ve bu inançlar nefsinde yakîn derecesine gelmiştir o zaman sadece bu inancında nefsinin kendisini yanılttığını ve bu yanıltmanın bozuk düşüncesi ile kısa aklının mahsulü olduğunu sanmayarak daha geniş ufuklara açılır. İnandığı herşeyin temelinin çürük olduğunu zanneder. Zira bu zavallının nezdinde Allah ve onun Rasûlüne inanmak ve diğer sıhhatli akidelerle bozuk akidesinin arasında bir fark yoktur! Bu bakımdan cehaletinden neşet eden birtakım inançlarının bozuk olmasının o anda kendisine keşfolunması diğer itikatlarının da bozuk olduğuna inanmasına veya en azından onlardan şüpheye düşmesine sebep olur. Eğer kazara ruhu bu durumda iken kabzolunursa, akidesi kalbinde sabit olmazdan ve imana dönmezden önce ölüp giderse, böyle bir kimsenin hayatı kötülükle sonuçlanmış ve ruhu şirk üzerinde çıkmıştır. Allah Teâlâ bizi korusun! İşte şu ayetlerden kastolunan ancak böyleleridir:
(Çünkü) hiç hesap etmedikleri şeyler, Allah'tan karşılarına çıkmıştır.(Zümer/47)

De ki: Size (yaptıkları) işler bakımından en çok ziyana uğrayacakları haber vereyim mi? Dünya hayatında bütün çabaları boşa gitmiş olan ve kendileri de güzel bir iş yaptıklarını sanan kimseleri?(Kehf/103-104)

Nasıl ki rüya âleminde, istikbalde vakî olacak hadiseler uyku sebebiyle dünya meşgaleleri hafiflediği için inkişaf ediyorsa, ay-nen onun gibi ölüm dehşetlerinde birtakım şeyler inkişaf eder; zira dünyanın meşgaleleri, bedenin şehvetleri, kalbi melekûta bakmaktan alıkoyan yegâne sebeplerdir. Dolayısıyle kişi levh-i mahfuzda olan şeyleri mütalaa eder. Böylece ona işlerin hakikati inkişaf eder. Bu bakımdan bu halin benzeri, keşfin sebebi olur. Keşfte de diğer inançlarda da şüphenin sebebi olur. Kim Allah'ın zatı, sıfatları ve
fiilleri hakkında bâtıl birşeye inanırsa, onun bu inancı taklidden veya reyinden ve aklî görüşünden ileri geliyorsa, o kimse bu tehlikenin içindedir demektir. Zâhidlik ve salihlik bu tehlikeyi bertaraf etmeye kâfi değildir. Bu tehlikeden katıksız ve hak olan inanç kur-tarır. Bülh (saf) bir kimse ise bu tehlikeden uzaktır. Bülh ile icmâlen fakat sarsılmaz bir şekilde Allah'a, Rasûlüne ve son güne iman eden bedevileri, köylüleri ve halk tabakasını kastediyorum. O halk tabakaları ki tedkik ve tahkike girişmezler. Tek başlarına dinî konuları kurcalamazlar. Kelâmcıların sınıflarına da değişik sözlerini taklid etmek hususunda kulak vermezler. Bu sırra binaen Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:
Cennet ehlinin çoğu, bülh (saf) olan kimselerdir.

Yine bu sırra binaen selef, halkı dinî konuları tedkik ve kelâm ilmine dalmaktan ve bu işleri kurcalamaktan menetmiştir. Halka, Allah'ın indirmiş olduğu hükümlere, ayet ve hadîslerin zâhirlerine, Allah'ı herhangi bir şeye benzetmeyi reddederek inanmayı emretmişlerdir. Onları tevillere dalmaktan menetmişlerdir. Çünkü sıfatları tedkik etmekteki tehlike oldukça büyüktür. Boğazlar geçilmez bir vaziyettedirler. Yollar patika yollarıdır. Akılların Allah'ın celâlini idrâk etmekten yoksun oldukları da malûm...

Yakîn nûruyla Allah'ın hidayeti kalplerden ancak, o kalplerin üzerine teraküm eden dünya sevgisinden dolayı uzaklaşmıştır. Müdekkiklerin akıllarının sermayesiyle söyledik-leri şeyler karışık ve biri diğerini nakzedicidir. Kalpler ise, neşenin başlangıcında onlara ilka edilen bir şeye yakınlık duyar ve ona bağlanır. Halk arasındaki kabaran taassublar ise ecdaddan irsî olarak kalan veya işin başında muallimlerden hüsn-i zan ile öğrenilen akideleri perçinleştiren çivilerdir.

Sonra tabiatlar dünya sevgisine meftundurlar, ona yönelirler. Dünyanın şehvetleri onların gırtlaklarına sarılmıştır. Onları düşünceden alıkoyarlar. Allah ve sıfatları hakkında reyle, akılla konuşma kapısı açıldığı zaman, insanların fikirleri ayrılır, tabiatları değişir ve onlardan her cahil kemâl iddia eder veya hakkın künhünü ihâta edememesine rağmen her biri aklına geleni söyler. Bu durum, onları dinleyenlerin kalplerini de tesir altına alır. Uzun beraberlikten dolayı bu durum onlarda kökleşir. Kurtuluş kapısı tamamen kapanır. Bu bakımdan halk tabakasının selâmeti salih amellerle meşgul olmalarındadır. Güçlerinin haricinde olan şeylere burunlarını sokmamalarındadır. Fakat şu zamanda dizgin oldukça gevşek bırakılmış, hezeyan alabildiğine yayılmıştır. Her cahil zannından ve tahmininden ötürü tabiatına uygun geleni seçmekte ve bunun ilim ve yakîn olduğuna, imanının katıksız olduğuna inanmaktadır. Bununla vukû bulan tecrübe ve tahminin 'ilm'el-yakîn' ve 'ayn'el yakîn' olduğunu zanneder. Oysa gelecek bir zamanda gerçeği görecektir. Böyle kimseler hakkında perde kalktığında şu şiirlerin söylenilmesi uygundur:

Günler iyi göründüğünden dolayı onların hakkında hüsn-ü zanda bulundun.
Kaderin getireceğinin kötülüğünden korkmadın. Geceler seninle geçici olarak sulh ettiler, ona aldandın. Oysa gecelerin safaveti nezdinde bulanıklık peyda oldu.

Her kim Allah'a, Rasûlu ne ve kitablarına olan katıksız imandan ayrılırsa, araştırma denizine dalarsa, o kimse bu tehlikeler ile karşı karşıyadır. O kimsenin misâli, denizin dalgaları arasında olduğu halde, gemisi parçalanan bir kimsenin misâlidir. Dalgalar onu birbirinin kucağına atarlar. Sahile çıkması pek nâdir olur, bu ihtimal de uzaktır. Helâk, böyle bir kimse hakkında daha galiptir!

Kim araştırmacıların akıllarının sermayesi olarak çıkardık-ları bir inancın üzerine, ya onların kör taassubları içerisinde yazmış oldukları delilleriyle veya o deliller olmaksızın inerse böyle bir kimse, inancı bozuk bir kimsedir. Eğer buna güveniyorsa, bu kimse Allah'ın azabından emin olan bir kimse olur! Eksik aklına aldanmış demektir. Araştırmaya dalan herkes, bu iki durumdan kurtulamaz. Ancak kulun hududunu geçip velayet ve nübüvvet âleminde doğan mükâşefe nûruna vardığı zaman bu tehlike sözkonusu olmaz. Oysa bu makama varmak da 'kibrit-i ahmer' gibi pek enderdir. Nerede elde edilir? Bu tehlikeden ancak avam tabakasının Allah'a, peygamberine ve kitablarına sâfi bir şekilde inananları veya ibadet ve ateşin kendilerim meşgul ettiği kimseler selâmet kalabilirler. Bu kimseler, bu fuzulî işe dalmazlar. İşte neticenin kötü olmasına tesir eden tehlikeli sebeplerden biri budur.

İkincisi
İkinci sebebe gelince, o aslında imanın zâfiyetidir. Sonra dünya sevgisinin kalbi istilâ etmesidir. Ne zaman iman zayıf düşerse Allah sevgisi zayıflar. Dünya sevgisi kuvvet bulur. Öyle bir vaziyete gelir ki kalpte Allah sevgisinin yeri kalmaz. Ancak söz olarak kalır ve nefsin muhalefetinde müsbet bir rolü görünmez. Şeytanın yolundan dönmekte herhangi bir etki yapmaz. Bu bakımdan bu durum, şehvetlerin arkasında gitmeyi ve alabildiğine dalmayı gerektirir.

Hatta kalp kararır, katılaşır, simsiyah kesilir. Nefislerin zulmeti kalbin üzerinde birikir. Kalpte bulunan iman nûru söner. Öyle ki bu durum, kalbin üzerinde bir mühür ve pas meydana getirir. Ne zaman ki ölümün dehşetleri gelirse, dünya sevgisi daha da artar ve dünyadan ayrılmanın ürpetileri görülür. Tek sevgilisi dünya olduğu için kalp, dünya ayrılığından gelen ürpertiden dolayı elem duyar ve bunu Allah'tan görür. Böylece Allah tarafından kendisine takdir edilen ölümü hoş görmemekle kalbi hoplar ve bunu hoş görmemesi de Allah'tan geldiği içindir. Bu bakımdan böyle bir kimsenin kalbine, sevgi yerine Allah'tan nefret etmek yerleşir. Nitekim zayıf bir şekilde çocuğunu seven bir kimsenin çocuğu kendisinden daha sevimli ve babasının kalbini daha yakıcı olan mallarını aldığı zaman, babanın o zayıf sevgisi nefrete dönüşür. Eğer adam o sırada ölürse, ameli kötülükle sonuçlanmış demektir! Ebedî bir helâk ile yok olmuştur. Bu tür sonuca götüren sebep, dünya sevgisinin galebe çalması ve dünyaya meyletmesidir. İmanının zâfiyetine rağmen dünya ile sevinmesidir. Tabiîdir ki imanın zâfiyeti, Allah sevgisinin zâfiyetini gerektirir.

Bu bakımdan kalbinde, Allah'ın sevgisini dünya sevgisinden daha galip gören bir kimse velev ki dünyayı da seviyorsa bu tehlikeden daha uzaktır. Dünya sevgisi her hatanın başıdır. O müzmin bir hastalıktır. O sevgi halk tabakalarını tesiri altına almıştır. Bütün bu felâket Allah'ın mârifetinin az bilinmesinden ileri gelir; zira Allah'ı ancak tanıyan bir kimse sever.

De ki: 'Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, hanımlarınız, soylarınız, kazandığınız mallar, düşmesinden korktuğunuz ticaretiniz, hoşunuza giden meskenler, size Allah ve Rasûlünden ve O'nun yolunda cihaddan daha sevgilisi ise, artık Allah'ın emri (azabı) gelinceye kadar bekleyin. Allah fâsıklar topluluğunu hidayete erdirmez.(Tevbe/24)

Öyleyse kimin, kalben Allah'ı inkâr tehlikesi halinde ve kalbiyle Allah'ın fiilini hoş görmeyip kendisiyle aile efradının, malının ve diğer sevdiklerinin arasını ayırdığından dolayı nefre-tini gösterir bir durumda ruhu cesedinden ayrılırsa, bu kimsenin ölümü, sevmediğinin huzuruna varmak ve sevdiğinden ayrılmaktır! Bu bakımdan bu kimse efendisini sevmeyen ve ondan kaçan bir kulun efendisinin huzuruna varışı gibi Allah'ın huzuruna varır. Bu kimse cebren efendisinin huzuruna getirilirse, karşılaşacağı mahcubiyet ve azap hiç kimse için gizli değildir.

Sevgi üzerinde ölene gelince o, mevlâsının cemâline müştak, emrine itaatkâr bir kölenin mevlâsının huzuruna varışı gibi varır. Öyle bir köle ki çalışmaların zorluklarına katılır, mevlâsının hu-zuruna varmak için yolculuğun zorluklarına göğüs gerer. Bu kölenin sadece mevlâsının huzuruna varmakla ne kadar sevineceği herkesin malûmudur. Bir de mevlâsının ikramına, nimetlerin gariplerine müstehak olması vardır ki o da ayrı...

Birinci sonuçtan daha az tehlikeli olan ikinci sonuca gelince ki bu sonuç kişinin ebediyyen ateşte kalmasını gerektirmez bu sonucun da iki sebebi vardır: Bu sebeplerden biri iman ne kadar kuvvetli olursa olsun günahlarının çokluğudur.

İkincisi günahlar ne kadar az olursa olsun imanın zâfiyetidir. Bu kötü sonuç şundan ileri gelir: Günahları işlemenin sebebi; şehvetlerin galebe çalması, âdet ve ülfiyetin çokluğundan dolayı kalpte yerleşmesidir. İnsanoğlunun hayatı boyunca sevdiği herşey ölüm anında onun kalbine yeniden gelir! Eğer onun meyli ibadetlere ise; ölüm anında onun üzerine Allah'ın taatinin zikri galebe çalar. Eğer onun meyli günahlara daha fazla ise, günahların zikri ölüm anında kalbe galip gelir. Bu bakımdan çoğu zaman ruhu, dünya şehvetlerinden bir şehvetin veya günahlardan bir günahın galebe çaldığı anda kabzolunur. Böylece kalbi onunla bağlanır ve Allah'a karşı mahcup olur.

Ancak zaman zaman günah işleyen kimseye gelince, o bu tehlikeden daha uzaktır. Hiç günah işlemeyen bir kimse ise, bu tehlikeden daha da uzaktır. Kendisine günahların galebe çaldığı ve günahları ibâdetlerinden daha fazla oları, ibâdetlerden daha çok günahlarla kalbi sevinen bir kimse ise, bu tehlike onun hakkında oldukça belirgindir.

Biz bunu bir misalle anlatalım: Malûmdur ki insan rüyasında hayatı boyunca bildiği hallerden bir kısmını görür. Hatta insan rüyada ancak uyanık iken gördüklerinin benzerini görür. Hatta erginlik çağına yaklaşan bir kimse eğer uyanık iken cinsî münasebette bulunmamış ise cima ettiğini görmez. Eğer uzun bir müddet bekâr kalsa, ihtilâm olduğu zaman yine cima ettiğini görmez. Sonra malûmdur ki hayatını fıkıh ilmine sarfeden bir kimse, ilimle ve âlimlerle ilgili hallerden, ömrünü ticarette sarfedip de ticaretle ilgili halleri gören bir kimseden daha fazlasını rüyasında görür. Tüccar bir kimse ticaret ve sebepleriyle ilgili olan halleri, doktorun veya fakîhin gördüklerinden daha fazla görür. Çünkü uyku halinde, ülfiyetin uzunluğundan dolayı, kalple münasebeti olan şey veya sebeplerden bir sebeple meydana gelen şey zuhur eder. Ölüm de uykuya benzer. Fakat ölüm uykudan daha üstündür. Fakat ölümün dehşetleri, ölümden önce insanoğlunda me'lûf olan bir şeyin hatırlanmasını ve onun kalbe düşmesini iktiza eder. Onun zikrinin kalpte hasıl olmasını sağlayan sebeplerden biri de uzun zaman ona ülfîyet vermektir. Bu bakımdan günah ve ibâdetlere uzun zaman ülfiyet vermek de müreccih bir sebeptir. Böylece salih kimselerin rüyaları da bozuk kimselerin rüyalarına zıttır. Öyleyse ülfîyetine galebe çalması, kişinin kalbinde fâhiş bir zarure-tin temessül etmesine sebeptir. O sûrete nefis meyleder ve çoğu kez ruh bu halde kabzedilir ve bu da kötü sona sebep olur. Her ne kadar imanın esası baki ve dolayısıyla kötü sondan kurtulmak bu kimse için umulursa da...

Nasıl ki uyanıklık halinde, tehlikeli olan ancak Allah'ın bildiği özel bir sebepten dolayı tehlikeli oluyorsa, aynen onun gibi rüyaların da Allah katında sebepleri vardır. Biz o sebeplerin bir kısmını bilmiyoruz. Nitekim kalbe gelen bir şeyin ya benzerlikten veya zıtlıktan veya beraberlikten dolayı o şeye uygun düşen başka birşeye intikal ettiğini bildiğimiz gibi...

Benzerlikten temin edilen uygunluk, bir güzele bakıp, başka bir güzeli hatırlamaktır. Zıtlıkla temin edilen uygunluk ise, bir güzele bakıp bir çirkini hatırlamak ve bu iki zıddın arasındaki korkunç uçurumu düşünmektir. Beraberlikle meydana gelen uygunluğun ise tasviri şöyledir: Daha önce bir insanın beraberinde görmüş olduğu bir ata bakar, o insanı hatırlar, bazen de düşünce, bir şeyden diğer bir şeye intikal eder. Fakat bu şeylerin arasındaki münasebetin yönü bir türlü çözülmez. Bu ancak bir veya iki vasıta ile hasıl olur. Meselâ; bir şeyden ikinci bir şeye, o ikinci şeyden de üçüncü bir şeye intikal, etmek gibi... Sonra ikinci şey unutulur. Böylece üçüncü ile birinci arasında münasebet olmaz. Fakat ikinci ile üçüncü arasında münasebet yardır. İkinci ile birincinin arasında da münasebet vardır.İşte bunun gibi uykuda da hâtıraların intikali için bu cinsten sebepler vardır ve ölüm dehşetleri anında da durum böyledir.

Bu duruma binaen ilim Allah'ın nezdindedir terziliğin bütün zamanını meşgul ettiği kimsenin ölüm anında başına işaret ettiğini, sanki iğnesini alıp onunla dikmek istediğini, yüzük ve aleti olan parmağını ağzına götürüp ıslattığını, izan üzerinde tuttuğunu, onu ölçtüğünü, sanki onun tafsilâtını veriyormuş gibi yaptığını, sonra elini makasa uzattığını görürsün. Kim kalbine gelenlerin günah ve şehvetlerden intikal edip ibâdetlere yönelmesini istiyorsa, bu kimsenin çıkar yolu, nefsini günah ve şehvetlerden kesmek için hayatı boyunca mücâhede etmektir, şehvetleri kalpten sökmeye çalışmaktır. İşte elden gelen bu kadardır. Hayıra uzun zaman devam etmek, düşüncesinden şerri tahliye etmek de ölüm dehşetlerinin hali için zahiredir. Çünkü kişi dünyada neyin üzerinde yaşamış ise onun üzerinde ölüp, onun üzerinde haşrolunur.

Bir bakkala ölüm çağında şehâdet kelimeleri telkin edilir. O da beş, altı, dört derdi. Çünkü onun nefsi, ölümden önce uzun zaman uğraştığı hesapla meşgul idi.

Selef âriflerinden biri şöyle demiştir: 'Arş, nûr olarak pırıl pırıl parlayan bir cevherdir. Bu bakımdan kul hangi hâl üzerinde olursa, onun üzerinde bulunduğu suretin benzeri arşta halkedilir. Ne zaman ki bu şahıs ölüm dehşetlerine girerse, o sûret arştan ona gösterilir. Bu bakımdan çoğu kez nefsini günah üzerinde görür. Böylece kıyamet gününde de bu durum ona keşfolunur ve dolayısıyle nefsinin hallerini görür. Kelimelerle vasıflandırılmayacak derecede korkar ve mahcup olur'.

Arifin söylediği doğrudur. Doğru rüyanın sebebi de buna yakın bir şeydir; zira uyuyan bir kimse, müstakbelde, levh-i mahfuz'dan bazı şeyleri idrâk eder. Bu, peygamberliğin parçalarından bir parçadır. Madem durum budur, kötü sonuç kalbin hallerine ve kalbe gelen şeylerin ihtilâcına dönüşmüştür. Kalpleri evirip çeviren ancak Allah'tır. Düşüncelerin kötülüğünü isteyen tesadüfler ise, tamamen kulun iradesine dahil değildir. Her ne kadar uzun alışkanlığın orada bir tesiri varsa da...

Bu bakımdan onunla âriflerin kötü sonuçtan korkuları artar; zira eğer insan, rüyada salihlerin ibâdet ve taatlerinin ahvâlinden başkasını görmek istemiyorsa, bu durum onun için çetindir. Her ne kadar salihliğin ve salihliğe devam etmenin çokluğunun bu istekte müsbet bir tesiri varsa bile yine de hayalin dalgalan tamamen kontrol altına girmez. Her ne kadar galip, uykuda belirenin uyanıklık halinde kişide galip olan, olan da halin münasebeti ise de...

Hatta ben şeyh Ebu Ali el-Farmedî'den93 dinledim. Bana müridin şeyhine karşı edepli olmasının vâcib olduğunu ve müridin kalbinde şeyhin bütün söylediklerine karşı bir inkârın olmaması, diliyle şeyh ile mücadele etmemesi gerektiğini anlatıyordu. Bu es-nada dedi ki: 'Ben şeyhim Ebu Kasım el-Kirmanî'ye94 bir rüyamı hikâye ederek dedim ki: "Seni rüyamda gördüm. Bana birşey için 'şöyledir' dedin. Ben de 'Neden öyle olsun!' diye sordum". Bunun üzerine şeyh Ebu Kasım, beni bir ay bırakıp benimle konuşmadı ve dedi ki: 'Eğer senin içinde (şeyhinden) delil istemenin caiz olma fikri ve sana söylediğimi inkâr etme düşüncesi caiz olmasaydı uyku halinde senin dilinden bu çıkmazdı.'95

Gerçek şeyhin dediği gibiydi; zira insanoğlu rüyada, uyanıklık halinde kalbine galebe çalan şeyin zıddını çek az görebilir. İşte kötü sonuç sırlarından muamele ilminde zikredilmesi müsamaha edilen miktar budur. Bunun ötesi ise mükâşefe ilmine dahildir. Anlaşıldı ki kötü sondan emin olmak ancak şöyle mümkün olabilir: 'Eşyayı olduğu gibi, cahillik olmaksızın görmek ve bütün ömrünü günah işlemeksizin Allah'ın ibadetine sarfetmektir'.

Eğer bunun muhal veya çetin olduğunu biliyorsan, elbette arif-lerin kalbine galebe çalan korku, sana galebe çalmalıdır ki onun sebebiyle uzun uzadıya ağlayıp figan edesin ve ondan ötürü üzüntün ve sarsılman devam etsin.

Nitekim biz ileride peygamberlerin ve selef-i salîhinin hallerinden bu durumu hikâye edeceğiz ki bu senin kalbinde ateş korkusunu artıran sebeplerden biri olsun! Sen bununla ömrün, bütün amellerinin eğer ruhun teslim edildiği son nefeste sağlam kalmazsa, zâyi olacağını anlamış oldun ve yine an-ladın ki bu son nefesin, düşünce dalgalarının sürülmesiyle bera-ber selâmet kalması gerçekten zordur.

Mutarrıf b. Abdillah96 şöyle demiştir: 'Ben, helâk olan bir kimsenin nasıl helâk olduğuna hayret etmiyorum. Fakat kurtulan bir kimsenin nasıl kurtulduğuna hayret ediyorum!'

Hâmid el-Leffaf da şöyle demiştir: Melekler mü'min kulun ruhunu huzur-u ilâhî'ye yüceltip götürürken, melekler o ruha hayret ederler ve derler ki 'Bu kimse, içinde bizim hayırlılarımızın bile fesada uğradığı şu dünyadan nasıl kurtuldu?'

Süfyan es-Sevrî birgün ağlıyordu. 'Neden ağlıyorsun?' denildi. Cevap olarak şöyle dedi: 'Bir zaman günahlar için ağladım. Şimdi İslâm için ağlıyorum'.

Kısacası; gemisi denizin enginliğine düşen, üzerine dehşetli rüzgârlar hücum eden, dalgaların kendisini kucaktan kucağa attığı bir kimse için kurtuluş uzak bir ihtimaldir! Oysa mü'minin kalbi, ızdırap bakımından, denizin dalgalarından daha büyüktür. Ölüm çağında kalbe gelen korkutucu, kötü bir düşüncedir ki sadece kalbe o gelir.

O da öyle bir düşüncedir ki Hz. Peygamber (s.a) onun hakkında şöyle demiştir:
Muhakkak kişi cennet ehlinin ameliyle elli sene amel eder. Öyle ki onunla cennet arasında ancak bir devenin iki sağımı arası kadar mesafe kalır. Daha önce hakkında verilen ilâhî karardan ötürü sonucu tehlikeli olarak kapanır.
Devenin iki sağımı arası, o kişinin şekavetini gerektirecek amelleri işlemeye yetmeyecek kadar kısa bir zamandır. Hatta onlar, gelip geçen ve şimşeğin çakması gibi hızlı olan düşüncelerdir.

Sehl et-Tüsterî şöyle anlatıyor: "Rüyamda cennete girdim ve orada üçyüz peygamber gördüm. Onlara 'Dünyada en fazla neden korkuyordunuz?' diye sordum, onlar 'Kötü sonuçtan korkuyorduk dediler". İşte bu büyük tehlikeden dolayıdır ki şehâdet mertebesi imrenecek bir mertebe ve ânî ölüm istenilmeyecek bir ölümdür.

Anî ölüm şundan ötürü istenilmez: Çoğu kez kötü bir düşüncenin galebe çaldığı ve kalbi istilâ ettiği bir âna tesadüf eder. Oysa kalp de ya mârifet nûruyla dolu veya kerahyeti ve istememezlikten dolayı böyle düşüncelerden boşalabilir.

Şehâdet mertebesi ise, kalpte Allah sevgisinden başkasının kalmadığı, dünya, aile efradı, mal, evlât ve bütün şehvetlerin sevgi-sinin kalpten çıktığı halde ruhun kabzedilmesinden ibarettir; zira çarpışanların saflarına nefsini ölüme hazırlayarak hücum etmek, ancak Allah'ın sevgisini, rızasını talep etmek, düyasını verip ahi-retini satın almak ve Allah ile yapmış olduğu alış verişe razı ol-mak halinde o mertebeye ulaşılır.
Allah, mü'minlerden canlarını ve mallarını cennet kendilerinin olmak üzere satın almıştır.
(Tevbe/111)

Satıcı bir kimse, şüphesiz ki sattığı malı gözünden çıkarır, sevgisini kalbinden atar. Sadece karşılığının sevgisi kalpte kalır. Böyle bir hâl bazı durumlarda kalbe galebe çalar. Fakat ruhun kabzolunması, bazen bu hallere tesadüf etmez. Fakat savaşmak ruh'un böyle bir halde çıkışma sebep teşkil eder. Bu durum, kahramanlıkla düşmana galip gelmeyi, ganimet elde etmeyi ve güzel şöhret elde etmeyi kasdetmeyen bir kimse içindir; zira yukarıda saydığımız menfî (olumsuz) niteliklerden uzak olmayan bir kimse, savaş meydanında öldürülse bile, hadîslerin delâlet ettiği gibi, şehâdet mertebesinden uzaktır! Sana kötü sonucun mânâsı ve kötü sonuç hakkında korkutan şeyin ne olduğu belirdiğinde, o sonucu iyi geçiştirmeye hazırlanmakla meşgul ol, Allah'ın zikrine devam et, kalbinden dünya sevgisini çıkar, azalarını günah işlemekten koru, kalbini günahları düşünmekten uzaklaştır. Mümkün olduğu kadar günahları ve günah ehlini müşahede etmekten sakın; zira bu da kalpte menfî tesir yapar. "Fikrini ve düşüncelerini ona meylettir. Sakın işi geciktirip 'Ben gelecekte, sonuç gelip çattığı zaman buna hazırlanacağım' deme; zira senin nefeslerinin her biri senin sonucundur. Çünkü o nefeste ruhunun uçup gitme ihtimali vardır. Bu bakımdan her göz açıp kapanışta kalbini kontrol et. Bir an dahi ihmal etme. O ânın senin sonun olması mümkündür. Bu durum uyanıklık halinde devam ederse böyledir. Uyuduğun zamana gelince, ancak zâhir ve bâtının uyanık olduğu halde uyu!

Allah'ın zikri kalbine galebe çaldıktan sonra uyku sana galip gelsin. Zikrin kalbine galebe çaldığı zaman dedim de diline galip geldiği demedim. Çünkü sadece dil ile söylenen zikrin tesiri zayıftır. Kesinlikle bil ki uyku çağında senin kalbine ancak uyku-dan önce galebe çalan bir durum galip gelir. Uyku halinde ancak uyanıklık halinde galip olan, kalbine galebe çalar. Ölüm ile ölümden sonra dirilmek, uyku ile uyanıklığa benzer. Nasıl ki kul, ancak uyanıklık halinde kendisine galip olanın üzerinde uyanıyorsa, aynen onun gibi kişi neyin üzerinde yaşıyorsa, ancak onun üzerinde ölür. Neyin üzerinde ölmüş ise, onun üzerinde haşrolunur. Kesinlikle ve yakînen tahakkuk etti ki ölümden sonra dirilmek, se-nin hallerinden iki haldir, tıpkı uyku ile uyanıklık gibi...

Eğer sen yakîn gözü ve basiret nûruyla bunu müşahede edecek bir kimse değilsen, kalbin inancıyla tasdik ederek buna inan! Nefeslerini murâkebe et. Bir göz açıp kapayıncaya kadar Allah'tan gafil ol-maktan sakın; sen bütün bunları yapsan bile (yine de) büyük bir tehlike içindesin. Bunları yapmazsan acaba durumun nasıl olur?

Bütün insanlar helâk olmuşlardır; ancak âlimler müstesna! Alimlerin de hepsi helâk olmuştur; ancak ilimleriyle amel edenler müstesna! Amel edenlerin de hepsi helâk olmuştur; ancak ihlâs sahipleri müstesna! İhlâs sahipleri de büyük bir
tehlike üzerindedirler.97

Dünyadan zarurî ihtiyacın kadarıyla kanaat etmedikçe, senin için bu durum müyesser olamaz. Senin zarurî ihtiyacın ise yiyecek, giyecek ve meskendir. Bunların dışında kalan diğer şeylerin tümü fuzulîdir. Yemekten zarurî olan miktar belini doğrultan, mideni doyuran miktardır. Bu bakımdan istemeyen ve mecbur ka-lan bir kimsenin yediği gibi yemelisin. Tuvalete gitme rağbetinden, yemekteki rağbetin daha fazla olmamalıdır. Zira yemeği mideye sokmakla çıkarmanın arasındaki fark yoktur. Bu iki şey de insan tabiatında zarurîdir. Nasıl ki def-i hacet, kalbini meşgul edecek değerde değil ise, aynen onun gibi yemeğin de kalbini meşgul etmesi uygun değildir. Eğer hedefin; karnına giren şey ise, kıymetin de karnından çıkan şeydir. Def-i hacette olduğu gibi yemekten maksadın Allah'ın ibâdetinde kuvvetli olmaktan başka birşey olmamalıdır. Bunun alâmeti üç şeyde belirir: Yiyeceğin vaktinde, miktarında ve cinsinde...

Vakte gelince, vaktin en azı, gece gündüz (yirmi dört saat) bir defa yemektir. Bu bakımdan bu şahıs oruca devam eder.

Miktarına gelince, midenin üçte birinden fazlasını doldurmamaktır.
Cinsine gelince, mümkün ve mevcut olanla kanaat edip yemeklerin lezzetlilerini aramamaktır. Eğer bu üç duruma gücün yetiyorsa, lezzetlerin şehvetinin zorluğu omuzundan düşerse bundan sonra şüphelileri terketmeye gücün yeter ve ancak helâlden yeme imkânına sahip olursun. Çünkü helâl azdır ve bütün şehvetlere yetmez.

Elbisene gelince, elbiseden gaye sıcak ile soğuğu defetmek ve avreti örtmek olsun. Bu bakımdan başından soğuğu defeden bir şeyden velev ki bir danik karşılığında (para birim) satın aldığın bir kalensüve (külâh) olsun başkasını istemen fuzulî bir istek olur. Zamanın orada zâyi olur. Ona bir defa tamah etmek yüzünden çalışıp zahmet çektiğinde daimî meşguliyet yakana yapışır. İkinci bir defa tamah etmek haram ve şüphedendir. Sıcak ve soğuğu bedeninden defedecek diğer şeyleri buna kıyas et! Bu bakımdan giyinme ihtiyacını yerine getiren şeyle eğer cinsinin kötülüğünden ötürü iktifa etmezsen, ondan sonra senin dönecek bir yerin yok demektir. Hatta sen karnı ancak toprak ile dolan kimselerden olursun. Mesken de böyledir. Eğer o meskenin maksadıyla iktifa edersen, tavan olarak gök, taban olarak yer sana kâfidir. Eğer sıcak yeya soğuk sana galebe çalarsa camilere sığın. Eğer özel bir mesken talep ediyorsan, bu oldukça uzar. Ömürünün çoğu buna sarfedilir! Oysa ömrün senin sermayendir. Sonra özel bir mesken elde edilirse bile duvardan, seninle başkalarının gözü arasında perde olmasından başka birşey, tavandan da senden yağmurları defedici olmaktan başka birşey talep edersen, duvarları yükseltmek, tavan-ları süslemek hevesine kapılırsan bu takdirde öyle bir çukura düşmüş olursun ki ondan çıkman uzak bir ihtimal olur!

İşlerin zarurî kısımlarının hepsi böyledir. Eğer zarurî miktarla iktifa edersen, Allah'a kulluk yapmak vaktini bulursun. Ahiretin için azıklanmaya gücün yeter. Sonucun için hazırlanabilirsin. Eğer zaruret hududunu aşar, nefsinin istek ve temennilerine dalarsan, hedefin çeşitli dallara ayrılır, seni hangi derede helâk edeceğine Allah Teâlâ perva etmez! Bu bakımdan senden daha fazla nasihata muhtaç olan (benim gibi) bir kimseden bu nasihati kabul et!

Tedbir, azıklanma ve ihtiyatın geniş sahası bu kısa ömürdür. Onu tehir ettiğinde veya gaflet ettiğinde iraden olmadan ânî olarak götürülürsün. Dolayısıyla hasret ve pişmanlık senden ayrılmaz. Eğer korkunun zafiyetinden ötürü ve sonucun hakkında niteliğini belirttiğimiz mesele korkmana kifayet etmediğinden dolayı irşad olunduğun bu yola devam etmezsen, sana korkanların hallerinden, kalbinden katılığı az nisbette de olsa gideren bir miktarını zikredeceğiz. Muhakkak sen peygamberlerin, velîlerin ve âlimlerin (r.a) akıl, amel ve Allah'ın nezdindeki derecelerinin, senin aklın, amelin ve derecenden daha az olmadığını biliyorsun. Bu bakımdan basiretinin körlüğüne ve onların halleri hakkındaki kalp gözünün körlüğüne rağmen düşün! Neden onlar o kadar korkmuşlar? Neden uzun bir zaman üzüntüye kapılıp ağlamışlar? Hatta bazıları çığlıklar atmış, bazıları dehşete kapılmış, bazıları bayılarak düşmüş, bazıları ölü olarak yere serilmiş! Eğer bu durum kalbine tesir etmezse bu vaziyet, hiç de şaşılacak bir şey değildir. Çünkü gafillerin kalpleri taş gibi veya taştan daha katıdır!

Çünkü öyle taşlar var ki içinde ırmaklar fışkırır; öylesi var ki çatlar da bağrından su kaynar, öylesi de var ki Allah korkusundan aşağı düşer. Allah yaptıklarınızdan gafil değildir!(Bakara/74)

91)Tirmizî
92) Irâkî rivayetin aslını görmediğini söylemiştir.
93) Tam adı Ebu Ali Fâdıl b. Muhammed b. Ali el-Farmedî'dir. Farmid, Tûs'a bağlı bir köydür. H. 377'de Tûs'.da vefat etmiştir.
94) Künyesi Ebu Kasım Abdurrahman b. Ali el-Kirmânî et-Tûsî'dir.
Horasan'a bağlı bu beldenin asıl adı Gürcan'dır. Araplar Kirman okurlar. Bu zat, Farmedî'nin şeyhidir, Nisbeti Ebu Yezid el-Bistâmî'nin ruhaniyyetinden almıştır. Tarikat-ı Aliyye-yi Nakşibendiye'nin büyük simalarındandır.
95) Bu cevaz ve vücûb şer'î değil, tarîkat âdâbındandır.
96) Basralı olan bu zat tâbiîn-i kiramdandır.
97) Sehl et-Tüsteri'nin sözüdür, hadîs-i şerîf değildir. (İthaf'us-Saade, IX/243)

*Sabır mı Daha Faziletlidir Şükür mü?

Ebubekir Sıddîk (r.a) bir kuşa hitaben 'Ey kuş! Keşke senin gibi olsaydım. Beşer olarak yaratılmasaydım!' demiştir.

Ebu Zer ve Talha 'Isınlan bir ağaç olmak isterdim!' demişlerdir.
Hz. Osman 'Öldüğüm zaman dirilmemek isterdim!' demiştir. Hz. Aişe 'Unutulmuş olmayı isterdim!' demiştir.

Hz. Ömer Kur'an'dan bir ayet dinlediği zaman, korkusundan bayılarak düşerdi. Birkaç gün hastadır diye ziyaret edilirdi. Birgün yerden bir saman çöpü alarak şöyle dedi: 'Keşke ben bu çöp olsaydım. Keşke ben anılır birşey olmasaydım. Keşke ben unutulmuş olsaydım. Keşke annem beni doğurmasaydı'.
Hz. Ömer'in yanağında göz yaşlarından iki siyah iz vardı. O şöyle demiştir: 'Kim Allah'tan korkarsa öfkesini dindirmez, tüm Allah'tan ittika ederse, her istediğini yapmaz. Eğer kıyamet olma-saydı muhakkak sizin gördüğünüzün hilâfı olacaktı!'

Hz. Ömer 'Güneş durulduğu (ve ışığı söndürüldüğü) zaman' ayetini okuyup 'Defterler açıldığı zaman' (Tevkir/10) ayetine varınca bayılıp düştü. Birgün başkasının evinin yanından geçti. Ev sahibi namaz kılıyor ve Tûr suresini okuyordu. Hz. Ömer durup dinledi. Kişi 'Rabbinin azabı muhakkak vukû bulacaktır. Onu geri çevirecek hiçbirşey yoktur (Tûr/7-8) ayetine gelince, merkebinden indi, duvara yaslandı. Bir zaman durduktan sonra evine dönüp bir ay hasta yattı. Halk durmadan onu ziyaret etti ve hastalığının sonucunu bilmiyorlardı.

Hz. Ali (r.a), sabah namazından selâm vererek çıktığında üzüntüye kapılmış bir halde mübarek elini evirip çeviriyor ve şöyle diyordu 'Ben Hz. Muhammed'in ashabını gördüm. Bugün onlara benzer bir kişi görmüyorum. Onlar tozlu topraklı, benizleri sapsarı ve gözlerinin arasında keçinin dizlerinde olduğu gibi izler olduğu halde sabahlardı. Onlar bütün geceyi secde ve kıyam etmek sûretiyle Allah'ın kitabını okuyarak alın ve ayakları arasında uyuklarlardı! Sabahladıkları zaman, Allah'ı anarlar, ağaçların rüzgârlı bir günde, sağa sola eğildiği gibi uzanırlardı. Elbiselerini ıslatacak kadar gözlerinden yaşlar akardı. Yemin olsun, sanki ben şu kavmi gafil olarak gecelemiş görüyorum!'

Hz. Ali bunları söyledikten sonra kalkıp meclisten ayrıldı. Artık İbn Mülcem denilen adam tarafından vuruluncaya kadar güldüğü görülmedi.

İmrân b. Hüseyin der ki: 'İstiyordum ki bir kül olaydım. Şiddetli bir günde rüzgârlar beni saçıp savursaydı!'

Ebu Ubeyde Âmir b. Cerrah (r.a) şöyle demiştir: Bir koç olup ailemin beni kesip etimi yeyip suyumu içmelerini isterdim'.

Ali Zeynelâbidîn b. Hüseyin'in abdest aldığı zaman, beti benzi sararırdı. Ehli kendisine 'Abdest anında sende meydana gelen bu durum nedir?' diye sorunca, şöyle demiştir: 'Siz kimin huzurunda duracağımı biliyor musunuz?'

Musa b. Mes'ud der ki: 'Biz Süfyan es-Sevrî'nin yanına oturduğumuzda sanki ateş bizi çepeçevre sarmıştı. Bu da onun gözümüze görünen korku ve üzüntüsünden ileri geliyordu'.
Mudir el-Karî birgün 'İşte kitabınız! Aleyhinize konuşuyor, gerçeği söylüyor. Çünkü biz yaptıklarınızı yazıyorduk!' (Câsiye/29) ayetini okuduğunda Abdülvahid b. Zeyd bayılıncaya kadar ağladı. Ayıldığında şunları haykırdı: 'Senin izzetine yemin olsun. Gücüm yettiği müddetçe artık ebediyyen sana isyan etmeyeceğim. Bu bakımdan tevfîkinle taatin üzerinde bana yardımcı ol!'

Onun yanında bir ayet okunduğu zaman gür bir çığlık atar ve birkaç gün ne yaptığını bilmez olurdu. Hatta 'Husâm' kabilesinden bir kişi onun yanına vardı ve kendisine 'Takva sahiplerini binek üzerinde ikram ile Rahman''ın huzuruna toplayacağımız gün, mücrimleri de yaya ve susuz olarak cehenneme süreceğiz'. (Meryem/85-86) ayetini okuduğunda dedi ki: 'Ben mücrimlerde-nim, muttakîlerden değilim. Ey hafız! Bu ayeti bana ikinci bir defa okur musun?' Bunun üzerine hafız ayeti ikinci bir defa okudu. Adamdan bir çığlık koptu ve ahirete iltihak etti.

Yahya el-Bekka'nın103 yanında "Sen onların rablerine arzedildiklerini (hesaba çekildiklerini) göreydin' (En'âm/30) ayeti okunduğunda bir çığlık atarak bayıldı ve dört ay hasta yattı. Onu Basra'nın civarında yaşayanlar bile ziyarete geldiler.

Mâlik b. Dinar der ki: Ben Kâbe-i Muazzama 'yi ziyaret ederken ibadet eden bir cariye gördüm. Kâbe'nin örtüsüne sarılmış şöyle diyordu: 'Yarab! Nice şehvetler vardır ki lezzetleri gitti, mesuliyetleri kaldı. Yarab! Acaba ateşten başka senin vereceğin bir cezan yok mudur?' Bunu hem söylüyor, hem ağlıyordu. Fecir doğuncaya kadar bu hale devam etti.
Mâlik dedi ki: Bunu gördüğüm zaman elimi başıma koyup çığlık kopararak şöyle dedim: 'Ey Mâlik! Annen senin matemini tutsun! (İşte bu kadından ibret al)!'

Rivayet ediliyor ki Fudayl b. Iyaz, Arefe günü, halk dua ederken, o ciğeri yanmış ve ilk evladını kaybetmiş bir anne gibi, güneş bâtıncaya kadar ağladı. Güneş battıktan sonra sakalını tutup başını göğe kaldırdı ve şöyle dedi: 'Eğer affetmişsen de onun (kendi nefsini kastediyor) senden duyduğu mahcubiyeti ne korkunç!' Bunları söyledikten sonra halka katıldı.
İbn Abbas'a (r.a) korkanların hali sorulunca şöyle dedi: "Onların kalpleri, korkudan ötürü yaralıdır. Gözleri yaşlıdır. Onlar 'Biz nasıl sevinelim? Zira arkamızda ölüm vardır! derler. Kıyamet ise "bizim va'dolunduğumuz yerdir. Cehennem üzerinde yolumuz vardır. Rabbimiz olan Allah'ın huzurunda duracağımız yer vardır".

Hasan Basrî, katıla katıla gülen bir gencin yanından geçip onun bir kavimle beraber bir mecliste oturduğunu gördü ve şöyle dedi:
- Ey genç! Sen sırat köprüsünü geçtin mi?
- Hayır!
- Sen cennet veya cehenneme gideceğini biliyor musun?
- Hayır!
- O halde, bu gülmek nereden geliyor?
Râvî diyor ki o genç, o günden itibaren gülerken görülmedi.

Hammâd b. Abdirabbihi, oturduğu zaman bacakları üzerinde otururdu. Kendisine 'Bağdaş kurarak otursan olmaz mı?' diye soruldu. O da 'Bağdaş kurarak oturmak, Allah'ın azabından emin olanın oturuşudur. Ben ise, emin değilim! Çünkü Allah'a isyan etmişimdir' diye cevap verdi!

Ömer b. Abdülâziz 'Allah Teâlâ, bu gafleti kullarının kalbine bir rahmet-i ilâhîsi olarak bırakmıştır ki kullar, Allah'ın korkusundan ölmesinler' demiştir.

Mâlik b. Dinar derdi ki: 'Ben isterdim ki öldüğüm zaman etrafımdakilere emredeyim. Beni bağlasınlar, boynuma zincirler taksınlar. Sonra kaçan kölenin efendisine götürüldüğü gibi rabbimin huzuruna götürsünler'.

Hatem el-Esamm şöyle derdi: 'Elverişlidir diye hiçbir yere aldanma! Çünkü cennetten daha elverişli yer yoktur. Oysa Adem'in başına gelen felâket cennette geldi. İbadetin çokuğu ile aldanma! Çünkü, İblis, uzun ibadetten sonra o düçar olduğu felâkete maruz kaldı. İlminin çokluğu ile aldanma! Çünkü Bel'am b. Baura Allah'ın. İsmi azamini biliyordu. Buna rağmen neye uğradığını dikkatle izle! Salih kimseleri görerek mağrur olma. Allah katında Hz. Muhammed Mustafa'dan daha büyük dereceli bir kimse olmadığı halde, kâfir akrabalarıyla düşmanları onun mülakatından fayda görmediler'.

Sırrî es-Sakatî şöyle demiştir: 'Muhakkak ki ben, hergün burnuma birkaç defa bakıyorum. Bunu da yüzümün kararması korkusundan yapıyorum'.

Ebu Hafs dedi ki: 'Kırk seneden beri Allah Teâlâ'nın bana öfke nazarıyla baktığını düşünüyorum. Benim amellerim de buna delâlet eder'.

İbn Mübârek, birgün arkadaşlarının huzuruna çıktı ve şöyle dedi: 'Ben dün akşam Allah'a karşı cüretkârlık yaptım. Ondan cennet istedim'.

Muhammed b. Ka'b el-Kurazî'nin annesi, oğluna dedi ki:
- Ey oğul! Ben seni küçük iken de büyük iken de iyi bilirim. Sanki sen helâk edici bir yoldasın. Gördüklerimden anladığım kadarıyla bunu da gecen ve gündüzünde yapmış
olduklarından hissediyorum.
- Anneciğim! Allah Teâlâ'nın, ben günah işlerken muttali olup da benden nefret ettiğini, 'izzet ve celâlime yemin ederim seni affetmeyeceğim' dediğini işitmediğimden ben nasıl emin olabilirim?

Fudayl b. Iyaz der ki: 'Ben ne gönderilmiş bir peygamberin haline, ne de dergâh-ı izzete yakın olan bir meleğin haline ve ne de salih bir kulun haline gıpta ederim. Acaba bunlar kıyamet gününü görmeyecekler mi? Ancak ben, yaratılmamış bir kimsenin haline gıpta ediyorum'.

Rivayet ediliyor ki; Ensar-ı kiramdan bir gencin içine ateş korkusu girdi, durmadan ağlıyordu, bu durum onu evde hapsetti. Bunun üzerine, Hz. Peygamber gelip onun yanına girdi, boynuna sarıldı ve o genç o anda ölerek yere düştü. Bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle buyurdu:

Arkadaşınızın cenazesini techiz edin! Ateş korkusu, onun ciğerini parçalamıştır.104

İbn Meysere105 yatağına yattığı zaman şöyle derdi: 'Keşke annem beni doğurmasaydı'.
Bunun üzerine annesi kendisine 'Ey Meysere! Allah Teâlâ sana ihsân etmiştir. Seni İslâm dinine hidayet etmiştir' dedi.
O cevap olarak 'Evet! Fakat Allah Teâlâ bize ateşe varacağımızı bildirdi! Ateşten çıkacağımızı ise bildirmedi' dedi.

Ferkad b. Yakub es-Sebhî'ye şöyle soruldu: İsrailoğulları'ndan kulağına gelen en acaip şeyi bize haber verir misin?' Cevap olarak şöyle dedi: Kulağıma geldiğine göre, 'Beyt'ulMakdis'e beşyüz bakire kız girdi. Elbiseleri yün ve mesuh idi. Onlar Allah Teâlâ'nın vereceği sevap ve cezayı müzakere ettiler ve hepsi bir günde öldüler'.

Atâ es-Sülemî korkan kullardan biriydi. Hiçbir zaman Allah'tan cenneti istemezdi. Ancak Allah'tan af isterdi. Ona, hastalığında denildi ki: 'Senin canın hiçbir şey istemiyor mu?' O dedi ki: 'Cehennem korkusu, kalbimde şehvet için yer bırakmamıştır'. Deniliyor ki: Atâ ne başını kaldırıp göğe bakmış ne de kırk sene boyunca gülmüştür. Birgün başını kaldırdı, ürktü, düştü. Karnında büyük bir kopma meydana geldi. Gecenin bir kısmında mesh olma korkusundan bedenini yokluyordu. Onlara bir rüzgâr veya bir şimşek veya bir yiyecek kıtlığı isabet ettiği zaman derdi ki: 'Bu musibet, benden dolayı, halka isabet etmiştir!'
Derdi ki: 'Eğer Atâ (yani kendisi) ölseydi halk rahata kavuşurdu'.

Atâ der ki: Utbet'ül Gulâm ile beraber yola çıktık. İçimizde ihtiyar ve gençler vardı. Bunlar yatsı abdestiyle sabah namazını kılarlardı. Uzun zaman ayakta kaldıklarından dolayı ayakları şişti. Gözleri çukurlaştı. Derileri kemiklerine yapıştı. Damarları tambur teli gibi kaldılar. Derileri kavun kabukları gibi olduğu halde sabahlarlardı. Sanki mezardan çıkmışlardı. Allah'ın itaat eden kullarına nasıl ikrâm ettiğini, âsî kullarını nasıl perişan ettiğini anlatırlardı. Yürüdükleri sırada, onlardan biri bir yerden geçerken bayılarak düştü ve arkadaşları etrafında toplanıp ağlaştılar. Şiddetli soğuğa rağmen alnından ter dökülüyordu!

Arkadaşları su getirip onun yüzünü sildiler. O, gözlerini açınca arkadaşları durumunu sordular. Dedi ki: 'Ben Allah'a fiilen isyan ettiğimi hatırladım da ondan böyle oldum!'

Salih el-Murrî der ki: Âbid kişilerden birinin yanında "Yüzleri ateşin içinde "Vah bize! Keşke Allah'a itaat etseydik! Peygamber'e itaat etseydik' diyeceklerdir". (Ahzab/66)
ayetini okuduğumda o kişi bayıldı. Ayıldıktan sonra 'Ey salih! Bana biraz daha okur musun? Ben kalbimde üzüntü görüyorum' dedi. Bu dilek üzerine şu ayeti okudum:
Oradan (o) gamdan her çıkmak istediklerinde oraya geri çevrilirler ve kendilerine 'Haydi tadın yangın azabını!' denir.(Hacc/22)

Bunun üzerine ölerek yere düştü.
Zurare b. Ebî Evfa106 cemaatin önünde sabah namazınıkıldırırken 'O sûr'a üfürüldüğü zaman...' (Müddesir/8) ayetiniokurken vefat etti.

Yezîd er-Rakkaşî, Ömer b. Abdülâziz'in huzuruna girdi. Halife dedi ki:
- Ey Yezidî Bana nasihat et!
- Ey mü'minlerin emîri! Sen ilk ölecek halife değilsin!
Bunun üzerine Halife ağladı ve dedi ki:
- Daha fazlasını söyle!
- Ey mü'minlerin emîri! Seninle Adem arasında ölmeyen hiçbir baba yoktur.
- Fazlasını söyle, ya Yezid!
- Ey mü'minlerin emîri! Seninle cennet ve cehennem arasında bir konak yoktur. (İkisinden biridir konağın). Bunun üzerine, halife baygın olarak yere düştü.

Meymun b. Mehram der ki: 'Şüphesiz ki cehennem onların hepsinin buluşma yeridir' (Hicr/43) ayeti nazil olduğu zaman, Selmân-ı Fârisî (r.a) bir çığlık atarak elini başına koydu, çıkıp üç gün kaçtı. Bir türlü onu zaptedemediler.

Davud et-Tâî, çocuğunun mezarı başında ağlayan ve şunları söyleyen bir kadını gördü: 'Ey oğul! Keşke bilseydim. Kurtlar önce hangi yanağından başladılar?' Bunu duyan Dâvud, bağırıp yere yığılı verdi.

Süfyan es-Sevrî hastalandı. Onun bevli zimmî bir doktora göste-rildi. Doktor 'Bu bevlin sahibi, korkudan ciğeri parçalanan bir kimsedir!' dedi. Sonra gelip Süfyan'ın nabzını ölçtü. Sonra 'Ben hanifler (bâtıldan hakka yönelen) içerisinde böyle birini daha görmüş değilim' dedi.

Ahmed b. Hanbel (r.a) der ki: "Allah Teâlâ'dan benim üzerime korkudan bir kapı açmasını diledim, açtı. Sonra aklımdan korktum ve şöyle dedim: 'Yarab! Gücüm yetecek kadar olsun!' Böylece kalbim sükûnete kavuştu".

Abdullah b. Amr b. el-Âs der ki: 'Ağlayın! Eğer ağlamanız gelmiyorsa, ağlar görünün! Nefsimi kudret elinde tutan Allah'a yemin ederim, eğer sizden biriniz ilmi bilseydi sesi kesilinceye kadar bağırırdı. Beli kırılıncaya kadar namaz kılardı'..

Sanki o şu hadîsin mânasına işaret etti: 'Eğer benim bildiğimi siz bilseydiniz muhakkak az güler, çok ağlardınız',

el-Anberî dedi ki: Muhaddisler Fudayl b. İyaz'ın kapısında toplandılar. Ağladığı ve mübarek sakalı titrediği halde pencereden başını çıkarıp onlara baktı ve şöyle nasihat etti: 'Kur'an'dan ayrılmayın! Namazdan ayrılmayın! Rahmet olasıcalar, bu zaman, hadîs zamanı değildir. Bu zaman ancak ağlamak, sızlamak, Allah'a karşı zillet göstermek, boğulmakta olan bir kimsenin duası gibi dua etmek zamanıdır. Bu zamanda ancak dilini koru, mekânını hafîfleştir, kalbini tedavi ettir. Bildiğini al, bilmediğini bırak'.

Fudayl b. İyaz birgün yürürken görüldü ve kendisine 'Nereye gidiyorsun?'diye sorulunca Bilmiyorum!' dedi. Korkudan, sersemleyerek yürüyordu.

Zerr b. Ömer, babası Ömer b. Zürare'ye107 dedi ki:
- Şu kelâmcıların durumu nedir ki konuşurlar.Hiçbiri ağlamaz. Sen konuştuğun zaman her taraftan ağlamak sesi geliyor.
- Ey oğul! İlk çocuğu ölen matemci kadın, para ile tutulan ağıtçı kadın gibi değildir!'.
Hikâye olunuyor ki bir kavim, ağlayan bir âbidi durdurup şöyle sordular:
- Rahmet olasıca! Seni ağlatan nedir?
- Beni ağlatan, korkan kimselerin kalplerinde hissettikleri bir çıbandır.
- O çıban nedir?
- O çıban, Allah'ın huzuruna arzolunmak için çağırılmamkorkusudur!

el-Havvas108 ağlayarak münâcâtındâ şöyle yalvarırdı: 'Kocadım, hizmetinden bedenim zayıf düştü. Beni âzâd eyle!'

Salih b. Bişr el-Murrî der ki: Bir ara, İbn Semmak bize misafir geldi. Dedi ki: 'Abidlerinizin acaipliklerinden bana birşey göster'. Onu, kamıştan yapılmış kulübeciğinde oturan bir kişiye götürdüm. Girmek için izin istedim. Baktık ki kişi selek örüyor, kişiye şu ayeti okudum:

Boyunlarında demir halkalar ve zincirler olduğu halde sürüleneceklerdir; kaynar suda... Sonra da ateşte yakılacaklardır.(Mü'min/71-72)

Ayeti dinleyen kişi bir çığlık kopardı ve bayılarak yere serildi. Onun yanından çıkıp onu o halde bıraktık. Başkasının yanına girdik. Aynı ayeti okudum. O da bir çığlık attı ve baygın olarak yere serildi. Biz gidip üçüncü bir kişinin huzuruna girmek için izin istedik. O 'Eğer bizi rabbimizden meşgul etmeyecekseniz, giriniz!' dedi. Ona şu ayeti okudum:
Ve onlardan sonra sizi o yurda yerleştireceğiz. İşte bu, makamımdan ve tehdidimden korkan içindir.(İbrahim/14)

Ayeti dinleyen kişi bağırdı. Burun deliklerinden kan fışkırdı. Kan kesilinceye kadar, o kanın içinde kıvrandı. Biz onu da öylece bırakıp çıktık. Havvas'ı altı kişinin yanına götürdüm. Hepsinin yanından çıkıp onları baygın halde bırakıyorduk. Sonra onu yedin-cinin yanına götürdüm. İzin istedik, kulübenin içinden bir kadın 'Giriniz!' dedi. İçeri girdik. Namazgâhının üzerinde oturan bir pîr-i fânî vardı. Ona selâm verdik. Bizim selâmımızı hissetmedi. Ben yüksek bir sesle 'İyi bilin ki halk için yarın bir makam vardır' dedim. Bunun üzerine ihtiyar 'Rahmet olasıca! O makam kimin huzurundadır?' dedi. Sonra o ihtiyar ağzı açık, şaşkın bir vaziyette donakaldı. Gözlerini yükseklere dikmiş, sesli bir şekilde çağırıyordu. Zayıf bir sesi vardı 'Eyvah! Eyvah!' diyordu. Sesi kesilinceye kadar devam etti. Kadını bize dedi ki: 'Çıkınız! Artık bu saatte ondan fayda göremezsiniz!'

Sonra o kimselerin durumunu sordum. İşittim ki üç tanesi ayılmış, üçü de ölüp rabbine varmıştır. O ihtiyar ise, üç gün şaşkın ve hayretler içeresinde o halde kalmış, farz namazları bile edâ edememiş, üç günden sonra aklı başına gelmiştir.

Yezid b. Esved109 Abdallardandı. Hiçbir zaman gülmeyeceğine, yatarak uyumayacağına, yağlı yemek yemeyeceğine dair yemin etti. Bu yemin üzerinde iken güldüğü, uzanarak yattığı ve yağlı yemek yediği görülmedi. Ölünceye kadar bu durumda devam etti.

Haccac-ı Zâlim, Said b. Cübeyr'e dedi ki: 'Kulağıma geldiğine göre sen hiç gülmezmişsin?' Said 'Ben nasıl güleyim? Cehennem alevlendirilmiş, zincirler hazırlanmış, zebaniler de hazır beklemektedir' dedi.
Bir kişi Hasan Basrî'ye hitaben dedi ki:
- Ey Ebu Said! Nasıl sabahladın?
- Hayırla sabahladım!
- Halin nasıldır?
- Hâlimi benden soruyorsun. Gemiye biinip denizin ortasına varan, orada gemileri parçalanan ve her biri geminin bir tahtasına sarılan insanların halini ne sanıyorsun?
- Onlar çok tehlikeli bir haldedirler.
- İşte benim hâlim onların halinden daha tehlikelidir.

Ömer b. Abdülâziz'in bir cariyesi huzuruna vardı. Kendisine selâm verdi. Sonra efendisinin evinde bulunan mescide girip iki rek'at namaz kıldı. Uyku galebe çalıp uyuyakaldı. Uykusunda ağladı. Sonra uyandı ve şöyle dedi:
- Ey mü'minlerin emîri! Yemin olsun, ben acaip birşey gördüm.
- Ne gördün?
- Cehennemi gördüm.Ehlinin üzerine alev dalgaları,saçıyordu. Sonra köprü getirildi. Ateş üzerine kuruldu.
- Devam et!
- Abdülmelik b. Mervan getirildi. Köprüye bindirildi. Az bir mesafe gider gitmez köprü onu sarstı, o cehenneme yuvarlandı.
- Devam et!
- Sonra Velid b. Abdülmelik getirildi. Köprüye bindirildi. Az bir mesafe gider gitmez köprü onu sarstı ve o da cehenneme doğru yuvarlandı.
- Devam et! Sonra Süleyman b. Abdülmelik getirildi. O da köprünün üzerinde az bir müddet yürüdükten sonra köprü onu kaydırdı. O da cehenneme düştü.
- Devam et!
- Sonra sen getirildin. Allah'a yemin ederim ki ey mü'minlerin emîri...

(Cariye bunu söyler söylemez) Ömer (r.a) bir çığlık koprarak bayılıp yere serildi. Cariye kalkıp onun kulağına şunları haykırdı: 'Ey mü'minlerin emîri! Seni gördüm. Vallahi kurtuldun. Seni gördüm. Vallahi kurtuldun'.

Ravi der ki: Cariye çağırıyordu. Ömer ise, korkusundan bağırıp ayaklarını yere vuruyordu.
Hikâye olunuyor ki Üveys el-Karanî kıssacının yanına gidip onu dinleyip ağlıyordu. Ateşi zikrettiği zaman, Üveys, çığlık attıktan sonra koşarak giderdi. Halk arkasına düşüp 'deli, deli' derlerdi.

Muaz b. Cebel (r.a) şöyle der: 'Mü'min bir kimse cehennem köprüsünü arkasında bırakmadıkça korkusu dinmez'. Tavus için yatak serilir o da uzanırdı, sonra buğday tanelerinin saçta zıpladıkları gibi zıplardı. Sonra kalkıp yatağı toplar, kıbleye yönelir, sabaha kadar ibâdete devam eder ve şöyle derdi: 'Cehennemi hatırlamak, korkanların uykusunu kaçırmıştır'.
Hasan Basrî şöyle demiştir: Bir kişi bin sene sonra cehennemden çıkacaktır. Keşke o kişi ben olaydım'.

O bu sözü, ebediyyen cehennemde kalmak ve son nefeste imansız gitmek korkusundan söylüyordu.
Rivayet ediliyor ki Hasan Basrî kırk sene gülmemiştir.

Ravî der ki: Ben onu oturarak gördüğüm zaman sanki boynu vurulmak için getirilmiş bir köle, bir esir gibiydi. Konuştuğu zaman sanki ahireti görüyormuş gibi onun hallerinden haber veriyordu. Sustuğu zaman sanki ateş gözleri arasında kızıştırılmıştı. Şiddetli üzüntü ve korkusundan dolayı kınandı. Bunun üzerine şöyle dedi: "Allah Teâlâ'nın bende hoşuna gitmeyen birtakım hallere muttali olup benden nefret edip 'Ey Hasan git! seni affetmiyorum' demeyeceğinden kim beni emin edebilir? Ben, garantisiz bir şekilde amel ediyorum".
İbn Semmak der ki: Birgün bir mecliste vaaz ettim. Oradan bir genç ayağa kalkıp şöyle dedi:
- Ey Ebu Abbas! Bugün bir kelime ile vaazettin ki biz ondan başkasını dinlemeseydik perva etmezdik.
- Rahmet olasıca! O kelime ne idi?
- O kelime senin 'ya cennette veya cehennemde uzun bir zaman durmak, korkanların kalbini paramparça etti' sözüdür.
Bunu söyledikten sonra yanımdan ayrıldı. Onu başka bir mecliste aradım, göremedim. Halini sordum. Bana hasta yattığını söylediler. Onu ziyaret etmek üzere yanına vardım kendisine şöyle sordum.
- Ey kardeşim! Senin hastalığın nedir?
- Ey Ebu Abbas! Bu hastalık senin 'Cennet veya cehennemde uzunca bir zaman durmak, korkanların kalbini paramparça etmiştir' sözünden geliyor.
Sonra vefat etti. Kendisini rüyamda gördüm ve şöyle sordum:
- Kardeşim, Allah Teâlâ sana nasıl bir muamele yaptı?
- Beni affetti. Bana rahmet etti ve cennete mazhar kıldı.
- Ne ile Allah Teâlâ seni cennete müstahak kıldı?
- O, meşhur kelime ile!

İşte bunlar, peygamberlerin, velî kulların, âlim ve salihlerin korkularıdır. Biz onlardan daha fazla korkmaya müstehakız. Fakat korku günahların çokluğundan değildir. Aksine kalplerin saflığından ve marifetin kemâlinden gelir. Aksi takdirde biz günahlarımızın azlığından ve ibâdetlerimizin çokluğundan emin olamayız. Şehvetimiz bizi çeker. Şekavetimiz bize galebe çalar. Durumumuzu mülâhaza etmekten, gafletimiz ve kalbimizin katılığı bizi menetmektedir. Göç etmenin yaklaşması bizi uyandırmadığı gibi, günahların çokluğu da müsbet olarak bizde bir hareket meydana getirmez. Allah'tan korkanların durumlarını müşahede etmek bizi korkutmuyor! Sonucun tehlikesi bizi ürkütmüyor!

Allah Teâlâ'dan dileğimiz, fazilet ve cömertliğiyle hallerimizi yed-i kudretiyle ıslah etmesidir. Tabiî eğer kalp hazır olmadan ve sadece dil ile istemek fayda veriyorsa...
Acaipliklerdendir ki biz dünyada servet istediğimiz zaman, tohum serpiyor, ağaç dikiyor, ticaret yapıyor, denizlerde sefer düzenliyor, çöllerin tehlikesine girişiyor, bütün bunlardan sonra serveti umuyoruz. Eğer biz ilim rütbesini istersek, fıkıh ilmini okuyor, onu ezberlemek ve tekrarlamak hususunda, yoruluyor, uykusuz kalıyoruz. Rızıklarımızın talebine var kuvvetimizle dalıyor, Allah Teâlâ'nın bize kefil olduğuna bir türlü güvenmiyor ve evimizde bu güvene dayanarak oturmuyoruz. 'Yarab! Bize rızık ver' demiyoruz. Sonra gözerimizi mukim ve daim olan mülke diktiğimizde sadece dilimizle 'Ey Allahım! Bizi affet, bize rahmet et! Allah o Allah'tır ki ümidimiz onadır. Onunla aziz oluruz' demekle iktifa ediyoruz. O zaman Allah Teâlâ bizi çağırarak şöyle der:
Hakîkaten, insan için kendi çalıştığından başkası yoktur. (Necm/39)

Sakın dünya hayatı sizi aldatmasın ve o aldatıcı (şeytan) Allah'ın affına güvendirmek) suretiyle sizi aldatmasın.(Fâtır/5)

Ey insan! Kerîm olan rabbına karşı seni aldatan ne?(İnfitar/6)

Sonra bütün bunlar bizi uyandırmıyor. Gurur ve boş temennilerin çukurundan bizi çıkarmıyor. Eğer Allah Teâlâ, nasûh tevbesi ile bize lütfetmezse ve tevbe-i nasûh vasıtasıyle elimizden tutup bizi o girdaptan kurtarmazsa bu dehşetli bir felakettir. Allah Teâlâ'dan dileğimiz bize tevbe nasip etmesidir. O'ndan dileğimiz kalplerimizin gizliliklerini, tevbeye teşvik etmesi, dilimizle tevbeyi bize son nasip kılmamasıdır. Aksi takdirde biz, deyip de amel etmeyen, dinleyip de kabul etmeyen kimselerden oluruz! Vaazı dinlediğimiz zaman ağlarız. Dinlediğimizle amel etme zamanı geldi mi isyan ederiz. Mahrumluk için bundan daha büyük bir alâmeti fârika yoktur!

Allah Teâlâ'dan minnet ve faziletiyle tevfîkini ve bizi hakîkate irşâd etmesini talep ederiz. Korkanların hallerini hikâye etmek hususunda verdiğimiz misallerle iktifa edelim. Çünkü bu dürten olan az birşey kabiliyetli kalpte yerleşip, tesir etmeye yeterlidir. Gafil kalbin üzerine denizler akıtılsa yine fayda vermez!

İsa b. Mâlik el-Hevlânî'nin sözünü ettiği rahib, rahiblerin hayırlılarındandır. Şunları söylemekle doğru söylemiştir: İsa, rahibin Beytül-Makdis'in kapısında hayran hayran ve mahzun ola-rak durduğunu görür. Nerdeyse rahib fazla ağlamaktan ötürü göz yaşlarını silemeyecek durumdaydı, İsa b. Mâlik dedi ki: Onu gördüğüm zaman görünüşü beni korkuttu ve dedim ki:
- Ey rahib! Bana ezberleyeceğim bir nasihat yap!
- Kardeşim! Ne ile sana nasihat edeyim? Eğer gücün yetiyorsa yırtıcı hayvanların ve zehirli haşeratın, kıskaca aldıkları bir kişinin yerinde olma! O kişi gaflete dalarsa yırtıcı hayvanların kendisini parçalamasından korkar! Bu kişinin kalbi ürkek ve kor kar bir vaziyettedir. Mağrur olanlar emin olurlarsa da o kişinin bütün gecesi korku içindedir. Tenbel olanlar sevinirlerse de o kişi bütün gün üzüntü içindedir.
Rahib bunları söyledikten sonra arkasını çevirip beni terketti. Dedim ki:
- Keşke bana daha fazlasını söyleseydin, belki bana fayda verirdi.
- Susamış bir kimseye az su da kifayet eder.

Rahib doğru söylemiştir. Çünkü saf olan kalp, az bir korku ile harekete geçer. Taşlaşmış kalpten ise, bütün nasihatlar kayar. Rahibin yırtıcı hayvanlar ve zehirli haşerat tarafından çepeçevre sarılmış takdirinin farazî olduğunun zannedilmesi uygun değildir. Aksine bu hakikattir; zira eğer sen basiret nuruyla iç âlemini görseydin onu yırtıcı ve zehirli hayvanların her çeşidiyle öfke, şehvet, hıkd, hased, kibir, ucub, riya ve benzerleri ile dopdolu görürdün. Oysa bu yırtıcılar durmadan seni parçalar, ciğerini sökerler, eğer bir an onlardan gafil kalırsan sana öldürücü darbeler indirirler. Ancak senin gözün onları görmekten perdelidir. Ne zaman ki perde kalkarsa ve kabrine konulursan, o yırtıcıları gö-rürsün. Hem de sûretler ve mânâlarına uygun şekillerine bürünerek sana görünürler. Akrep ve yılanları gözünle göreceksin! Kabrinde etrafını çepeçevre sarmışlardır. Oysa onlar senin şimdiki vasıfların niteliklerindir. Senin için onların sûretleri keşfolunmuştur. Eğer onları öldürmek ve yoketmek istiyorsan ki ölümden önce buna kudretin vardır derhal yap! Aksi takdirde kendini onların ısırması ve sokması için hazırla! Bedenine değil, kalbinin tam ortasına zehirlerini akıtacaklardır. Vesselâm!

103) Künyesi Yalıya b. Müslim veya İbn Süleym olan bu zat Basralıdır. H. 130'da vefat etmiştir.
104) İbn Ebî Dünya
105) Adı Amr b. Şurahbil olan bu zat Kûfelidir.
106) Kendisi Basra'nın kadısıydı. Güvenilir ve âbid bir kişidir.
107) Tam adı Zer b. Ömer b. Zürare el-Hemedanî el-Kûfî'dir.
108) Ebu İshak İbrahim b. Ahmed el-Havvas
109) Doğrusu Esved b. Yezid'dir. Kays en-Nehaî'nin oğludur. Kûfelidir. Bu zatın yaptığı İslâmî bakımdan bir vecibe değildir. Belki zühddür. İsteyen yapar, istemeyen yapmaz; zira nimetlerden nefsin azmayacağı şekilde istifade etmek caizdir.

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...