FİKİR KİTABI
İmam-ı Gazâli
Fikir Kitabı
1.Giriş
2.Tefekkür'ün Fazileti
3.Tefekkür'ün Hakîkati ve Semeresi
4.Tefekkür'ün Yolları
5.Birinci Kısım
6.İkinci kısım Allah'ın celâli, azameti ve kibriyası hakkında
7.Allah'ın Mahlukâtı Hakkında Tefekkür
Giriş
Hamd o Allah'a mahsustur ki zâhir ve bâtın herşeyi mağlup etmiş, izzetine herhangi bir yön ve cihet kılmamış, vehim ayaklarının ve anlayış oklarının azametine varacak bir yol bırakmamıştır. Bununla beraber talihlerin kalplerini azametinin sahrasında şaşkın ve hayran bırakmıştır. Ne zaman ki bu kalpler, hedeflerini elde etmek için kıpırdanırlarsa, celâlinin ışınları onları cebren geriye püskürtür. Ne zaman ki bu kalpler, ümitsiz ola-rak dönmek isterlerse, cemâlinin çadırlarından 'Sabrediniz, sabrediniz' diye çağrılırlar. Sonra o kalplere denilir ki: 'Kulluğun zilletinde tefekkürü gezdirin; zira eğer rubûbiyyetin celâli hakkında düşünürseniz onu takdir edemezsiniz.
Eğer tefekkürün ötesinde sıfatından birşey talep ederseniz, Allah'ın nimetlerine bakın! Nasıl arka arkaya üzerinize akmakta, biri diğerinin arkasından görülmektedir. O nimetlerin her biri için yeni bir zikir ve şükür yap! Mukadderatın denizleri hakkında düşün! Alemler üzerinde hayır, şer, fayda, zarar, zorluk, kolaylık, zafer, hüsran, cebr, kırmak, dürmek, yaymak, iman, küfür, irfan ve inkâr bakımından nasıl aktıklarını iyi düşün!
Eğer ilâhî fiillerdeki tefekkürü geçip zât (Allah) hakkında tefekküre dalarsan, muhakkak ki çetin bir işe girmiş olursun. Nefsini beşer takatinin üstünde olan bir şeye sevketmekle tehlikeye atmış olursun. Muhakkak ki akıllar onun nûrunun yanında hayrete düşmüş, zorunlu ve mecbur olarak gerisin geriye dönmüştür.
Salât, Âdemoğullarının efendisi olan Hz. Muhammed'in üzerine olsun ki Âdem evladının efendisi olmasını, böbürlenmeye vesile yapmamıştır. Onun üzerine öyle bir salât olsun ki bizler için o salât, kıyamet meydanında azık ve kurtuluş vesilesi olarak (amel defterimizde sabit kalsın)! Onun âl ve ashabının üzerine de olsun! O âl ve ashab ki onların her biri dinin semasında bir dolunay ve müslüman cemaatleri arasında önder olmuşlardır. Yârab! Onlara çokça selâm et!
Hadîste 'Bir saat tefekkür, bir senelik ibadetten daha hayırlıdır' buyurulmuştur. Allah Teâlâ kitabında (Kur'an'da) tefekkür etmeye ye ibret almaya teşvik etmiştir. Tefekkürün nûrların anahtarı, basiretin başlangıcı, ilimlerin ağı, marifet ve anlayışların tuzağı olduğu açıktır. İnsanların çoğu tefekkürün fazilet ve derecesini anladılar. Fakat onun hakîkatini, meyvesini, kaynağını, varacağı noktayı, yolunu ve keyfiyetini ve nasıl tefekkür edileceğini anlayamadılar. Nerede ve niçin tefekkür edilir, tefekkürden ne kastediliyor? Acaba tefekkür zati için mi kastediliyor? Veya tefekkürden elde edilen bir meyve için mi kastediliyor? Eğer bir meyve için ise, acaba o meyve nedir? Acaba meyvesi ilim midir veya hâl midir? Veya her ikisinin birleşmesinden meydana gelen bir şey midir? Bütün bunların keşfi mühimdir. Eğer Allah dilerse biz önce tefekkürün faziletini, sonra hakîkat ve meyvesini zikredeceğiz. Sonra tefekkürün yollarını zikredeceğiz.
*2.Tefekkür'ün Fazileti
Allah Teâlâ, aziz kitabının birçok yerinde tefekkürü emretmiş ve tefekkür edenleri övmüştür.
Onlar ayakta iken otururken ve yatarken (daima) Allah'ı anarlar. Göklerin ve yerin yaratılışı hakkında düşünürler ve şöyle derler: 'Ey rabbimiz! Sen bunları boşuna yaratmadın!'(Âlu İmran/191)
İbn Abbas şöyle demiştir: Bir grup, Allah'ın zatı hakkında tefekkür'e daldılar.
Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a) şöyle dedi:
Allah'ın mahlukları hakkında düşünün. O'nun zatı hakkında düşünmeyiniz. Çünkü sizler Allah Teâlâ'yı gereği gibi takdir edemezsin.1
Hz. Peygamber bir gün tefekküre dalan bir grubun yanına vardı ve şöyle dedi:
- Neden konuşmuyorsunuz?
- Biz Allah'ın mahlukâtı hakkında düşünüyoruz!
- İşte böyle yapın! Allah'ın mahlûkları hakkında düşünün! O'nun zaı hakkında düşünmeyin; zira şu batı kısmında bir beyaz arazi vardır. Onun nûru beyazdır. Onun beyazı nûrludur. Onun nûrunun beyazlığı kırk günlük bir mesafe kadardır. Orada Allah'ın mahluklarından bir kısım vardır ki göz kırpacak kadar bir zaman bile Allah'a isyan etmemişlerdir.
- Şeytanın onlardan haberi yok mudur?
- Onlar Âdem'in yaratılıp yaratılmadığını bile bilmezler!
- Onlar Âdem'in evlatlarından mı?
- Onlar bilmezler ki Âdem yaratıldı mı veya yaratılmadı mı?
Atâ'dan şöyle rivayet ediliyor: "Birgün ben ve Ubeyd. b. Umeyr, Hz. Âişe'nin yanına gittik. Aramızda gerilmiş perde olduğu halde bizimle konuşarak şöyle dedi: 'Ey Ubeyd! Neden bizim ziyaretimize geliniyorsun?' Ubeyd 'Ziyaretinizden (sık sık) beni meneden, Hz.
Peygamberi'n şu hadîs-i şerîfi'dir:Aralıklı ziyaret yap ki sevgin artsın!
Bu esnada İbn Umeyr 'Ey Âişe! Hz. Peygamber'den görmüş olduğun en garip şeyi bize haber verir misin?)' dedi.
Hz. Âişe bu suâl karşısında ağladı ve şöyle dedi: 'Hz. Peygamber'in herşeyi garipti. Bir gece bana teni tenime dokununcaya kadar yaklaştı, sonra şöyle dedi: 'Beni bırak! Allah'a kulluk yapayım!' Bunun üzerine su kırbasına varıp abdest aldı. Sonra durup namaz kıldı. Elbisesi ıslanıncaya kadar ağladı. Sonra secdeye varıp yeri ıslatıncaya kadar ağladı. Sonra yanı üzerine uzandı. Tâ ki Bilâl gelip sabah ezanını okudu ve 'Allah senin geçmiş ve gelecek kusurlarını affettiği halde seni ağlatan nedir?' deyinceye kadar bu durumda kaldı. Sonra Bilâl'e şöyle hitap etti: 'Rahmet olasıca, ey Bilâl! Beni ağlamaktan meneden nedir? Allah Teâlâ bu gece bana şu ayeti indirdi:
Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün gidip gelişinde elbette sağduyu sahipleri için ibretler vardır.(Âlu İmran/190)
Sonra şöyle dedi: 'Azap o kimseye olsun ki bu ayeti okur, fakat mânâsını düşünmez!'
Evzaî'ye 'Gökler ve yer, gece ve gündüzün birbirini takip etmesi hususundaki tefekkür'ün gayesi nedir?' diye soruldu. Evzaî cevap olarak 'Bu ayetleri okuyup ayetlerde bahsedilen şeyleri düşünmektir' dedi.
Muhammed b. Vâsi'den şöyle rivayet ediliyor: Basra'lı bir kişi Ebu Zer Gıfâri'nin ölümünden sonra, hanımı Ümmü Zer'in yanına gidip Ebu Zer'in ibadetini sordu. Hanımı dedi ki: 'Ebu Zer bütün gün evin bir köşesinde oturur, düşünürdü!'
Hasan Basrî'den şöyle rivayet ediliyor: 'Tefekkür, sana sevap ve günahlarını gösteren bir aynadır'.
İbrahim b Edhem'e 'Sen uzun uzun düşünüyorsun, (bunun sebebi nedir?)' diye soruldu. İbrahim şöyle dedi: 'Tefekkür aklın iliğidir!
Süfyan b. Uyeyne çoğu kez şu şiiri okurdu: 'Kişinin tefekkürü oldu mu her şeyde onun için ibret vardır'.
Tavus'tan şöyle rivayet edildi: Havariler Hz. İsa'ya 'Ey Allah'tan gelen ruh! Bugün yeryüzünde senin gibi bir kimse var mı?' dediler. İsa (a.s) 'Evet! Kimin konuşması zikir, susması tefekkür, bakması ibret ise, o benim gibidir!' dedi.
Hasan Basrî şöyle demiştir: 'Kimin konuşması hikmet değilse onun konuşması boştur! Kim susuşu tefekkür değilse, onun susuşu unutkanlıktır. Kimin susması ibret değilse, onun bakışı fuzûliliktir'.
Yeryüzünde haksız yere kibirlenenleri ayetlerimden uzaklaştıracağım.(A'râf/146)
Bu ayetin mânâsı hakkında şöyle denmiştir: 'Onların kalplerini emrimi düşünmekten menedeceğim!'
Ebu Said el-Hudrî Hz. Peygamber'in (s.a) şöyle buyurduğunu rivayet ediyor:
- Gözlerinize, ibadetten olan nasiplerini verin!
- Gözlerin ibadetten olan nasipleri nedir?
- Kur'an'a bakmak, Kur'an üzerinde düşünmek, Kur'an'ın acaiplerinden ibret (almak)tır.2
Mekke-i Mükerreme'nin yakınında, çölde yaşayan saliha bir kadından şöyle rivayet ediliyor: 'Eğer muttakîlerin kalpleri, tefekkürle kendileri için gayb perdelerinden hazırlanan ahiret sevabını mütalaa etseydi, onlar için dünyada yaşamak neşeli olmazdı. Gözleri dünyada hiçbir zaman yaşsız kalmazdı'.
Lokman tek başına uzun uzadıya otururdu. Kölesi onun yanından geçer ve 'Ey Lokman! Sen tek başına, uzun zaman, oturuyorsun! Eğer insanlarla beraber otursaydın senin için daha iyi olurdu!' derdi. Buna karşılık Lokman 'Tek başına uzun zaman oturmak tefekkürün gelişmesine yardım eder. Uzun düşünmek ise, cennet yolunun delilidir! ' derdi.
Vehb b. Münebbih şöyle demiştir: 'Bir şahsın tefekkürü uzadıkça, o bilgin olur! Bir şahıs bilgin oldukça daha fazla amel eder!'
Ömer b. Abdülazîz şöyle demiştir: 'Allah'ın nimetleri hakkında düşünmek, ibadetlerin en üstünüdür!'
Abdullah b. Mübarek birgün Sehl b. Ali'yi düşünürken görünce şöyle demiştir: 'Nereye vardın?' Cevap: Köprüye!
Bişr şöyle demiştir: 'Eğer insanlar Allah'ın azameti hakkında düşünseydi, Allah'a asla isyan etmezlerdi'.
İbn Abbas şöyle demiştir: 'Tefekkür içinde kılınan normal iki rek'at namaz, tefekkürsüz bütün bir geceyi ibadetle geçirmekten daha hayırlıdır!'
Ebu Şureyh3 bir ara yürürken birden oturdu ve abasını başına çekerek ağlamaya başladı. Ona 'Seni ağlatan nedir?' dediler. Cevap olarak şöyle dedi: 'Ömrümün boş olarak geçtiğini, amelimin azlığını ve ecelimin yaklaştığını düşündüm de!'
Ebu Süleyman şöyle demiştir: 'Dünya hakkında düşünmek, ahiretin perdesidir, velayet ehlinin cezasıdır. Ahiret hakkında düşünmek hikmeti elde ettirir, kalpleri diriltir'.
Hatem şöyle demiştir: 'İbretten ilim, zikirden sevgi, tefekkürden korku artar!
İbn Abbas (r.a) şöyle demiştir: 'Hayır hakkında tefekkür, insanı hayrı yapmaya teşvik eder. Şer üzerindeki pişmanlık insanı şerri terketmeye sevkeder!'
Rivayet ediliyor ki Allah Teâlâ indirdiği kitapların birinde şöyle demiştir:
Ben her hâkimin konuşmasını kabul etmem. Ancak onun himmet ve hevâsına bakarım. Eğer onun himmet ve hevâsı benim için ise, onun susuşunu tefekkür, konuşmasını övgü kabul ederim.
Hasan Basrî şöyle demiştir: 'Akıl sahipleri kalpleri hikmetle konuşuncaya kadar zikirle kendilerini tefekküre, fikirle de zikre alıştırırlar'.
İshak b. Halef şöyle anlatıyor: 'Dâvud et-Tâî, mehtaplı bir gecede damda bulunuyordu. Göklerin ve yerin melekûtu hakkında göğe bakıp ağlayarak düşünüyordu. Bu sırada bir komşunun evinin içine düştü. Ev sahibi onun hırsız olduğunu zannetti ve yatağından anadan doğma elinde kılıç bulunduğu halde fırladı. Dâvud'a bakınca dönüp kılıcı bıraktı ve şöyle dedi:
- Seni damdan içeri atan neydi?
- Bunu hissetmedim ki!
Cüneyd-i Bağdadî şöyle demiştir: 'Meclislerin en şereflisi, tevhid meydanında tefekkür için oturmak, marifetin nesîmini kok-lamak, muhabbetin kadehiyle sevginin denizinden içmek, Allah hakkında hüsn-i zan göstermek suretiyle düşünmektir'.
Sonra şöyle demiştir: 'Ey cemaat! Büyük meclislerin o lezzetli şarabının nasip olduğu kimseye cennet vardır!'
İmâm Şâfiî (r.a) şöyle demiştir: 'Konuşmak için susmaktan, mânâları çıkarmak için düşünmekten yardım talep edin!
Yine şöyle dedi: İşlerde doğru bakış, gururdan kurtuluştur.
Görüşte azim, tefrit ve pişmanlıktan selamettir. Tefekkür kuvvet ve zekayı açar. Hâkimler için istişare etmek, nefiste sebat ve basirette kuvvettir. Bu bakımdan azmetmeden önce düşün! Hücum etmeden önce düşün ve yapmadan önce istişare et!
Yine şöyle demiştir: Faziletler dörttür: Onların biri hikmettir. Hikmetin direği tefekkürdür. İkincisi iffettir. İffetin direği şehvettedir. Üçüncüsü kuvvettir. Kuvvetin direği öfkedir. Dördüncüsü adalettir. Adaletin direği nefis kuvvetlerinin normal olmasıdır!'
İşte bunlar, âlimlerin tefekkür hakkındaki sözleridir. Âlimlerin hiç biri tefekkürün hakîkati ve yolları hakkında konuşmamıştır.
1) Ebu Nuaym el-İsfehanî, Tergîb ve Terhîb
2) İbn Ebî Dünya, Hâkim ve Beyhâkî
3) Adı Abdurrahman b. Şureyh el-Mâfurî'dir. H. 167'de İskenderiye'de vefat
etmiştir.
*3.Tefekkür'ün Hakîkati ve Semeresi
Tefekkür'ün mânâsı, üçüncü bir marifeti meydana getirmesi için, kalpte iki marifeti hazır bulundurmaktır. Bunun misali şudur; geçici dünyaya meyl ve dünya hayatını ahirete tercih etmiş bir kimse, ister ki ahireti seçsin! Dünyayı seçmektense ahireti seçmenin daha evlâ olduğunu bilmeyi de ister. İşte bu kimse için iki yol vardır: O yollardan biri; başkasından ahireti seçmesinin dünyayı seçmekten daha üstün olduğunu öğrenmesi, onu taklid etmesi ve işin hakîkatini, basiretiyle bilmeden tasdik etmesidir.
Böylece bu kimse ameliyle, ahireti dünyaya tercih etmeye meyleder. Bu da sadece o kişinin sadece kendi görüşüne güvenmesinden ileri gelir. Böyle bir harekete mârifet değil, taklid adı verilir.
İkinci yol; daha kalıcı olanı seçmenin daha elverişli olduğunu, sonra ahiretin dünyadan daha kalıcı olduğunu bilmektir. Böylece bu iki bilgiden üçüncü bir bilgiye ulaşılır. O da ahiretin dünyaya tercih edilmesinin daha iyi olduğudur.
Ahireti tercih etmek hususunda daha evlâ olduğu ancak bahsi geçen iki marifetin bilinmesiyle mümkün olur. Bu bakımdan daha önce var olan iki marifeti kalpte hazır etmek, onun vasıtasıyla üçüncü marifete varmaya, Tefekkür, İtibar,Tezekkür, Nazar, Teemmül ve Tedebbür denir.
Tedebbür, Teemmül ve Tefekkür aynı mânâya gelen ibarelerdir. Onların altında değişik mânâlar yoktur.
Tezekkür, İtibar ve Nazar ise değişik mânâlı isimlerdir. Her ne kadar müsemmanın (isimlenenin) aslı bir ise de! Tıpkı es-Sarım, el-Mühenned ve es-Sayf isimlerinin kılıcın değişik şekillerine isim olarak verildiği gibi!
Kesici olduğu için kılıca es-Sarım denir. Yapılmış olduğu yere nisbet edilerek kılıca el-Mühennid denir. es-Seyf ise,mutlak anlamda kılıca delâlet eder. İtibar da iki marifetin ihzarına, o iki marifetten üçüncü bir marifete geçiş itibariyle ıtlak olunur. Her ne kadar geçiş olmasa ve iki marifetin vukufundan başkası mümkün değilse, itibar değil, tezekkür ismi verilir.
Nazar ve Tefekkür'e gelince, bu iki isim de geçmiş iki marifetin ihzarından üçüncü bir marifeti isteğinden dolayı verilir. Bu bakımdan üçüncü marifeti istemeyen bir kimseye Nazir adı verilmez. Öyleyse her mütefekkir, mütezekkir'dir. Fakat her mütezekkir, mütefekkir değildir.
Tezkîr'in (hatırlatmanın) faydası, kalpte yerleşip silinmemesi için marifetleri tekrar etmektir. Tefekkürün faydası, mevcut olmayan bir marifeti celbedip ilmi çoğaltmaktır. İşte tezekkür ile tefekkür arasındaki yegane fark budur!
Marifetler kalpte bir araya geldiğinde hususî bir tertip üzerine sıralandığında başka bir marifeti meyve olarak verirler. Bu bakımdan marifet, marifetin doğurduğudur. Öyleyse başka bir marifet hâsıl olduğunda, o marifet diğer bir marifetle birleştiğinde, bundan başka bir marifet doğar. Böylece doğan marifetler zinciri uzayıp gider. İlim ve tefekkür de sonsuza doğru uzayıp gider. Marifetlerin artışı, ancak ölüm veya mânilerle durur. Bu durum, ilimlerden meyve almaya ve tefekkür yoluna hidayet olmaya muktedir olan bir kimse için sözkonusudur.
İnsanların çoğuna gelince, onlar ilimlerdeki artıştan ancak sermayelerinin olmayışından dolayı mahrum oldular. Bu sermaye de ilimlerin semere vermesine vesile olan marifetlerdir. Tıpkı ticaret eşyası olmayan bir kimse gibi! Böyle bir kimse kâr etmeye muktedir değildir. Bazen ticaret eşyasını elde eder. Fakat ticaret sanatını iyi bilmediğinden hiçbir kâr edemez. İşte aynen böyle bazen kişide ilimlerin sermayesi olan marifetler olur. Fakat onları güzelce kullanmayı, telif etmeyi, netice vermeye götürücü tertibi yerli yerinde yapmayı bilemez.
Kullanma ve meyve alma yolunun marifeti, bazen, tabii olarak kalpte var olan ilâhî bir nûr ile olur. Tıpkı bütün peygamberlerde olduğu gibi! Böyle bir nûrun bulunması cidden pek enderdir. Bazen de öğrenmek ve fazla mümarese yapmakla elde edilir. Bu yolda elde edilen pek çoktur.
Sonra mütefekkir bir kimsenin kalbinde bazen bu marifetler hazır olur. Meyvesinin nasıl hâsıl olduğunu bilmeksizin hâsıl olur. Fakat ifade etmek hususunda tâbir sanatını az kullandığından bunu ifade etmeye gücü yetmez; zira nice insan vardır ki hakîki bir bilgi ile ahireti seçmenin daha evlâ olduğunu bilir. Fakat bilgisinin sebebi kendisinden sorulsa onu ifade etmeye gücü yetmez. Oysa bilgisi geçmiş iki marifetten hâsıl olmuştur. O iki marifet de şunlardır:
Daha bâkî olan, seçilmeye daha evlâdır. Ahiret ise dünyadan daha bâkidir. Bu bakımdan onun için üçüncü bir marifet meydana gelir ki o da şudur: Ahiret seçilmeye daha evlâdır! Dolayısıyla tefekkür hakîkatinin özü şudur ki üçüncü bir marifete varmak için, iki marifetin kalpte ihzar edilmesine dönüşür.
Tefekkürün meyvesine gelince, ilimler, haller ve amellerdir. Fakat özel meyvesi ilimdir. Evet! İlim kalpte hâsıl olunca, kalbin durumu değişir. Kalbin durumu değişince azaların amelleri de değişir. Bu bakımdan amel, hâle tâbidir. Hâl de ilme, ilim de tefek-küre tâbidir. Öyleyse tefekkür, hem başlangıç hem de bütün hayırların anahtarıdır.
İşte tefekkürün faziletinden sonra beliren budur. Anlaşıldı ki tefekkür, hem zikirden, hem de tezkîrden daha üstündür. Çünkü tefekkür hem zikirdir, hem de fazlalık! Üstelik kalbin zikri, aza-ların amelinden daha hayırlıdır. Amelin içinde zikir bulunduğu için amel daha şereflidir. Madem ki durum budur, tefekkür bütün amellerden daha üstündür ve şöyle denilmiştir: 'Bir saat tefekkür bir senelik ibadetten daha hayırlıdır'.
Bu tefekkür insanı çirkinlerden güzellere, rağbet ve harislikten zâhidlik ve kanaate sevkeden tefekkürdür. Bu öyle bir tefekkürdür ki insana müşahede ve takvâ kazandırır.
Biz sana onu böyle Arapça bir Kur'ân olarak indirdik ve onda tehditleri türlü biçimlere çevirip açıkladık ki (günahlardan) korunsunlar. Yahut (Kur'an) onlara bir hatırlatma yaptırsın.Tahâ/113)
Eğer fikirle halin değişme keyfiyetini anlamak istersen, onun misali, zikrettiğimiz ahiret işidir. Bu bakımdan ahiret işi hakkında düşünmek, bize ahiretin seçilmesinin daha evlâ olduğunu öğretir. Bu marifet, kalpte yerleşti mi kalpler ahirete yönelmek ve dünya hakkında zâhidlik yapmak hususunda değişirler. İşte haldeki değişmeden bunu kastediyoruz; zira kalbin hali, bu marifetten önce dünyayı sevmek, ona meyletmek ile ahiretten kaçmak ve onu az istemek idi! Bu marifet ile kalbin hali değişti. İradesi ve isteği tersine döndü. Sonra iradenin değişmesi, dünyayı atmak hususunda âzaların amellerinin değişmesini, ahiret amellerine yönelmeyi meyve olarak verir. İşte bunlar beş mertebedir:
Birincisi, tezekkür'dür. Tezekkür, iki marifeti kalpte hazır bulundurmaktır.
İkincisi, tefekkür'dür. Tefekkür, kalpte hazır bulundurulan iki marifetten kastedilen üçüncü marifetin talebidir.
Üçüncüsü, istenilen marifetin varlığı ve kalbin onunla nûrlanmasıdır.
Dördüncüsü, marifet nûrunun kalpte meydana gelmesinden ötürü kalp halinin değişmesidir.
Beşincisi, âzaların kalpte hallere göre hizmet etmesidir. Nasıl demire vurunca taştan bir ateş çıkar, bulunduğu yeri aydınlatırsa görmeyen göz görür olur, azalar çalışmaya koyulur, tıpkı onun gibi, marifet nûrunun çakmağı da tefekkürdür. Taş ile demirin bir araya getirilmesi, taşın demire özel bir şekilde vurulması gibi, özel bir şekilde marifetleri bir araya getirir.
Dolayısıyla demirden çıkan kıvılcım gibi, marifet nûru kalpten fışkırır. Bu nûrdan ötürü kalp değişir. Öyle ki daha önce yönelmediği şeye yönelir. Nasıl göz çıkan ateşin, ışığıyla değişir, daha önce görmediğini görür, sonra âzalar, kalp halinin isteğine göre çalışmaya koyulursa ve nasıl ki karanlıktan ötürü çalışmaktan aciz olan bir kimse göz görmeye başladığında çalışmaya koyulursa!
Öyle ise, tefekkürün meyvesi ilim ve hallerdir. İlmin sonu yok-tur. Kalpte belirmesi düşünülen hallerin inhisarı mümkün değildir. Eğer bir mürid, tefekkür çeşitlerini ve yollarını hasretmeyi ister, bunlar hakkında düşünmek isterse buna gücü yetmez. Çünkü tefekkür yolları sayılmayacak kadar çok, meyveleri sonsuzdur. Evet biz, dinî ilimlerin mühimlerine, salihlerin makamları olan hallere izafeten yollarının zaptına bütün kuvvetimizle çalışırız. Çünkü bunun tafsilatı bütün ilimlerin açıklanmasını gerektirir.
Bütün bu kitablar bunların bir kısmının şerhi gibidir. Çünkü bunlar birtakım ilimleri kapsamaktadır. O ilimler özel te-fekkürle elde edilir. Bu bakımdan biz bu husustaki esas noktalara işaret edelim ki tefekkürün yollarına vâkıf olmak mümkün olsun!
*4.Tefekkür'ün Yolları
Tefekkür, bazen dinle ilgili birşey hakkında, bazen de dinin haricinde birşey hakkında cereyan eder. Oysa bizim gayemiz; dinle ilgili olan şeydir. Öyle ise diğer kısmı zikretmeyeceğiz!
Dinden gayemiz, kul ile rabbi arasındaki muameledir. Bu bakımdan kulun bütün fikirleri ya kulla, sıfat veya halleriyle veya mabudun sıfat ve ef'âliyle ilgilenir. Bu iki kısmın dışına çıkması mümkün değildir. Kul ile ilgili kısma gelince, o da Allah'ın katında sevimli veya mekruh olan bir şeye bakmaktır. Bu iki kısmın haricindeki şeyler hakkında düşünmeye gerek yoktur. Allah Teâlâ ile ilgili olan ya onun zat, sıfat ve güzel isimleri hakkında bir tefekkürdür veya fiil, mülk, melekût, gökler, yer ve aralarındaki bütün şeyler hakkındaki tefekkürdür.
Tefekkür'ün bu kısımlara inhisar etmesi, bir misal ile daha iyi anlaşılır: Allah'a giden ve mülakâtına müştâk olanların hali, aşıkların haline benzer. Bu bakımdan biz bütünüyle aşka dalan bir aşığı kendimize misal olarak alır ve deriz ki: Bütün himmetini aşkına sarfeden aşığın tefekkürü, sevdiğiyle ilgilenmenin sınırını geçmez. Eğer aşık, maşuku hakkında düşünürse bu husustaki tefekkür ve müşahedesiyle mesrur olmak için ya maşuğun güzelliği hakkında düşünür veyahut da maşuğun güzel ahlâk ve sıfatlarına delâlet eden güzel ve lâtif fiillerin hakkında düşünür ki bu tefekkürü, lezzetini katmerleştirip muhabbetini takviye etsin. Eğer nefsi hakkında düşünürse bu takdirdeki tefekkürü, kendisinin mahbu-bunun gözündeki sıfatları hakkındadır ki onları sezip onlardan kaçınsın veyahut da kendisini mahbuba yaklaştırıcı ve sevdirici sıfatlar hakkında düşünsün ki o sıfatlarla sıfatlanabilsin!
Eğer bunların dışında bulunan birşey hakkında düşünürse bu tefekkür, aşktan hariçtir. Bu durum ise aşkta bir eksikliktir. Çünkü mükemmel ve tam olan aşk, aşığı tamamen tesiri altına alan, kalbini tamamen elde eden aşktır. Öyle ki o kalpte, aşktan başkasına yer bırakmaz. Bu bakımdan Allah Teâlâ'nın muhibbinin böyle olması gerekir. Onun tefekkürü mahbubunu geçmez. Ne zaman ki kişinin tefekkürü bu dört kısımda mahsur ise, asla mu-habbetin isteğinin dışına çıkmaz.
*5.Birinci Kısım
Biz birinci kısımdan başlayalım! Birinci kısım, iyiyi, kötüden ayırmak için kişinin kendi nefsini, sıfatlarını ve fiillerini düşünmesidir. Muhakkak ki bu tefekkür şu kitabın hedefi olan muamele ilmiyle ilgili tefekkürdür.Diğer kısma gelince, mükaşefe ilmiyle ilgilidir.
Bunlar, Allah katında çirkin veya güzel mahbub olan şeyin bilgisi, ibadetler ve günahlar gibi zâhir, merkezi kalp olan kurtarıcı ve helâk edici sıfatlar gibi bâtın kısımlara ayrılır. Biz bunun tafsilatını Mühlikât ve Münciyât bölümünde zikrettik. İbadet ve günahlara gelince, onlar da yedi aza ile ilgili kısım ile savaştan kaçmak, ana babaya karşı gelmek ve haram bir yere oturmak gibi bütün bedene nisbet edilen kısımlara ayrılır. İstenilmeyenin her kısmında üç şey hakkında düşünmek farzdır.
Birincisi: Acaba bu, Allah katında istenen birşey midir, yoksa istenilmeyen birşey midir diye düşünmektir; zira nice şey vardır ki ilk bakışta mekruh olduğu bilinmez. Fakat dikkatle bakıldığında idrâk edilir.
İkincisi: Eğer bu şey mekruh ise bundan sakınma yolu nedir diye düşünmektir.
Üçüncüsü: Buna mekruh isminin verilmesi, hemen terketmek üzere mi verilmiştir veya sakınılması için gelecekte mi bununla nitelenecektir veyahut telafisi için çalışılması için geçmiş hallerde mi bununla nitelenmiştir diye düşünmektir.
Mahbubların her biri bu kısımlara ayrılır. Bu kısımlar bir araya getirildiğinde, tefekkürün mecraları yüzden fazla olur. Kul bütün bunlarda veya çoğunda tefekküre itilmiştir. Bu kısımların ayrıntılarının açıklanması oldukça uzun sürer. Fakat dört grupta toplanabilir:
1. İbadetler
2. Günahlar
3. Helâk edici sıfatlar
4. Kurtarıcı sıfatlar
Biz her gruba bir misal zikredelim ki mürid, diğerlerini buna kıyas etsin. Mürid için tefekkür kapısı açılıp önünde yol genişlesin!
1. Günahlar
İnsan her günün sabahında yedi azasını ve bütün bedenini, bir günah mı işliyor veya dün mü bir günah işlemiştir veya bir günah mı işleyecektir diye sıkı bir şekilde teftiş etmelidir ki işlediği günahı terketsin, geçmiş günahları telafi etsin, işleyebileceği günahlara karşı da önlem alsın!
Bu bakımdan dili hakkında şöyle demelidir: 'Dil gıybet, yalan, nefsi tezkiye etmek, başkasıyla alay etmek, cedel yapmak, mizah yapmak, malayaniye dalmak ve daha başka mekruhlara düşmek tehlikesiyle karşı karşıyadır'. Bu bakımdan önce bunların Allah katında çirkin olduklarını kalbine yerleştirmelidir. Bu hususta Kur'an ve Sünnet'in şiddetli tehditleri hakkında düşünmelidir. Sonra sezmeden bunlara nasıl mâruz kaldığını düşünmelidir. Sonra nasıl korunacağı hakkında düşünmeli ve bunun uzlete çekilmek ve tek başına yaşamakla veyahut muttakî ve salih bir kul ile oturmakla ki Allah'ın hoşuna gitmeyen bir şeyi konuştuğunda o muttakî insan onu ikaz eder tamam olacağını bilmelidir. Aksi takdirde, salih olmayan bir kimse ile oturduğunda kendisine hatırlatıcı olsun diye ağzına bir taş koymalıdır. İşte sakınma yolu hakkında tefekkür böyle olur.
Kulağı hakkında düşünmelidir. Onunla gıybete, yalana, fuzulî konuşmaya, lehv ve bid'ata kulak verdiğini, bunu da ancak Zeyd ve Amr'dan dinlediğini düşünmelidir.Öyle ise halktan uzak yaşamak veya münkeri yasaklamak suretiyle bundan sakınması uygundur.
Midesi hakkında düşünmelidir. Acaba sırf yemek içmekle mi veya helâlinden fazla yemekle mi Allah'a isyan ettiğini düşünmelidir. Zira helâlinden de olsa fazla yemek Allah katında mekruh ve Allah'ın düşmanı olan şeytanın elinde silah olan şehveti takviye eder.
Haram veya şüpheli şeyler yemek suretiyle Allah'a isyan etmesine gelince, bu hususta yemeğini, elbisesini, meskenini, kazancını ve kazancının ne olduğunu ve nereden geldiğini tedkik edecektir. Helâlin yolu ve giriş noktaları hakkında tefekkür etmelidir. Sonra helâlden kazanma çaresinin yolu hakkında, haramdan sakınma hakkında düşünmelidir. Nefsine bütün ibadetlerin haram yemekle boşa gittiklerini, helâl yemenin bütün ibadetlerin temeli olduğunu öğretmeli ve parası içinde bir dirhem haram bulunan bir elbiseyle kılınan bir namazı Allah Teâlâ'nın kabul etmeyeceğini hatırlatmalıdır. Nitekim bu husus hakkında hadîs vârid olmuştur.4
İşte âzaları hakkında böylece düşünmelidir. Bu kadarcık kâfi-dir. Fazla uzatmaya gerek yoktur. Bu bakımdan tefekkür sayesinde bu hallerin marifetinin hakîkati hâsıl olunca kul, âzalarını bundan korumak için devamlı murâkabe ile meşgul olur.
2. İbadetler
İkinci grup ibadetlerdir. Kişi, önce, farz ibadetlerine bakıp on-ları nasıl edâ edeceğini, onları eksiklikten nasıl koruyacağını veya eksikliğini nafilelerle nasıl telafi edeceğini düşünmelidir? Sonra teker teker âzalarına yönelmeli, Allah'ın sevdiklerinden dolayı on-larla ilgili fiiller hakkında düşünmelidir. Mesela şöyle demelidir: 'Göz, göklerin ve yerlerin melekûtuna ibret nazarıyla bakmak için yaratılmıştır. Allah'ın taatinde kullanmak, Allah'ın Kitabı'na ve Hz. Peygamber'in sünnet'ine bakmak için yaratılmıştır. Ben ise, gözü Kur'an ve Sünnet'in mütalaasıyla meşgul etmeye muktedi-rim. O halde neden bunu yapmıyorum? Oysa benim itaat eden filan kula tâzim gözüyle bakıp onun kalbini hoşnut etmeye, filan fasığa da tahkir gözüyle bakıp kendisini masiyetten uzaklaştırmaya gü-cüm yeter! Öyleyse neden bunu yapmıyorum?'
Kulak hakkında da şöyle demelidir: 'Ben, Allah aşkıyla yanıp tutuşan bir kimsenin sözlerini hikmet veya ilim dinleyebilirim. Kur'an veya zikir dinleyebilirim. O halde neden kulağımı muattal bırakıyorum? Oysa Allah kulağı bana bir nimet olarak vermiştir. Kendisine şükretmem için bir emanet olarak vermiştir. O halde kulağı muattal bırakmak suretiyle Allah'ın kulaktaki nimetini neden inkâra kalkışıyorum?'
Dil hakkında da şöyle demelidir: 'Benim öğretmeye, nasihat etmeye salih kimselerin kalbine kendimi sevdirmeye, fakirlerin halini sormaya, salih olan Zeyd'in ve âlim olan Amr'ın kalbini güzel bir söz ile sevindirmeye ve Allah'a yakınlaşmaya kudretim vardır. Her güzel söz muhakkak sadakadır'.
Malı hakkında da şöyle demelidir: 'Ben falan malımı sadaka vermeye muktedirim. Ona ihtiyacım da yoktur. Ne zaman ona muhtaç olursam Allah onun gibisini bana verir. Eğer şimdilik muhtaç isem ben bu mala muhtaç olduğumdan daha fazla, arkadaşımı nefsime tercih etmenin sevabına muhtacım!'
İşte böylece bütün âzalarını, beden ve malını tedkik etmelidir. Hatta bineklerini, hizmetkâr ve çocuklarını bile tedkik etmelidir; zira bütün bunlar onun alet ve sebepleridir. Bunlarla Allah'a itaat etme imkânı vardır. Tefekkür ile bu azalarla yapılması mümkün olan ibadetlerin yönlerini öğrenir. O ibadetlere acelece kendisini teşvik eden sebepler hakkında, o ibadetlerdeki niyetin ihlâsı hakkında düşünmelidir. Onlar için istihkak yerleri aramalıdır ki vasıtalarıyla ameli artsın ve güzelleşsin. Buna diğer ibadetleri de kıyas et!
3. Helâk Edici Sıfatlar
Üçüncü grup, merkezi kalp olan helâk edici sıfatlardır. O sıfatları daha önce Mühlikât bölümünde anlattıklarımızdan öğrenebilir. Bu sıfatlar şehvet, öfke, cimrilik, böbürlenmek, kendini beğenmek, riya, hased, su-i zan, gaflet, gurur ve diğer kötü sıfatların istila etmesidir. Kalbinde bu sıfatları araştırmalıdır. Eğer kalbinin bunlardan uzak olduğunu zannederse, nasıl imtihan olacağı hususunda düşünmelidir. Alâmetlerle buna delil getirmeli; zira nefis, daima, hayrı va'deder ve va'dine muhalif hareket eder. Ne zaman ki nefis tevazu ve gururdan uzak olduğunu iddia ederse, çarşıda bir yük odun sırtlamak suretiyle nefsini denemesi gerekir. Nitekim geçmiş zevat, nefislerini böylece denemişlerdir. Nefis hilm iddia ederse, başkasından gelen öfkeye maruz bıraktırmak suretiyle öfkesini zaptedip etmemesi hususunda nefsini denemelidir. Diğer sıfatlarda da durum böyledir. Bu tefekkür kişinin çirkin sıfatla muttasıf bulunup bulunmaması hu
susunda bir tefekkürdür. Bunun birtakım alâmetleri vardır.
Mühlikat bölümünde o alâmetleri belirttik. Alâmetler bunun varlığına delâlet ettiklerinde o sıfatı kendisine göre çirkinleştiren sebepleri düşünüp araştırdığında o sıfatların kaynağının cehalet, gaflet ve kalbin kötülüğü olduğunu anlar. Nefsinde amelini beğenme gördüğünde düşünüp şöyle demelidir: 'Benim amelim ancak bedenim, âzam, kuvvet ve irademle meydana gelmiştir. Oysa bütün bunlar benden olmadıkları gibi elimde de değildirler. Ancak
Allah'ın yaratışı ve bana olan fazlıdır. Allah'tır beni ve uzuvlarımı yaratan! Kuvvetimi, irademi halkeden! Allah'tır kudretiyle uzvumu harekete geçiren! Kudret ve iradem de böyledir. O halde ben, nasıl amelime veya nefsime güvenir, beğenirim? Oysa nefsimi nef
simle payidar edemem'.
Bu bakımdan kişi nefsinde kibirlenme hissettiğinde, nefsinde bulunan ahmaklık nedeniyle nefse şöyle demelidir: 'Neden sen kendi nefsini daha büyük görürsün? Oysa büyük Allah katında büyük olandır. Bu da ancak ölümden sonra belli olur. Hâl-i hazırda nice kâfir vardır ki küfürden çıkmak suretiyle Allah'a yaklaşmış olduğu halde ölür. Nice müslüman vardır ki kötü sondan dolayı, ölüm anında hali bozulduğundan şakî olarak ölür!' Bu bakımdan kişi, kibrin helâk edici olduğunu ve kibrin temelinin ahmaklık olduğunu bildiğinde, onu izale etmenin ilâcı hakkında düşünür ve mütevâzi kimselerin fiillerini yapmak suretiyle kibrini tedavi eder.
Nefsinde yemeğe karşı istek ve oburluk görünce düşünüp şöyle demelidir: 'Bu, hayvanların sıfatıdır. Eğer yemek ve cinsî ilişki bir kemâl olsaydı, muhakkak ilim ve kudret gibi Allah'ın ve meleklerin sıfatlarından olurdu'. Hayvanlar bununla sıfatlanmazdı. Ne zaman oburluk onda galip olursa hayvanlara daha fazla benzer ve mukarreb meleklerden de daha uzak olur. Böylece öfke hususunda da nefsi aleyhinde tesbitlerde bulunur. Sonra ilâcının yolunu düşünür. Bütün bunları daha önceki kitablarda (bahislerde) zikretmiştik. Bu bakımdan kim tefekkür yolunun kendisi için genişlemesini istiyorsa, bu kitablardaki şeyleri öğrenmek kendisi için gereklidir.
4. Kurtarıcı Sıfatlar
Dördüncü grup ki bu grup kurtarıcılardır tevbe etmek, günahlara pişmanlık duymak, belaya sabretmek, nimetlere karşı şükretmek, korku, ümit, dünyada zâhid olmak, ibadetlerde doğruluk ve ihlas, Allah'a muhabbet ve tâzim, fiillerine rıza göstermek, O'na karşı iştiyaklı olmak, huşû, tevazu gibi sıfatlardır. Bütün bunları Münciyât bölümünde zikretmiştik. Bunların sebep ve alâmetlerini de belirtmiştik. Bu bakımdan kul, hergün kalbini kontrol edip düşünmelidir. Acaba Allah'a yaklaştırıcı olan bu sıfatlara kendisini muhtaç eden nedir? Öyle ise bu sıfatlardan birine muhtaç olduğunda bunların ancak bir kısım ilimlerin meyvesi olan birtakım haller olduğunu bilmelidir. İlimler tefekkürün meyveleridir.
Öyleyse nefsi için tevbe ve pişmanlık göstermek istediğinde önce günahlarını kontrol etmeli, onlar hakkında düşünmelidir. Onları bir araya getirip kalbinde büyütmelidir. Sonra günahlar hususunda şeriatta vârid olan tehdid ve vaîdler hakkında düşünmelidir. Eğer pişman olmazsa Allah'ın kahrına maruz kalacağını bilmeli ki pişmanlık hâli meydana gelsin!
Kalbinde şükür halinin meydana gelmesini istediğinde Allah'ın celâl, cemâl, azamet ve kibriyası hakkında düşünmelidir. Bunun hakkında düşünmek de ancak hikmetinin acaipliklerine, sanatının garipliklerine bakmakla olur. Nitekim tefekkür'ün ikinci kısmında bunun bir tarafına işaret edeceğiz.
Kalbinde korku halinin meydana gelmesini istediğinde önce zâhir ve bâtın günahlarına bakmalıdır. Sonra ölüm ve ölümün zahmetlerine, sonra ölümden sonraki Münker ve Nekir'in sualini, kabrin azabını, yılan, akrep ve böcekleri düşünmelidir! Sonra Sûr'un üfürülüşü anında kalk sesinin dehşeti hakkında sonra bütün insanların bir arazide toplandıklarında mahşerin dehşeti hakkında! Sonra hesaptaki münakaşa, iğneden daha ince olan şeylerdeki hesap hakkında, sonra sırat köprüsü, köprünün incelik ve keskinliği hakkında düşünmelidir. Sonra defteri soldan verilip ateş ehlinden olmasının nezdindeki tehlikesi hakkında veya defteri sağdan verilip sonu gelmeyen eve indirilmesinin nezdindeki sevinci hakkında düşünmelidir. Sonra kıyamet dehşetlerini; cehennem tabakalarını, tokmaklarını, azaplarını, zincirlerini, bukağılarını, zakkumu ve irinin azabının çeşitliliğini, kendisini sevk ve idare eden zebanilerin çirkin suretlerini düşünmelidir. Sonra insanların derileri kavruldukça başka bir deri ile değiştirildikleri, onlar cehennemden her çıkmak istedikçe oraya iade olunduklarını onlar cehennemi uzak bir mekanda gördüklerinde cehennemin öfke ve kükremesini işittiklerini düşünmelidir. Böylece Kur'an'da açıklanan cehennemle ilgili her noktayı düşünmelidir.
Kişi ümit halini celbetmek istediğinde cennete, nimetlerine, ağaç ve nehirlerine, hûri ve vildanlarına, ebedî nimet ve daimî mülküne bakmalıdır!
İşte sevimli halleri celbetmeyi veya çirkin sıfatlardan uzaklaşmayı meyve veren ilimlerin talebinde kullanılan tefekkürün yolu böyledir. Biz bu hallerin her biri hakkında müstakil birer kitap ayırdık. Tefekkürün tafsilatı hakkında onlardan faydalanılabilir. Tefekkürün bütün noktalarını zikretmekten yardım talep etmek ise, bu hususta tefekkür ederek Kur'an okumaktan daha faydalı birşey yoktur. Çünkü Kur'an bütün makam ve durumların toplayıcısıdır. Kur'an'ı her kul okumalı, hakkında düşünmeye muhtaç olduğu bir ayeti yüz defa olsa bile tekrar tekrar okumalıdır.
Bu bakımdan bir ayeti düşünerek okumak, düşünmeden okunan bir hatimden daha hayırlıdır. Bu bakımdan kişi bir ayette düşünmek için bütün bir gece dahi olsa duraklamalıdır; zira Kur'an'ın her kelimesi altında hesaba gelmeyecek kadar sırlar mevcuttur. Kişi ancak ince tefekkür ve dürüst muameleden sonra kalbin temizliği ile o sırlara muttali olabilir. Hz. Peygamber'in haberlerini mütalaa etmek de böyledir. Çünkü Hz. Peygamber'e en câmi (derleyici) kelimeler verilmiştir.
Hz. Peygamber'in sözlerinden her biri hikmet denizlerinden bir parçadır. Eğer âlim kişi,
hakkıyla o sözleri düşünürse, hayatı boyunca o sözler hakkındaki tefekkürünün sonu gelmez.
Ayet ve hadîslerin müfredatını şerhetmek oldukça uzun sürer. Hz. Peygamber'in şu sözüne dikkat et!
Rûh'ul-Kuds kalbime şöyle ilham etti: 'Sevdiğini, sevebildiğin kadar sev! Muhakkak ondan ayrılacaksın! İstediğin kadar yaşa! Muhakkak öleceksin. Dilediğini yap! Muhakkak sen onunla cezalanacaksın!6
Muhakkak ki Hz. Peygamber'in bu hadîsi geçmiş ve geleceklerin hikmetlerini toplayan bir sözdür. Düşünenler için hayatı boyunca bu kelimeler kâfidir; zira düşünenler bunların mânâlarına vâkıf olup kalplerine hâkim olursa onların bütün hallerini kapsar. Bu tefekkür, onlar ile dünyaya iltifat etmenin arasına girer. İşte muamele ilimlerinde Allah katında sevimli midir veya sevimsiz midir diye kulun kendi sıfatları hakkında düşünmesinin yolu budur.
Mübtedi (yeni başlayan) bir kimsenin bu tefekkürler hususunda bütün vaktini sarfetmesi gerekir ki kalbini güzel ahlâk ve şerefli makamlarla imar edip iç âlemini ve zâhirini çirkinliklerden uzaklaştırsın. Bunun diğer ibadetlerden daha üstün olmasına rağmen, istenilenin en son noktası olmadığı bilinmelidir. Kendisiyle meşgul olunan sıddîkların isteğinden bile kapalıdır. O da Allah'ın celâl ve cemâli hakkında düşünmek, nefsinden geçmek, hallerini, makam ve sıfatlarını unutmak suretiyle kalbini tamamen oraya kaptırmaktan alınan zevktir. Bu bakımdan böyle bir kimsenin himmeti tamamen mahbubuyla meşguldür. Tıpkı sevdiğinin yanında kendinden geçen aşık gibi! Bu aşık öyle bir durumda nefsinin hallerine ve sıfatlarına bakmaya vakit bulamaz. Hatta bu aşık, nefsinden gafil bulunan bir hayran gibi durur. Bu ise, aşıkların zevkinin zirvesidir.
Bizim daha önce zikrettiğimiz, Allah'a yakınlaşmaya ve kavuşmaya elverişli olması için iç âlemi imar etmek hakkındaki tefekkürdür. Bu bakımdan kişi, bütün hayatı boyunca nefsini ıslah etmek hususunda ömrünü zayi ederse, acaba Allah'ın yakınlığından ne zaman zevk alır?
İbrahim b. Ahmed el-Havvas çöllerde gezerdi. Bir gün Hüseyin b. Mansur onunla karşılaştı ve kendisine şöyle dedi:
- Sen ne durumdasın (Sülûkun nasıldır?)
- Tevekkül'deki hâlimi ıslah etmek için çöllerde geziyorum.
- Sen ömrünü iç âleminin imarına sarfettin. Acaba tevhiddeki
kendinden geçmen nerede kaldı? (Yani buna vakit bırakmadın, oysa esas da budur).
Bu bakımdan Hak olan Bir'de fani olmak, tâliblerin isteğinin zirvesi, sıddîklar nimetinin son noktasıdır.
Helâk edici sıfatlardan uzak bulunmak, nikâhtaki iddetin bitmesi yerine geçer. Kurtarıcı sıfatlarla ve diğer ibadetlerle muttasıf olmak ise, kadının, kocasının mülakatına elverişli hale gelmesi için çeyizini hazırlaması, yüzünü boyaması, saçını taraması ve süslenmesi yerine geçer. Eğer kadının bütün ömrü, rahmini (başkasının suyundan) temizlemek ve yüzünü süslemekle geçerse, bu durum sevdiğiyle beraber olmasına mâni olur.
İşte böylece, eğer muhâsebe ehlinden isen, din yolunu anlaman gerektir. Eğer kötü köle gibiysen ki bu köle ancak dayak korkusundan veya ücret için çalışır o vakit zâhir amellerle bedenini yormak ile başbaşa kal! Çünkü seninle kalp arasında kalın bir perde vardır. Amellerin hakkını yerine getirdiğinde cennet ehlinden olursun. Fakat sohbet için başka gruplar vardır. (Allah onları sohbet için seçmiştir).
Kul ile rabbi arasındaki muamelede tefekkür'ün sahasını bildiğinde bunu her sabah ve akşam kendine âdet edinmelisin. Sakın nefsinden ve Allah'tan uzaklaştıran sıfatlarından ve Allah'a yaklaştıran hallerinden gafil olma! Her mürid için bir defterin olması uygundur ki o defterde helâk edici ve kurtarıcı sıfatların tamamını, günah ve taatlerin tümünü tesbit etsin! Her gün nefsini o sıfatlara arzetmelidir. Helâk edicilerden on tanesine bakması kendisine kâfidir; zira bu on taneden sâlim kalırsa bunların haricindekilerden de sâlim kalır. Onlar da şunlardır: Cimrilik, kibir, ucub, riyâ, kıskançlık, çokça öfkelenmek, yemeğe karşı oburluk, cinsî münasebete karşı oburluk, mal sevgisi ve mertebe sevgisi!
Kurtarıcı sıfatlardan da on tanesi kâfi gelir. Onlar da şunlardır: Günahlardan pişman olmak, belaya karşı sabırlı olmak, kaza ve kadere razı olmak, nimetlere şükretmek, Allah'tan korkmak ile rahmetini ummayı eşit tutmak, dünya hakkında zâhidlik, amellerde ihlâs, halk ile beraber güzel ahlâk, Allah'a sevgi ve huşû göstermektir.
İşte bu saydıklarımız yirmi haslettir. On tanesi çirkin, on tanesi de güzeldir. Bu bakımdan ne zaman çirkinlerin birinden korunursa, defterinde onun üzerini çizmeli, onun hakkında düşünmeyi bırakmalı, ondan kurtardığından dolayı Allah'a şükretmeli ve bunun ancak Allah'ın tevfîk ve yardımı ile tamam olduğunu bilmelidir. Eğer Allah onu nefsine havale etseydi rezaletlerin en azını bile nefsinden silmeye gücü yetmezdi. Sonra geri kalan dokuz sıfata yönelmelidir. İşte böylece hepsinin üzerini çizinceye kadar devam etmelidir. Nefsinden, kurtarıcı sıfatlarla muttasıf olmayı talep etmeli, nefis, tevbe ve pişmanlık gibi kurtarıcı sıfatların biriyle muttasıf olduğunda onun üzerine çizgi çekip gerisiyle meşgul olmalıdır. İşte çalışmaya hazırlanan mürid, bu ameliyeye muhtaç olur.
Salihlerden sayılan insanların çoğuna gelince! onlar da şüphelileri yemek, gıybet, nemime, mücadele, nefsi övmek, düşmanların düşmanlığındaki ve dostların dostluğundaki ifrat, emr-i bi'l-maruf ve nehy-i an'il-münker'i terketmek hususunda halka yağcılık yapmak gibi zâhiri günahlarını defterlerine yazmalıdır. Çünkü nefsini salih kimselerden sayanların çoğu, azalarında bu günahlardan kurtulamazlar. Azalar günahlardan temizlenmeyince, kalbin imar ve temizlenmesiyle meşgul olmak mümkün değildir.
Hatta insanların her grubuna bir nevi mâsiyet galebe çalar. Bu bakımdan bu gruplar o mâsiyeti tedkik etmeli ve onun hakkında düşünmelidirler. Kendilerinde bulunmayan bir mâsiyet hakkında da düşünmelidirler. Bunun misali muttakî âlimdir. Muttakî âlim, çoğu kez nefsini âlim saymak afetinden kurtulamaz. Şöhreti talep etmek, nam ve şânının yayılması peşinde gitmekten kurtulamaz. Bunu ya ders okutmak yahut da vaaz etmekle sağlamaya çalışır. Böyle yapan bir kimse büyük bir fitneye maruz kalır. Bu fitneden ancak sıddîklar kurtulur. Çünkü kişinin konuşması makbul ve kalplerde tesir edici olunca nefsini beğenmek, böbürlenmek, süslü görünmek ve yapmacık hareketlerden kurtulamaz. Oysa bunlar helâk edici sıfatlardandır.
Eğer konuşması reddedilirse bu sefer konuşmasını reddeden kişi hakkında öfkelenmek, burun kıvırmak ve hasedden kurtulamaz. Onun bu durumu, başka bir âlimin sözünü reddeden bir kimseye karşı öfkelenmesinden daha fazla olur. Bazı kere de şeytan onu aldatarak der ki: 'Senin öfkelenmen, kişinin hakkı red ve inkâr ettiğinden dolayıdır!'
Bu kişi, eğer sözünü reddeden ile başka bir âlimin sözünü reddedenin arasında, öfke hususunda bir ayrılık gösterirse, muhakkak aldanmış ve şeytanın maskarası olmuştur. Sonra halkın kabul etmesiyle sevinmesi, kendisini övmeleriyle keyiflenmesi, sözünü red ve kendisine itiraz etmekten de alınması sözkonusu ise bu kimse kelimeleri güzelleştirmek, cümleleri yerli yerinde kullanmak ve halkın övgüsünü kazanmak maksadıyla kendisini zorlamaktan ve yapmacık hareketlerden nefsini kurtaramaz. Oysa Allah, kendisini zorlayan bir kulu sevmez. Şeytan bazen onu alda-tarak der ki: 'Lâfızları güzelleştirmeye karşı olan harisliğin ve bu husustaki zorluklara katlanman hakkın yayılması ve kalpte iyi tesir etmesi içindir. Bu da Allah'ın dinini yüceltmek içindir!'
Bu bakımdan eğer şahsın güzel lâfızlar ve dolayısıyla halkın övgüsünden ötürü olan sevinci, halkın emsal ve akranından birini övmelerine olan sevgisinden daha fazla ise bu kişi aldanmıştır. Onlar ancak mertebe etrafında dolaşırlar. Oysa o maksadının din olduğunu zanneder.
Ne zaman onun kalbi, bu sıfatlarla kıpırdanırsa, görünür tarafında bu belirir. Öyle ki ona hürmet edene, onun faziletli olduğuna inanana daha fazla hürmet eder. Kendisini övenle bir araya gelmek, emsallerinden birini öven bir kimse ile bir araya gelmekten daha fazla hoşuna gider. Her ne kadar başkası tarafından övülen o kişi övgüye daha müstehak ve lâyık ise de! Çoğu kez ilim ehli hakkında durum öyle bir raddeye gelir ki kadınların birbirini kıskanması gibi birbirini kıskanırlar. Birinin talebesi başkasının yanına gidip gelirse zoruna gider, talebesi başkasından faydalansa, dinî hususlarda istifade etse bile, yine hocasının ağırına gider.
Bütün bunlar kalbin içinde gizli bulunan helâk edici sıfatların sızıntılarıdır. Âlim kişi onlardan kurtulduğunu zanneder. Oysa kurtulmamış ve aldanmaktadır. Bu durum, bahsi geçen alâmetlerle ancak ortaya çıkar. Bu bakımdan âlimin fitnesi büyüktür. Âlim ya mâliktir veya hâlıktır. Âlim kişi için avam tabakasına mahsus selameti (çünkü avam mazur olabilir) istemek yoktur. Bu bakımdan kim nefsinde bu sıfatların varlığını sezerse, onun boynundaki farz; halktan uzaklaşmak, tek başına yaşamak, nam ve şânını kaybettirmek, fetva vermeyi şiddetle reddetmektir; zira Hz. Peygamber'in mescidi, ashabından bir cemaati kapsamakta idi ve onların hepsi fetva verecek güçteydi. Fakat buna rağmen fetvayı biri diğerine havale ederdi. Fetva veren sahabî de başkasının kendisinin yerine o fetvayı vermesini isterdi.
Bu durumda uygunu şahsın ins şeytanlarından korunmasıdır. Kendisine 'Bunu yapma; zira bu kapı eğer açılırsa, halk arasından ilimler kalkıp yıkıma uğrar' diyen o şeytanların bu sözüne karşılık şöyle demelidir: İslâm dini bana muhtaç değildir; zira o din benden önce de ma'mur idi. Benden sonra da ma'mur olacaktır. Eğer ben ölürsem İslâm'ın rükünleri yıkılmaz; zira dinin bana ihtiyacı yoktur. Bana gelince, ben kalbimi ıslah etmeye muhtacım'.
Âlim şahsın inzivaya çekilmesinin, ilmin inkırâzına yol açmasına gelince, bu katmerli cehalete delâlet eden bir hayaldir; zira eğer insanlar tutuklanır, zincirlerle bağlanır ve ilim talebinden ötürü ateşle tehdid edilirlerse, yine de baş olmak ve dünyada yük-selmek sevgisi onları zincirleri kırmaya, kalelerin duvarlarını yıkmaya ve oradan çıkıp ilim talebiyle meşgul olmaya teşvik eder. Bu bakımdan şeytan halka baş olmayı sevdirdikçe ilim inkırâza uğramaz. Şeytan ise kıyamete kadar yaptığından gevşemez. Hatta ahirette nasibi olmayan birçok grup ilmi neşretmek için seferber olur.
Nitekim Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:
Allah Teâlâ şu (İslâm) dinini nasibi olmayan kavimlerle takviye eder.7
Allah Teâlâ, şu dini facir kişi ile de takviye eder.8
Madem ki durum budur, âlim kişi şeytanın yukarıda bahsi geçen vesveseleriyle aldanıp halkın ihtilâtıyla meşgul olmamalıdır ki kalbinde mertebenin, övgü ve tâzimin sevgisi artmasın; zira bu artma münafıklığın tohumudur.
Nitekim Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Mertebe ve mal sevgisi suyun sebzeyi bitirmesi gibi kalpte nifak bitirir.9
Koyunların ağılına salıverilen saldırgan iki kurdun, koyunlarda meydana getirdikleri ifsâd, mertebe ve malın müslüman kişinin dininde yaptığı tahribat ve ifsâddan daha fazla değildir.10
Mertebe sevgisi, ancak halktan uzaklaşmak, ihtilâtlarından kaçmak ve şahsın mertebesini halkın kalbinde arttıran her şeyin terkedilmesiyle kalpten silinir. Bu bakımdan âlim kişinin tefekkürü, kalbinde bu sıfatların gizlilerini sezmek ve bunlardan kurtuluş yolunu elde etmek hususunda olmalıdır. İşte bu, muttakî âlimin vazifesidir.
Bizim gibilerinin tefekkürü ise hesap gününe olan imanını takviye eden nedenler hakkında olmalıdır; zira eğer selefi sâlihîn bizi görseydiler 'Şu kişiler hesap gününe iman etmemişlerdir!' derlerdi.
Bu bakımdan bizim amellerimiz cennet ve cehenneme iman eden bir kimsenin amelleri değildir; zira bir şeyden korkan bir kimse ondan kaçar. Bir şeyi ümit eden bir kimse onu arar. Oysa biz ateşten kaçmanın, şüphelileri ve haramı terketmekle, günahlardan sakınmakla olacağını biliyoruz. Buna rağmen biz bu hususlara dalmış bulunuyoruz ve cennetin talebinin, nafile ibadetleri yapmak ile olduğunu da biliyoruz. Oysa biz farz ibadetler hakkında bile kusurluyuz. Bu bakımdan ilmin meyvesinden bizim elimize ancak dünyaya karşı olan hırs ve dünyaya dalmakta örnek olmak hâsıl oldu. 'Eğer dünyaya karşı hırs göstermek kötü olsaydı, âlimler bunu yapmaya daha lâyık idiler ve bizden daha fazla bundan sakınırlardı' diyorlar.
Keşke biz, avam tabakası gibi olsaydık! Öldüğümüzde bizimle beraber günahlarımız da ölmüş olsaydı. Eğer düşünürsek maruz kaldığımız fitne ne kadar büyüktür! Bu bakımdan bizi ıslah etme-sini ve bizim vasıtamızla halkı ıslah etmesini, bizi öldürmeden önce tevbe etmeye muvaffak etmesini Allah'tan diliyoruz. Çünkü Allah bizim hâlimizi bilen kerîm ve bize nimet verendir.
İşte bu söylediklerimiz âlimlerin ve salihlerin muamele ilmindeki fikirleridir. Eğer bunlardan hoşlanırlarsa, nefislerine olan iltifatları kesilir. Ondan Allah'ın celâl ve azameti hakkında tefekküre yükselirler. Kalp gözüyle müşahede etmekle nimetlenmeye yükselirler. Bu da ancak bütün helâk edici sıfatlardan kurtulduktan ve bütün kurtarıcı sıfatlarla muttasıf olduktan sonra mümkün olur.
Eğer bundan önce birşey belirirse, bu mutlaka karışık, hasta, bulanık ve eksiktir. Şimşek gibi gelir geçer. Bu durumda kişi, sevdiği ile başbaşa kalan fakat elbiselerinin altında yılan ve akrepler bulunup kendisini zaman zaman ısıran ve müşahede zevkini bulandıran bir aşık gibi olur. Bu aşığın, nimetlenmenin kemâlindeki yolu, ancak o akrep ve yılanları elbiselerinin içinden çıkarmakla mümkündür. Bu kötü sıfatlar akrepler ve yılanlardır. Bunlar eziyet verir, hali teşviş ederler. Kabirde bunların elemi, akrep ve yılanların ısırmasından daha fazla olur. İşte bu kadar izahat, rabbinin katında nefsinin güzel veya çirkin sıfatları hakkında kulun tefekkür yollarına dikkat çekmeye kâfidir.
4) İmam Ahmed, (İbn Ömer'den)
5) Dârekutnî'nin rivayet ettiği bir hadîste şöyle denmiştir: 'Düşünmeden okumak işe yaramaz, fıkıhsız ibadet olmaz. Bir fıkıh meclisi altmış senelik ibadetten daha hayırlıdır!'
6) Zühd bölümünde geçmişti.
7) Bu kavimlerden maksad; ya kâfirler, ya münâfıklar veya fâcirlerdir. Muhtemelen Hz. Peygamber zamanında bulunan bazı kimseler kastolunmaktadır. Gelecekteki bazı kimseler de kastedilmiş olabilir ki bu takdirde mu'cize olur. İkinci ihtimal daha kuvvetlidir. Çünkü lâfzın umumuna itibar edilir. (Nesâî, İbn Hibban, Taberânî, (Enes'ten); İmam Ahmed ve Taberânî (Ebubekir'den); Bezzar, (Ka'b b. Mâlik'ten); Taberânî, Kebir, (Abdullah b. Amr'dan): 'Allah Teâlâ İslâm dinini ehlinden olmayan birtakım kişilerle takviye edecektir!'
8) Taberânî, Kebir, (Amr b. Nu'man'dan)
9) Ebu Nuaym ve Deylemî
10) Taberânî
*6.İkinci kısım Allah'ın celâli, azameti ve kibriyası hakkında
Bu tefekkür 'de iki makam vardır:
Birinci Makam
Birinci makam, en yüce makamdır. O da Allah'ın zatı, sıfatları ve isimlerinin mânâları hakkındaki tefekkürdür. Bu tefekkür, yasaklananlardandır. Nitekim şöyle denilmiştir: 'Allah'ın mahlûku hakkında düşününüz, fakat O'nun zatı hakkında düşünmeyiniz!'
Bunun sebebi şu olsa gerek: Akıllar burada hayrete düşer; Oraya gözü uzatmaya ancak sıddîkların gücü yeter. Onların da daimî bakmaya güçleri yetmez. Diğer insanlara gelince, onların Allah'ın celâline bakmakta gözlerinin hali, güneşin ışığına bakmakta yarasanın gözünün hali gibidir. Yarasanın güneşe bakmaya asla gücü yetmez, onun için gündüz gizlenir, ancak gece ortaya çıkar. Sıddîkların halleri, insanın güneşe baktığındaki haline benzer. İnsanın güneşe bakmaya gücü yeter. Fakat devamlı bakmaya gücü yetmez. Eğer devam ederse, gözünün kör olmasından korkar. Güneşin çekip kaptığı bakış, göz körlüğünü gerektirir ve ışığı dağıtır.
İşte Allah'ın zatına bakmak da tıpkı bunun gibidir. Hayret, dehşet ve aklın ızdırabını doğurur. Bu bakımdan durum bu oldukça en doğrusu Allah'ın zatı ve sıfatları hakkındaki tefekküre dalmamaktır; zira akılların çoğu buna tahammül edemez.
Hatta bazı âlimler tarafından tasrih edilen 'Allah mekandan mukaddes, yön ve cihetlerden münezzehtir, ne âlemin dahilinde ne de haricindedir. Ne âlemle bitişik ne de ondan ayrıdır' sözü bile, birçok grubu inkâra varacak derecede hayrete düşürmüştür; zira onlar bunu duymaya güç yetirememişlerdir. Hatta bir grup bundan daha azına bile tahammül edememişlerdir; zira onlara 'Allah Teâlâ baş, ayak, göz ve herhangi bir âzadan münezzehtir. Miktarı ve hacmi olan müşahhas bir cisim olmaktan münezzehtir!' dendiğinde bu hükmü inkâr ettiler ve bunun Allah'ın azamet ve celâli hakkında bir eksiklik olduğunu zannettiler. Hatta avam tabakasından bazı ahmaklar dedi ki: 'Bu söylenen vasıf, Hindistan kavun'unun vasfıdır.
Mâbudun vasfı değildir!' Çünkü miskin Allah'ın celâl ve azametinin bu âzalarda olduğunu zannetmektedir. Böyle düşünen bu insan, nefsinden başkasını tanımaz. O ancak nefsini tâzim eder. Bu bakımdan sıfatlarında onunla eşit olmayan hiçbir şeyde azameti anlayamaz. Evet, bu insanın anlayışı; nefsini güzel suretli, tahtın üzerinde oturmuş, huzurunda emrini harfiyen yerine getiren hizmetkârlar bulunan bir padişah şeklinde tasavvur eder. Bu bakımdan şüphe yoktur ki bu kimse Allah hakkında da bunu düşünerek azameti anlar. Eğer sineğin aklı olsaydı ve kendisine 'Senin yaratanın kanat, el ve ayaktan münezzehtir. Onun için uçuş sözkonusu değildir' denilseydi, sinek bu hükmü redderek şöyle derdi: 'Nasıl benim yaratanım benden eksik olur? Yaradanım nasıl kanatları kesik veya uçamayan bir topalgibi olur? Benim uçma alet ve kudretim olur da Hâlık ve Musavvir olduğu halde O'nun olmaz mı?'
Halkın çoğunun düşüncesi, sineğin bu düşüncesine yakındır! Muhakkak ki insan, çok cahil, çok zâlim ve nankördür.
Allah Teâlâ, peygamberlerinden birine vahyederek şöyle buyurmuştur:
Kullarıma (olduğu gibi) sıfatlarımdan haber verme ki beni inkâr et-mesinler. Onlara anlayabilecekleri bir dil ile benden haber ver!11
Allah'ın zatı ve sıfatları hakkındaki tefekkür bu yönden tehlikeli olunca, şeriatın ve halkın yararı bu hususta tefekkür edilmemesini uygun buldu. Şimdi biz, ikinci makama döneceğiz.
İkinci Makam
İkinci makam Allah'ın fiillerine, kaderine, sanatının acaiplikliklerine, yaratılış hakkındaki işinin garipliklerine bakmaktır. Çünkü bunlar Allah'ın celâline, kibriyasına, kudsiyet ve yüceliğine, ilim ve hikmetinin kemâline, meşiyet ve kudretinin nâfiz oluşuna delâlet eder. Bu bakımdan şahıs, Allah'ın sıfatlarına, o sıfatların eserlerinden bakmalıdır. O halde, O'nun sıfatlarına doğrudan doğruya bakmaya gücümüz yetmez. Tıpkı güneşin ışığında yere bakmaya gücümüz yetip, bu bakış sayesinde güneş ışığının ay ve diğer yıldızların ışığına nisbeten daha büyük olduğuna istidlal ettiğimiz gibi...
Çünkü yere yansıyan ışık, güneş ışığının eserlerindendir. Eserlere bakmak, az da olsa müessire de-lâlet eder. Her ne kadar müessirin bizzat kendisine bakmanın yerine geçmese de!
Dünyadaki mevcudâtın hepsi, Allah'ın kudretinin eserlerinden bir eserdir. Zatının nûrlarından bir nûrdur. Yokluktan daha şiddetli bir zulmet, varlıktan da daha belirgin bir nûr yoktur. Bütün eşyanın varlığı Allah Teâlâ'nın zat-ı ilâhîsinin nûrlarından bir nûrdur; zira eşyanın varlığının direği, kendi nefsiyle kaim olan Allah'ın zatıdır. Nitekim cisimlerin ışığının payandasının, kendi kendisini ışıklandıran güneşin ışığının olduğu gibi...
Güneşin bi razı tutulduğunda su dolu bir leğeni bütün güneş orada görünsün diye koyarlar ki o vasıta ile güneşe bakmak mümkün olsun! Bu bakımdan su, güneşe bakmak takatını verecek bir vasıtasıdır. İşte fiiller de vasıtadır. Onlarda fâilin sıfatlarını görürüz. Fiiller vasıtasıyla zattan uzaklaştıktan sonra zatın nûrları ile sersemleşmeyiz.
İşte bu, Hz. Peygamber'in şu hadîsi-i şerîfinin sırrıdır:
Allah'ın mahlûku hakkında düşünün! O'nun zatı hakkında düşünmeyin!
11) Nitekim şöyle bir hadîs vardır: 'İnsanlara anlayabilecekleri kadarıyla hitap ediniz. Onların Allah'ı ve rasûlünü yalanlamalarını ister misiniz?'
*7.Allah'ın Mahlukâtı Hakkında Tefekkür
Varlıkta Allah'tan başka her ne varsa o Allah'ın fiili ve mahlûkudur. Zerrelerin herbiri, ister cevher, ister araz olsun, ister sıfat olsun, ister mevsuf, onun içinde öyle acaip ve garip şeyler vardır ki onlarla Allah'ın hikmeti, kudreti, celâl ve azameti görünür. Onları saymak mümkün değildir. Çünkü bunları yazmak için eğer deniz mürekkep olsa bile onların binde biri bitmeden deniz biter. Fakat biz başkasına misal gibi olsun diye bunun bir kısmına işaret edeceğiz.
Varlıkların bir kısmı vardır ki aslı bilinmediği için onun hakkında düşünmek imkânına sahip değilizdir. Varlıklardan niceleri vardır ki biz onları bilemeyiz. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
Sizin bilmediğiniz nice şeyler yaratmaktadır. (Nahl/8)
Ne yücedir O (Allah) ki arzın bitirdiklerinden ve kendilerinden ve daha bilmedikleri nice şeylerden olan bütün çiftleri yaratmıştır.(Yâsin/36)
(Size böyle ölümü takdir ettik) ki sizin yerinize benzerlerinizi getirelim ve sizi bilmediğiniz bir biçimde yeniden inşâ edelim.(Vakıa/61)
Aslı bilinen fakat tafsilatı bilinmeyen diğer bir kısmı vardır. Ö kısmın tafsilatı hakkında düşünme imkânına sahibiz. Bu ikinci kısım da, gözümüzle idrâk ettiğimiz ve gözümüzle idrâk etmediğimiz kısımlara ayrılır:
Gözümüzle idrâk etmediğimiz şeyler melekler, cinler, şeytanlar, arş, kürsî ve benzerleridir. Bunlar hakkında tefekkür mecâli pek yoktur. Bu bakımdan zihinlere en yakın olan ve gözle idrak edilen şeylere geçelim. Onlar yedi kat gök, yer ve bu ikisinin arasında bulunanlardır. Gökler, yıldızlarıyla, güneş, ay, hareket, doğuş ve batışındaki dolaşmasıyla görünür. Yer de dağlarıyla, maden, ırmak, deniz, hayvanlar ve bitkileriyle müşahede edilir. Gök ile yer arasında olan boşluk bulutlarıyla, yağmur, kar, şimşek, gök gürültüsü, yıldırımlar, ateş ve şiddetli rüzgârlarıyla müşahede edilmektedir.
İşte göklerde, yerde ve aralarında müşahede edilen şeyler bunlardır. Bunların herbiri birçok nevilere ayrılır. Her çeşidi de birçok kısımlara ayrılır. Bunlar da birçok sınıflara ayrılır. Bunun, şube ve kısımlarının, sıfat, heyet, zâhir ve bâtın mânâlarındaki değişikliklerinin sonu gelmez. Bütün bunlar tefekkürün merkezidirler. Bu bakımdan göklerde ve yerde cemadât, bitkiler, hayvan, felek ve yıldızlardan bir zerre kendi başına kıpırdamaz. Ancak Allah'ın izniyle kıpırdayabilir. Onun kıpırdatılmasında sayısız hikmet vardır. Bütün bunlar Allah'ın vahdâniyetine şahid, O'nun celâl ve kibriyasına delâlet eden ayetlerdir.
Kur'an-ı Hâkim, bu ayetlerle insanları düşünmeye teşvik etmiştir.
Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde elbette sağduyu sahipleri için ibretler vardır.(Âlu İmran/190)
Allah Teâlâ, Kur'an'ın başından sonuna kadar birçok ayette 'O'nun ayetlerindendir' tabirini kullanmıştır. Bu bakımdan biz bir kısım ayetlerin (alâmetlerin) hakkındaki tefekkür'ü zikredelim:
Öyleyse Allah'ın ayetlerinden biri, meniden yaratılmış olan insandır. Sana en yakın olan şey nefsindir. Sende Allah'ın azâme-tine delâlet eden o kadar acaiplikler vardır ki ömürler boyunca söy-lense, onun binde biri ancak biter. Oysa sen bundan gafilsin! Ey
nefsinden gafil ve nefsini bilmeyen cahil! O halde başkasının bilgisine nasıl tamahkârlık edersin? Oysa Allah Teâlâ sana, aziz kitabında nefsini düşünmeyi emrederek şöyle buyurmuştur:
Kendi canlarınızda da öyle! Görmüyor musunuz? (Zâriyât/21)
Allah Teâlâ senin necis bir damla meniden yaratıldığını zikrederek şöyle buyurmuştur:
Kahrolası insan ne kadar da nankördür! (Allah) Onu hangi şeyden yarattı? Bir nutfeden (meniden). Onu yarattı, ona biçim verdi. Sonra ona yolu kolaylaştırdı. Sonra onu öldürdü, kabre gömdürdü. Sonra dilediği vakit onu tekrar diriltecek!(Abese/17-22)
O'nun alametlerinden biri sizi topraktan yaratmasıdır. Sonra siz (yeryüzüne) yayılan insanlar oluverdiniz. (Rum/20)
İnsan başıboş bırakılacağını mı sanır? Kendisi dökülen meniden bir nutfe değil miydi? Sonra kan pıhtısı oldu da (Allah onu) yarattı. Ona şekil verdi. (Kıyâmet/36-38)
Sizi âdi bir sudan (meniden) yaratmadık mı? Sonra o suyu sağlam bir yerde (rahimde) sakladık. Belirli bir vakte kadar!.(Mürselât/20-22)
İnsan, bizim kendisini nasıl nutfeden yarattığımızı görmedi mi ki şimdi açık bir hasım kesildi?(Yâsin/77)
Doğrusu biz insanı imtihan etmek için karışık bir nutfeden yarattık.(İnsan/2)
Sonra Allah Teâlâ, meniyi nasıl kan pıhtısı, kan pıhtısını nasıl et çiğnemi ve kemik yaptığını zikrederek şöyle buyurmuştur:
Andolsun biz insanı çamurun özünden yarattık. Sonra onu bir nutfe olarak sağlam bir karar yerine koyduk. Sonra onutfeyi kan pıhtısı haline getirdik. Ondan sonra kan pıhtısını bir parça et yaptık. O et parçasını da kemikler haline çevirdik. Kemiklere de et giydirdik. Sonra onu bambaşka bir yaratık yaptık.(Mü'minûn/12-14)
Nutfe kelimesinin tekrar tekrar Kur'an'da zikredilmesinin hikmeti, manası düşünülmeden sadece bilinsin diye değildir! Bu bakımdan nutfeye dikkat et! Necis bir su olan nutfeyi eğer bir saat dışarıda bırakırsan kokar. Rabb'ul-erbâb'ın onu nasıl erkeğin sulbü ile kadının göğüs kemiklerinin arasından çıkardığına, erkek ile dişiyi nasıl bir araya getirdiğine, ülfiyet ve muhabbeti onların kalbine nasıl ilka ettiğine dikkat et! Onları muhabbet ve şehvet zinciriyle cinsî münasebette bulunmaya nasıl sevketmiş, cima ile erkekten meniyi nasıl çıkartmış? Damarların derinliklerinden hayız kanını nasıl celbetmiş ve ana rahminde toplamıştır? Sonra düşün ki cenini meni damlasından nasıl yaratmış, hayız suyu ile onu nasıl sulamış, nasıl gıdalandırmıştır? Cenin, bununla nasıl büyümüştür? Beyaz ve parlak olduğu halde meni damlasını nasıl kıpkızıl bir kan pıhtısına çevirdiğine, sonra o kanı nasıl bir et parçası yaptığına, sonra meninin parçalarını ki birbirlerine benzer ve eşittirler nasıl kemik, sinir, damar ve ete ayırdığına dikkat et!
Sonra et, sinir ve damarlardan azaları nasıl düzenlediğini düşün! Başı yuvarlak yapmış, kulak, göz, burun, ağız ve diğer menfezleri yarmış, el ve ayağı uzun yaratmış, uçlarını parmaklara, parmakları da büklümlere ayırmıştır. Sonra kalp, mide, ciğer, dalak, kalın bağırsak, rahim, mesane ve barsaklardan ibaret olan iç azaları nasıl terkip etmiştir? Onların her biri özel bir şekil, özel bir miktarda ve özel bir iş için yaratılmıştır.
Sonra bu azalardan herbirini nasıl başka kısımlara ayırmıştır? (Mesela) gözü yedi tabakadan terkip etmiştir ki her tabakanın özel bir vasfı ve özel bir şekli vardır. Eğer onlardan bir tabaka yok olursa veya sıfatlardan biri yerinden giderse, göz, görmez hâle gelir. Bu bakımdan eğer biz, bu azalardaki acaiplikleri ve ayetleri saymaya kalkışırsak, ömürler biter, yine de onlar bitmez.
En azından kemiklere dikkat et! Kemikler katı ve kuvvetli cisimlerdir. Allah onları nasıl ince ve zayıf bir damla meniden yaratmıştır? Sonra onları bedene nasıl direk ve duvar kılmıştır? Sonra onları değişik miktar ve şekillerde nasıl şekillendirip takdir etmiştir! Kimisi küçük, kimisi büyük, kimisi uzun, kimisi yuvar-lak, kimisi içli, kimisi dolu, kimisi enli, kimisi incedir.
İnsan beden ve azalarının bir kısmıyla harekete muhtaç ve ihtiyaçlarının peşinde gidip gelmeye mecbur olduğundan ötürü, tek parça bir kemikten meydana gelmedi. Aksine aralarında mafsallar bulunan birçok kemiklerden meydana geldi ki o kemikten hareket etmek kolaylaşsın. Onların herbirinin şekli onlardan istenilen hareketin isteğine göre düzenlenmiştir. Sonra onların mafsallarının biri diğerine, kemiğin bir tarafında bitirdiği ve ip gibi diğer kemiğe yapıştırdığı iplerle bağlanmıştır. Sonra kemiğin bir tarafında çıkıklar yaratılmıştır.
Diğer kemikte o çıkığı istiab edecek ve şekline uygun çukurlar yaratılmıştır ki çıkıklar o çukurlara yerleşip onların üzerini kapatsınlar. Bu bakımdan kul, öyle bir vaziyete geldi ki eğer bedeninin bir parçasını hareketlendirmek isterse, bu kendisi için zor değildir. Eğer mafsallar olmasaydı, böyle bir hareketlendirme kendisi için imkânsız olurdu. Sonra dikkat et ki Allah Teâlâ, başın kemiğini nasıl yaratmış, nasıl terkip etmiştir. Onu şekil ve suretleri değişik elli beş kemikten meydana getirmiştir. Gördüğün gibi onların bazısını diğerine başı kendisiyle düz kılacak şekilde bağlamıştır.
Bu bakımdan o kemiklerin altısı beyni kapsayan cimcime kemiğine mahsustur. Ondördü üst çeneye, ikisi alt çeneye, diğeri dişlere aittir. Dişlerin bazısı yassı ve öğütmeye elverişlidir. Bazısı keskindir, kesmeye elverişlidir. Onlar da kesici, öğütücü ve ön dişlerdir. Sonra boynu kafaya kaide (temel) kılmıştır. Boynu da içi boş ve yuvarlak yedi halkadan terkip etmiştir. O halkalarda girintiler, çıkıntılar ve eksiklikler vardır.
Bu da bazısı diğerine intibak etsin diye olmuştur. Buradaki hikmetin illetini zikretmek, oldukça uzun sürer. Sonra boynu sırt kaidesi üzerine bindirmiş, sırtı da boynun en altından kuyruk sokumuna kadar yirmi dört halkadan terkip etmiştir. Kuyruk sokumunu değişik üç parçadan terkip etmiştir ki ona en alttan kuyruk kemiği bitişir. Kuyruk kemiği de üç parçadan mürekkeptir. Sonra bel kemiğini, göğüs kemiği ile omuz kemiklerini ellerin kemiğini, kasık kemiği, kuyruk, baldırlar, ayak bileğinin kemikleri ve ayakların parmaklarıyla bitiştirdi.
Bu bakımdan biz bunun adedini zikretmekle kitabı uzatmayacağız. İnsan bedenindeki kemiklerin toplamı iki yüz kırk sekizdir. Mafsalların boşluklarını örten küçük kemikler bu sayının haricindedir. Bu bakımdan Allah Teâlâ'nın, bütün bu kemikleri nasıl ince ve zayıf bir damla meniden ya-rattığını iyi düşün!
Kemikleri zikretmekten gayemiz; kemik sayısını bildirmek değildir; zira bu basit bir ilimdir. Doktorlar ve cerrahlar bunu bilirler. Gayemiz; bu kemiklerden, onları tedbir edip yaratanı görmektir. O yaratan bu kemikleri nasıl takdir ve tedbir etmiştir, şekiller ve miktarları arasında nasıl değişiklik yapmıştır? Onları bu özel sayıya nasıl tahsis buyurmuştur, bunu müşahede etmektir; zira Allah Teâlâ, bu kemikleri bir tane fazla yapsaydı, o insan için sökülüp atılması gereken bir felâket olurdu. Eğer bu kemiklerden bir tanesini eksik yapsaydı, onu telafi etmeye mecbur olacak bir eksiklik olurdu. Doktor kemiklere, sadece tedavi yolunu öğrenmek için bakar. Basiret sahipleri ise kemiklere, yaratanının ve suret vere-ninin celâl ve azametine istidlal etmek için bakar. Öyleyse iki bakış arasında derin bir fark vardır.
Allah Teâlâ'nın, kemikleri harekete geçirmek için adaleleri nasıl alet olarak yarattığını düşün! İnsan bedeninde 529 adale yaratmıştır. Adale, et, asab, bağlar ve kılıftan ibarettir. Adalelerin miktar ve şekilleri, yerlerine ve ihtiyaçlarına göre değişiktir. Onlardan yirmidördü göz yuvarlağını ve etrafındaki kirpikleri harekete geçirmek içindir. Eğer bu adalelerden biri eksik olursa, gözün durumu bozulur. İşte böylece her azanın özel sayı ve miktarda adaleleri vardır.
Asab, damar, şahdamarları, kalp damarları, adaleleri, bittikleri yerler ve şubelerinin durumu bütün bunlardan daha acaiptir. İzahı oldukça uzun sürer, Bu parçaların kısımları hakkında tefekkür etme imkânı vardır. Sonra azalar, sonra bütün beden hakkında tefekkür imkânı vardır.
Bütün bunlar beden cisimlerinin acaipliklerine bakmaktır. Oysa beş duyu ile idrâk olunmayan sıfatlar ve mânâların acaiplikleri daha büyüktür. Bu bakımdan şimdilik insanın zâhir ve bâtınına, beden ve sıfatlarına bakarak, hayretini gerektiren sanat ve acaiplikleri görebilirsin. Bütün bunlar Allah'ın, necis olan bir damla sudaki sanatıdır! Sen bunda Allah'ın bir damla sudaki sanatını görürsün, acaba göklerin melekûtunda, yıldızlarındaki sanatı nasıldır? Bunları koymakta, şekillerinde, miktarlarında, adetlerinde, bazısının diğeriyle bir arada bulundurulmasında, birbirlerinden ayırt edilmesinde, suretlerinin değişik olmasında, doğuş ve batışlarının farklı olmasındaki hikmet nedir?
Sakın sanma ki göklerin bir zerresi dahi hikmetten ve birçok maharetlerden boş olarak yaratılmıştır. Aksine o, yaratılış bakımından daha kuvvetli, sanat yönünden daha ince, insan bedeninden daha fazla acaipleri derleyicidir. Hatta yeryüzündeki bütün şeyler göklerin acaipliklerine nisbet edilirse pek küçük kalır.
Yaratılışca siz mi daha çetinsiniz, yoksa gök mü? (Allah) onu yaptı. Kalınlığını (tavanını) yükseltti onu düzenledi. Gecesini örtüp kararttı, kuşluğunu (gündüzünü) açığa çıkardı.(Nâziat/27-29)
Şimdilik meni'nin tahliline dönelim! Önce onun halini, sonra vardığı durumu düşün ve düşün ki cinler ve insanlar bir araya gelip bir damla meniye kulak veya göz veya akıl veya kudret, ilim veya ruh vermeye veya o damlanın içindeki kemik veya damar veya asab veya deri veya tüy yaratmaya çalışsalar, acaba buna güçleri yeter mi? Hatta onun künhünü, hakîkatini, Allah Teâlâ'nın onu nasıl yarattığını çözmeye çalışsalar, bunu çözmekten bile aciz kalırlar! Bu bakımdan senin durumuna hayret etmemek mümkün değildir. Zira eğer ressamın insan suretine yaklaşacak derecede maharet gösterip yaptığı resme bakarsan, nakkaşın sanatına meharet ve el çabukluğuna, zekasına hayret edersin. Kalbinde onun kıymeti büyüdükçe büyür. Bununla beraber o suretin sadece mürekkep, kalem, el, duvar, kudret, ilim ve irade ile tamam olduğunu bilirsin. Oysa bunların hiçbiri nakkaşın fiili ve yarattığı değildir. Bunların herbiri başkasının yarattığıdır. Nakkaşın yaptığı mürekkeb ile duvarı özel bir tertib üzerinde bir araya getirmektir.
Bu bakımdan ona hayret eder, gözünde büyütürsün. Oysa necis olan meni damlasının daha önce olmadığını biliyorsun. Allah daha sonra babaların bellerinde ve annelerin göğüs kemiklerinde onu yarattı. Sonra oradan çıkardı. Ona şekil verdi. Onun şeklini güzel yaptı. Onu takdir etti. Takdir ve tasvirini güzel yaptı. Benzer cüzlerini değişik cüzlere böldü. Onun etrafında kemikleri kuvvetli yaptı. Azalarının şekillerini güzelleştirdi. Zâhir ve bâtınını süsledi. Damarlar ve asabları tertip edip bekasının sebebi olsundiye gıdaya mecra kıldı. O damlayı işitir, görür, bilir, konuşur bir insan yaptı. Ona bedeninin direği olsun diye sırtı yarattı. Yemekleri toplaması için mideyi yarattı. Duyuları kendinde toplaması için başı yarattı. Bu bakımdan iki gözü açtı. Tabakalarını tertipli kıldı. Şeklini, rengini, heyetini güzelleştirdi. Sonra onu örtsün, korusun, temizlesin ve ondan pislikleri uzaklaştırsın diye koruyucu kirpikleri yarattı. Sonra göz merceğinde, göğün geniş olmasına, aktarlarının birbirinden uzak olmasına rağmen, göklerin suretlerini belirtti. Bu bakımdan insan onlara bakar.
Sonra kulaklarını yardı. Onlara acı bir su koydu ki duymasını muhafaza etsin, zarar verici hayvanları ondan uzaklaştırsın. Sesleri toplayıp kulak zarlarına vermesi için kulağı sedefiyle çevirdi. Kulağa kasteden zararlı hayvanların yürüşünü hissetsin diye kulakta virajlar yarattı. Kulağa girmek için uzun bir yol meydana getirdi ki uyku halinde herhangi bir hayvan kulağa girmek isterse sahibi uyansın diye kulağı virajlı yaptı. Sonra yüzün ortasında burnu yükseltti. Onun şeklini güzel yaptı. Burun deliklerini açtı. Oraya koklama özelliğini koydu ki koklamak suretiyle gıdaları ayırsın. Kalbine gıda ve iç hararetini soğutması ve havayı teneffüs etmesi için burun deliklerini yarattı.
Sonra ağzı açtı. Onun içinde dili, konuşkan, kalbin tercümanı ve kalpteki mânâyı belirtici olarak yerleştirdi. Ağzı dişlerle süsledi ki dişler öğütmenin, kırmak ve kesmenin aleti olsunlar. Onların temellerini kuvvetli yaptı. Başlarını keskinleştirdi. Renklerini beyaz, saflarını tertipli yaptı. İpten geçirilmiş birer inci tanesi gibi başlarını eşit ve intizamlı olarak dizdi.
İki dudağı yarattı. Renk ve şekillerini güzel yaptı ki ağız üzerine kapanıp mideye giden deliği örtmüş olsun. Onlarla konuşma tamamlansın. Sonra hançereyi yaratıp seslerin çıkışı hatırlattı. Dil için hareket ve kesiş kudretini yarattı. Konuşma yolu genişlesin diye harflerin değişmesine sebep olan çeşitli mahreçlerde kıvrılmasını sağladı.
Sonra hançereleri darlık, genişlik, sertlik, kayganlık, cevherinin katılığı, gevşekliği, uzunluğu ve kısalığı hususunda değişik şekiller üzerinde yarattı. Öyle ki onları vasıtasıyla sesler değişir. İki sesin biri diğerine benzemez, her iki sesin arasında bir fark vardır. Dolayısıyla insanlar sadece sesiyle, karanlıkta bile bir insanı diğer insandan ayırt eder.
Sonra başı saç ve zülüflerle süsledi. Yüzü de sakal ve kaşlarla süsledi. Kaşları da kıllarının inceliği, şeklinin kavisliliğiyle süsledi. Gözleri kirpiklerle güzelleştirdi. Sonra iç azaları yarattı. Onların herbirini özel bir fiil için müsahhar kıldı. Mesela mideyi gıdanın oluşması için, ciğeri gıdayı kana tahvil etmek için, dalağı, ödü ve böbreği ciğere hizmet etmek için müsahhar kıldı. Dalak siyah maddeyi ciğerden çekmek suretiyle ona hizmet eder. Öd safrayı, böbrek mayi maddeleri çekmek suretiyle hizmet eder. Mesane de böbrekten gelen suyu kabul etmek suretiyle böbreğe hizmet eder. Sonra o suyu tenasül uzvu yoluyla dışarı çıkarır. Damarlar kanı bedenin diğer taraflarına yetiştirmek hususunda dalağa hizmet ederler. Sonra elleri yarattı. Hedeflere uzansın diye uzun yaptı. İçini yassı yaptı. Beş parmağı ayırdı. Her parmağı üç boğuma taksim etti. Dört parmağı bir tarafa, diğer parmağı da bir tarafa koydu ki baş parmak bütün parmakların yardımına koşabilsin. Eğer geçmiş ve geleceklerin hepsi bir araya gelip, ince fikirleriyle beş parmağın birbirinden uzaklığını değiştirerek mevcut şeklin ve dört parmağın uzunluktaki farklılığının ve aynı safta tertip edilmesinin yerine başka bir şekil vermeye çalışsalar buna güç yetiremezler.
Zira bu tertiple el, almaya ve vermeye yatkın olmuştur. Eğer eli açarsa, kendisi için bir tabaka olur. Onun üzerine istediğini koyabilir. Eğer kapatırsa kendisi için kepçe olur. Eğer eli açar, parmakları birbirine bitiştirirse, kendisi için kürek olur. Sonra parmak boğumlarına süs olsun diye parmakların başında tırnakları yarattı. Tırnaklar kopmasın diye destek direkler yarattı ki parmak boğumlarının yapamadığı ince işleri tırnaklarla yapabilsin. Onlarla ihtiyaç anında bedenini kaşısın. Bu bakımdan eğer insan azaların en kıymetsizi olan tırnağı kaybeder ve bedeninde kaşıntı olursa insan, mahlukatın en acizi ve zayıfı olur. Kimse onun bedenini kaşımakta onun yerini dolduramaz.
Sonra eli kaşınan yeri bilecek ve ulaşacak şekilde yarattı. Hatta uyku ve gaflet halinde olsa bile aramaya ihtiyaç olmaksızın o, kendiliğinden kaşınan yere uzanıp orayı bulur. Eğer başkasından bu hususta yardım isterse, başkası ancak uzun bir yorgunluktan sonra kaşınan yeri bulabilir.
Sonra bütün bunları, rahmin içinde olan ve üç karanlığa gömülü bulunan meni damlasından yaratmıştır. Eğer perde kalkıpda insanoğlu gözünü oraya uzatabilseydi, oradaki hatların ve şekillendirmenin yavaş yavaş o meni damlasının üzerinde cereyan ettiğini görürdü. Fakat ne sureti yapanı, ne de aletini göremez. Acaba aletine ve yaptığı şeye dokunmadan onda tasarruf edip çalıştıran bir sûret yapıcı veya bir fail gördün mü? Öyleyse Allah ortaktan münezzehtir. O'nun şanı pek büyük, O'nun burhanı pek açıktır.
Sonra kudretinin kemâliyle beraber rahmetinin tamamına dikkat et! Zira ana rahmi çocuk için dar gelip çocuk büyüyünce onu nasıl çıkış yoluna hidayet etmiş ki o başını eğip harekete geçer, oradan çıkış yerini arar. Sanki akıllı ve muhtaç olduğunu bilen bir kimsedir. Sonra çocuk çıkıp gıdaya muhtaç olunca, çocuğu memeyi emmeye nasıl hidayet etti? Sonra çocuğun bedeni zayıf olduğu ve diğer gıdalara tahammül edemediği için ince sütü yaratarak çocuğa göre nasıl hazırladığına dikkat et! Sütü fers ile kan arasından, katıksız ve lezzetli olarak nasıl çıkarttı. İki memeyi nasıl yarattı? Onlarda sütü nasıl derledi! O memelerin başlarını çocuğun ağzına sığacak kadar nasıl halk etti. Sonra memenin başında oldukça ince delikleri açtı ki o deliklerden süt ancak emdikten sonra tedricî bir şekilde çıkar; zira çocuk ancak sütün azını hazmedebilir. Sonra fazlasıyla acıktığı zaman o daracık deliklerden fazla süt çıkarmaya gücü yetsin diye çocuğu emmeye nasıl hidayet ettiğine dikkat et!
Sonra onun rahmet ve şefkatine bak! Nasıl dişlerin yaratılışını, iki senenin tamamlanmasına tehir etmiştir; zira çocuk iki senede sütten başka bir şeyle tam mânâsıyla gıdalanamaz. Bu bakımdan dişe ihtiyacı yoktur. Çocuk büyüyünce zayıf süt ona uygun düşmez. Bu sefer kuvvetli yemeğe muhtaç olur. Yemek de çiğnemeye ve yutmaya muhtaçtır. Bu bakımdan çocuk için, daha önce ve daha sonra değil, tam ihtiyaç anında dişleri bitirdi. Öyleyse O, eksikliklerden münezzehtir. O kaskatı kemikleri, o yumuşacık diş etlerinden nasıl çıkardığına bir bak!
Sonra anne babada, çocuk kendine bakmaktan aciz olduğunda ona bakmaları için çocuğa karşı şefkati yarattı. Eğer Allah, rah metini, anne ve babanın kalplerine yerleştirmeseydi, çocuk kendini yönetmek hususunda mahlûkların en acizi olurdu. Sonra çocuğa kudret, ayırt etme kabiliyeti, akıl ve hidayeti nasıl peyderpey ihsan ettiğini dikkatle izle! Böylece, çocuk baliğ olup tekamül etti. Sonra genç, sonra orta yaşlı, sonra ihtiyar oldu! O zaman ya şiddetle nankör kesiliverdi veya çokça şükredici! Ya muti veya asi! Ya mü'min veya kâfir oldu. Bu da şu ayet-i celîlenin tasdikidir.
İnsanın üzerinden, henüz kendisinin anılan birşey olmadığı uzun bir süre geçmedi mi? Doğrusu biz insanı imtihan etmek için karışık bir nutfeden yarattık da onu işitici ve görücü yaptık. Biz ona yolu gösterdik. (O) ister şükredici, ister nankör olur. (İnsan/1-3)
Allah'ın lütûf ve keremine, sonra kudret ve hikmetine dikkatle bak ki rabbanî huzurun
acaiplikleri seni hayrete ve dehşete düşürsün!O kimsenin durumuna hayret etmek gerekir ki güzel bir hattı (yazıyı) veya güzel bir nakışı bir duvar üzerinde gördüğünde, onu güzel kabul eder. Bütün himmetini nakkaş (nakışçı) ve hattat hakkında düşünmeye sarf eder: 'Acaba bunu nasıl nakşetmiş, nasıl yazmış, nasıl güç yetirmiş' diye düşünür. Durmadan nefsinde onu büyütür ve 'O ne kadar da zeki imiş! Sanatı ne kadar da mükemmel, kudreti ne kadar da güzel imiş' der. Sonra nefsinde ve nefsinin dışında olan acaipliklere bakar da yaratanın azametini takdir etmekten gafil kalır! Oysa, ustasının azameti onu dehşete, celâl ve hikmeti onu hayrete düşürmez!
İşte buraya kadar söylediklerimiz bedeninin acaipliklerinden bir nebzeciktir. Onun acaipliklerini tamamen saymak mümkün değildir. Bu bakımdan beden, tefekkür için en basit sahadır. Yaratanın azametine en bariz şahittir. Oysa sen bundan gafil, miden ve tenasül uzvunla meşgulsün. Nefsinden ancak acıkıp yemeyi, doyup uyumayı, iştahın çekip cinsî münasebette bulunmayı, öfkelenip öldürmeyi biliyorsun. Oysa hayvanların hepsi bu işlerde seninle ortaktır. İnsanı hayvanlardan ayıran özelliği, ancak göklerin ve yerin melekûtuna bakmak, kainatın ve nefislerin acaipliklerini mütalaa etmek suretiyle elde edilen ilâhî marifettir; zira bu marifetle kul mukarreb meleklerin zümresine (cemaatine) dahil olur. Peygamberler ve sıddîkların cemaatinde Allah'ın huzuruna yakın olduğu halde haşrolunur. Bu derece, hayvanlar ve hayvanlar gibi şehvetlerine uyan insan için sözkonusu değildir; zira bu insan hayvanlardan çok daha şerirdir. Çünkü hayvanın buna gücü yetmez. İnsana gelince, Allah ona bu gücü vermiştir. Sonra o gücünü çalışmaz hale getirip o hususta Allah'ın nimetini inkâr etmiştir. Bu bakımdan o nankörler hayvanlar gibidir. Hatta hayvanlardan daha fazla şaşkındır.
Nefsin hakkında düşünme yolunu öğrendiğinde; yer hakkında, sonra ırmak, deniz, dağ ve madenler hakkında düşün! Sonra oradan göklerin melekûtuna yüksel!
Yer'e gelince, Allah'ın ayetlerinden biri de yeri yaygı ve beşik olarak yaratması, orada geniş yollar ve geçitler yapması, üzerinde yürümek için onu yumuşak bir vaziyette ve dağlarda yeri sallantıdan koruyucu kazıklar olarak, insanların her tarafına ulaşamayacakları şekilde etrafını geniş yaratmasıdır. Ömürleri uzun olsa ve devamlı seyahat etseler bile yine de her tarafına ulaşamazlar.
Göğü sağlam yaptık, biz genişleticiyiz. Yeri biz döşedik. (Biz) ne güzel döşeyiciyiz!
(Zariyat/47-48)
O size yeri boyun eğer yaptı. Haydi onun omuzlarında yürüyün ve Allah'ın rızkından yeyin!
(Mülk/15)
O (Allah) ki yeryüzünü sizin için döşek, göğü de bina yaptı.(Bakara/22)
Allah Teâlâ aziz kitabında yeryüzünden çok bahsetmiştir ki arzın acaiplikleri hakkında insanoğlu düşünsün. Bu bakımdan arzın üstü dirilerin, içi ise ölülerin yeridir!
Arzı toplanma yeri yapmadık mı diriler ve ölüler için?! (Mürselât/25-26)
Yer ölüyken ona dikkatle bak! Onun üzerine su indirildiğinde canlanır, gelişir ve yeşerir. Acaip bitkiler bitirir. Çeşitli hayvanlar ondan çıkar. Sonra yerin etraflarını kocaman dağlarla nasıl sağlamlaştırdığına dikkat et! Suları dağların altında nasıl depo etti? Pınarları fışkırtıp yeryüzünde ırmakları nasıl akıttı? Kupkuru taştan ve bulanık topraktan ince, tatlı ve tertemiz suyu nasıl çıkardı? O su ile her şeyi nasıl meydana getirdi? Onunla ağaçve bitkilerin çeşitlerini, buğday, üzüm, yonca, zeytin, hurma, nar ve sayılmayacak kadar çok meyveleri nasıl çıkardı? Bu meyvelerin hepsi değişik şekilli, değişik renkli, değişik tad, sıfat ve kokuludurlar. Bazıları yemek hususunda diğerinden üstündür. Oysa hepsi bir su ile sulanmakta, bir yerden çıkmaktadır.
Eğer 'meyvelerin değişikliği, tohum ve köklerinin değişikliğine dayanmaktadır' dersen, bu takdirde sorarız, acaba hurma çekirdeğinde hurma salkımlarını gerdanlık gibi boynuna takan bir hurma ağacı ne zaman vardı? Acaba bir tek buğday tanesinde ne zaman her birinde yüz tane olan yedi başak mevcut olabilir?
Sonra çöllere bak! Üst ve altlarını tedkik et! Onları birbirine benzer toprak olarak görürsün. Ne zaman ki su onların üzerine inerse gelişir. Her güzel çiftten çeşitli renklerde, birbirine benzer benzemez bitkiler çıkarır. O bitkilerin her birinin tadı, kokusu, renk ve şekli öbürüne muhaliftir. Bitkilerin çokluğuna, türlerinin çeşitli oluşuna ve şekillerine (dikkatle) bak! Sonra bitkilerin değişikliğine, faydalarının çokluğuna dikkat et. Dikkat et ki Allah, garip ve faydalı ilâçları nasıl bitkilere emanet etmiştir. İşte şu bitki gıda, öbürü kuvvet verir. Şu bitki diriltir, başka bir bitki öldürür. Biri soğutur, biri hararet verir. Şu bitki mideye girerse safrayı damarların derinliğinden söker, şu bitki safraya inkılâb eder. Öbür bitki balgamı, sevda denilen maddeyi söker. Şu bitki yenildiğinde bu iki maddeye inkılâb eder. Filan bitki kanı tasfiye eder. Filanın kanı olur. Şu bitki neşe verir, öbür bitki uyutur. Bu bitki kuvvet verir. Biri zâfiyet verir.
Kısacası, yerden biten hiçbir yaprak ve hiçbir saman çöpü yoktur ki onda beşerin birçok faydası bulunmasın! Öyle ki beşerin takatinde o faydaların künhüne vâkıf olmak gücü yoktur. Bu bitkilerin her birinin yetişmesi özel bir çalışmaya muhtaçtır. Mesela hurma aşılanır, üzüm bağı budanır; ekin yabani ve zararlı otlardan ayıklanır. O bitkilerin bir kısmının bitmesi tohumu yere ekmek suretiyle olur. Bazısı fidanları yere dikmekle, bazısı ağacı aşılamakla! Eğer bitki cinslerinin değişikliğini, çeşitlerini, faydalarını, hallerini ve acaipliklerini anlatmak istesek, birçok gün, bunun vasfını yapmakla tükenir. Bu bakımdan her cinsten seni tefekkür yoluna sevkedecek kadar zikretmek yeterlidir. İşte bu söylediklerimiz bitkilerin acaiplikleridir.
Allah Teâlâ'nın ayetlerinden biri de dağların altına yerleştirilmiş cevherler ve yerden elde edilen madenlerdir. Yerde komşu birbirine değişik kıtalar vardır. Öyleyse dağlara dikkatle bak! Onlardan kıymetli cevherleri, altın, gümüş, firûze, inci ve benzerlerini nasıl çıkartmıştır? Bazıları altın, gümüş, bakır, kalay ve demir gibi, çekiçler altında istenilen şekle sokulur. Bazıları da firûz ve inci gibi dövmeyi kabul etmez. Allah'ın insanları bu madenleri çıkarmaya, temizlemeye, onlardan kablar, aletler, paralar ve süs eşyaları yapmaya nasıl hidayet ettiğine dikkat et!
Sonra petrol, kükürt, katran ve benzerleri gibi, yerden çıkan (sıvı) madenlere dikkatle bak! Onların en azı tuzdur. İnsan tuza yemeği daha leziz hâle getirmek için muhtaç olur. Eğer bir memleket tuzsuz kalırsa, o memlekete süratle felâket gelir!! Bu bakımdan Allah'ın rahmetini dikkatle izle ki bazı arazileri tabiî olarak nasıl çorak ve tuzlu yaratmıştır. Orada yağmurlardan gelen saf sular toplanır ve yakıcı bir tuza dönüşür. Öyle ki ondan bir miskal yemek dahi mümkün değildir. Onu sadece yemeğe tad vermesi ve dolayısıyla maişeti düzeltmek için yaratmıştır.
Canlı cansız hiçbir şey yoktur ki şu saymış olduğumuz hikmetlerden onda bir veya birkaç tane bulunmasın. Bu bakımdan Allah hiçbir şeyi boşuna yaratmamış ve her yarattığını ciddi olarak yaratmıştır. Her şeyi gerektiği gibi hak olarak gereken vecih üzerine, celâline, kerem ve lütfuna uygun düştüğü şekilde yaratmıştır.
Biz gökleri, yeri ve bunlar arasında bulunanları eğlenmek için yaratmadık. Onları sadece gerçek bir sebeple yarattık.(Duhân/38-39)
Hayvanları uçan ve yürüyen, yürüyenleri de iki, dört, on ve bir kısım haşaratta görüldüğü gibi yüz ayaklı olarak yaratması, sonra faydalarını, şekillerini ve tabiatlarını yaratması Allah'ın alâmetlerindendir. (Mesela) göklerde uçan kuşlara, evcil ve yabani hayvanlara dikkatle bak! Onlarda öyle acaiplikler görürsün ki o acaiplikleri gördüğünde onları yaratanın azameti, kudreti ve hikmeti hakkında tereddüt ve şüphe kalmaz! Bunları saymak nasıl mümkün olur? Bilakis biz sivrisineğin veya karıncanın veya arının veya evini yapmak, gıdasını derlemek, eşine ülfiyet vermek, nefsi için azıklanmak ve evinin şeklini yapmak maharetinde ve ihtiyaçlarını elde etmek hususundaki hidayetinde hayvanların küçüklerinden
olan örümceğin acaipliklerini belirtmek istersek buna gücümüz yetmez. Örümceğin evini bir nehir kıyısında yaptığını görürsün. Önce dokuduğu iple iki tarafa varmak imkânını elde etmek için aralarında bir zirâ veya daha az bir mesafe bulunan birbirine yakın iki yer arar. Sonra ipi olan tükrüğünü yapışması için bir tarafın üzerine atar. Sonra öbür tarafa geçer. İpin öbür tarafını sağlamlaştırır. Böylece iki üç defa gidip gelir. İplerin arasındaki uzaklığı geometrik bir uygunlukla inşa eder. Sonra uzatılan ipin düğümlerini sağlamlaştırdığında ve ipleri dizdiğinde, bu sefer, duvar yerine geçen ipleri dizmekle meşgul olur. Duvarı temel üzerine koyar. Bir kısmını diğerine ekler. Duvar mesabesindeki ipin temel mesabesindeki iple temas ettiği noktayı sağlamlaştırır.
Bütün bunlarda geometrik bir uygunluk gözetir. İçine sivrisinek ve karasineğin düşeceği bir ağ yapar ve bir köşede oturup avının ağa düşmesini bekler. Av ağa düştüğünde acelece onu tutup yer. Eğer avlanmaktan aciz kalırsa, böylece bir duvarda kendi nefsi için bir zaviye arar. Zaviyenin iki tarafı arasında ip ile birleştirme yapar. Sonra kendisini başka bir iple oraya asar. Başı aşağıya inik olarak havada uçan bir sineği bekler. Sinek uçtuğunda kendisini ona ok gibi atar. Onu tutup ipini onun ayağına dolar. Kuvvetlice bağlar ve yer.
Küçük ve büyük hiçbir hayvan yoktur ki onda sayılmayacak kadar acaiplikler bulunmasın! Acaba o hayvan, bu sanatı kendiliğinden öğrendiğini veya kendi kendisini meydana getirdiğini veyahut onu bir insanın yaptığını ve ona bu sanatı öğrettiğini veya onu hidayet edip öğreten hiçbir kuvvetin olmadığını mı zannediyorsun? Acaba basiret sahibi bir kimse örümcek denilen hayvanın miskin, zayıf ve aciz olduğundan şüphe eder mi? Hatta cüssesi büyük, kuvvetli görünen fil bile kendi işini idare etmekten acizdir. Bu zayıf hayvan nasıl aciz olmayacaktır? Acaba bu hayvan şekliyle, suretiyle, hareketiyle, hidayet oluşuyla, sanatındaki acaipliklerle, hikmet sahibi bir yaratanın, âlim ve kâdir bir yaradanın olduğuna şahidlik etmez mi? Basiret sahibi şu küçücük hayvanda, tedbir edici yaratanın azametinden, celâl, kudret ve hikmetinin kemâlinden öyle bir şey görür ki onun hakkında akıl sahipleri şaşakalırlar. Acaba diğer hayvanlarda neler vardır?
Bu da sayılmayacak kadar çoktur. Çünkü hayvanların şekilleri, huyları ve tabiatları sayılı değildir. Kalplerin hayvanlara hayret etmemesi, onları görmektendir. Evet! İnsanoğlu garip bir hayvan velev ki bir böcek olsa dahi görse, hayretini mucib olur ve "Sübhânallah! Bu ne acaip bir şeydir' der. Oysa insan hayvanların en acaibidir. Buna rağmen kendi nefsine hayret etmez. İnsanoğlu alıştığı hayvanlara, o hayvanların şekil ve suretlerine dikkatle baksa, sonra dönüp onlardan sağlanan deri, yün ve kıllar gibi faydalara baksa, öyle faydalar ki Allah onları mahlûkları için elbise, göç etme ve yerleşmelerinde çadır olarak yaratmıştır. İçecek ve gıda maddelerini yerleştirmek için kaplarını ve ayaklarını koru-yucu pabuçlarını onlardan yaratmıştır. O hayvanların sütlerini, etlerini insanlara gıda kılmıştır. Sonra onların bir kısmını binmek için süs yapmış, bir kısmını da yükleri taşıyıp uzak çölleri katetmek için yaratmıştır.
Evet, insan bunlara baksa, bunların yaradanının hikmetine çokça hayret eder. Çünkü o yaratan bunların bütün faydalarını derleyici ve bunların yaratılışından daha önce mevcut olan bir ilimle bunları yaratmıştır. Bütün işler düşünmeksizin, herhangi bir vezir veya müsteşardan yardım istemeksizin O'nun ilminde apaçıktır. O, ortaktan ve eksiklikten münezzehtir. Öyle ise bilen, sezen, hikmet ve kudret sahibi O'dur. O, yaratmış olduğunun en azı ile âriflerin kalplerinden tevhidi hakkındaki şehadetin doğruluğunu çıkarttı! Bu bakımdan halk için, O'nun kahrına ve kudretine baş eğmek, O'nun rabliğini kabul etmek, O'nun celâl ve azametinin marifetinden aciz olduğunu ikrâr etmekten başka bir çıkar yol yoktur! Bu bakımdan hiç kimse O'na gereği gibi, O'nun kendi nefsini övdüğü gibi O'nu övemez. Bizim marifetimizin en son noktası O'nun marifetinden aciz kaldığımızı itiraf etmektir. Bu bakımdan Allah Teâlâ'dan minnet ve şefkatiyle bizi hidayetle şereflendirmesini talep ederiz!
O'nun yüce kudretine delâlet eden ayetlerinden biri de yeryüzü kaplayan büyük okyanus'un bir parçası olan ve yerin kıtalarını içine alan engin denizlerdir. Hatta karalar, denizlere nisbeten kocaman bir denizin içindeki küçücük bir ada gibidirler.
Yeryüzünün diğer bir kısmı ise su ile kaplıdır.
Nitekim Hz.Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:
Yeryüzü bir (ağılın veya ahırın) yeryüzündeki yeri kadardır.12
Bu bakımdan bir ağılı (ahırı) bütün kürre-i arza nisbet et (ve ne kadarcık olduğunu anla!) Yeryüzü, denize nisbeten bir ağıl kadardır. Oysa sen yeryüzünün acaipliklerini ve onda bulunanları müşahede ettin. Şimdi denizin acaipliklerini düşün! Zira denizin genişliği yerin genişliğinin birkaç misli olduğu gibi, orada bulunan hayvan ve cevherlerin acaiplikleri de yeryüzünde gördüğün acaipliklerden kat kat daha fazladır.
Deniz o kadar büyüktür ki onun içinde bulunan büyük hayvanların sırtları denizin dışında göründüğünde görünen hayvanlar birer ada zannedilir. Gemi yolcuları onun üzerine inerler. Bazı kereler o hayvanlar üstlerinde yakılan ateşleri hisseder, harekete geçer ve böylece onun sırtına inen insanlar onun hayvan olduğunu anlarlar. Kara hayvanlarından gerek at, gerek kuş, gerek sığır, gerek insan olsun, mutlaka denizde onların benzerleri ve birkaç katı mevcuttur. Denizde öyle cins hayvanlar vardır ki karada onların benzerleri bilinmemektedir. Deniz hayvanlarının sıfatları birkaç cilt kitapta zikredilmiştir. Deniz seyahatlerini ve acaipliklerini derlemekle meşgul olan kimseler bu konularda birçok kitaplar telif etmişlerdir.
Sonra Allah Teâlâ'nın inciyi nasıl yaratıp su altında kabuğunda onu muhafaza ettiğine dikkat et! Allah'ın mercanı su altında, sağır taşlarda nasıl bitirdiğine dikkat et! Oysa mercan, ağaç şeklinde bir bitkidir, taşta biter. Sonra denizden çıkarılan çeşitli nefis şeyleri düşün!
Sonra gemilerin acaipliklerine dikkat et! Allah onları su üzerinde nasıl tutmuş, insanlara gemilerde seyretmeyi nasıl müyesser kılmıştır? Yüklerini başka yerlere götürmek için gemileri onlara nasıl müsahhar kılmış, sonra gemileri yürütmek için rüzgârları nasıl salıvermiş, sonra gemicilere rüzgârların esinti istikametlerini, vakitlerini ve varacakları noktaları nasıl bildirmiştir? Kısacası; Allah Teâlâ'nın denizdeki sanatının acaiplikleri birkaç cilt kitaba sığmaz.
Bütün bundan daha acaip olan şey, su damlasının keyfiyetidir. Su, ince, lâtif, seyyal, ıslatıcı ve parçaları birbirine bitişik bir cisimdir. Sanki bir şeydir. Terkibi ince, sanki bitişik değilmiş gibi parçalanmayı gayet süratle kabul eder. Tasarrufa müsahhar kılınmış, ayrılma ve bitişmeye kabiliyetlidir. Yeryüzünde bulunan hayvan bitki her şeyin hayatı ona bağlıdır. Eğer kul, su içmeye muhtaç olur da ondan menedilirse, eğer yeryüzünün bütün hazineleri malı olsa, suyu elde etmek için, tereddütsüz feda eder. Sonra insan suyu içtiğinde dışarı çıkarmaktan menedilirse yine yeryüzünün bütün hazinelerini ve bütün dünya mülkünü sarfetmekte tereddüt etmez. Âdemoğluna hayret etmek gerek! Nasıl dinar, dirhem, ve cevherleri gözünde büyütür de Allah Teâlâ'nın bir yudum sudaki nimetinden gafil kalır! Oysa o bir yudum suyun içilmesine veya dışarı atılmasına muhtaç olduğunda bütün dünyayı o yolda verir! Sular; nehirler, kuyular ve denizlerin acaiplikleri hakkında derin derin düşün! Bu hususlarda tefekkür için geniş bir alan ve imkân vardır.
Bütün bunlar belirgin deliller ve birbirini takviye eden burhanlar, hâl diliyle konuşup kendilerini yoktan varedenin celâlini izah eden, kendileri hakkındaki kemâl-i hikmetini belirten hüccetlerdir. Bu hüccetler basiret sahiplerini nağmeleriyle çağırarak her akıl sahibine şöyle haykırmaktadır: 'Beni görmez misin? Suretimi, terkibimi, sıfatımı, faydalarımı, hallerimin değişikliğini, faydalarımın çokluğunu görmez misin? Ben kendiliğimden böyle olduğumu veya cinsimden olan birinin beni yarattığını mı zannediyorsun? Üç harften yazılı bir kelimeye bakıp bu kelimenin âlim, kudretli, iradeli ve konuşkan bir insanın sanatı olduğuna inanmaktan utanmıyor musun?' Sonra yeryüzünün sahifeleri üzerinde ilâhî hatların yazılmış acaipliklerine bakar ki bu acaiplikler, zatı ve hareketi gözlerle görülmeyen ve yazı yeriyle birleşmesi bulunmayan ilâhî kalemle yazılmıştır. Kalp o hatların yaratıcısının celâlinden ayrılır.
O (insanî) damla sağırlara değil, kulak ve kalp sahiplerine şöyle haykırıyor: Beni iç organların karanlığında, hayız kanına gömülmüş sanıyorsun! O vakit yüzümün üzerinde hatlar ve suret belirir ve ezelî nakkaş gözbebeğimi, kirpiklerimi, alnımı, yanak ve dudağımı nakşeder. Bu bakımdan kaşlarımın tedricî olarak, kavisli bir duruma geldiğini görürsün.
Oysa nutfenin içinde ve dışında nakşeden birini göremezsin. Rahme gireni veya rahimden çıkanı müşahede etmezsin! Bundan ne annenin, ne babanın, ne meni damlasının ve ne de anne rahminin haberi vardır. Acaba bu nakkaş, kalem ile hayret verici bir sureti çizen ressamdan daha hayret verici değil midir?! Eğer bir veya iki defa (dikkatle) buna bakarsan muhakkak anlarsın! Acaba nutfenin zâhirini, bâtınını ve bütün cüzlerini nutfe ile herhangi bir teması olmadığı halde kapsayan, dahil ve hariçten herhangi bir ittisali olmayan, suretlendirme ve nakıştan ibaret olan bu cinsi öğrenmeye gücün yetmez mi? Eğer bu acaipliklere hayret etmiyorsan ve bu sureti veren, bu nakışın nakkaşı ve bu takdirin sahibi olan zatın nakış ve sanatına hiçbir nakış ve sanatın müsavi olmadığı gibi kendisinin de benzeri olmadığını, hiçbir nakkaş ve suret vericinin ona eşit ve müsavi bulunmadığını, iki fail arasındaki mübayenet ve uzaklığın, iki fiilin arasındaki uzaklık oranında olduğunu anlayıp hayret etmiyorsan, hiç olmazsa hayret etmediğine hayret et! Çünkü buna rağmen hayret etmeyişin, her hayret verici şeyden daha hayret vericidir; zira bu açıklığa rağmen basiretini körleten, bu izaha rağmen seni bunları ayırmaktan menedenin durumuna hayret etmen gerekir. Bu bakımdan hidayet eden ve saptıran, delâlete ve inkâra götüren, şakî ve saîd yapan, dostlarının basiretlerini açıp âlemin bütün zerre ve parçalarında kendisini müşahede etmeye muvaffak kılan, düşmanlarının kalplerini körletip izzet ve yüceliği ile onlardan cemâlini perdeleyen Allah ortaktan münezzehtir. Yaratmak, emir, minnet etmek, lütûfta bulunmak, kahretmek O'na mahsustur. O'nun hükmünü geriye çeviren olmadığı gibi, kaza ve kaderini geciktiren de yoktur.
O'nun kudretine delâlet eden ayetlerinden biri de yeryüzünün elips oluşu ve göğün derinliği arasında hapsedilen lâtif bir havadır. Rüzgârlar estiğinde ne dokunmak suretiyle cismi ve ne de bakmak suretiyle şahsı görülmeyen hava! Havanın tamamı, tek deniz gibidir.
Kuşlar gök boşluğunda halka tutmuş, kanatlarını yapıştırmış, deniz hayvanlarının suda yüzmesi gibi kanatlarıyla orada yüzmektedirler. Deniz dalgalarının coştuğu gibi, rüzgâr estiğinde hava dalgalanmakta ve etraf sallanmaktadır. Allah Teâlâ havayı hareketlendirdiğinde ve onu şiddetle esen bir rüzgâr kıldığında, eğer dilerse, onu rahmetinin önünde gönderilen bir müjdeci yapar.
Rüzgârları aşılayıcı olarak gönderdik de gökten su indirdik, böylece sizi suladık.
(Hicr/22)
Onun hareketiyle havanın ruhu hayvan ve bitkilere yetişir. Onlar da gelişirler. Eğer dilerse o esen rüzgârı, mahlukâtın günahkârlarına azap kılar.
Nitekim şöyle buyurmuştur:
Biz onların üstüne uğursuz mu uğursuz bir günde uğultulu bir kasırga saldık. İnsanları sanki köklerinden sökülmüş hurma kütükleri imişler gibi koparıp deviriyordu.(Kamer/19-20)
Sonra havanın letafetine, şiddetine ve suda tazyik yaptıkça kuvvetine bak! Üfürülmüş tulumun üzerine kuvvetli kişi var kuvvetiyle, onu suya daldırmak için basar, fakat onu suya batırmaktan aciz kalır. Oysa katı demiri suyun üzerine koysan derhal batar. Havanın, letafetine rağmen, kuvvetiyle nasıl suya dalmaktan korunduğuna dikkat et! Bu hikmete binanen Allah Teâlâ, su üzerinde gemileri durdurmuştur.
Böylece içi boş ve içinde hava bulu-nan şeyler suya batmaz. Çünkü hava onu batmaktan meneder. Geminin ise, iç sathından hava ayrılmaz. Bu bakımdan ağır gemi, kuvvet ve katılığına rağmen, tıpkı kuyuya yuvarlanmaktan menedici ve kuvvetli bir kişinin eteğine asılan bir kimse gibi latif hava ile asılı kalır. Gemi, iç boşluğundan ötürü kuvvetli havanın eteklerine sarılır, yatmaktan ve batmaktan korunur. Öyle ise ağır gemiyi latif gözle görülen bir ip ve bağlanan bir düğüm olmaksızın havada tutan Allah (c.c) eksikliklerden münezzehtir.
Sonra hava boşluğunun acaipliklerine, orada beliren bulutlara, işitilen gürültülere, şimşeklere, yağmurlara, karlara, yıldızlardan kopan ateş parçalarına ve yıldırımlara bak! Bunlar gök ile yer arasındaki acaipliklerdir.
Kur'an bunların cümlesine şu ayetiyle işaret etmiştir:
Biz gökleri, yeri ve ikisi arasında bulunanları eğlenmek için yaratmadık!(Duhân/38)
İşte gökler ile yer arasında olan bu havadır. Kur'an bunun tafsiline, çeşitli yerlerde işaret ederek şöyle buyurmuştur:
O arzda her türlü canlıyı yaymasında, rüzgârları ve yer ile gök arasında emre hazır bekleyen bulutları evirip çevirmesinde elbette düşünen bir topluluk için deliller vardır.
(Bakara/164)
Nitekim gökgürültüsünü, şimşeği, bulutu, yağmuru her ele alışında bunun tafsilatına işaret etmiştir! Eğer bu cümleden nasibin yoksa, sadece yağmuru görüyor, gürültüyü işitiyorsan, bu durumda hayvan da seninle ortaktır. Öyle ise, hayvanlar âleminin düşüklüğünden en yüce âleme yüksel! Gözlerinle onların zâhirini idrâk etmiş oldun. O halde, zâhir gözünü kapat, bâtınî basiretinle bak ki onların acaibini ve sırlarının garibini görebilesin. Bu da hakkında tefekkürün uzadığı bir bahistir. Bunu teker teker saymak mümkün değildir.
Kapkaranlık ve kesif bulutu düşün! Bulutlar saf saf bir boşlukta toplanır. Allah dilediği zamanda onu yaratır. O bulut, yumuşaklığına rağmen, ağır suyu taşıyıp, Allah Teâlâ ona suyu indirmek, yağmur tanelerini irade ettiği miktarda yağdırmak ve istediği şekilde göndermek iznini verinceye kadar göğün boşluğunda durur. Allah ona izin verince suyu yeryüzüne serper. Onu ayrı damlalar halinde gönderir ki damlaların biri diğerine yetişmez.
Biri diğeriyle birleşmez. Her damla, kendisi için çizilmiş yoldan gelir ve o yoldan ayrılmaz. Ne gecikir, ne de arkadan gelen acele eder, yere tane tane düşer. Eğer geçmiş ve gelecekler bir damla su yaratmak hususunda veya bir memlekete, bir köye inen yağmur damlalarının sayısını bilmek hususunda birleşseler, cinler ve insanlar bunun hesabını yapmaktan aciz kalırlar.
Bu bakımdan o damlaların adedini ancak onları icad eden Allah bilir. Sonra onların her damlası yeryüzünün bir yerine ve kürre-i arzda bulunan kuş, vahşi hayvan, haşereler ve yürüyen canlılar için tayin edilmiştir. O damla üzerine ilâhî zâhirî gözle idrâk edilmeyenbir hat (yazı ile) 'Filan dağın filan yerinde bulunan falanca böceğin rızkıdır. Bu su filan zamanda o böcek susadığında ona yetişecektir' yazılmıştır.
Bununla beraber latif sudan kaskatı dondurulmuş doluda ve atılmış pamuk gibi yağan kar tanelerinde sayılmayacak kadar acaiplikler mevcuttur.
Bütün bunlar Kâdir ve Cebbâr olan Allah'ın fazlı, kâhir ve yaratan'ın kahrıdır. Yaratılmışlardan hiçbirinin burada dahli yok-tur. Aksine O'nun mahlûkuna O'nun celâl ve azameti altında baş eğip zillet göstermekten başka birşey düşmez. İnkârcı körler ise bunun keyfiyetini bilmemekten ve sebep ile illetini zikretmekten dolayı zanlarının oklarını atmaktan başka birşey yapamazlar. Bu bakımdan mağrur cahil der ki: 'Su, tabiatiyle ağır olduğundan aşağı iniyor! Suyun iniş sebebi ancak budur!'
Cahil, bu bilginin sadece kendisine ait olduğunu zanneder ve bu bilgiyle sevinir. Oysa eğer kendisine 'Tabiatın mânâsı nedir? Tabiatı yaratan kimdir? Suyun tabiatını ağır olarak yaratan kimdir? Ağacın diplerine dökülen suyu ağır olmasına rağmen inceltip oradan en üst dallara çıkartan kimdir? Su nasıl önce alta sızdı, sonra damarların boşluklarından, yavaş yavaş, üste yükseldi?' diye sorsak ne diyecek? Öyle ki su yaprakların bütün taraflarına yayılır, fakat görülmez. Ancak her yaprağın her cüzü ondan gıdalanır. Su, o yapraklara küçücük ve kılcal damarların boşluklarından girer. Yaprağın aslı olan damar, ondan kana kana içer. Sonra o büyük ve yaprağın uzunluğunda yayılmış damardan küçücük damarlar yayılır. Sanki büyük damar bir nehir gibidir, ondan yayılan küçük isale boruları ayrılır.
Büyük damar bir nehir gibidir, ondan yayılan küçük damarlar ise, arklar gibidir. Sonra o arklardan onlardan daha küçük isale boruları ayrılır. Sonra onlardan da örümcek ağına benzer ince ve gözün görmediği ipler (damarlar) yaprağın bütün yassılığına yayılır.
Dolayısıyla gıdalandırmak, geliştirmek, sulandırmak, tazeliği ve yeşilliği muhafaza etmek için su o damarlardan yaprağın diğer parçalarına ve meyvelerin diğer cüzlerine ulaşır. Eğer (tabiatçının dediği gibi) su, tabiatıyla daima aşağıya doğru hareket ediyorsa, acaba nasıl yukarıya çıkıyor? Eğer bu çıkış, bir çekenin çekmesiyle oluyorsa acaba onu teshîr eden kimdir? Eğer sonunda göklerin ve yerin yaratanına mülk (dünya) ve melekût (ahiret) cebbârına dayanır ve varırsa acaba başlangıçta neden ona havale edilmiyor? Bu bakımdan cahilin en son varacağı nokta, akıllının başlangıç noktasıdır.
O'nun (büyük kudretinin) ayetlerinden biri de göklerin, yerin ve göklerde bulunan yıldızların melekûtudur. Bu, emrin tamamıdır. O halde kim herşeyi idrâk edip, göklerin acaiplerini elinden kaçırırsa, herşey onun elinden kaçmış demektir. Yer, denizler, haya, göklerden başka her cisim, göklere oranla, denizde bir damla, hatta bir damladan daha küçüktür. Sonra dikkat et ki Allah Teâlâ göklerin ve yıldızların durumunu Kur'an'da nasıl büyütmüştür? Kur'an'ın hiçbir sûresi yoktur ki çeşitli ayetlerinde bu husustan söz edilmesin. Bunlara yapılan nice yeminler vardır; Kur'an'daki şu ayetler gibi:
Burçlara sahip göğe andolsun!(Burûc/1)
Göğe ve târıka andolsun! (Târık/1)
(Çeşitli) yolları bulunan göğe andolsun ki!(Zâriyat/7)
Göğe ve onu bina edene kasem olsun! (Şems/5)
Güneşe ve onun aydınlığına, ona tâbi olduğu zaman ay'a andolsun!(Şems/1-2)
Yoo, yemin ederim o geri kalıp gizlenenlere, geri dönüp (ışık) verenlere!(Tekvîr/15)
İnmekte olan yıldıza andolsun ki!(Necm/l)
Yoo, yıldızların yerlerine yemin ederim! Eğer bilirseniz, bu büyük bir yemindir. (Vâkıa/75-76)
Böylece anlaşıldı ki necis bir damlanın acaipliklerinin marifetinden geçmiş ve gelecekler aciz kalmıştır. Allah'ın kendileriyle yemin ettikleri şeylerin marifetinden de aciz kalmışlardır. Allah'ın kendisiyle yemin ettiği şeylere rızıkları havale ve izafe etmesi hakkında ne zannediyorsun?
Semada rızkınız da var, uyarıldığınız (azap) da var. (Zâriyat/22)
Bu hususta düşünenleri överek şöyle buyurmuştur:
Onlar ayakta iken, otururken ve yatarken Allah'ı anarlar. Göklerin ve yerin yaratılışı hakkında düşünürler!(Âlu İmran/191)
Hz. Peygamber (s.a) bu ayetle ilgili olarak şöyle demiştir:
Bu ayeti okuyup sonra bıyığını bükene (aldırmayana) azap olsun!13
Allah Teâlâ, bunlardan yüz çevirenleri kötüleyerek şöyle buyurmuştur:
Göğü (düşmekten) korunmuş bir tavan yaptık. Onlarsa hâlâ O'nun ayetlerinden yüz çeviriyorlar.(Enbiyâ/32)
Acaba bütün deniz ve yerlerin göklere nisbeti ne olabilir? Oysa onlar yakında değişirler. Gökler ise sağlam, kuvvetli ve kıyamete kadar değişmekten korunmuştur.
Onun için Allah Teâlâ göklere 'korunmuş' diye ad vererek şöyle buyurmuştur:
Göğü korunmuş bir tavan yaptık.(Enbiya/32)
Üstünüze yedi sağlam (gök) bina ettik.(Nebe/12)
Yaratılışca siz mi daha çetinsiniz, yoksa gök mü? (Allah) onu yaptı. Kalınlığını (tavanını) yükseltti, onu düzenledi.(Naziat/27-28)
İzzet ve ceberrût'un acaipliklerini görmen için melekûta dikkatle bak! Zannetme ki melekûta bakışının mânâsı gözünü oraya uzatman ve dolayısıyla göğün maviliğini, yıldızların ışık ve ayrılığını görmendir. Çünkü hayvanlar da bu bakışta seninle ortaktır.
Eğer böyle bir bakış kastedilseydi Allah Teâlâ şu sözü ile Hz. İbrahim'i övmezdi:
Böylece biz İbrahim'e göklerin ve yerin melekûtunu gösteriyorduk ki kesin inananlardan olsun!(En'âm/75)
Kur'an, göz ile idrâk edilen şeyleri Mülk ve Şehadet tâbiriyle ifade ediyor. Gözün görmediği şeyleri ise Gayb ve Melekût'la ifade ediyor. Allah Teâlâ gayb ve şehadetin âlimidir. Mülk ve melekûtun cebbârıdır. Hiç kimse O'nun ilminden, dileğinden başka birşeyi ihâta edemez. O, gaybın âlimidir. Razı olduğu peygamberden başka hiç kimseyi gaybına muttali kılmaz. (Bunlar Kur'an'ın hükümleridir).
Ey akıllı insan! Tefekkürünü melekûtta gezdir. Böylece göklerin kapısının senin için açılması ümit edilir. Dolayısıyla kalben göklerin etrafında, kalbinle arşın huzurunda duruncaya kadar de-vam et! İşte o zaman Hz. Ömer'in rütbesine ulaşman ümit edilir; zira o şöyle demiştir: 'Kalbim rabbimi gördü!'
En uzağa varmak ancak en yakını geçtikten sonra mümkündür. Sana en yakın olan şey nefsindir. Sonra merkezin olan kürre-i arzdır. Sonra seni kapsayan havadır. Sonra bitki hayvan ve yeryüzündeki şeylerdir. Sonra fezanın acaiplikleridir. O da gök ile semanın arasındaki şeylerdir. Sonra yıldızlarıyla beraber yedi göktür. Sonra kürsî sonra arş, sonra arş'ın hameleleri ve göklerin idarecileri olan meleklerdir. Sonra ondan arş, kürsî, gök, yer ve aralarındakinin sahibi olana bakmaya geçersin! Bu bakımdan seninle bunlar arasında büyük sahralar, uzun mesafeler, yüce ve geçilmesi zor geçitler vardır. Oysa sen daha diğerlerine nisbeten düşük ve yakın olan geçidi bile geçmiş değilsin. O da nefsini bilmendir. Nefsini bilmediğin halde rabbinin marifetini iddia ederek 'Rabbimi tanıdım. Kullarını tanıdım. O halde neyin hakkında düşüneyim? Neye bakayım?' diyorsun.
Şimdi başını kaldır göğe bak. Göğe, onun yıldızlarına, onların deveranına, doğuşuna, batışına, güneşine ve ayına bak. Doğuşların ve batışların değişik oluşuna, seyrinden herhangi bir değişiklik ve hareketinde herhangi bir gevşeme olmaksızın, daima hareket edişine bak! Bütün bunlar mukadder bir hesaba göre tertip edilmiş konaklarda cereyan ederler. Allah Teâlâ onları, Kitab'ı dürmek gibi, duruncaya kadar ne arttırır, ne de eksiltir. Yıldızların çokluğunu ve renklerinin değişikliğini düşün! Bunların bir kısmı kırmızılığa, bir kısmı da beyazlığa meyleder! Bir kısmı kurşunî renge kaymaktadır. Sonra şekillerinin değişikliğine bak! Bazıları akrep, bazıları koç, bazıları öküz, bazısı aslan, bazısı insan suretindedir. Yeryüzünde hiçbir suret yoktur ki onun misali gökte bulunmasın. Sonra güneşin bir senelik müddeti içinde feleğin etrafında dönüşüne bak! Sonra o güneş hergün doğar ve Allah Teâlâ'nın kendisi için müsahhar kıldığı başka bir seyir ile batar. Eğer onun doğuş ve batışı olmasaydı gece ile gündüz oluşmaz ve zamanlar bilinmezdi.
Kainatı devamlı olarak ya karanlık veya aydınlık kaplardı. Dolayısıyla çalışma vakti, istirahat vaktinden ayırd edilemezdi. Allah Teâlâ'nın, geceyi nasıl örtü, uykuyu istirahat, gündüzü geçim vasıtası kıldığına dikkat et! Allah Teâlâ'nın geceyi gündüze, gündüzü geceye idhâl etmesine ve onların üzerine özel bir tertipte fazlalık ve eksikliği sokmasına dikkat et! Güneşin seyrini göğün ortasından kaydırmasına bak! Öyle ki güneşin kayışı sebebiyle, yaz, kış, bahar ve güz mevsimleri meydana geldi.
Bu bakımdan güneş, göğün ortasındaki yolundan birazcık inse hava soğur, kış meydana gelir. Göğün ortasında bulunduğunda hararet şiddetlenir. İkisinin arasında olduğunda mevsim normale döner. Göklerin acaibinin cüzlerinden birinin binde birini saymaya dahi imkan yoktur. Bu ancak tefekkür yolu için bir uyarmadır. Kısacası, yıldızlardan hiçbiri yoktur ki yaratılışında, mik-tarında, şeklinde, renginde, göğe konmasında, göğün ortasına yakın ve uzak oluşunda, yanındaki yıldızlara yakınlık ve uzaklığında Allah Teâlâ'nın birçok hikmeti olmasın!
Bedenin azalarını da bunlara kıyas et! Zira hiçbir cüz yoktur ki onda bir veya birkaç hikmet bulunmasın. Fakat göğün işi daha büyüktür. Hatta yer âlemi ile gök âlemi arasında nisbet yoktur. Ne cisminin büyüklüğünde, ne de mânâlarının çokluğunda nisbet vardır. Mânâların çokluğundaki ve aralarındaki farklılığı, yerin büyüklüğündeki ve aralarındaki farklılığa kıyas et! Zira yerin büyüklüğünü ve etrafının genişliğini ve hiçbir insanın onun etraflarını dolaşmaya gücünün yetmediğini bilirsin. Oysa düşünürler ittifak etmişlerdir ki güneş, yüz altmış küsür defa yeryüzünden büyüktür. Haberlerde de güneşin büyüklüğüne delâlet eden mânâlar vardır.14
Sonra gözünle gördüğün yıldızların en küçüğü dünyadan sekiz kat büyüktür. En büyükleri ise dünyadan yaklaşık olarak yüzyirmi kat daha büyüktür. İşte bununla yıldızların yüksekliği ve uzaklığı anlaşıldı; zira uzaklığından dolayı küçük görünmektedirler.
Bunun için Allah Teâlâ onların uzaklığına işaret ederek şöyle buyurmuştur:
Kalınlığını (tavanını) yükseltti, onu düzenledi. (Naziat/28)
Haberlerde vârid olmuştur ki iki göğün arası beşyüz senelik mesafedir.15
Madem ki bir yıldız dünyadan birkaç defa daha büyüktür. O halde yıldızların çokluğuna, sonra yıldızların toplandığı göğe ve onun azametine bak! Sonra hareketinin süratine bak ki hareket ettiğini bile hissetmemektesin! Nerde kaldı ki süratini hissedesin. Fakat şüphe etme ki gök, bir anda bir yıldızın enliliği kadar mesafe kateder; zira bir yıldızın ilk parçasının doğuşundan tamamına kadar az bir zaman vardır. Oysa o yıldız, yüz defa belki daha fazla dünyadan büyüktür. Bu bakımdan bu azıcık lâhzada, felek yüz defa yeryüzü kadar hareket etmiştir. İşte böylece, daimî olarak deveran etmektedir. Oysa sen bundan gafilsin!..
Cebrail'in (a.s) onun hareketinin süratini nasıl ifade ettiğine dikkat et! Zira Hz. Peygamber (s.a) Cebrâil'e 'Güneş zâil oldu mu?' dedi. Cebrâil 'Hayır! Evet!' dedi, Bunun üzerine Hz. Peygamber 'Sen nasıl hem hayır, hem evet dersin?' dedi. Cebrâil dedi ki: 'Hayır dememle, evet demem arasında güneş beşyüz senelik bir mesafe katetti'.
Bu bakımdan güneşin büyüklüğüne bak! Sonra hareketinin süratine, sonra hakîm ve yaratıcı'nın kudretine bak! Güneşin genişliğine rağmen onu nasıl küçücük gözbebeğine sığdırmıştır? Hatta yerde oturup, gözlerini güneşe doğru açar, kürsünün hepsini görürsün.
Bu bakımdan büyüklüğüne, yıldızların çokluğuna rağmen bu göğe değil, onun yaradanına bak ki onu nasıl yaratmış? Onu gözle görülecek bir direk olmaksızın ve askı bulunmaksızın nasıl durdurmuş? Bütün âlem bir ev gibidir, gök de onun tavanı! Bu bakımdan hayret etmen gerek. Çünkü bir zenginin evine girdiğinde o evi boyalarla, altın yaldızlarla süslenmiş görürsün. O ev hakkındaki hayretinin sonu gelmez. Durmadan onu hatırlar, hayat boyunca onun güzelliğini anlatırsın. Oysa daima şu büyük eve (kâinata), onun arzına, tavanına, havasına, mobilyasına, acaipliklerine, hayvanlarının garipliklerine, nakışlarının hayret vericiliğine bakarsın. Sonra bunun hakkında konuşmaz, kalbinle buna iltifat etmezsin! Oysa bu ev, durmadan anlattığın evden daha aşağı değildir. Oysa o anlattığın ev şu kâinat evinin en kıymetsiz parçası olan yeryüzünün bir parçasıdır. Buna rağmen kainat evine bakmazsın. Oysa bu bakmayışın sebebi; ancak onun rabbinin evi olmasıdır. Öyle ev ki rabbin tek başına onu bina ederek tertip etmiştir. Oysa nefsini, rabbini ve rabbinin evini unutmuş, işkemben ve tenasül uzvunla meşgul olmaktasın! Senin şehvet ve haşmetinden başka bir hedefin yoktur. Bütün isteğin mideni doldurmandır. Oysa hayvanın yediğinin onda birini yemeğe muktedir değilsin.
Bu duruma göre hayvan senden on derece üstündür. Senin haşmetten amacın da insanların sana yönelip huzurunda münafıklık yapıp aleyhindeki pis inançlarını gizlemeleridir. Eğer onlar, seni sevdiklerinde doğru söylerlerse, ne senin için, ne kendileri için fayda veya zarar vermeye, ölümü defedip hayatı celbetmeye ve kabirden kalkmaya güçleri yetmez. Bazen memleketinde yahudi ve hristiyanların zenginlerinden dünyevî mertebesi senin mertebenden daha fazla olanı olur. Buna rağmen sen bu gurur ile meşgul olmuş, göklerin ve yerin melekûtunun güzelliğine bak-hmaktan gafil olmuşsun.
Sonra melekût ve mülkün sahibinin celâline bakmaktan alınan zevkten gafil olmuşsun. O halde senin ve aklının misâli, karıncanın misâli gibidir ki karınca padişahın, yüksek duvarlı, temelleri kuvvetli, cariye ve gılmanlarla süslenmiş, zahire ve güzel eşyalarla donatılmış köşklerinin birinde yapmış olduğu hücresinden çıkar. Yuvasından çıkıp arkadaşına rastladığında eğer konuşmaya gücü yetiyorsa yuvasından, gıdasından ve gıdasını nasıl depo ettiğinden başka bir şeyden konuşmaz. İçinde bulunduğu köşkün ve o köşkte bulunan padişahın haline gelince, o karınca bundan uzak ve bu hususta düşünmekten pek ırak bulu-nur. Zaten karınca nefsine, gıdasına ve yuvasına bakmayı bırakıp başka şeyleri düşünmeye güç yetiremez. Nasıl ki karınca, içinde bulunduğu köşkten, o köşkün taban ve tavanından, duvarlarından ve odalarından gafil ise, o köşkte duranlardan da gafildin Öyleyse sen de Allah'ın beytinden, göklerin sakinleri olan meleklerinden gafilsin. Senin göklerden bildiğin, ancak karıncanın evinin tavanından bildiği kadardır. Gök meleklerinden, ancak karıncanın senden ve evinin sakinlerinden bildiğini bilmektesin! Evet! Karıncanın seni, köşkünü ve o köşkteki sanatkârın sanatındaki garâibi bilme imkânı yoktur. Sen ise melekût âleminde tefekküren cevelân etmeye ve acaibini bilmeye güç yetirir ve halkın gafil kaldığı noktalara dalabilirsin. Bu bakımdan biz bu tarz incelemeden konuşma dizginini çekelim. Çünkü bu, sonu gelmez bir meydandır. Eğer biz, uzun ömürler boyunca, bunu saymaya devam etsek, Allah Teâlâ'nın bir lütûf olarak bize vermiş olduklarının izahına gücümüz yetmez.
Bizim bütün bildiğimiz, âlimler ile velîlerin bildiğine nisbeten az ve kıymetsizdir. Onların da bildikleri peygamberlerin (a.s) bildiğine nisbeten az ve kıymetsizdir. Peygamberlerin de bildiğinin tamamı Hz. Peygamber'in bildiğine nisbeten azdır. Bütün peygamberlerin bildikleri İsrâfil, Cebrâil ve ikisine benzer, mukarreb meleklerin bildiğine nisbeten azdır.16
Sonra meleklerin, cinlerin ve insanların bütün ilimleri. Allah'ın ilmine izafe edildiğinde ona ilim adını vermeye bile müstehak değildir. Hatta ona dehşet, hayret, kusur ve acizlik demek daha uygun olur. Bu bakımdan kullarına bildiklerini öğreten Allah, sonra hepsine hitap ederek şöyle buyurmuştur:
Ve size ilimden pek az birşey verilmiştir.(İsrâ/85)
İşte bunlar, Allah'ın mahlûku hakkında düşünenlerin tefekkürünün cereyan ettiği cümlelerin düğümlerinin mânâsıdır. Bunların içinde Allah'ın zatı hakkında tefekkür yoktur. Fakat şüphesiz ki mahlûk hakkındaki tefekkürden yaratıcının marifeti, azameti, celâl ve kudreti öğretilir. Allah'ın sanatının acaipliğinin marifetini ne kadar fazla elde edersen, O'nun celâl ve azameti hakkındaki marifetin daha fazla tamamlanır. Nitekim ilmini bildiğinden ötürü bir âlimi tâzim edip, onun telif veya şiirinden garip ve acaip olan şeylere muttali olursan onun hakkındaki bilgin artar. Onun güzelliğinden ötürü ona olan hürmetin çoğalır. Hatta onun kelimelerinden her kelime, onun şiirlerinden her fıkra, se-nin kalbinde onun derecesini artırır. Öyle ki bu onu nefsinde bü-yütmeyi gerektirir. İşte böylece Allah'ın mahlûku, tasnif ve telifi hakkında düşün! Varlıkta her ne var ise, hepsi Allah'ın mahlûkundan ve tasnifindendir. Bunlar hakkında düşünmenin sonu gelmez. Ancak her kul için bunlardan rızık olunduğu kadarı vardır. Bu bakımdan söylediklerimizle yetinip kısa keselim. Şükür bahsinde tafsilatlı olarak bahsettiğimizi hatırlatalım. Çünkü orada Allah'ın fiiline, bize ihsan ve nimet olması hasebiyle bakmıştık. Bu bahiste ise, sadece Allah'ın fiili olması hasebiyle baktık. Hakkında düşündüğümüz her şeye tabiatçı bir kimse de bakar ve düşünür. Tabiatçının bakışı dalâlet ve şekavetinin sebebi olur. Muvaffak olan bir kimsenin bakışı ise hidayet ve saadetine sebep olur. Gökte ve yerde hiçbir zerre yoktur ki Allah onunla dilediği kulunu sapıtmasın ve dilediği kuluna hidayet etmesin. Bu bakımdan bu şeylere Allah'ın fiil ve sanatı olması itibarıyla bakan bir kimse, bu bakışından Allah'ın celâl ve azametinin marifetini öğrenir ve bununla hidayet olunur. Çünkü sebeplerin müsebbibine bağlanmaları bakımından değil, sadece bazısının bazısına tesir etmesi bakımından bunlara bakan bir kimse sapıtır ve helâk olur. Bu bakımdan sapıklıktan Allah'a sığınır, minnet, kerem, fazilet, cömertlik ve rahmetiyle bizi cahillerin ayaklarının kayışından korumasını dileriz.
Münciyât bölümünün dokuzuncu kitabı Kitab'ul-Fikr de Allah'ın izniyle tamamlanmış bulunuyor. Hamd bir ve tek olan Allah'a mahsustur. Salât ve selâm efendimiz Hz. Muhammed'in, onun âlinin ve ashabının üzerine olsun!
Bu bölümün ardından Kitabu Zikr'il-Mevt ve Mâ Ba'dehu (Ölüm ve Sonrası) adlı son bölüm gelecek ve böylece Allah'ın hamdi ve keremiyle İhyâ-i Ulûm'id-Din adlı eserimiz tamamlanacaktır.
12) Irâkî aslını görmediğini söylemiştir.
13) Deylemî, (Hz. Aişe'den)
14) İmam Ahmed, (Abdullah b. Ömer'den)
15) Tirmizî, (hadîs-i garîb olarak)
16) Bu ibare meleklerin peygamberlerden daha üstün olduğunu îma etmektedir. Bu görüş İmam Gazâlî'nin tasvip ettiği bir görüştür. Ehl-i Sünnet âlimle-rinin bu hususta değişik görüşleri vardır. (İthaf 'us-Saade, X/318)
1.Giriş
2.Tefekkür'ün Fazileti
3.Tefekkür'ün Hakîkati ve Semeresi
4.Tefekkür'ün Yolları
5.Birinci Kısım
6.İkinci kısım Allah'ın celâli, azameti ve kibriyası hakkında
7.Allah'ın Mahlukâtı Hakkında Tefekkür
Giriş
Hamd o Allah'a mahsustur ki zâhir ve bâtın herşeyi mağlup etmiş, izzetine herhangi bir yön ve cihet kılmamış, vehim ayaklarının ve anlayış oklarının azametine varacak bir yol bırakmamıştır. Bununla beraber talihlerin kalplerini azametinin sahrasında şaşkın ve hayran bırakmıştır. Ne zaman ki bu kalpler, hedeflerini elde etmek için kıpırdanırlarsa, celâlinin ışınları onları cebren geriye püskürtür. Ne zaman ki bu kalpler, ümitsiz ola-rak dönmek isterlerse, cemâlinin çadırlarından 'Sabrediniz, sabrediniz' diye çağrılırlar. Sonra o kalplere denilir ki: 'Kulluğun zilletinde tefekkürü gezdirin; zira eğer rubûbiyyetin celâli hakkında düşünürseniz onu takdir edemezsiniz.
Eğer tefekkürün ötesinde sıfatından birşey talep ederseniz, Allah'ın nimetlerine bakın! Nasıl arka arkaya üzerinize akmakta, biri diğerinin arkasından görülmektedir. O nimetlerin her biri için yeni bir zikir ve şükür yap! Mukadderatın denizleri hakkında düşün! Alemler üzerinde hayır, şer, fayda, zarar, zorluk, kolaylık, zafer, hüsran, cebr, kırmak, dürmek, yaymak, iman, küfür, irfan ve inkâr bakımından nasıl aktıklarını iyi düşün!
Eğer ilâhî fiillerdeki tefekkürü geçip zât (Allah) hakkında tefekküre dalarsan, muhakkak ki çetin bir işe girmiş olursun. Nefsini beşer takatinin üstünde olan bir şeye sevketmekle tehlikeye atmış olursun. Muhakkak ki akıllar onun nûrunun yanında hayrete düşmüş, zorunlu ve mecbur olarak gerisin geriye dönmüştür.
Salât, Âdemoğullarının efendisi olan Hz. Muhammed'in üzerine olsun ki Âdem evladının efendisi olmasını, böbürlenmeye vesile yapmamıştır. Onun üzerine öyle bir salât olsun ki bizler için o salât, kıyamet meydanında azık ve kurtuluş vesilesi olarak (amel defterimizde sabit kalsın)! Onun âl ve ashabının üzerine de olsun! O âl ve ashab ki onların her biri dinin semasında bir dolunay ve müslüman cemaatleri arasında önder olmuşlardır. Yârab! Onlara çokça selâm et!
Hadîste 'Bir saat tefekkür, bir senelik ibadetten daha hayırlıdır' buyurulmuştur. Allah Teâlâ kitabında (Kur'an'da) tefekkür etmeye ye ibret almaya teşvik etmiştir. Tefekkürün nûrların anahtarı, basiretin başlangıcı, ilimlerin ağı, marifet ve anlayışların tuzağı olduğu açıktır. İnsanların çoğu tefekkürün fazilet ve derecesini anladılar. Fakat onun hakîkatini, meyvesini, kaynağını, varacağı noktayı, yolunu ve keyfiyetini ve nasıl tefekkür edileceğini anlayamadılar. Nerede ve niçin tefekkür edilir, tefekkürden ne kastediliyor? Acaba tefekkür zati için mi kastediliyor? Veya tefekkürden elde edilen bir meyve için mi kastediliyor? Eğer bir meyve için ise, acaba o meyve nedir? Acaba meyvesi ilim midir veya hâl midir? Veya her ikisinin birleşmesinden meydana gelen bir şey midir? Bütün bunların keşfi mühimdir. Eğer Allah dilerse biz önce tefekkürün faziletini, sonra hakîkat ve meyvesini zikredeceğiz. Sonra tefekkürün yollarını zikredeceğiz.
*2.Tefekkür'ün Fazileti
Allah Teâlâ, aziz kitabının birçok yerinde tefekkürü emretmiş ve tefekkür edenleri övmüştür.
Onlar ayakta iken otururken ve yatarken (daima) Allah'ı anarlar. Göklerin ve yerin yaratılışı hakkında düşünürler ve şöyle derler: 'Ey rabbimiz! Sen bunları boşuna yaratmadın!'(Âlu İmran/191)
İbn Abbas şöyle demiştir: Bir grup, Allah'ın zatı hakkında tefekkür'e daldılar.
Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a) şöyle dedi:
Allah'ın mahlukları hakkında düşünün. O'nun zatı hakkında düşünmeyiniz. Çünkü sizler Allah Teâlâ'yı gereği gibi takdir edemezsin.1
Hz. Peygamber bir gün tefekküre dalan bir grubun yanına vardı ve şöyle dedi:
- Neden konuşmuyorsunuz?
- Biz Allah'ın mahlukâtı hakkında düşünüyoruz!
- İşte böyle yapın! Allah'ın mahlûkları hakkında düşünün! O'nun zaı hakkında düşünmeyin; zira şu batı kısmında bir beyaz arazi vardır. Onun nûru beyazdır. Onun beyazı nûrludur. Onun nûrunun beyazlığı kırk günlük bir mesafe kadardır. Orada Allah'ın mahluklarından bir kısım vardır ki göz kırpacak kadar bir zaman bile Allah'a isyan etmemişlerdir.
- Şeytanın onlardan haberi yok mudur?
- Onlar Âdem'in yaratılıp yaratılmadığını bile bilmezler!
- Onlar Âdem'in evlatlarından mı?
- Onlar bilmezler ki Âdem yaratıldı mı veya yaratılmadı mı?
Atâ'dan şöyle rivayet ediliyor: "Birgün ben ve Ubeyd. b. Umeyr, Hz. Âişe'nin yanına gittik. Aramızda gerilmiş perde olduğu halde bizimle konuşarak şöyle dedi: 'Ey Ubeyd! Neden bizim ziyaretimize geliniyorsun?' Ubeyd 'Ziyaretinizden (sık sık) beni meneden, Hz.
Peygamberi'n şu hadîs-i şerîfi'dir:Aralıklı ziyaret yap ki sevgin artsın!
Bu esnada İbn Umeyr 'Ey Âişe! Hz. Peygamber'den görmüş olduğun en garip şeyi bize haber verir misin?)' dedi.
Hz. Âişe bu suâl karşısında ağladı ve şöyle dedi: 'Hz. Peygamber'in herşeyi garipti. Bir gece bana teni tenime dokununcaya kadar yaklaştı, sonra şöyle dedi: 'Beni bırak! Allah'a kulluk yapayım!' Bunun üzerine su kırbasına varıp abdest aldı. Sonra durup namaz kıldı. Elbisesi ıslanıncaya kadar ağladı. Sonra secdeye varıp yeri ıslatıncaya kadar ağladı. Sonra yanı üzerine uzandı. Tâ ki Bilâl gelip sabah ezanını okudu ve 'Allah senin geçmiş ve gelecek kusurlarını affettiği halde seni ağlatan nedir?' deyinceye kadar bu durumda kaldı. Sonra Bilâl'e şöyle hitap etti: 'Rahmet olasıca, ey Bilâl! Beni ağlamaktan meneden nedir? Allah Teâlâ bu gece bana şu ayeti indirdi:
Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün gidip gelişinde elbette sağduyu sahipleri için ibretler vardır.(Âlu İmran/190)
Sonra şöyle dedi: 'Azap o kimseye olsun ki bu ayeti okur, fakat mânâsını düşünmez!'
Evzaî'ye 'Gökler ve yer, gece ve gündüzün birbirini takip etmesi hususundaki tefekkür'ün gayesi nedir?' diye soruldu. Evzaî cevap olarak 'Bu ayetleri okuyup ayetlerde bahsedilen şeyleri düşünmektir' dedi.
Muhammed b. Vâsi'den şöyle rivayet ediliyor: Basra'lı bir kişi Ebu Zer Gıfâri'nin ölümünden sonra, hanımı Ümmü Zer'in yanına gidip Ebu Zer'in ibadetini sordu. Hanımı dedi ki: 'Ebu Zer bütün gün evin bir köşesinde oturur, düşünürdü!'
Hasan Basrî'den şöyle rivayet ediliyor: 'Tefekkür, sana sevap ve günahlarını gösteren bir aynadır'.
İbrahim b Edhem'e 'Sen uzun uzun düşünüyorsun, (bunun sebebi nedir?)' diye soruldu. İbrahim şöyle dedi: 'Tefekkür aklın iliğidir!
Süfyan b. Uyeyne çoğu kez şu şiiri okurdu: 'Kişinin tefekkürü oldu mu her şeyde onun için ibret vardır'.
Tavus'tan şöyle rivayet edildi: Havariler Hz. İsa'ya 'Ey Allah'tan gelen ruh! Bugün yeryüzünde senin gibi bir kimse var mı?' dediler. İsa (a.s) 'Evet! Kimin konuşması zikir, susması tefekkür, bakması ibret ise, o benim gibidir!' dedi.
Hasan Basrî şöyle demiştir: 'Kimin konuşması hikmet değilse onun konuşması boştur! Kim susuşu tefekkür değilse, onun susuşu unutkanlıktır. Kimin susması ibret değilse, onun bakışı fuzûliliktir'.
Yeryüzünde haksız yere kibirlenenleri ayetlerimden uzaklaştıracağım.(A'râf/146)
Bu ayetin mânâsı hakkında şöyle denmiştir: 'Onların kalplerini emrimi düşünmekten menedeceğim!'
Ebu Said el-Hudrî Hz. Peygamber'in (s.a) şöyle buyurduğunu rivayet ediyor:
- Gözlerinize, ibadetten olan nasiplerini verin!
- Gözlerin ibadetten olan nasipleri nedir?
- Kur'an'a bakmak, Kur'an üzerinde düşünmek, Kur'an'ın acaiplerinden ibret (almak)tır.2
Mekke-i Mükerreme'nin yakınında, çölde yaşayan saliha bir kadından şöyle rivayet ediliyor: 'Eğer muttakîlerin kalpleri, tefekkürle kendileri için gayb perdelerinden hazırlanan ahiret sevabını mütalaa etseydi, onlar için dünyada yaşamak neşeli olmazdı. Gözleri dünyada hiçbir zaman yaşsız kalmazdı'.
Lokman tek başına uzun uzadıya otururdu. Kölesi onun yanından geçer ve 'Ey Lokman! Sen tek başına, uzun zaman, oturuyorsun! Eğer insanlarla beraber otursaydın senin için daha iyi olurdu!' derdi. Buna karşılık Lokman 'Tek başına uzun zaman oturmak tefekkürün gelişmesine yardım eder. Uzun düşünmek ise, cennet yolunun delilidir! ' derdi.
Vehb b. Münebbih şöyle demiştir: 'Bir şahsın tefekkürü uzadıkça, o bilgin olur! Bir şahıs bilgin oldukça daha fazla amel eder!'
Ömer b. Abdülazîz şöyle demiştir: 'Allah'ın nimetleri hakkında düşünmek, ibadetlerin en üstünüdür!'
Abdullah b. Mübarek birgün Sehl b. Ali'yi düşünürken görünce şöyle demiştir: 'Nereye vardın?' Cevap: Köprüye!
Bişr şöyle demiştir: 'Eğer insanlar Allah'ın azameti hakkında düşünseydi, Allah'a asla isyan etmezlerdi'.
İbn Abbas şöyle demiştir: 'Tefekkür içinde kılınan normal iki rek'at namaz, tefekkürsüz bütün bir geceyi ibadetle geçirmekten daha hayırlıdır!'
Ebu Şureyh3 bir ara yürürken birden oturdu ve abasını başına çekerek ağlamaya başladı. Ona 'Seni ağlatan nedir?' dediler. Cevap olarak şöyle dedi: 'Ömrümün boş olarak geçtiğini, amelimin azlığını ve ecelimin yaklaştığını düşündüm de!'
Ebu Süleyman şöyle demiştir: 'Dünya hakkında düşünmek, ahiretin perdesidir, velayet ehlinin cezasıdır. Ahiret hakkında düşünmek hikmeti elde ettirir, kalpleri diriltir'.
Hatem şöyle demiştir: 'İbretten ilim, zikirden sevgi, tefekkürden korku artar!
İbn Abbas (r.a) şöyle demiştir: 'Hayır hakkında tefekkür, insanı hayrı yapmaya teşvik eder. Şer üzerindeki pişmanlık insanı şerri terketmeye sevkeder!'
Rivayet ediliyor ki Allah Teâlâ indirdiği kitapların birinde şöyle demiştir:
Ben her hâkimin konuşmasını kabul etmem. Ancak onun himmet ve hevâsına bakarım. Eğer onun himmet ve hevâsı benim için ise, onun susuşunu tefekkür, konuşmasını övgü kabul ederim.
Hasan Basrî şöyle demiştir: 'Akıl sahipleri kalpleri hikmetle konuşuncaya kadar zikirle kendilerini tefekküre, fikirle de zikre alıştırırlar'.
İshak b. Halef şöyle anlatıyor: 'Dâvud et-Tâî, mehtaplı bir gecede damda bulunuyordu. Göklerin ve yerin melekûtu hakkında göğe bakıp ağlayarak düşünüyordu. Bu sırada bir komşunun evinin içine düştü. Ev sahibi onun hırsız olduğunu zannetti ve yatağından anadan doğma elinde kılıç bulunduğu halde fırladı. Dâvud'a bakınca dönüp kılıcı bıraktı ve şöyle dedi:
- Seni damdan içeri atan neydi?
- Bunu hissetmedim ki!
Cüneyd-i Bağdadî şöyle demiştir: 'Meclislerin en şereflisi, tevhid meydanında tefekkür için oturmak, marifetin nesîmini kok-lamak, muhabbetin kadehiyle sevginin denizinden içmek, Allah hakkında hüsn-i zan göstermek suretiyle düşünmektir'.
Sonra şöyle demiştir: 'Ey cemaat! Büyük meclislerin o lezzetli şarabının nasip olduğu kimseye cennet vardır!'
İmâm Şâfiî (r.a) şöyle demiştir: 'Konuşmak için susmaktan, mânâları çıkarmak için düşünmekten yardım talep edin!
Yine şöyle dedi: İşlerde doğru bakış, gururdan kurtuluştur.
Görüşte azim, tefrit ve pişmanlıktan selamettir. Tefekkür kuvvet ve zekayı açar. Hâkimler için istişare etmek, nefiste sebat ve basirette kuvvettir. Bu bakımdan azmetmeden önce düşün! Hücum etmeden önce düşün ve yapmadan önce istişare et!
Yine şöyle demiştir: Faziletler dörttür: Onların biri hikmettir. Hikmetin direği tefekkürdür. İkincisi iffettir. İffetin direği şehvettedir. Üçüncüsü kuvvettir. Kuvvetin direği öfkedir. Dördüncüsü adalettir. Adaletin direği nefis kuvvetlerinin normal olmasıdır!'
İşte bunlar, âlimlerin tefekkür hakkındaki sözleridir. Âlimlerin hiç biri tefekkürün hakîkati ve yolları hakkında konuşmamıştır.
1) Ebu Nuaym el-İsfehanî, Tergîb ve Terhîb
2) İbn Ebî Dünya, Hâkim ve Beyhâkî
3) Adı Abdurrahman b. Şureyh el-Mâfurî'dir. H. 167'de İskenderiye'de vefat
etmiştir.
*3.Tefekkür'ün Hakîkati ve Semeresi
Tefekkür'ün mânâsı, üçüncü bir marifeti meydana getirmesi için, kalpte iki marifeti hazır bulundurmaktır. Bunun misali şudur; geçici dünyaya meyl ve dünya hayatını ahirete tercih etmiş bir kimse, ister ki ahireti seçsin! Dünyayı seçmektense ahireti seçmenin daha evlâ olduğunu bilmeyi de ister. İşte bu kimse için iki yol vardır: O yollardan biri; başkasından ahireti seçmesinin dünyayı seçmekten daha üstün olduğunu öğrenmesi, onu taklid etmesi ve işin hakîkatini, basiretiyle bilmeden tasdik etmesidir.
Böylece bu kimse ameliyle, ahireti dünyaya tercih etmeye meyleder. Bu da sadece o kişinin sadece kendi görüşüne güvenmesinden ileri gelir. Böyle bir harekete mârifet değil, taklid adı verilir.
İkinci yol; daha kalıcı olanı seçmenin daha elverişli olduğunu, sonra ahiretin dünyadan daha kalıcı olduğunu bilmektir. Böylece bu iki bilgiden üçüncü bir bilgiye ulaşılır. O da ahiretin dünyaya tercih edilmesinin daha iyi olduğudur.
Ahireti tercih etmek hususunda daha evlâ olduğu ancak bahsi geçen iki marifetin bilinmesiyle mümkün olur. Bu bakımdan daha önce var olan iki marifeti kalpte hazır etmek, onun vasıtasıyla üçüncü marifete varmaya, Tefekkür, İtibar,Tezekkür, Nazar, Teemmül ve Tedebbür denir.
Tedebbür, Teemmül ve Tefekkür aynı mânâya gelen ibarelerdir. Onların altında değişik mânâlar yoktur.
Tezekkür, İtibar ve Nazar ise değişik mânâlı isimlerdir. Her ne kadar müsemmanın (isimlenenin) aslı bir ise de! Tıpkı es-Sarım, el-Mühenned ve es-Sayf isimlerinin kılıcın değişik şekillerine isim olarak verildiği gibi!
Kesici olduğu için kılıca es-Sarım denir. Yapılmış olduğu yere nisbet edilerek kılıca el-Mühennid denir. es-Seyf ise,mutlak anlamda kılıca delâlet eder. İtibar da iki marifetin ihzarına, o iki marifetten üçüncü bir marifete geçiş itibariyle ıtlak olunur. Her ne kadar geçiş olmasa ve iki marifetin vukufundan başkası mümkün değilse, itibar değil, tezekkür ismi verilir.
Nazar ve Tefekkür'e gelince, bu iki isim de geçmiş iki marifetin ihzarından üçüncü bir marifeti isteğinden dolayı verilir. Bu bakımdan üçüncü marifeti istemeyen bir kimseye Nazir adı verilmez. Öyleyse her mütefekkir, mütezekkir'dir. Fakat her mütezekkir, mütefekkir değildir.
Tezkîr'in (hatırlatmanın) faydası, kalpte yerleşip silinmemesi için marifetleri tekrar etmektir. Tefekkürün faydası, mevcut olmayan bir marifeti celbedip ilmi çoğaltmaktır. İşte tezekkür ile tefekkür arasındaki yegane fark budur!
Marifetler kalpte bir araya geldiğinde hususî bir tertip üzerine sıralandığında başka bir marifeti meyve olarak verirler. Bu bakımdan marifet, marifetin doğurduğudur. Öyleyse başka bir marifet hâsıl olduğunda, o marifet diğer bir marifetle birleştiğinde, bundan başka bir marifet doğar. Böylece doğan marifetler zinciri uzayıp gider. İlim ve tefekkür de sonsuza doğru uzayıp gider. Marifetlerin artışı, ancak ölüm veya mânilerle durur. Bu durum, ilimlerden meyve almaya ve tefekkür yoluna hidayet olmaya muktedir olan bir kimse için sözkonusudur.
İnsanların çoğuna gelince, onlar ilimlerdeki artıştan ancak sermayelerinin olmayışından dolayı mahrum oldular. Bu sermaye de ilimlerin semere vermesine vesile olan marifetlerdir. Tıpkı ticaret eşyası olmayan bir kimse gibi! Böyle bir kimse kâr etmeye muktedir değildir. Bazen ticaret eşyasını elde eder. Fakat ticaret sanatını iyi bilmediğinden hiçbir kâr edemez. İşte aynen böyle bazen kişide ilimlerin sermayesi olan marifetler olur. Fakat onları güzelce kullanmayı, telif etmeyi, netice vermeye götürücü tertibi yerli yerinde yapmayı bilemez.
Kullanma ve meyve alma yolunun marifeti, bazen, tabii olarak kalpte var olan ilâhî bir nûr ile olur. Tıpkı bütün peygamberlerde olduğu gibi! Böyle bir nûrun bulunması cidden pek enderdir. Bazen de öğrenmek ve fazla mümarese yapmakla elde edilir. Bu yolda elde edilen pek çoktur.
Sonra mütefekkir bir kimsenin kalbinde bazen bu marifetler hazır olur. Meyvesinin nasıl hâsıl olduğunu bilmeksizin hâsıl olur. Fakat ifade etmek hususunda tâbir sanatını az kullandığından bunu ifade etmeye gücü yetmez; zira nice insan vardır ki hakîki bir bilgi ile ahireti seçmenin daha evlâ olduğunu bilir. Fakat bilgisinin sebebi kendisinden sorulsa onu ifade etmeye gücü yetmez. Oysa bilgisi geçmiş iki marifetten hâsıl olmuştur. O iki marifet de şunlardır:
Daha bâkî olan, seçilmeye daha evlâdır. Ahiret ise dünyadan daha bâkidir. Bu bakımdan onun için üçüncü bir marifet meydana gelir ki o da şudur: Ahiret seçilmeye daha evlâdır! Dolayısıyla tefekkür hakîkatinin özü şudur ki üçüncü bir marifete varmak için, iki marifetin kalpte ihzar edilmesine dönüşür.
Tefekkürün meyvesine gelince, ilimler, haller ve amellerdir. Fakat özel meyvesi ilimdir. Evet! İlim kalpte hâsıl olunca, kalbin durumu değişir. Kalbin durumu değişince azaların amelleri de değişir. Bu bakımdan amel, hâle tâbidir. Hâl de ilme, ilim de tefek-küre tâbidir. Öyleyse tefekkür, hem başlangıç hem de bütün hayırların anahtarıdır.
İşte tefekkürün faziletinden sonra beliren budur. Anlaşıldı ki tefekkür, hem zikirden, hem de tezkîrden daha üstündür. Çünkü tefekkür hem zikirdir, hem de fazlalık! Üstelik kalbin zikri, aza-ların amelinden daha hayırlıdır. Amelin içinde zikir bulunduğu için amel daha şereflidir. Madem ki durum budur, tefekkür bütün amellerden daha üstündür ve şöyle denilmiştir: 'Bir saat tefekkür bir senelik ibadetten daha hayırlıdır'.
Bu tefekkür insanı çirkinlerden güzellere, rağbet ve harislikten zâhidlik ve kanaate sevkeden tefekkürdür. Bu öyle bir tefekkürdür ki insana müşahede ve takvâ kazandırır.
Biz sana onu böyle Arapça bir Kur'ân olarak indirdik ve onda tehditleri türlü biçimlere çevirip açıkladık ki (günahlardan) korunsunlar. Yahut (Kur'an) onlara bir hatırlatma yaptırsın.Tahâ/113)
Eğer fikirle halin değişme keyfiyetini anlamak istersen, onun misali, zikrettiğimiz ahiret işidir. Bu bakımdan ahiret işi hakkında düşünmek, bize ahiretin seçilmesinin daha evlâ olduğunu öğretir. Bu marifet, kalpte yerleşti mi kalpler ahirete yönelmek ve dünya hakkında zâhidlik yapmak hususunda değişirler. İşte haldeki değişmeden bunu kastediyoruz; zira kalbin hali, bu marifetten önce dünyayı sevmek, ona meyletmek ile ahiretten kaçmak ve onu az istemek idi! Bu marifet ile kalbin hali değişti. İradesi ve isteği tersine döndü. Sonra iradenin değişmesi, dünyayı atmak hususunda âzaların amellerinin değişmesini, ahiret amellerine yönelmeyi meyve olarak verir. İşte bunlar beş mertebedir:
Birincisi, tezekkür'dür. Tezekkür, iki marifeti kalpte hazır bulundurmaktır.
İkincisi, tefekkür'dür. Tefekkür, kalpte hazır bulundurulan iki marifetten kastedilen üçüncü marifetin talebidir.
Üçüncüsü, istenilen marifetin varlığı ve kalbin onunla nûrlanmasıdır.
Dördüncüsü, marifet nûrunun kalpte meydana gelmesinden ötürü kalp halinin değişmesidir.
Beşincisi, âzaların kalpte hallere göre hizmet etmesidir. Nasıl demire vurunca taştan bir ateş çıkar, bulunduğu yeri aydınlatırsa görmeyen göz görür olur, azalar çalışmaya koyulur, tıpkı onun gibi, marifet nûrunun çakmağı da tefekkürdür. Taş ile demirin bir araya getirilmesi, taşın demire özel bir şekilde vurulması gibi, özel bir şekilde marifetleri bir araya getirir.
Dolayısıyla demirden çıkan kıvılcım gibi, marifet nûru kalpten fışkırır. Bu nûrdan ötürü kalp değişir. Öyle ki daha önce yönelmediği şeye yönelir. Nasıl göz çıkan ateşin, ışığıyla değişir, daha önce görmediğini görür, sonra âzalar, kalp halinin isteğine göre çalışmaya koyulursa ve nasıl ki karanlıktan ötürü çalışmaktan aciz olan bir kimse göz görmeye başladığında çalışmaya koyulursa!
Öyle ise, tefekkürün meyvesi ilim ve hallerdir. İlmin sonu yok-tur. Kalpte belirmesi düşünülen hallerin inhisarı mümkün değildir. Eğer bir mürid, tefekkür çeşitlerini ve yollarını hasretmeyi ister, bunlar hakkında düşünmek isterse buna gücü yetmez. Çünkü tefekkür yolları sayılmayacak kadar çok, meyveleri sonsuzdur. Evet biz, dinî ilimlerin mühimlerine, salihlerin makamları olan hallere izafeten yollarının zaptına bütün kuvvetimizle çalışırız. Çünkü bunun tafsilatı bütün ilimlerin açıklanmasını gerektirir.
Bütün bu kitablar bunların bir kısmının şerhi gibidir. Çünkü bunlar birtakım ilimleri kapsamaktadır. O ilimler özel te-fekkürle elde edilir. Bu bakımdan biz bu husustaki esas noktalara işaret edelim ki tefekkürün yollarına vâkıf olmak mümkün olsun!
*4.Tefekkür'ün Yolları
Tefekkür, bazen dinle ilgili birşey hakkında, bazen de dinin haricinde birşey hakkında cereyan eder. Oysa bizim gayemiz; dinle ilgili olan şeydir. Öyle ise diğer kısmı zikretmeyeceğiz!
Dinden gayemiz, kul ile rabbi arasındaki muameledir. Bu bakımdan kulun bütün fikirleri ya kulla, sıfat veya halleriyle veya mabudun sıfat ve ef'âliyle ilgilenir. Bu iki kısmın dışına çıkması mümkün değildir. Kul ile ilgili kısma gelince, o da Allah'ın katında sevimli veya mekruh olan bir şeye bakmaktır. Bu iki kısmın haricindeki şeyler hakkında düşünmeye gerek yoktur. Allah Teâlâ ile ilgili olan ya onun zat, sıfat ve güzel isimleri hakkında bir tefekkürdür veya fiil, mülk, melekût, gökler, yer ve aralarındaki bütün şeyler hakkındaki tefekkürdür.
Tefekkür'ün bu kısımlara inhisar etmesi, bir misal ile daha iyi anlaşılır: Allah'a giden ve mülakâtına müştâk olanların hali, aşıkların haline benzer. Bu bakımdan biz bütünüyle aşka dalan bir aşığı kendimize misal olarak alır ve deriz ki: Bütün himmetini aşkına sarfeden aşığın tefekkürü, sevdiğiyle ilgilenmenin sınırını geçmez. Eğer aşık, maşuku hakkında düşünürse bu husustaki tefekkür ve müşahedesiyle mesrur olmak için ya maşuğun güzelliği hakkında düşünür veyahut da maşuğun güzel ahlâk ve sıfatlarına delâlet eden güzel ve lâtif fiillerin hakkında düşünür ki bu tefekkürü, lezzetini katmerleştirip muhabbetini takviye etsin. Eğer nefsi hakkında düşünürse bu takdirdeki tefekkürü, kendisinin mahbu-bunun gözündeki sıfatları hakkındadır ki onları sezip onlardan kaçınsın veyahut da kendisini mahbuba yaklaştırıcı ve sevdirici sıfatlar hakkında düşünsün ki o sıfatlarla sıfatlanabilsin!
Eğer bunların dışında bulunan birşey hakkında düşünürse bu tefekkür, aşktan hariçtir. Bu durum ise aşkta bir eksikliktir. Çünkü mükemmel ve tam olan aşk, aşığı tamamen tesiri altına alan, kalbini tamamen elde eden aşktır. Öyle ki o kalpte, aşktan başkasına yer bırakmaz. Bu bakımdan Allah Teâlâ'nın muhibbinin böyle olması gerekir. Onun tefekkürü mahbubunu geçmez. Ne zaman ki kişinin tefekkürü bu dört kısımda mahsur ise, asla mu-habbetin isteğinin dışına çıkmaz.
*5.Birinci Kısım
Biz birinci kısımdan başlayalım! Birinci kısım, iyiyi, kötüden ayırmak için kişinin kendi nefsini, sıfatlarını ve fiillerini düşünmesidir. Muhakkak ki bu tefekkür şu kitabın hedefi olan muamele ilmiyle ilgili tefekkürdür.Diğer kısma gelince, mükaşefe ilmiyle ilgilidir.
Bunlar, Allah katında çirkin veya güzel mahbub olan şeyin bilgisi, ibadetler ve günahlar gibi zâhir, merkezi kalp olan kurtarıcı ve helâk edici sıfatlar gibi bâtın kısımlara ayrılır. Biz bunun tafsilatını Mühlikât ve Münciyât bölümünde zikrettik. İbadet ve günahlara gelince, onlar da yedi aza ile ilgili kısım ile savaştan kaçmak, ana babaya karşı gelmek ve haram bir yere oturmak gibi bütün bedene nisbet edilen kısımlara ayrılır. İstenilmeyenin her kısmında üç şey hakkında düşünmek farzdır.
Birincisi: Acaba bu, Allah katında istenen birşey midir, yoksa istenilmeyen birşey midir diye düşünmektir; zira nice şey vardır ki ilk bakışta mekruh olduğu bilinmez. Fakat dikkatle bakıldığında idrâk edilir.
İkincisi: Eğer bu şey mekruh ise bundan sakınma yolu nedir diye düşünmektir.
Üçüncüsü: Buna mekruh isminin verilmesi, hemen terketmek üzere mi verilmiştir veya sakınılması için gelecekte mi bununla nitelenecektir veyahut telafisi için çalışılması için geçmiş hallerde mi bununla nitelenmiştir diye düşünmektir.
Mahbubların her biri bu kısımlara ayrılır. Bu kısımlar bir araya getirildiğinde, tefekkürün mecraları yüzden fazla olur. Kul bütün bunlarda veya çoğunda tefekküre itilmiştir. Bu kısımların ayrıntılarının açıklanması oldukça uzun sürer. Fakat dört grupta toplanabilir:
1. İbadetler
2. Günahlar
3. Helâk edici sıfatlar
4. Kurtarıcı sıfatlar
Biz her gruba bir misal zikredelim ki mürid, diğerlerini buna kıyas etsin. Mürid için tefekkür kapısı açılıp önünde yol genişlesin!
1. Günahlar
İnsan her günün sabahında yedi azasını ve bütün bedenini, bir günah mı işliyor veya dün mü bir günah işlemiştir veya bir günah mı işleyecektir diye sıkı bir şekilde teftiş etmelidir ki işlediği günahı terketsin, geçmiş günahları telafi etsin, işleyebileceği günahlara karşı da önlem alsın!
Bu bakımdan dili hakkında şöyle demelidir: 'Dil gıybet, yalan, nefsi tezkiye etmek, başkasıyla alay etmek, cedel yapmak, mizah yapmak, malayaniye dalmak ve daha başka mekruhlara düşmek tehlikesiyle karşı karşıyadır'. Bu bakımdan önce bunların Allah katında çirkin olduklarını kalbine yerleştirmelidir. Bu hususta Kur'an ve Sünnet'in şiddetli tehditleri hakkında düşünmelidir. Sonra sezmeden bunlara nasıl mâruz kaldığını düşünmelidir. Sonra nasıl korunacağı hakkında düşünmeli ve bunun uzlete çekilmek ve tek başına yaşamakla veyahut muttakî ve salih bir kul ile oturmakla ki Allah'ın hoşuna gitmeyen bir şeyi konuştuğunda o muttakî insan onu ikaz eder tamam olacağını bilmelidir. Aksi takdirde, salih olmayan bir kimse ile oturduğunda kendisine hatırlatıcı olsun diye ağzına bir taş koymalıdır. İşte sakınma yolu hakkında tefekkür böyle olur.
Kulağı hakkında düşünmelidir. Onunla gıybete, yalana, fuzulî konuşmaya, lehv ve bid'ata kulak verdiğini, bunu da ancak Zeyd ve Amr'dan dinlediğini düşünmelidir.Öyle ise halktan uzak yaşamak veya münkeri yasaklamak suretiyle bundan sakınması uygundur.
Midesi hakkında düşünmelidir. Acaba sırf yemek içmekle mi veya helâlinden fazla yemekle mi Allah'a isyan ettiğini düşünmelidir. Zira helâlinden de olsa fazla yemek Allah katında mekruh ve Allah'ın düşmanı olan şeytanın elinde silah olan şehveti takviye eder.
Haram veya şüpheli şeyler yemek suretiyle Allah'a isyan etmesine gelince, bu hususta yemeğini, elbisesini, meskenini, kazancını ve kazancının ne olduğunu ve nereden geldiğini tedkik edecektir. Helâlin yolu ve giriş noktaları hakkında tefekkür etmelidir. Sonra helâlden kazanma çaresinin yolu hakkında, haramdan sakınma hakkında düşünmelidir. Nefsine bütün ibadetlerin haram yemekle boşa gittiklerini, helâl yemenin bütün ibadetlerin temeli olduğunu öğretmeli ve parası içinde bir dirhem haram bulunan bir elbiseyle kılınan bir namazı Allah Teâlâ'nın kabul etmeyeceğini hatırlatmalıdır. Nitekim bu husus hakkında hadîs vârid olmuştur.4
İşte âzaları hakkında böylece düşünmelidir. Bu kadarcık kâfi-dir. Fazla uzatmaya gerek yoktur. Bu bakımdan tefekkür sayesinde bu hallerin marifetinin hakîkati hâsıl olunca kul, âzalarını bundan korumak için devamlı murâkabe ile meşgul olur.
2. İbadetler
İkinci grup ibadetlerdir. Kişi, önce, farz ibadetlerine bakıp on-ları nasıl edâ edeceğini, onları eksiklikten nasıl koruyacağını veya eksikliğini nafilelerle nasıl telafi edeceğini düşünmelidir? Sonra teker teker âzalarına yönelmeli, Allah'ın sevdiklerinden dolayı on-larla ilgili fiiller hakkında düşünmelidir. Mesela şöyle demelidir: 'Göz, göklerin ve yerlerin melekûtuna ibret nazarıyla bakmak için yaratılmıştır. Allah'ın taatinde kullanmak, Allah'ın Kitabı'na ve Hz. Peygamber'in sünnet'ine bakmak için yaratılmıştır. Ben ise, gözü Kur'an ve Sünnet'in mütalaasıyla meşgul etmeye muktedi-rim. O halde neden bunu yapmıyorum? Oysa benim itaat eden filan kula tâzim gözüyle bakıp onun kalbini hoşnut etmeye, filan fasığa da tahkir gözüyle bakıp kendisini masiyetten uzaklaştırmaya gü-cüm yeter! Öyleyse neden bunu yapmıyorum?'
Kulak hakkında da şöyle demelidir: 'Ben, Allah aşkıyla yanıp tutuşan bir kimsenin sözlerini hikmet veya ilim dinleyebilirim. Kur'an veya zikir dinleyebilirim. O halde neden kulağımı muattal bırakıyorum? Oysa Allah kulağı bana bir nimet olarak vermiştir. Kendisine şükretmem için bir emanet olarak vermiştir. O halde kulağı muattal bırakmak suretiyle Allah'ın kulaktaki nimetini neden inkâra kalkışıyorum?'
Dil hakkında da şöyle demelidir: 'Benim öğretmeye, nasihat etmeye salih kimselerin kalbine kendimi sevdirmeye, fakirlerin halini sormaya, salih olan Zeyd'in ve âlim olan Amr'ın kalbini güzel bir söz ile sevindirmeye ve Allah'a yakınlaşmaya kudretim vardır. Her güzel söz muhakkak sadakadır'.
Malı hakkında da şöyle demelidir: 'Ben falan malımı sadaka vermeye muktedirim. Ona ihtiyacım da yoktur. Ne zaman ona muhtaç olursam Allah onun gibisini bana verir. Eğer şimdilik muhtaç isem ben bu mala muhtaç olduğumdan daha fazla, arkadaşımı nefsime tercih etmenin sevabına muhtacım!'
İşte böylece bütün âzalarını, beden ve malını tedkik etmelidir. Hatta bineklerini, hizmetkâr ve çocuklarını bile tedkik etmelidir; zira bütün bunlar onun alet ve sebepleridir. Bunlarla Allah'a itaat etme imkânı vardır. Tefekkür ile bu azalarla yapılması mümkün olan ibadetlerin yönlerini öğrenir. O ibadetlere acelece kendisini teşvik eden sebepler hakkında, o ibadetlerdeki niyetin ihlâsı hakkında düşünmelidir. Onlar için istihkak yerleri aramalıdır ki vasıtalarıyla ameli artsın ve güzelleşsin. Buna diğer ibadetleri de kıyas et!
3. Helâk Edici Sıfatlar
Üçüncü grup, merkezi kalp olan helâk edici sıfatlardır. O sıfatları daha önce Mühlikât bölümünde anlattıklarımızdan öğrenebilir. Bu sıfatlar şehvet, öfke, cimrilik, böbürlenmek, kendini beğenmek, riya, hased, su-i zan, gaflet, gurur ve diğer kötü sıfatların istila etmesidir. Kalbinde bu sıfatları araştırmalıdır. Eğer kalbinin bunlardan uzak olduğunu zannederse, nasıl imtihan olacağı hususunda düşünmelidir. Alâmetlerle buna delil getirmeli; zira nefis, daima, hayrı va'deder ve va'dine muhalif hareket eder. Ne zaman ki nefis tevazu ve gururdan uzak olduğunu iddia ederse, çarşıda bir yük odun sırtlamak suretiyle nefsini denemesi gerekir. Nitekim geçmiş zevat, nefislerini böylece denemişlerdir. Nefis hilm iddia ederse, başkasından gelen öfkeye maruz bıraktırmak suretiyle öfkesini zaptedip etmemesi hususunda nefsini denemelidir. Diğer sıfatlarda da durum böyledir. Bu tefekkür kişinin çirkin sıfatla muttasıf bulunup bulunmaması hu
susunda bir tefekkürdür. Bunun birtakım alâmetleri vardır.
Mühlikat bölümünde o alâmetleri belirttik. Alâmetler bunun varlığına delâlet ettiklerinde o sıfatı kendisine göre çirkinleştiren sebepleri düşünüp araştırdığında o sıfatların kaynağının cehalet, gaflet ve kalbin kötülüğü olduğunu anlar. Nefsinde amelini beğenme gördüğünde düşünüp şöyle demelidir: 'Benim amelim ancak bedenim, âzam, kuvvet ve irademle meydana gelmiştir. Oysa bütün bunlar benden olmadıkları gibi elimde de değildirler. Ancak
Allah'ın yaratışı ve bana olan fazlıdır. Allah'tır beni ve uzuvlarımı yaratan! Kuvvetimi, irademi halkeden! Allah'tır kudretiyle uzvumu harekete geçiren! Kudret ve iradem de böyledir. O halde ben, nasıl amelime veya nefsime güvenir, beğenirim? Oysa nefsimi nef
simle payidar edemem'.
Bu bakımdan kişi nefsinde kibirlenme hissettiğinde, nefsinde bulunan ahmaklık nedeniyle nefse şöyle demelidir: 'Neden sen kendi nefsini daha büyük görürsün? Oysa büyük Allah katında büyük olandır. Bu da ancak ölümden sonra belli olur. Hâl-i hazırda nice kâfir vardır ki küfürden çıkmak suretiyle Allah'a yaklaşmış olduğu halde ölür. Nice müslüman vardır ki kötü sondan dolayı, ölüm anında hali bozulduğundan şakî olarak ölür!' Bu bakımdan kişi, kibrin helâk edici olduğunu ve kibrin temelinin ahmaklık olduğunu bildiğinde, onu izale etmenin ilâcı hakkında düşünür ve mütevâzi kimselerin fiillerini yapmak suretiyle kibrini tedavi eder.
Nefsinde yemeğe karşı istek ve oburluk görünce düşünüp şöyle demelidir: 'Bu, hayvanların sıfatıdır. Eğer yemek ve cinsî ilişki bir kemâl olsaydı, muhakkak ilim ve kudret gibi Allah'ın ve meleklerin sıfatlarından olurdu'. Hayvanlar bununla sıfatlanmazdı. Ne zaman oburluk onda galip olursa hayvanlara daha fazla benzer ve mukarreb meleklerden de daha uzak olur. Böylece öfke hususunda da nefsi aleyhinde tesbitlerde bulunur. Sonra ilâcının yolunu düşünür. Bütün bunları daha önceki kitablarda (bahislerde) zikretmiştik. Bu bakımdan kim tefekkür yolunun kendisi için genişlemesini istiyorsa, bu kitablardaki şeyleri öğrenmek kendisi için gereklidir.
4. Kurtarıcı Sıfatlar
Dördüncü grup ki bu grup kurtarıcılardır tevbe etmek, günahlara pişmanlık duymak, belaya sabretmek, nimetlere karşı şükretmek, korku, ümit, dünyada zâhid olmak, ibadetlerde doğruluk ve ihlas, Allah'a muhabbet ve tâzim, fiillerine rıza göstermek, O'na karşı iştiyaklı olmak, huşû, tevazu gibi sıfatlardır. Bütün bunları Münciyât bölümünde zikretmiştik. Bunların sebep ve alâmetlerini de belirtmiştik. Bu bakımdan kul, hergün kalbini kontrol edip düşünmelidir. Acaba Allah'a yaklaştırıcı olan bu sıfatlara kendisini muhtaç eden nedir? Öyle ise bu sıfatlardan birine muhtaç olduğunda bunların ancak bir kısım ilimlerin meyvesi olan birtakım haller olduğunu bilmelidir. İlimler tefekkürün meyveleridir.
Öyleyse nefsi için tevbe ve pişmanlık göstermek istediğinde önce günahlarını kontrol etmeli, onlar hakkında düşünmelidir. Onları bir araya getirip kalbinde büyütmelidir. Sonra günahlar hususunda şeriatta vârid olan tehdid ve vaîdler hakkında düşünmelidir. Eğer pişman olmazsa Allah'ın kahrına maruz kalacağını bilmeli ki pişmanlık hâli meydana gelsin!
Kalbinde şükür halinin meydana gelmesini istediğinde Allah'ın celâl, cemâl, azamet ve kibriyası hakkında düşünmelidir. Bunun hakkında düşünmek de ancak hikmetinin acaipliklerine, sanatının garipliklerine bakmakla olur. Nitekim tefekkür'ün ikinci kısmında bunun bir tarafına işaret edeceğiz.
Kalbinde korku halinin meydana gelmesini istediğinde önce zâhir ve bâtın günahlarına bakmalıdır. Sonra ölüm ve ölümün zahmetlerine, sonra ölümden sonraki Münker ve Nekir'in sualini, kabrin azabını, yılan, akrep ve böcekleri düşünmelidir! Sonra Sûr'un üfürülüşü anında kalk sesinin dehşeti hakkında sonra bütün insanların bir arazide toplandıklarında mahşerin dehşeti hakkında! Sonra hesaptaki münakaşa, iğneden daha ince olan şeylerdeki hesap hakkında, sonra sırat köprüsü, köprünün incelik ve keskinliği hakkında düşünmelidir. Sonra defteri soldan verilip ateş ehlinden olmasının nezdindeki tehlikesi hakkında veya defteri sağdan verilip sonu gelmeyen eve indirilmesinin nezdindeki sevinci hakkında düşünmelidir. Sonra kıyamet dehşetlerini; cehennem tabakalarını, tokmaklarını, azaplarını, zincirlerini, bukağılarını, zakkumu ve irinin azabının çeşitliliğini, kendisini sevk ve idare eden zebanilerin çirkin suretlerini düşünmelidir. Sonra insanların derileri kavruldukça başka bir deri ile değiştirildikleri, onlar cehennemden her çıkmak istedikçe oraya iade olunduklarını onlar cehennemi uzak bir mekanda gördüklerinde cehennemin öfke ve kükremesini işittiklerini düşünmelidir. Böylece Kur'an'da açıklanan cehennemle ilgili her noktayı düşünmelidir.
Kişi ümit halini celbetmek istediğinde cennete, nimetlerine, ağaç ve nehirlerine, hûri ve vildanlarına, ebedî nimet ve daimî mülküne bakmalıdır!
İşte sevimli halleri celbetmeyi veya çirkin sıfatlardan uzaklaşmayı meyve veren ilimlerin talebinde kullanılan tefekkürün yolu böyledir. Biz bu hallerin her biri hakkında müstakil birer kitap ayırdık. Tefekkürün tafsilatı hakkında onlardan faydalanılabilir. Tefekkürün bütün noktalarını zikretmekten yardım talep etmek ise, bu hususta tefekkür ederek Kur'an okumaktan daha faydalı birşey yoktur. Çünkü Kur'an bütün makam ve durumların toplayıcısıdır. Kur'an'ı her kul okumalı, hakkında düşünmeye muhtaç olduğu bir ayeti yüz defa olsa bile tekrar tekrar okumalıdır.
Bu bakımdan bir ayeti düşünerek okumak, düşünmeden okunan bir hatimden daha hayırlıdır. Bu bakımdan kişi bir ayette düşünmek için bütün bir gece dahi olsa duraklamalıdır; zira Kur'an'ın her kelimesi altında hesaba gelmeyecek kadar sırlar mevcuttur. Kişi ancak ince tefekkür ve dürüst muameleden sonra kalbin temizliği ile o sırlara muttali olabilir. Hz. Peygamber'in haberlerini mütalaa etmek de böyledir. Çünkü Hz. Peygamber'e en câmi (derleyici) kelimeler verilmiştir.
Hz. Peygamber'in sözlerinden her biri hikmet denizlerinden bir parçadır. Eğer âlim kişi,
hakkıyla o sözleri düşünürse, hayatı boyunca o sözler hakkındaki tefekkürünün sonu gelmez.
Ayet ve hadîslerin müfredatını şerhetmek oldukça uzun sürer. Hz. Peygamber'in şu sözüne dikkat et!
Rûh'ul-Kuds kalbime şöyle ilham etti: 'Sevdiğini, sevebildiğin kadar sev! Muhakkak ondan ayrılacaksın! İstediğin kadar yaşa! Muhakkak öleceksin. Dilediğini yap! Muhakkak sen onunla cezalanacaksın!6
Muhakkak ki Hz. Peygamber'in bu hadîsi geçmiş ve geleceklerin hikmetlerini toplayan bir sözdür. Düşünenler için hayatı boyunca bu kelimeler kâfidir; zira düşünenler bunların mânâlarına vâkıf olup kalplerine hâkim olursa onların bütün hallerini kapsar. Bu tefekkür, onlar ile dünyaya iltifat etmenin arasına girer. İşte muamele ilimlerinde Allah katında sevimli midir veya sevimsiz midir diye kulun kendi sıfatları hakkında düşünmesinin yolu budur.
Mübtedi (yeni başlayan) bir kimsenin bu tefekkürler hususunda bütün vaktini sarfetmesi gerekir ki kalbini güzel ahlâk ve şerefli makamlarla imar edip iç âlemini ve zâhirini çirkinliklerden uzaklaştırsın. Bunun diğer ibadetlerden daha üstün olmasına rağmen, istenilenin en son noktası olmadığı bilinmelidir. Kendisiyle meşgul olunan sıddîkların isteğinden bile kapalıdır. O da Allah'ın celâl ve cemâli hakkında düşünmek, nefsinden geçmek, hallerini, makam ve sıfatlarını unutmak suretiyle kalbini tamamen oraya kaptırmaktan alınan zevktir. Bu bakımdan böyle bir kimsenin himmeti tamamen mahbubuyla meşguldür. Tıpkı sevdiğinin yanında kendinden geçen aşık gibi! Bu aşık öyle bir durumda nefsinin hallerine ve sıfatlarına bakmaya vakit bulamaz. Hatta bu aşık, nefsinden gafil bulunan bir hayran gibi durur. Bu ise, aşıkların zevkinin zirvesidir.
Bizim daha önce zikrettiğimiz, Allah'a yakınlaşmaya ve kavuşmaya elverişli olması için iç âlemi imar etmek hakkındaki tefekkürdür. Bu bakımdan kişi, bütün hayatı boyunca nefsini ıslah etmek hususunda ömrünü zayi ederse, acaba Allah'ın yakınlığından ne zaman zevk alır?
İbrahim b. Ahmed el-Havvas çöllerde gezerdi. Bir gün Hüseyin b. Mansur onunla karşılaştı ve kendisine şöyle dedi:
- Sen ne durumdasın (Sülûkun nasıldır?)
- Tevekkül'deki hâlimi ıslah etmek için çöllerde geziyorum.
- Sen ömrünü iç âleminin imarına sarfettin. Acaba tevhiddeki
kendinden geçmen nerede kaldı? (Yani buna vakit bırakmadın, oysa esas da budur).
Bu bakımdan Hak olan Bir'de fani olmak, tâliblerin isteğinin zirvesi, sıddîklar nimetinin son noktasıdır.
Helâk edici sıfatlardan uzak bulunmak, nikâhtaki iddetin bitmesi yerine geçer. Kurtarıcı sıfatlarla ve diğer ibadetlerle muttasıf olmak ise, kadının, kocasının mülakatına elverişli hale gelmesi için çeyizini hazırlaması, yüzünü boyaması, saçını taraması ve süslenmesi yerine geçer. Eğer kadının bütün ömrü, rahmini (başkasının suyundan) temizlemek ve yüzünü süslemekle geçerse, bu durum sevdiğiyle beraber olmasına mâni olur.
İşte böylece, eğer muhâsebe ehlinden isen, din yolunu anlaman gerektir. Eğer kötü köle gibiysen ki bu köle ancak dayak korkusundan veya ücret için çalışır o vakit zâhir amellerle bedenini yormak ile başbaşa kal! Çünkü seninle kalp arasında kalın bir perde vardır. Amellerin hakkını yerine getirdiğinde cennet ehlinden olursun. Fakat sohbet için başka gruplar vardır. (Allah onları sohbet için seçmiştir).
Kul ile rabbi arasındaki muamelede tefekkür'ün sahasını bildiğinde bunu her sabah ve akşam kendine âdet edinmelisin. Sakın nefsinden ve Allah'tan uzaklaştıran sıfatlarından ve Allah'a yaklaştıran hallerinden gafil olma! Her mürid için bir defterin olması uygundur ki o defterde helâk edici ve kurtarıcı sıfatların tamamını, günah ve taatlerin tümünü tesbit etsin! Her gün nefsini o sıfatlara arzetmelidir. Helâk edicilerden on tanesine bakması kendisine kâfidir; zira bu on taneden sâlim kalırsa bunların haricindekilerden de sâlim kalır. Onlar da şunlardır: Cimrilik, kibir, ucub, riyâ, kıskançlık, çokça öfkelenmek, yemeğe karşı oburluk, cinsî münasebete karşı oburluk, mal sevgisi ve mertebe sevgisi!
Kurtarıcı sıfatlardan da on tanesi kâfi gelir. Onlar da şunlardır: Günahlardan pişman olmak, belaya karşı sabırlı olmak, kaza ve kadere razı olmak, nimetlere şükretmek, Allah'tan korkmak ile rahmetini ummayı eşit tutmak, dünya hakkında zâhidlik, amellerde ihlâs, halk ile beraber güzel ahlâk, Allah'a sevgi ve huşû göstermektir.
İşte bu saydıklarımız yirmi haslettir. On tanesi çirkin, on tanesi de güzeldir. Bu bakımdan ne zaman çirkinlerin birinden korunursa, defterinde onun üzerini çizmeli, onun hakkında düşünmeyi bırakmalı, ondan kurtardığından dolayı Allah'a şükretmeli ve bunun ancak Allah'ın tevfîk ve yardımı ile tamam olduğunu bilmelidir. Eğer Allah onu nefsine havale etseydi rezaletlerin en azını bile nefsinden silmeye gücü yetmezdi. Sonra geri kalan dokuz sıfata yönelmelidir. İşte böylece hepsinin üzerini çizinceye kadar devam etmelidir. Nefsinden, kurtarıcı sıfatlarla muttasıf olmayı talep etmeli, nefis, tevbe ve pişmanlık gibi kurtarıcı sıfatların biriyle muttasıf olduğunda onun üzerine çizgi çekip gerisiyle meşgul olmalıdır. İşte çalışmaya hazırlanan mürid, bu ameliyeye muhtaç olur.
Salihlerden sayılan insanların çoğuna gelince! onlar da şüphelileri yemek, gıybet, nemime, mücadele, nefsi övmek, düşmanların düşmanlığındaki ve dostların dostluğundaki ifrat, emr-i bi'l-maruf ve nehy-i an'il-münker'i terketmek hususunda halka yağcılık yapmak gibi zâhiri günahlarını defterlerine yazmalıdır. Çünkü nefsini salih kimselerden sayanların çoğu, azalarında bu günahlardan kurtulamazlar. Azalar günahlardan temizlenmeyince, kalbin imar ve temizlenmesiyle meşgul olmak mümkün değildir.
Hatta insanların her grubuna bir nevi mâsiyet galebe çalar. Bu bakımdan bu gruplar o mâsiyeti tedkik etmeli ve onun hakkında düşünmelidirler. Kendilerinde bulunmayan bir mâsiyet hakkında da düşünmelidirler. Bunun misali muttakî âlimdir. Muttakî âlim, çoğu kez nefsini âlim saymak afetinden kurtulamaz. Şöhreti talep etmek, nam ve şânının yayılması peşinde gitmekten kurtulamaz. Bunu ya ders okutmak yahut da vaaz etmekle sağlamaya çalışır. Böyle yapan bir kimse büyük bir fitneye maruz kalır. Bu fitneden ancak sıddîklar kurtulur. Çünkü kişinin konuşması makbul ve kalplerde tesir edici olunca nefsini beğenmek, böbürlenmek, süslü görünmek ve yapmacık hareketlerden kurtulamaz. Oysa bunlar helâk edici sıfatlardandır.
Eğer konuşması reddedilirse bu sefer konuşmasını reddeden kişi hakkında öfkelenmek, burun kıvırmak ve hasedden kurtulamaz. Onun bu durumu, başka bir âlimin sözünü reddeden bir kimseye karşı öfkelenmesinden daha fazla olur. Bazı kere de şeytan onu aldatarak der ki: 'Senin öfkelenmen, kişinin hakkı red ve inkâr ettiğinden dolayıdır!'
Bu kişi, eğer sözünü reddeden ile başka bir âlimin sözünü reddedenin arasında, öfke hususunda bir ayrılık gösterirse, muhakkak aldanmış ve şeytanın maskarası olmuştur. Sonra halkın kabul etmesiyle sevinmesi, kendisini övmeleriyle keyiflenmesi, sözünü red ve kendisine itiraz etmekten de alınması sözkonusu ise bu kimse kelimeleri güzelleştirmek, cümleleri yerli yerinde kullanmak ve halkın övgüsünü kazanmak maksadıyla kendisini zorlamaktan ve yapmacık hareketlerden nefsini kurtaramaz. Oysa Allah, kendisini zorlayan bir kulu sevmez. Şeytan bazen onu alda-tarak der ki: 'Lâfızları güzelleştirmeye karşı olan harisliğin ve bu husustaki zorluklara katlanman hakkın yayılması ve kalpte iyi tesir etmesi içindir. Bu da Allah'ın dinini yüceltmek içindir!'
Bu bakımdan eğer şahsın güzel lâfızlar ve dolayısıyla halkın övgüsünden ötürü olan sevinci, halkın emsal ve akranından birini övmelerine olan sevgisinden daha fazla ise bu kişi aldanmıştır. Onlar ancak mertebe etrafında dolaşırlar. Oysa o maksadının din olduğunu zanneder.
Ne zaman onun kalbi, bu sıfatlarla kıpırdanırsa, görünür tarafında bu belirir. Öyle ki ona hürmet edene, onun faziletli olduğuna inanana daha fazla hürmet eder. Kendisini övenle bir araya gelmek, emsallerinden birini öven bir kimse ile bir araya gelmekten daha fazla hoşuna gider. Her ne kadar başkası tarafından övülen o kişi övgüye daha müstehak ve lâyık ise de! Çoğu kez ilim ehli hakkında durum öyle bir raddeye gelir ki kadınların birbirini kıskanması gibi birbirini kıskanırlar. Birinin talebesi başkasının yanına gidip gelirse zoruna gider, talebesi başkasından faydalansa, dinî hususlarda istifade etse bile, yine hocasının ağırına gider.
Bütün bunlar kalbin içinde gizli bulunan helâk edici sıfatların sızıntılarıdır. Âlim kişi onlardan kurtulduğunu zanneder. Oysa kurtulmamış ve aldanmaktadır. Bu durum, bahsi geçen alâmetlerle ancak ortaya çıkar. Bu bakımdan âlimin fitnesi büyüktür. Âlim ya mâliktir veya hâlıktır. Âlim kişi için avam tabakasına mahsus selameti (çünkü avam mazur olabilir) istemek yoktur. Bu bakımdan kim nefsinde bu sıfatların varlığını sezerse, onun boynundaki farz; halktan uzaklaşmak, tek başına yaşamak, nam ve şânını kaybettirmek, fetva vermeyi şiddetle reddetmektir; zira Hz. Peygamber'in mescidi, ashabından bir cemaati kapsamakta idi ve onların hepsi fetva verecek güçteydi. Fakat buna rağmen fetvayı biri diğerine havale ederdi. Fetva veren sahabî de başkasının kendisinin yerine o fetvayı vermesini isterdi.
Bu durumda uygunu şahsın ins şeytanlarından korunmasıdır. Kendisine 'Bunu yapma; zira bu kapı eğer açılırsa, halk arasından ilimler kalkıp yıkıma uğrar' diyen o şeytanların bu sözüne karşılık şöyle demelidir: İslâm dini bana muhtaç değildir; zira o din benden önce de ma'mur idi. Benden sonra da ma'mur olacaktır. Eğer ben ölürsem İslâm'ın rükünleri yıkılmaz; zira dinin bana ihtiyacı yoktur. Bana gelince, ben kalbimi ıslah etmeye muhtacım'.
Âlim şahsın inzivaya çekilmesinin, ilmin inkırâzına yol açmasına gelince, bu katmerli cehalete delâlet eden bir hayaldir; zira eğer insanlar tutuklanır, zincirlerle bağlanır ve ilim talebinden ötürü ateşle tehdid edilirlerse, yine de baş olmak ve dünyada yük-selmek sevgisi onları zincirleri kırmaya, kalelerin duvarlarını yıkmaya ve oradan çıkıp ilim talebiyle meşgul olmaya teşvik eder. Bu bakımdan şeytan halka baş olmayı sevdirdikçe ilim inkırâza uğramaz. Şeytan ise kıyamete kadar yaptığından gevşemez. Hatta ahirette nasibi olmayan birçok grup ilmi neşretmek için seferber olur.
Nitekim Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:
Allah Teâlâ şu (İslâm) dinini nasibi olmayan kavimlerle takviye eder.7
Allah Teâlâ, şu dini facir kişi ile de takviye eder.8
Madem ki durum budur, âlim kişi şeytanın yukarıda bahsi geçen vesveseleriyle aldanıp halkın ihtilâtıyla meşgul olmamalıdır ki kalbinde mertebenin, övgü ve tâzimin sevgisi artmasın; zira bu artma münafıklığın tohumudur.
Nitekim Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Mertebe ve mal sevgisi suyun sebzeyi bitirmesi gibi kalpte nifak bitirir.9
Koyunların ağılına salıverilen saldırgan iki kurdun, koyunlarda meydana getirdikleri ifsâd, mertebe ve malın müslüman kişinin dininde yaptığı tahribat ve ifsâddan daha fazla değildir.10
Mertebe sevgisi, ancak halktan uzaklaşmak, ihtilâtlarından kaçmak ve şahsın mertebesini halkın kalbinde arttıran her şeyin terkedilmesiyle kalpten silinir. Bu bakımdan âlim kişinin tefekkürü, kalbinde bu sıfatların gizlilerini sezmek ve bunlardan kurtuluş yolunu elde etmek hususunda olmalıdır. İşte bu, muttakî âlimin vazifesidir.
Bizim gibilerinin tefekkürü ise hesap gününe olan imanını takviye eden nedenler hakkında olmalıdır; zira eğer selefi sâlihîn bizi görseydiler 'Şu kişiler hesap gününe iman etmemişlerdir!' derlerdi.
Bu bakımdan bizim amellerimiz cennet ve cehenneme iman eden bir kimsenin amelleri değildir; zira bir şeyden korkan bir kimse ondan kaçar. Bir şeyi ümit eden bir kimse onu arar. Oysa biz ateşten kaçmanın, şüphelileri ve haramı terketmekle, günahlardan sakınmakla olacağını biliyoruz. Buna rağmen biz bu hususlara dalmış bulunuyoruz ve cennetin talebinin, nafile ibadetleri yapmak ile olduğunu da biliyoruz. Oysa biz farz ibadetler hakkında bile kusurluyuz. Bu bakımdan ilmin meyvesinden bizim elimize ancak dünyaya karşı olan hırs ve dünyaya dalmakta örnek olmak hâsıl oldu. 'Eğer dünyaya karşı hırs göstermek kötü olsaydı, âlimler bunu yapmaya daha lâyık idiler ve bizden daha fazla bundan sakınırlardı' diyorlar.
Keşke biz, avam tabakası gibi olsaydık! Öldüğümüzde bizimle beraber günahlarımız da ölmüş olsaydı. Eğer düşünürsek maruz kaldığımız fitne ne kadar büyüktür! Bu bakımdan bizi ıslah etme-sini ve bizim vasıtamızla halkı ıslah etmesini, bizi öldürmeden önce tevbe etmeye muvaffak etmesini Allah'tan diliyoruz. Çünkü Allah bizim hâlimizi bilen kerîm ve bize nimet verendir.
İşte bu söylediklerimiz âlimlerin ve salihlerin muamele ilmindeki fikirleridir. Eğer bunlardan hoşlanırlarsa, nefislerine olan iltifatları kesilir. Ondan Allah'ın celâl ve azameti hakkında tefekküre yükselirler. Kalp gözüyle müşahede etmekle nimetlenmeye yükselirler. Bu da ancak bütün helâk edici sıfatlardan kurtulduktan ve bütün kurtarıcı sıfatlarla muttasıf olduktan sonra mümkün olur.
Eğer bundan önce birşey belirirse, bu mutlaka karışık, hasta, bulanık ve eksiktir. Şimşek gibi gelir geçer. Bu durumda kişi, sevdiği ile başbaşa kalan fakat elbiselerinin altında yılan ve akrepler bulunup kendisini zaman zaman ısıran ve müşahede zevkini bulandıran bir aşık gibi olur. Bu aşığın, nimetlenmenin kemâlindeki yolu, ancak o akrep ve yılanları elbiselerinin içinden çıkarmakla mümkündür. Bu kötü sıfatlar akrepler ve yılanlardır. Bunlar eziyet verir, hali teşviş ederler. Kabirde bunların elemi, akrep ve yılanların ısırmasından daha fazla olur. İşte bu kadar izahat, rabbinin katında nefsinin güzel veya çirkin sıfatları hakkında kulun tefekkür yollarına dikkat çekmeye kâfidir.
4) İmam Ahmed, (İbn Ömer'den)
5) Dârekutnî'nin rivayet ettiği bir hadîste şöyle denmiştir: 'Düşünmeden okumak işe yaramaz, fıkıhsız ibadet olmaz. Bir fıkıh meclisi altmış senelik ibadetten daha hayırlıdır!'
6) Zühd bölümünde geçmişti.
7) Bu kavimlerden maksad; ya kâfirler, ya münâfıklar veya fâcirlerdir. Muhtemelen Hz. Peygamber zamanında bulunan bazı kimseler kastolunmaktadır. Gelecekteki bazı kimseler de kastedilmiş olabilir ki bu takdirde mu'cize olur. İkinci ihtimal daha kuvvetlidir. Çünkü lâfzın umumuna itibar edilir. (Nesâî, İbn Hibban, Taberânî, (Enes'ten); İmam Ahmed ve Taberânî (Ebubekir'den); Bezzar, (Ka'b b. Mâlik'ten); Taberânî, Kebir, (Abdullah b. Amr'dan): 'Allah Teâlâ İslâm dinini ehlinden olmayan birtakım kişilerle takviye edecektir!'
8) Taberânî, Kebir, (Amr b. Nu'man'dan)
9) Ebu Nuaym ve Deylemî
10) Taberânî
*6.İkinci kısım Allah'ın celâli, azameti ve kibriyası hakkında
Bu tefekkür 'de iki makam vardır:
Birinci Makam
Birinci makam, en yüce makamdır. O da Allah'ın zatı, sıfatları ve isimlerinin mânâları hakkındaki tefekkürdür. Bu tefekkür, yasaklananlardandır. Nitekim şöyle denilmiştir: 'Allah'ın mahlûku hakkında düşününüz, fakat O'nun zatı hakkında düşünmeyiniz!'
Bunun sebebi şu olsa gerek: Akıllar burada hayrete düşer; Oraya gözü uzatmaya ancak sıddîkların gücü yeter. Onların da daimî bakmaya güçleri yetmez. Diğer insanlara gelince, onların Allah'ın celâline bakmakta gözlerinin hali, güneşin ışığına bakmakta yarasanın gözünün hali gibidir. Yarasanın güneşe bakmaya asla gücü yetmez, onun için gündüz gizlenir, ancak gece ortaya çıkar. Sıddîkların halleri, insanın güneşe baktığındaki haline benzer. İnsanın güneşe bakmaya gücü yeter. Fakat devamlı bakmaya gücü yetmez. Eğer devam ederse, gözünün kör olmasından korkar. Güneşin çekip kaptığı bakış, göz körlüğünü gerektirir ve ışığı dağıtır.
İşte Allah'ın zatına bakmak da tıpkı bunun gibidir. Hayret, dehşet ve aklın ızdırabını doğurur. Bu bakımdan durum bu oldukça en doğrusu Allah'ın zatı ve sıfatları hakkındaki tefekküre dalmamaktır; zira akılların çoğu buna tahammül edemez.
Hatta bazı âlimler tarafından tasrih edilen 'Allah mekandan mukaddes, yön ve cihetlerden münezzehtir, ne âlemin dahilinde ne de haricindedir. Ne âlemle bitişik ne de ondan ayrıdır' sözü bile, birçok grubu inkâra varacak derecede hayrete düşürmüştür; zira onlar bunu duymaya güç yetirememişlerdir. Hatta bir grup bundan daha azına bile tahammül edememişlerdir; zira onlara 'Allah Teâlâ baş, ayak, göz ve herhangi bir âzadan münezzehtir. Miktarı ve hacmi olan müşahhas bir cisim olmaktan münezzehtir!' dendiğinde bu hükmü inkâr ettiler ve bunun Allah'ın azamet ve celâli hakkında bir eksiklik olduğunu zannettiler. Hatta avam tabakasından bazı ahmaklar dedi ki: 'Bu söylenen vasıf, Hindistan kavun'unun vasfıdır.
Mâbudun vasfı değildir!' Çünkü miskin Allah'ın celâl ve azametinin bu âzalarda olduğunu zannetmektedir. Böyle düşünen bu insan, nefsinden başkasını tanımaz. O ancak nefsini tâzim eder. Bu bakımdan sıfatlarında onunla eşit olmayan hiçbir şeyde azameti anlayamaz. Evet, bu insanın anlayışı; nefsini güzel suretli, tahtın üzerinde oturmuş, huzurunda emrini harfiyen yerine getiren hizmetkârlar bulunan bir padişah şeklinde tasavvur eder. Bu bakımdan şüphe yoktur ki bu kimse Allah hakkında da bunu düşünerek azameti anlar. Eğer sineğin aklı olsaydı ve kendisine 'Senin yaratanın kanat, el ve ayaktan münezzehtir. Onun için uçuş sözkonusu değildir' denilseydi, sinek bu hükmü redderek şöyle derdi: 'Nasıl benim yaratanım benden eksik olur? Yaradanım nasıl kanatları kesik veya uçamayan bir topalgibi olur? Benim uçma alet ve kudretim olur da Hâlık ve Musavvir olduğu halde O'nun olmaz mı?'
Halkın çoğunun düşüncesi, sineğin bu düşüncesine yakındır! Muhakkak ki insan, çok cahil, çok zâlim ve nankördür.
Allah Teâlâ, peygamberlerinden birine vahyederek şöyle buyurmuştur:
Kullarıma (olduğu gibi) sıfatlarımdan haber verme ki beni inkâr et-mesinler. Onlara anlayabilecekleri bir dil ile benden haber ver!11
Allah'ın zatı ve sıfatları hakkındaki tefekkür bu yönden tehlikeli olunca, şeriatın ve halkın yararı bu hususta tefekkür edilmemesini uygun buldu. Şimdi biz, ikinci makama döneceğiz.
İkinci Makam
İkinci makam Allah'ın fiillerine, kaderine, sanatının acaiplikliklerine, yaratılış hakkındaki işinin garipliklerine bakmaktır. Çünkü bunlar Allah'ın celâline, kibriyasına, kudsiyet ve yüceliğine, ilim ve hikmetinin kemâline, meşiyet ve kudretinin nâfiz oluşuna delâlet eder. Bu bakımdan şahıs, Allah'ın sıfatlarına, o sıfatların eserlerinden bakmalıdır. O halde, O'nun sıfatlarına doğrudan doğruya bakmaya gücümüz yetmez. Tıpkı güneşin ışığında yere bakmaya gücümüz yetip, bu bakış sayesinde güneş ışığının ay ve diğer yıldızların ışığına nisbeten daha büyük olduğuna istidlal ettiğimiz gibi...
Çünkü yere yansıyan ışık, güneş ışığının eserlerindendir. Eserlere bakmak, az da olsa müessire de-lâlet eder. Her ne kadar müessirin bizzat kendisine bakmanın yerine geçmese de!
Dünyadaki mevcudâtın hepsi, Allah'ın kudretinin eserlerinden bir eserdir. Zatının nûrlarından bir nûrdur. Yokluktan daha şiddetli bir zulmet, varlıktan da daha belirgin bir nûr yoktur. Bütün eşyanın varlığı Allah Teâlâ'nın zat-ı ilâhîsinin nûrlarından bir nûrdur; zira eşyanın varlığının direği, kendi nefsiyle kaim olan Allah'ın zatıdır. Nitekim cisimlerin ışığının payandasının, kendi kendisini ışıklandıran güneşin ışığının olduğu gibi...
Güneşin bi razı tutulduğunda su dolu bir leğeni bütün güneş orada görünsün diye koyarlar ki o vasıta ile güneşe bakmak mümkün olsun! Bu bakımdan su, güneşe bakmak takatını verecek bir vasıtasıdır. İşte fiiller de vasıtadır. Onlarda fâilin sıfatlarını görürüz. Fiiller vasıtasıyla zattan uzaklaştıktan sonra zatın nûrları ile sersemleşmeyiz.
İşte bu, Hz. Peygamber'in şu hadîsi-i şerîfinin sırrıdır:
Allah'ın mahlûku hakkında düşünün! O'nun zatı hakkında düşünmeyin!
11) Nitekim şöyle bir hadîs vardır: 'İnsanlara anlayabilecekleri kadarıyla hitap ediniz. Onların Allah'ı ve rasûlünü yalanlamalarını ister misiniz?'
*7.Allah'ın Mahlukâtı Hakkında Tefekkür
Varlıkta Allah'tan başka her ne varsa o Allah'ın fiili ve mahlûkudur. Zerrelerin herbiri, ister cevher, ister araz olsun, ister sıfat olsun, ister mevsuf, onun içinde öyle acaip ve garip şeyler vardır ki onlarla Allah'ın hikmeti, kudreti, celâl ve azameti görünür. Onları saymak mümkün değildir. Çünkü bunları yazmak için eğer deniz mürekkep olsa bile onların binde biri bitmeden deniz biter. Fakat biz başkasına misal gibi olsun diye bunun bir kısmına işaret edeceğiz.
Varlıkların bir kısmı vardır ki aslı bilinmediği için onun hakkında düşünmek imkânına sahip değilizdir. Varlıklardan niceleri vardır ki biz onları bilemeyiz. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
Sizin bilmediğiniz nice şeyler yaratmaktadır. (Nahl/8)
Ne yücedir O (Allah) ki arzın bitirdiklerinden ve kendilerinden ve daha bilmedikleri nice şeylerden olan bütün çiftleri yaratmıştır.(Yâsin/36)
(Size böyle ölümü takdir ettik) ki sizin yerinize benzerlerinizi getirelim ve sizi bilmediğiniz bir biçimde yeniden inşâ edelim.(Vakıa/61)
Aslı bilinen fakat tafsilatı bilinmeyen diğer bir kısmı vardır. Ö kısmın tafsilatı hakkında düşünme imkânına sahibiz. Bu ikinci kısım da, gözümüzle idrâk ettiğimiz ve gözümüzle idrâk etmediğimiz kısımlara ayrılır:
Gözümüzle idrâk etmediğimiz şeyler melekler, cinler, şeytanlar, arş, kürsî ve benzerleridir. Bunlar hakkında tefekkür mecâli pek yoktur. Bu bakımdan zihinlere en yakın olan ve gözle idrak edilen şeylere geçelim. Onlar yedi kat gök, yer ve bu ikisinin arasında bulunanlardır. Gökler, yıldızlarıyla, güneş, ay, hareket, doğuş ve batışındaki dolaşmasıyla görünür. Yer de dağlarıyla, maden, ırmak, deniz, hayvanlar ve bitkileriyle müşahede edilir. Gök ile yer arasında olan boşluk bulutlarıyla, yağmur, kar, şimşek, gök gürültüsü, yıldırımlar, ateş ve şiddetli rüzgârlarıyla müşahede edilmektedir.
İşte göklerde, yerde ve aralarında müşahede edilen şeyler bunlardır. Bunların herbiri birçok nevilere ayrılır. Her çeşidi de birçok kısımlara ayrılır. Bunlar da birçok sınıflara ayrılır. Bunun, şube ve kısımlarının, sıfat, heyet, zâhir ve bâtın mânâlarındaki değişikliklerinin sonu gelmez. Bütün bunlar tefekkürün merkezidirler. Bu bakımdan göklerde ve yerde cemadât, bitkiler, hayvan, felek ve yıldızlardan bir zerre kendi başına kıpırdamaz. Ancak Allah'ın izniyle kıpırdayabilir. Onun kıpırdatılmasında sayısız hikmet vardır. Bütün bunlar Allah'ın vahdâniyetine şahid, O'nun celâl ve kibriyasına delâlet eden ayetlerdir.
Kur'an-ı Hâkim, bu ayetlerle insanları düşünmeye teşvik etmiştir.
Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde elbette sağduyu sahipleri için ibretler vardır.(Âlu İmran/190)
Allah Teâlâ, Kur'an'ın başından sonuna kadar birçok ayette 'O'nun ayetlerindendir' tabirini kullanmıştır. Bu bakımdan biz bir kısım ayetlerin (alâmetlerin) hakkındaki tefekkür'ü zikredelim:
Öyleyse Allah'ın ayetlerinden biri, meniden yaratılmış olan insandır. Sana en yakın olan şey nefsindir. Sende Allah'ın azâme-tine delâlet eden o kadar acaiplikler vardır ki ömürler boyunca söy-lense, onun binde biri ancak biter. Oysa sen bundan gafilsin! Ey
nefsinden gafil ve nefsini bilmeyen cahil! O halde başkasının bilgisine nasıl tamahkârlık edersin? Oysa Allah Teâlâ sana, aziz kitabında nefsini düşünmeyi emrederek şöyle buyurmuştur:
Kendi canlarınızda da öyle! Görmüyor musunuz? (Zâriyât/21)
Allah Teâlâ senin necis bir damla meniden yaratıldığını zikrederek şöyle buyurmuştur:
Kahrolası insan ne kadar da nankördür! (Allah) Onu hangi şeyden yarattı? Bir nutfeden (meniden). Onu yarattı, ona biçim verdi. Sonra ona yolu kolaylaştırdı. Sonra onu öldürdü, kabre gömdürdü. Sonra dilediği vakit onu tekrar diriltecek!(Abese/17-22)
O'nun alametlerinden biri sizi topraktan yaratmasıdır. Sonra siz (yeryüzüne) yayılan insanlar oluverdiniz. (Rum/20)
İnsan başıboş bırakılacağını mı sanır? Kendisi dökülen meniden bir nutfe değil miydi? Sonra kan pıhtısı oldu da (Allah onu) yarattı. Ona şekil verdi. (Kıyâmet/36-38)
Sizi âdi bir sudan (meniden) yaratmadık mı? Sonra o suyu sağlam bir yerde (rahimde) sakladık. Belirli bir vakte kadar!.(Mürselât/20-22)
İnsan, bizim kendisini nasıl nutfeden yarattığımızı görmedi mi ki şimdi açık bir hasım kesildi?(Yâsin/77)
Doğrusu biz insanı imtihan etmek için karışık bir nutfeden yarattık.(İnsan/2)
Sonra Allah Teâlâ, meniyi nasıl kan pıhtısı, kan pıhtısını nasıl et çiğnemi ve kemik yaptığını zikrederek şöyle buyurmuştur:
Andolsun biz insanı çamurun özünden yarattık. Sonra onu bir nutfe olarak sağlam bir karar yerine koyduk. Sonra onutfeyi kan pıhtısı haline getirdik. Ondan sonra kan pıhtısını bir parça et yaptık. O et parçasını da kemikler haline çevirdik. Kemiklere de et giydirdik. Sonra onu bambaşka bir yaratık yaptık.(Mü'minûn/12-14)
Nutfe kelimesinin tekrar tekrar Kur'an'da zikredilmesinin hikmeti, manası düşünülmeden sadece bilinsin diye değildir! Bu bakımdan nutfeye dikkat et! Necis bir su olan nutfeyi eğer bir saat dışarıda bırakırsan kokar. Rabb'ul-erbâb'ın onu nasıl erkeğin sulbü ile kadının göğüs kemiklerinin arasından çıkardığına, erkek ile dişiyi nasıl bir araya getirdiğine, ülfiyet ve muhabbeti onların kalbine nasıl ilka ettiğine dikkat et! Onları muhabbet ve şehvet zinciriyle cinsî münasebette bulunmaya nasıl sevketmiş, cima ile erkekten meniyi nasıl çıkartmış? Damarların derinliklerinden hayız kanını nasıl celbetmiş ve ana rahminde toplamıştır? Sonra düşün ki cenini meni damlasından nasıl yaratmış, hayız suyu ile onu nasıl sulamış, nasıl gıdalandırmıştır? Cenin, bununla nasıl büyümüştür? Beyaz ve parlak olduğu halde meni damlasını nasıl kıpkızıl bir kan pıhtısına çevirdiğine, sonra o kanı nasıl bir et parçası yaptığına, sonra meninin parçalarını ki birbirlerine benzer ve eşittirler nasıl kemik, sinir, damar ve ete ayırdığına dikkat et!
Sonra et, sinir ve damarlardan azaları nasıl düzenlediğini düşün! Başı yuvarlak yapmış, kulak, göz, burun, ağız ve diğer menfezleri yarmış, el ve ayağı uzun yaratmış, uçlarını parmaklara, parmakları da büklümlere ayırmıştır. Sonra kalp, mide, ciğer, dalak, kalın bağırsak, rahim, mesane ve barsaklardan ibaret olan iç azaları nasıl terkip etmiştir? Onların her biri özel bir şekil, özel bir miktarda ve özel bir iş için yaratılmıştır.
Sonra bu azalardan herbirini nasıl başka kısımlara ayırmıştır? (Mesela) gözü yedi tabakadan terkip etmiştir ki her tabakanın özel bir vasfı ve özel bir şekli vardır. Eğer onlardan bir tabaka yok olursa veya sıfatlardan biri yerinden giderse, göz, görmez hâle gelir. Bu bakımdan eğer biz, bu azalardaki acaiplikleri ve ayetleri saymaya kalkışırsak, ömürler biter, yine de onlar bitmez.
En azından kemiklere dikkat et! Kemikler katı ve kuvvetli cisimlerdir. Allah onları nasıl ince ve zayıf bir damla meniden yaratmıştır? Sonra onları bedene nasıl direk ve duvar kılmıştır? Sonra onları değişik miktar ve şekillerde nasıl şekillendirip takdir etmiştir! Kimisi küçük, kimisi büyük, kimisi uzun, kimisi yuvar-lak, kimisi içli, kimisi dolu, kimisi enli, kimisi incedir.
İnsan beden ve azalarının bir kısmıyla harekete muhtaç ve ihtiyaçlarının peşinde gidip gelmeye mecbur olduğundan ötürü, tek parça bir kemikten meydana gelmedi. Aksine aralarında mafsallar bulunan birçok kemiklerden meydana geldi ki o kemikten hareket etmek kolaylaşsın. Onların herbirinin şekli onlardan istenilen hareketin isteğine göre düzenlenmiştir. Sonra onların mafsallarının biri diğerine, kemiğin bir tarafında bitirdiği ve ip gibi diğer kemiğe yapıştırdığı iplerle bağlanmıştır. Sonra kemiğin bir tarafında çıkıklar yaratılmıştır.
Diğer kemikte o çıkığı istiab edecek ve şekline uygun çukurlar yaratılmıştır ki çıkıklar o çukurlara yerleşip onların üzerini kapatsınlar. Bu bakımdan kul, öyle bir vaziyete geldi ki eğer bedeninin bir parçasını hareketlendirmek isterse, bu kendisi için zor değildir. Eğer mafsallar olmasaydı, böyle bir hareketlendirme kendisi için imkânsız olurdu. Sonra dikkat et ki Allah Teâlâ, başın kemiğini nasıl yaratmış, nasıl terkip etmiştir. Onu şekil ve suretleri değişik elli beş kemikten meydana getirmiştir. Gördüğün gibi onların bazısını diğerine başı kendisiyle düz kılacak şekilde bağlamıştır.
Bu bakımdan o kemiklerin altısı beyni kapsayan cimcime kemiğine mahsustur. Ondördü üst çeneye, ikisi alt çeneye, diğeri dişlere aittir. Dişlerin bazısı yassı ve öğütmeye elverişlidir. Bazısı keskindir, kesmeye elverişlidir. Onlar da kesici, öğütücü ve ön dişlerdir. Sonra boynu kafaya kaide (temel) kılmıştır. Boynu da içi boş ve yuvarlak yedi halkadan terkip etmiştir. O halkalarda girintiler, çıkıntılar ve eksiklikler vardır.
Bu da bazısı diğerine intibak etsin diye olmuştur. Buradaki hikmetin illetini zikretmek, oldukça uzun sürer. Sonra boynu sırt kaidesi üzerine bindirmiş, sırtı da boynun en altından kuyruk sokumuna kadar yirmi dört halkadan terkip etmiştir. Kuyruk sokumunu değişik üç parçadan terkip etmiştir ki ona en alttan kuyruk kemiği bitişir. Kuyruk kemiği de üç parçadan mürekkeptir. Sonra bel kemiğini, göğüs kemiği ile omuz kemiklerini ellerin kemiğini, kasık kemiği, kuyruk, baldırlar, ayak bileğinin kemikleri ve ayakların parmaklarıyla bitiştirdi.
Bu bakımdan biz bunun adedini zikretmekle kitabı uzatmayacağız. İnsan bedenindeki kemiklerin toplamı iki yüz kırk sekizdir. Mafsalların boşluklarını örten küçük kemikler bu sayının haricindedir. Bu bakımdan Allah Teâlâ'nın, bütün bu kemikleri nasıl ince ve zayıf bir damla meniden ya-rattığını iyi düşün!
Kemikleri zikretmekten gayemiz; kemik sayısını bildirmek değildir; zira bu basit bir ilimdir. Doktorlar ve cerrahlar bunu bilirler. Gayemiz; bu kemiklerden, onları tedbir edip yaratanı görmektir. O yaratan bu kemikleri nasıl takdir ve tedbir etmiştir, şekiller ve miktarları arasında nasıl değişiklik yapmıştır? Onları bu özel sayıya nasıl tahsis buyurmuştur, bunu müşahede etmektir; zira Allah Teâlâ, bu kemikleri bir tane fazla yapsaydı, o insan için sökülüp atılması gereken bir felâket olurdu. Eğer bu kemiklerden bir tanesini eksik yapsaydı, onu telafi etmeye mecbur olacak bir eksiklik olurdu. Doktor kemiklere, sadece tedavi yolunu öğrenmek için bakar. Basiret sahipleri ise kemiklere, yaratanının ve suret vere-ninin celâl ve azametine istidlal etmek için bakar. Öyleyse iki bakış arasında derin bir fark vardır.
Allah Teâlâ'nın, kemikleri harekete geçirmek için adaleleri nasıl alet olarak yarattığını düşün! İnsan bedeninde 529 adale yaratmıştır. Adale, et, asab, bağlar ve kılıftan ibarettir. Adalelerin miktar ve şekilleri, yerlerine ve ihtiyaçlarına göre değişiktir. Onlardan yirmidördü göz yuvarlağını ve etrafındaki kirpikleri harekete geçirmek içindir. Eğer bu adalelerden biri eksik olursa, gözün durumu bozulur. İşte böylece her azanın özel sayı ve miktarda adaleleri vardır.
Asab, damar, şahdamarları, kalp damarları, adaleleri, bittikleri yerler ve şubelerinin durumu bütün bunlardan daha acaiptir. İzahı oldukça uzun sürer, Bu parçaların kısımları hakkında tefekkür etme imkânı vardır. Sonra azalar, sonra bütün beden hakkında tefekkür imkânı vardır.
Bütün bunlar beden cisimlerinin acaipliklerine bakmaktır. Oysa beş duyu ile idrâk olunmayan sıfatlar ve mânâların acaiplikleri daha büyüktür. Bu bakımdan şimdilik insanın zâhir ve bâtınına, beden ve sıfatlarına bakarak, hayretini gerektiren sanat ve acaiplikleri görebilirsin. Bütün bunlar Allah'ın, necis olan bir damla sudaki sanatıdır! Sen bunda Allah'ın bir damla sudaki sanatını görürsün, acaba göklerin melekûtunda, yıldızlarındaki sanatı nasıldır? Bunları koymakta, şekillerinde, miktarlarında, adetlerinde, bazısının diğeriyle bir arada bulundurulmasında, birbirlerinden ayırt edilmesinde, suretlerinin değişik olmasında, doğuş ve batışlarının farklı olmasındaki hikmet nedir?
Sakın sanma ki göklerin bir zerresi dahi hikmetten ve birçok maharetlerden boş olarak yaratılmıştır. Aksine o, yaratılış bakımından daha kuvvetli, sanat yönünden daha ince, insan bedeninden daha fazla acaipleri derleyicidir. Hatta yeryüzündeki bütün şeyler göklerin acaipliklerine nisbet edilirse pek küçük kalır.
Yaratılışca siz mi daha çetinsiniz, yoksa gök mü? (Allah) onu yaptı. Kalınlığını (tavanını) yükseltti onu düzenledi. Gecesini örtüp kararttı, kuşluğunu (gündüzünü) açığa çıkardı.(Nâziat/27-29)
Şimdilik meni'nin tahliline dönelim! Önce onun halini, sonra vardığı durumu düşün ve düşün ki cinler ve insanlar bir araya gelip bir damla meniye kulak veya göz veya akıl veya kudret, ilim veya ruh vermeye veya o damlanın içindeki kemik veya damar veya asab veya deri veya tüy yaratmaya çalışsalar, acaba buna güçleri yeter mi? Hatta onun künhünü, hakîkatini, Allah Teâlâ'nın onu nasıl yarattığını çözmeye çalışsalar, bunu çözmekten bile aciz kalırlar! Bu bakımdan senin durumuna hayret etmemek mümkün değildir. Zira eğer ressamın insan suretine yaklaşacak derecede maharet gösterip yaptığı resme bakarsan, nakkaşın sanatına meharet ve el çabukluğuna, zekasına hayret edersin. Kalbinde onun kıymeti büyüdükçe büyür. Bununla beraber o suretin sadece mürekkep, kalem, el, duvar, kudret, ilim ve irade ile tamam olduğunu bilirsin. Oysa bunların hiçbiri nakkaşın fiili ve yarattığı değildir. Bunların herbiri başkasının yarattığıdır. Nakkaşın yaptığı mürekkeb ile duvarı özel bir tertib üzerinde bir araya getirmektir.
Bu bakımdan ona hayret eder, gözünde büyütürsün. Oysa necis olan meni damlasının daha önce olmadığını biliyorsun. Allah daha sonra babaların bellerinde ve annelerin göğüs kemiklerinde onu yarattı. Sonra oradan çıkardı. Ona şekil verdi. Onun şeklini güzel yaptı. Onu takdir etti. Takdir ve tasvirini güzel yaptı. Benzer cüzlerini değişik cüzlere böldü. Onun etrafında kemikleri kuvvetli yaptı. Azalarının şekillerini güzelleştirdi. Zâhir ve bâtınını süsledi. Damarlar ve asabları tertip edip bekasının sebebi olsundiye gıdaya mecra kıldı. O damlayı işitir, görür, bilir, konuşur bir insan yaptı. Ona bedeninin direği olsun diye sırtı yarattı. Yemekleri toplaması için mideyi yarattı. Duyuları kendinde toplaması için başı yarattı. Bu bakımdan iki gözü açtı. Tabakalarını tertipli kıldı. Şeklini, rengini, heyetini güzelleştirdi. Sonra onu örtsün, korusun, temizlesin ve ondan pislikleri uzaklaştırsın diye koruyucu kirpikleri yarattı. Sonra göz merceğinde, göğün geniş olmasına, aktarlarının birbirinden uzak olmasına rağmen, göklerin suretlerini belirtti. Bu bakımdan insan onlara bakar.
Sonra kulaklarını yardı. Onlara acı bir su koydu ki duymasını muhafaza etsin, zarar verici hayvanları ondan uzaklaştırsın. Sesleri toplayıp kulak zarlarına vermesi için kulağı sedefiyle çevirdi. Kulağa kasteden zararlı hayvanların yürüşünü hissetsin diye kulakta virajlar yarattı. Kulağa girmek için uzun bir yol meydana getirdi ki uyku halinde herhangi bir hayvan kulağa girmek isterse sahibi uyansın diye kulağı virajlı yaptı. Sonra yüzün ortasında burnu yükseltti. Onun şeklini güzel yaptı. Burun deliklerini açtı. Oraya koklama özelliğini koydu ki koklamak suretiyle gıdaları ayırsın. Kalbine gıda ve iç hararetini soğutması ve havayı teneffüs etmesi için burun deliklerini yarattı.
Sonra ağzı açtı. Onun içinde dili, konuşkan, kalbin tercümanı ve kalpteki mânâyı belirtici olarak yerleştirdi. Ağzı dişlerle süsledi ki dişler öğütmenin, kırmak ve kesmenin aleti olsunlar. Onların temellerini kuvvetli yaptı. Başlarını keskinleştirdi. Renklerini beyaz, saflarını tertipli yaptı. İpten geçirilmiş birer inci tanesi gibi başlarını eşit ve intizamlı olarak dizdi.
İki dudağı yarattı. Renk ve şekillerini güzel yaptı ki ağız üzerine kapanıp mideye giden deliği örtmüş olsun. Onlarla konuşma tamamlansın. Sonra hançereyi yaratıp seslerin çıkışı hatırlattı. Dil için hareket ve kesiş kudretini yarattı. Konuşma yolu genişlesin diye harflerin değişmesine sebep olan çeşitli mahreçlerde kıvrılmasını sağladı.
Sonra hançereleri darlık, genişlik, sertlik, kayganlık, cevherinin katılığı, gevşekliği, uzunluğu ve kısalığı hususunda değişik şekiller üzerinde yarattı. Öyle ki onları vasıtasıyla sesler değişir. İki sesin biri diğerine benzemez, her iki sesin arasında bir fark vardır. Dolayısıyla insanlar sadece sesiyle, karanlıkta bile bir insanı diğer insandan ayırt eder.
Sonra başı saç ve zülüflerle süsledi. Yüzü de sakal ve kaşlarla süsledi. Kaşları da kıllarının inceliği, şeklinin kavisliliğiyle süsledi. Gözleri kirpiklerle güzelleştirdi. Sonra iç azaları yarattı. Onların herbirini özel bir fiil için müsahhar kıldı. Mesela mideyi gıdanın oluşması için, ciğeri gıdayı kana tahvil etmek için, dalağı, ödü ve böbreği ciğere hizmet etmek için müsahhar kıldı. Dalak siyah maddeyi ciğerden çekmek suretiyle ona hizmet eder. Öd safrayı, böbrek mayi maddeleri çekmek suretiyle hizmet eder. Mesane de böbrekten gelen suyu kabul etmek suretiyle böbreğe hizmet eder. Sonra o suyu tenasül uzvu yoluyla dışarı çıkarır. Damarlar kanı bedenin diğer taraflarına yetiştirmek hususunda dalağa hizmet ederler. Sonra elleri yarattı. Hedeflere uzansın diye uzun yaptı. İçini yassı yaptı. Beş parmağı ayırdı. Her parmağı üç boğuma taksim etti. Dört parmağı bir tarafa, diğer parmağı da bir tarafa koydu ki baş parmak bütün parmakların yardımına koşabilsin. Eğer geçmiş ve geleceklerin hepsi bir araya gelip, ince fikirleriyle beş parmağın birbirinden uzaklığını değiştirerek mevcut şeklin ve dört parmağın uzunluktaki farklılığının ve aynı safta tertip edilmesinin yerine başka bir şekil vermeye çalışsalar buna güç yetiremezler.
Zira bu tertiple el, almaya ve vermeye yatkın olmuştur. Eğer eli açarsa, kendisi için bir tabaka olur. Onun üzerine istediğini koyabilir. Eğer kapatırsa kendisi için kepçe olur. Eğer eli açar, parmakları birbirine bitiştirirse, kendisi için kürek olur. Sonra parmak boğumlarına süs olsun diye parmakların başında tırnakları yarattı. Tırnaklar kopmasın diye destek direkler yarattı ki parmak boğumlarının yapamadığı ince işleri tırnaklarla yapabilsin. Onlarla ihtiyaç anında bedenini kaşısın. Bu bakımdan eğer insan azaların en kıymetsizi olan tırnağı kaybeder ve bedeninde kaşıntı olursa insan, mahlukatın en acizi ve zayıfı olur. Kimse onun bedenini kaşımakta onun yerini dolduramaz.
Sonra eli kaşınan yeri bilecek ve ulaşacak şekilde yarattı. Hatta uyku ve gaflet halinde olsa bile aramaya ihtiyaç olmaksızın o, kendiliğinden kaşınan yere uzanıp orayı bulur. Eğer başkasından bu hususta yardım isterse, başkası ancak uzun bir yorgunluktan sonra kaşınan yeri bulabilir.
Sonra bütün bunları, rahmin içinde olan ve üç karanlığa gömülü bulunan meni damlasından yaratmıştır. Eğer perde kalkıpda insanoğlu gözünü oraya uzatabilseydi, oradaki hatların ve şekillendirmenin yavaş yavaş o meni damlasının üzerinde cereyan ettiğini görürdü. Fakat ne sureti yapanı, ne de aletini göremez. Acaba aletine ve yaptığı şeye dokunmadan onda tasarruf edip çalıştıran bir sûret yapıcı veya bir fail gördün mü? Öyleyse Allah ortaktan münezzehtir. O'nun şanı pek büyük, O'nun burhanı pek açıktır.
Sonra kudretinin kemâliyle beraber rahmetinin tamamına dikkat et! Zira ana rahmi çocuk için dar gelip çocuk büyüyünce onu nasıl çıkış yoluna hidayet etmiş ki o başını eğip harekete geçer, oradan çıkış yerini arar. Sanki akıllı ve muhtaç olduğunu bilen bir kimsedir. Sonra çocuk çıkıp gıdaya muhtaç olunca, çocuğu memeyi emmeye nasıl hidayet etti? Sonra çocuğun bedeni zayıf olduğu ve diğer gıdalara tahammül edemediği için ince sütü yaratarak çocuğa göre nasıl hazırladığına dikkat et! Sütü fers ile kan arasından, katıksız ve lezzetli olarak nasıl çıkarttı. İki memeyi nasıl yarattı? Onlarda sütü nasıl derledi! O memelerin başlarını çocuğun ağzına sığacak kadar nasıl halk etti. Sonra memenin başında oldukça ince delikleri açtı ki o deliklerden süt ancak emdikten sonra tedricî bir şekilde çıkar; zira çocuk ancak sütün azını hazmedebilir. Sonra fazlasıyla acıktığı zaman o daracık deliklerden fazla süt çıkarmaya gücü yetsin diye çocuğu emmeye nasıl hidayet ettiğine dikkat et!
Sonra onun rahmet ve şefkatine bak! Nasıl dişlerin yaratılışını, iki senenin tamamlanmasına tehir etmiştir; zira çocuk iki senede sütten başka bir şeyle tam mânâsıyla gıdalanamaz. Bu bakımdan dişe ihtiyacı yoktur. Çocuk büyüyünce zayıf süt ona uygun düşmez. Bu sefer kuvvetli yemeğe muhtaç olur. Yemek de çiğnemeye ve yutmaya muhtaçtır. Bu bakımdan çocuk için, daha önce ve daha sonra değil, tam ihtiyaç anında dişleri bitirdi. Öyleyse O, eksikliklerden münezzehtir. O kaskatı kemikleri, o yumuşacık diş etlerinden nasıl çıkardığına bir bak!
Sonra anne babada, çocuk kendine bakmaktan aciz olduğunda ona bakmaları için çocuğa karşı şefkati yarattı. Eğer Allah, rah metini, anne ve babanın kalplerine yerleştirmeseydi, çocuk kendini yönetmek hususunda mahlûkların en acizi olurdu. Sonra çocuğa kudret, ayırt etme kabiliyeti, akıl ve hidayeti nasıl peyderpey ihsan ettiğini dikkatle izle! Böylece, çocuk baliğ olup tekamül etti. Sonra genç, sonra orta yaşlı, sonra ihtiyar oldu! O zaman ya şiddetle nankör kesiliverdi veya çokça şükredici! Ya muti veya asi! Ya mü'min veya kâfir oldu. Bu da şu ayet-i celîlenin tasdikidir.
İnsanın üzerinden, henüz kendisinin anılan birşey olmadığı uzun bir süre geçmedi mi? Doğrusu biz insanı imtihan etmek için karışık bir nutfeden yarattık da onu işitici ve görücü yaptık. Biz ona yolu gösterdik. (O) ister şükredici, ister nankör olur. (İnsan/1-3)
Allah'ın lütûf ve keremine, sonra kudret ve hikmetine dikkatle bak ki rabbanî huzurun
acaiplikleri seni hayrete ve dehşete düşürsün!O kimsenin durumuna hayret etmek gerekir ki güzel bir hattı (yazıyı) veya güzel bir nakışı bir duvar üzerinde gördüğünde, onu güzel kabul eder. Bütün himmetini nakkaş (nakışçı) ve hattat hakkında düşünmeye sarf eder: 'Acaba bunu nasıl nakşetmiş, nasıl yazmış, nasıl güç yetirmiş' diye düşünür. Durmadan nefsinde onu büyütür ve 'O ne kadar da zeki imiş! Sanatı ne kadar da mükemmel, kudreti ne kadar da güzel imiş' der. Sonra nefsinde ve nefsinin dışında olan acaipliklere bakar da yaratanın azametini takdir etmekten gafil kalır! Oysa, ustasının azameti onu dehşete, celâl ve hikmeti onu hayrete düşürmez!
İşte buraya kadar söylediklerimiz bedeninin acaipliklerinden bir nebzeciktir. Onun acaipliklerini tamamen saymak mümkün değildir. Bu bakımdan beden, tefekkür için en basit sahadır. Yaratanın azametine en bariz şahittir. Oysa sen bundan gafil, miden ve tenasül uzvunla meşgulsün. Nefsinden ancak acıkıp yemeyi, doyup uyumayı, iştahın çekip cinsî münasebette bulunmayı, öfkelenip öldürmeyi biliyorsun. Oysa hayvanların hepsi bu işlerde seninle ortaktır. İnsanı hayvanlardan ayıran özelliği, ancak göklerin ve yerin melekûtuna bakmak, kainatın ve nefislerin acaipliklerini mütalaa etmek suretiyle elde edilen ilâhî marifettir; zira bu marifetle kul mukarreb meleklerin zümresine (cemaatine) dahil olur. Peygamberler ve sıddîkların cemaatinde Allah'ın huzuruna yakın olduğu halde haşrolunur. Bu derece, hayvanlar ve hayvanlar gibi şehvetlerine uyan insan için sözkonusu değildir; zira bu insan hayvanlardan çok daha şerirdir. Çünkü hayvanın buna gücü yetmez. İnsana gelince, Allah ona bu gücü vermiştir. Sonra o gücünü çalışmaz hale getirip o hususta Allah'ın nimetini inkâr etmiştir. Bu bakımdan o nankörler hayvanlar gibidir. Hatta hayvanlardan daha fazla şaşkındır.
Nefsin hakkında düşünme yolunu öğrendiğinde; yer hakkında, sonra ırmak, deniz, dağ ve madenler hakkında düşün! Sonra oradan göklerin melekûtuna yüksel!
Yer'e gelince, Allah'ın ayetlerinden biri de yeri yaygı ve beşik olarak yaratması, orada geniş yollar ve geçitler yapması, üzerinde yürümek için onu yumuşak bir vaziyette ve dağlarda yeri sallantıdan koruyucu kazıklar olarak, insanların her tarafına ulaşamayacakları şekilde etrafını geniş yaratmasıdır. Ömürleri uzun olsa ve devamlı seyahat etseler bile yine de her tarafına ulaşamazlar.
Göğü sağlam yaptık, biz genişleticiyiz. Yeri biz döşedik. (Biz) ne güzel döşeyiciyiz!
(Zariyat/47-48)
O size yeri boyun eğer yaptı. Haydi onun omuzlarında yürüyün ve Allah'ın rızkından yeyin!
(Mülk/15)
O (Allah) ki yeryüzünü sizin için döşek, göğü de bina yaptı.(Bakara/22)
Allah Teâlâ aziz kitabında yeryüzünden çok bahsetmiştir ki arzın acaiplikleri hakkında insanoğlu düşünsün. Bu bakımdan arzın üstü dirilerin, içi ise ölülerin yeridir!
Arzı toplanma yeri yapmadık mı diriler ve ölüler için?! (Mürselât/25-26)
Yer ölüyken ona dikkatle bak! Onun üzerine su indirildiğinde canlanır, gelişir ve yeşerir. Acaip bitkiler bitirir. Çeşitli hayvanlar ondan çıkar. Sonra yerin etraflarını kocaman dağlarla nasıl sağlamlaştırdığına dikkat et! Suları dağların altında nasıl depo etti? Pınarları fışkırtıp yeryüzünde ırmakları nasıl akıttı? Kupkuru taştan ve bulanık topraktan ince, tatlı ve tertemiz suyu nasıl çıkardı? O su ile her şeyi nasıl meydana getirdi? Onunla ağaçve bitkilerin çeşitlerini, buğday, üzüm, yonca, zeytin, hurma, nar ve sayılmayacak kadar çok meyveleri nasıl çıkardı? Bu meyvelerin hepsi değişik şekilli, değişik renkli, değişik tad, sıfat ve kokuludurlar. Bazıları yemek hususunda diğerinden üstündür. Oysa hepsi bir su ile sulanmakta, bir yerden çıkmaktadır.
Eğer 'meyvelerin değişikliği, tohum ve köklerinin değişikliğine dayanmaktadır' dersen, bu takdirde sorarız, acaba hurma çekirdeğinde hurma salkımlarını gerdanlık gibi boynuna takan bir hurma ağacı ne zaman vardı? Acaba bir tek buğday tanesinde ne zaman her birinde yüz tane olan yedi başak mevcut olabilir?
Sonra çöllere bak! Üst ve altlarını tedkik et! Onları birbirine benzer toprak olarak görürsün. Ne zaman ki su onların üzerine inerse gelişir. Her güzel çiftten çeşitli renklerde, birbirine benzer benzemez bitkiler çıkarır. O bitkilerin her birinin tadı, kokusu, renk ve şekli öbürüne muhaliftir. Bitkilerin çokluğuna, türlerinin çeşitli oluşuna ve şekillerine (dikkatle) bak! Sonra bitkilerin değişikliğine, faydalarının çokluğuna dikkat et. Dikkat et ki Allah, garip ve faydalı ilâçları nasıl bitkilere emanet etmiştir. İşte şu bitki gıda, öbürü kuvvet verir. Şu bitki diriltir, başka bir bitki öldürür. Biri soğutur, biri hararet verir. Şu bitki mideye girerse safrayı damarların derinliğinden söker, şu bitki safraya inkılâb eder. Öbür bitki balgamı, sevda denilen maddeyi söker. Şu bitki yenildiğinde bu iki maddeye inkılâb eder. Filan bitki kanı tasfiye eder. Filanın kanı olur. Şu bitki neşe verir, öbür bitki uyutur. Bu bitki kuvvet verir. Biri zâfiyet verir.
Kısacası, yerden biten hiçbir yaprak ve hiçbir saman çöpü yoktur ki onda beşerin birçok faydası bulunmasın! Öyle ki beşerin takatinde o faydaların künhüne vâkıf olmak gücü yoktur. Bu bitkilerin her birinin yetişmesi özel bir çalışmaya muhtaçtır. Mesela hurma aşılanır, üzüm bağı budanır; ekin yabani ve zararlı otlardan ayıklanır. O bitkilerin bir kısmının bitmesi tohumu yere ekmek suretiyle olur. Bazısı fidanları yere dikmekle, bazısı ağacı aşılamakla! Eğer bitki cinslerinin değişikliğini, çeşitlerini, faydalarını, hallerini ve acaipliklerini anlatmak istesek, birçok gün, bunun vasfını yapmakla tükenir. Bu bakımdan her cinsten seni tefekkür yoluna sevkedecek kadar zikretmek yeterlidir. İşte bu söylediklerimiz bitkilerin acaiplikleridir.
Allah Teâlâ'nın ayetlerinden biri de dağların altına yerleştirilmiş cevherler ve yerden elde edilen madenlerdir. Yerde komşu birbirine değişik kıtalar vardır. Öyleyse dağlara dikkatle bak! Onlardan kıymetli cevherleri, altın, gümüş, firûze, inci ve benzerlerini nasıl çıkartmıştır? Bazıları altın, gümüş, bakır, kalay ve demir gibi, çekiçler altında istenilen şekle sokulur. Bazıları da firûz ve inci gibi dövmeyi kabul etmez. Allah'ın insanları bu madenleri çıkarmaya, temizlemeye, onlardan kablar, aletler, paralar ve süs eşyaları yapmaya nasıl hidayet ettiğine dikkat et!
Sonra petrol, kükürt, katran ve benzerleri gibi, yerden çıkan (sıvı) madenlere dikkatle bak! Onların en azı tuzdur. İnsan tuza yemeği daha leziz hâle getirmek için muhtaç olur. Eğer bir memleket tuzsuz kalırsa, o memlekete süratle felâket gelir!! Bu bakımdan Allah'ın rahmetini dikkatle izle ki bazı arazileri tabiî olarak nasıl çorak ve tuzlu yaratmıştır. Orada yağmurlardan gelen saf sular toplanır ve yakıcı bir tuza dönüşür. Öyle ki ondan bir miskal yemek dahi mümkün değildir. Onu sadece yemeğe tad vermesi ve dolayısıyla maişeti düzeltmek için yaratmıştır.
Canlı cansız hiçbir şey yoktur ki şu saymış olduğumuz hikmetlerden onda bir veya birkaç tane bulunmasın. Bu bakımdan Allah hiçbir şeyi boşuna yaratmamış ve her yarattığını ciddi olarak yaratmıştır. Her şeyi gerektiği gibi hak olarak gereken vecih üzerine, celâline, kerem ve lütfuna uygun düştüğü şekilde yaratmıştır.
Biz gökleri, yeri ve bunlar arasında bulunanları eğlenmek için yaratmadık. Onları sadece gerçek bir sebeple yarattık.(Duhân/38-39)
Hayvanları uçan ve yürüyen, yürüyenleri de iki, dört, on ve bir kısım haşaratta görüldüğü gibi yüz ayaklı olarak yaratması, sonra faydalarını, şekillerini ve tabiatlarını yaratması Allah'ın alâmetlerindendir. (Mesela) göklerde uçan kuşlara, evcil ve yabani hayvanlara dikkatle bak! Onlarda öyle acaiplikler görürsün ki o acaiplikleri gördüğünde onları yaratanın azameti, kudreti ve hikmeti hakkında tereddüt ve şüphe kalmaz! Bunları saymak nasıl mümkün olur? Bilakis biz sivrisineğin veya karıncanın veya arının veya evini yapmak, gıdasını derlemek, eşine ülfiyet vermek, nefsi için azıklanmak ve evinin şeklini yapmak maharetinde ve ihtiyaçlarını elde etmek hususundaki hidayetinde hayvanların küçüklerinden
olan örümceğin acaipliklerini belirtmek istersek buna gücümüz yetmez. Örümceğin evini bir nehir kıyısında yaptığını görürsün. Önce dokuduğu iple iki tarafa varmak imkânını elde etmek için aralarında bir zirâ veya daha az bir mesafe bulunan birbirine yakın iki yer arar. Sonra ipi olan tükrüğünü yapışması için bir tarafın üzerine atar. Sonra öbür tarafa geçer. İpin öbür tarafını sağlamlaştırır. Böylece iki üç defa gidip gelir. İplerin arasındaki uzaklığı geometrik bir uygunlukla inşa eder. Sonra uzatılan ipin düğümlerini sağlamlaştırdığında ve ipleri dizdiğinde, bu sefer, duvar yerine geçen ipleri dizmekle meşgul olur. Duvarı temel üzerine koyar. Bir kısmını diğerine ekler. Duvar mesabesindeki ipin temel mesabesindeki iple temas ettiği noktayı sağlamlaştırır.
Bütün bunlarda geometrik bir uygunluk gözetir. İçine sivrisinek ve karasineğin düşeceği bir ağ yapar ve bir köşede oturup avının ağa düşmesini bekler. Av ağa düştüğünde acelece onu tutup yer. Eğer avlanmaktan aciz kalırsa, böylece bir duvarda kendi nefsi için bir zaviye arar. Zaviyenin iki tarafı arasında ip ile birleştirme yapar. Sonra kendisini başka bir iple oraya asar. Başı aşağıya inik olarak havada uçan bir sineği bekler. Sinek uçtuğunda kendisini ona ok gibi atar. Onu tutup ipini onun ayağına dolar. Kuvvetlice bağlar ve yer.
Küçük ve büyük hiçbir hayvan yoktur ki onda sayılmayacak kadar acaiplikler bulunmasın! Acaba o hayvan, bu sanatı kendiliğinden öğrendiğini veya kendi kendisini meydana getirdiğini veyahut onu bir insanın yaptığını ve ona bu sanatı öğrettiğini veya onu hidayet edip öğreten hiçbir kuvvetin olmadığını mı zannediyorsun? Acaba basiret sahibi bir kimse örümcek denilen hayvanın miskin, zayıf ve aciz olduğundan şüphe eder mi? Hatta cüssesi büyük, kuvvetli görünen fil bile kendi işini idare etmekten acizdir. Bu zayıf hayvan nasıl aciz olmayacaktır? Acaba bu hayvan şekliyle, suretiyle, hareketiyle, hidayet oluşuyla, sanatındaki acaipliklerle, hikmet sahibi bir yaratanın, âlim ve kâdir bir yaradanın olduğuna şahidlik etmez mi? Basiret sahibi şu küçücük hayvanda, tedbir edici yaratanın azametinden, celâl, kudret ve hikmetinin kemâlinden öyle bir şey görür ki onun hakkında akıl sahipleri şaşakalırlar. Acaba diğer hayvanlarda neler vardır?
Bu da sayılmayacak kadar çoktur. Çünkü hayvanların şekilleri, huyları ve tabiatları sayılı değildir. Kalplerin hayvanlara hayret etmemesi, onları görmektendir. Evet! İnsanoğlu garip bir hayvan velev ki bir böcek olsa dahi görse, hayretini mucib olur ve "Sübhânallah! Bu ne acaip bir şeydir' der. Oysa insan hayvanların en acaibidir. Buna rağmen kendi nefsine hayret etmez. İnsanoğlu alıştığı hayvanlara, o hayvanların şekil ve suretlerine dikkatle baksa, sonra dönüp onlardan sağlanan deri, yün ve kıllar gibi faydalara baksa, öyle faydalar ki Allah onları mahlûkları için elbise, göç etme ve yerleşmelerinde çadır olarak yaratmıştır. İçecek ve gıda maddelerini yerleştirmek için kaplarını ve ayaklarını koru-yucu pabuçlarını onlardan yaratmıştır. O hayvanların sütlerini, etlerini insanlara gıda kılmıştır. Sonra onların bir kısmını binmek için süs yapmış, bir kısmını da yükleri taşıyıp uzak çölleri katetmek için yaratmıştır.
Evet, insan bunlara baksa, bunların yaradanının hikmetine çokça hayret eder. Çünkü o yaratan bunların bütün faydalarını derleyici ve bunların yaratılışından daha önce mevcut olan bir ilimle bunları yaratmıştır. Bütün işler düşünmeksizin, herhangi bir vezir veya müsteşardan yardım istemeksizin O'nun ilminde apaçıktır. O, ortaktan ve eksiklikten münezzehtir. Öyle ise bilen, sezen, hikmet ve kudret sahibi O'dur. O, yaratmış olduğunun en azı ile âriflerin kalplerinden tevhidi hakkındaki şehadetin doğruluğunu çıkarttı! Bu bakımdan halk için, O'nun kahrına ve kudretine baş eğmek, O'nun rabliğini kabul etmek, O'nun celâl ve azametinin marifetinden aciz olduğunu ikrâr etmekten başka bir çıkar yol yoktur! Bu bakımdan hiç kimse O'na gereği gibi, O'nun kendi nefsini övdüğü gibi O'nu övemez. Bizim marifetimizin en son noktası O'nun marifetinden aciz kaldığımızı itiraf etmektir. Bu bakımdan Allah Teâlâ'dan minnet ve şefkatiyle bizi hidayetle şereflendirmesini talep ederiz!
O'nun yüce kudretine delâlet eden ayetlerinden biri de yeryüzü kaplayan büyük okyanus'un bir parçası olan ve yerin kıtalarını içine alan engin denizlerdir. Hatta karalar, denizlere nisbeten kocaman bir denizin içindeki küçücük bir ada gibidirler.
Yeryüzünün diğer bir kısmı ise su ile kaplıdır.
Nitekim Hz.Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:
Yeryüzü bir (ağılın veya ahırın) yeryüzündeki yeri kadardır.12
Bu bakımdan bir ağılı (ahırı) bütün kürre-i arza nisbet et (ve ne kadarcık olduğunu anla!) Yeryüzü, denize nisbeten bir ağıl kadardır. Oysa sen yeryüzünün acaipliklerini ve onda bulunanları müşahede ettin. Şimdi denizin acaipliklerini düşün! Zira denizin genişliği yerin genişliğinin birkaç misli olduğu gibi, orada bulunan hayvan ve cevherlerin acaiplikleri de yeryüzünde gördüğün acaipliklerden kat kat daha fazladır.
Deniz o kadar büyüktür ki onun içinde bulunan büyük hayvanların sırtları denizin dışında göründüğünde görünen hayvanlar birer ada zannedilir. Gemi yolcuları onun üzerine inerler. Bazı kereler o hayvanlar üstlerinde yakılan ateşleri hisseder, harekete geçer ve böylece onun sırtına inen insanlar onun hayvan olduğunu anlarlar. Kara hayvanlarından gerek at, gerek kuş, gerek sığır, gerek insan olsun, mutlaka denizde onların benzerleri ve birkaç katı mevcuttur. Denizde öyle cins hayvanlar vardır ki karada onların benzerleri bilinmemektedir. Deniz hayvanlarının sıfatları birkaç cilt kitapta zikredilmiştir. Deniz seyahatlerini ve acaipliklerini derlemekle meşgul olan kimseler bu konularda birçok kitaplar telif etmişlerdir.
Sonra Allah Teâlâ'nın inciyi nasıl yaratıp su altında kabuğunda onu muhafaza ettiğine dikkat et! Allah'ın mercanı su altında, sağır taşlarda nasıl bitirdiğine dikkat et! Oysa mercan, ağaç şeklinde bir bitkidir, taşta biter. Sonra denizden çıkarılan çeşitli nefis şeyleri düşün!
Sonra gemilerin acaipliklerine dikkat et! Allah onları su üzerinde nasıl tutmuş, insanlara gemilerde seyretmeyi nasıl müyesser kılmıştır? Yüklerini başka yerlere götürmek için gemileri onlara nasıl müsahhar kılmış, sonra gemileri yürütmek için rüzgârları nasıl salıvermiş, sonra gemicilere rüzgârların esinti istikametlerini, vakitlerini ve varacakları noktaları nasıl bildirmiştir? Kısacası; Allah Teâlâ'nın denizdeki sanatının acaiplikleri birkaç cilt kitaba sığmaz.
Bütün bundan daha acaip olan şey, su damlasının keyfiyetidir. Su, ince, lâtif, seyyal, ıslatıcı ve parçaları birbirine bitişik bir cisimdir. Sanki bir şeydir. Terkibi ince, sanki bitişik değilmiş gibi parçalanmayı gayet süratle kabul eder. Tasarrufa müsahhar kılınmış, ayrılma ve bitişmeye kabiliyetlidir. Yeryüzünde bulunan hayvan bitki her şeyin hayatı ona bağlıdır. Eğer kul, su içmeye muhtaç olur da ondan menedilirse, eğer yeryüzünün bütün hazineleri malı olsa, suyu elde etmek için, tereddütsüz feda eder. Sonra insan suyu içtiğinde dışarı çıkarmaktan menedilirse yine yeryüzünün bütün hazinelerini ve bütün dünya mülkünü sarfetmekte tereddüt etmez. Âdemoğluna hayret etmek gerek! Nasıl dinar, dirhem, ve cevherleri gözünde büyütür de Allah Teâlâ'nın bir yudum sudaki nimetinden gafil kalır! Oysa o bir yudum suyun içilmesine veya dışarı atılmasına muhtaç olduğunda bütün dünyayı o yolda verir! Sular; nehirler, kuyular ve denizlerin acaiplikleri hakkında derin derin düşün! Bu hususlarda tefekkür için geniş bir alan ve imkân vardır.
Bütün bunlar belirgin deliller ve birbirini takviye eden burhanlar, hâl diliyle konuşup kendilerini yoktan varedenin celâlini izah eden, kendileri hakkındaki kemâl-i hikmetini belirten hüccetlerdir. Bu hüccetler basiret sahiplerini nağmeleriyle çağırarak her akıl sahibine şöyle haykırmaktadır: 'Beni görmez misin? Suretimi, terkibimi, sıfatımı, faydalarımı, hallerimin değişikliğini, faydalarımın çokluğunu görmez misin? Ben kendiliğimden böyle olduğumu veya cinsimden olan birinin beni yarattığını mı zannediyorsun? Üç harften yazılı bir kelimeye bakıp bu kelimenin âlim, kudretli, iradeli ve konuşkan bir insanın sanatı olduğuna inanmaktan utanmıyor musun?' Sonra yeryüzünün sahifeleri üzerinde ilâhî hatların yazılmış acaipliklerine bakar ki bu acaiplikler, zatı ve hareketi gözlerle görülmeyen ve yazı yeriyle birleşmesi bulunmayan ilâhî kalemle yazılmıştır. Kalp o hatların yaratıcısının celâlinden ayrılır.
O (insanî) damla sağırlara değil, kulak ve kalp sahiplerine şöyle haykırıyor: Beni iç organların karanlığında, hayız kanına gömülmüş sanıyorsun! O vakit yüzümün üzerinde hatlar ve suret belirir ve ezelî nakkaş gözbebeğimi, kirpiklerimi, alnımı, yanak ve dudağımı nakşeder. Bu bakımdan kaşlarımın tedricî olarak, kavisli bir duruma geldiğini görürsün.
Oysa nutfenin içinde ve dışında nakşeden birini göremezsin. Rahme gireni veya rahimden çıkanı müşahede etmezsin! Bundan ne annenin, ne babanın, ne meni damlasının ve ne de anne rahminin haberi vardır. Acaba bu nakkaş, kalem ile hayret verici bir sureti çizen ressamdan daha hayret verici değil midir?! Eğer bir veya iki defa (dikkatle) buna bakarsan muhakkak anlarsın! Acaba nutfenin zâhirini, bâtınını ve bütün cüzlerini nutfe ile herhangi bir teması olmadığı halde kapsayan, dahil ve hariçten herhangi bir ittisali olmayan, suretlendirme ve nakıştan ibaret olan bu cinsi öğrenmeye gücün yetmez mi? Eğer bu acaipliklere hayret etmiyorsan ve bu sureti veren, bu nakışın nakkaşı ve bu takdirin sahibi olan zatın nakış ve sanatına hiçbir nakış ve sanatın müsavi olmadığı gibi kendisinin de benzeri olmadığını, hiçbir nakkaş ve suret vericinin ona eşit ve müsavi bulunmadığını, iki fail arasındaki mübayenet ve uzaklığın, iki fiilin arasındaki uzaklık oranında olduğunu anlayıp hayret etmiyorsan, hiç olmazsa hayret etmediğine hayret et! Çünkü buna rağmen hayret etmeyişin, her hayret verici şeyden daha hayret vericidir; zira bu açıklığa rağmen basiretini körleten, bu izaha rağmen seni bunları ayırmaktan menedenin durumuna hayret etmen gerekir. Bu bakımdan hidayet eden ve saptıran, delâlete ve inkâra götüren, şakî ve saîd yapan, dostlarının basiretlerini açıp âlemin bütün zerre ve parçalarında kendisini müşahede etmeye muvaffak kılan, düşmanlarının kalplerini körletip izzet ve yüceliği ile onlardan cemâlini perdeleyen Allah ortaktan münezzehtir. Yaratmak, emir, minnet etmek, lütûfta bulunmak, kahretmek O'na mahsustur. O'nun hükmünü geriye çeviren olmadığı gibi, kaza ve kaderini geciktiren de yoktur.
O'nun kudretine delâlet eden ayetlerinden biri de yeryüzünün elips oluşu ve göğün derinliği arasında hapsedilen lâtif bir havadır. Rüzgârlar estiğinde ne dokunmak suretiyle cismi ve ne de bakmak suretiyle şahsı görülmeyen hava! Havanın tamamı, tek deniz gibidir.
Kuşlar gök boşluğunda halka tutmuş, kanatlarını yapıştırmış, deniz hayvanlarının suda yüzmesi gibi kanatlarıyla orada yüzmektedirler. Deniz dalgalarının coştuğu gibi, rüzgâr estiğinde hava dalgalanmakta ve etraf sallanmaktadır. Allah Teâlâ havayı hareketlendirdiğinde ve onu şiddetle esen bir rüzgâr kıldığında, eğer dilerse, onu rahmetinin önünde gönderilen bir müjdeci yapar.
Rüzgârları aşılayıcı olarak gönderdik de gökten su indirdik, böylece sizi suladık.
(Hicr/22)
Onun hareketiyle havanın ruhu hayvan ve bitkilere yetişir. Onlar da gelişirler. Eğer dilerse o esen rüzgârı, mahlukâtın günahkârlarına azap kılar.
Nitekim şöyle buyurmuştur:
Biz onların üstüne uğursuz mu uğursuz bir günde uğultulu bir kasırga saldık. İnsanları sanki köklerinden sökülmüş hurma kütükleri imişler gibi koparıp deviriyordu.(Kamer/19-20)
Sonra havanın letafetine, şiddetine ve suda tazyik yaptıkça kuvvetine bak! Üfürülmüş tulumun üzerine kuvvetli kişi var kuvvetiyle, onu suya daldırmak için basar, fakat onu suya batırmaktan aciz kalır. Oysa katı demiri suyun üzerine koysan derhal batar. Havanın, letafetine rağmen, kuvvetiyle nasıl suya dalmaktan korunduğuna dikkat et! Bu hikmete binanen Allah Teâlâ, su üzerinde gemileri durdurmuştur.
Böylece içi boş ve içinde hava bulu-nan şeyler suya batmaz. Çünkü hava onu batmaktan meneder. Geminin ise, iç sathından hava ayrılmaz. Bu bakımdan ağır gemi, kuvvet ve katılığına rağmen, tıpkı kuyuya yuvarlanmaktan menedici ve kuvvetli bir kişinin eteğine asılan bir kimse gibi latif hava ile asılı kalır. Gemi, iç boşluğundan ötürü kuvvetli havanın eteklerine sarılır, yatmaktan ve batmaktan korunur. Öyle ise ağır gemiyi latif gözle görülen bir ip ve bağlanan bir düğüm olmaksızın havada tutan Allah (c.c) eksikliklerden münezzehtir.
Sonra hava boşluğunun acaipliklerine, orada beliren bulutlara, işitilen gürültülere, şimşeklere, yağmurlara, karlara, yıldızlardan kopan ateş parçalarına ve yıldırımlara bak! Bunlar gök ile yer arasındaki acaipliklerdir.
Kur'an bunların cümlesine şu ayetiyle işaret etmiştir:
Biz gökleri, yeri ve ikisi arasında bulunanları eğlenmek için yaratmadık!(Duhân/38)
İşte gökler ile yer arasında olan bu havadır. Kur'an bunun tafsiline, çeşitli yerlerde işaret ederek şöyle buyurmuştur:
O arzda her türlü canlıyı yaymasında, rüzgârları ve yer ile gök arasında emre hazır bekleyen bulutları evirip çevirmesinde elbette düşünen bir topluluk için deliller vardır.
(Bakara/164)
Nitekim gökgürültüsünü, şimşeği, bulutu, yağmuru her ele alışında bunun tafsilatına işaret etmiştir! Eğer bu cümleden nasibin yoksa, sadece yağmuru görüyor, gürültüyü işitiyorsan, bu durumda hayvan da seninle ortaktır. Öyle ise, hayvanlar âleminin düşüklüğünden en yüce âleme yüksel! Gözlerinle onların zâhirini idrâk etmiş oldun. O halde, zâhir gözünü kapat, bâtınî basiretinle bak ki onların acaibini ve sırlarının garibini görebilesin. Bu da hakkında tefekkürün uzadığı bir bahistir. Bunu teker teker saymak mümkün değildir.
Kapkaranlık ve kesif bulutu düşün! Bulutlar saf saf bir boşlukta toplanır. Allah dilediği zamanda onu yaratır. O bulut, yumuşaklığına rağmen, ağır suyu taşıyıp, Allah Teâlâ ona suyu indirmek, yağmur tanelerini irade ettiği miktarda yağdırmak ve istediği şekilde göndermek iznini verinceye kadar göğün boşluğunda durur. Allah ona izin verince suyu yeryüzüne serper. Onu ayrı damlalar halinde gönderir ki damlaların biri diğerine yetişmez.
Biri diğeriyle birleşmez. Her damla, kendisi için çizilmiş yoldan gelir ve o yoldan ayrılmaz. Ne gecikir, ne de arkadan gelen acele eder, yere tane tane düşer. Eğer geçmiş ve gelecekler bir damla su yaratmak hususunda veya bir memlekete, bir köye inen yağmur damlalarının sayısını bilmek hususunda birleşseler, cinler ve insanlar bunun hesabını yapmaktan aciz kalırlar.
Bu bakımdan o damlaların adedini ancak onları icad eden Allah bilir. Sonra onların her damlası yeryüzünün bir yerine ve kürre-i arzda bulunan kuş, vahşi hayvan, haşereler ve yürüyen canlılar için tayin edilmiştir. O damla üzerine ilâhî zâhirî gözle idrâk edilmeyenbir hat (yazı ile) 'Filan dağın filan yerinde bulunan falanca böceğin rızkıdır. Bu su filan zamanda o böcek susadığında ona yetişecektir' yazılmıştır.
Bununla beraber latif sudan kaskatı dondurulmuş doluda ve atılmış pamuk gibi yağan kar tanelerinde sayılmayacak kadar acaiplikler mevcuttur.
Bütün bunlar Kâdir ve Cebbâr olan Allah'ın fazlı, kâhir ve yaratan'ın kahrıdır. Yaratılmışlardan hiçbirinin burada dahli yok-tur. Aksine O'nun mahlûkuna O'nun celâl ve azameti altında baş eğip zillet göstermekten başka birşey düşmez. İnkârcı körler ise bunun keyfiyetini bilmemekten ve sebep ile illetini zikretmekten dolayı zanlarının oklarını atmaktan başka birşey yapamazlar. Bu bakımdan mağrur cahil der ki: 'Su, tabiatiyle ağır olduğundan aşağı iniyor! Suyun iniş sebebi ancak budur!'
Cahil, bu bilginin sadece kendisine ait olduğunu zanneder ve bu bilgiyle sevinir. Oysa eğer kendisine 'Tabiatın mânâsı nedir? Tabiatı yaratan kimdir? Suyun tabiatını ağır olarak yaratan kimdir? Ağacın diplerine dökülen suyu ağır olmasına rağmen inceltip oradan en üst dallara çıkartan kimdir? Su nasıl önce alta sızdı, sonra damarların boşluklarından, yavaş yavaş, üste yükseldi?' diye sorsak ne diyecek? Öyle ki su yaprakların bütün taraflarına yayılır, fakat görülmez. Ancak her yaprağın her cüzü ondan gıdalanır. Su, o yapraklara küçücük ve kılcal damarların boşluklarından girer. Yaprağın aslı olan damar, ondan kana kana içer. Sonra o büyük ve yaprağın uzunluğunda yayılmış damardan küçücük damarlar yayılır. Sanki büyük damar bir nehir gibidir, ondan yayılan küçük isale boruları ayrılır.
Büyük damar bir nehir gibidir, ondan yayılan küçük damarlar ise, arklar gibidir. Sonra o arklardan onlardan daha küçük isale boruları ayrılır. Sonra onlardan da örümcek ağına benzer ince ve gözün görmediği ipler (damarlar) yaprağın bütün yassılığına yayılır.
Dolayısıyla gıdalandırmak, geliştirmek, sulandırmak, tazeliği ve yeşilliği muhafaza etmek için su o damarlardan yaprağın diğer parçalarına ve meyvelerin diğer cüzlerine ulaşır. Eğer (tabiatçının dediği gibi) su, tabiatıyla daima aşağıya doğru hareket ediyorsa, acaba nasıl yukarıya çıkıyor? Eğer bu çıkış, bir çekenin çekmesiyle oluyorsa acaba onu teshîr eden kimdir? Eğer sonunda göklerin ve yerin yaratanına mülk (dünya) ve melekût (ahiret) cebbârına dayanır ve varırsa acaba başlangıçta neden ona havale edilmiyor? Bu bakımdan cahilin en son varacağı nokta, akıllının başlangıç noktasıdır.
O'nun (büyük kudretinin) ayetlerinden biri de göklerin, yerin ve göklerde bulunan yıldızların melekûtudur. Bu, emrin tamamıdır. O halde kim herşeyi idrâk edip, göklerin acaiplerini elinden kaçırırsa, herşey onun elinden kaçmış demektir. Yer, denizler, haya, göklerden başka her cisim, göklere oranla, denizde bir damla, hatta bir damladan daha küçüktür. Sonra dikkat et ki Allah Teâlâ göklerin ve yıldızların durumunu Kur'an'da nasıl büyütmüştür? Kur'an'ın hiçbir sûresi yoktur ki çeşitli ayetlerinde bu husustan söz edilmesin. Bunlara yapılan nice yeminler vardır; Kur'an'daki şu ayetler gibi:
Burçlara sahip göğe andolsun!(Burûc/1)
Göğe ve târıka andolsun! (Târık/1)
(Çeşitli) yolları bulunan göğe andolsun ki!(Zâriyat/7)
Göğe ve onu bina edene kasem olsun! (Şems/5)
Güneşe ve onun aydınlığına, ona tâbi olduğu zaman ay'a andolsun!(Şems/1-2)
Yoo, yemin ederim o geri kalıp gizlenenlere, geri dönüp (ışık) verenlere!(Tekvîr/15)
İnmekte olan yıldıza andolsun ki!(Necm/l)
Yoo, yıldızların yerlerine yemin ederim! Eğer bilirseniz, bu büyük bir yemindir. (Vâkıa/75-76)
Böylece anlaşıldı ki necis bir damlanın acaipliklerinin marifetinden geçmiş ve gelecekler aciz kalmıştır. Allah'ın kendileriyle yemin ettikleri şeylerin marifetinden de aciz kalmışlardır. Allah'ın kendisiyle yemin ettiği şeylere rızıkları havale ve izafe etmesi hakkında ne zannediyorsun?
Semada rızkınız da var, uyarıldığınız (azap) da var. (Zâriyat/22)
Bu hususta düşünenleri överek şöyle buyurmuştur:
Onlar ayakta iken, otururken ve yatarken Allah'ı anarlar. Göklerin ve yerin yaratılışı hakkında düşünürler!(Âlu İmran/191)
Hz. Peygamber (s.a) bu ayetle ilgili olarak şöyle demiştir:
Bu ayeti okuyup sonra bıyığını bükene (aldırmayana) azap olsun!13
Allah Teâlâ, bunlardan yüz çevirenleri kötüleyerek şöyle buyurmuştur:
Göğü (düşmekten) korunmuş bir tavan yaptık. Onlarsa hâlâ O'nun ayetlerinden yüz çeviriyorlar.(Enbiyâ/32)
Acaba bütün deniz ve yerlerin göklere nisbeti ne olabilir? Oysa onlar yakında değişirler. Gökler ise sağlam, kuvvetli ve kıyamete kadar değişmekten korunmuştur.
Onun için Allah Teâlâ göklere 'korunmuş' diye ad vererek şöyle buyurmuştur:
Göğü korunmuş bir tavan yaptık.(Enbiya/32)
Üstünüze yedi sağlam (gök) bina ettik.(Nebe/12)
Yaratılışca siz mi daha çetinsiniz, yoksa gök mü? (Allah) onu yaptı. Kalınlığını (tavanını) yükseltti, onu düzenledi.(Naziat/27-28)
İzzet ve ceberrût'un acaipliklerini görmen için melekûta dikkatle bak! Zannetme ki melekûta bakışının mânâsı gözünü oraya uzatman ve dolayısıyla göğün maviliğini, yıldızların ışık ve ayrılığını görmendir. Çünkü hayvanlar da bu bakışta seninle ortaktır.
Eğer böyle bir bakış kastedilseydi Allah Teâlâ şu sözü ile Hz. İbrahim'i övmezdi:
Böylece biz İbrahim'e göklerin ve yerin melekûtunu gösteriyorduk ki kesin inananlardan olsun!(En'âm/75)
Kur'an, göz ile idrâk edilen şeyleri Mülk ve Şehadet tâbiriyle ifade ediyor. Gözün görmediği şeyleri ise Gayb ve Melekût'la ifade ediyor. Allah Teâlâ gayb ve şehadetin âlimidir. Mülk ve melekûtun cebbârıdır. Hiç kimse O'nun ilminden, dileğinden başka birşeyi ihâta edemez. O, gaybın âlimidir. Razı olduğu peygamberden başka hiç kimseyi gaybına muttali kılmaz. (Bunlar Kur'an'ın hükümleridir).
Ey akıllı insan! Tefekkürünü melekûtta gezdir. Böylece göklerin kapısının senin için açılması ümit edilir. Dolayısıyla kalben göklerin etrafında, kalbinle arşın huzurunda duruncaya kadar de-vam et! İşte o zaman Hz. Ömer'in rütbesine ulaşman ümit edilir; zira o şöyle demiştir: 'Kalbim rabbimi gördü!'
En uzağa varmak ancak en yakını geçtikten sonra mümkündür. Sana en yakın olan şey nefsindir. Sonra merkezin olan kürre-i arzdır. Sonra seni kapsayan havadır. Sonra bitki hayvan ve yeryüzündeki şeylerdir. Sonra fezanın acaiplikleridir. O da gök ile semanın arasındaki şeylerdir. Sonra yıldızlarıyla beraber yedi göktür. Sonra kürsî sonra arş, sonra arş'ın hameleleri ve göklerin idarecileri olan meleklerdir. Sonra ondan arş, kürsî, gök, yer ve aralarındakinin sahibi olana bakmaya geçersin! Bu bakımdan seninle bunlar arasında büyük sahralar, uzun mesafeler, yüce ve geçilmesi zor geçitler vardır. Oysa sen daha diğerlerine nisbeten düşük ve yakın olan geçidi bile geçmiş değilsin. O da nefsini bilmendir. Nefsini bilmediğin halde rabbinin marifetini iddia ederek 'Rabbimi tanıdım. Kullarını tanıdım. O halde neyin hakkında düşüneyim? Neye bakayım?' diyorsun.
Şimdi başını kaldır göğe bak. Göğe, onun yıldızlarına, onların deveranına, doğuşuna, batışına, güneşine ve ayına bak. Doğuşların ve batışların değişik oluşuna, seyrinden herhangi bir değişiklik ve hareketinde herhangi bir gevşeme olmaksızın, daima hareket edişine bak! Bütün bunlar mukadder bir hesaba göre tertip edilmiş konaklarda cereyan ederler. Allah Teâlâ onları, Kitab'ı dürmek gibi, duruncaya kadar ne arttırır, ne de eksiltir. Yıldızların çokluğunu ve renklerinin değişikliğini düşün! Bunların bir kısmı kırmızılığa, bir kısmı da beyazlığa meyleder! Bir kısmı kurşunî renge kaymaktadır. Sonra şekillerinin değişikliğine bak! Bazıları akrep, bazıları koç, bazıları öküz, bazısı aslan, bazısı insan suretindedir. Yeryüzünde hiçbir suret yoktur ki onun misali gökte bulunmasın. Sonra güneşin bir senelik müddeti içinde feleğin etrafında dönüşüne bak! Sonra o güneş hergün doğar ve Allah Teâlâ'nın kendisi için müsahhar kıldığı başka bir seyir ile batar. Eğer onun doğuş ve batışı olmasaydı gece ile gündüz oluşmaz ve zamanlar bilinmezdi.
Kainatı devamlı olarak ya karanlık veya aydınlık kaplardı. Dolayısıyla çalışma vakti, istirahat vaktinden ayırd edilemezdi. Allah Teâlâ'nın, geceyi nasıl örtü, uykuyu istirahat, gündüzü geçim vasıtası kıldığına dikkat et! Allah Teâlâ'nın geceyi gündüze, gündüzü geceye idhâl etmesine ve onların üzerine özel bir tertipte fazlalık ve eksikliği sokmasına dikkat et! Güneşin seyrini göğün ortasından kaydırmasına bak! Öyle ki güneşin kayışı sebebiyle, yaz, kış, bahar ve güz mevsimleri meydana geldi.
Bu bakımdan güneş, göğün ortasındaki yolundan birazcık inse hava soğur, kış meydana gelir. Göğün ortasında bulunduğunda hararet şiddetlenir. İkisinin arasında olduğunda mevsim normale döner. Göklerin acaibinin cüzlerinden birinin binde birini saymaya dahi imkan yoktur. Bu ancak tefekkür yolu için bir uyarmadır. Kısacası, yıldızlardan hiçbiri yoktur ki yaratılışında, mik-tarında, şeklinde, renginde, göğe konmasında, göğün ortasına yakın ve uzak oluşunda, yanındaki yıldızlara yakınlık ve uzaklığında Allah Teâlâ'nın birçok hikmeti olmasın!
Bedenin azalarını da bunlara kıyas et! Zira hiçbir cüz yoktur ki onda bir veya birkaç hikmet bulunmasın. Fakat göğün işi daha büyüktür. Hatta yer âlemi ile gök âlemi arasında nisbet yoktur. Ne cisminin büyüklüğünde, ne de mânâlarının çokluğunda nisbet vardır. Mânâların çokluğundaki ve aralarındaki farklılığı, yerin büyüklüğündeki ve aralarındaki farklılığa kıyas et! Zira yerin büyüklüğünü ve etrafının genişliğini ve hiçbir insanın onun etraflarını dolaşmaya gücünün yetmediğini bilirsin. Oysa düşünürler ittifak etmişlerdir ki güneş, yüz altmış küsür defa yeryüzünden büyüktür. Haberlerde de güneşin büyüklüğüne delâlet eden mânâlar vardır.14
Sonra gözünle gördüğün yıldızların en küçüğü dünyadan sekiz kat büyüktür. En büyükleri ise dünyadan yaklaşık olarak yüzyirmi kat daha büyüktür. İşte bununla yıldızların yüksekliği ve uzaklığı anlaşıldı; zira uzaklığından dolayı küçük görünmektedirler.
Bunun için Allah Teâlâ onların uzaklığına işaret ederek şöyle buyurmuştur:
Kalınlığını (tavanını) yükseltti, onu düzenledi. (Naziat/28)
Haberlerde vârid olmuştur ki iki göğün arası beşyüz senelik mesafedir.15
Madem ki bir yıldız dünyadan birkaç defa daha büyüktür. O halde yıldızların çokluğuna, sonra yıldızların toplandığı göğe ve onun azametine bak! Sonra hareketinin süratine bak ki hareket ettiğini bile hissetmemektesin! Nerde kaldı ki süratini hissedesin. Fakat şüphe etme ki gök, bir anda bir yıldızın enliliği kadar mesafe kateder; zira bir yıldızın ilk parçasının doğuşundan tamamına kadar az bir zaman vardır. Oysa o yıldız, yüz defa belki daha fazla dünyadan büyüktür. Bu bakımdan bu azıcık lâhzada, felek yüz defa yeryüzü kadar hareket etmiştir. İşte böylece, daimî olarak deveran etmektedir. Oysa sen bundan gafilsin!..
Cebrail'in (a.s) onun hareketinin süratini nasıl ifade ettiğine dikkat et! Zira Hz. Peygamber (s.a) Cebrâil'e 'Güneş zâil oldu mu?' dedi. Cebrâil 'Hayır! Evet!' dedi, Bunun üzerine Hz. Peygamber 'Sen nasıl hem hayır, hem evet dersin?' dedi. Cebrâil dedi ki: 'Hayır dememle, evet demem arasında güneş beşyüz senelik bir mesafe katetti'.
Bu bakımdan güneşin büyüklüğüne bak! Sonra hareketinin süratine, sonra hakîm ve yaratıcı'nın kudretine bak! Güneşin genişliğine rağmen onu nasıl küçücük gözbebeğine sığdırmıştır? Hatta yerde oturup, gözlerini güneşe doğru açar, kürsünün hepsini görürsün.
Bu bakımdan büyüklüğüne, yıldızların çokluğuna rağmen bu göğe değil, onun yaradanına bak ki onu nasıl yaratmış? Onu gözle görülecek bir direk olmaksızın ve askı bulunmaksızın nasıl durdurmuş? Bütün âlem bir ev gibidir, gök de onun tavanı! Bu bakımdan hayret etmen gerek. Çünkü bir zenginin evine girdiğinde o evi boyalarla, altın yaldızlarla süslenmiş görürsün. O ev hakkındaki hayretinin sonu gelmez. Durmadan onu hatırlar, hayat boyunca onun güzelliğini anlatırsın. Oysa daima şu büyük eve (kâinata), onun arzına, tavanına, havasına, mobilyasına, acaipliklerine, hayvanlarının garipliklerine, nakışlarının hayret vericiliğine bakarsın. Sonra bunun hakkında konuşmaz, kalbinle buna iltifat etmezsin! Oysa bu ev, durmadan anlattığın evden daha aşağı değildir. Oysa o anlattığın ev şu kâinat evinin en kıymetsiz parçası olan yeryüzünün bir parçasıdır. Buna rağmen kainat evine bakmazsın. Oysa bu bakmayışın sebebi; ancak onun rabbinin evi olmasıdır. Öyle ev ki rabbin tek başına onu bina ederek tertip etmiştir. Oysa nefsini, rabbini ve rabbinin evini unutmuş, işkemben ve tenasül uzvunla meşgul olmaktasın! Senin şehvet ve haşmetinden başka bir hedefin yoktur. Bütün isteğin mideni doldurmandır. Oysa hayvanın yediğinin onda birini yemeğe muktedir değilsin.
Bu duruma göre hayvan senden on derece üstündür. Senin haşmetten amacın da insanların sana yönelip huzurunda münafıklık yapıp aleyhindeki pis inançlarını gizlemeleridir. Eğer onlar, seni sevdiklerinde doğru söylerlerse, ne senin için, ne kendileri için fayda veya zarar vermeye, ölümü defedip hayatı celbetmeye ve kabirden kalkmaya güçleri yetmez. Bazen memleketinde yahudi ve hristiyanların zenginlerinden dünyevî mertebesi senin mertebenden daha fazla olanı olur. Buna rağmen sen bu gurur ile meşgul olmuş, göklerin ve yerin melekûtunun güzelliğine bak-hmaktan gafil olmuşsun.
Sonra melekût ve mülkün sahibinin celâline bakmaktan alınan zevkten gafil olmuşsun. O halde senin ve aklının misâli, karıncanın misâli gibidir ki karınca padişahın, yüksek duvarlı, temelleri kuvvetli, cariye ve gılmanlarla süslenmiş, zahire ve güzel eşyalarla donatılmış köşklerinin birinde yapmış olduğu hücresinden çıkar. Yuvasından çıkıp arkadaşına rastladığında eğer konuşmaya gücü yetiyorsa yuvasından, gıdasından ve gıdasını nasıl depo ettiğinden başka bir şeyden konuşmaz. İçinde bulunduğu köşkün ve o köşkte bulunan padişahın haline gelince, o karınca bundan uzak ve bu hususta düşünmekten pek ırak bulu-nur. Zaten karınca nefsine, gıdasına ve yuvasına bakmayı bırakıp başka şeyleri düşünmeye güç yetiremez. Nasıl ki karınca, içinde bulunduğu köşkten, o köşkün taban ve tavanından, duvarlarından ve odalarından gafil ise, o köşkte duranlardan da gafildin Öyleyse sen de Allah'ın beytinden, göklerin sakinleri olan meleklerinden gafilsin. Senin göklerden bildiğin, ancak karıncanın evinin tavanından bildiği kadardır. Gök meleklerinden, ancak karıncanın senden ve evinin sakinlerinden bildiğini bilmektesin! Evet! Karıncanın seni, köşkünü ve o köşkteki sanatkârın sanatındaki garâibi bilme imkânı yoktur. Sen ise melekût âleminde tefekküren cevelân etmeye ve acaibini bilmeye güç yetirir ve halkın gafil kaldığı noktalara dalabilirsin. Bu bakımdan biz bu tarz incelemeden konuşma dizginini çekelim. Çünkü bu, sonu gelmez bir meydandır. Eğer biz, uzun ömürler boyunca, bunu saymaya devam etsek, Allah Teâlâ'nın bir lütûf olarak bize vermiş olduklarının izahına gücümüz yetmez.
Bizim bütün bildiğimiz, âlimler ile velîlerin bildiğine nisbeten az ve kıymetsizdir. Onların da bildikleri peygamberlerin (a.s) bildiğine nisbeten az ve kıymetsizdir. Peygamberlerin de bildiğinin tamamı Hz. Peygamber'in bildiğine nisbeten azdır. Bütün peygamberlerin bildikleri İsrâfil, Cebrâil ve ikisine benzer, mukarreb meleklerin bildiğine nisbeten azdır.16
Sonra meleklerin, cinlerin ve insanların bütün ilimleri. Allah'ın ilmine izafe edildiğinde ona ilim adını vermeye bile müstehak değildir. Hatta ona dehşet, hayret, kusur ve acizlik demek daha uygun olur. Bu bakımdan kullarına bildiklerini öğreten Allah, sonra hepsine hitap ederek şöyle buyurmuştur:
Ve size ilimden pek az birşey verilmiştir.(İsrâ/85)
İşte bunlar, Allah'ın mahlûku hakkında düşünenlerin tefekkürünün cereyan ettiği cümlelerin düğümlerinin mânâsıdır. Bunların içinde Allah'ın zatı hakkında tefekkür yoktur. Fakat şüphesiz ki mahlûk hakkındaki tefekkürden yaratıcının marifeti, azameti, celâl ve kudreti öğretilir. Allah'ın sanatının acaipliğinin marifetini ne kadar fazla elde edersen, O'nun celâl ve azameti hakkındaki marifetin daha fazla tamamlanır. Nitekim ilmini bildiğinden ötürü bir âlimi tâzim edip, onun telif veya şiirinden garip ve acaip olan şeylere muttali olursan onun hakkındaki bilgin artar. Onun güzelliğinden ötürü ona olan hürmetin çoğalır. Hatta onun kelimelerinden her kelime, onun şiirlerinden her fıkra, se-nin kalbinde onun derecesini artırır. Öyle ki bu onu nefsinde bü-yütmeyi gerektirir. İşte böylece Allah'ın mahlûku, tasnif ve telifi hakkında düşün! Varlıkta her ne var ise, hepsi Allah'ın mahlûkundan ve tasnifindendir. Bunlar hakkında düşünmenin sonu gelmez. Ancak her kul için bunlardan rızık olunduğu kadarı vardır. Bu bakımdan söylediklerimizle yetinip kısa keselim. Şükür bahsinde tafsilatlı olarak bahsettiğimizi hatırlatalım. Çünkü orada Allah'ın fiiline, bize ihsan ve nimet olması hasebiyle bakmıştık. Bu bahiste ise, sadece Allah'ın fiili olması hasebiyle baktık. Hakkında düşündüğümüz her şeye tabiatçı bir kimse de bakar ve düşünür. Tabiatçının bakışı dalâlet ve şekavetinin sebebi olur. Muvaffak olan bir kimsenin bakışı ise hidayet ve saadetine sebep olur. Gökte ve yerde hiçbir zerre yoktur ki Allah onunla dilediği kulunu sapıtmasın ve dilediği kuluna hidayet etmesin. Bu bakımdan bu şeylere Allah'ın fiil ve sanatı olması itibarıyla bakan bir kimse, bu bakışından Allah'ın celâl ve azametinin marifetini öğrenir ve bununla hidayet olunur. Çünkü sebeplerin müsebbibine bağlanmaları bakımından değil, sadece bazısının bazısına tesir etmesi bakımından bunlara bakan bir kimse sapıtır ve helâk olur. Bu bakımdan sapıklıktan Allah'a sığınır, minnet, kerem, fazilet, cömertlik ve rahmetiyle bizi cahillerin ayaklarının kayışından korumasını dileriz.
Münciyât bölümünün dokuzuncu kitabı Kitab'ul-Fikr de Allah'ın izniyle tamamlanmış bulunuyor. Hamd bir ve tek olan Allah'a mahsustur. Salât ve selâm efendimiz Hz. Muhammed'in, onun âlinin ve ashabının üzerine olsun!
Bu bölümün ardından Kitabu Zikr'il-Mevt ve Mâ Ba'dehu (Ölüm ve Sonrası) adlı son bölüm gelecek ve böylece Allah'ın hamdi ve keremiyle İhyâ-i Ulûm'id-Din adlı eserimiz tamamlanacaktır.
12) Irâkî aslını görmediğini söylemiştir.
13) Deylemî, (Hz. Aişe'den)
14) İmam Ahmed, (Abdullah b. Ömer'den)
15) Tirmizî, (hadîs-i garîb olarak)
16) Bu ibare meleklerin peygamberlerden daha üstün olduğunu îma etmektedir. Bu görüş İmam Gazâlî'nin tasvip ettiği bir görüştür. Ehl-i Sünnet âlimle-rinin bu hususta değişik görüşleri vardır. (İthaf 'us-Saade, X/318)