20 Nisan 2015

NİYET VE İHLAS İmam-ı Gazâli





NİYET VE İHLAS
İmam-ı Gazâli
Giriş
Niyet'in Fazileti
Niyet'in Hakîkati
Niyet ile İlgili Amellerin Tafsilâtı
Niyet Kulun İhtiyarına Dahil Değildir!
İhlâs'ın Fazileti
İhlâs'ın Hakîkati
İhlâs Hakkında Şeyhlerin Sözleri
İhlâs'ı Bulandıran Afetler ve Bunların Dereceleri
Şâibeli Amelin Hükmü ve Onunla Sevaba Müstehak
Sıdk'ın Fazileti
Sıdk'ın Hakîkati, Mânâsı ve Mertebeleri



*1.Giriş

Allah Teâlâ'ya şükredenler gibi hamd, yakîn sahipleri gibi iman eder; vahdâniyetini de sâdıklar gibi ikrâr ederiz. Âlemlerin rabbi, göklerin ve yerin yaradanı olan; cinleri, insanları ve mukarreb melekleri, kendisine ihlaslı bir şekilde ibadet etmekle mükellef kılan Allah'tan başka ma'bûd olmadığına şahidlik ederiz.

Oysa kendilerine, dini yalnız Allah'a, hâlis kılıp O'nu birleyerek Allah'a kulluk etmeleri, namazı gereği gibi kılmaları ve zekâtı vermeleri emredilmiştir.(Beyyine/5)

Bu bakımdan kuvvetli ve hâlis din ancak Allah'ındır; çünkü Allah Teâlâ müşriklerin (ortak koşanların) şirklerinden münezzehtir.

Salât ve selâm, O'nun Rasûlü, peygamberlerin efendisi Hz. Muhammed'in (s.a), tertemiz âl ve ashabın ve bütün peygamberlerin üzerine olsun!

Kalp sahipleri, iman basireti ve Kur'ân nûruyla anlamışlardır saadete kavuşmak ancak ilim ve ibadetle mümkündür. 'İnsanların hepsi helâk olmuşlardır; ancak âlimler müstesna... Âlimler de helâk olmuşlardır, ancak amel edenler müstesna... Amel edenlerin de hepsi helâk olmuşlardır; ancak ihlâs sahipleri müstesna... İhlâs sahipleri de büyük bir tehlike ile karşı karşıyadırlar'.1 Bu bakımdan niyetsiz amel, boşuna yorulma demektir. İhlâssız niyetse riya sayılır; riya da münafıklığın dengi olup isyan ile eşittir. Sıdk ve tahkik olmaksızın ihlâs hebâ olur!

Nitekim Allah Teâlâ, kendisinden başkasının da karıştırıldığı ameller hakkında şöyle buyurmuştur:
Yaptıkları her işin önüne geçmişiz de onu (etrafa) saçılmış zerre haline getirmişizdir.(Furkan/23)

Niyetin hakîkatini bilmeyenin niyeti nasıl doğru olabilir? İhlâsın hakîkatini bilmediği halde niyetini tashih ettiğini (düzelttiğini) zanneden kişinin niyeti nasıl hâlis olabilir veya sıdkın (doğruluğun) mânâsını bilmeyen bir muhlis, nasıl olur da nefsinden sıdk bekleyebilir?

Bu bakımdan Allah'a ibadet etmek isteyen her kula düşen ilk vazife, önce niyeti öğrenmektir ki marifeti elde edebilsin. Sonra kurtuluş vesilesi olan ihlâs ve sıdkın hakîkatini anladığında onu (niyeti) amel ile doğrulasın. Biz bu kitapta niyet, sıdk ve ihlâs'ın mânâlarını üç bölümde zikredeceğiz:

Birinci Bölüm: Niyet'in ve mânâsının hakîkati İkinci Bölüm: İhlâs ve hakîkatleri Üçüncü Bölüm: Sıdk ve hakîkati

1) Bu söz", Sehl et-Tüsterî'ye nisbet edilmiştir. (Bkz. İthaf'us-Saade,X/3)

*2.Niyet'in Fazileti

Niyet'in Fazileti, Hakîkati, Amelden Hayırlı Olması; Nefisle İlgili Amellerin Fazileti ve Niyet'in Kulun İhtiyar'ından Hariç Oluşu

Rablerinin rızasını dileyerek sabahakşam O'na dua edenleri (fakirleri onlarla bir arada bulunmak istemeyen müşriklerin arzularına uyarak yanından) kovma!(En'âm/52)

Ayette bahsi geçen dileme'den gaye niyet'tir.

Hadîsler
Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:
Amellerinin doğruluğu veya kemâle ermesi ancak niyetlere bağlıdır. İnsan için, neye niyet etmişse ancak o vardır. Bu bakımdan kimin hicreti Allah'a ve Rasûl'üne olursa, onun hicreti Allah ve Rasûl'ünedir. Kim de dünyaya veya evleneceği bir kadına hicret etmişse, onun hicreti (niyeti) de hicret ettiğinedir.2

Ümmetimin şehidlerinin çoğu, yataklarında ölenlerdir. Düşmanla çarpışırken öldürülen niceleri vardır ki onların niyetini Allah daha iyi bilir.3

Eğer (karı-kocanın) arasının açılmasından endişe duyarsanız erkeğin ailesinden bir hakem ve kadının ailesinden bir hakem gönderin. Bunlar uzlaştırmak isterlerse Allah onların arasını bulur.(Nisâ/35)

Görüldüğü gibi, Allah Teâlâ, bu ayette, niyeti (istemeyi) karı-kocanm barışmasına sebep kılmıştır.

Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Muhakkak ki Allah Teâlâ, suretlerinize ve mallarınıza değil, ancak kalplerinize ve amellerinize bakar.4

Allah Teâlâ kalplere, niyet'in yeri olmasından dolayı bakar.
Kul güzel ameller işlediğinde melekler onları mühürlü sayfalar içerisinde yükseltip götürürler ve Allah'ın huzuruna koyarlar. Bunun üzerine Allah Teâlâ şöyle buyurur:
- Şu sayfayı atınız! Zira içindeki amelle benim rızam kasdedilmemiştir.
Sonra meleklere seslenir:
- O kul için şunu yazınız. O kul için bunu yazınız!
- Ey rabbimiz! O bunların hiç birini işlemedi ki?!
- İşlemedi, fakat niyet etti!5

Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: İnsanlar dört sınıftır:
a) Allah'ın, kendisine ilim ve mal verdiği kişidir ki ilmiyle malında tasarruf eder!
b) Onun bu halini görüp de 'Eğer Allah buna verdiğinin benzerini bana verirse, ben de onun yaptığı gibi yaparım' diyenkimse.
Bu iki kişi sevapta eşittirler.
c) Allah'ın, kendisine mal verip de ilim vermediği kişidir ki cehaletinden ötürü malını har vurup harman savurur.
d) Üçüncünün halini görüp de 'Eğer Allah buna verdiğinin benzerini bana verseydi onun yaptığı gibi yapardım!' diyenkimse.
Bu ikisi de günahta eşittirler.6

Allah Teâlâ'nın, niyetinden ötürü kişiyi başka bir kişinin iyi veya kötü amellerine nasıl ortak kıldığına dikkat ediniz!

Enes b. Mâlik'in rivayet ettiğine göre, Hz. Peygamber (s.a) Tebük seferine giderken şöyle buyurmuştur:
Medine'de bazı kişiler vardır ki orada oldukları halde, geçtiğimiz her bir derede, kâfirleri öfkelendirecek şekilde attığımız her adımda, yaptığımız her infakta kazandığımız sevabı bizimle paylaşmaktadırlar!
- Ey Allah'ın Rasûlü! Onlar bizimle birlikte olmadıkları
halde bu fazileti nasıl elde edebiliyorlar?
- Kendilerini özürleri geri bırakmıştı. Bu bakımdan onlar niyetlerinin güzelliğiyle bize ortak oldular.7

İbn Mes'ud (r.a) şöyle diyor:
Hz. Peygamber 'Kişi için, ancak neyi istemek üzere hicret etmişse o vardır' buyurmuştur. Gerçekten de bizden bir kişi hicret ederek Ümmü Kays adında bir kadınla evlendi. Bundan dolayı bu kişiye 'Ümmü Kays muhâciri' adı verildi.8

Bir haberde şöyle denilmiştir: "Bir kişi Allah yolunda öldürüldü; fakat kendisine 'merkebin ölüsü' adı verildi. Çünkü o, karşısındaki kişinin eşyalarını ve merkebini almak için dövüştüğü sırada öldürülmüştü. Dolayısla niyetine nisbet edilerek kendisine bu isim verildi".

Ubâde b. Sâmit Hz. Peygamber'den şöyle rivayet eder:
Yalnızca ganimet elde etme niyetiyle harbe katılan kimse için ancak niyet ettiği vardır.9

Ubeyy b. Ka'b şöyle anlatıyor: "Birlikte harbe katıldığımız bir kişiden yardım istedim. Bana 'Hayır! Ancak bana bir ücret verirsen yardım ederim!' dedi. Bunun üzerine ona ücret verdim. Daha sonra bu durumu kendisine anlattığımda Hz. Peygamber şöyle buyurdu:
Onun için gerek dünyasında, gerekse de ahiretinde senin verdiğin ücretten başka bir nasib yoktur.10

İsrâiliyât'ta şöyle anlatılıyor: "Adamın biri bir kıtlık senesinde, bir kum yığınının yanından geçerken, kendi kendisine 'Eğer bu kum yığını yiyecek olsaydı onu halk arasında taksim ederdim' diye düşündü. Bunun üzerine Allah Teâlâ, onların peygamberine vahiy göndererek şöyle buyurdu:
O kuluma de ki: 'Allah Teâlâ senin sadakanı kabul edip güzel niyetine teşekkür etti. Sana, o kum yığını kadar yiyeceği sadaka olarak dağıtmışın gibi de sevap verdi'.

Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Kim bir iyiliğe niyet eder, fakat onu yapmazsa kendisine bir sevap yazılır.11

Abdullah b. Amr'ın rivayet ettiği bir hadîste Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Kimin niyeti dünya ise Allah onun fakirliğini gözlerinin arasında kılar. O dünyadan, onu en çok istediği halde ayrılır. Kimin de niyeti ahiret ise, Allah onun kalbini zengin kılar. Kaybettiklerini onun için derler. O dünyadan, ondan en zâhid olduğu (onu en çok istemediği) halde ayrılır.12

Hz. Peygamber bir keresinde, Mekke ile Medine arasında yere batacak bir ordudan bahsetti. Bunun üzerine Ümmü Seleme vâlidemiz şöyle sordu:
- Onların içinde istemeyerek (zorla) veya bir ücret karşılığı götürülenler vardır. (Bunlar niçin ne buyuruyorsunuz?)
- Onlar, niyetleri üzere haşrolunurlar!13

Hz. Ömer (r.a) Hz. Peygamber'in şöyle buyurduğunu rivayet eder:
Savaşanlar, ancak niyetler üzerinde savaşırlar.İki ordu, karşı karşıya geldiğinde, melekler yere inerek insanları, yazarlar: 'Filan adam dünya için, falan adamsa gayretkeşliğinden (hamiyyetinden) dolayı dövüşüyor. Filan adam da asabiyet (ırkçılık) için dövüşüyor'.
Sakın (rastgele) 'Filan adam Allah yolunda öldürüldü!' demeyiniz! Zira Allah yolunda çarpışan kimse, (ancak) Allah'ın kelimesi (dini) en yüce olsun diye çarpışan kimsedir.14

Câbir'den rivayet edildiğine göre: Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Her kul, hangi niyet üzerinde ölürse o niyet üzere haşrolunur.15

Ahmed b. Ebî Bekre'nin rivayet ettiği bir hadîste Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
İki müslüman kılıçlarıyla karşı karşıya geldiklerinde hem öldüren, hem de öldürülen cehennemdedir.
- Ey Allah'ın Rasûlü! Öldüreni anladık, fakat öldürülenin suçu nedir?
- Çünkü öldürülen de karşısındakini öldürmeye niyet etmişti!16

Ebu Hüreyre'nin rivayet ettiği bir hadîste de Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Kim Allah için koku sürerse, kıyamet gününde kokusu miskten daha hoş olduğu halde haşredilir. Kim de Allah'tan başkası için koku sürerse kıyamet gününde huzura, kokusu leşten daha kötü olduğu halde gelir.

Ashab'ın ve Âlimlerin Sözleri
Hz. Ömer (r.a) şöyle demiştir: 'Amellerin en üstünü, Allah'ın farzlarını edâ etmek, haramından sakınmak ve Allah katında niyetin doğruluğudur'.

Sâlim b. Abdullah, Ömer b. Abdülâziz'e şunları yazdı: 'Bil ki Allah'ın yardımı kulun niyeti nisbetindedir. Bu bakımdan kimin niyeti tam ise, Allah'ın ona yapacağı yardımı tamdır. Kimin niyeti de eksikse ona yapılacak yardım da o nisbette eksilir'.

Seleften bir zat şöyle demiştir: 'Nice küçük amel vardır ki niyet onu büyütür nice büyük amel de vardır ki niyet onu küçültür'.

Dâvud et-Tâî şöyle demiştir: 'İyi insanın niyeti takvâdır. Onun bütün azaları dünyaya yapışsa bile, niyeti birgün kendisini mutlaka doğruya iletecektir. Cahilin durumu ise bunun tam aksinedir'.

Süfyan es-Sevrî şöyle demiştir: 'Sizin ameli öğrendiğiniz gibi selef de amel için niyeti öğreniyorlardı'.

Âlimlerden bir zat şöyle demiştir: 'Amel etmezden önce amel için niyet edilmelidir; zira insan hayra niyet ettiği sürece hayırlı demektir'.

Müridin biri âlimleri ziyaret ederek 'Bana, kendisiyle hiç durmadan Allah için çalışabileceğim bir amel gösterir misiniz? Zira ben, gece veya gündüz üzerimden, Allah için çalışamadığım bir saatin bile geçmesini istemiyorum' derdi. Nihayet bir âlim kendisine 'Sen isteğini elde etmişsin. Bu bakımdan gücün yettiği kadar hayır işle! Hayır işlemekten gevşediğinde veya terkettiğinde onu işlemeye niyet et; zira hayrı işlemeye niyet eden de tıpkı işleyen gibidir' dedi.

Seleften bir zat da şöyle demiştir: 'Allah'ın sizlere vermiş olduğu nimetleri sayılamayacak kadar çoktur. Muhakkak ki günahlarınız bildiklerinizden daha gizlidir; fakat siz sabah akşam tevbeye devam ediniz.Allah Teâlâ bu iki vakit arasında yaptıklarınızı affedecektir!'

İsa (a.s) şöyle demiştir: 'Herhangi bir günaha, kasd ve niyet etmediği halde uyuyan ve yine herhangi bir günaha atılmadığı halde uyanan göze ne mutlu!'

Ebu Hüreyre şöyle demiştir: İnsanlar kıyamet gününde niyetlerine göre haşrolunacaklardır'.
Andolsun biz sizi deneyeceğiz içinizden cihad edenleri ve (güçlüklere) sabır gösterenleri bilelim ve söylediğimiz sözlerin (doğru olup olmadığını) sınayalım.(Muhammed/31)

Fudayl b. İyaz bu ayeti okuduğunda ağlamış; sonra tekrar okuyarak şöyle demiştir: '(Ey rabbim)! Eğer sen imtihan edersen, yırtıp (gizli hallerimizi ortaya çıkarıp) bizleri rezil edersin'.

Hasan Basrî şöyle demiştir: 'Cennetlikler cennette, cehennemlikler de cehennemde, ancak niyetlerinden dolayı ebedî kalırlar!'

Ebu Hüreyre şöyle demiştir: Tevrat'ta şöyle yazılıdır: 'Kendisiyle rıza-mın niyet ve irade edildiği şey'in azı çoktur. Kendisiyle benden başkasının niyet ve irade edildiği şey'in de çoğu azdır'.

Bilâl b. Sa'd şöyle demiştir: 'Kul mü'min olduğunu söylediğinde Allah Teâlâ ameline bakmadan onu sözüyle başbaşa bırakmaz. Amel ettiğinde ise takvâsına bakmadan onu ameliyle başbaşa bırakmaz. Takvâ sahibi olduğunda da neye niyet ettiğine bakmadan onu bırakmaz. Eğer niyeti doğru ise, diğer hareketleri haydi haydi doğrudur'.

Amellerin direği niyetlerdir. Bu bakımdan amel, hayır olabilmesi için niyete muhtaçtır. Niyet de her ne kadar birtakım mânilerden dolayı kendisine göre amel etmek zor olsa da aslında bir hayırdır.

2) Müslim, Buhârî
3) İmam Ahmed
4) İmam Ahmed, Müslim ve İbn Mâce
5) Dârekutnî
6) İbn Mâce
7) Buhârî
8) Taberânî
9) İmam Ahmed
10) Taberânî
11) İbn Mâce
12) İbn Ebî Dünya
13) Müslim, Ebu Dâvud
14) İbn Mübârek
15) Müslim
16) Müslim, Buhârî, Ebu Dâvud ve Nesâî
17) İmam Ahmed

*3.Niyet'in Hakîkati

Niyet, irade ve kasd aynı mânâya gelen ibareler olup kalbin bir hali ve sıfatıdır. Niyet, iki şey arasındadır: İlim ve amel. İlim bunun öncüsüdür; zira ilim, onun aslı ve şartıdır. Amel ise, ona tâbidir, zira onun meyvesi ve dalıdır. Bunun hikmeti de şudur: Her amel (her hareket ve sükûn) ihtiyarî olup ancak üç şeyle tamamlanır:
a. İlim
b. İrade
c. Kudret

İnsan bilmediği bir şeyi irade edemez. Bu bakımdan bir şeyi irade edebilmesi için onu bilmesi lâzımdır. İrade etmediğini ise işlemez. Bu bakımdan bir şeyi işlemesi için de onu irade etmesi gerekir. İradenin mânâsı kalbin gayesine uygun bulduğu şeye yönelmesi demektir. Bu uygunluk ya içinde bulunan anda ya da gelecekte olur. Allah Teâlâ insanı bazı işlerin kendisine veya hedefine uygun geleceği, bazı işlerle de çelişeceği bir şekilde yaratmıştır.

Bu bakımdan insan nefsine uygun gelenleri anma, nefsine zıt olan zararlı şeyleri uzaklaştırma ihtiyacı hisseder. Dolayısıyla fayda veya zarar verici şeyleri bilmek zorundadır ki faydalı olanları alıp zararlılardan kaçabilsin; zira yiyecek maddelerini görmeyen ve tanımayan kimsenin ona el uzatması mümkün değildir. Ateşi görmeyen kimsenin de ateşten kaçması düşünülemez. Bu bakımdan Allah Teâlâ hidayet ve marifeti yaratmış; bunlara zâhir ve bâtın duyulardan ibaret olan sebepleri halk etmiştir. Ancak bunları açıklamak buradaki maksadımız dışındadır.

İnsan yiyecek maddelerini gıdayı görüp tabiatına uygunluğunu bilse dahi tabiatında ona karşı bir istek bulunmadığı takdirde onu edinme ihtiyacı hissetmez; zira hasta yiyecek maddelerini görüp, tabiatına uygunluğunu bildiği halde isteği olmadığından, harekete geçirici teşvikçisi bulunmadığından faydalanma imkânından mahrumdur. Öyleyse Allah Teâlâ, insanoğlunda istek ve iradeyi yaratmıştır. İstek ve iradeden gayem; onun nefsinde yiyecek maddelerine karşı bir iştah ve kalbinde onlara yöneltici bir kudret yaratmaktır. Sonra bu da yetmez; zira nice kimseler vardır ki yemeği görür, isteği de olur; fakat kötürüm olduğundan dolayı onu yemeye bir türlü muvaffak olamaz. Bu bakımdan insanoğlu için kudret ve hareket ettirici azalar yaratıldı ki onunla yemeği daima yeme imkânını elde etmiş olsun. Aza ise ancak kudretle hareket eder. Kudret iteleyici ve teşvik edici bir âmili; bu âmil de ilim ve marifeti veya zan ve itikadı bekler. Bu da kişinin, nefsinde, gördüğü şeyin kendisine uygun olduğunu bilmesi demektir. Kişinin marifeti, gördüğü şeyin nefsine uygun olduğu hususunda kesinleştiği ve kendisinde bunu yapma mecburiyeti hissettiği ve kendisini onu yapmaktan alıkoyacak karşı bir kuvvet de bulunmadığı takdirde irade harekete geçer ve o şeye karşı meyil oluşur. İrade harekete geçtiğinde kudret de azaları harekete geçirmek için faaliyete geçer. Bu bakımdan kudret iradenin hizmetindedir; irade ise inanç ve marifetin hükmüne tabidir. Bu durumda niyet, mutavassıt bir sıfattan ibaret olup, irade hedefe uygun olana rağbet ve meylin hükmüyle nefsin harekete geçmesidir. Bu uygunluk da ya içerisinde bulunan anda ya da gelecekte sözkonusudur.

Bu bakımdan ilk hareket ettirici, hedefin bizzat kendisi olup bu da iteleyici kuvvettir. İteleyici gaye, niyet edilen maksadın ta kendisidir. Harekete geçmeyi kabul etmekse kasd ve niyettir. Kudretin; azaların hareketiyle iradenin hizmetine koşması amelin ta kendi-sidir. Ancak kuvvetin amel için harekete geçmesi, bazen bir teşvikçi ile bazen bir fiil hususunda bir araya gelen iki teşvikçi ile olur. Bazı durumlarda bu teşvikçinin her biri tek başına kuvveti harekete geçirmeye kâfidir. Bazen her biri tek başına bunu yapamaz; ancak bir araya geldikleri takdirde yapabilir. Bazen de bir tanesi kâfi gelmesine rağmen diğeri ona yardım edici ve onu takviye edici olarak harekete geçer. Böylece bu taksimattan dört kısım meydana gelir. Biz, her bir kısım için bir misal vereceğiz ve o kısmın adını söyleyeceğiz.

Bir
Bir tek iteleyici kuvvetin yalnız başına olmasıdır. Nitekim yırtıcı bir hayvanın hücumuna mâruz kalan bir insan o hayvanı her gördükçe yerinden fırlar. Bu insanı ürküten şey, yırtıcı hayvandan kaçma isteğinden başka birşey değildir. Bu insan yırtıcı hayvanı görmüş ve onun zararlı olduğunu anlamıştır. Bu yüzden nefsi kaçmaya teşebbüs edip rağbet göstermiştir. Bu teşebbüs gereğince kudreti harekete geçmiştir. Bu kişinin niyeti yırtıcı hayvandan kaçmaktır; zira ayağa kalkmakta başka bir gayesi yoktur. İşte bu niyet hâlise adını alır. Bu niyet gereği yapılan amele de, iteleyici hedefe nisbetle ihlâs denir. Mânâsı başkasının müşâreketinden (ortaklığından) ye karışmasından arınmış demektir.

İki
İki iteleyicinin bir araya gelmesidir. Öyle ki bunların her biri, kudreti tek başına harekete geçirmeye yeterlidir. Buna, duyularla hissedilen şeylerden şu misali verebiliriz: Bazen iki kişi bir şeyi kaldırma hususunda yardımlaşırlar. Oysa bunların her biri tek başına dahi onu kaldırabilirdi.

Konumuzla ilgili olarak da şu misâli verebiliriz: Bir şahıstan, fakir bir akrabası bir ihtiyacının giderilmesini ister. O da fakirliğinden ve akrabalığından dolayı ihtiyacını giderir. Sonra şunu da bilir ki eğer fakirliği olmasaydı, sadece akrabalığından dolayı; akrabalığı olmasaydı sırf fakirliğinden dolayı onun ihtiyacını giderecekti. Hatta yine anlamıştır ki zengin bir akrabası dahi gelseydi onun ihtiyacını yerine getirmek için de çalışacaktı. Doktorun kendisine Arefe gününde yemeği bırakmasını emrettiği kimsenin durumu da böyledir. Bu kimse o gün oruç tutar ve Arefe günü olmasa bile, korunmak için yine yemek yemeyeceğini ve korunmak için olmasa dahi Arefe günü olduğundan dolayı yemeği terkedeceğini bilir. Oysa burada ikisi bir araya geldi. Bundan dolayı o da yemeği terketti. İşte burada ikinci iteleyici, birincinin arkadaşıdır. Bu duruma iteleyicilerin arkadaşlığı adını verelim.

Üç
İteleyicilerden her birinin, tek başına kaldığında iş görememesidir. Fakat ikisinin bir arada bulunması, kudreti harekete geçirmeye yeter. Bunun hissedilen şeylerde misali; iki zayıf kişinin, tek başlarına kaldıramadıkları bir yükü kaldırma hususunda yardımlaşmalarıdır. Konumuzla ilgili olarak da şu misali verebiliriz: Kişi, zengin bir akrabasının veya yabancı bir fakirin istediği parayı vermez; fakat fakir bir akrabasının istediği parayı verir. Burada kişiyi bu hayra davet eden kuvvet iki teşvikçinin bir araya gelmesisiyle harekete geçmiştir ki bunlar akrabalık ve fakirliktir. Hem sevap kazanmak, hem de övülmek için açıktan sadaka veren kişi de böyledir. Sevap kazanma kastı tek başına bu kişiyi sadaka vermeye teşvik etmez. Diğer taraftan sadakayı isteyen fâsık olup aldığı sadakada sevap yoksa, sadece riyakârlık da bu kişiyi sadaka vermeye itelemez. Ancak ikisi bir araya geldiğinde kalbi harekete geçirebilirler. O halde, biz bu kısma müşareket (ortaklık) adı verelim.

Dört
Teşvikçilerden birinin tek başına iş görebildiği halde ikincisinin kendi başına iş görecek durumda olmamasıdır. Fakat ikincisi birinciye eklendiğinde yardım edip kolaylaştırmak suretiyle ona tesir eder. Bunun duyularla hissedilenlerde misali; zayıf bir kimsenin, herhangi bir yükü kaldırmaya gücü yeten kuvvetli birine yardım etmesidir. Kuvvetli olan, o yükü tek başına kaldırabilir; zayıf olansa onu tek başına kaldıramaz. Yardımı kolaylaştırır; hafiflemesinde müsbet bir rol oynar. Konumuzla ilgili misali; insanoğlunun sadakayı eda ettiği sırada halktan bir grubun orada bulunmasıdır.

Bu fiil, orada bulunanların görmeleri sebebiyle kişiye daha da kolay gelir. Ancak kişi, tek başına tenha bir yerde olsa dahi o fiili işlemek hususunda gevşeklik göstermeyeceğini ve yine amel sırf ibadet olmasaydı sadece riyanın kendisini bu amele zorlayamayacağını bilir. Bu bakımdan bu, niyete arızî olarak katılan bir şeydir. Öyleyse biz bu kısma muavenet adını verelim.

İkinci teşvik edici, ya arkadaş veya ortak ya da yardımcı olur. Bunların hükmünü İhlâs bölümünde söyleyeceğiz. Şimdi ise ga-yemiz; niyetlerin kısımlarını açıklamaktır. Çünkü amel, kendisini teşvik edene tâbidir. Bu bakımdan amel, niyete göre hüküm kazanır. 'Ameller ancak niyetlere göredir' denilmiştir; çünkü ameller (niyete) tabidir ve esasında hükümleri yoktur. Hüküm ancak tâbi oldukları şeye (niyete) aittir. Çünkü, kişi, kalbiyle Allah'ı zikretmeye veya müslümanların maslahatları hakkında düşünmeye niyet ettiğinde; hadîsin bu şekilde anlaşılması hâlinde; düşünmeye niyetlenmesinin, bilfiil düşünmekten daha hayırlı olması gerekirdi.

Bazılarına göre de tercihin sebebi şudur: 'Niyet amelin sonuna kadar devam eder. Ameller ise devam etmezler'. Oysa bu izah zayıftır. Çünkü bu durumda hadîsin mânâsı 'Çok amel az amelden daha hayırlıdır' şekline dönüşür. Oysa durum hiç de böyle değildir. Zira namazın niyeti bazen kısa bir süre, ameleri ise daha uzun süre devam eder. Oysa hadîsin mânâsının böyle kabul edilmesi durumunda şahsın niyeti amelinden (namazından) daha hayırlı olur.
Bazılar ise "Bu hadîsin mânâsı; 'Niyet mücerred olarak, niyetsiz mücerred amelden daha hayırlıdır' demektir" derler. Bu söz doğru olmakla birlikte hadîsten bu mânânın kastedilmiş olması uzak bir ihtimadir; zira niyetsiz veya gafletle yapılan amel, asla hayırlı değildir. Niyet ise, mücerred hayırdır. Oysa tercih, hayrın esasında ortak olanlar arasında yapılır.

Bilakis bu hadîsle kastedilen mânâ şudur: Her ibadet, niyet ve amele tanzim olunur. Oysa hem niyet, hem de amel hayırlardandır. Fakat taatan olan niyet amelden hayırlıdır. Her birinin maksuda etkisi olmakla birlikte taat olan niyet, yine taat olan amelden daha hayırlıdır. Gaye şudur: Kul için hem niyette hem de amelde, bir tercih vardır. O halde her ikisi de ameldir. Bu tür niyet en hayırlılarıdır. İşte hadîsin mânâsı bu söylediklerimizden ibarettir.

Niyet'in amele tercih edilmesinini ve ondan hayırlı kabul edilmesinin sebebine gelince, bunu ancak dinin maksad ve yolunu, bu yolun maksada varıştaki tesirinin son hududunu bilen; eserlerin bir kısmını diğerleriyle mukayese edip maksuda nisbetle en kuvvetlisini öğrenmek için çabalayan anlar. Meselâ 'Ekmek meyveden daha hayırlıdır' diyen kimse, bu sözüyle şunu kastetmiştir: 'Ekmek, gıdalanma maksuduna nisbetle meyveden daha hayırlıdır!' Bu mânâyı ise, ancak gıdanın bir maksadı olduğu ve bunun da sıhhat ve hayatın idamesi olup gıdaların sıhhat ve hayatı devam ettirmede değişik tesirlerin olduğunu öğrenen; her birinin tesirini bilen ve bir kısmını diğerleriyle mukayese eden kimse anlar! İbadetler de kaplerin gıdasıdır. Maksad; kalplerin

şifası, idâmesi, ahirette felah bulması, Allah ile mülâki olmak suretiyle nimetlenip saadete ermesidir. Öyleyse maksad, sadece Allah'ın mülakatı ile saadet zevkidir. Allah'ın mülakatı ile de ancak Allah'ı seven ve O'nu ârif olarak (tanıyarak) ölen kimse nimetlenir. Allah'ı tanımayan, O'nu asla sevemez. Allah'ı uzun süre anmayan da rabbine asla yaklaşamaz. Bu bakımdan ünsiyyet (yaklaşma), ancak zikre devam etmek suretiyle gerçekleşir. Marifet de fikrin (düşüncenin) devamıyla elde edilir. Marifetin arkasındansa zorunlu olarak muhabbet gelir. Kalp, zikir ve fikre ancak dünya meşgalelerinden kurtulduğunda devam edebilir. Dünya meşgalelerinden de ancak dünyevî şehvetlerin, hayra meyledip onu irade edecek, şerden kaçıp ondan nefret edecek hale gelmek suretiyle kesilmesiyle kurtulabilir. Hayırlara ve taatlara ise ancak ahiret saadetinin bunlara bağlı olduğu bilindiğinde meyledilir; tıpkı akıllı bir kimsenin, selâmetinin kan aldırmada olduğunu bildiğinde buna meyletmesi gibi...

Marifet'ten dolayı meydana gelen meyletmenin esası, ancak meylin ve ona devam etmenin gereğiyle kuvvet bulur; zira kalbin sıfatlarının ve iradesinin isteklerine amelle devam etmek, o sıfat için gıda yerine geçer. Böylece bu devamlılıktan dolayı o sıfat kuvvet kazanır ve gelişir. Aynı şekilde ilim veya riyaset (baş olma) isteğine meyleden kimsenin meyli de başlangıçta zayıf olur. Eğer kişi meylinin isteğine uyar, ilimle, baş olma eğitimiyle ve bunun için gereken amellerle meşgul olursa, meyli kuvvet bulup yerleşir. Dolayısıyla bundan kurtulmak güçleşir. Eğer meylinin isteğine karşı koyarsa meyli zayıflar ve kırılır. Hatta çoğu kez ortadan kalkar.

Kişi güzel bir yüze baktığında tabiatı başlangıçta ona zayıf bir şekilde meyleder. Eğer onun arkasına düşüp tabiatın arzusu doğrultusunda çalışır; bakmaya, birlikte oturmaya ve görüşmeye devam ederse, iradesine hâkim olamayacak derecede kuvvet kazanır ve bu meyilden vazgeçmeye gücü yetmez! Eğer nefsini başlangıçta meneder, meylinin isteğine karşı koyarsa, bu hareketi, meyil sıfatını gıdasız bırakmaktır ki bu da nefse şiddetli bir engel olur! Sonuçta zayıf düşüp kırılır, gemlenip ortadan kalkar. Bütün sıfatlar, hayırlar ve ahiret için yapılan taatlar da böyledir. Oysa kötülüklerle ahiret değil, yalnızca dünya kastedilmektedir. Nefsi zikir ve fikre, ancak uhrevî hayırlara meyledip, dünyevîlerden uzaklaşması âmâde kılar. Bu da ancak taate, ibadete devam edip günahları terketmekle perçinleşir. Çünkü azalar ile kalp arasında bir bağ vardır. Bu yüzden bunlar birbirlerinden etkilenir. Bu bakımdan bir aza yaralandığında kalp bundan acı duyar. Sâlihlerden birinin ölümünü duyduğunda veya korkunç bir haber aldığında elem duyar. Onun bu eleminden bütün azalar etkilenir. Vücut tir tir titrer. Bet beniz atar. Kalp, arkasından gidilen bir esastır; emir ve çobandır. Azalarsa hizmetçiler, halklar ve sürüler mesabesindedir. Bu bakımdan azalar sıfatlarının kalpte perçinleşmesinden dolayı onun hizmetçisidirler. Öyleyse hedef kalptir. Azalarsa bu hedefe götürücü vasıtalardır. Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:

Vücutta bir organ (kalp) vardır ki o düzgün olduğunda vücudun diğer azaları da düzgün olur.19 Ey Allahım! Hem güdeni, hem de güdüleni ıslah eyle!20 Hz. Peygamber burada, güden'den kalbi, güdülen'den de azaları kasdetmiştir.
Onların (kurbanların)ne etleri,ne de kanları Allah'a ulaşmaz. Fakat Allah'a ancak takvâ ulaşır.(Hacc/37)

Takvâ kalbin sıfatıdır. Öyle ise bu bakımdan kalp amellerinin genel olarak azaların hareketlerinden daha üstün olduğu şüphesizdir. Sonra niyetin de kalbin amellerinin hepsinden üstün olması gerekir; çünkü niyet, kalbin hayra meyledip irade etmesi demektir.
Azaların amelleri'nden gaye; kalbi hayır irade etmeye alıştırmak, hayır meylini oraya perçinlemektir ki kalp dünya şehvetlerinden kurtulup zikre ve fikre yönelsin. Bu bakımdan ga-yesine nisbetle zorunlu olarak hayır olur; çünkü maksada ulaşma imkânı bulmuştur. Bu tıpkı mide hastalıklarının bazen göğüs üzerine konan merhemlerle, bazen de mideye ulaşan ilaçlarla tedavi edilmesine benzer. Bu bakımdan bu durumda ilâç almak, göğsün üzerine merhem koymaktan daha hayırlıdır. Çünkü merhem, göğüs üzerine, tesirinin mideye varması için konulur. Öyleyse mideye doğrudan ulaşan ilaç, daha hayırlı ve daha faydalıdır.
İşte bunun gibi, bütün ibadetlerin tesir ve etkilerinin anlaşılması gerekir; zira ibadetlerden maksad, kalbin hallerini; azaların değil, sadece kalbin sıfatlarını daha iyileriyle değiştirmektir.

Bu bakımdan alnın yere konulmasında, alın ile toprağın bir araya getirilmesinde başka bir gayenin bulunduğu zannedilmemelidir. Bilakis âdeten böyle yapmak kalpte tevazu sıfatını perçinleştirir; zira kalbinde tevazu hisseden bir kimse, azalarını da bu tevazu ile süslerse, tevazu, o kişide gittikçe kuvvet bulur; kalbinde bir yetime karşı şefkat hisseden kimse onun başını sıvazladığı ve onu öptüğü zaman kalbindeki rikkat (merhamet hissi) daha da kuvvet kazanır. İşte bundan niyetsiz amelin asla fayda vermeyeceği ortaya çıkar; zira yetimin başını kalben gafil olduğu halde veya bir elbiseyi sıvazlar gibi sıvazlayan kimsenin azalarında, kalbindeki rikkati perçinleştirecek hiçbir tesir uyanmaz. Tıpkı bunun gibi, kalbi dünya ile meşgul olduğu halde secdeye varan kimsenin alnını yere koyması, kalbindeki tevazuyu takviye edecek bir tesir uyandıramaz. Bu bakımdan bunun varlığı ile yokluğu birdir. Hedefe nisbetle varlığı ile yokluğu bir olan şeye bâtıl adı verilir. Bu bakımdan 'Niyetsiz ibadet bâtıldır' denilir. Bunun mânâsı 'gafil olduğu halde yaparsa' demektir. Ancak gösteriş için veya Allah'tan başkasının tâzîmi amacıyla yapılan amelin varlığı ile yokluğu bir olmaz. Bilakis bunun varlığı daha zararlıdır; çünkü onunla, kuvvetlendirilmesi istenen sıfat takviye edilmemiş; aksine sökülmesi istenen sıfat kuvvetlendirilmiştir ki bu da dünyaya meyletmekten sayılan riya sıfatıdır. İşte niyetin amelden daha hayırlı olmasının izahı budur.

Bununla aynı zamanda Hz. Peygamber'in şu hadîs-i şerîfinin mânâsı da anlaşılır:
Kim bir iyiliğe niyet eder; fakat onu işleyemezse, kendisine bir sevap yazılır!

Çünkü kalbin niyeti, hayra meyletmesi; hevâsından ve dünya sevgisinden vazgeçmesi demektir. Bu ise, iyiliklerin en son noktasıdır. Ancak amel ile tamamlanması onu kuvvetlendirir. Bu bakımdan kurbandan maksad, eti ile kanı değildir. Bilakis kalbin dünya sevgisinden vazgeçmesi, Allah'ın cemâlini tercih ederek O'nun yolunda dünyayı feda etmesi demektir. Amelin yapılması hususunda bir engel çıksa bile niyet ve himmet kesin olduğunda bu sıfat hâsıl olmuş sayılır. Bu bakımdan kurbanların ne eti, ne de kanları Allah'a ulaşmaz; O'na ancak kurban sahibinin takvâsı ulaşır. Oysa biz burada takvâ'dan kalbi kastediyoruz.

Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:
Medine'de bazı kişiler vardır ki orada oldukları halde cihadımızda bize ortaktırlar.
Bu hadîs daha önce geçmişti. Medine'deki kişilerin kalpleri, hayır iradesinin doğruluğu, mal, nefis, şehidlik arzusu ve kelimetullah'ın (Allah'ın dininin) i'âsı (yücelmesi) hususlarında cihada çıkanların kalpleri gibidir. Onlar mücahidlerden, ancak birtakım mânilerden dolayı ve sadece bedenleriyle geri kalmışlardı. Bu mâniler kalbin dışındaki sebeplere mahsustur. Kalbin dışındaki sebepler ise, ancak bu sıfatların perçinlenmesi içindir. Bu mânâlarla, niyetin fazileti hakkında kitabımıza aldığımız bütün hadîsler anlaşılmış oldu. Bu bakımdan bu mânâları o hadîslere tatbik eden kimse onların sırlarını keşfedebilir. Ancak biz bunları yeniden tekrarlayarak kitabı uzatmak istemiyoruz.

18) Taberânî
19) Müslim, Buhârî, (Nu'man b. Beşir'den)
20) Daha önce geçmişti.

*4.Niyet ile İlgili Amellerin Tafsilâtı

Ameller her ne kadar fiil, söz, hareket, sükûn, celb, fikir ve zikir gibi sayılamayacak kadar çok kısma ayrılabilirse de genel olarak üç kısımdır:
1. İbadetler
2. Günahlar
3. Mübahlar

Birinci kısım günahlardır. Niyet, günahı günahlıktan çıkaramaz. Bu bakımdan cahil kimselerin 'Ameller ancak niyetlere göredir' hadîs-i şerifinden bunun aksini anlaması doğru değildir. O halde cahil kimseler niyetten dolayı günahın ibadete dönüşeceğini zanneder; tıpkı insanların kalbini kazanmak amacıyla herhangi bir insanın gıybetini yapan veya başkasının malından sadaka veren veya haram mal ile tekkehane, mescid veya medrese yaptıran ve maksadı hayır olan kimse gibi. İşte bütün bunlar cehalettir. Bunları zulüm ve günah olmaktan çıkarma hususunda niyetin hiçbir tesiri olamaz. Bilakis bu kişinin şeriatın emirleri aksine şer ile hayır işlemek istemesi, başka bir şerdir. Eğer bunu bilerek yapmışsa bu kişi şeriata karşı çıkmıştır. Eğer bunu bilmiyor ise, cehaletinden dolayı günahkârdır; zira ilmi talep edip cehaletten kurtulmak her müslümana farzdır. Hayırların hayır oluşları ancak şeriatla bilinir.Öyle ise şerrin hayra dönüşmesi nasıl mümkün olabilir? Bu uzak bir ihtimaldir. Bilakis bu kalbe, gizli şehvet ve hevâ yerleştirilmiştir; zira kalp, mevki hırsına kapılıp insanların kalplerini kazanmaya meylettiğinde ve nefsin arzulayacağı diğer dünyevî şeyleri arzuladığında şeytan cahili onunla kandırmaya kalkışır.

Sehl et-Tüsterî 'Allah'a cehaletten daha büyük bir günah ile is-yan edilmemiştir' demiştir. Kendisine 'Ey Ebu Muhammed! Cehaletten daha fena birşey biliyor musun?' denildiğinde de 'Evet! Kişinin, cehâletini bilmemesi (cehl-i mürekkeb)dir' karşılığını vermiştir.

Durum gerçekten de böyledir; zira cehaleti bilmemek, öğrenme kapısını tamamen kapatır. Kendisini âlim zanneden kimse nasıl öğrenebilir?

Bunun gibi kendisiyle Allah Teâlâ'ya itaat edilen şeylerin en üstünü ilimdir. İlmin başı da ilmi bilmektir; tıpkı cehaletin başının cehaleti bilmemek olduğu gibi. Faydalı ilmi, zararlısından ayıramayan kimse, herkes gibi dünyanın vesileleri olan yalancı ilimlere dalar. Bu ise, cehaletin esası; âlemin fesad menbaıdır. Oysa maksad şudur: Cehaletinden ötürü günahı işlemekle hayrı kasteden kimse mazur değildir. Ancak yeni müslüman olmuş ve daha öğrenme imkânı bulamamışsa o zaman mesele değişir.
Eğer bilmiyorsanız zikir (ilim) ehline sorun! (Enbiya/7)
yaklaşmak isteyen kötü âlimlere benzerler; zira bu kimseler ilmi öğrendiklerinde yol kesici olurlar. Her biri bir memlekette deccalın vekili olarak harekete geçer. Dünyaya dalarak nefsin hevâsına tabi olurlar ve takvâdan uzaklaşırlar. Bunları gören halk da Allah'a isyan hususunda cesaret alır. Sonra bu ilmi benzerleri takip eder. İnsanlar onu şer ve hevâya kapılmak için vesile edinirler. Böylece zincirleme gider. Bütün bunların vebali de niyetinin bozuk olduğunu bilmesine rağmen ona bu ilmi öğreten muallime gider; çünkü o muallim onun sözlerinde, fiillerinde, yemesinde içmesinde ve evinde günah çeşitleri görmesine rağmen, ona bu ilmi öğretmiştir. Bu bakımdan bu âlim ölür; fakat yaptığı kötülüğün izleri, bin veya ikibin sene dünyaya yayılmış olarak kalır. Öldüğünde günahları da kendisiyle birlikte ölüp giden kimselere ne mutlu! Sonra bu kişinin cehaletine şaşmamalıdır; zira o der ki: 'Ameller ancak niyetlere bağlıdır. Bense bununla, yalnızca dinî ilimleri yaymak istedim. Eğer o öğrendiğini kötüye kullanmış ise, günah bende değil ondadır. Benim gayem; o ilimden, hayırlı işlerde yararlanmasını sağlamaktı.

Ancak baş olma, insanları peşine takma ve ilminin yüceliğiyle böbürlenme sevdası ona böyle hareket etmeyi güzel göstermiştir. Şeytan onu baş olma emeli vasıtasıyla şaşırtmıştır'.
Bu öğretmen bir yol kesiciye kılıç ve at verip işinde kullanacağı vasıtaları temin ettikten sonra şu şekilde mazeret beyan eden kimseye ne cevap verecektir? 'Benim amacım cömertlik yapmak ve Allah'ın güzel ahlâklarından biriyle ahlâklanmak idi. O'nun, verdiğim kılıç ve atla Allah yolunda çarpışmasını istedim; zira cihad için atlar hazırlamak, onları Allah yolunda besleyip bağlamak ve gazilere kuvvet hazırlamak; insanı, Allah'a yaklaştırıcı ibadetlerin en üstünüdür. Buna rağmen eğer o kişi verdiğim şeyleri yol kesmek için kullanmışsa günahkâr olur; bunda benim ne suçum var?' Oysa fakîhler böyle bir yardımın haramlığında ittifak etmişlerdir. Bununla birlikte cömertlik, Allah nezdinde ahlâkların en sevimlisidir.

Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:
Muhakkak ki Allah Teâlâ'nın üçyüz ahlâkı vardır. Kim bunlardan biriyle O'na (mânen) yaklaşırsa cennete dahil olur. Bu ahlâkların Allah katında en sevimlisi de cömertliktir.
Durum böyle olmasına rağmen bu cömertlik niçin haram kılınmıştır? Cömert kimselere, cömertlikte bulundukları kişilerin hallerini araştırıp öğrenmeleri niçin farz kılınmıştır? Bu bakımdan, aldığı silahı kötüye kullanma âdetinde olduğu bilinen zâlime silah vermek değil, aksine elindeki silahı almaya çalışmak gerekir. İlim ise. şeytana ve Allah'ın düşmanlarına karşı kullanılan bir silahtır. Bazen Allah'ın düşmanları; yani nefsin hevâları da bundan faydalanır.

Bu bakımdan dünyasını dinine, nefsinin hevâsını ahiretine tercih edip de imkânsızlıktan ötürü bundan aciz olan kimseye, şehvetlere götürme imkânını sağlayacak bir çeşit ilimle yardım etmek nasıl caiz olabilir? Bilakis selef âlimleri, kendilerinden ilim öğrenmeye gelenlerin hallerini devamlı kontrol ederlerdi. Nafilelerde kusur ettiğini gördüklerinde bu durumunu çirkin karşılar, ona ikramda bulunmayı terkederlerdi. Kendisinde bir fısk u fücûr gördüklerinde veya bir helâli haram saydığını öğrendiklerinde onu terkedip meclislerinden uzaklaştırırlardı. Ona ilim öğretmek şöyle dursun onunla konuşmayı bile terkederlerdi; zira onlar herhangi bir şeyi, amel için değil de başka bir maksad için öğrenmek isteyen kimselerin gayesinin, ancak kötülükte kullanabilecekler; bir alet aramak olduğunu biliyorlardı.

Selefin hepsi sünneti bilen fâcir vc fâsık âlimden Allah'a sığınmışlardır; cahil bir fâsık içinse böyle bir sığınmaya tevessül etmemişlerdir.

İmam Ahmed b. Hanbel'in arkadaşlarından biri şöyle anlatıyor: İmamın meclislerine, uzun seneler devam eden bir kişi vardı. Bir ara İmam ondan yüz çevirdi. Kendisini terkedip onunla konuşmaz oldu. Bu kişi durmadan, bunun sebebini soruyor; İmam ise birşey söylemiyordu. Sonunda şöyle dedi: 'Kulağıma geldiğine göre, sen çarşıya bakan duvarını sıvatarak, müslümanların yolundan, hakkın olmadığı halde, sıvanın kalınlığı kadar yer tutmuşsun. Bu bakımdan sen ilim öğretmeye uygun değilsin!'

İşte selef, kendilerine ilim öğrettikleri kişilerin hallerini, yaşantılarını bu şekilde kontrol ediyorlardı. Bu ve buna benzer misaller, taylesanlar ve geniş yenli giysiler; uzun dillere ve (sözde) çok faziletlere sahip olsalar dahi, ahmaklarla şeytanın uşaklarına karışık gelir. Burada fazilet'in çokluğundan gayem; insanı dünyadan sakındırmayan, ahirete teşvik etmeyen ilimlerin fazlalığıdır. Bu ilimler halkla ilgilidir. İnsanlar bunlar vasıtasıyla dünya malını derlemeyi, halkı peşine takmayı, emsallerini dünya sa-hasında geçmeyi sağlar.

Bu durumda Hz. Peygamber'in 'Ameller niyetlere göredir' hadîs-i şerîfi, bahsi geçen üç kısımdan, ancak taatlere ve mübahlara tahsis olunur. Günahlara tahsis olunmaz; zira taat, niyet ile masiyete dönüşür. Mübah bir şey de niyet ile masiyete ve taate dönüşür.

Masiyetler
Masiyetler niyetle, hiçbir zaman taata dönüşmez. (Mesela yapanın niyeti ne olursa cismi, zina hiçbir zaman mübah olmaz). Evet; burada niyetin rolü de vardır. Şöyle ki: Niyete çirkin maksadlar eklendiğinde günah daha da artar, vebâli büyür. Nitekim biz bunu Tevbe bahsinde sözkonusu etmiştik.

Taat
Taatlerin sıhhatinin kat kat olması, esasında niyete bağlıdır. Faziletlerinin kat kat olması da niyetlerle irtibatlıdır. Asl'a gelince bu taatlerde, sadece Allah'a ibadete niyet etmektir. Eğer kişi riyaya niyet ederse taati masiyet olur.

Faziletin kat kat olmasına gelince, bu da 'güzel niyetlerin' çokluğuna bağlıdır; zira kişi, bir tek taat'te birçok güzel şeye (hayra) niyet edebilir. Böylece herbir niyete karşılık kişiye bir sevap yazılır; zira onların hepsi güzeldir. Her hasene (sevap) de on misline kadar artar. Nitekim bu hususta haber vârid olmuştur. Buna örnek olarak mescidde oturmayı gösterebiliriz. Mescidde oturmak taattir. Kişinin bununla birçok hayra niyet edip muttakîlerin amellerinin faziletlilerini işlemek sûretiyle Allah'ın dergâhına yaklaştırılanların derecesine ulaşmak istemesi mümkündür.

Birincisi
Caminin 'Allah'ın beyti' (manevî evi), oraya girenin de 'Allah'ın ziyaretçisi' olduğuna, dolayısıyla bu girişten maksadının mevlâsını ziyaret etmek olduğuna ve bundan ötürü de Hz. Peygamber'in diliyle va'dedilen mertebeye varmak istediğine inanmaktır;

zira Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Camide oturan kimse Allah'ı ziyaret etmektedir. Ziyaret edilene (Allah'a) de ziyaret edene ikram etmek haktır.22

İkincisi
Kişinin, kıldığı namazdan sonraki ikinci namazı beklemesidir. Böyle bir kişi orada beklediği sürece namazda sayılır. Bu da Allah Teâlâ'nın şu ayet-i celîlesinin mânâsıdır:
Savaşa hazırlıklı bulunun! (Âlu İmran/200)

Üçüncüsü
Kulak, göz ve diğer azaları hareket ve tereddütlerden sakındırmak suretiyle ibadet etmektir; zira camide itikâfa girmek, azaları, isteklerinden alıkoymak demektir. Bu da oruç mâ-nâsındadır. Oruç ise, bir ibadet çeşididir. Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:
Ümmetimin ruhbâniyeti (rahibliği) camilerde oturmaktır.23

Dördüncüsü
Kişinin, himmetlerini (isteklerini) Allah'a yöneltmesi devamlı olarak ahireti düşünmesi, camiye girmek suretiyle, kendisini bun-lardan alıkoyarak meşgalelerden uzaklaşmasıdır.

Beşincisi
Her şeyden vazgeçip yalnızca Allah'ın zikrine veya zikrini dinlemeye veya O'nu düşünmeye yönelmesidir. Nitekim haberde şöyle denilmiştir:
Allah'ı zikretmek veya o'nu tezekkur için erkenden mescide giden Allah yolunda cihad etmiş olur diye vaid olmuştur.

Altıncısı
Mescidde bulunduğu müddetce orada ibadetine kusur edenlerin kusurlarını düzeltmeyi niyyet etmektir.Çünkü mescide girip ibadeti niyyet edenler arasında pek çok cahiller vardır. Onların kusurlarını düzeltmekle mükafat kazanır.

Yedincisi
Allah yolunda kardeş olan birinden istifade etmektir; zira bu da bir ganimet ve ahiret zâhiresidir. Mescidlerse, Allah için sevişen ve Allah yolunda tanışan mü'minlerin yuvasıdır.

Sekizincisi
Allah'tan utanarak, Allah'ın evinde O'nun yasaklarını çiğnemekten çekinerek günahları terketmektir. Hz. Ali Hz. Hasan'a şöyle demiştir: 'Allah Teâlâ, devamlı olarak camiye gidip gelmeyi âdet edinen kimseye şu yedi hasletten birini rızık olarak verir: Allah yolunda kendisinden istifade edilen bir kardeş veya umulmayan yerden gelen bir rahmet veya verilen zarif bir ilim veya hidayete götüren birşey veya kendisini felâketten kurtaracak bir kelime veya korkarak yahut da utanarak terkedilen günah'.

İşte niyetlerin çoğaltılmasının yolu budur. Diğer ibadetler ve mübahlar da buna kıyas edilebilir; zira hiçbir ibadet yoktur ki birçok niyetlere uygun olmasın. Mü'minin kalbinde, ancak hayır hu-susundaki çalışmaları ve düşünceleri nisbetinde niyet bulunur. Dolayısıyla amelleri tertemiz olur ve sevapları çoğalır.

Mübahlar
Üçüncü kısım, mübahlardır: Mübahların her birinde bir veya birçok şeye niyet edilebilir. Böylece mübahlar, bu niyetler vasıtasıyla Allah'a yaklaştırıcı amellerin güzellerinden olur ve kişi bu niyetler sayesinde yüksek dereceler elde eder. Bundan gafil olanın zararı ise çok büyüktür. Böyle bir kimse, gaflet ve unutkanlıktan dolayı, bu mübahları, tıpkı başıboş hayvanlar gibi işler. Oysa kul, kalbine gelenlerin, attığı adımların ve geçirdiği zamanların hiçbirini hakir görmemelidir; zira bütün bunlar, kıyamet gününde 'Bunu niçin yaptın?' diye kuldan sorulacaktır. Bu, içerisine kerahet karışmamış mübah hakkındadır.

Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:
Dünyanın helâli hesap, haramı ise ikab (ceza)dır.25

Muâz b. Cebel'in rivayet ettiği bir hadîs-i şerifte Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Muhakkak ki kul kıyamet gününde, herşeyden; hatta gözündeki sürmeden, parmaklarıyla ufaladığı çamur kırıntılarından ve arkadaşının elbisesini ellemesinden bile sorulacaktır (hesaba çekilecektir).26

Güzel kokuları Allah için sürünen kimse, kıyamet gününde, kokusu miskten daha tatlı olduğu halde haşredilir. Allah'tan başkası için sürünen kimse ise, kıyamet gününde Allah'ın huzuruna, kokusu leşten daha pis olduğu halde varır.27

Bu bakımdan güzel koku kullanmak mübahtır. Fakat orada niyet lâzımdır.

Soru: Güzel koku ile neye niyet edilebilir? Oysa o, nefsin bu dünyadaki nasiplerinden biridir. Allah için nasıl kullanılanabilir?

Cevap: Mesela gerek cum'a gününde, gerekse de diğer günlerde güzel koku sürenen kimse, bununla, dünyanın nimetlerinden faydalanmak veya arkadaşlarının kendisine imrenmeleri için malının çokluğu ile böbürlenmek veya halkın kalbinde yer ederek güzel koku ile anılmak veyahut yabancı kadınların hoşuna gitmek ya da riyakârlık yapmak istemiş olabilir Bu iş daha sayılamayacak kadar çok şey için yapılabilir. Bütün bunlar koku sürünmeyi günaha çevirirler. İşte bu kötü niyetlerden dolayı koku sürünmek, kişinin, kıyamette, leşten daha pis kokmasına sebep olur. Ancak kokunun, ilk niyetle; yani (Allah'ın verdiği) nimetten faydalanma niyetiyle sürülmesi masiyet değildir. Ancak kişi bundan da sorulacaktır. Oysa hesap hususunda münakaşaya tutulan kimse azap görmüş demektir. Mübahların herhangi birinden istifade etmeyen kimse ise ahirette ondan dolayı azap görmez. Fakat istifade ettiği takdirde, ahiret nimetinden, istifadesi nisbetinde eksilir. Fani olan bir şeyi tercih etmekten dolayı fani olmayan bir nimetin eksilmesi, zarar olarak kâfidir.

Koku sürünmekteki güzel niyetlerse şunlardır: Kişi onunla Hz. Peygamber'in cum'a günündeki sünnetine uymak ve yine onunla camii tâzim etmek ve Allah'ın evine saygı göstermek ister. Oraya Allah'ı mânen ziyaret etmek maksadıyla, ancak güzel kokular sürünmek suretiyle girmeyi uygun bulmuştur. Ya da mescid komşularının, sürünmüş olduğu güzel kokularla ferahlık duymalarını ister. Bazıları da bu işi, kendisiyle beraber camiye gelenlere eziyet vermemek; ya da 'Etrafa kötü kokular saçıyor' diyen gıybetçilerin yüzüne bu kapıyı kapamak için yapar. Aksi takdirde bu kişiler, gıybetten dolayı günahkâr olurlar. Bu bakımdan gıybetten korunmaya gücü yettiği halde gıybetinin yapılmasına sebebiyet veren kimse gıybetçilerinin günahına ortak olur. Nitekim bir şiirde şöyle denilmiştir: 'Durdurmaya güçleri yettiği halde bir kavmin yanından göç ettiğin takdirde (asıl) göç eden onlardır'.
(Onların) Allah'tan başka yalvardıklarına sövmeyin ki onlar da bilmeyerek sınırı aşıp Allah'a sövmesinler!(En'âm/108)
Allah Teâlâ bu hükümle; kötülüğe sebebiyet veren şeyin de kötülük olduğuna işaret etmiştir.

Bazen de dimağın tedavisi için kullanılır ki bu sayede kişinin zekası artsın! Düşünce ile dinin mühim meselelerini anlamak kendisine kolay gelsin. Nitekim İmam Şâfiî (r.a) 'Kimin kokusu güzelleşirse onun aklı artar' demiştir. Kalbinde ahiret ticareti ve hayır talebi galib olan fakîhlere, bu ve buna benzer niyetler yabancı değildir.

Kalbine dünya nimetlerinin galebe çaldığı kimselerin kalbinde bu niyetler bulunmaz. Bu durumda kendisine hatırlatılsa dahi kalbi bu niyetler için harekete geçmez. Böylelerinin kalbinde sadece nefsin fısıltısı vardır. Bu ise hiçbir zaman niyet olmaz.
Mübahlar çoktur. Bunlar hakkındaki niyetleri saymaksa mümkün değildir. Bu bakımdan diğerleri de bu misâle kıyaslanmalıdır.

Selefin âriflerinden biri şöyle demiştir: 'Herşeyde; hatta yememde içmemde, uyumamda ve tuvalete girmemde bile bir niyetimin olmasını istiyorum'.

Bütün bunlarla Allah'a mânen yaklaşmak mümkündür; zira vücudun varlığı devam ettirmesine kalbin mutmain olup buzur bulması da vücudun mühim vazifelerindendir sebep olan herşey din hususunda yardımcıdır. Bu bakımdan yemekten gayesi, ibadetler için güçlü olmak; cinsî münasebetten gayesi de dinini korumak, ailesinin kalbini hoş tutmak, kendisinden sonra Allah'a ibadet edecek salih bir evlat kazanmak ve onunla Hz. Peygamber'in ümmetini çoğaltmak olan kimse, yemesiyle ve cinsî münasebetiyle de Allah'a itaat etmiş olur.
Nefsin bu dünyadaki nasiplerinin en büyüğü, yemek ve cinsî münasebettir.

Bunlarla hayrı kastetmek, kalbinde ahiret düşüncesi daha galib olan kimse için yasak değildir. Kişinin, yemek ve cinsî münasebetteki niyetini güzelleştirmesi gerekir. Kişi malı zayi olduğunda 'Allah için sadaka olsun' demelidir. Gıybetinin yapıldığını duyduğunda, gıybetçilerinin, kendi günahını yükleneceklerini düşünerek kalbini hoş tutmalı; onların hayırlarının, kendi defterine geçeceğinden dolayı da sevinmelidir. Cevap vermemekte buna niyet etmelidir.

Bir haberde şöyle denilmiştir:
Kul kıyamet günü hesaba çekilir.Ameline afetler karıştığı için bütün ameli batıl olur ve cehennem'i hak eder Sonra cennete girmesini gerektiren bir takım amaller önüne serilir adam şaşırır ve ya rab bunların hiç birisini ben yapmadımder kendisine bunlar seni gıybet edip sana eziyet ve zulmmedenlerin amelidir.denir

yine haberde kul kıyamet günü dağlar gibi sevablara gelir.Eğer bu sevaplar kendisine kalsa doğrudan cennete girerdi fakat zulm edip dövüp sövdüğü insanlar gelir hepsine hakları nisbetinde sevaplar verilir melekler bu adamın sevapları bitti fakat daha borcu bitmedi derler.allahu teala alacakların günahlarını ona yükleyin ve sonra da onu cehennem'e atın buyurur

Kısacası sakın hareketlerinden hiç birini hakir görme! Sonra aldatışlarından ve şerlerinden korunamazsın! Sual ve hesap gününde mükâfatlarını alamazsın. Muhakkak ki Allah Teâlâ senin kalbindekileri bilir. Kişinin ağzından çıkan her sözün yanında bir rakîb bulunmaktadır.

Seleften biri şöyle anlatıyor: Birgün mektup yazıyordum. Mürekkebini kurutmak için komşumun duvarından toprak alıp üzerine serpmek istedim. Fakat mahzurlu gördüğümden vazgeçtim. Sonra kendi kendime 'Alacağın ne ki? Toprağın ne kıymeti olabilir?' diyerek mektubumun mürekkebini komşumun duvarından aldığım toprakla kuruttum. Bunun üzerine gaibden bir ses şöyle dedi: 'Toprağı önemsemeyen kimse yarın karşı karşıya geleceği kötü hesabı bilecektir!'

Adamın biri Süfyan es-Sevrî ile birlikte namaz kıldı. Bir ara Sevrî'nin elbisesinin ters olduğunu farketti. Bunu haber verdiğinde Sevrî elini uzatıp onu düzeltmek istedi. Sonra da bun-dan vazgeçti. Niçin düzeltmediği sorulunca da 'Ben bunu Allah için giydim. O'ndan başkası için düzeltmek istemiyorum' dedi.

Hasan Basrî şöyle demiştir "Kişi, kıyamet gününde birinin yakasına yapışarak 'İkimizin arasında Allah hükmetsin!' der. Yakası tutulan kişinin 'Allah'a yemin ederim ki ben seni tanımıyorum! (Benden ne istiyorsun?)' demesi üzerine de 'Sen benim duvarımdan bir kerpiç almış, elbisemden de bir iplik çekmiştin!' karşılığını verir".

İşte bu ve buna benzer haberler, korkanların kalplerini paramparça etmiştir. Eğer azim ve akıl sahiplerinden olup mağrurlardan değilsen şimdiden nefsinin hallerini araştır! İnceden inceye hesaba çekilmezden önce, nefsini inceden inceye hesaba çek, onun hallerini kontrol et! Düşünmeden ne dur ve ne de harekete geç! Niçin hareket ettiğini tesbit etmeden, maksadının ne olduğunu bilmeden harekete geçme! Dünyadan neyi elde edeceğini, ahirette elinden ne kaçıracağını, dünyayı ahirete neden dolayı tercih ettiğini düşünmeden hareket etme! Seni teşvik eden şeyin dinden başkası olmadığını bildiğinde azmini yerine getir; kalbine geleni yap. Aksi takdirde yapmaktan sakın. Sonra sakındığında da kalbini kontrol et; zira fiili terketmek de bir fiildir. Dolayısıyla bunun da doğru bir niyeti olmalıdır. Bu fiile gizli bir hevâ sebep olmamalıdır. İşlerin dış görünüşleri, hayırların meşhurları seni aldatmamalıdır. Var kuvvetinle derinlikleri ve sırları kavramaya çalış! Mağrur kimselerin atmosferinden ancak bu şekilde çıkabilirsin.

Hz. Zekeriyya bir duvar işinde ücretle amelelik yapıyordu. Yemek vakti geldiğinde kendisine bir ekmek verdiler; o ancak elinin kazancından yerdi tam onu yemeye başladığı sırada bir grup kendisini ziyarete geldi. Ancak Hz. Zekeriyya elindekini bitirinceye kadar onları davet etmedi. Onun cömertliğini ve dünyadaki zâhidliğini bildiklerinden, bu hareketi, gelenleri şaşırttı. Onlar o anda yemeğe davet edilmelerinin daha hayırlı olacağını zan-netmişlerdi. Bunun üzerine Zekeriyya (a.s) şöyle dedi: 'Ben şu anda bir ücret karşılığında çalışıyorum. Bu yemeği de bana işlerinde kuvvet bulayım diye verdiler. Sizi dâvet etmiş olsaydım, ne size, ne de bana yeterdi, üstelik ben onların işlerinde gevşerdim!'

İşte basiret sahibi kimse, bu şekilde Allah'ın nûruyla gizliliklere, inceliklere dikkat eder; zira Hz. Zekeriya'nın çalışmadan gevşemesi, farzda eksikliktir. Ziyaretçilerini yemeğe dâvet etmemesi ise, fazilette eksikliktir. Oysa farzlarla tartıldığında faziletlerin hiçbir değeri kalmaz.

Seleften biri şöyle anlatıyor: Birgün yemek yediği bir sırada Süfyan es-Sevrî'nin huzuruna girdim. Yemeğin sonunda, parmaklarını yalayıncaya kadar konuşmadı. Sonra şöyle dedi: 'Eğer bunu borç olarak almış olmasaydım senin de ondan yemeni isterdim!'

Süfyan es-Sevrî şöyle demiştir: 'Kişi, yemesini istemediği halde birisini dâvet ettiğinde dâvet edilen icabet edip yemekten yerse dâvet eden için iki günah vardır; yemezse bir günah'.
Günahların biri münafıklık yapması, diğeri ise kardeşine eğer bilmiş olsaydı- hoşuna gitmeyecek bir şekilde taş atmasıdır.

İşte bunun gibi kul, diğer amellerdeki niyetini de kontrol etmelidir. Bu bakımdan kul, ancak niyetle adım atıp, niyetle geri çekilmelidir. Eğer kalbinde niyet yoksa durmalıdır; zira niyet, insanın emri altına giremez.

21) Taberânî, Evsat
22) İbn Hibban, Zuafâ
23) Irâkî aslına rastlamadığını söylemektedir.
24) Bu, Ka'b'ul-Ahbar'ın sözü olarak bilinen bir bölümdür. Taberânî ise
Kebir'de Ebu Umâme'den 'Camiye hayır öğrenmek veya öğretmek için giden
kimseye tam bir hacc sevabı verilir' diye rivayet etmiştir.
25) Daha önce geçmişti.
26) Irâkî, isnadına rastlamadığını söylüyorsa da Ebu Nuaym Hilye'de riva-
yet etmektedir.
27) Ebu Velid Seffar, Kitab'us-Salât
28) Ebu Mansur Deylemî

*5.Niyet Kulun İhtiyarına Dahil Değildir!

Cahil kimse, bizim niyeti güzelleştirme ve çoğaltma konusundaki tavsiyemizi, Hz. Peygamber'in 'Ameller ancak niyetlere göredir' hadîs-i şerifiyle birlikte düşündüğünde; ders verirken, ticaret yaparken veya yemek yerken kendi kendisine 'Ben Allah için ders okutmaya, Allah için ticaret yapmaya veya Allah için yemeye niyet ettim' demesinin niyet olduğunu zanneder. Oysa bu ancak nefsin konuşmasıdır. Lisanın ve fikrin sözüdür veya bir düşünceden başka bir düşünceye geçmektir. Niyet ise, bütün bunlardan farklı bir şeydir. Niyet ancak nefsin harekete geçmesi, gelecekte veya yaşanılan anda kendisinde gayesinin bulunduğunu bildiği şeye meyletmesi demektir. Meyli olmadığında, onu icat etmek veya irade ile elde etmekse mümkün değildir. Onu icat etmeye yeltenmek, tok birinin 'Ben yemeğe karşı iştah duymayı ve ona meyletmeye niyet ettim!' veya kalbi aşık olmayan kimsenin 'Ben filana aşık olmaya, onu sevmeye ve kalbimde büyütmeye niyet ettim!' demesine benzer. Böyle bir niyet muhaldir. Hatta kalbi bir şeye yöneltmenin imkanı yoktur. Bu ancak sebeplerini hazırlamakla mümkün olabilir. Bu da bazen kişinin kudreti ve gücü dahilinde bazen ise gücünün üstünde olur.

Nefis ancak kendisine uygun gelen; kendisini teşvik edecek ve hedefine ulaştıracak fiile karşı harekete geçer. İnsanoğlu, hedefinin, kendisine bağlı olduğuna inanmadığı sürece iradesini fiile yöneltmez. Bu ise her an güç yetirilemeyecek bir şeydir. İnanıldığında da bu hedefe, ancak kalp ondan boş olup daha kuvvetli bir hedefle meşgul değilse yönelinebilir. Bu ise, her zaman için mümkün değildir. İstek ve mânilerin birçok sebepleri vardır. Bunlar bu sebeplerle açığa çıkar; şahıslara, hallere ve amellere göre değişir. Bu bakımdan mesela şehveti galebe çalan kişi, din ve dünya için bir evlat sahibi olma gibi sıhhatli bir hedefe inanmadıkça, çocuk edinme niyetiyle cinsî münâsebette bulunma imkânından mahrum olur. Bilakis ancak şehvetini tatmin etmek için münâsebette bulunur; zira niyet, tahrik edene uymak demektir. Burada ise şehvetten başka tahrik edici yoktur. Bu durumda nasıl olur da çocuk edinmeye niyet edebilir? Kalbinde evlenme sünneti, Hz. Peygamber'e uyma fazileti düşüncesi galib gelmeyen kimsenin, evlilikle sünnete tâbi olmaya niyet etmesi mümkün olmaz. Bunu ancak lisanı ve kalbiyle bilebilir. Oysa bu da niyet değil, katıksız fısıltı olur.

Bu niyeti, elde etmenin yolu, kişinin önce şeriata olan imanını kuvvetlendirmesi ve kalbinde Hz. Peygamber'in ümmetini çoğaltmak için çalışmanın sevabını büyütmesidir. Böylece kalbinden, çocuğun nafakasının ağırlığı, uzun zahmeti ve benzeri düşünceler silinir. Bunun sonucunda, çoğu kez kişinin kalbinde sevap kazanma amacıyla çocuk edinmeye karşı bir rağbet uyanır. Bu rağbet onu harekete geçirir. Azalar da bu işi gerçekleştirmek üzere harekete geçerler. Bu bakımdan kalbe galebe çalan teşvikçiye itaat edilip de sevap kazanma amacıyla lisanı harekete geçiren güç kabardığında, kişi niyet etmiş olur. Eğer bu durum yoksa, düşündüğü, kalbinde evirip çevirdiği evlat maksadı katıksız bir vesvese ve hezeyân olur.

Seleften bir cemaat taatlerin bir kısmından kaçınmışlardır; zira kalplerinde, bunlara dair niyet bulamamışlardır. 'Bunun hakkında kalbimizde herhangi bir niyet yoktur' derlerdi.
Hatta İbn Sirîn, Hasan Basrî'nin cenaze namazını kılmamış ve 'Bu konuda kalbimde herhangi bir niyet oluşmadı' demiştir.

Seleften biri, birgün saçını sakalını taramak ister ve hanımına 'Bana bir tarak getir!' diye seslenir. Hanımı 'Ayna da getireyim mi?' deyince, bir süre sustuktan sonra 'Evet!' der. Kendisine 'Niçin böyle yaptın?' diye sorulunca da 'Tarak hakkında bir niyetim vardı. Ayna hakkında ise o anda kalbimde herhangi bir niyet yoktu. Bu bakımdan Allah kalbimde o niyeti yaratıncaya kadar bekledim' cevabını verir.

Kûfe âlimlerinden Hammad b. Ebî Süleyman vefat ettiğinde Süfyan es-Sevrî'ye şöyle denildi:
- Hammad'ın cenazesine gelmiyor musun?
- Eğer kalbimde bu konuda bir niyet olsaydı gelirdim!
Seleften herhangi birine iyi amellerden biri sorulduğunda 'Eğer Allah bana buna dair bir niyet verirse yaparım!' derdi.

Tavus ancak niyet ile konuşurdu. Bazen konuşması istenir; fakat o konuşmazdı. Bazen de istenilmediği halde konuşurdu. Bunun hikmeti sorulduğunda da 'İster misiniz niyetsiz konuşayım! Kalbime niyet geldiği zaman zaten konuşuyorum!' cevabını vermiştir.

Dâvud b. Mihber29 Kitab'ul-Akl'ı yazdığında İmâm Ahmed b. Hanbel ondan bunu istedi. Birkaç sayfasına baktıktan sonra da geri verdi. Bunun üzerine Dâvud 'Niçin böyle yaptın?' dedi. İmam Ahmed 'Kitabda zayıf senedler var' diye cevap verdi. Bu cevaba karşı Dâvud, İmam Ahmed'e 'Ben kitabı senedler üzerine rivayet etmiş değilim. Ona haber gözüyle bak. Oysa sen ona sadece amel gözüyle baktın! Eğer söylediğim gibi bakarsan fayda görürsün' dedi. Bunun üzerine İmam Ahmed 'O halde kitabı bana geri ver de senin gözünle bakayım!' dedi. Böylece İmam Ahmed kitabı geri aldı. Kitap uzun bir süre yanında kaldı. Sonra Dâvud'a 'Allah sana hayırlı mükâfatlar versin Kitab'dan fayda gördüm!' dedi.
Bir grup insan Tavus'tan dua isteyerek şöyle dediler:
- Bize dua et!
- Kalbimde sizin için bir niyet gördüğümde dua ederim!

Seleften biri şöyle demiştir: 'Bir aydan beri bir hastayı ziyaret için niyet beklemekteyim, kalbime hâlâ doğru bir niyet gelmemiştir'.

İsa b. Kesir şöyle anlatıyor. Birgün Meymun b. Mihran'la birlikte yürüyorduk. Kapısına geldiğimizde ben ayrıldım. Oğlu kendisine 'İsa'yı akşam yemeğine dâvet etmeyecek misin?' dedi. Meymun da 'Kalbimde böyle bir niyetim oluşmadı' karşılığını verdi.

Bunun hikmeti şudur: Niyet bakışa tâbidir. Bakış bozulduğunda niyet de bozulur.
Selef niyetsiz hiçbir amel işlemek istemezdi. Çünkü onlar niyetin, amelin ruhu olduğunu ve doğru bir niyet olmaksızın amelin riya ve zorlama olacağını biliyorlardı.

Böyle bir amelin, Allah'a mânen yaklaşmaya değil buğzuna sebep olduğunu biliyorlardı. Yine biliyorlardı ki niyet, kişinin diliyle niyet ettim demesi değildir; aksine Allah'tan gelen manevî fetihler yerine geçen kalbî bir harekettir. Bu bakımdan bazı zamanlar kolaylaşır; bazı zamanlar da çok zorlaşır! Evet! Kimin kalbinde din emri daha galipse çoğu zaman hayırlara niyet etmesi onun için kolaylaşır; zira böyle bir kimsenin kalbi her türlü hayrın esasına meyledicidir. Bu bakımdan çoğu kez kalbi ayrıntılara karşı harekete geçer. Dünyaya meyleden ve dünyanın kendisine galebe çaldığı kimselerin kalbinde, böyle bir niyet kolayca oluşmaz. Hatta bunlar için farzlar hakkındaki niyetlerin kolaylaşması dahi çok zordur. Bunun en son çaresi nefsi cehennem azabıyla korkutmak veya cennet nimetleriyle teşvik etmektir. Bu şekilde çoğu kez in-sanın kalbinde zayıf bir istekçi doğar. Dolayısıyla sevabı, isteği ve niyeti nisbetinde olur.

Allah'a taat ve ubûdiyyete müstehak olduğundan dolayı ve O'nu ululumak ve tâzim etmek niyetiyle yapılan taate gelince, böyle bir taat dünyaya rağbet eden kimseler için müyesser olamaz. Bu, niyetlerin en az rastlananı ve en yücesidir.

Yeryüzünde böyle bir niyete sahip olan şöyle dursun bu niyetin hakîkatini anlayan bile az bulunur.

Taatlar hakkında insanların niyetleri çok çeşitlidir. Mesela insanlardan bazısı azab korkusuyla ve ondan kurtulmak için amel eder. Gerçi böyle bir kimse ateşten korunur. Diğer bir grup da cennete girebilmek için amel eder. Bu derece, her ne kadar, Allah'ı sırf zatından ve celâlinden ötürü tâzim eden kimselerin mertebesine göre düşük bir mertebe ise de, yine de doğru niyetlerdendir. Çünkü bu, ahirette va'dedilen bir şeye meyletmektir. Bu şey, dün-yada görülen şeylerden olmasına rağmen durum böyledir. Bu dünyada insanı teşvik eden şeylerin başında tenasül uzvuyla mide gelir.

Bunların ihtiyaçlarının karşılanacağı yer cennettir. Bu bakımdan cennet için çalışan kimseler, midesi ve tenasül uzvu için çalışanlardır. Tıpkı ancak ücret aldığında çalışan kötü ırgat gibi onun derecesi de sıradan kimsenin derecesidir. O bu dereceyi, ameliyle elde eder; zira cennetliklerin çoğu sıradan kimselerdir.

Akıl sahiplerinin ibadeti ise Allah'ın zikrini ve O'nu düşünmeyi geçmez. O'nun cemâl ve celâlinin sevgisinden dolayı yapılır. Diğer ameller de onu kuvvetlendirmek üzere arkasından gelir. Bu kimseler, derece yönünden cennetteki yiyeceklere ve eşlere tamah etmekten yücedirler. Çünkü bunlar cenneti kasdetmezler. Bilakis onlar sabahakşam rablerini çağırır ve sadece O'nun rızasını kastederler. İnsanların sevapları niyetleri nisbetindedir. Bu bakımdan şüphe yoktur ki bunlar, Allah'ın kerîm vechine bakarlar ve ela gözlü cennet kadınlarının yüzüne bakan kimselerle alay ederler. Tıpkı ela gözlü cennet hanımlarına bakan kimsenin, çamurdan yapılmış şekillerin yüzüne bakanları hor görmesi gibi...

Hatta bu fark daha da büyüktür; zira rubûbiyyet huzurunun güzelliği ile ela gözlü cennet hanımları arasındaki fark; ela gözlü cennet kadınlarının güzelliği ile çamurdan yapılmış şekillerin güzelliği arasındaki farktan çok daha büyük ve (ayrılık bakımından) çok daha şiddetlidir. Hatta şehvetperest ve hayvanî nefislerin; güzellerle başbaşa kalarak şehvetlerinin isteğini yerine getirmeyi büyütüp Allah Teâlâ'nın kerîm vechinin güzelliğinden yüz çevirmeleri; tıpkı pislik böceklerinin pislik yuvarlayıp onunla uğraşarak ve kadınların güzel yüzlerinden yüz çevirmesine benzer. Bu durum kalplerin çoğunun Allah'ın cemâlini idrâk etmekten mahrum olması gibidir; zira böcekler bu güzelliği idrâk edemez ve dolayısıyla ona iltifat etmez. Eğer böceklerin aklı olup kadınların güzelliğini farkedebilselerdi, mutlaka onlara iltifat edenin aklını güzel bulurlardı!
Onlar daima ihtilaf halindedirler. (Hûd/118)

Her hizib kendi yanında bulunan (din veya kitap)la sevinmektedir.(Mü'minûn/54)

Zaten (Allah) onları bunun (ihtilaf) için yaratmıştır.(Hûd/119)

Anlatıldığına göre Ahmed b. Hıdraveyh30 rüya âleminde rabbini görmüştür. Rabbi ona şunları söylemiştir: 'Ebu Yezid müstesna her insan benden cenneti istiyor. O ise, beni (cemâlimi) istiyor!'

Ebu Yezid de rabbini rüya âleminde görmüş ve 'Rabbim! Sana nasıl ulaşılır?' diye sormuştu. Allah Teâlâ da 'Bana nefsini terkederek gel!' buyurmuştu.

Şiblî, öldükten sonra rüyada görüldü. Kendisine 'Allah sana nasıl muamele etti?' diye sorulduğunda şöyle cevap verdi: "İddialara karşı benden delil istemedi. Ancak bir sözüm için delil istedi. Şöyle ki birgün 'Cenneti kaçırmanın zararından daha büyük bir zarar var mıdır?' dedim. O ise 'Benim mülakatımı kaçırmanın zararından daha büyük bir zarar var mıdır?' buyurdu".

Gaye; bu niyetlerin çeşitliliğini göstermektir. Kalbinde bu niyetlerden biri galebe çalan kimse çoğu kez, o niyeten, başkasına dönmeye muvaffak olamaz. Bu hakikatlerin marifeti zâhire bakan fakîhlerce inkâr edilecek amel ve fiilleri gerektirir.

Kalbinde bir mübah hakkında niyet bulunup da fazilet hakkında bir niyet bulunmayan kimsenin mübahı işlemesi daha evlâdır. Bu durumda fazilet mübaha intikal eder. Fazilet işlendiği takdirde bu kendisi için bir eksiklik olur; çünkü ameller niyetlere bağlıdır. Bu tıpkı affetmek gibidir; zira zulüm hususunda affetmek, zâlimden intikam almaktan daha üstündür, ancak kalpte çoğu kez, af hususunda değil, intikam alma hususunda bir niyet bulunur. Dolayısıyla intikam almak daha üstün olur. Yeme içmesinde ve uyumasında nefsini rahata kavuşturup yapacağı ibadetler için kuvvet kazanmaya niyet eden kimsenin durumu da böyledir. Oysa o her iki halde de kalbinde oruç ve namaza karşı bir niyet duymamaktadır. Öyle ise, bu durumda yemek ve uyumak kendisi için daha üstündür. Uzun süre devam ettiğinden dolayı ibadetten usanan, ibadetteki canlılığı dumurauğrayıp isteği zayıflayan kimse, bir saat oynamak ve konuşmak ile canlılığını yeniden kazanacağını bilirse, oynamak ve konuşmak, onun için (nafile) namaz kılmaktan daha üstündür.

Ebu Derdâ şöyle demiştir: 'Ben nefsimi bir çeşit oyunla dinlendiririm ki bu meşguliyet hakka yardımcı olsun'.

Hz. Ali şöyle demiştir: 'Kalplerinizi arasıra dinlendiriniz; zira kalpler, usandıklarında körleşirler'. (Nehc'ul-Belâğa)

Bunlar inceliktir. Bu incelikleri ancak derin âlimler anlayabilir. Kabukla uğraşanlar ise, bu sahanın eri değildirler. Tıp ilminde hâzık olan kimse, bazen hararetine rağmen, ateşli bir hastayı et ile tedavi eder. Tıpta eksik olan kimse bu tedavi şeklini uygun bulmaz. Oysa hâzık olan kimse, önce bu tedavi ile hastaya kuvvet kazandırıp, sonra zıddıyla tedavi görmeye dayanmasını sağlamak ister. Satranç oyununda usta olan kimse, bazen Rüh (satranç taşlarından birinin adı) ve at'ından vazgeçer ki bununla galibiyet elde edebilsin. Basireti zayıf olan kimse ise, bazen böyle yapan kimseye güler, onun bu hareketine şaşar. Aynen bunun gibi, harb hilelerini bilen kimse de bazen düşmanının önünden kaçıp ona arkasını çevirir, ancak bunu, düşmanını dar bir boğaza sıkıştırmak ve sonra da aniden saldırarak onu mağlup etmek için yapar.

Allah yoluna sülûk etmek de aynen böyledir; hepsi şeytanla dövüşmek ve kalbi tedavi etmektir. Muvaffak olan basiret sahibi, bu yolda, zayıflar tarafından uygun bulunmayan tedbirlerle incelikler üzerinde durur. Bu bakımdan mürîdin (şeriata uyan) şeyhinden gördüğüne karşı çıkması uygun olmadığı gibi, öğrencinin de hocasına itiraz etmesi uygun değildir. Bilakis basiretin hududu yanında durması ve onların mertebesine varıp sırlarını öğreninceye kadar şeyhle hocanın ahvâlinden anlamadığını kabul etmesi gerekir. Tevfîkin güzeli Allah'tandır.

29) Sakafî soyundan gelen bu zat aslen Basralı'dır. Bağdad'da yaşamıştır. Hadîsleri metruk'tur. İbn Hibban onun mevsûk kimselerin adına hadîs uydurduğunu söylemiştir. H. 206'da vefat etmiştir. Kitab'u1-Akl küçük hacimli bir kitaptır ve içinde akıl ve akl'ın faziletleri hakkında gelen hadîsler ve haberler bulunmaktadır. Hâfız Tehzib adlı eserinde bunların çoğunun uydurma hadîsler olduğunu söylemektedir.
30) Ebu Hâmid İmam Ahmed b. Hıdraveyh Belhlidir. Horasan'ın büyük şeyhlerindendir. H. 240'da, 95 yaşında vefat etmiştir.

*6.İhlâs'ın Fazileti

Ayetler

Oysa kendilerine, dini yalnız Allah'a hâlis kılıp O'nu birleyerek Allah'a kulluk etmeleri, namazı kılmaları, zekâtı vermeleri emredilmişti.(Beyyine/5)

İyi bil ki hâlis din ancak Allah'ındır.(Zümer/3)

Tevbe edip hallerini düzeltenler ve Allah'a sarılıp dinlerini Allah için hâlis kılanlar, işte onlar mü'minlerle beraberdir.(Nisa/146)

Kim rabbine kavuşmayı arzu ederse salih amel işlesin ve rabbine (yaptığı) ibadete hiç kimseyi ortak etmesin!(Kehf/110)

Bu son ayet-i celîle Allah için işlediği amelinden dolayı övülmeyi seven kimse hakkında nâzil olmuştur.

Hadîsler
Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:

Üç haslet vardır ki müslümanın kalbi bu hasletlere hased etmez. Bunlar ameli Allah için ihlâslı kılmak, yöneticilere nasihat etmek ve müslümanların cemaatinden ayrılma-maktır.31
Mus'ab b. Sa'd32 şöyle der: 'Babam kendisini Hz. Peygamber'in sahabiîlerinin bazılarından üstün görüyordu. Bunu farkeden Hz. Peygamber şöyle buyurdu:
Allah Teâlâ bu ümmeti ancak zayıflarından ve onların dua, ihlâs ve namazlarından dolayı muzaffer kılmıştır.33

Hasan Basrî'den rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:
1. Allah'ın kendisine ilim verdiği kişiye Allah Teâlâ sorar:
- Öğrendiğinle ne yaptın?
-Yârab! Onunla gece gündüz sana ibadet ettim.
- Yalan söylüyorsun!
Melekler de "Yalan söylüyorsun! Bilakis sen onunla 'Filan adam âlimdir' dedirtmek istedin. Zaten öyle de denildi!" derler.
2, Allah'ın, kendisine mal verdiği kişi. Allah Teâlâ ona dasorar:
- Sana nimet verdim. Onu nasıl kullandın?
- Yârab! O mal ile gece-gündüz sadaka verdim.
- Yalan söylüyorsun!
Melekler de "Yalan söyledin! Bilakis sen onunla 'Filan adam cömerttir' dedirtmek istiyordun. Nitekim öyle de de-nildi" derler.
3. Allah yolunda öldürülen kişi. Allah Teâlâ ona sorar:
- Sen ne yaptın?
- Yârab! Cihad ile emrolundum ve savaşırken de öldürüldüm!
- Yalan söylüyorsun!
Melekler de "Yalan söylüyorsun; zira senin gayen 'Filan adam kahramandır' dedirtmekti. Nitekim dünyada iken böyle denildi" derler.37

Hadîsi rivâyet eden Ebu Hüreyre şöyle diyor: Sonra Hz. Peygamber baldırlarımın üzerine bir çizgi çekerek şöyle buyurdu: "Ey Ebu Hüreyre! Bunlar kıyamet gününde kendileriyle cehennem ateşinin ilk tutuşturulacağı mahluklardır".

Râvilerinden biri (Natıl b. Kay s veya Sefi el-Asbahî) bu hadîsi Muaviye'nin huzurunda rivayet etti. Hadîsi dinleyen Muaviye ağlamaya başladı. O kadar ağladı ki çevresindekiler onun öleceğini zannettiler. Nihayet sakinleşen Muaviye 'Allah Teâlâ doğru söylemiştir!' diyerek şu ayeti okudu:

Kimler dünya hayatını ve onun süsünü isterse onlara amellerin(in karşılığını) tam olarak veririz ve onlar orada hiçbir eksikliğe uğratılmazlar.(Hûd/15)

Diğer Rivayetler
İsrâiliyyat'ta şöyle rivayet edilir: Bir âbid uzun bir süre Allah'a ibadet eder. Birgün kendisine 'Falan yerde bir topluluk var. Bunlar, Allah'a değil, orada bulunan bir ağaca tapıyorlar' denilir. Bunun üzerine âbid öfkelenerek baltasını omuzuna alır ve o ağacı kesmek için yola koyulur. Ona mani olmak isteyen İblis de bir ihtiyar suretinde önüne çıkarak âbid'e sorar:
- Allah sana rahmet eylesin! Böyle nereye gidiyorsun?
- Şu ağacı kesmeye...
- O ağaçla ne alıp vereceğin var? Sen ibadetini ve nefsinle
uğraşmayı bırakmış başka şeylerle uğraşıyorsun!
- Bu da benim ibadetlerimdendir!
- O ağacı sana kestirmem!

Bunun üzerine âbidle İblis dövüşmeye başlar. Âbid, İblis'i yaka paça tutup yere vurur ve göğsüne oturur. İblis âbide 'Beni bırak da konuşalım!' der. O zaman âbid, iblis'in göğsünden kalkar. İblis ona der ki:
- Allah sana bu ağacı kesmeyi farz kılmamıştır. Sen ağaca ibadet ediyor da değilsin. O halde başkasının yaptığı seni ne ilgilendirir? Oysa Allah'ın yeryüzünde peygamberleri vardır. Eğer Allah dileseydi, onlardan birini bu ağaca tapanlara gönderir ve ona bu
ağacı kesmesini emrederdi.
- Hayır! Onu mutlaka kesmeliyim.
Böylece ikinci bir defa daha dövüşmeye başlarlar. Âbid yine onu mağlub ederek yere vurur ve göğsünün üzerine oturur. Âciz kalan İblis âbide der ki:
- Aramızı tamamen ayıracak ve senin için daha hayırlı olacak
birşey söyleyeyim mi?
- Söyle bakalım neymiş?
- Beni bırak da söyleyeyim!
Bunun üzerine âbid, İblis'i bırakır. Serbest kalan İblis şöyle der:
- Sen halkın sırtına yük olmuş fakir bir kişisin. Nafakanı onlartemin ediyor. Herhalde arkadaşlarına ikramda bulunmayı, komşularına yardım etmeyi, onları doyurmayı ve halka muhtaçolmamayı sen de istersin!
- Evet!
- O halde şu fikrinden vazgeç! Eğer bundan vazgeçersen, senin için her gece yastığının yanına iki altın koymayı taahhüd ediyorum. Sabahladığında o altınları alıp kendine, çoluk çocuğuna harcar, arkadaşlarına sadaka verirsin. Bu hem senin için hem de
müslümanlar için, yerinde duran ve kesilmesiyle kendisine tapanlara bir zarar dokunmayacak olan bir ağacın kesilmesinden daha yararlıdır.Hem bu ağacın kesilmesinin senin müslüman
kardeşlerine de hiçbir faydası dokunmaz.

İblis'in bu sözlerini düşünen âbid, kendi kendisine "Ben peygamber değilim ki bu ağacın kesilmesi bana düşsün! Allah da bana kes dememiş ki kesmemekle günahkâr olayım. Hem ihtiyarın söyledikleri daha faydalıdır" der.
Böylece İblis, ona borcunu ödemeyi taahhüdle bu konuda yemin eder. Bunun üzerine âbid, ibâdethanesine dönüp geceler. Sabahladığında başucunda iki altın bulup bunları keseye indirir. Ertesi gün de böyle olur. Ancak üçüncü ve ondan sonraki günlerde hiçbir şey bulamaz. Sonunda hiddete gelip baltasını omuzuna ala-rak yola düşer. İblis yine o ihtiyar suretinde önüne çıkıp sorar:
- Nereye gidiyorsun?
- O ağacı kesmeye...
- Yalan söylüyorsun! Allah'a yemin öderim ki buna gücün yetmeyecektir!

Bunun üzerine, âbid, daha önce onu yendiğini düşünerek İblis'in üzerine atılır. Ancak İblis haykırır:
- Bu kez yapamayacaksın!
Gerçekten de İblis, âbidi yaka paça tutup yere vurur. Âbid bir anda kendisini bir kuş gibi İblis'in ayakları dibinde bulur. İblis onun göğsüne oturarak şöyle der:
- Ya bu ağacı kesmekten vazgeçersin ya da ben seni keserim!
Âbid, İblis'e gücünün yetmeyeceğini anladığında şöyle der:
- Ey İblis! Beni yendin, yakamı bırak fakat bana söyle! Seni
daha önce nasıl yenebildim? Sen şimdi beni nasıl mağlup ettin?
- Sen ilk Allah için öfkelenmiştin ve ve niyetin ahiretti. Bundan dolayı Allah beni sana boyun eğdirdi. Bu defa ise nefsin ve dünyan için öfkelendin. Bunun için de bu kez ben seni mağlup ettim.
B
u hikâye şu ayeti tasdîk etmektedir:
(Şeytan) şöyle dedi: 'Onların tümünü azdıracağım, ancak iç-lerinden ihlâs sahibi kulların müstesna'.(Sâd/83)

Zira kul, şeytandan ancak ihlâs vasıtasıyla kurtulabilir. Mâruf-u Kerhî kendi kendisine vurarak 'Ey nefis! İhlâslı ol ki kurtulasın!' derdi.

Yakub el-Mekfuf şöyle demiştir: 'Muhlis günahlarını örttüğü (gizlediği) gibi sevaplarını da örten kimsedir'.

Süleyman ed-Dârânî şöyle demiştir: 'Allah'tan başkasını irade etmediği halde bir tek adım atan kimseye ne mutlu!'

Ömer b. Hattab (r.a) valisi Ebu Musa el-Eş'arî'ye şöyle yazmıştır: 'Kimin niyeti hâlis ise, kendisiyle insanlar arasındaki muamelelerde Allah Teâlâ ona kâfidir!'
Evliyadan biri bir din kardeşine şöyle yazmıştır: 'Amellerinde niyetini hâlis kıl! (Böyle yaparsan az amel de sana kâfi gelir)'.

Eyyûb Sehtiyânî şöyle demiştir: 'Amellerin niyetlerini hâlisleştirmek, selefe bütün amellerden daha zor gelirdi'.

Mutarrıf b. Abdillah şöyle derdi: 'Nefsini durultan kimse için durultulur; amelleri karıştırılan kimse için de karıştırılır!'

Seleften biri ölümünden sonra rüyada görüldü. Kendisine 'Amellerini nasıl buldun?' diye sorulduğunda şunları söyledi: "Allah için yaptığım her ameli buldum. Hatta yolda bulduğum bir nar tanesini ve ölen kedimizi bile sevap kefemde buldum. Serpuşumda ipekten bir iplik vardı. Onu da günah kefemde buldum. Yüz dinar kıymetinde bir merkebim ölmüştü. Onun hiçbir sevabını göremedim. Bunun üzerine 'Bir kedinin ölümü sevaplar kefesinde olur da merkebin nasıl olmaz?' dediğimde şöyle denildi: "O merkep, gönderdiğin istikamete gitti; zira sana 'Merkep öldü' denildiğinde 'Allah'ın lanetinde olsun!' dedin ve dolayısıyla bu hususundaki ecrin iptal olundu. Eğer 'Allah yolunda ölsün' demiş olsaydın onu da sevaplarının içerisinde görecektin".

Bir rivayette de 'Bir keresinde açıktan sadaka vermiştim de insanların bana bakmaları hoşuma gitmişti. O sadakayı gördüm; ne lehimde, ne de aleyhimde idi!' demiştir.
Süfyan es-Sevrî bu rüyayı işittiğinde 'Bu kimsenin hali ne kadar da güzelmiş; zira onun aleyhinde olmayışı kendisi için bir iyiliktir' demiştir.

Yahya b. Muaz şöyle demiştir: 'İhlâs, ameli tıpkı sütün ters ve kandan ayrılması gibi ayıplardan ayıklar!'

Bir erkek, kadın kılığına girerek düğün ve matem yerleri gibi kadınların toplandıkları yerlere girip çıkardı. Yine birgün kadınların toplandığı bir yerde iken, kadınlardan birinin incisi çalınır. Kadınlar 'Kapıyı kapatın! Kimseyi dışarı bırakmayın ki arama yapalım' diye bağırışırlar. Bunun üzerine orada bulunanları teker teker aramaya başlarlar. Sonunda sıra kadın kılığına giren kişi ile yanındaki kadına gelir. Bunun üzerine kişi Allah'a ihlâs ile dua ederek 'Eğer bu rezaletten kurtulursam, bir daha böyle bir harekete tevessül etmeyeceğim' der. Bu duadan sonra çalman inci, yanındaki kadının üzerinde bulunur. O zaman kadınlar şöyle bağırırlar:
- O hür kadını (kadın kılığına giren kimseyi) bırakınız; çünkü inci bulundu!

Sûfîlerden biri şöyle anlatıyor: Birgün Ebu Ubeyd et-Tüsterî ile beraberdim. Arefe günü, ikindi namazından sonra tarlasını sürüyordu. O sırada Abdal arkadaşlarından biri yanına gelip ona gizlice birşey söyledi. Ebu Ubeyd de hayır dedi. Bunun üzerine bulut gibi yere sürüne sürüne geçip gözden kayboluncaya kadar onu seyrettim. Sonra da Ebu Ubeyde'ye sordum:
- Bu kişi sana ne dedi?
- Kendisiyle birlikte hacca gitmemi istedi. Ben de hayır dedim.
- Niçin gitmedin?
- Hac hakkında bir niyetim yoktu. Bugün akşama kadar bu işi tamamlamaya niyet etmiştim. Bu durumda onunla hacca gidersem Allah'ın gazabına uğrayabileceğimden korktum; çünkü Allah için yaptığım ameline O'ndan başka bir şeyi sokmuş olurdum. Bu bakımdan şu anda yaptığım iş, bence yetmiş hacdan daha büyüktür.

Bir zât şöyle anlatıyor: Bir deniz harbine çıkmıştık. İçimizden biri sepetini satılığa çıkardı. Bunun üzerine 'Onu bana sat! Harp müddetince yararlanır, filan şehre vardığımızda da satar, kâr ederim' diyerek sepeti satın aldım. O gece bir rüya gördüm. Gökten iki kişi inmişti. Bunların biri arkadaşıma 'Gazileri yaz! Falan adam harbe gezi için katılmıştır. Filan adam riya, filan adam ticaret için; filan adam da Allah için çıkmıştır' dedi. Sonra bana bakarak 'Yaz! Filan adam da ticaret için çıkmıştır' diye ekledi. Bunun üzerine 'Allah'tan kork. Ben ticaret için çıkmadım. Yanımda ticaret malı da yoktur. Ben harb için çıktım' diye bağırdım. Bunun üzerine dikte eden bana 'Ey Şeyh! Sen akşam bir sepet satın aldın. Ondan kâr etmek istiyorsun' dedi. Bense ağlayarak 'Beni tüccar olarak yazmayın!' diye ısrar ettim. Bu ısrarım üzerine arkadaşına bakıp 'Sen ne dersin?' diye sordu. Arkadaşı da "Biz 'Filan adam gazi olarak çıktı. Ancak yolda, ileride kandisinden kâr etmek üzere bir sepet satın aldı, şeklinde yazalım ki Allah Teâlâ ileride onun hakkında bildiği gibi hükmetsin" dedi.

Sırrî es-Sakatî şöyle demiştir: 'Kimsenin bulunmadığı bir yerde, ihlâsla iki rek'at namaz kılmak yetmiş veya yediyüz hadîs yazmaktan daha hayırlıdır'.

Bir zât şöyle demiştir: 'Bir saat ihlâsta ebedî kurtuluş vardır; fakat ihlâs çok nadirdir'.
'İlim tohum, amelse ziraattır; ihlâs da onun suyudur' denilmiştir.

Bir zât şöyle demiştir: 'Allah bir kula buğzetti mi ona üç şey verir ve ondan üç şeyi meneder: Ona salihlerin arkadaşlığını verir, fakat nasihat kabul etmesini önler. Ona salih ameller verir, fakat ihlâsı alır. Ona hikmeti verir, fakat sıdkını alır'.

es-Susî şöyle demiştir: 'Allah'ın, mahluklarının amellerinden maksadı sadece ihlâstır!'

Cüneyd el-Bağdadî şöyle demiştir: 'Allah'ın bazı kulları vardır akıl erdirirler. Akıl erdirdiklerinde amel eder; amel ettiklerinde de ihlâsa bürünürler. İhlâs da onları bütün iyiliklere teşvik eder'.

Muhammed b. Saîd el-Mervezî şöyle demiştir: 'Fiillerin tamamı iki esasa dayanır: a) O'ndan senin için gelen fiil, b) Senin, O'nun için yapmış olduğun fiil. Bu bakımdan eğer O'nun yaptığına razı olur, O'nun için yaptığında da ihlâslı olursan, dünya ve ahirette mesûd ve muzaffer olursun'.

31) Tirmizî
32) Adı Ebu Zurare Mu'sab b. Sa'd'dır. Medineli olup güvenilir bir zat idi. H.
103'de vefat etmiştir.
33) Nesâî
34) İbn Mâce
35) Ebu Mansur Deylemî
36) İbn Adîy
37) Müslim, İmam Ahmed, Nesâî

*7.İhlâs'ın Hakîkati

Her şeye kendisinden başka şeylerin karışması mümkündür. Bu bakımdan içerisine, kendisinden başka hiçbir şeyin karışmamış olduğu şey'e hâlis adı verilir. Tasfiye ve durultma işini yapan fiile de ihlâs adı verilir.

Onların karınlarından, fers (yarı sindirilmiş gıdadır) ile kan arasından (çıkardığımız) halis, içenlere (içimi) kolay süt içiriyoruz.(Nahl/66)

Sütün hâlisliği, ancak içerisinde kan ve pislik karışmamış ve bir de süte karışması mümkün olan her şeyden arınmış olmasıdır.

İhlâs'ın zıddı İşrak (karıştırma)tır. Bu bakımdan muhlis olmayan kimse müşriktir. Ancak şirk birkaç derecedir. Tevhid hususundaki ihlâs'a, ulûhiyetteki ortak koşma (şirk) zıd düşer.Şirkin bir kısmı gizli, bir kısmı da açıktır. İhlâs da böyledir. İhlâs ile zıddı olan şirk kalbe inerler. Bu bakımdan bunların merkezi kalptir. Bu da ancak kasd ve niyetlerdedir. Biz niyet'in hakîkatini anlatmış ve onun teşvik edicilere uyma demek olduğunu söylemiştik. Bu bakımdan kişiyi, durulmaya teşvik eden çıkan fiile ihlâs denir.

Tabiî ki bu da niyet edilene nisbetle böyledir. Öyleyse gayesi katıksız riya olduğu halde sadaka veren kimse (gayesine hiç-bir şey karıştırmamış olması bakımından) muhlis olduğu gibi, gayesi sadece Allah'a mânen yaklaşmak olan kimse de muhlistir. Bunların her ikisine de muhlis denilmekle birlikte, ihlas isminin, yalnızca Allah'a mânen yaklaşma amacına hiçbir şey karıştırmayan kimseye verilmesi âdet olmuştur. Nitekim ilhad da meyletmekten ibarettir. Fakat haktan bâtıla meyledenlere verilmesi âdet olmuştur. Bu bakımdan teşvikçisi mücerred riya olan kimse helâk olmaya mahkumdur. Biz böyleleri hakkında konuşmuyoruz; zira bu konuyu Mühlikât bölümünün Riyâ kitabında anlatmıştık. Onun hakkındaki hükmün en azı, haberde bildirilen şu hükümdür:

Riyakâr kimse, kıyamet gününde şu dört isimle çağrılır: a) Ey mürâi! b) Ey kandırıcı! c) Ey müşrik! d) Ey kâfir!38

Biz şu anda Allah'a mânen yaklaşma amacıyla gayrete gelen kimse hakkında konuşuyoruz. Fakat onu teşvik eden şeye başka bir teşvikçi daha karışmıştır ki bu da riyâdan veya nefsin diğer pay-larındandır. Kişinin, bedenin fayda görmesinin yanısıra mânen Allah'a yaklaşmak kasdıyla oruç tutması; hem mânen Allah'a yaklaşmak, hem de nafakasından ve kötü ahlâkından kurtulmak için köle azad etmesi; sıhhatinin ve moralinin düzelmesi için veya bir düşmanından kaçmak veya memleketinde başına gelen bir beladan ya da hanımından, çocuğundan veya işinden kurtulmak amacıyla hacca gitmesi de bunun gibidir. İşte bu kimse birkaç gün de olsa bunlardan kurtulup rahat etmek istemiştir. Kişinin harp oyunlarını ve dolayısıyla askerlerin tâlim ve kumandasını öğrenmek için gazaya çıkması veya aile efradını ve malını koru-mak ya da kendisine kolayca mal kazanma yollarını gösterecek ilmi öğrenmek amacıyla geceleyin uyumayıp namaz kılması veya aşireti içerisinde bir yer edinmek, ilmi sebebiyle mallarını yabancılardan korumak, susmanın üzüntüsünden kurtulup konuşmadan zevk almak için ders ve vaaz vermesi veya bu işi âlimlerin, sofuların ve diğer insanların hürmetini kazanmak, âlimlere, sofulara hizmet etmek ya da dünyada arkadaş sahibi olmak için yapması da böyledir.

Kişinin el yazısını düzeltmek için mushaf yazması veya binek ücreti vermemek için yaya haccetmesi veya temizlenmek ya da serinlemek için abdest alması veya güzel kokmak için gusletmesi veya senedinin kuvvetiyle tanınmak için hadîs rivayet etmesi veya ev kirasından kurtulmak için camide itikafa girmesi veya yemek pişirme zahmetinden kurtulmak ya da yemek için harcayacağı zamanlarda başka işlerle uğraşmak için oruç tutması veya dilencinin ısrarlarından korunmak için sadaka vermesi veya hastalığında ziyaretine gelmeleri için hasta ziyare-tine gitmesi veya kendi cenazesini teşyî etsinler diye cenazeleri teşyî etmesi veya bunlardan birini hayırla anılmak için ya da kendisine salihlik ve vekar gözüyle bakılsın diye yapması da bu türdendir.

Mânen Allah'a yaklaşma teşvikçisine, yukarıda saydıklarımızdan herhangi birini yapacağı amelin kendisine kolay gelmesi için karıştıran kimsenin ameli ihlâs hududlarından çıkmıştır. Yalnızca Allah'ın rızası için olmaktan da çıkmıştır. Onun ameline şirk karışmıştır.

Allah Teâlâ bir hadîs-i kudsî'de şöyle buyurmuştur:
Ben ortaklık bakımından,ortakların en zenginiyim! (Ortaklık kabul etmem).
Nefis dünyanın nasiblerinden herhangi birine meyledip rahata kavuşur, kalp ona ister az, ister çok olsun meylederse amel bulanır; ihlâsı gider. İnsan dünyadaki nasiplerine ve şehvetlerine çok düşkündür. Fiillerinin ve ibadetlerinin çok azı dünyada acelece verilen istek ve paylardan kurtulabilir. Bunun içindir ki 'Hayatında bir lâhza da olsa Allah'ın rızasını ihlâsla isteyebilen kişi kurtulmuştur' denilir.

İhlâsın çok nadir oluşundan; kalbin, yukarıda bahsi geçen şeylerden temizlenmesinin zorluğundan dolayı böyle denilmiştir. Hâlis kimseye Allah'a yaklaşma talebinden başka teşvik eden yoktur. Bu nasibler her ne kadar tek başlarına birer teşvikçi iseler de fiil sahibinin bunlarda çektiği zorluk gizli değildir. Bizim esasmaksadımız Allah'a yaklaşma hususuna bakmaktır. Bütün bunlar ona karışmaktadır. Sonra bu karışanlar ya muuafakat veya müşareket mertebesinde ya da daha önce niyet bahsinde geçtiği gibi muavenet mertebesinde olur.

Kısacası; nefse ait olan teşvikçi, ya dine ait olan teşvikçi gibi ve yahut daha zayıf olur. İlerde bahsedeceğimiz gibi, bunların her birinin başka bir hükmü vardır. İhlâs ancak ameli az veya çok bütün karışanlardan kurtarmaktır ki amelde Allah'a yaklaşma maksadından başka bir maksad kalmasın; kendisinde bu teşvikçiden başkası bulunmasın. Bu durum da ancak Allah'ı seven, O'nun aşkıyla âdeta kendisinden geçen, himmetini tamamen ahiret işlerine sarfeden kimse için düşünülebilir. Böyle bir kimsenin kalbinde dünya sevgisine yer kalmamıştır. Öyle ki bu kimse yeme içmeyi sevmez. Hatta onun yeme içme hususundaki isteği; tabiî bir zorunluk olmak hesebiyle def-i hacetteki isteği gibidir. Bu bakımdan bu kimse yemeğe yemek olduğundan dolayı iştah duymaz. Bilakis Allah'ın ibadetine yardımcı olması, onu takviye etmesi için iştah duyar. Açlığın şerrinden korunmak ister ki yemeğe muhtaç olmasın, kalbinde zarurî miktardan fazla pay kalmasın! Zaruret miktarı onun için kâfidir. Çünkü bu, dininin zaruretidir. Bu bakımdan onun Allah'tan başka bir maksadı yoktur. Böyle bir şahıs, yeme içmesinde ve def-i hacetinde bile hâlis amel; bütün hareket ve sekenâtında doğru niyet sahibi olur. Mesela uykudan sonra daha kuvvetli bir şekilde ibadet edebilmek için uyuduğunda, uykusu ibadet olur. Bu uykuda kendisi için muhlislerin derecesi vardır.
İhlâs kapısı, böyle olmayanların yüzüne kapanmıştır. Ancak nadiren açılır.

Nasıl ki kendisine Allah ve ahiret sevgisi galebe çalan kimsenin normal hareketleri, maksadının sıfatını alıyor ve ihlâs oluyorsa, tıpkı bunun gibi, nefsine dünya, yücelik, başkanlık; kısacası Allah'tan başkası galip gelenin de bütün hareketleri maksadın sıfatıyla boyanır. Onun oruç, namaz ve diğer taatlar gibi ibadetleri sağlam kalmaz. Bu ibadetlerin sağlam kalması pek nadirdir. Bu bakımdan ihlâsa, ancak nefsin paylarını kırmak, dün-yaya olan tamahını kesmek, kalbe galebe çalacak derecede yalnızca âhiretle ilgili amellere yönelmekle ulaşılır. İnsanı yoran nice ameller vardır, halisen Allah için oldukları zannedilir. Oysa insan burada aldanmıştır; çünkü buradaki âfetleri farkedemez.

Selef'ten bir zat şöyle demiştir: 'Camide birinci safta kılmış olduğum otuz senelik namazı kaza ettim. Çünkü otuz seneden sonra bir namazı bir özürden dolayı ikinci safta kıldım. Bu yüzden çok utandım ve insanlar beni ikinci safta görecekler diye kıvrandım. Böylece anladım ki birinci safta görülmek beni gururlandırmış ve kalp huzurumun sebebi bu imiş... Ama bunu o ana kadar anlayamamıştım'.

Bu mesele çözülmesi güç ince bir meseledir. Bunlardan kurtulabilen amellerin sayısı çok azdır. Bunları ancak Allah'ın muvaffak kıldığı çok az kimse kavrayabilir. Bundan gafil olanlar bütün hasenatlarını ahirette seyyiat olarak görürler.

Hiç hesap etmedikleri şeyler Allah'tan karşılarına çıkmıştır. Yaptıkları amellerin fenalıkları kendilerine görünmüş ve alay edip durdukları şeylerin cezası kendilerini sarmıştır.Zümer/47-48)

De ki: 'Size (yaptıkları) işler bakımından en çok ziyana uğrayacak olanları haber vereyim mi? Dünya hayatında bütün çabaları boşa gitmiş olan ve kendileri de iyi iş yaptıklarını sanan kimseler!'(Kehf/103)

Bu fitneye en şiddetli şekilde maruz kalanlar da âlimlerdir; zira âlimlerin çoğunu ilmi yaymaya teşvik eden kuvvet, peşine takılanlarla gururlanmak ve övülmekten zevk almaktır. Şeytan onları bu hususta aldatarak 'Sizin gayeniz; Allah'ın dinini yaymak ve Rasûlullah'ın getirmiş olduğu şeriatı korumaktır!' der.

Vâizleri görürsün ki halka ve sultanlara nasihat ettiğinden dolayı Allah'a minnet eder. Halkın, sözünü kabul etmek suretiyle, kendisine yönelmelerine sevinir. Aynı zamanda da Allah'ın kendisine vermiş olduğu dinî yardımlardan dolayı sevindiğini iddia eder(!) Eğer kendisinden daha iyi vaaz eden biri çıkar, halk ona yönelirse bu durum onu rahatsız edip üzer. Şayet onu teşvik eden şey din olmuş olsaydı bu durum karşısında Allah'a şükrederdi; çünkü Allah onu başkası vasıtasıyla bu mühim vazifeden kurtarmıştır. Buna rağmen şeytan yakasını bırakmayarak ona şöyle der; 'Sen bu yeni vâizin çıkışına değil ancak vaaz sevabını kaybedişine üzülüyorsun. Halkın senden yüz çevirip ona yönelmelerine üzülmüyorsun; zira halk senin vaazını dinlemiş olsaydı, sevap kazanacaktın. Öyleyse sevabı kaçırdığın için üzülmen güzel ve yerinde birşeydir(!)'
Oysa miskin hakka itaat edip, işi ehline teslim etmesinin daha üstün ve sevabının da daha çok olduğunu; âhirette kendisine tek başına yapmak istediğinden daha fazla kâr getireceğini bilmez.

Eğer Hz. Ömer, Hz. Ebubekir'in imamet ve hilafete geçişiyle üzülseydi acaba üzüntüsü iyi mi, yoksa kötü mü olurdu? Oysa dindar bir kimse ki kendisinden böyle bir şey sâdır olsaydı Hz. Ömer'in mutlaka yerileceğine şüphe etmez. Çünkü Hz. Ömer'in hakka tâbi olması, işi kendisinden daha yetkili bir kimseye teslim etmesi, din hususunda kendisi için, halkın nasihatlarını üstlenmesinden daha kârlıdır. Bununla beraber burada büyük bir sevap da vardır; çünkü o bu hususta kendisinden daha yetkili bir kimsenin başa geçmesine memnun olmaktadır. O halde âlimler neden böyle bir hâdiseden dolayı sevinmesinler?
İlim sahiplerinden bazısı, şeytanın aldatışına kapılarak kendi nefsine 'Benden daha yetkili biri çıkarsa sevinirim!' der. Oysa bu hareketi tecrübe ve imtihandan önce olursa katıksız bir cehalet ve gurur olur; zira nefis, hâdise olmazdan önce, böyle şeyleri va'detme hususunda yumuşak başlı görünür. Ancak gelip çattığında sözünden döner. Va'dini yerine getirmez. Bunu ancak şeytanın ve nefsin hilelerini bilen, onların imtihanıyla uzun süre uğraşan kimse bilir. Bu bakımdan ihlâsın hakikatini bilmek ve onunla amel etmek engin bir denizdir ki burada bütün insanlar boğulur. Ancak nadir kimseler, örnek gösterilebilecek bazı kişiler bu hükmün hâricindedir. Bunlar da şu ayette istisna edilen kimselerdir:
Şeytan şöyle dedi: 'Onların tümünü azdıracağım; ancak içlerinden ihlâs sahibi kulların müstena'.(Sad/82-83)

Bu bakımdan kul bu incelikleri çok sıkı bir şekilde kontrol etmelidir. Aksi takdirde bilmediği halde şeytanın izleyicileri arasına katılır.

38) İbn Ebî Dünya, Kitab'us-Sünne ve'l-İhlâs

*8.İhlâs Hakkında Şeyhlerin Sözleri

es-Susî şöyle demiştir: 'İhlâs, kişinin ihlâsını görmemesidir; zira ihlâsunı gören kimsenin ihlâsı ihlâsa muhtaçtır.'

es-Susî'nin bu sözleri, amellerin, fiili beğenmekten tasfiye edilmesine işarettir. Çünkü ihlâs'a iltifat etmek ucub (kendini beğenmişlik)tir. Ucub ise âfetlerdendir. Hâlis ise bütün âfetlerden kurtulmuş olandır. Burada ise bir tek âfet sözkonusudur.

Sehl et-Tüsterî şöyle demiştir: 'İhlâs, kulun sükûn ve hareketlerinin yalnızca Allah için olmasıdır'.

Bu, gayeyi tam olarak ifade eden kapsayıcı tariftir. Bu tarifi İbrahim b. Edhem'in şu sözü de ifade etmektedir: 'İhlâs, Allah'la beraber niyeti doğrulamaktır'.

Sehl'e 'Nefse en zor gelen şey nedir?' diye sorulduğunda 'İhlâstır; zira nefsin ihlasla nasibi yoktur' demiştir.

Ruveym39 şöyle demiştir: 'Ameldeki ihlâs, amel sahibinin ona karşılık dünyada ve ahirette hiçbir şey istememesidir'.

Ruveym'in bu sözü, nefsin isteğinin, gerek dünyada gerekse de ahirette afiyet olduğuna işarettir. Nefsinin cennette şehvetlerle nimetlenmesi için ibadet eden kimse hastadır. Hakîkat, amel ile Allah'ın rızasından başkasının kastedilmemesidir. Bu söz (aynı zamanda) sıddîkların ihlâsına da işarettir ki bu mutlak ihlâstır.

Cennet ümidi veya cehennem korkusuyla amel eden kimseler de acelece verilen nasiblere izafeten muhlistir. Böyle kişiler tenasül uzvuyla midelerinin isteklerini taleb etmektedirler. Oysa akıllılar nezdinde hakîki gaye, sadece Allah'ın rızasıdır. İnsan ancak bir nasib için harekete geçer. Nasiblerden berî olmak, ilâhî bir sıfattır. Böyle bir iddiada bulunan kimse kâfirdir.

Kadı Ebu Bekir el-Bakıllânî de nasiblerden berî olduğunu iddia eden kimsenin küfrüne hükmederek şöyle demiştir: 'Bu sıfat ilâhî sıfatlardandır!' sözü doğrudur. Fakat halk bununla ancak halkınnasibler diye adlandırdığı şeyden berî olmayı kastediyorlar. Bu da sadece cennetteki şehvetlerdir.

Sadece marifet, münacât ve Allah'ın cemâline bakma zevkine erişmeye gelince, bunlar zaten bu kimselerin nasibidir. Oysa halk bunu pay olarak görmezler ve buna çok şaşarlar. Eğer bu kimseler içinde bulundukları taat ve münacâtın, ilâhî huzurun, gizli veya açık şuhudun devamı zevkine karşılık bütün cennet nimetleri kendilerine verilseydi, muhakkak bu nimetleri hakir görüp onlara iltifat etmezlerdi. Bu bakımdan hareketleri bir nasib, taatleri de başka bir nasib içindir. Fakat sonuçta nasibleri sadece mabudlarıdır, başkası değil!

Ebu Osman40 şöyle demiştir: 'İhlâs daima yaradan(ın fazlın)a bakmaktan dolayı, halkın bakışını unutmaktır'.

Bu söz, sadece riyanın âfetine işarettir.
Bir zât şöyle demiştir: 'Ameldeki ihlâs, şeytanın o ameli bilmemesidir ki onu ifsad edebilsin; meleğin de muttali olmamasıdır ki onu yazabilsin'.

Bu söz de yalnızca ameli gizlemeye işarettir. Oysa 'İhlâs, bağlardan arınmış ve mahluklardan gizlenmiş şeydir!' denilmiştir.
Bu tarif, maksadları daha güzel ifade etmektedir.

Muhâsibî şöyle demiştir: İhlâs, kulun, rabbiyle ilgili muamelelerinde, halkı aradan çıkarmasıdır'.

Muhâsibî'nin bu tarifi riyanın yok edilmesine işarettir. Havvas'ın 'Riyaset kadehinden içen kimse ubûdiyet ihlâsından çıkmıştır!'sözü de böyledir.

Havâriler 'Hangi amel hâlistir?' diye sorduklarında Hz. İsa (a.s) şöyle cevap vermiştir: 'Allah için amel edip de ondan ötürü hiç kimsenin övgüsünü istemeyen kişinin ameli hâlis ameldir!'

Hz. İsa'nın bu sözü de riyanın terkine işarettir. Peki niçin sadece bunu söylemiştir? Çünkü bu, ihlâsı karıştıran sebeplerin en kuvvetlisidir.

Cüneyd el-Bağdadî şöyle demiştir: 'İhlâs, ameli her türlü bulanıklıktan arındırmaktır'.
Fudayl b. İyaz şöyle demiştir: 'Ameli insanlar için terketmek riya; onlar için yapmaksa şirktir. İhlâs ise, Allah'ın, kulu bu iki felâketten korumasıdır'.
'İhlâs, murâkabenin devamından ve dolayısıyla bütün hazları unutmaktan ibarettir!' denilmiştir.

İşte en kâmil söz budur. Bu husustaki sözler çoktur. Hakîkat anlaşıldıktan sonra çok nakil yapmakta da fayda yoktur. Şifa verici söz ise ancak evvelinin ve âhirînin efendisinin (s.a) sözüdür:

Hz. Peygamber, kendisine ihlâs'ı soran kimseye şöyle cevap vermiştir:
'Rabbim Allah'tır' demen ve sonra da emrolunduğun gibi dosdoğru olmandır.

Hz. Peygamber şunu kastetmiştir:
Nefsinin hevâsına da nefsine de ibadet etme! Ancak rabbine ibadet et ve ibadetinde dosdoğru ol. Emrolunduğun gibi hareket et!

Hz. Peygamber'in bu sözü, Allah'tan başka herşeyi kesip atmaya işarettir ki bu da hakîki ihlâstır.

39) Adı Ebu Muhammed Rüveym b. İmam Ahmed Bağdâdî'dir. H. 303'de vefat etmiştir.
40) Adı Said b. İsmail Cebrî en-Nişaburî'dir. H. 268'de vefat etmiştir.

*9.İhlâs'ı Bulandıran Afetler ve Bunların Dereceleri

İhlâs'ı karıştıran âfetlerin bir kısmı açık, bir kısmı ise gizlidir. Ancak bazıları, açık olmasına rağmen zayıf, bazıları da gizli olmasına rağmen kuvvetlidir. Gizlilik ve açıklıktaki derecelerin değişikliği ancak bir misal ile anlaşılır. İhlâs'ı karıştıran şeylerin en belirgini riyadır. Bu bakımdan riya ile ilgili bir misal verelim:

I. Derece
Namaz kılan kimse ibadetinde ne kadar muhlis olursa olsun, şeytan onun kalbine âfetini sokar. O namaz kılarken bir cemaat kendisine baktığında veya içeri herhangi bir kimse girdiğinde şeytan ona 'Namazını güzel kıl da burada bulunanlar sana vekar ve sülûk gözüyle baksınlar. Seni hafife alarak gıybetini yapmasınlar' der. Böylece azaları huşûa kavuşup, hareketten kesilir ve kıldığı namazı elinden geldiği kadar güzelleştirmeye bakar. Bu durum müridlerle mübtediler için gizli değildir.

II. Derece
İkinci derece, müridin bu âfeti anlayıp ondan sakınmasıdır. Bu bakımdan bu hususta şeytana itaat ve iltifat etmez. Namazına eskisi gibi devam eder. Bu sefer şeytan hayır kisvesine bürünerek ona şöyle der: 'Sen öndersin! Herkesin gözü üzerindedir. Senin yaptığın örnek olur; halk sana uyar. Dolayısıyla eğer güzel yaparsan, onların amellerinin sevabı kadar sevap da sana yazılır. Eğer kötü yaparsan günah defterine geçer. Öyleyse bunların yanında amelini güzelleştir. Belki de huşû ve ibadetin güzelliği hususunda sana uyarlar'.
Şeytanın bu desisesi birincisinden daha engindir. Bazen birincisiyle kanmayan bununla kanar. Bu da riyanın ta kendisi olup ihlâsı iptal eder; zira bu kişi huşu ve ibadetin güzelliğini hayır olarak görüyorsa; bu hayri, niçin başkası için (cemaat içerisinde) terketmeye razı olmuyor da tek başına olduğu zaman terkediyor?

Bu kişinin yanında başkasının nefsinin, kendi öz nefsinden daha aziz olması mümkün değildir. Bundan dolayı da bu katıksız bir kandırmadır. Ancak ona uyan kimse nefsinde müstakim olmuş, kalbi nûrlanmış bir kimsedir; nûru başkasına aksetmiş olup bundan dolayı sevap vardır. Önderlik taslayan kimsenin hareketi ise katıksız nifak ve gururdur. Kendisine uyan sevap sahibi olduğu halde kendisi bu kanışından dolayı sorumludur ve esası olmayan bir vasıf ortaya koyduğundan dolayı ceza görecektir.

III. Derece
Üçüncü derece, bir önceki dereceden daha ince olup kulun bu hususta nefsini denemesi ve şeytanın hilesine karşı uyanık olmasıdır. Tek başına bulunduğu sıradaki durumu ile cemaat içerisindeki durumu arasındaki değişikliğin riyanın su katılmamış cinsinden, ihlâsın ise tek başına kıldığı namazının cemaat içerisindeki namazıyla aynı olması demek olduğunu bilmesidir. Böylece âdeti olmadığı halde halkın görmesi için huşûa bürünme hususunda hem kendi nefsinden, hem de rabbinden utanır Bubakımdan böyle bir kimse tek başına kılarken, namazını, nefsine yönelip cemaat içerisinde kılıyormuş gibi güzelce edâ eder. Cemaat içerisinde de tıpkı bu şekilde namaz kılar. İşte bu derece de engin riyadandır; zira tek başına kılarken namazını güzelce eda etmesi, cemaat içerisinde güzel namaz kılmayı âdet edinmek içidir. Bu durumda, ikisi arasında hiçbir fark yapmamış olur. O halde, tek başına olduğunda da, cemaat içerisinde de bu kimsenin iltifatı in-sanlaradır. İhlâslı olması ise, namazını hayvanların görmesi ile insanların görmesi arasında fark görmemesidir.

Bu kimsenin nefsi, halk arasında âdâbına riayet etmeksizin namaz kılmaya razı değildir. Diğer taraftan bunu riyakâr bir şekilde yapma hususunda da nefsinden utanmaktadır ve bu sıfatın, tek başına kıldığı namaz ile cemaat arasındaki namazının aynı olmasıyla ortadan kalkacağını zanneder. Oysa durum böyle değildir; çünkü bu riya sıfatının kalkması, ancak, tenhada ve cemaat içinde cansızlara iltifat etmediği gibi, insanlara da iltifat etmeyişine bağlıdır. Oysa yukarıda bahsi geçen zorlama ise, tenhada da cemaat içerisinde de himmeti halk ile meşgul olan kimseden çıkmıştır. Bu da şeytanın gizli hilelerindendir.

IV. Derece
Dördüncü derece ki daha ince ve daha gizlidir namazda olduğu sırada insanların kendisine bakmasıdır. Bu durumda şeytan 'Halk için huşûa bürün' diyemez; zira kişi bunun hile olduğunu bilmektedir. Bu bakımdan şeytan ona 'Allah'ın azamet ve celâlini düşün! Düşün ki sen kimsin ve kimin huzurunda bulunuyorsun? Kalbin kendisinden gafil olduğu halde Allah'ın ona bakmasından utan!' der.

Şeytanın bu sözleri ile kalbi huzura erer, azaları huşûa bürünür ve kişi bunun, ihlâsın ta kendisi olduğunu zanneder. Oysa bu, hile ve aldanışın ta kendisidir; zira kişinin huşûa bürünmesi, Allah'ın celâline bakmasından ileri gelseydi, bu durum yalnızca cemaat içerisinde kıldığı namazlar için geçerli olmayıp tek başına kıldığı namazlar için de geçerli olurdu. Bu âfetten emin olmanın alâmeti, kişinin, tek başına olduğunda bu düşünceye sahip ol-masıdır. Cemaat içerisinde olduğu gibi tek başına bulunduğunda da namazlarını bu şekilde eda etmeye alışmıştır. Bu düşüncenin oluşmasında başka şeyler rol oynamaz; tıpkı hayvanın hazır bulunmasının bu düşüncenin oluşmasından etkili olmadığı gibi...

Bu şekilde hallerinde insan ile hayvanın görmesi arasında fark bu-lunmayan kişi İhlâsın duruluğundan hariç sayılır. Bu kişinin içi riyanın gizli şirkiyle kirlidir. Bu şirk âdemoğlunun kalbinde kapkara bir karıncanın kapkara bir gecede kapkara bir taş üzerinde bıraktığı izden daha gizlidir. Nitekim bu hususta haber vârid olmuştur.41

Şeytandan, ancak ince düşünceli, Allah'ın koruması, tevfik ve hidayetiyle saadete eren kimseler kurtulur. Aksi takdirde şeytan, Allah'ın ibadetine yönelenlerin yakasını bırakmaz. Bir an bile yoktur ki onları, hareketlerinin her birinde riyaya zorlamasın. Hatta gözlerine çektikleri sürmede, bıyıklarının kırpılmasında, cuma günü sürülen kokuda, giyilen elbisede bile yakalarını bırakmaz; zira bunlar muayyen vakitlerde yapılan belirli sünnetlerdir. Nefsin bu sünnetlerde de gizli bir payı vardır; çünkü halkın bakışı bunlara bağlıdır. Tabiat bunlara ünsiyet verir. Bu bakımdan şeytan kişiyi bunu yapmaya teşvik ederek 'Bunlar terkedilmesi uygun olmayan sünnetlerdir!' der.

Kalbin bu sünnetlere karşı gizlice kabarması, o gizli şehvetten ötürüdür veya öyle bir şekilde karışıktır ki bıından dolayı ihlâs hududunu aşar. Kişi bu âfetlerden bütün gün sağlam kalmadıkça hâlis değildir. Bilakis mâmur, nazif, imareti güzel bir camide itikâfa giren kimsenin tabiatı bu camiye alışır. Bu bakımdan şeytan onu burada itikâfa girmeye teşvik eder; ona itikâfın faziletlerini sayar. Bazen de gizli muharriğin onu camiin güzel suretine alıştırmasıdır. Tabiatının onunla ferahlık hissetmesidir. Bu da iki camiden birinin veya iki yerden birine, diğerinden daha güzel olduğu için meyletmesiyle anlaşılır.

Bütün bunlar tabiatın karışıklıklarıyla ve nefsin bulanıklıklarıyla karışmaktır ve İhlâsın hakîkatini iptal edici şeylerdir. Hayatıma yemin ederim ki hâlis altına karışan nikelin de değişik dereceleri vardır. Bir kısmı altına galebe eder. Bir kısmıysa altından daha azdır; fakat kolayca farkedilir. Bir kısmı da vardır ki ancak basiret sahibi sarraflar tarafından anlaşılabilecek şekilde incedir. Kalbin hilesi, şeytanın desisesi, nefsin habaseti ise bundan daha engin ve daha incedir.

'Âlimin iki rek'at namazı, bir cahilin bir senelik ibadetinden daha üstündür!' denilmiştir.
Burada amellerin âfetlerinin inceliklerini basiretiyle sezen âlim kastedilmektedir ki bu sayede kurtulabilsin; zira cahil ibadetlerin zâhirine bakıp onunla aldanır. Tıpkı köylünün karışık altının kırmızılık ve yuvarlaklığına bakıp da aldanması gibi... Oysa o altın karışıktır. Tam ayarlı altının bir kırat'ı ki basiret sahibi sarraf onu tercih eder ahmak cahilin tercih ettiği tam bir altından daha hayırlıdır. İşte ibadetlerle ilgili şeyler de böyle değişir. Hatta daha şiddetli, daha korkunçtur. Çeşitli amellere karışan âfetlerin giriş yerlerinin kontrol altına alınması ve sayılması mümkün değildir. Bu bakımdan misal olarak söylediklerimizle yetinilmelidir. Zeki kimse, azdan çoğu anlayabilir. Ahmak kimseye ise ne kadar anlatılsa fayda vermez. Bu bakımdan tafsilatın hiçbir faydası yoktur.

41) Hz. Ebubekir'in, Hz. Âişe'nin, İbn Abbas'ın ve Ebu Hüreyre'nin hadîsle-rinden değişik ibareler ve fazlalıklarla rivayet edilmiştir. Kitab'u1-İlim'de de geçmişti.

*10.Şâibeli Amelin Hükmü ve Onunla Sevaba Müstehak

Sadece Allah için olmayıp kendisine riya veya nefsin istekleri karışmış olan amel hakkında sevabı mı gerektireceği, cezayı mı veyahut da hiçbir şey gerektirip gerektirmeyeceği hususlarında ihtilâf edilmiştir.

Bu bakımdan kendisiyle kesinlikle riya kastedilen amel, kişinin aleyhindedir ve azap sebebidir. Sadece Allah için yapılan amel ise, sevap sebebidir. Ancak karışık amel hakkında ihtilaf vardır. Gelen haberlerin zâhiri, karışık amelde sevap olmadığına delâlet eder. Fakat bu hususta haberler birbirleriyle çelişmekten geri kalmamaktadır. Bu meselede bizim anladığımız hüküm ilmin hakikatini Allah bilir şöyledir. Şahısta, ibadete teşvik eden kuvvetin çeşidine ve miktarına bakılır: Eğer dinî teşvikçi, nefsî teşvikçiye denk ise, ikisi boğuşur ve sonuçta ikisi birden düşer. Bu takdirde amel kişinin ne aleyhinde, ne de lehinde olur. Eğer riyadan gelen teşvikçi daha galib ve kuvvetli ise, böyle bir amel faydalı değildir. Aksine zarar vericidir ve sahibini cezaya götürür. Aksine ceza sadece riya için olan amelin cezasından daha hafiftir; çünkü ikinci amelde Allah'a mânen yaklaşma ruhu hiç yoktur.

Eğer yaklaşma maksadı diğer teşvikçiye nisbeten daha galib ise, kişi, dinî teşvikçinin kuvvetinin galib olduğu nisbette sevap kazanır. Bu da şu ayetten dolayıdır:
Kim zerre ağırlığınca hayır yapmışsa onu(n mükafatını) görür; kim de zerre yapmışsa onu(n cezasını) görür.(Zilzal/7-8)

Şüphesiz ki Allah zerre kadar haksızlık etmez; zerre miktarı bir iyilik olsa, onu kat kat artırır.(Nisa/39)

Madem ki durum budur, o halde hayrı zayi etmez. Hayır, riya'dan fazla ise, riya kadarını yakar, fazlası kalır. Eğer hayır, riyadan az ise, o hayır kastından ötürü bozuk niyetin cezasından birşey eksilir.

Bu hükümden perdeyi kaldırmak şöyle mümkün olur: Amellerin kalplerdeki tesirleri, sıfatlarının takviyesinden ötürüdür. Bu bakımdan riyanın çağırıcısı helâk edicilerdendir. Bunun gıdası, isteğine göre amel etmektir. Hayrın çağırıcısı ise, kurtarıcılardandır. Onun gıdası da ancak ona uygun bir şekilde amel etmektir. Bu iki sıfat kalpte bir araya geldiğinde kişi riya'nın isteğine göre amel ederse, riya sıfatı kuvvet bulmuş demektir. Allah'a mânen yaklaşmak için amel ederse, bu sıfat kuvvet bulmuş demektir. Bunların biri helâk edici, öbürüsü kurtarıcıdır. Eğer birinin takviyesi diğeri kadar olursa, ikisi mukavemet ederler ve hararetten zarar gören bir kimse gibi olur. Bu kimse kendisine zarar verenle, fayda vereni aynı oranda aldığında sanki hiç birini almamış gibi olur. Eğer bunlardan biri galip ise, mutlaka bir tesir bırakır. Yiyeceğin, içeceğin ilâcın zerresinin bile tesirsiz olmadığı gibi.

Bunlar nasıl Allah'ın ilahî kanunu gereğince bedene tesir ediyorsa, aynen onun gibi hayır ve şerrin zerresi de zayi olmaz. Kalbin nûrlandırılmasında veya karartılmasında, Allah'a yaklaştırılması veya uzaklaştırılmasında tesir etmekten uzak değildir. Bu bakımdan kişi, kendisini uzaklaştıran amelle beraber yaklaştıran bir amel işlediğinde tekrar bulunduğu yere döner. Bu ne onun lehinde, ne de onun aleyhinde olmaz. Eğer yaptığı fiil iki karış yaklaştırıcı fiillerden ise, diğer fiil de bir karışlık fazilete sahip olur.

Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:
Günahın arkasından sevap işle! Bu takdirde sevap o günahı yok eder.
Madem ki katıksız günahı, arkasından yapılan katıksız sevap siliyor, o halde ikisi bir arada olduklarında, zarurî olarak biri diğeriyle çarpışır.

Ümmet-i Muhammed'in 'Hacı olmak için evinden çıkan ve fakat aynı zamanda ticarete niyet eden bir kimsenin buna rağmen haccının sahih olduğunda' ittifak etmeleri de bu hükmün doğruluğuna şahidlik eder. Şöyle denilmesi mümkündür: 'Böyle bir kimse hac amellerinden ötürü ancak Mekke'ye vardığında sevap görür!' Oysa onun ticareti Mekke'ye varmasına bağlı değildir. Bu bakımdan o hâlistir. Ancak hac ile ticaret arasında ortak olan mesafenin uzunluğudur. Bu bakımdan ticareti kasdettiği müddetçe seferinde sevap yoktur. Fakat en doğru hüküm şudur: Hac, esas harekete geçirici ve ticaret kasdı da buna yardımcı ve tâbi ise, böyle bir kimsenin evinden Mekke'ye kadar olan seferi de sevaptan uzak değildir.

Gaziler ganimetleri çok olan bir cephede kâfirlerle çarpışmakla, hiç ganimet olmayan cephede kâfirlerle çarpışmak arasındaki farkı hissederler. Böyle bir farkı hissetmenin gazilerin cihadından gelen sevabı tamamen yok ettiğini savunmak da hakikatten uzaktır. Adalet, şöyle demektir: Esas iteleyici Allah'ın kelimesinin (dininin) üstün olmasıdır. Ganimetteki istek ve tebaiyyet yoluyla gelir. Bu bakımdan onunla sevap yanmaz. Evet! Hiçbir zaman kalbi ganimete iltifat etmeyen bir kimsenin sevabı ile böyle bir kimsenin sevabı eşit olmaz; zira şüphe yoktur ki böyle düşünce bir eksikliktir!

Soru: Ayet ve haberler riyanın karışmasının sevabı yakacağına delâlet eder! Cihada, ganimeti talep etmenin karışması da bu mânâdadır. Ticaret ve nefsin diğer payları da böyledir; zira tabiîn'den Tavus ve diğerleri şöyle rivayet ettiler.

Bir kişi Hz. Peygamber'den iyilik yapan veya sadaka veren, dolayısıyla övülmeyi ve ecir sahibi olmayı seven bir kimsenin halini sorunca Hz. Peygamber ona cevap veremedi ve şu ayet nazil oldu:

Kim Rabbine kavuşmayı arzu ediyorsa sâlih amel işlesin ve rabbine (yaptığı) ibadette hiç kimseyi ortak etmesin!(Kehf/110)

Oysa bu adam hem ecir, hem de övülmeyi birlikte kasd etti! Muaz (r.a), Hz. Peygamber'den şöyle rivayet ediyor: 'Riyanın en azı şirktir'.

Ebu Hüreyre Hz. Peygamber'in (s.a) şöyle dediğini rivayet ediyor:
Ameline şirk karıştıran bir kimseye 'Kim için amel etmişsen ecrini ondan al!'denir.42

Ubâde'nin rivayet ettiği bir hadîs-i kudsî'de Allah şöyle buyurmaktadır:
Ben ortaklıktan, ortakların hepsinden daha müstağniyim. Bu bakımdan kim benim için bir amel işler, başkasını bana ortak yaparsa, payımı bana ortak edene bırakırım.

Ebu Musa'nın rivayet ettiğine göre bir bedevî Hz. Peygamber'e gelerek şöyle sordu: 'Ey Allah'ın Rasûlü! Bir kişi var ki ar ve gayretten dolayı çarpışıyor. Bir diğeriyse kahramanlıktan dolayı çarpışıyor. Bir kişi de Allah yolundaki yerini görmek için çarpışıyor. (Acaba bunların hangisi Allah yolundadır?)'
Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Kim Allah'ın kelimesi en yüce olsun diye çarpışıyorsa, o Allah yolundadır.43

Hz. Ömer şöyle demiştir: 'Siz filan adam şehiddir' diyorsunuz. Belki de o kimse, yükünün iki tarafını gümüşle doldurmuştur'.

İbn Mes'ud'un (r.a) rivayet ettiğine göre.Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Kim dünyadan birşey kasdettiği halde hicret ederse, onun için o kasdettiği vardır. 44

Cevap: Bunlar daha önce zikrettiğimize ters düşmezler. Bu hadîslerde kasdedilen kimseler, dünyayı kasdeden kimselerdir. Tıpkı 'Kim dünyadan bir şeyi kasdettiği halde hicret ederse' sözü gibi... Oysa bu, o kimsenin niyetine en fazla galip olan şey idi. Biz bunun isyan ve düşmanlık olduğunu söyledik. Yoksa dünyayı istemek haramdır anlamında hüküm vermedik. Ancak dinî amelleri basamak yapıp dünyayı talep etmek haramdır. Çünkü bu talepte riya ve ibadeti hedefinden saptırmak vardır. Şirket terimi nerede vârid olursa, eşitlik için kullanılır. Oysa biz beyan ettik ki kişinin iki maksadı eşit olduğunda birbirleriyle mukavemet eder. O vakit ne aleyhlerinde, ne de lehlerinde birşey olmaz. Böyle bir amelden dolayı sevap umması uygun değildir.

Sonra insan ortaklık zihniyeti taşıdığı müddetçe tehlikededir; zira hangisinin onun maksadına galebe çalacağını bilemez. Çoğu kez onun aleyhinde günah olur.
Kim rabbine kavuşmayı arzu ediyorsa salih amel işlesin ve rabbine (yaptığı) ibadette hiç kimseyi ortak yapmasın!(Kehf/110)

Yani iki isteğin taaruz edip ikisinin birden düşmesi olan artıklıkla beraber bile Allah'ın mülakatı umulmaz (ve istenilmez).

Şöyle demek de mümkündür: 'Şehidlik mertebesi ancak savaşta ihlâslı olmakla elde edilir'.
Şöyle demek uzak bir hükümdür: 'Kimin dinî duyguları kendisini sadece savaşa iteleyici bir şekilde ise iki kâfir gruptan biri zengin, biri fakirse, zengin grupla hem i'lâ-i kelimetullah, hem de ganimet için savaşırsa, hiçbir sevabı yoktur(!)'

Durumun böyle olmasından Allah'a sığınırız. Çünkü bu, dinde bir zorluktur, müslümanların arasına ümitsizlik sokmaktır. Zira bu tür katışıklıkların benzerlerinden insan çok az kurtulabilir. Bu bakımdan bunlar ancak sevabın eksilmesine tesir eder. Sevab işlemekte ise bunların tesiri yoktur. Evet! İnsan bu hususta büyük bir tehlike ile karşı karşıyadır; zira insan çoğu kez kendisini iteleyen gücün mânen Allah'a yaklaşmak olduğunu zanneder. Oysa onun kalbine galebe çalan, nefsin isteğidir. Bu ise gayet gizli bir durumdur. Bu bakımdan ecir ancak ihlâs ile hâsıl olur. İhlâs ise ne kadar ihtiyat ederse etsin amellerde çok zor elde edilir. En uygunu devamlı çalıştıktan sonra amellerinin red veya kabul olunması hususunda mütereddit olmaktır. İbadetinde bir âfetin olmasından, günahının sevabından daha fazla bulunmasından korkmalıdır. İşte basiret sahibi olup da korkanlar böyle idiler. Her basiret sahibi de böyle olmalıdır.

Süfyan es-Sevrî şöyle demiştir: 'Ben görünen amelimi önemsemiyorum'.

Abdülazîz b. Ebu Dâvud45 şöyle demiştir: 'Altmış sene şu Kâbe'ye komşuluk yaptım. Altmış sene haccettim. Nefsimi hesaba çekmeden hiç amel yapmadım. Yine de şeytanın payının, Allah Teâlâ'nın payından daha fazla olduğunu gördüm. Keşke o ameller ne lehimde, ne de aleyhimde olsaydı!'
Bununla beraber âfet ve riyanın korkusundan ötürü ameli terketmek uygun değildir; zira şeytanın çırpındığı ve varmak istediği en son hedef budur; zira maksat ihlâsın elden kaçırılmamasıdır. Ne zaman kişi ameli terkederse, hem ameli, hem de ihlâsı elden kaçırmış olur.

Hikâye olunuyor ki; fakirlerden biri Ebu Said el-Harraz'a hizmet edip işlerine yardım ediyordu. Ebu Said, birgün amellerin ihlası hakkında konuştu. Bu söz üzerine o fakir her hareketinde kalbini teftiş etmeye başladı ve kalbini ihlâsa zorladı. Böylece Ebu Said'in ihtiyaçlarını yerine getirmesi zorlaştı ve Ebu Said, fakirin bu hareketiyle zarara uğramış oldu. Fakirin durumunu sordu. Fakir ona dedi ki: 'Nefsimden ihlâsın hakîkatini istiyorum. Nefis de amellerin çoğunda ondan aciz oluyor ve o amelleri terk ediyor!'

Bu söz üzerine, Ebu Said dedi ki: 'Bunu yapma! Zira ihlâs muameleyi kesmez. Bu bakımdan amele devam et ve ihlâsı kazanmak için var kuvvetinle çalış! Ben sana ameli terket demedim. Ben sana yapılan ameli hâlisleştir dedim' dedi.

Fudayl b. İyaz şöyle demiştir: 'Ameli insanlar için terketmek riya, onlar için yapmaksa şirk'tir.'

42) Daha önce geçmişti.
43) Daha önce geçmişti.
44) Daha önce geçmişti.
45) Bu zat H.159'da vefat etmiştir.

*11.Sıdk'ın Fazileti

Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
Mü'minlerden öyle erkekler var ki Allah'a verdikleri sözde durdular (sadâkat gösterdiler).
(Ahzab/23)

Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Sıdk hayra, hayır da cennete götürür. Mü'min kişi, doğru söyler Allah katında doğru olarak yazılır. Yalan fısk ve fücura, fısk ve fücûr da cehenneme sürükler. Kişi yalan söyler. Dolayısıyla Allah katında yalancı olarak kaydedilir.46

Sıdk'ın (doğruluğun) fazileti hakkında Sıddîk (çok doğru söyleyen) kelimesinin bu kökten türemiş olması kâfidir. Allah Teâlâ, peygamberleri bununla vasıflandırarak şöyle buyurmuştur:
Kitab'da İbrahim'i de an! Çünkü o sıddîk (çok doğru) bir peygamber idi. (Meryem/41)

Kitab'da İsmail'i de an! Çünkü o sözünde sâdık bir peygamberdi.(Meryem/54)

İbn Abbas (r.a) şöyle demiştir: 'Dört haslet vardır ki bunlar kimde bulunursa o kâr etmiştir:
1. Sıdk (doğruluk)
2. Hayâ (utanmak)
3. Güzel ahlâk
4. Şükür

Bişr b. Hâris şöyle demiştir: 'Kim Allah'a sıdk ile yönelirse o kimse insanlardan kaçar'.
Ebu Abdullah Remlî47şöyle demiştir: Mansur Dineverî'yi rüya âleminde gördüm ve şöyle sordum:
- Allah sana nasıl muamele etti?
- Beni affedip bana rahmet etti. Ummadığımı bana verdi!
- Kulun kendisiyle Allah'a yöneldiği en güzel şey nedir?
- Sıdk'tır. Kendisiyle Allah'a yöneldiği en çirkin şey ise yalan'dır.

Ebu Süleyman şöyle demiştir: 'Sıdk'ı kendine binek, hakkı kendine kılıç, Allah'ı da isteğinin hedefi yap!'

Bir kişi bir hakîme 'Hiçbir doğru görmedim!' dedi. Hakîm 'Eğer sen doğru olsaydın doğruları görürdün' dedi.

Muhammed b. Ali Kettânî'den48 şöyle rivayet edilir: 'Allah'ın dinini üç temel üzerinde açıklanmış olarak görüyoruz: Hakîkat, sıdk ve adalet... Hakîkat azalar üzerindedir. Adalet kalpler, sıdk da akıllar üzerindedir'.

Allah'a yalan uyduranların (O'na şirk koşanların) kıyamet günü yüzlerinin kapkara kesildiğini görürsün.(Zümer/60)
S
üfyan es-Sevrî bu ayet hakkında 'Bu kimseler, öyle kimselerdir ki doğru olmadıkları halde Allah'ı sevdiklerini iddia etmişlerdir' dedi.

Allah Teâlâ, Hz. Dâvud'a (a.s) vahyederek şöyle buyurmuştur: 'Ey Dâvud! Kim içinden beni doğrularsa ben de onu insanlar nez-dinde doğrularım'.

Şiblî'nin meclisinde, bir kişi bağırarak kendini Dicle'ye attı. Şiblî 'Eğer doğru ise,
Musa'yı kurtardığı gibi Allah onu kurtarır. Eğer yalancı ise, Firavun'u boğduğu gibi Allah onu boğar' dedi.

Bir kişi şöyle demiştir: Fakîhler ve âlimler üç haslet üzerinde icma etmişlerdir: O hasletler tamam olduklarında onlarda insanın kurtuluşu vardır. Onların bazısı ancak diğeriyle tamamlanır:
1. Bid'at ve hevâ-i nefisten arınmış İslâm!
2. Amellerde Allah için sıdk!
3. Helâl yemek!

Vehb b. Münebbih şöyle demiştir: Tevrat'ın kenarında yirmi iki harf (kelime) gördüm. İsrailoğulları'nın salihleri bir araya gelir onları okur, aralarında müzakere ederlerdi:
İlim'den daha faydalı bir hazine, hilm'den daha kârlı bir sermaye yoktur. Öfke'den daha alçaltıcı bir şey, amel'den daha süsleyici bir arkadaş, cehalet'ten daha çirkinleştirici bir yoldaş, takvâ'dan daha aziz bir şeref, hevâyı terketmekten daha yararlı bir kerem, fikir'den daha üstün bir amel, sabır'dan daha yüce bir sevap, kibir'den daha rezil edici bir günah, rikkat'ten daha yumuşak bir ilâç, hamakat'ten daha ağır bir hastalık, hak'tan daha adil bir elçi, sıdk'tan daha nasihatçi bir delil, tamahkârlık 'tan daha zelil edici bir fakir-lik, derlemek'ten daha şakî bir zenginlik, sıhhat'ten daha hoş bir hayat, iffet'ten daha mutlu bir maişet, huşû'dan daha güzel bir ibadet, kanaat'ten daha hayırlı bir zühd, sü-kût' tan daha koruyucu bir nöbetçi, ölüm'den daha yakın bir gâib yoktur!
Muhammed b. Said el-Maruzî dedi: 'Sıdk ile Allah'ı aradığında Allah senin eline öyle bir ayna verir ki onunla dünya ve ahiretin acaipliklerini görürsün' dedi.

Ebu Bekir el-Verrak şöyle demiştir: 'Allah ile aranda sıdk'ı halkla aranda yumuşaklığı koru!'

Zünnûn'a 'İşlerini ıslah etmeye kulun yolu var mıdır?' diye soruldu. Cevap olarak şu şiiri okudu:
Mütereddit ve şaşkın kaldık. Sıdk'ı arıyoruz. Ona yol yok! Bu bakımdan hevânın iddiaları bize hafif gelir! Hevâ'nın hilafı ise ağır gelir.

Sehl'e şöyle soruldu:
- Üzerinizde bulunduğumuz bu işin esası nedir?
- Sıdk, cömertlik ve şecâattir.
- Biraz daha söyler misin?
- Takvâ, hayâ ve helâl gıda!

İbn Abbas'ın rivayetine göre, Hz. Peygamber'e kemâl sorulduğunda şöyle cevap verdi:
Hakkı haykırmak, sıdk ile amel etmek!49 Allah o sâdıklara sadakatlarından sorsun! (Ahzab/8)
Cüneyd bu ayetin tefsiri hakkında şöyle demiştir: 'Nefisleri nezdinde sâdık olanlardan, rablerinin katındaki sıdkları sorulacaktır. Bu ise tehlike üzerine bina edilen bir şeydir'.

46) Müslim, Buhârî
47) Filistin'in Remle şehrindendir.
48) Süfîdir ve Mekkelidir. H. 322'de vefat etmiş

*12.Sıdk'ın Hakîkati, Mânâsı ve Mertebeleri

Sıdk kelimesi altı mânâda kullanılır: Sözde sıdk, niyette sıdk, azimde sıdk, azmi îfa etmekte sıdk, amelde sıdk, din makamlarının tahkikinde sıdk... Bütün bunlarda sıdk (doğruluk) ile sıfatlanan bir kimse Sıddîk'tır. Çünkü sıddîk demek, sıdkta (doğrulukta) ileri giden demektir. Sonra sıddîk (doğru)lar da çeşitli derecelere ayrılırlar. Kim de sıdk'ta bu altı şeyin biri varsa o, içinde nasibi olan şeye nisbeten sâdıktır.

I. Dilin Sıdk'ı
İlk sıdk, dilin sıdkıdır. Bu ise ancak haberlerde veya haberleri tazammun eden ve haberlere dikkati çeken hususlarda olur. Haber de ya geçmiş veya gelecekle alâkalıdır. Bunun içine, va'dini îfa etmek veya va'dine muhalif hareket etmek de girer. Her kulun haberlerin lâfızlarını koruması gerektir. Kul sadece doğru ile konuşmalıdır. Bu ise sıdkın çeşitlerinden en meşhuru ve en belirginidir. Bu bakımdan dilini, bir şeyi olduğundan hilafına söylemekten koruyan bir kimse sâdıktır. Fakat bu sıdkın iki kemâli vardır.

A) Birincisi târizlerden sakınmaktır. Nitekim şöyle denilmiştir: 'Târizlerde yalandan kaçınmaya yol vardır'. Bunun sebebi târizlerin yalanın yerine geçmesidir; zira yalanın mahzurlu olması, bir şeyi olduğu gibi değil, onun hilafına anlatmaktır. Ancak bazı hallerde yalana ihtiyaç hissedilir ve maslahat onu iktiza eder. Çocukların, kadınların ve benzerlerinin edeplendirilmesinde de bazen yalana ihtiyaç duyulur. Zâlimlerden sakındırmak için, savaşta da maslahat için yalana ihtiyaç duyulabilir. Düşmanların memleketin sırlarına vâkıf olmaması için maslahat yalan söylemeyi gerektirir. Bu bakımdan bunlardan birine mecbur olan bir kimsenin buradaki sıdkı Allah için konuşmasıdır. Hakkın ona emrettiği ve dinin istediği hususta konuşmalıdır. Öyleyse böyle konuştuğunda doğru olur. Her ne kadar konuşması muhatabına hakîkatin hilafını anlatsa bile; zira sıdk, zatı için istenilmemiştir. Hakka delâlet etmesi ve hakka çağırması için istenilmiştir. Bu bakımdan sıdkın sûretine değil, mânâsına bakılır.

Evet! Böyle bir yerde, yol buldukça târizlere kaymak uygundur. Hz. Peygamber (s.a) sefere çıktığında gideceği yere değil, başka bir yere doğru giderek esas amacını gizlerdi.50

Bunun sebebi haberin, düşmanlara varmasını ve dolayısıyla da hazırlık yapmalarını engellemekti. Bu hareketin yalanla bir ilgisi yoktur.

Nitekim Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:
İki kişinin arasını bulmak için yalan söyleyen, yalancı değildir!51

Şu üç kişiye maslahata göre yalan söyleme ruhsatı verilmiştir:
1. İki kişinin arasını bulan kimseye,
2. İki karısı bulunan bir kimseye,
3. Savaşta olan kimseye.
Buradaki sıdk niyet'e dönüşür. Bu bakımdan burada niyetin sıdkı ve hayrın iradesi gözetilir. O halde, kişinin maksadı doğru olup niyeti sabit ise, iradesi sadece hayır için tecerrüd etmiş ise, kişi sâdık ve sıddîk olur. Konuşması nasıl olursa olsun farketmez. Sonra burada târiz daha iyidir.

Târizin yolu, bazılarından hikâye edilen şu şekildir: Zâlimlerden biri, seleften bir zâtı arıyordu. O da evindeydi. Hanımına 'Parmağınla bir daire çiz! Parmağını dairenin üzerine koy ve 'O burada değildir de'dedi.

Bunu yapmakla yalandan korundu. Zâlimi nefsinden defetti. Bu bakımdan onun sözü doğru idi. Zâlime de evde olmadığını anlattı.
Demek ki lâfızda birinci kemâl; açık lâfızdan ve târizlerden sakınmaktır. Ancak zaruret anında durum değişir.

B) İkinci kemâl; kendileriyle rabbine münâcat ettiği lâfızlarda sıdkın mânâsını gözetmesidir. Şu sözü gibi: 'Yeri ve gökleri yara-tan Allah için yüzümü yönelttim!'
Eğer kişinin kalbi Allah'tan dönük, dünyanın istek ve şehvetleriyle meşgul bulunuyorsa, bu sözde yalancıdır. 'Ancak sana ibadet ediyoruz'! ve 'Ben Allah'ın kuluyum!' sözleri de ikinci kemâlin misalidir.

Kişi kulluğun hakîkatiyle sıfatlı bulunmadığı ve Allah'tan başka bir hedefi olduğu halde bunu söylerse, konuşması doğru olmaz. Eğer 'Ben Allah'ın kuluyum!' sözünden kıyamet gününde, sıdktan dolayı mesul tutulursa, bunun tahkikinden aciz olur; zira eğer kişi dünyanın, nefsinin ve heveslerinin kölesi ise, bu sözünde doğru olmaz. Çünkü kişi bağlı olduğu şeyin kuludur. Nitekim İsa (a.s) 'Ey dünyanın kulları!' demiştir....
Efendimiz Hz. Muhammed ise 'Dinarın kulu helâk oldu! Dirhemin kulu helâk oldu! Süsün ve yemeğin kulu helâk oldu!' buyurmuştur.52

Dikkat edilirse kalbi bir şeye bağlı bulunan bir kimseye 'o şeyin kölesi' adını vermiştir. Oysa Allah'ın hakikî kulu Allah'tan başka her şeyden âzad olup, mutlak mânâda hür olan kimsedir. Bu hürriyet ilerlediğinde kalp boşalır, orada Allah'ın kulluğu yerleşir.

Dolayısıyla Allah ve Allah'ın sevgisiyle bu hürriyet onu meşgul eder. Onun zahiri ve bâtını Allah'ın ibadetine bağlanır. Allah'tan başka bir maksadı olmaz. Sonra daha yüce bir makama varmak üzere bu makamı geçer. Bu ikinci makama hürriyet denir. Bu, şu demektir: Allah için olan iradesinde de âzad olmasıdır. Bu kimse Allah'ın kendisine irade ettiği yakınlık veya uzaklığa kanaat eder. Böylece iradesi Allah'ın iradesinin içinde yok olup gider. Bu kul Allah'ın gayrisinin kaydından âzad olmuş ve hürriyete kavuşmuş bir kuldur. Sonra nefsinin kaydından da âzad olmuş ve hür olmuştur. Nefsini kaybetmiş, mevlâsını bulmuştur. Mevlâsı onu harekete geçirirse hareket eder, onu durdurursa durur, onu bela verirse razı olur. Kısacası; onda herhangi bir talep, iltimas ve itiraz kalmaz. Hatta o, Allah'ın huzurunda tıpkı ölü yıkayıcının önündeki cenazeye benzer. Bu ise, Allah'a olan kulluktaki sıdkın en son noktasıdır. Bu bakımdan hakîki kul varlığı nefsi için değil, mevlâsı için olan kuldur. Bu derece sıddîkların derecesidir. Allah'tan başka her şeyden âzad olmaya gelince o, sâdıkların derecesidir. O derecelerden sonra Allah'a olan kulluk tahakkuk eder. Bundan önce sahibine ne sâdık, ne de sıddîk adı verilmez. İşte sözdeki sıdk'ın mânâsı budur.

II. Niyet'in ve İrade'nin Sıdk'ı
İkinci sıdk, niyet ve irade'dir ki bu da ihlâs 'a dönüşür ve şu demektir: Kişinin hareket ve hareketsizliğinde Allah'tan başka iteleyici bir kuvvetin olmamasıdır. Eğer ona nefsin isteğinden birşey katılırsa, niyetin sıdkı bozulur. Bu takdirde bu niyetin sahibine yalancı demek caiz olur. Nitekim İhlâsın fazileti bahsinde üç kişi hakkındaki hadîste bu ifade edilmişti.

Âlim bir kişiye 'Öğrendiğinle ne gibi bir amel yaptın?' diye sorulduğunda 'Şöyle yaptım!' dedi. Bunun üzerine Allah Teâlâ "Sen yalan söyledin! Sen 'filan adam âlimdir' denilsin istedin" dedi.

Dikkat edilirse, Allah Teâlâ onu yalanlayıp 'Sen işlemedin' demedi. Ona 'Sen irade ve niyetinde yalan söyledin' dedi. Sıdk (doğruluk) kasıttaki tevhid'in sıhhati demektir.
Allah münâfıkların yalancı olduklarındı şahidlik eder. (Münâfikûn/1)

Münafıklar Hz. Peygamber'e 'Muhakkak sen Allah'ın Rasûlüsün' dediler. Bu hüküm doğrudur. Fâkat Allah Teâlâ onları, sözleri bakımından değil, kalplerinde bulunan niyet bakımından yalandı. Yalanlama habere sirayet eder. Bu söz, hâl karinesiyle haber vermeyi tazammun eder; zira bu sözün sahibi içinden söylediğine inanır. Öyle ise hal karinesiyle kalbindeki mânâya delâlet etmekte yalan söyledi; zira o, kalbindeki niyete yalan söyledi. Diliyle söylediğinde değil. Bu bakımdan sıdk mânâlarından biri niyetin hâlis olmasıdır. Bu bakımdan her doğrunun elbette muhlis olması gerekir.

III. Azm'in Sıdk'ı
Üçüncü sıdk, azmin sıdkıdır. Muhakkak ki insan bazen azmi, amele takdim eder ve içinden şöyle der: 'Eğer Allah bana bir mal verirse hepsini veya bir kısmını O'nun yolunda sadaka veririm veya Allah yolunda bir düşmanla karşı karşıya gelirsem, perva etmeden, ölsem dahi onunla mücadele ederim. Eğer Allah bana bir yöneticilik verirse, adaletle hareket eder, bir insana meyletmek ve zulüm yapmakla Allah'a isyan etmem!'

İşte bu azmi, insan bazen kalbinde bulur. Bu doğru ve kesin bir azimettir. Bazen de insanın azminde bir kayma ve tereddüd olur. Azimetteki doğruluğa zıt düşen bir zafiyet olur. Bu bakımdan bu-radaki sıdk, tamlık ve kuvvetten ibarettir. Nitekim denilir: 'Filan adamın doğru bir şehveti vardır!' Yine denilir ki: 'Şu hastanın şehveti yalancıdır!'
Hastanın şehveti sabit ve kuvvetli bir sebepten gelmeyince veya zayıf olunca böyle denilir. Bu bakımdan bazı kere sıdk zikredilir. Ondan bu mânâ kastolunur. Sâdık ve sıddîk o kimsedir ki bütün hayırlarda azimeti tam bir kuvvete tesadüf eder ki o kuvvette ne bir kayma, ne zafiyet ve ne de bir tereddüt yoktur. Aksine hayırlar üzerinde kesin olan bir azimle cömertlik yapar.

Bu, Hz. Ömer'in (r.a) dediği gibidir: 'Eğer huzura getirilip boynum vurulsa, bu durum bence içinde Ebubekir'in bulunduğu bir cemaata baş olmamdan daha sevimlidir'.
Hz. Ömer, Hz. Ebubekir varken emîr olmamayı kendi nefsinde kesin azmi, doğru muhabbet olarak buldu. Bu azmini verdiği misalle tekid edip güçlendirdi.

Sıddîkların azimetlerdeki mertebeleri değişiktir. Bazen azimete tesadüf edip sahibi olur. Fakat o hususta ölüme razı olacak dere-ceye varmaz. Reyiyle başbaşa bırakıldığında ölüme yanaşmaz. Eğer ona ölüm hatırlatılırsa, azmini kırmaz. Sâdık ve mü'minler arasında öyleleri vardır ki eğer nefsi ile Ebubekir'in öldürülmesi arasında muhayyer bırakılsa, kendi hayatı, Ebubekir'in hayatından daha kıymetli gelir.

IV. Azim'de Vefa
Dördüncü sıdk, azme vefa göstermektir. Nefis, bazen derhal azim ile cömertlik yapar; zirâ va'd ve azimde bir zorluk yoktur. Oradaki yük hafiftir. Bu bakımdan hakikatler tahakkuk edip, imkân husule gelip şehvetler harekete geçtikçe azimet inhilal eder. Şehvetler galebe çalar. Azmi îfa etmek güçleşir. Bu ise buradaki doğruluğa ters düşer.
Mü'minlerden öyle erkekler var ki Allah'a verdikleri sözde dururlar.(Ahzab/23)

Hz. Enes'ten şöyle rivayet ediliyor: Amcası Enes b. Nadr (r.a) Bedir savaşına katılmamıştı. Bu durum ona gayet ağır gelmiş ve şöyle demişti: 'Rasûlullah'ın ilk savaşında hazır bulunmadım, eğer Allah, Hz. Peygamber'le beraber bana bir savaş nasip ederse ne yapacağımı görecektir'. İkinci sene amcam Enes b. Nadr Uhud savaşına katıldı. Uhud'a giderken Sa'd b. Muaz (r.a) ile karşılaştı. Sa'd ona şöyle sordu:
- Ey Ebu Amr! Nereye gidiyorsun?
- Cennet kokusuna! Ben cennet kokusunu Uhud'un eteğindehissediyorum!

Böylece Enes öldürülünceye kadar savaştı. Onun cesedinde seksen küsür yara sayıldı. O yaraların kimisi ok yarasıydı, kimisi kılıç, kimisi de mızrak yarasıydı.
Kızkardeşi, Nadr'ın kızı Rabia (r.a) 'Kardeşimi ancak elbise-sinden tanıdım!' demiştir.
Bunun üzerine şu ayeti nazil oldu:
Mü'minlerden öyle erkekler var ki Allah'a verdikleri sözde durdular.(Ahzab/23)

Hz. Peygamber (s.a) Mus'ab b. Umeyr'in cenazesinin başında durdu. Bu zat Uhud muharebesinde şehid olarak yüzü koyun yere düşmüştü. Aynı zamanda Hz. Peygamber'in sancağını taşıyan bir kimseydi. Bu manzarayı gören Hz. Peygamber şu ayeti okudu:
Mü'minlerden öyle erkekler var ki Allah'a verdikleri sözde durdular. Onlardan kimi adağı yerine getirdi kimi de bek-lemektedir; sözlerini asla değiştirmemişlerdir.(Ahzab/23)

Fuddale b. Ubeyd Hz. Ömer'in şöyle dediğini naklediyor: Hz. Peygamber şöyle buyurdu:
Şehidler dört gruptur: Mü'min bir kişi ki imanı çok güzel, düşman ile karşılaşmış! Allah'a verdiği sözde ölünceye kadar sıdk göstermiştir. İşte o, öyle bir şehiddir ki kıyamet gününde, insanlar ona gözlerini şu şekilde dikeceklerdir!

Sonra sarığı başından düşecek derecede başını kaldırıp göklere baktı, (Ravi der ki): 'Fakat Hz. Ömer'in sarığının mı yoksa Hz. Peygamber'in sarığının mı düştüğünü bilmiyorum'.Bir kişi ki imam güzel, düşmanla karşı karşıya geldiğinde, sanki onun yüzüne muz dikeniyle vurulmuştur. Ona serseri bir ok gelir, onu öldürür. Bu kimse ikinci derecededir.

Bir mü'min kişi ki salih bir amel ile kötü bir ameli karıştırmış. Düşman ile karşılaştığında, öldürülünceye kadar Allah'a sadakat gösterir. Bu ise üçüncü derecededir.
Bir kişi ki israf etmiş, düşman ile karşı karşıya gelmiş, öldürülünceye kadar Allah'a sadakat göstermiştir. Bu kimse dördüncü derecededir.53

Mücâhid şöyle demiştir: "İki kişi, kötürümlerin yanında 'Eğer Allah bize mal verirse muhakkak sadaka vereceğiz!' dediler. Allah Teâlâ kendilerine mal verdiğinde ise cimrilik yaptılar. Bunun üze-rine şu ayet-i kerime nâzil oldu:

Onlardan kimi de 'Eğer Allah lütfundan bize verirse sadaka vereceğiz ve salihlerden (faydalı insanlardan) olacağız!' diye Allah'a and içtiler.(Tevbe/75)

Müfessirlerden bazıları, 'Ayette bahsi geçen söz, onların içlerinden geçirdikleri niyetleri olup konuşmaları değildir' demişlerdir.

Onlardan kimi de 'Eğer Allah lütfundan bize verirse sadaka vereceğiz ve salihlerden (faydalı insanlardan) olacağız' diye Allah'a and içtiler. Ne zaman ki Allah, lütfundan onlara verdi; O'n(un verdiğin)e cimrilik ettiler, yüz çevirerek (sözlerinden) döndüler. Kendisine verdikleri sözden döndüklerinden ve yalan söylediklerinden dolayı Allah, kendisiyle karşılaşacakları güne kadar onların kalplerine ikiyüzlülük sokmuştur. Bilmediler mi ki Allah onların gizli konuşmalarını ve sırlarını bilir ve Allah gizlileri bilendir.(Tevbe/75-77)

Görüldüğü gibi Allah Teâlâ bu ayette azmi, ahid (söz); ona mu-halefeti yalan ve bu konuda sözü yerine getirmeyi de sıdk olarak nitelendirmiştir. Bu sıdk, üçüncü sıdktan daha kuvvetlidir; zira nefis bazen azimle cömertlik yapar. Sonra kendisine zor geldiğinden dolayı yerine getirmesi gerektiği anda vazgeçer. Varlık ve sebeplerin husulü anında arzusundan cayar.

Hz. Ömer (r.a) istisna yaparak şöyle demiştir: 'Boynumun vurulması, benim için, içlerinde Ebubekir'in bulunduğu bir kavmin başında yönetici olmaktan daha hoştur. Yârab! Nefsimin ölüm anında bana şu anda bulamadığım birşeyi hatırlatmasından dolayı beni muaheze etme! Çünkü ben, bu hareketin ağır gelmesinden ötürü nefsin azminden caymayacağından emin değilim!'

Hz. Ömer bu sözüyle, azmi yerine getirmenin zorluğuna işaret etmiştir.
Ebu Said Ahmed b. İsa el-Harrâz şöyle anlatıyor: "Bir gece rüyamda iki melek, gökten inip bana 'Sıdk nedir?' diye sordular. 'Sözü yerine getirmektir!' cevabını verdiğimde de 'Doğru söyledin!' diyerek tekrar göklere çıktılar".

V. Amelin Sıdkı
Beşinci sıdk, amellerdeki sıdktır! Kişinin, zâhirî (dış) hareketlerinin, bâtınında (içinde) bulunmayan birşeye delâlet etmemesi için var kuvvetiyle çalışmasıdır. Yoksa amelleri terketmesi demek değildir. Fakat bu ancak bâtının zâhirle doğrulanmasıyla olur: Bu ise, daha önce söylediğimiz riyanın terkine muhaliftir; zira riyakâr kimse riyaya kasteden kimsedir. Nice kimse vardır ki gösteriş gayesi olmaksızın, namazında huşû ile durmaktadır; ama kalbi namazdan gafildir. Dışarıdan bakan kimse onun Allah'ın huzu-runda durduğunu zanneder. Oysa o bâtını ile çarşıda, şehvetlerinin herhangi birinin huzurunda durmaktadır. İşte bunlar, hal lisanıyla bâtının yalancılığını izah ederler. Oysa böyle bir kimse amellerinde sıdktan sorumludur. Aynı şekilde kişi, bazen sükûn ve vekar içerisinde yürür. Oysa içi böyle değildir. Her ne kadar halka iltifat etmez, onlara amelini göstermek istemez ise de bu kimse amelinde sâdık değildir. Kişi bu hastalıktan, ancak içiyle dışının bir olmasıyla kurtulabilir. Şöyle ki: İçi, dışı gibi veya ondan daha hayırlı olmalıdır.
Bunun korkusundan, bazı kimseler zâhirî sebebiyle hayırlı olduğunun sanılmaması ve dolayısıyla zâhirinin iç âlemine delâlet edişinde yalancı olmaması için dış görünüş itibariylekarışıklığı tercih etmiştir. Zâhirin bâtına muhalefeti, kasdî ise buna riya adı verilir. Bununla ihlâs elden kaçar. Şayet kasdî değilse sadece sıdk elden kaçar. Bu sırra binaendir ki Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:
Ey Allahım! İç âlemimi dış âlemimden daha hayırlı kıl. Dış âlemimi salih kıl!54

Yezid b. Hâris şöyle demiştir: 'İçi ile dışı bir olan kul, âdil ve normaldir. İçin dıştan üstün olması fazilet; dışın içten üstün olması ise zulümdür.
Bu hususta şöyle bir şiir vardır:
İçi dışı bir olan mü'min, dünya ve ahirette aziz olmuş ve övülmeyi hak etmiştir.
Dışı içine muhalif olan mü'mininse, çalışmalarında, yorgunluk ve meşakkatten başka bir fazileti yoktur.

Pazarda ancak gerçek para geçer. Kalp parayı ise hiç kimse istemez.

Atiyye b. Abdülgafûr55 şöyle demiştir "Allah Teâlâ içi ile dışı uygun olan mü'min ile, meleklere karşı iftihar ederek 'İşte şu, benim hakîki kulumdur!' buyurur".

Muaviye b. Kurre b. İyas el-Müzenî56 şöyle demiştir: 'Kim bana geceleri ağlayıp, gündüzleri güler yüzlü olan birini gösterebilir?'

Abdülvahid b. Zeyd 'Hasan, emrolunduğu şeyleri herkesten daha iyi yapar; kendisine yasak edilen şeylerden de herkesten daha fazla kaçınırdı. İçi dışına, onunkinden daha fazla benzeyen kimse görmedim'.

Ebu Abdurrahman ez-Zâhid 'Yârab! İnsanlarla aramızda geçen işlerde emniyetle, ikimiz arasındaki amellerimde ise hiyanetle muamele ettim' der ve ağlardı.

Ebu Yakub Nehrecurî57 şöyle demiştir: 'Sıdk, dışta ve içte, hakkın uygunluğudur! Öyleyse içle dış'ın bir olması sıdkın çeşitlerindendir.'

VI. Dinî Mertebelerde Sıdk
Altıncı sıdk ki bu derecelerin en yücesidir Korku, Ümit, Ta'zîm, Zühd, Rıza, Tevekkül, Sevgi ve benzerlerindeki sıdk gibi din makamlarıyla ilgili sıdktır.

Muhakkak ki bunların her birinin başlangıçları vardır. Bu başlangıçların meydana gelmesiyle bunlara sıdk adı verilir. Sonra yine her birinin gaye ve hakikatleri vardır. Bunların hakikatlerine hak sahibi sâdık kimseler ermiştir. Bir şey galebe çalıp hakîkati tamamlandığında sahibine sâdık denir. Nitekim 'Filan adam çarpışmasında sâdıktır!' ve 'Bu, doğru sâdık bir korkudur! Şu şehvet, sâdık şehvettir!' denilir.
Mü'minler onlardır ki Allah'a ve Rasûlü'ne inandılar, sonra şüphe etmediler; Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla savaştılar. İşte (iman sözlerinde) sâdık olanlar onlardır.(Hucurât/15)

Asıl iyilik, o (kimsenin iyiliği)dir ki Kitab'a ve peygamberlere inandı; sevdiği malını yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, dilencilere ve boyunduruk altında bulunan (köle ve esir)lere verdi; namazı kıldı ve zekâtı verdi. Andlaşma yaptıkları zaman andlaşmalarını yerine getirenler; sıkıntı, hastalık ve savaş zamanlarında sabredenler, işte doğru olanlar onlardır, (Allah'ın azabından) korunanlar da onlardır.(Bakara/177)

Ebu Zer'e iman sorulduğunda bu ayeti okumuştur. Kendisine 'Biz senden imanı sorduk?' denildiğinde de 'Kendisine imanı sorduğumda Hz.Peygamber de bu ayeti okudu!' karşılığını vermiştir.

Burada, korku için bir misal verelim: Allah'a ve son güne iman eden hiçbir bir kul yoktur ki Allah'tan korkmasın ve kendisine korku (korkan) ismi verilmesin! Fakat bu korku sâdık bir korku değildir; yani hakîkat derecesine varmamıştır. Çünkü görmez misin ki sultandan veya yolculuk sırasında haydutlardan korktuğunda beti benzi nasıl uçar! Azaları nasıl tir tir titrer. Yaşantısı nasıl alt üst olur. Yemesi, uyuması nasıl düzensizleşir! Aklı fikri, aile efradı ve çocukları kendisinden yararlanamayacak şekilde nasıl darmadağın olur. Öyle ki vatanından kaçar. Alıştığı şeyler kendisine yabancı gelir; rahatı, yorgunluk ve meşakkate dönüşür. Çeşitli tehlikelerle karşı karşıya kalır. Bütün bunlar tehlikeyi sezme korkusundan ileri gelir. Sonra bu kişi ateşten korktuğunu iddia eder. Oysa, herhangi bir günah işlediğinde kendisinde bunlardan hiçbiri görülmez.

Hz. Peygamber şöyle buyurmaktadır:
Ateş (cehennem) gibi kendisinden kaçanların, cennet gibi de kendisini isteyenlerin uyuduğu birşey görmedim.58

Bu konuların incelenmesi cidden zordur. Bu makamların sonu yoktur ki tamamına varılsın! Fakat her kul için bunda durumuna uygun zayıf ya da kuvvetli bir pay vardır. Kuvvetli olunduğunda sâdık diye adlandırılır. Bu bakımdan Allah'ın marifet ve tâzîminin ve O'ndan korkmanın sonu yoktur.

Hz. Peygamber (s.a) Cebrâil'e şöyle dedi:
- Seni asıl suretinde görmek isterim.
- Buna gücün yetmez!
- Hayır, bana kendini göster!
Bunun üzerine, Cebrâil (a.s) mehtaplı bir gecede Bakî'de görünmek üzere söz verdi. Cebrâil, asıl sûretinde göründüğünde Hz. Peygamber, onun, göklerin etrafını kapatmış (bütün semayı doldurmuş)olduğunu gördü.Bunun üzerine bayılarak düştü.
Ayıldığında Cebrâil eski suretine dönmüştü. Hz. Peygamber (s.a) şöyle dedi:
- Allah'ın böyle bir mahlûku olacağını zannetmezdim.
- Peki İsrafil'i görseydin ne yapardın? Arş onun omuzlarındadır; iki ayağı ise yerin en alt tabakasına dalmıştır. Ama bu heybetine rağmen o, Allah'ın azameti karşısında küçücük kuş gibikalır.

İsrafil'i nasıl bir azamet ve heybet sarmıştır ki bu duruma düşmüştür. Oysa diğer melekler, marifette değişik olduklarından dolayı böyle değildirler. İşte tâzîmdeki sıdk budur!

Câbir'in (r.a) rivâyet ettiğine göre Hz. Peygamber (s.a) şöyle bu-yurmuştur:
İsrâ gecesinde mele-i a'lâ'dan, Cebrâil yanımda olduğu halde, Allah'ın korkusundan, devenin sırtına vurulan çul gibi geçtim.59

Ashab-ı kirâm da böyle korkarlardı. Fakat onların korkusu Hz. Peygamber'in korkusu derecesine varmamıştır. İbn Ömer (r.a) 'Kul, bütün insanların Allah'ın dininde kusurlu olduklarını görmedikçe imanın hakikatine eremez' demiştir.

Mutarrıf b. Abdillah şöyle demiştir: 'Halktan hiç kimse yoktur ki Allah ile arasındaki amellerinde kusurlu olmasın! Ancak bazılarının kusuru bazıların diğerlerinkinden daha ehven olur. (Peygamberler bu hükmün dışındadır).

Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:
Allah'a nisbeten ve O'nun azametine kiyasen, bütün insanları develer gibi görmedikçe hiçbir kul imanın hakîkatine varamaz. Sonra bu kul kendi nefsini hakîrin en hakîri ola-rak görür.60

Öyleyse bütün bu makamlarda sıdka erişilmesi çok nadirdir.
Sonra sıdk dereceleri sonsuzdur.Sıdk, bazı durumlarda kul içinolur; bazılarında ise olmaz. Eğer kul hepsinde doğru ise, hakîki sıddîk olur.

Sa'd b. Muaz şöyle demiştir: 'Üç haslet vardır ki ben bunlarda kuvvetli, başkalarında zayıfımdır:
1. Müslüman olduktan sonra; bitirinceye kadar kıldığım hiç bir namazda nefsimle konuşmadım.
2. Herhangi bir cenazeyi teşyî ederken, defin işi bitinceye kadar,
ölünün söylediklerinin ve onun hakkında söylenilenlerin dışında
nefsimle konuşmadım.
3. Hz. Peygamber'den bir söz işittiğimde onun hak olduğunu
tereddütsüz tasdik ettim'.

Bu sözü rivayet eden Said b. Müseyyeb 'Zannetmiyorum ki bu hasletler, Hz. Peygamber'den (s.a) başka bir kimsede bir araya gelmiş olsun' demiştir.

İşte bu da bu amellerdeki sıdktır. Ashabın büyüklerinden niceleri, namaz kılmış, cenazeler teşyî etmiş; fakat bu dereceye erişememiştir.

Bütün bunlar sıdk'ın derece ve mânâlarıdır. Şeylerin sıdk'ın hakîkati hakkındaki sözleri, çoğu kez ancak bu mânâların bir kısmını kapsar.

Ebu Bekir el-Verrak61 şöyle demiştir: 'Sıdk üç çeşittir: Tevhidin, ibadetin ve marifetin sıdkı!'
Tevhid'in sıdkı bütün mü'minler içindir.
Allah'a ve elçilerine inananlar (yok mu) işte rableri yanında onlar, sıddîklar ve şehidlerdir.(Hadîd/19)

İbadet'in sıdkı ilim ve takvâ sahipleri içindir. Marifet'in sıdkı ise yeryüzünün kazıkları (direkleri) olan velayet ehli içindir. Bütün bunlar, altıncı sıdk'ta zikrettiğimiz mihver üzerinde dönüp dolaşır. Fakat bu, içerisinde sıdk bulunmayan kısımların zıddıdır ve bütün kısımları kapsamaz.

Câfer-i Sâdık şöyle demiştir: 'Sıdk, mücâhededir! Başkalarını, kendi nefsine tercih etmediğin gibi Allah üzerine de başkasını tercih etmemendir!'

O sizi seçti. (Hacc/78) Rivayete göre Allah Teâlâ, Hz. Musa'ya şöyle vahy etmiştir:
Ben bir kulumu sevdiğimde, onu dağların bile dayanamayacağı öyle belalara mübtelâ kılarım ki dağlar o belalara tahammül etmez. Bunu da onun sıdkını denemek için yaparım. Eğer sabırlı görürsem kendisini dost edinirim. Onu nemelazımcı ve beni mahluklarıma şikayet edici olarak görürsem perva etmeksizin mahvederim. O halde sıdk'ın alâmetlerinden biri de bütün musibet ve taatları gizlemek; halkın bunları öğrenmesinden hoşlanmamaktır.
Niyet, İhlâs ve Sıdk bölümü Allah'ın yardımıyla burada tamamlanmış bulunuyor. Bunun ardından Allah'ın izniyle Kitab'ul-Murâkabe ve'l-Muhasebe adlı bölüm gelecektir.
Hamd Allah'a mahsustur!

50) Müslim, Buhârî
51) Müslim, Buhârî
52) Buhârî, İbn Mâce ve Beyhakî
53) Tirmizî, (hasen olarak)
54) Tirmizî
55) Nüshalarda böyle ise de doğrusu Ukbe b. Abdülgafûr'dur. Künyesi Ebu Nehar'il-Evdi el-Avzî olup. Basralıdır. H. 183'de vefat etmiştir.
56) 76 yaşında ve H. 113'de vefat etmiştir
57) Cüneyd-i Bağdâdî'nin sohbetinde bulunmuştur. Mekke'de mücavir iken H. 320'de vefat etmiştir.
58) Daha önce geçmişti.
59) Beyhâkî
60) Irâkî, merfû bir hadîste aslına rastlamadığını söylemektedir.
61) Tirmizlidir. Sonraları Belh'e gitmiştir. Riyaziyât ve Muamelât konu-larında kitaplar yazmıştır.

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...