MURAKABE MUASEBE
İmam-ı Gazâli
1.Giriş
2.Murâbete'nin Birinci Makamı Olan Müşârete
3.Murâbete'nin İkinci Makamı Olan Murâkabe
4.Murâkabe'nin Fazileti
5.Murâbete'nin Üçüncü Makamı Olan Muhâsebe-i Nefs
6.Murâkabe'nin Hakîkati ve Dereceleri
7.Amelden Sonra Muhâsebe-i Nefs'in Hakîkati
8.Murâbete'nin Dördüncü Makamı Olan Kusurlarından Ötürü Nefsi Kınamak
9.Murâbete'nin Beşinci Makamı Olan Mücâhede
10.Murâbete'nin Altıncı Makamı Olan Nefsin Kınanması
*1.Giriş
Her
nefsi yaptığıyla, her azayı işlediğiyle murâkabe eden, kalplerin gizli
köşelerinde vâki olan hâdiselere muttali olan, kullarının kalbinde kıpırdananı
hesaba çeken Allah'a hamdolsun!
O
Allah ki O'nun ilminden hareketli ve hareketsiz, yerde ve göklerde olan zerre
miktarı birşey kaybolmaz. O Allah ki gizli de olsa, işlerin çoğundan ve
azından, açığından ve gizlisinden kulunu hesaba çeker.
O
Allah ki ne kadar küçük olarsa olsun kullarının ibadetlerini kabul etmekle
onlara lütûfta bulunur. O Allah ki ne kadar çok olursa olsun kullarının
günahlarını affetmekle onlara ikramda bulunur. Her nefis hazır ettiğini bilsin,
daha önce ve sonra gönderdiğini görsün diye kullarını hesaba çeker.
Dolayısıyla
nefis dünyada murâkabe ve muhasebeye yapışmasaydı kıyamet arasatında şakî olup
helâk olacağını anlar. Mücâhede, muhasebe ve murâkabeden sonra, eğer Allah; az
sermayesini kabul etmek lütfunda bulunmasaydı, muhakkak mahrum olup zarar
ederdi.
Nitekim
bütün kulları kapsayan, rahmeti dünya ve ahirette bütün mahlukları içerisine
alan Allah ortaktan münezzehtir. Bu bakımdan O'nun fazlının nefhalarıyla
kalpler imanı kabul etmek için genişlediler. Tevfîkinin bereketiyle azalar,
ibadetlerle bağlanıp edeplendiler. Güzel hidayetiyle kalplerden cehaletin
karanlıkları sökülüp atıldı. O'nun yardımıyla şeytanın hileleri kesildi. O'nun
inayetinin lütfuyla hasenelerin kefesi günahların kefesine galip geldi. O'nun
kolaylaştırmasıyla ibadetlerin kolaylaşan kısımları kolaylaştılar. Bu bakımdan
vermek, mükâfat, uzaklaştırmak, yaklaştırmak, saîd ve şakî yapmak O'ndan gelir.
Salât
ve selâm peygamberlerin efendisi Hz. Muhammed'in, sâfîlerin efendileri olan
âlinin, muttakîlerin önderleri olan ashabının üzerine olsun!
Allah
Teâlâ şöyle buyurmuştur:
Kıyamet
günü için adalet terazileri kurarız. Hiç kimse en ufak bir haksızlığa uğramaz.
Yapılan amel bir hardal danesi kadar da olsa onu getirir (tartıya koyarız).
Hesap gören olarak biz kâfiyiz.!(Enbiya/47)
Kitap
(ortaya) konulmuştur. Suçluların onun içindekilerden korkarak 'Eyvah bize! Bu
kitaba ne oluyor (günahlarımızdan) küçük büyük bırakmayıp hepsini toplamış!'
derler. Yaptıklarını hazır bulmuşlardır! Rabbin kimseye zulmetmez.(Kehf/49)
Birgün
Allah onların hepsini diriltir de yaptıklarını kendilerine haber verir. Allah
saymış, onlar ise bunu unutmuşlardır. Allah herşeye şahiddir.(Mücadele/6)
O
gün insanlar ayrı ayrı gruplar halinde çıkarlar ki yaptıkları kendilerine
gösterilsin. Artık kim zerre miktarı bir hayır işlemişse, onun mükâfatını
görür, kim de zerre miktarı bir kötülük işlemişse onun cezasını
görür.(Zilzal/6-8)
Sonra
herkese kazandığı tamamen verilecek ve onlara asla haksızlık yapılmayacaktır.
(Bakara/281)
O
gün her nefis, yaptığı her hayrı hazır bulacaktır; işlediği her kötülüğü de...
O kötülükle kendisi arasında uzak bir mesafe bulunmasını ister. Allah sizi
kendisinden sakındırıyor.(Âlu İmran/30)
Biliniz
ki Allah, içinizden geçeni bilir! O'ndan sakının ve bilin ki Allah çok
bağışlayıcıdır!(Bakara/235)
Basiret
sahipleri Allah Teâlâ'nın kendilerini murâkabe ettiğini ve gelecekte hesaba
çekeceğini anladılar. Kalplerine gelen vesveselerin ve düşüncelerin zerresinden
dahi hesaba çekileceklerdir. Bu tehlikelerden ancak nefsi muhasebe etmeye devam
etmekle ve doğru murâkabeyle kurtulabileceklerini kesin olarak anladılar. Nefsi
nefesler ve hareketlerde sorguya çekmek, düşünce ve fikirlerde muhasebe etmekle
kurtulurlar. Bu bakımdan hesaba çekilmezden önce nefsini hesaba çekenin
kıyamette hesabı hafifler. Soru sorulacağı gün cevabı hazır olur. Dönüş yeri
güzel olur. Kim nefsini hesaba çekmezse onun hasret çekmesi devam eder.
Arasat'ta beklemeleri oldukça uzar. Günahları onu mahrumiyet ile öfkeye
sürükler.
Bu,
basiret sahiplerine keşfolunduğunda bildiler ki onları bu durumdan ancak
Allah'a ibadet etmek kurtarır. Allah onlara sabır ve nöbet bekleme emrini
verdi.
Ey
iman edenler!Sabredin,direnin.Savaşa hazırlıklı, uyanık bulunun ve Allah'tan
korkun ki felâh bulasınız.(Âlu İmran/200)
Bu
bakımdan basiret sahipleri nefislerini önce muâşeret (şartlaşma) sonra murâkabe
(gözetmek), sonra muhâsebe (hesaba çekmek), sonra muâkabe (cezalandırma), sonra
mücâhede ve sonra muâtebe (kınamak) ile nöbetleşmeye zorladılar. Onlar için
murâbete altı makam oldu. Bu makamları izah etmek, hakikatini, faziletini ve
oradaki amellerin tafsilatını beyan etmek gerekir. Muhasebenin de esasını
belirtmek lâzımdır. Fakat her muhasebe bir şart ve murâkabeden sonradır.
Zarardan hemen sonra muâtebe ve murâkabe gelir. Bu bakımdan biz bu makamların
izahını yapalım. Tevfîk ancak Allah'tandır!
*2.Murâbete'nin
Birinci Makamı Olan Müşârete
Tüccarların
hesap tutmaları, kârın selâmeti içindir. Tüccar ortağından yardım talep eder,
ona sermayesini teslim ettikten sonra onunla hesaba oturur. İşte tıpkı bunlar
gibi akıl da ahiret yolunda tüccar gibidir. Onun maksadı ve kârı nefsin
rezaletten arınmasıdır. Çünkü onun kurtuluşu ancak nefsin arınmasına bağlıdır.
Nefsini
temizleyen kurtulmuş, onu alçaltan da ziyana uğramıştır.(Şems/9-10)
Nefsin
kurtuluşu ancak salih amellerle mümkündür. Bu ticaret hususunda akıl, nefisten
yardım talep eder; zira nefsi, nefsin temizlenmesi hususunda kullanır. Tıpkı
tüccarın ortağından ve malında ticaret hizmetkârından yardım talep etmesi ve
ortağından, hesap sorması gibi...
Öyle
ise önce ortakla anlaşması, sonra da gerektiğinde hesap sorması gerekir. Akıl
da bunun gibi, önce nefisle anlaşma yapar, nefse yapması gerekenleri bildirir.
Onu kurtuluş yollarına irşad edip o yollarda gitmesi için ona kesin emir verir.
Sonra bir an bile onu murâkabe etmekten gafil olmaz; zira eğer nefsi ihmal
ederse, nefisten ancak hainlik ve iflas görür. Tıpkı hain bir kölenin fırsat
bulduğunda ve tek başına malı yönettiğinde yaptığı gibi... Muamele bittikten
sonra, daha önce ileri sürdüğü şarta göre hareket etmeyi nefisten istemeli ve
bu yönde nefsi hesaba çekmelidir; zira bu öyle bir ticarettir ki kârı;
peygamberler (a.s) ve şehidlerle beraber en yüce cennet olan sidret'ül münteha
denilen makama varmaktır.
Bu
bakımdan bu hususta nefisle inceden inceye hesap yapmak, ticaretteki hassasiyet
ve incelikten daha çok ihtimamı gerektirir. Oysa dünya kârları, ahiret nimetine
nisbetle hiç denilecek kadar azdır. Sonra dünya nasıl olursa olsun neticesi
yokluktur. Devam etmeyen bir hayırda hayır yoktur. Hatta devam etmeyen bir şer,
devam etmeyen bir hayırdan daha hayırlıdır; zira devam etmeyen şer
kesildiğinde, onun kesilişinden ötürü bir sevinç olur. Devam etmeyen hayır
kesildiğinde ise üzüntü kalır.
Nitekim
şair şöyle der;
Benim
katımda üzüntünün en şiddetlisi, sahibinin kendisinden gideceğini bildiği bir
sevinçteki üzüntüdür!
Bu
bakımdan Allah'a ve son güne iman eden her tedbirli kulun, nefsini hesaba
çekmesi, hareketlerinde ve düşüncelerinde nefsi sıkıştırması farzdır; zira
hayatın her nefesi değer biçilmez bir cevherdir. O cevher ile nimeti ebediyyen
tükenmeyen hazinelerden biri satın alınır. Bu bakımdan bu nefesleri zayi etmek
veya helâki gerektiren mevzulara sarfetmek büyük bir zarardır, korkunç bir
harekettir. Akıllı bir kimsenin nefsi böyle bir harekete razı olmaz. Öyleyse
kul sabahladığında ve sabahın farzını edâ ettiğinde bir saatlik zamanı nefsiyle
hesaplaşmaya tahsis etmelidir.
Nitekim
tüccar bir kimse ticaret malını ortağına teslim ettikten sonra aralarındaki
şartı konuşmak için sâkin bir yer bulur. Bu bakımdan kul nefsine şöyle demeli:
'Hayatımdan başka sermayem yok! Hayatım yok olunca sermayem yok olmuş demektir.
O zaman hem ticaretten, hem de kârdan ümit kesilir. Bu yeni günde de Allah
Teâlâ bana yaşama imkânını vermiştir. Ecelimi bir gün daha tehir etmiş ve onu
bana bir nimet olarak lütfetmiştir. Eğer beni öldürseydi, beni sâlih amel
işlemek için bir tek gün dünyaya göndermesini temenni edecektim. O halde, ey
nefsim! Öldüğünü, sonra dünyaya geri gönderildiğini düşün de sakın bugünü boşa
geçirme! Zira nefeslerin herbiri değer biçilmez bir cevherdir. Ey nefis! Bil ki
gün ve gece yirmi dört saatten ibarettir'.
Nitekim
haberde şöyle vârid olmuştur:
Kul
için her gün ve her gecede, birbirine sırt vermiş yirmi dört hazine yayılır. O
yirmi dört hazineden biri kul için açılır. Kul onu o saatte işlemiş olduğu
hayırlarından nûr ile dolu olarak müşahede eder. Dolayısıyla cebbâr olan
sultanın nezdinde vesilesi bulunan o nûrların görünmesiyle müjdelenir, sevinir
ve feraha kavuşur. Öyle bir şekilde sevinir ki eğer sevinci cehennem ehline
tevzi edilse, onlar ateşin yakmasını hissettikleri halde o sevgi onları âdeta
sarhoşa çevirir. O kul için ikinci bir hazinenin kapısı açılır. Onu simsiyah ve
leş kokan bir şekilde görür. O hazinenin karanlığı onu kaplar. O da Allah'a
isyan ettiği saattir. Dolayısıyla onu öyle bir korku sarar ki eğer o korku,
cennet ehline taksim edilse, cennetin nimetlerini onlara zehir zakkum yapardı.
Ona boş olan, içinde ne sevindirici, ne de korkutucu birşey bulunmayan diğer
bir hazinenin kapısı açılır. O da yatmış olduğu veya gaflete daldığı veya
dünyanın mübah olan şeylerinden biriyle meşgul olduğu saattir. Onun boş
olmasından üzüntü duyar. Bunun zararından ona öyle bir üzüntü isabet eder ki
tıpkı büyük kâr elde etmeye gücü yettiği halde ihmal eden ve elden kaçıran bir
kimseye isabet eden üzüntü gibidir. Bunun ne büyük bir üzüntü ve ne büyük bir
zarar olduğu sana yeter de artar! İşte böylece, hayatı bo-yunca vakitlerinin
hazineleri kendisine arzolunur'.1
Dolayısıyla
kendi kendine der ki: 'İşte bugün hazineleri değerlendirmeye, mülkünün
sebepleri olan o hazineleri boş bırakmamaya dikkat et de çalış! Tembellik ve
istirahata meyletme ki başkalarının elde etmiş olduğu İlliyyîn dereceleri senin
elinden kaçmasın! Bu takdirde cennete girsen dahi yakanı bırakmayacak bir
hasret kalır. Bu bakımdan zararın elem ve üzüntüsü her ne kadar ateşin
eleminden az ise de çekilmez bir elemdir'.
Bir
kişi şöyle demiştir: 'Günahkârın bağışlandığını zannetme! Acaba iyilik
yapanların sevabı onun elinden kaçmamış mıdır?' O bu sözüyle zarar ve hasrete
işaret etmektedir.
Toplantı
günü için sizi bir araya getirdiği gün, işte o aldanma günüdür.(Teğabün/9)
Buraya
kadar söylediğimiz şeyler, kişinin nefsine vakitler hakkında yaptığı
tavsiyedir. Sonra yedi azası hakkında ona yeniden bir nasihat etmelidir. O
azalar şunlardır: Göz, kulak, dil, mide, tenasül aleti, el ve ayak.
Onları
nefsine teslim etmelidir; zira o azalar, bu ticaret hususunda, onun nefsinin
hizmetçileridir. Bu ticaret tamamlanır. Cehennemin yedi kapısı vardır. O
kapıların herbiri için taksim olunmuş bir parça vardır. O kapılar bu azalarla
Allah'a isyan edenler içindir. Bu nedenle bu azaları günahlardan sakındırmayı
nefsine tavsiye etmelidir.
Göz
Göz
mahremi olmayan bir kimsenin yüzüne veya bir müslümanın avret yerine veya bir
müslümana hakaret gözüyle bakmaktan korumalıdır. Hatta her fuzulî şeyden de
korumalıdır. Çünkü Allah Teâlâ, fuzulî konuşmalardan da sorumlu tutacaktır.
Gözünü
haram bakıştan çevirdiğinde bununla kanaat edip durmamalıdır. Onu kârı olan şey
ile meşgul etmelidir. O kâr da gözün kendilerine bakması için yaratıldığı
şeylere bakmasıdır. Bu da ibret gözüyle Allah'ın sanatının acaipliklerine,
başkası kendisine uyması için hayırlı amellere, Allah'ın kitabına ve Hz.
Peygamber'in sünnetine bakmak, istifade etmek için ilâhî hikmetin kitablarını
incelemek için bakmaktır. İşte azaların her biri hakkında nefsine bu şekilde
durumu açıklamalıdır. Hele dili ve midesi hakkında daha da dikkatli olmalıdır.
Dil
Dil
tabii olarak serbesttir. Harekette ona bir zorluk yoktur. Gıybet etmek, yalan
söylemek, iftirada bulunmak, nefsi tezkiye etmek, halkı ve yemekleri kötülemek,
lanet okumak, düşmanlara beddua etmek, cedelleşmek gibi hareketlerde dilin suçu
pek büyüktür.
Dilin
âfetleri bahsinde zikrettiğimiz gibi, dili bunlara benzer daha başka konularla
da meşgul etmek büyük bir suçtur. Dil zikir yapmak, hatırlatmak, öğrenme ve
öğretmeyi tekrar etmek, Allah'ın kullarını Allah'ın yoluna irşad edip
insanların arasını ıslah etmek ve diğer hayırlı şeyler için yaratılmış olmasına
rağmen bütün bu âfetlerin tehlikesi ile karşı karşıyadır. Öyleyse nefsine
zikrin haricinde bütün gün dilini kıpırdatmamayı şart koşmalıdır. Bu bakımdan
mü'minin konuşması zikir, bakışı ibret, susması tefekkürdür. O bir söz
söylediğinde onun yanında hazır bir murakıb (gözetleyici) vardır.
Mide
Mide'yi
oburluğu terketmeye zorlamalıdır. (Helâlden az yemeyi, şüphelilerden çekinmeyi,
şehvetlerden uzak durmayı ve zaruret miktarıyla kifayet etmeyi itiyat hâline
getirmelidir. Eğer bunlardan birine muhalefet ederse, şehvetleriyle elde etmiş
olduğundan daha fazlasını elinden almak, onu midenin şehvetlerinden me-netmek
suretiyle cezalandırmalar. Böylece nefsine bütün azaları hakkında şart(lar)
koşmalıdır. Bunların tafsilatını sayıp dökmek uzun sürer. Azaların günah ve
sevapları gizli değildir.
Sonra
yirmi dört saatte bir tekrar edilen ibadetler hakkında nefse nasihat etmelidir.
Sonra nefsin çokça yapmaya güç yetirdiği ibadetler hakkında tavsiyede
bulunmalıdır. Onların tafsilatını, keyfiyetini ve sebepleriyle beraber nasıl
bulunması gerektiğini sormalıdır. İşte bunlar birtakım şartlardır ki insan her
gün bunlara muhtaçtır. Fakat insan nefsine birkaç gün bunu şart koşmayı âdet edip
nefsi alıştırırsa, nefis de bütün bu şartları îfa hususunda ona itaat ederse
artık bu hususlarda nefisle yeniden pazarlığa oturmaktan müstağni olur. Eğer
nefis bunların bir kısmında ona itaat ederse, geri kalan kısım için yeniden
anlaşma yapmak gerekir. Fakat şahıs hergün yeni bir meseleden, yeni bir hükmü
olan yeni bir olaydan kurtulamaz. Allah Teâlâ'nın bu hususta kişi üzerinde
hakkı vardır. Dünya işlerinden valilik, tüccarlık, müderrislik gibi birşeyle
meşgul olan bir kimsenin boynunda bu hak daha da fazlalaşır; zira Allah'ın
hakkını gerektiren ve kişiyi ona muhtaç eden yeni bir olayın vukûu pek
nadirdir. Bu bakımdan o olayda doğru hareket etmeyi nefsine şart koşması
gerekir. Olay sırasında hakka teslim olmak, ihmalkârlığın zararından nefsini
sakındırmak, inatçı olan ve efendisinden kaçmış köleye nasihat edildiği gibi
nefse de öyle nasihat gerekir. Zaten nefis, tabii olarak ibadetlerden kaçıp
serkeşlik yapar, kulluktan uzaklaşmak ister. Fakat ona na-sihat etmek ve
kendisini edeplendirmek onda müsbet tesir bırakır.
Hatırlat!
Çünkü hatırlatmak, mü'minlere menfaat verir! (A'lâ/9)
İşte
bu ve bunun yerine geçen hareketler, nefisle olan rabıta makamının ilkidir. Bu,
amelden önce nefsi hesaba çekmektir. Nefsi hesaba çekmek bazen amelden sonra,
bazen de sakındırmak için amelden önce olur.
Bilin
ki Allah içinizden geçeni bilir! Artık O'ndan sakının! (Bakara/235)
Bu
ayet-i celîledeki hüküm gelecekle ilgilidir. Kesret ve marifetin eksikliği veya
fazlalığı hakkında olan her bakışa 'muhasebe' adı verilir. Bu nedenle kişinin
içinde bulunduğu günde cereyan eden hâdiselerde fazlalığını, eksikliğinden
tefrik etmek için bak-ması muhasebe babındandır.
Ey
mü'minler! Allah yolunda savaşa çıktığınız zaman iyice araştırınız! (Nisa/94)
Ey
iman edenler! Size fasık bir adam bir haber getirirse onun doğruluğunu
araştırın!
(Hucurât/6)
Andolsun!
İnsanı biz yarattık, ve nefsinin ona ne fısıldadığım biliriz! Çünkü biz ona şah
damarından daha yakınız!(Kâf/16)
Allah
Teâlâ, nefsi sakındırmak ve gelecekte bundan korun-maya dikkat çekmek için bu
hükmü vermiştir.
Ubâde
b. Sâmit (r.a) şöyle rivayet ediyor: Hz. Peygamber (s.a), 'Bana tavsiyede
bulun!' diyen bir kişiye hitaben şöyle demiştir:
Herhangi
birşey yapmak istediğinde sonucunu düşün! Eğer güzel ise, ona devam et! Kötü
ise ondan sakın!2
Hakîmlerden
biri şöyle demiştir: 'Aklın hevâ-i nefse galip gelmesini istiyorsan, neticeyi
güzelce tedkik etmeden şehvetin hükmüyle amel etme! Zira pişmanlığın kalpteki
duruşu, şehvet hiffetinin duruşundan daha fazladır!'
Lokman
Hakîm şöyle demiştir: 'Mü'min kişi, neticeyi gördüğünde pişmanlıktan emin
olur'.
Şeddad
b. Evs Hz. Peygamber'den şöyle rivâyet eder:
Akıllı
o kimsedir ki nefsini hesaba çeker. Ölümden sonrası için amel eder! Ahmak o
kimsedir ki nefsini hevasının peşine takar ve Allah'tan, amelsiz olduğu halde
makamlar ister.3
Hadîste
geçen "Dâne nefsehû' ibaresinin mânâsı nefsini hesaba çekmek demektir.
(Kur'anda geçen) yevmüddîn (tabiri) 'Hesap günü3 demektir. Nitekim Einnâ le
medînûn 'Gerçekten biz hesaba çekilip cezalanacak mıyız?' (Sâffât/53) ayeti de
bu mânâyı ifade etmektedir.
Hz.
Ömer şöyle demiştir: 'Hesaba çekilmeden önce nefsinizi hesaba çekin!
Amelleriniz tartılmadan önce amellerinizi tartın! En büyük mahkemeye
hazırlanın!'
Ebu
Musa el-Eş'arî'ye şu mektubu yazdılar: 'Şiddetle hesaba çekilmeden önce,
genişlikte nefsini hesaba çek!'
Hz.
Ömer (r.a) Ka'bu'l-Ahbar'a şöyle sordu:
-
Sen muhasebeyi Allah'ın Kitabı'nda (Tevrat'ta) nasıl görüyorsun?
-
Göğün hâkiminden yeryüzünün hâkimine azap olsun!' (diye görüyorum).
Bu
söz üzerine Hz. Ömer, Ka'b'ul-Ahbar'ı kamçısıyla döverek şöyle dedi:
-
Ancak nefsini hesaba çeken bu hükmün dışındadır!
-
Evet ey mü'minlerin emiri! (Senin söylediğin bu cümle)
Tevrat'ta
tam o hükmün yanında yazılıdır. Onların aralarında Nefsini hesaba çeken'
ibaresi vardır.
Bütün
bu dediklerimiz, geleceğin muhasebesine işarettir; zira şöyle denilmiştir:
'Nefsini hesaba çeken, ölümden sonrası için amel eder!' Bunun mânâsı 'İşleri
önce tart, takdir et, tedkik et, hakkında düşün, sonra yap!' demektir.
1)
Irâkî hadîsin aslına rastlamadığını söylemektedir.
2)
İbn Mübarek, Zühd
3)
İmam Ahmed, Tirmizî, İbn Mâce
*3.Murâbete'nin
İkinci Makamı Olan Murâkabe
İnsan,
nefsine nasihat edip, söylediklerimizi ona şart koştuktan sonra geriye,
amellere daldığında nefsi murâkabe etmek, koruyucu göz ile onu gözetmek kalır;
zira eğer nefis başı boş bırakılırsa azar, ifsâd eder. Bu bakımdan biz önce
murâkabenin faziletini, sonra derecelerini zikredelim:
*4.Murâkabe'nin
Fazileti
Cebrâil
(a.s), Hz. Peygamber'den İhsân'ın mânâsını sorduğunda, Hz. Peygamber şöyle
buyurdu:
İhsan,
sanki Allah'ı görüyormuşsun gibi Allah'a kulluk yapmandır!4
Allah'a,
sanki görüyormuş gibi kulluk yap! Zira sen O'nu görmesen de O seni görür!5
Her
nefsin yaptığı işin başında duranla (hiç bir şeyden haberi olmayan) bir mi?
(Ra'd/33)
Allah'ın
(kendisini daima) gördüğünü bilmiyor mu (o)?(Alâk/14)
Şüphesiz
Allah, sizin üzerinize de gözetleyicidir.(Nisa/l)
Emanetlerine
ve verdikleri söze riayet ederler, şahidliklerini yaparlar. (Meâric/32-33)
İbn
Mübarek bir kişiye 'Allah'ı gözet!' dediğinde kişi bu sözün açıklamasını
istedi. Cevap olarak dedi ki: 'Daima Allah'ı görüyor gibi ol!'
Abdülvahid
b. Zeyd şöyle demiştir: 'Benim efendim benim üzerime murakıb olduğunda O'ndan
başkasına aldırmam!'
Ebu
Osman el-Mağribî 'Bu yolda insanoğlunun nefsine gerekli kıldığı en üstün şey
muhasebe, murâkabe ve ilimle amelini idare etmesidir!' demiştir.
İbn
Atâ 'İbadetlerin en üstünü vakitlerin devamı boyunca hakkı murâkabe etmektir!'
demiştir.
Cerirî
şöyle demiştir: 'Bizim bu işimiz iki esas üzerine bina edilmiştir: a) Nefsine
Allah'ı murâkabe etmeyi gerekli kılman, b) Zâhirinde ilmin kaaim olmasıdır'.
Ebu
Osman şöyle demiştir: Ebu Hafs bana dedi ki: 'Hak için oturduğunda kendi
nefsine ve kalbine vâiz ol! Halkın etrafına toplanmasına aldanma! Zira onlar
senin zâhirine bakarlar. Allah ise senin bâtınına bakar'.
Hikâye
olunuyor ki: Bir şeyhin genç bir talebesi vardı. O zat bu talebesine ikram
eder, kendisini diğer talebelerinden önde tutardı. Arkadaşlarından bazısı şeyhe
dedi ki: 'Biz ondan daha yaşlı olduğumuz halde, nasıl (bizden daha fazla) ona
ikram edersin?' Bunun üzerine şeyh birkaç kuş istedi. Onların herbirine bir kuş
ve bir bıçak verdi ve dedi ki: 'Sizden herbiriniz kendisini kimsenin görmediği
bir yerde kuşu kesip getirsin!' O gence de bir kuş ve bıçak verip diğerlerine
dediğini ona da söyledi. Diğer talebeler kuşları kesip getirdiler, genç ise
kuşu diri olarak getirdi. Şeyh, gence 'Arkadaşların gibi neden kuşu kesmedin?'
dedi. Cevap olarak dedi ki: Hiç kimsenin beni görmediği bir yer bulamadım. Zira
Allah her mekanda beni görüyordu!' Bu cevap üzerine, arkadaşları, gencin bu
murakâbesine hayran kaldılar. Şeyhe hitaben 'Bu arkadaşımız kendisine ikram
etmene daha lâyıktır' dediler.
Hikâye
olunuyor ki Zeliha, Yusuf (a.s) ile başbaşa kaldığında kalkıp evde bulunan bir
putun yüzünü bir perde ile örttü.6 Yusuf (a.s) bu hareketinden dolayı Zeliha'ya
dedi ki: 'Ne o cansız bir şeyden utanıyorsun da Cebbâr olan sultanın
görmesinden utanmıyor musun?'
Bir
genç bir cariyeden nefsini istedi. Cariye ona dedi ki:
-
Sen utanmaz mısın?
-
Kimden utanayım! Beni yıldızlardan başka kimse görmüyorki!
-
Acaba o yıldızları yaratan nerededir? Bir kişi Cüneyd-i Bağdâdîye şöyle sordu:
-
Gözümü haram bakıştan nasıl koruyayım?
-
Her şeyi görenin sana bakışının, senin bakışından daha önceolduğunu bilmenle!
Cüneyd
el-Bağdadî şöyle demiştir: 'Murâkabeyi ancak rabbinden gelen nasibinin yok
olmasından korkan bir kimse tahakkuk ettirir'.
Mâlik
b. Dinar şöyle demiştir: 'Adn bahçeleri Firdevs bahçelerindendir. O bahçelerde
Cennet çiçeğinden yaratılmış hûriler vardır'.
Mâlik'e
'O Adn cennetlerinde kim kalır?' diye soruldu. Mâlik cevap olarak dedi ki:
Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: 'Adn cen-netlerinde günah işlemeyi
düşündüklerinde benim büyüklüğümü hatırlayıp beni gözetenler kalır. Onların
belleri, benim korkumdan kamburlaşmıştır. İzzet ve celâlime yemin ederim, ben
yer ehline azap etmeyi düşündüğümde acıkmış ve korkumdan susamış kimselere
bakınca onlardan azabı geri çeviririm'.
Muhâsibî'den
murâkabenin mânâsı sorulunca, cevap olarak dedi ki: 'Murâkabenin başlangıcı,
kalbin Allah Teâlâ'ya yakınlığını bilmektir!'
Mürteiş7
şöyle demiştir: 'Murâkabe her an ve her kelimede gaybı mülahaza etmek suretiyle
sırrın gözetilmesidir'.
Rivayet
ediliyor ki Allah Teâlâ meleklerine şöyle buyurmuştur: 'Siz zâhirleri tedvirle
memursunuz. Ben ise bâtının üzerinde mu-râkabe ediciyim'.
Muhammed
b. Ali Tirmizî şöyle demiştir: 'Murâkabeni nazarından gaip olamadığın bir zat
için yap! Şükrünü öyle bir zat için yap ki O'nun nimetleri senden kesilmez.
İbadetini öyle bir zat için yap ki O'na daima muhtaçsın! Eğilmeni öyle bir zata
karşı yap ki O'nun mülkünden ve saltanatından dışarı çıkamazsın!'
Sehl
et-Tüsterî şöyle demiştir: 'Kalp, kulun nerede olursa olsun Allah'ın kendisini
gördüğünü bilmesinden daha üstün ve daha şerefli bir şeyle süslenmemiştir'.
Zatın
birine 'Allah onlardan hoşnut olmuştur, onlar da O'ndan hoşnut! İşte bu
rabbinden korkanlara mahsustur' (Beyyine/8) ayetinin mânâsı sorulduğunda şöyle
demiştir: 'Bunun mânâsı, işte bu, rabbinin (müşahedesini) gözeten, nefsini
hesaba çeken, varacağı yer için azıklanan kimsedir!'
Zünnûn-i
Mısrî'ye şöyle soruldu: 'Kul ne ile cennete gider?' Zünnûn şöyle dedi: Beş
şeyle cennete girer:
1.
İçinde eğrilik olmayan bir istikametle.
2.
Unutkanlık olmayan bir çalışma ile!
3.
Allah'ı gizlide ve açıkta mülahaza etmekle!
4.
Ölüme hazırlanmak suretiyle ölümü beklemekle!
5.
Hesaba çekilmeden önce nefsini hesaba çekmekle!'
Şair
bu mânâda şöyle demiştir: "Yalnız kaldığın zaman 'Ben yalnızım, beni kimse
görmüyor' deme. Allah'ın seni murâkabe ettiğini unutma! Bir an bile Allah'ın
senden gâfil olduğunu, senin gizlediklerini bilemeyeceğini sanma! Günlerin
süratle geçtiğini, bekleyenler için yarının çok yakın olduğunu görmüyor
musun?!"
Humeyd
et-Tavil8, Süleyman b. Ali'ye9 'Bana nasihat et' diye dilekte bulununca
Süleyman ona 'Eğer tenha bir yerde Allah'a is-yan ettiğinde O'nun seni
gördüğüne inanıyorsan, büyük bir şeye cüret etmişsin! Eğer seni görmediğini
sanmışsan, muhakkak kâfir olursun!' dedi.
Süfyan
es-Sevrî şöyle demiştir: 'Hiçbir gizli, kendisine gizli olmayan bir zatın
murâkabesinden ayrılma! Vefayı kudret elinde tutan bir zattan ümidini kesme!
Cezayı, tasarrufunda bulunduran bir zattan kork!'
Firkad
es-Sencî10 şöyle demiştir: 'Münafık kişi etrafına bakar, kimsenin kendisini
görmediğini sandığında kötülüğe dalar. O ancak insanlara bakar, Allah'a
aldırmaz!'
Abdullah
b. Dinâr 11 şöyle demiştir: 'Ömer b. Hattab ile beraber Mekke'ye doğru yola
çıktık. Yolun ortasında geceledik. Hz. Ömer'in yanına dağdan bir çoban inip
geldi. Hz. Ömer, çobana şöyle dedi:
-
Ey çoban! Şu sürüden bana bir koyun sat!'
-
Ben köleyim!
-
Efendine 'Kurt onu yedi!' dersin.
-
O halde, Allah nerede!
Bu
söz üzerine Hz. Ömer ağladı! Sonra ertesi gün efendisinin yanına giderek onu
satın alarak azad etti ve şöyle dedi: 'Dünyada bu sözün seni azad etti. Ümit
ederim ki bu söz ahirette de seni azad etsin!'
4)
Buhârî
5)
Ebu Nuaym
6)
Bunun, Zeliha müslüman olmadan önce meydana gelmiş bir hâdise olduğuna dikkat
edilmelidir.
7)
Adı Ebu Muhammed Abdullah b.Muhammed'dir. Nişaburludur. Bağdad'da H. 328'de
vefat etmiştir.
8)
Adı Humeyd b. Ebî Hamid Ebî Ubeyde'dir. Basralı bir Tâbiîndir. H. 143'de
ayakta
namaz kılarken 75 yaşında iken düşüp vefat etmiştir.
9)
Eşrafdan biri idi. Halifelerden Mansur'un amcası idi.H.142'de 59 yaşında vefat
etmiştir.
10)
Ebu Yakub Basralı ve sâdık bir âbiddir. H. 131'de vefat etmiştir.
11)
Bu zat, Adevî kabilesindendir. İbn Ömer'in azadlısıdır. H. 127'de vefat
etmiştir.
*5.Murâbete'nin
Üçüncü Makamı Olan Muhâsebe-i Nefs
Biz
önce muhâsebe'nin faziletini, sonra hakîkatini zikredelim Nefsi Hesaba Çekmenin
Fazileti
Ey
iman edenler! Allah'tan korkun ve kişi yarın için ne (yapıp) göndermiş olduğuna
baksın!
(Haşr/18)
Bu
ayet, geçmiş ameller üzerinde muhasebeye işarettir. Bu nedenle Hz. Ömer (r.a)
şöyle demiştir: 'Hesaba çekilmeden önce nefislerinizle hesaplaşın! Tartılmadan
önce tartın!26
Haberde
şöyle vârid olmuştur: Hz. Peygamber'e bir kişi gelip dedi ki: 'Ey Allah'ın
Rasûlü! Bana nasihat et!' Bunun üzerine Hz. Peygamber ona şöyle sordu:
-
Nasihat kabul eden bir kişi misin?
-Evet
-
Birşey yapmak istediğinde onun neticesini düşün! Eğer doğru ise, onu yap! Eğer
yanlış ise, ondan sakın!27
Yine
haberde şöyle vârid olmuştur: 'Akıllı bir kimse için dört saatin olması
gerekir: O saatlarin birinde nefsini hesaba çekmelidir'.
Ey
mü'minler! Topluca Allah'a tevbe edin ki felaha kavuşasınız!(Nur/31)
Tevbe,
yaptıktan sonra fiile bakıp fiilden ötürü pişmanlık duymaktır.
Hz.
Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:
Andolsun,
ben Allah'tan af talep ediyorum. Hatta günde yüz defa O'na tevbe ediyorum.28
Allah'tan
korkanlar, kendilerine şeytandan bir vesvese dokunduğu zaman, Allah'ı ve
azabını düşünürler, hemen bakarsın (gerçeği) görürler.(A'râf/201)
Hz.
Ömer'den (r.a) şöyle rivayet ediliyor: Gece olduğunda, ayaklarını kamçı ile
döverek nefsine şöyle hitap ederdi: 'Sen bugün ne yaptın?'
Meymun
b. Mihran'dan şöyle rivayet ediliyor: 'Kul nefsini ortağından daha fazla hesaba
çekmedikçe muttakî kimselerden olamaz. Ortaklar iş yaptıktan sonra hesaplaşırlar'.
Hz.
Ebubekir (r.a) vefat edeceği zaman kızı Âişe'ye şöyle demiştir: 'Benim
nezdimde, insanların hiçbiri Ömer kadar sevimli değildir!'
Bu
sözü söyledikten sonra Âişe'ye 'Ben ne söyledim?' dedi. Bunun üzerine Hz. Âişe,
onun söylediğini kendisine tekrarladı. Hz. Âişe'yi dinledikten sonra şöyle
dedi: 'Benim nezdimde Ömer'den daha aziz bir kimse yoktur!'
Hz.
Ebubekir'in konuştuğu söze nasıl dikkat edip düşündüğüne, onu başka bir
kelimeyle nasıl değiştirdiğine dikkat et!
Ebu
Talha'yı (Zeyd b. Eslem Ensârî) bahçesinde namaz kılarken bir kuş meşgul
ettiğinde, pişman olduğundan ve elinden kaçırdığı fırsatın bedeli olur ümidiyle
bahçesini Allah için sadaka verdi!
İbn
Selâm bir yük odun sırtladı. Kendisine 'Ey Ebu Yusuf! Senin çocukların ve
hizmetkârların içinde bunu yapacaklar vardır. (Neden onlara yaptırmıyorsun da
kendin yapıyorsun?)' diye soruldu. Cevap olarak dedi ki: 'Nefsimi bundan
hoşlanıp hoşlanmayacağı hususunda denemek istedim'.
Hasan
Basrî şöyle demiştir: 'Mü'min, nefsinin murâkıbıdır. Onu Allah için hesaba
çeker. Hesap, ancak nefislerini dünyada hesaba çekenler için hafif olur. Hesap
ancak kıyamet gününde muhasebe etmeksizin bu şeyi edinenler için zorlaşır'.
O
bundan sonra, muhâsebe'yi açıklayarak şöyle demiştir: Mü'min kişiye ansızın
birşey gelir. O şey hoşuna gider ve şöyle der: 'Allah'a yemin olsun! Sen benim
hoşuma gittin ve sen benim ihtiyacımdansın. Fakat nerede! Çünkü aramıza mâni
girmiştir'.
İşte
bu söz, amelden önce hesap demektir.
Yine
Hasan Basrî şöyle demiştir: 'Kişinin elinden birşey kaçar. Bunun üzerine
nefsine dönerek şöyle sorar: 'Bununla neyi kasdettim? Yemin olsun, eğer Allah
dilerse, bir daha buna yönelmem!'
Enes
b. Mâlik şöyle anlatıyor: Birgün Ömer b. Hattab ile beraberken o bir bahçeye
girdi. Aramızda bir duvar olduğu halde şunları söylediğini duydum: 'Hattab'ın
oğlu Ömer, mü'minlerin emiridir! Vay vay! Allah'a yemin ederim, ya Allah'tan
korkacaksın veya Allah seni azaba düçar edecektir'.
Hasan
Basrî 'Yoo, daima kendini kınayan nefse and içerim'. (Kıyâmet/2) ayetinin tefsirinde
demiştir ki: "Mü'min bir kimse ancak nefsini kınayıp 'Bu konuşmamla neyi
irade ettim? Yememle neyi kasdettim? İçmemle maksadım neydi?' diye hesaba
çekmeden önce Allah ile mülâki olmaz. Facir bir kimse ise, nefsini kınamadan
ileriye atılır(!)"
Mâlik
b. Dinar şöyle demiştir: "Allah o kula rahmet etsin ki nefsine 'Sen falan
ve filan günahın sahibi değil misin?' deyip nefsini zemmederek, onun ağzına gem
vurarak, Allah'ın kitabından ayrılmaz. Dolayısıyla Allah'ın kitabı onun önderi
olur".
(Yerinde
geleceği gibi) bu, nefsin kınanmasındandır!
Meymun
b. Merham şöyle demiştir: 'Muttakî bir kimse, zâlim bir sultandan ve cimri bir
ortaktan daha şiddetli bir şekilde nefsini muhasebeye çeker'.
İbrahim
et-Teymî şöyle demiştir: 'Nefsimi, meyvelerinden yediğim, sularından içtiğim,
bakire hûrilerinin boynuna sarıldığım şekilde cennette farzettim. Sonra
zakkumdan yediğim,
irininden
içtiğim, zincir ve bukağıların boynuma geçirildiği halde cehennemde farzettim.
Bunun üzerine nefsime şöyle sordum:
-
Ey nefis! Hangi şeyi istiyorsun?
-
İstiyorum ki yeniden dünyaya gönderilmiş olayım ve sâlih biramel işleyeyim!
-
Sen temenni ettiğinin içinde bulunuyorsun. Bu bakımdanamel et!
Mâlik
b. Dinar, Haccac'ın bir hutbesinde şöyle dediğini naklediyor: 'Hesap başkasının
eline geçmeden önce nefsini hesaba çeken kimseden Allah razı olsun! Allah o
şahıstan razı olsun ki amelinin geminden tutmuş, o amelden neyi kasdettiğini
tedkik etmiştir. Allah o şahıstan razı olsun ki ölçeğine, terazisine bakmış!'
Haccac beni ağlatıncaya kadar bunları saydı.
Ahmed
b. Kays'ın arkadaşlarından biri şöyle anlatıyor: Ahmed ile arkadaşlık
yapıyordum. Onun geceleyin bütün namazı dua idi. O, çıranın yanına gelip
parmağını ateşi hissedinceye kadar ateşin üzerine koyar, sonra nefsine hitaben
(yaptıklarını sayarak) şöyle derdi: 'Ey Ahmetçik! Falan günde yaptığın harekete
seni sürükleyen neydi? Filan günde yaptığın harekete seni zorlayan neydi?'
26)
Ebu Nuaym, Hilye
27)
İbn Mübarek, Zühd
28)
Daha önce geçmişti.
*6.Murâkabe'nin
Hakîkati ve Dereceleri
Murâkabenin
hakîkati Rakîb'i (murâkabe edeni) gözetmek ve himmetini tamamen ona
çevirmektir. Başkasından ötürü herhangi bir işten sakınan bir kimseye 'Filan
adamı murâkabe edip onun tarafını gözetti' denir. Bu murâkabeden gaye: kalbin
bir durumudur. O durum, marifet çeşitlerinden birinin meyvesidir. Azalarda ve
kalpte birtakım ameller meydana getirir.
Hal'e
gelince o kalbin, rakibi (murâkabe edeni) gözetmesi, onunla meşgul olması, ona
iltifat etmesi, onu mülahaza etmesi ve ona dönmesidir.
Bu
hali meyve olarak veren marifet, Allah'ın kalplerdeki gizliliklere muttali
olduğunu, kulların amellerini murâkabe ettiğini, her nefsin yaptığını tesbit
etmek suretiyle o nefsin üzerinde kâim olduğunu bilmektir. Allah hakkında
bedenin görünür kısmının insanlara açık olduğu gibi hatta bundan daha açık bir
şekilde kalbin sırlarının Allah'a açık olduğuna inanmaktır. İşte bu marifet
yakîne dönüştüğünde yani şüpheden uzak olduğunda kalbe galebe edip kalbi
kontrol altına alır. Evet ölümü bilmek gibi birtakım ilim vardır ki içinde şek
ve şüphe olmadığı halde kalbe galebe çalmaz. Marifet bu şekilde kalbi istila
ettiğinde, kalbi murâkabe edenin yö-nüne çeker, kalbin himmetini murâkabe edene
çevirir!
Bu
marifeti, yakîn haline getirenler, mukarreblerin ta kendileridir. Bunlar da
sıddîklar ise 'Ashâb-ı Yemin'e bölünürler. Bu bakımdan bunların murâkabesi iki
derece üzerindedir:
Birinci
Derece
Birinci
derece, sıddîklardan olan mukarreblerin murâkabesidir. Bu murâkabe tâzim ve
iclâl murâkabesidir.
Kalp,
celâli düşünmekte tamamen dolar, Allah'ın heybeti altında kırılır. Orada asla
başkasına bakma imkânı kalmaz. Bu murâkabe öyle bir murâkabedir ki onun
amellerinin tafsilatı hakkında tartışmayı uzatmayacağız. Çünkü o sadece kalpte
tahakkuk eden bir murâkabedir. Azalar ise, onlar mübahlara bile bakmaktan
muattal olurlar. Nerde kaldı mahzurlulara bakmak? Azalar taatlarla harekete
geçirildiğinde, kendileriyle iş görülen aletler gibi olurlar. Artık doğruluk
yolları üzerinde korumasında herhangi bir tesbit ihtiyacı kalmaz. Bilakis
çobanın tamamını elde eden, güdüleni düzeltir. Kalp ise, çobandır. Ne zaman ki
mâbud ile dolarsa, azalar, zorluk olmaksızın istikamet üzerinde cereyan eden
aletler olur.
Bu
kimse himmeti bir olan ve dolayısıyla Allah Teâlâ tarafından diğer himmetlerin
(derdin)den korunan bir kimsedir. Bu dereceye vâsıl olan bir kimse, bazen
halktan gafil olur. Öyle ki gözlerini açtığı halde yanında hazır olanı görmez.
Kulağında sağırlık bulunmadığı halde kendisine söylenileni dinlemez. Bazen
mesela oğlu yanından geçer, oğluyla konuşmaz. Hatta seleften bazısının
üzerinde, bu hal cereyan ediyordu. Kendisini kınayan bir kimseye dedi ki:
'Yanından geçerken beri dürt!' Bu durum, uzak sayılacak bir durum değildir;
zira sen bunun benzerini dünya sultanlarını tâzim eden kalplerde bile
görürsün(!) Hatta sultanın hizmetkârları, sultanlara kalplerini şiddetli bir
şekilde kaptırdıklarından, sultanların meclislerinde başlarından geçenlerin
farkında olmazlar. Hatta bazen kalp basit bir işle meşgul olur, o hususta
düşünceye dalıp gider. Çoğu kez varmak istediği yeri geçer ve peşine düştüğü
işi unutur!
Abdülvahid
b. Zeyd'e (Basra'lı bir âbiddir) şöyle soruldu: 'Sen bu zamanda haliyle meşgul
olup da halktan uzaklaşan birini biliyor musun?' Cevap olarak dedi ki: 'Ben
bilmiyorum! Ancak bildiğim bir kişi vardır. O da şu saatte sizin yanınıza
gelecek'.
Bu
sözünden az bir zaman sonra Utbetü'I-Gulâm içeri girdi. Abdülvahid b. Zeyd ona
dedi ki: 'Ey Utbe! Nerden geliyorsun?' 'Filan yerden geliyorum' dedi. Onun
geldiği yol çarşıdan geçerdi. Abdülvahid ona 'Yolda kimlerle karşılaştın?'
dedi. O 'Hiç kimseyi görmedim!' dedi.
Hz.
Yahya bir kadının yanından geçti. Kadını iteledi. Kadın yüz üstü yere düştü.
Bunun üzerine Yahya'ya (a.s) 'Niçin böyle yaptınız?' dediler. Hz. Yahya 'Ben
onu duvar sandım!' diye cevap verdi.
Bir
kişi şöyle anlatıyor: 'Ok ile yarışan bir cemaatin yanından geçtim. Biri
onlardan uzak oturuyordu. Yanına vardım. Onunla konuşmak istedim. Bana dedi ki:
-
Allah'ın zikri daha hoştur.
-
Tek başınasın!
-
Beraberimde rabbim ve iki melek vardır!
-
Şu kişilerden hangisi yarışı kazandı?
-
Allah kimi affetmişse o!
-
Yol nerede?
Göğe
doğru işaret ederek kalkıp yürüdü ve şöyle dedi:
-
(Ey rabbim!) Senin kullarının çoğu senden uzaktır!
İşte
bu, Allah'ın müşahedesiyle kalbi dolan bir kimsenin sözüdür. Bu kimse ancak
Allah'tan konuşur. Ancak Allah yolundaki konuşmayı dinler. Bu bakımdan böyle
bir kimse dil ve azalarının murâkabesine muhtaç değildir; zira onlar ancak onda
bulunan mânâ ile hareket ederler!
Şiblî,
Ebu Hüseyin en-Nûri itikâfta iken huzuruna vardı. Onu sakin, görünüşü güzel ve
hareketsiz bir halde gördü. Kendisine 'Sen bu sükûnet ve murâkabeyi nerden
aldın?' diye sordu. Ebu Hüseyin 'Bizim bir kedimiz vardı, ondan! O kedi
avlanmak istediğinde deliğin kapısında nöbet bekler, kılı dahi kıpırdamazdı'
dedi.
Ebu
Abdullah b. Hafif12 şöyle anlatır: Mısır'dan çıkıp Ebu Ali el-Ruzubarî'yi13
ziyaret etmek için, Ramle'ye gitmek istedim. Zâhid diye bilinen Mısırlı İsa b.
Yunus bana dedi ki: 'Sur'da (Şam'da bir yerdir), bir genç ile bir ihtiyar
vardı. İkisi murâkabe hali üzerinde bir araya gelmişlerdi. Eğer onlara gidersen
onlardan istifade edersin!' Bu söz üzerine aç ve susuz olduğum, belime bağlı
bir bez ve omuzlarımda birşey olmadığı halde, Sur'a gittim, camiye girdiğimde
kıbleye yönelmiş oturan iki şahıs gördüm. Kendilerine selâm verdim. Bana cevap
vermediler. İkinci, üçüncü defa selâmı tekrarladım. Yine selâmıma karşılık
vermediler. Bunun üzerine, 'Neden benim selâmımın cevabını vermiyorsunuz!'
dedim. Bunun üzerine, genç olanı, başını kaldırarak bana baktı ve şöyle dedi:
'Ey Hafif'in oğlu! Dünya azdır. Azdan da ancak azı kalmıştır. O halde, azdan
çoğu edin! Ey Hafif'in oğlu! Senin meşguliyetin ne az imiş ki boşalıp bizimle
birleşmeye vakit buldun?' O bu sözüyle beni tesiri altına aldı! Sonra başını
önüne eğerek murâkabeye daldı! Ben onların yanında öğle ve ikindiyi kılıncaya
kadar kaldım. Dolayısıyla açlığım, susuzluğum ve yorgunluğum kalmadı. İkindi
zamanı olunca şöyle dedim: 'Bana nasihat et!' Bunun üzerine başını bana doğru
çevirerek şöyle dedi: 'Ey Hafif'in oğlu! Biz musibetzedeleriz. Bizde nasihat
dili yoktur'. Böylece onların yanında üç gün kaldım. Ne yedim, ne içtim, ne
uyudum. Onların da birşey yediğini veiçtiğini görmedim. Üçüncü gün olunca
kalbimden dedim ki: 'Bunların ikisine yemin verdireyim ki bana nasihat
etsinler! Umulur ki onların nasihatlarından faydalanırım!' Bunun üzerine genç,
başını kaldırıp bana şöyle dedi: 'Ey Hafif'in oğlu! Görünüşü sana Allah'ı
hatırlatan, heybeti kalbine düşen, diliyle değil, fiiliyle sana nasihat eden
bir kimsenin arkadaşı ol! Selâm sana! Kalk! Bizden ayrıl!'
İşte
bu, kalplerine Allah'ın iclâl ve tâzimi galebe çalmış, kalplerinde Allah'tan
başkasına yer kalmamış ve murâkabeye dalmış kimselerin derecesidir.
İkinci
Derece
İkinci
derece ashab-ı yemin den olan muttakî kimselerin murâkabesidir. Bu kimselerin,
Allah'ın zâhir ve bâtınlarına muttali olmasının yakîni kalplerine galebe
çalmıştır. Fakat celâlin mülâhazası, onları sarhoş etmemiştir. Onların kalpleri
normal bir derecede kalmıştır, hallere ve amellere bakacak genişliktedir. Ancak
o kalpler amelleri işlemekle beraber, murakabeden boşalmazlar. Evet! Bunlara
Allah'tan utanmak galip gelmiştir ve onlar ancak Allah hususundaki tahkik ve
tesbitten sonra ilerler veya gerilerler. Kıyamette kendilerini rezil edecek her
şeyden çekinirler. Çünkü onlar Allah'ın dünyada kendilerine muttali olduğunu
bilirler. Kıyameti görmeye ihtiyaç duymazlar.
İki
derecenin değişikliği, müşahedelerle bilinir; zira sen halvet halinde, bazen
birtakım ameller işlersin. Yanına bir çocuk veya bir kadın geldiğinde bilirsin
ki bu gelen senin haline muttalidir. Ondan utanır, oturmanı düzeltir, hallerine
dikkat edersin. Bu dikkatin gelenin büyüklüğünden değil, utanmaktan ileri
gelir; zira gelenin müşahedesi, her ne kadar, seni sarhoş edecek ve kalbini
tamamen kaplayacak derecede değilse de o müşahede sende hayali kabartır. Bazen
de sultanlardan biri yanına gelir veya büyüklerden biri içeri girer.
Dolayısıyla girenin büyütülmesi senin bütün kalbini kaplar. Öyle ki onunla
meşgul olmak için içinde bulunduğun herşeyi terkedersin. Bu davranışın ondan
utandığın için değildir.
İşte
Allah'ın murâkabesinde kulların mertebeleri böyle değişik olur. Kim bu derecede
olursa o, bütün hareket, sekene, kalbindeki düşünce ve mülâhazalarında
murâkabeye muhtaçtır. Kısacası; bütün tercihlerini mülâhaza etmelidir. Onun
burada iki bakışı vardır: Biri amelden önce, diğeri amel hakkındadır.
Amelden
öncesine gelince, kişi kendisine görünen ve yapılmasından ötürü kalbini
harekete geçiren şeyin sadece Allah rızası mı olduğuna, yoksa hevâ-i nefiste,
şeytanın peşine takılmaktan mı ibaret olduğuna dikkat etmelidir. Bu bakımdan
kişi hakkın nûruyla bu durum kendisine inkişâf edinceye kadar bunu tahkik ve
tesbite çalışmalıdır. Eğer sadece Allah için bir şey ise onu yapmalı, Allah'tan
başkası içinse Allah'tan korkup, O'ndan çekinmelidir. Ona rağbet ettiğinden
dolayı da nefsini kınamalıdır. Nefsine, nefsinin kötü fiilini, rezil olması
hususunda çalışmasını ve eğer Allah, nefsin yardımına yetişmeseydi kendi
kendisinin düşmanı olduğunu hatırlatıp tanıtmalıdır.
Bu
tesbit, beyanın hududuna varıncaya kadar işlerin başlangıcında farzdır. Hiç
kimse, böyle bir tesbit yapmaktan müstağni değildir; zira haberde şöyle vârid
olmuştur:
Ne
kadar küçük olursa olsun, kulun hareketlerinin her birinde, kul için üç defter
neşredilir: Birinci defter 'neden?' İkinci defter 'nasıl?' Üçüncü defter de
'kim için?' defteridir.
Neden'in
mânâsı; 'Neden bunu yaptın? Acaba Mevlân için bunu yapmak, senin üzerine farz
mıdır? Veya hevâ-i nefsin için mi buna meylettin?' Eğer kişi, bu sualden
kurtulursa; yani o hareketi yapmak Mevlâsı için gerekli ise, (bu takdirde)
ikinci defterden sorulur. Bu bakımdan kendisine denilir ki: 'Sen bunu nasıl
yaptın?' Zira Allah'ın her amelde bir şartı ve bir hükmü vardır. O şart ve
hükmün kaderi, vasfı ve sıfatı ancak bir ilimle bilinir! Bu bakımdan ona şöyle
denir: 'Sen nasıl yaptın? Kesin bir ilimle mi? Yoksa cehalet ve zanla mı?' Eğer
kişi, bu sualden kurtulursa üçüncü defter açılır. O da ihlâsın istenilmesidir.
Bu bakımdan kendisine şöyle denir: 'Bunu kim için yaptın? Acaba sırf Allah'ın
cemâli ve Lâ ilâhe illâllah sözüne vefa göstermek için mi yaptın? ki o zaman
senin ecrin Allah'a düşer veya mahlukların görmesi için mi yaptın? Eğer öyleyse
ecrini o kimseden al! Veya acelece verilen dünyayı elde etmek için mi yaptın ki
bu takdirde dünyadan olan nasibini sana tam olarak veririz veya unutarak,
gaflet hâlinde mi yaptın ki bu takdirde senin amelin yanar, çaban boşa gider ve
ecrin yok olur. Eğer benim gayrim için bunu yapmışsan benim azabıma ve ikabıma müstehak
olursun. Zira benim kölemdin, verdiğim rızkı yer, benim nimetimle yaşardın.
Sonra benden başkasına çalışırdın. Beni dinlemedin, oysa şöyle demiştim:
Allah'tan
başka taptıklarınız sizin gibi kullardır. (A'râf/194)
Sizin
Allah'tan başka taptıklarınız size rızık veremezler. Siz rızkı Allah'ın katında
arayın. O'na ibadet edin ve O'na şükredin.(Ankebût/17)
İyi
bilin ki, hâlis (katıksız) din yalnız Allah'ındır.(Zümer/3)
Kul,
bu sorulara muhatap olacağını ve bu kınamalara maruz kalacağını bildiğinde sorguya
çekilmeden önce nefsini sorguya çeker. Sorulan suallere cevaplar hazırlar.
Kulun cevabı, doğru olmalıdır. Bunun için de tedkik ettikten sonra yapmalı veya
yapmamalıdır. Düşündükten sonra ancak parmağını veya kirpiklerini
kıpırdatmalıdır.
Hz.
Peygamber (s.a) Hz. Muaz'a hitaben şöyle demiştir:
Kişi,
gözüne çektiği sürmeden, parçaladığı çamurdan ve kardeşinin elbisesine
dokunmasından bile sorulacaktır.14
Hasan
Basrî (r.a) şöyle demiştir: 'Ashab-ı kirâmdan biri bir sadaka vermek
istediğinde önce tedkik eder. Eğer Allah içinse verirdi'.
Yine
Hasan şöyle demiştir: 'Niyetinin ve himmetinin yanında durup düşünen bir kula
Allah rahmet eylesin! Eğer niyeti Allah için ise (bu takdirde) düşündüğünü
yapar. Eğer Allah'tan başkası için ise yapmaz'.
Sa'd
(r.a), Selman-ı Fârisî'ye (r.a) şöyle nasihat etmiştir: 'Kasdettiğin zaman
kasdının yanında Allah'tan kork!15.
Muhammed
b. Ali (r.a) şöyle demiştir: 'Mü'min bir kimse bir işi yapmak istediğinde
duraklar, yavaşça hareket eder. Niyetini tedkik eder. Gece odun toplayan bir
kimse gibi değildir'.
İşte
bu, murâkabe mertebesine ilk bakıştır. Bu bakıştan ancak kuvvetli ilim,
amellerin sırlarını, nefislerin gizliliklerini ve şeytanın hilelerini çözen bir
marifet sahibi kurtulabilir. Bu bakımdan şahıs nefsini, rabbini ve düşmanı olan
İblis'i tanımadığında, hevâ-i nefsine uygun geleni bilmediğinde, hevâ-i nefse
uygun gelenle Allah için sevdiği şeyin arasını ayırt etmediğinde, niyeti hâlis,
düşünce ve hareketinde Allah'ı razı etmediğinde bu murâkabede sağlama varamaz.
Çokları Allah Teâlâ'nın hoşuna gitmeyen hareketlerde bulunur. Oysa iyilik
yaptıklarını sanırlar(!)
Öğrenilmesi
mümkün olan bir hususta cahil olan bir kimsenin mazur olduğunu zannetme! Böyle
bir kimse nasıl mazur olabilir? İlim öğrenmek her müslümana farzdır. Âlimin iki
rek'at namazı âlim olmayanın bin rek'atından daha üstündür. Çünkü âlim kişi,
nefsin âfetlerini, şeytanın hilelerini ve aldatma yerlerini bilir, onlardan
korunur. Cahil ise, bunu bilmez. Öyleyse ondan nasıl sakınabilir? Bu bakımdan
cahil bir kimse daima zahmet içerisindedir. Şeytan da bundan ötürü sevinmekte
ve tepinmektedir. Cahillik ve gafillikten Allah'a sığınırız. Çünkü cahillik her
şekavetin başı ve her zararın temelidir.
Her
kulun üzerinde Allah'ın hükmü (şudur ki) o kul bir şeyi yapmak istediğinde
nefsini murâkabe etmeli, azalarıyla çalışmak istediğinde kendisini kontroldan
geçirmelidir. Öyleyse bu kul, o işin Allah için olduğunu, ilim nûruyla
anlayıncaya kadar yap-maktan çekinir veya o hareketin hevâ-i nefis için
olduğunu bilip ondan sakınır, kalbini o hususta düşünmekten meneder ve böyle
bir işi yapmayı hatırından bile geçirmemeye dikkat eder; zira bâtıldaki ilk
tehlike bertaraf edilmedikçe, bâtıla dalma isteğini artırır. Bu istek himmetin
bâtıla yönelmesini gerektirir. Himmetin yönelmesi ise niyetin kesinleşmesini
gerektirir. Kesin niyet ise, o bâtılı bilfiil yapmayı, o bâtılı bilfiil yapmak
ise, helâk olmayı ve Allah'ın gazabını gerektirir. Bu bakımdan şerrin tohumunu
daha ilk kaynağında yok etmek gerekir. O da insanın hatırına gelendir; zira
hatırdan sonraki merhalelerin hepsi ona tabidirler. Kul üzerinde bu
müşkilleşince, iş karanlığa bürününce artık bir daha da o kula ilim nûruyla
düşünmek mümkün olmaz. Hevâ-i nefis vasıtasıyla şeytanın kandırmasından Allah'a
sığınmalıdır.
Eğer
kişi ictihâd etmek ve kendi kendine düşünmekten aciz kalırsa, din âlimlerinin
nûruyla ışıklanmaya gitmelidir. Şeytandan kaçtığı gibi dalâlete saptıran ve
dünyaya yönelten âlimlerden kaçmalıdır. Hatta onlardan daha fazla kaçmalıdır;
zira Allah Teâlâ Hz. Dâvud'a vahiy göndererek şöyle buyurmuştur:
Dünya
sevgisinin sarhoş ettiği ve sevgiden uzaklaştırdığı bir âlimi benden sorma! Bu
gibi âlimler insanların yollarını kesen kimseler gibidir.
Bu
bakımdan dünya sevgisiyle, oburluğun şiddeti ve dünyaya dalmaktan ötürü kararmış
kalpler Allah'ın nûrundan perdelidirler; zira kalp nûrlarının ışıklanma yeri
rubûbiyyet huzurudur. Bu bakımdan o huzura arkasını çeviren oradan nasıl ışık
alabilir? O huzurun düşmanına yönelen, o huzurdan nefret edene aşık olan oradan
nasıl nûr edinir? O düşmanlar da dünyanın şehvetleridir.
Bu
bakımdan mürîdin himmeti, ilmi güzelce yapması eğer dünyayı tamamen istemeyen
âlimi bulamazsa dünyadan yüz çevirmiş veya dünyayı az isteyen bir âlimi aramaya
koyulmaktır.
Nitekim
Hz. Peygamber (r.a) şöyle buyurmuştur:
Allah
Teâlâ, şüpheler vârid olduğunda tefrik edici gözü, şehvetler hücum ettiği anda
kâmil olan aklı sever!16
Dikkat
edilirse Hz. Peygamber, ayırdedici göz ile kâmil aklı bir araya getirmiştir;
zira onların ikisi, hak nazarında birbirinden ayrılmazlar. Bu bakımdan
şehvetlerden alıkoyucu aklı olmayan bir kimsenin şüphelerde tefrik edici gözü
olamaz.
Hz.
Peygamber şöyle buyurmuştur:Kim bir günah işlerse, bir daha dönmemek üzere
ondan bir akıl ayrılıp gider!17
Zaten
insan zayıf akıl ile saadete ermiştir, onun miktar ve oranı nedir ki insan bir
de onu günahları işlemek suretiyle mahvetmeye yelteniyor?
Amellerin
âfetlerini bilmek şu zamanlarda tamamen yok olmuştur. Çünkü insanlar bu
ilimleri terketmişlerdir. Şehvetlerinin arkasından gitmekte, kabaran husumetlerde
halkın arasında hakem olacak ilimlerle meşgul olmaktalar ve bir de 'İşte fıkıh
ilmi budur' derler. Dolayısıyla dinin fıkhı olan bu ilmi, ilimler cümlesinden
çıkarmışlardır. Sadece dünya fıkhına tecerrüd etmişler, o fıkıh ki onunla din
fıkhına yer açılsın diye kalplerden meşgul edici şeylerin bertaraf edilmesi
kasdedilir. Bu bakımdan dünya fıkhı ancak şu bahsettiğimiz fıkıh vasıtasıyla
din fıkhının bir parçası olabilir.
Siz
bugün öyle bir zamandasınız ki sizin bu zamanda en hayırlınız en fazla acele
edeninizdir. Sizin üzerinize öyle bir zaman gelecektir ki o zamanda en
hayırlınız, tahkik yapanınız olacaktır.18
Ashâb-ı
kirâmdan bir grup, Irak ve Şam ehline karşı olan savaşlara katılmaktan
çekinmiştir. Çünkü mesele onlar için çözülmez bir vaziyettedir. Sa'd b. Ebî
Vakkas, Abdullah b. Ömer, Usâme b. Zeyd, Muhammed b. Mesleme ve diğerleri
gibi....
Bu
bakımdan şüpheli şeylerde duraklamayan bir kimse, hevâ-i nefsinin arkasına
giden ve görüşünü beğenendir. Böyle bir kimse Hz. Peygamber'in şu hadîsiyle vasıflandırdığı
kimselerdendir:
İtaat
edilen bir cimriliği, arkasından gidilen bir hevâ-i nefsi ve her görüş
sahibinin kendi görüşünü beğendiğini gördüğünde, sadece nefsinle ilgilen!19
Kim
tahkik ve tedkik etmeksizin, bir şüpheye dalarsa, o şu ayete ve şu hadîse
muhalefet etmiştir:
Hakkında
bilgi sahibi olmadığın bir şeyin ardına düşme!(İsra/36)
Zandan
sakın! Muhakkak ki zan, sözün en yalanıdır.20
Hz.
Peygamber bu zan ile, delilsiz bir zannı kasdetmiştir. Nitekim avam
tabakasından bazı kimseler kendisine müşkil gelen bir meselede kalbinden fetva
ister ve zannın arkasına takılır. Bu işin zorluğu ve büyüklüğü hakkında Hz.
Ebubekir şöyle dua etmiştir: 'Yârab! Bana hakkı hak olarak göster. Onun
arkasında gitmeyi nasip eyle! Bana bâtılı bâtıl olarak göster. Ondan sakınmayı
nasip eyle! Beni şüphede bırakma ki hevâ-i nefsime tabi olmayayım'.
Hz.
İsa (a.s) şöyle demiştir: İşler üç durumdadır:
1.
Doğruluğu tebellür etmiştir. Ona tâbi ol!
2.
Yanlışlığı belli olmuştur! Ondan sakın!
3.
Senin için müşkil olan iştir. Onu bilene havale et!
Hz.
Peygamber bir duasında şöyle demiştir:
Ey
Allahım!Din hususunda ilimsiz konuşmaktan sana sığınıyorum.21
Bu
bakımdan Allah'ın kulları üzerindeki en büyük nimeti ilim ve hakkın
keşfedilmesidir. İman ise hakkın keşfi ile ilmin bir çeşidinden ibarettir.
Allah'ın
sana lütfu cidden büyüktür. (Nisa/11)
Allah
Teâlâ, bu lütuftan ilmi kasdetmiştir. Eğer bilmiyorsanız ilim ehlinden sorun!
(Nahl/43)
Muhakkak
ki bize düşen, doğru yolu göstermektir. (Leyl/12)
Sonra
onu açıklamak da bize aittir.(Kıyâme/19)
Allah
dileseydi hepinizi doğru yola iletirdi.(Nahl/9)
Hz.
Ali şöyle demiştir: "Hevâ-i nefis, körlüğün ortağıdır. Şaşkınlık anında
durup düşünmek Allah'ın tevfîkindendir. Üzüntüyü kovalayıcı olarak yakîn ne
güzeldir! Yalanın neticesi pişmanlıktır. Doğrulukta selâmet vardır. Nice uzak
vardır ki yakından daha yakındır. Dostu olmayan bir kimse gariptir. Sıddîk, o
kimsedir ki gaybi doğrudur. Kötü zan seni dosttan mahrum bırakmasın. Sehâvet ne
güzel ahlâktır! Hayâ her iyiliğe sebeptir. Kulpların en kuvvetlisi takvâdır.
Kendisine yapıştığın sebebin en kuvvetlisi o sebeptir ki seninle Allah
arasındadır. Dünyadan ancak kendisiyle ahiretini tamir ettiğin miktar senindir.
Rızık ikidir: a) Senin kendisini kovaladığın rızık, b) Bizzat seni arayan rızık.
Eğer sen ona varmazsan o sana gelir! Eğer sen, elinde isabet alandan
irkilirsen, sana varmayan için irkilme! Olanla olmayan üzerine delil getir!
Zira eşya birbirine benzer. Kişiyi, elinden kaçmayacak birşeyin elde edilmesi
sevindirir. Elde edilmesi mümkün olmayanın elden kaçması üzer. Bu bakımdan
dünyadan elde ettiğinle pek fazla sevinme! Dünyanda elinden kaçanın arkasından
da gam yeme! Senin sevincin Allah'ın huzuruna gönderdiğin, üzüntün de geride
bıraktığında olsun. Meşguliyetin himmetin ahiret için olsun!"
Hz.
Ali'nin bu sözlerini nakletmekteki gayemiz, şaşkınlık anında tevakkuf etmenin
gerekli olduğunu belirtmektir. Tevfîk Allah'tandır.
O
halde, murâkabe edenin birinci bakışı niyet ve hareketindeki bakışıdır. O
hareketin Allah için mi, yoksa hevâ-i nefis için mi olduğunu tedkik etmesidir.
Nitekim
Hz. Peygamber (r.a) şöyle bu-yurmuştur:
Şu
üç haslet kimde varsa, o imanını kemâle ulaştırmıştır: a) Allah hakkında hiçbir
kınayanın kınamasından korkmaz. b) Amelinden hiçbir şeyle riyakârlık yapmaz. c)
Kendisine iki şey arzolunduğunda onların biri dünya, diğeri ahiret için olursa
ahireti dünyaya tercih eder.22
Hareketlerinde
kendisine keşfolunanın çoğunun mübah olmasıdır. Fakat bu onu ilgilendirmez. Hz.
Peygamber'in şu hadîs-i şerîfi için onu terkeder.
Kendisini
ilgilendirmeyeni terketmek, kişinin güzel müslümanlığındandır!
Murâkabenin
ikinci bakışı, amele başladığında olan bakışıdır. Bu da ancak keyfiyetini
tedkik etmekle olur ki Allah'ın ameldeki hakkını yerine getirsin. Onu
tamamlamak hususundaki niyetini güzelleştirsin. Onun suretini kemâle erdirsin.
Mümkün olduğu en güzel şekilde onu yapabilsin. Bu durum, bütün hallerinde ondan
ayrılmaz. Çünkü o bütün hallerinde, hareket ve sükûndan uzak değildir. Bu
bakımdan Allah Teâlâ bütün bunlarda murâ kabe ettiğinde niyet, güzel fiil ve
edebin gözetilmesiyle ibadetini yapmaya muktedir olur. Mesela eğer oturuyorsa
kıbleye doğru oturması uygundur.
Meclislerin
en hayırlısı o meclistir ki onunla, kıbleye yönelinir.
Bağdaş
kurmamalıdır; zira sultanların huzurunda bağdaş kurarak oturulmaz. Oysa
sultanların sultanı (Allah) onun durumuna muttalidir.
İbrahim
b. Edhem şöyle demiştir: "Bir defasında bağdaş kurarak oturdum. Gaibden
şöyle diyen bir ses işittim: 'Sultanlarla böyle mi oturuyorsun?' Bundan sonra
bağdaş kurarak oturmadım".
Eğer
yatıyorsa, kıbleye yönelik olduğu halde sağ kolu üzerinde yatmalıdır. Bununla
beraber ilgili yerlerde zikrettiğimiz diğer edeplere de riayet etmelidir. Bütün
bunlar murâkabeye dahildir. Hatta def-i hacet yaparken bile murâkabeyi yerine
getirmek için, onun hedeflerini de gözetmelidir. Durum bu olunca, kul ya ibadet
veya masiyet veya mübah içerisinde olmaktan uzak olamaz. Öyleyse ibadet, ihlâs,
ikmâl, edebe riayet etmek, ibadetleri âfetlerden korumak ile murâkabesi tamam
olur. Eğer masiyet içindeyse murâkabesi tevbe,pişmanlık,günahtan çekinmek, hayâ
ve düşünmekle iştigal etmekle olur.
Eğer
mübahın içinde ise, murâkabesi edebe riayet ettikten sonra nimetin içinde nimet
vereni müşâhede edip nimet verene şükür etmekle olur!
Kul,
bütün hallerinde sabrı gerektiren bir beladan uzak değildir. Aynı zamanda şükrü
gerektiren bir nimetten de emin değildir. Bütün bunlar murâkabedendir. Hatta
kul, her durumda üzerinde olan bir ilâhî farîzadan kurtulamaz. Bu farîza ya
derhal yapması gereken bir fiildir veya terketmesi gereken bir mahzurdur veya
Allah'ın affına acelece varmak için teşvik edilen bir mendubtur o mendub
hususunda Allah'ın kullarıyla yarışır veya bir mübahtır ki onda bedenin
sıhhati, kalb salâhı, ibadetin yardımcısı vardır. Bunların her birinin
murâkabenin devamıyla gözetilmesi gereken bir sınırı vardır.
Bunlar
Allah'ın hudutlarıdır.Kim Allah'ın sınırlarını aşarsa nefsine zulmetmiş
olur.(Talâk/l)
Bu
bakımdan kul nefsini bütün vakitlerinde şu üç kısım hakkında tedkik etmelidir:
Ne zaman ki farzlardan boşalıp faziletleri yapmaya kudreti yetiyorsa, amellerin
en faziletlisiyle meşgul olmak için onları araması gerekir; zira elde etmeye
kudreti olduğu halde, fazla kâr elinden kaçan bir kimse zarar etmiş sayılır!
Kârlar ise, faziletlerin meziyetleriyle elde edilir. Bundan ötürü kul,
dünyasından ahireti için azık edinir.
Dünyadan
olan nasibini unutma! (Kasas/77) Bütün bu, bir saatlik sabır ile mümkün olur;
zira saatler üçtür:
A)
Geçmiş bir saattir ki ister meşakkat, ister saadet içerisinde geçsin, onun
içinde kula bir zorluk yoktur.
B)
Gelecek bir saattir ki daha gelmemiştir. Kul, o saat gelinceye kadar yaşayıp
yaşamayacağını bilmez ve yine o saate Allah Teâlâ'nın ne gibi bir hüküm
vereceğini de bilmez!
C)
Kesinleşen bir saattir ki onun içinde nefsiyle mücâhede etmesi ve o saatte
rabbini murâkabe etmesi gerekir.
Mü'min
bir kimsenin sadece üç şeye tamahı olur: 1. Ahiret için azıklanmaya, 2. Bir
maîşet için ıslâha, 3. Haram olmayan bir şeyden lezzetlenmeye...23
Bu
mânâdaki şu hadîse de uymalıdır:
Akıllı
bir kimsenin dört saatinin olması gerekir: a) Rabbine münacât ettiği saat. b)
Nefsini hesaba çektiği saat. c) Rabbinin yarattığı mahlukât üzerinde tefekkür
ettiği saat. d) Yemek ve içmek için boşaldığı saat.24
Zira
kendisi için bu saatte, diğer saatlere yardım eden bir durum vardır! (....)
Çünkü orada azaları yemek ve içmekle meşguldür, o saatte amellerin en
faziletlisi olan bir amelden boş olmamalıdır. O amel de zikir ile fikirdir;
zira yediği yemekte (mesela) öyle acaiplikler vardır ki eğer onları düşünür ve
sezerse, bu seziş onun için azalarla yapılan amellerin çoğundan daha üstündür.
Burada insanlar birçok kısımlara ayrılır. Bir kısmı vardır ki ona basiret ve
ibret gözüyle bakarlar. O yemek sanatının acaipliklerinde, hayat sahiplerinin
onunla nasıl yaşadıklarına, Allah Teâlâ'nın onun sebeplerini takdir etmesinin
keyfiyetine ve ona teşvik eden servetlerin yaratılışına ve o hususta şehvete
teshir edilen aletlerin yaratılışına bakıp düşünürler. Nitekim biz bunun
bazısını Şükür Kitabı'nda, tafsilatıyla zikretmiştik. Bu makam, akıl
sahiplerinin makamıdır.
Bir
kısım vardır ki o yemeğe, nefretle bakarlar. Onda mecburiyet yönünü düşünürler.
Ondan müstağni olmayı isterler. Fakat buna rağmen nefislerini mecbur ve onun
şehvetlerine müsahhar olarak görürler. Bu makam zâhidlerin makamıdır.
Bir
kısım vardır ki sanatın içinde sanatkârı görür. Ondan Yaradanın sıfatlarına
terakki ederler.Bu bakımdan onun müşahedesi fikrin birçok kapılarını
hatırlamaya vesile olur. Onun sebebiyle, onlar için o kapılar açılır. Bu makam ise,
makamların en yücesidir. Bu makam âriflerin makamlarından ve muhiblerin
alâmetlerindendir zira muhib olan bir kimse dostunun sanatını, kitabını,
telifini gördüğünde, sanatı unutur, kalbiyle sanatın sahibiyle meşgul olur.
Oysa kulun içerisinde kıvrandığı herşey Allah'ın sanatıdır. Eğer kendisi için
melekût kapıları açılırsa ustaya bakması için geniş bir imkân olur. Fakat bu
durumun meydana gelmesi cidden nadirdir.
Dördüncü
bir kısım vardır, o yemeğe rağbet ederler ve obur davranırlar. O yemekten
ellerinden kaçan kısım için üzülürler. Hazır bulunan kısımla sevinirler.
Onlardan hoşlarına gitmeyen-leri kötülerler. Yapanı zemmederler. Hem
pişirileni, hem de pişireni kınarlar. Pişirilenin de pişirenin de fâilinin
Allah olduğunu, Allah'ın izni olmaksızın, onun mahlûklarından bir şeyi
kötüleyenin Allah'ı kötülemiş olduğunu bilmezler.
Hz.
Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:
Dehr'e
küfretmeyiniz! Çünkü Allah Teâlâ, dehr'in ta kendisidir!25
İşte
bu ikinci murabete, amelleri daimî ve kesintisiz bir vaziyette murâkabe etmekle
meydana gelir. Bunun izahı oldukça uzundur. Bizim söylediklerimizde esasları
bilen bir kimse için yol üzerinde uyarma vardır.
12)
Adı Ebu Abdullah Muhammed b. Hafif dir. Şirazlıdır. H. 371'de vefat etmiştir.
13)
Adı Ahmed b. Muhammed'dir. Mısır'da ikamet etmiştir. Orada H. 322'de vefat
etmiştir.
14)
Daha önce geçmişti.
15)
İmam Ahmed, Hâkim
16)
Ebu Nuaym
17)
Daha önce geçmişti.
18)
Irâkî aslına rastlamadığını söylemektedir.
19)
Daha önce geçmişti.
20)
Kaynağı bulunamadı.
21)
Irâkî aslına rastlamadığını söylemektedir.
22)
Ebu Mansur Deylemî
23)
İmam Ahmed, İbn Hibban ve Hâkim
24)
Daha önceki hadisin bir parçasıdır. (Irâkî)
25)
Müslim, "Allah dehr'in sahibi ve dehr'in içinde cereyan eden hâdiselerin
mûcidi" demektir. Bu, müteşabih hadîslerdendir.
*7.Amelden
Sonra Muhâsebe-i Nefs'in Hakîkati
Kulun,
günün başlangıcında hakkı tavsiye etmek üzere nefsiyle anlaştığı bir vakti
olduğu gibi günün sonunda da bir saati olmalıdır ki o saatte nefsi muâhaze
etmeli, durumlarını muhasebeye çekmelidir. Nitekim dünyada, tüccarlar
ortaklarıyla her sene veya her ay veya her gün bu şekilde hesap görürler.
Tüccarlar dünyaya harîs olduklarından ve ellerinden kaçması kendileri için daha
hayırlı olan bir şeyin kaçmasından korktuklarından dolayı böyle yaparlar. Oysa
o dünyalığı elde etseler bile, ancak az bir müddet ellerinde kalabilir. O
halde, akıllı bir kimse ebedî saadet ve şekavetin tehlikesiyle ilgili olan
konularda nefsini nasıl hesaba çekmez? Bu umursamamazlık ancak gaflet,
mahrumiyet ve az tevfîke mazhar olmaktan kaynaklanır. Böyle bir felaketten
Allah Teâlâ'ya sığınırız.
Ortakla
hesaplaşmaya oturmanın mânâsı; sermayenin tedkik edilmesi, kâr ve zarara
bakılması demektir ki kendisi için fazlalık, eksiklikten görünsün. Eğer kâr
olursa onu alır, ortağına teşekkür eder. Eğer bir zarar olursa ortağını kefil
kılar. İleride o zararı kapatmayı ona yükler. İşte farz borçlarında ve o borcun
kârı olan nafilelerde ve zararı olan günahlarda da kulun sermayesi böyledir. Bu
tür ticaretin zamanı, bütün gündür. Bu, kötülüğü emreden nefisle yapılmış bir
anlaşmadır. Bu bakımdan önce nefsini farzlar için hesaba çekmelidir. Eğer nefis
farzları gereği gibi edâ etmişse, bu hareketten dolayı Allah'a şükür ve nefsi
onun benzerini yapmaya teşvik etmelidir. Eğer nefis farzları terketmişse,
farzların kazasını nefisten istemelidir. Eğer nefis eksik olarak onları edâ
etmişse, eksikleri nafilelerle kapatmaya nefsi zorlamalıdır. Eğer nefis
herhangi bir masiyeti irtikâb etmişse, nefsi cezalandırmak, azap vermek ve
kınamakla meşgul olmalı ki nefis eksiklikleri te-lafi etsin. Tıpkı tüccarın,
ortağına karşı bir habbenin (para birimi) ile bir kıratın (para birimi)
hesabını sorduğu gibi...
Dolayısıyla
fazlalık ve eksikliğin giriş noktalarını korur ki onların hiç birinde zarar
etmesin. Nefsin zararından ve hilesinden de böyle korunması gerekir. Çünkü
nefis aldatıcıdır. Bu bakımdan nefisten önce, bütün gün konuştuklarının
hesabını sormalıdır. Kıyamette başkasının eline geçecek hesabı bizzat kendisi,
nefsiyle görmelidir. İşte bakışını, kalbine gelenleri, düşüncelerini,
kalkışını, oturuşunu, yemesini, içmesini ve uykusunu böylece tedkik etmelidir.
Hatta susuşunu, duruşunu kontrol etmelidir. Nefis, bütün vâcib vazifelerini
bildiği ve kendi kanaatine göre bu husustaki vâcibleri edâ etmeye kudretli
olduğu kesinleştiği miktarda da onun için hesap olur. Böylece nefsin
aleyhindeki geri kalan kısım kendisine görünür. Bu bakımdan ortağın açığını
kalbine ve defterine yazdığı gibi, bunları nefsin aleyhine tesbit edip kalbinin
sahifesine yazmalıdır. Sonra nefis borçludur. Ondan, borçlarını alması
mümkündür. O borçların bir kısmını onu kefil kılmak suretiyle alır. Bir kısmını
da geri vermek suretiyle. Bir kısmını da ondan ötürü nefse ceza vermek
suretiyle alabilir. Bu alış şekillerinin hiçbiri, hesabı tedkik etmeden ve geri
kalanı, vâcib olan haktan ayırmadan mümkün değildir. Bu hâsıl oldu mu bundan
sonra nefisten istemek ve almak ile meşgul olmalıdır. Sonra nefsi bütün
hayatından ötürü, gün gün, saat saat görünür ve görünmez bütün azalar hakkında
hesaba çekmesi uygundur.
Tevbe
b. Samt nefsini hesaba çeken bir zattı. Birgün hesap etti, altmış yaşında
olduğunu gördü. Bu senelerin günlerini hesap etti, yirmibirbinbeşyüz (21.500)
gün olduğunu gördü. Bir çığlık kopararak şöyle dedi: 'Vay hâlime! Sultanlar
sultanının huzuruna yirmi birbin (21.000) günah ile varacağım! Acaba her günde
onbin (10.000) günah varsa ne olacaktır?' Bunları söyledikten sonra düşüp
bayıldı. Yanına varıp baktıklarında ölmüş olduğunu gördüler. Bunun üzerine
gaibden şöyle diyen bir ses işittiler: 'En yüce Firdevs sana müjdeler olsun!'29
Nefsini,
alıp verdiği nefeslerden, her saatta kalbi ve azalarıyla yapmış olduğu
günahlardan hesaba çekmesi gerekir.
Eğer
kul, her işlediği günaha karşılık evine bir taş atsa, kısa bir müddette evi taş
ile dolardı. Fakat günahlardan korunmak konusunda ihmalkârlık yapar. Oysa (sağ
ve solundaki) melekler onun yaptıklarını aleyhine kaydederler. Allah onun
yaptıklarını teker teker sayar. Oysa o unutmuştur.
29)
Beyhâkî, Şuab'ul-İman
*8.Murâbete'nin
Dördüncü Makamı Olan Kusurlarından Ötürü Nefsi Kınamak
Kişi
nefsini hesaba çektiğinde günah işlemekten ve Allah hakkında kusur yapmaktan
nefsi sağlam değilse, onu ihmal edip başıboş bırakması uygun değildir; zira
eğer kişi nefsini ihmal ederse, günahları işlemek nefis için kolaylaşır. Nefis,
günahlara alışır. Artık bir daha onu günahtan menetmek zorlaşır. Bu da nefsin
helâkine sebep olur. Nefsi kınaması ve cezalandırması uygundur. Bu bakımdan
şüpheli bir lokma yediğinde, karnı aç bırakmak suretiyle onu cezalandırmalıdır.
Mahrem olmayana baktığında gözünü bakıştan menetmek suretiyle cezalandırmalı ve
böylece bedeninin her azasını şehvetten menetmek suretiyle cezalandırmalıdır.
Ahiret yolunun yolcuları bu âdete sahip idiler.
Nitekim
Mansur b. İbrahim'den şöyle rivayet edilmiştir: Âbidlerden biri bir kadınla
konuştu. Elini kadının baldırınadeğdirecek kadar işi ilerletti. Sonra pişman
oldu. Ceza olarak elini kuruyuncaya kadar ateşin üzerinde bıraktı.
Rivayet
ediliyor ki İsrailoğulları'nın içinde havrasında ibadet eden biri vardı.
Böylece uzun bir zaman ibadet etti, Birgün dışarıya çıkınca gözüne bir kadın
ilişti. Kadına vuruldu ve kadının yanına inmek istedi. O esnada, Allah daha
önce geçmiş ilâhî bir inayetiyle onun yardımına yetişti ve dolayısıyla kendi
kendisine şöyle sordu: 'Yapmak istediğin bu hareket nedir?' Böylece kendine
geldi. Allah Teâlâ onu korudu, dolayısıyla pişman oldu. Ayağını havraya çekmek
istediğinde kendi kendisine şöyle dedi: 'Bu ne uzak, ne uzak! Bir ayak ki
Allah'a isyan etmeyi istediği halde dışarı çıkmıştır, o benimle beraber havraya
mı dönecektir? Allah'a yemin ederim, bu katiyyen olmaz'. Böylece ayağını
havranın kapısına asılı olduğu halde dışarıda bıraktı. Ayak çürüyüp düşünceye
kadar yağmurlar, rüzgârlar, kar ve güneş altında kaldı. Bundan ötürü Allah
Teâlâ'ya şükretti ve Allah Teâlâ semavî kitabların birinde bu kişiden bahsetti.
Cüneyd-i
Bağdadî şöyle demiştir: İbn Kurtenî'den dinledim, şöyle diyordu: "Bir gece
cenabet oldum. Gusletmek ihtiyacını duydum. Gece de oldukça soğuktu. Nefsimde
guslü geciktirmek isteğini hissettim. Böylece nefsim sabah oluncaya kadar
gecik-memi, suyu ısıtmamı veya hamama gitmemi bana telkin etti. Ben de nefsimi
bir türlü yenemiyordum. Bu durumdayken şöyle bağırdım: 'Yazıklar olsun! Ben
hayatım boyunca Allah'a ibadet etmiş olayım, benim üzerime bir hak farzolsun ve
o hakkı edâ etmek azmini kendimde göremeyeyim. Nefsimde duraklama ve gecikme
bulayım!' Böylece sırtımdaki gömleğimin içinde yıkanacağıma ve gömleğimi
sıkmayıp güneşte kurutmayacağıma dair yemin ettim".
Hikâye
olunuyor ki Gazvan30 ile Ebu Musa el-Eş'ari (r.a) bir yolculukta
bulunuyorlardı. Bu esnada bir cariyenin nâmahrem bedeni gözüktü, Gazvan ona
baktı. Bundan ötürü gözü çanağından fırlayacak gibi oldu. O da gözünü elleriyle
kapadı ve şöyle dedi: '(Ey göz) sen sana zarar verene çokça bakıcısın!'
Seleften
biri bir kadına, bir kere baktı. Bu hatadan dolayı hayatı boyunca soğuk su
içmemeyi nefsine ceza olarak verdi. Nefsini sıkıntıya sokmak için sıcak su içip
duruyordu.
Hikâye
ediliyor ki; Hasan b. Ebî Sinan bir köşkün yanından geçerek şöyle demiştir:
'Acaba şu köşk ne zaman inşa edilmiştir?' Bu sözünden sonra başladı nefsini
kınamaya... Nefsine hitaben dedi ki: 'Seni ilgilendirmeyen konuları soruyorsun!
Allah'a yemin ederim, sana ceza olarak tam bir sene oruç tutmayı tatbik
edeceğim!' Böylece bir sene oruç tuttu.
Mâlik
b. Deygam şöyle demiştir: 'Ribah Kays31 ikindi namazından sonra gelip babamdan
sual sormak istedi, uyuyor dedik. Bu sözüme karşılık olarak 'Bu saatten sonra
uyku ha! Bu uyku zamanı mı?' dedi. Sonra dönüp gitti. Biz arkasından bir adam
göndererek 'Onu senin için uyandıralım mı?' dedik. Gönderdiğimiz adam geldi ve
bize şöyle dedi: "O benden herhangi birşey dinlemeyecek kadar meşgul
bulunuyor. Mezarlığa girerken ona yetiştim. Nefsini kınayıp şunları söylüyordu:
"Sen 'şu saat uykunun vakti midir?' dedin? Acaba böyle demek senin vâzifen
mi? Kişi istediği zaman uyur. Sen onun uyku zamanı olmadığını nereden bileceksin?
Bilmediklerini ne diye konuşuyorsun? Allah'ın benim üzerimde bir va'di vardır.
Onu hiçbir zaman bozmayacağım. Uyku için bir sene yere yatmayacağım. Ancak
bitab düşürücü bir hastalık veya akılsızlık hâli bundan müstesna! Bunu da sana
kötülük etmek için yapıyorum. Ey nefis! Utanmıyor musun? Ne zamana kadar
kınanacaksın? Hâlâ da dalâletinden uyanmayacak mısın?"
Sonra
benim yanında olduğumu sezmeksizin ağlamaya başladı. Onun bu durumunu görünce
kendisini haliyle başbaşa bıraktım!"
Temîm
ed-Dârî bir gece uyuya kalıp teheccüd namazını kılmadı. O gece yattığının
cezası olarak bir sene boyunca bütün geceleri uykusuz geçirerek ibadet etti.
Hz.
Talha'dan şöyle (r.a) rivayet ediliyor: Günün birinde bir kişi gitti.
Elbisesini çıkardı. Kızgın kumlara yattı ve nefsine şöyle dedi: 'Tat! Cehennem
ateşi, hararet bakımından, daha şiddetlidir. Gece leş gibi, gündüz de tembel mi
duruyorsun?' O bu haldeyken Hz.Peygamber ansızın bir ağacın gölgesinde göründü.
Bunun üzerine Hz. Peygamber'e gelip (halini şöyle) ifade etti: 'Nefsim bana
galebe çaldı da ondan böyle yaptım!' Bu cevap üzerine, Hz. Peygamber ona şöyle
dedi:
Seni
yapmış olduğun hareketten kurtaracak bir çare yok mu? Senin için göklerin
kapıları açıldı. Allah seninle meleklerine karşı iftihar etti.
Sonra
ashâb-ı kirâm'a hitaben şöyle buyurmuştur: 'Kardeşinizden azıklanın!' Bu söz
üzerine, ashabdan bir kişi Talha'ya 'Ey falan! Benim için dua et!' dedi. Bu
manzara karşısında, Hz. Peygamber, ona hitaben 'Onların hepsini duanın
kapsamına al!' dedi. Bu emir üzerine Talha (r.a) şöyle dua etti: 'Yârab!
Takvâyı onlar için azık yap! Onların işini hidayet üzerinde topla!' Bunun
üzerine, Hz. Peygamber de (s.a) şöyle dua etti: 'Ey Allahım! Onu dosdoğru kıl!'
Bu manzara karşısında kişi de 'Ey Allahım! cenneti onların dönüş yeri yap!'
dedi.32
Huzeyfe
b. Katade el-Meraşî şöyle anlatıyor: Bir kişiye 'Şehvetlerinde nefsine ne gibi
bir muamele yapıyorsun?' diye soruldu. Cevap olarak dedi ki: 'Yeryüzünde, benim
nezdimde, ondan daha fazla nefret ettiğim bir nefis yoktur. Bu bakımdan ben
nasıl onun isteklerini ona veririm?'
İbn
Semmâk, Dâvud-u Tâi evinde can çekişirken, Dâvud'un huzuruna varıp 'Ey Dâvud!
Hapsolunmazdan önce nefsini hapsettin. Azap olunmadan önce nefsine azap
çektirdin. İşte bugün, çalıştığın zatın sevabını görürsün' dedi.
Vehb
b. Münebbih'ten şöyle rivayet ediliyor: Adamın biri bir zaman âbidlik yaptı.
Sonra Allah'a bir ihtiyacı başgösterdi. Dolayısıyla yetmiş cumartesi kalktı,
(ibadet etti), her cumartesi onbir hurma yiyor. Sonra Allah Teâlâ'dan
ihtiyacını istiyordu. Allah ona ihtiyacını vermedi. Böylece nefsine dönerek
şöyle dedi: 'Sendengeldim! Eğer sende hayır olsaydı muhakkak ihtiyacın sana
verilirdi!' Bunun üzerine yanına bir melek indi ve ona 'Ey Adem'in oğlu! Senin
şu saatin geçmiş ibadetinden daha hayırlıdır. Allah Teâlâ senin ihtiyacını
yerine getirdi' dedi.
Abdullah
b. Kays şöyle anlatıyor: "Biz bir savaşta bulunuyorduk. Düşmanla karşı
karşıya geldiğimizde, gaibden gelen bir ses 'Düşmana karşı saf tutmaya kalkın'
dedi. Fırtınalı bir günde düşmanla karşı karşıya geldik. O anda önümde bulunan
bir kişi, nefsine hitap ederek şöyle diyordu: 'Ey nefsim! Ben falan ve filan
savaşta bulunmadım mı? Sen orada bana helâk olur, aile efradın kimsesiz
kalırlar deyip de kendine itaat ettirerek o savaştan kaçmadın mı? Ben falan
falan savaşta orada da aynı vesveseyi verdin, ben de sana uyarak geri döndüm.
Allah'a yemin ederim, bugün seni Allah Teâlâ'ya arzedeceğim. Ya seni alır veya
salıverir!'
Ben
kendi kendime 'Bu kişiyi bugün gözetleyeceğim' diye karar verdim. Dolayısıyla onu
gözetledim. Bir ara İslâm orduları düşmana saldırdılar. O kişi de ön saflarda
bulunuyordu. Sonra düşman tarafından hücuma geçildi. Müslümanlar geri çekildiği
halde o yerinden kıpırdamadı. Bu durum birkaç defa tekrarlandığı halde o
yerinde durup savaşıyordu. Allah'a yemin ederim, o düşüp şehid oluncaya kadar
bu minval üzere devam etti. Bedeninde ve bineğindeki yaraları saydım. Altmış
veya daha fazla mızrak darbesi bulunuyordu".
Biz
Ebu Talha (r.a) el-Ensârî'nin namaz içinde kalbi bahçesindeki öten kuşla meşgul
olup kaç rek'at kıldığını bilmediğinden, bunun kefareti olarak bahçesini sadaka
verdiğini ve yine Hz. Ömer'in her gece kamçısıyla ayaklarını döverek 'bugün ne
yaptın?' diye sorduğunu daha önce zikretmiştik.
Mecma'dan33
şöyle rivayet ediliyor: Hazret bir gün başını kaldırıp baktı. Bu arada gözü bir
kadına ilişti. Bundan dolayı nef-sine, dünyada kaldıkça, başını kaldırmamayı
adadı.
Ahnef
b. Kays, geceleyin çıradan ayrılmıyordu. Parmağını çıra ateşine tutup nefsine
'Filan gün filan işi yapmaya seni zorlayan neydi?' diye sorardı.
Vuheyb34
b. Verd gördüğü birşeyi nefsinde hor telâkki edince göğsünün üzerinde bulunan
kılların bir kaçını yoldu. Dolayısıyla canı acıdı. Sonra nefsine şöyle hitap
etti: 'Rahmet olasıca! Ben ancak senin için hayrı irade ettim'.
Muhammed
b. Bişr35 Dâvud-u Tâî'yi iftar zamanında tuzsuz ekmek yerken gördü. 'Tuz da
yeseydin olmaz mıydı?' diye sordu.
Dâvud
'Nefsim beni bir seneden beri tuz yemeye davet ediyor. Dâvud dünyada kaldıkça
nefsine tuzun zevkini tattırmayacaktır' dedi.
İşte
isabetli fikir sahiplerinin nefislerini cezalandırmaları böyleydi. Hayret
edilecek nokta şudur: Sen köleni, cariyeni, aile ve çocuğunu, onlardan sâdır
olan kötü ahlâktan ve kusurlarından ötürü cezalandırıyorsun. Eğer onları
affedersen durumlarının senin kontrolünden çıkmasından ve sana karşı
gelmelerinden korkuyorsun! Oysa en büyük düşmanın olan nefsini ihmal ediyor,
sana en şiddetli saldırganlığı yapan ve ailenin saldırganlığından daha büyük
zarar veren nefsi ihmal ediyorsun. Çünkü aile efradının gayeleri, sana dünya
maişetini bulandırmaktır. Eğer düşünürsen anlarsın ki maişet, ahiret maişetidir
ve ahirette sonsuz ve daimî nimet vardır. Ahiret maişetini ise senin için
bulandıran sadece nefsindir. Bu bakımdan nefsin başkasından daha fazla cezaya
müstehaktır.
30)
Ashâb-ı Kirâm'dan Gazvan isimli birisi bilinmemektedir; ancak Tabiînden Gazvan
b. Utbe b. Gazvan el-Mazinî vardır ve babası meşhur bir sahabî'dir. Muhtemelen
burada o kasdedilmektedir. (İthaf'us-Saade)
31)
Adı Ebu Mehasır Riyali b. Amr'dır.
32)
İbn Ebî Dünya, (hadîs-i munkatı veya hadîs-i mürsel)
33)
Adı Mecma b. Samganî et-Teymî'dir. Muttakî bir zattır."
34)
Abdulvehhab Ebu Umeyye el-Mekkî. Vuheyb künyesiyle şöhret bulmuştur.
35)
Kûfelidir, güvenilir ve hafız bir zat idi. H. 203'de vefat etmiştir.
*9.Murâbete'nin
Beşinci Makamı Olan Mücâhede
Mücâhede,
kişi nefsini hesaba çektiğinde, onun günah işlediğini gördüğünde, bahsi geçen
cezalarla onu cezalandırmasıdır. Eğer nefsini faziletlerin herhangi bir şeyinde
veya virdlerin herhangi birinde tembellik ve gevşeklik yaptığını görürsen,
uygun olanı virdleri ağırlaştırmak ve onlardan ayrılmamak suretiyle ve elden
kaçan fırsatları telafi etmek için çeşitli faziletleri ona yüklemek suretiyle
onu eğitmektir.
İşte
Allah için çalışanlar böyle yaparlardı. Nitekim Hz. Ömer, cemaatle ikindi
namazını kaçırdığında, kıymeti ikiyüzbin (200.000) dirhem olan bir arazisini,
sadaka vermek suretiyle nefsini cezalandırmıştır.
İbn
Ömer, cemaatle namazı kaçırdığında, o gecenin tamamını sabaha kadar ibadetle
ihyâ ederdi. Akşam namazını iki yıldız çıkıncaya kadar geciktirdiğinde iki
köleyi azad etti.
İbn
Ebî Rebia, sabah namazının iki rek'atını kaçırdığından bir köle azad etmiştir.
Seleften
bir zât bir senelik orucu veya haccetmeyi veya bütün malını sadaka vermeyi nefsine
gerekli kılıyordu. Bütün bu hareketler, nefsi murâbete ve kurtuluşuna vesile
olan şey ile muâheze etmektir.
Soru:
Nefsim mücâhede ve virdlere devam etmek hususunda bana uymazsa, onu tedavi
etmenin yolu nedir?
Cevap:
Bu hususta senin yolun, müctehidlerin (fazla ibadet edenlerin) fazileti
hakkında, haberlerde vârid olan şeyleri nefsine duyurmandır.
Tedavi
sebeplerinin en faydalısı, ibadette var kuvvetiyle çalışan kullardan birinin
sohbetini dinleyip, onun sözlerini mülahaza edip ona uymaktır.
Seleften
bir zât şöyle demştir: 'Bana ibadet hususunda gevşeklik geldiğinde Muhammed b.
Vâsi'in durumuna bakar, onun hummalı çalışmasını gözden geçirirdim ve bunun
üzerine birkaç hafta ibadet ederdim'.
Ancak
bu tür tedavi bazen çok zorlaşır. Çünkü şu zamanda geçmişlerin çalışması gibi,
ibadette çalışan bir kimse yoktur. Bu bakımdan görmek yerine dinlemek daha
uygundur. O halde, selefin hallerini işitmekten, haberlerini mütala etmekten ve
içinde bulundukları hummalı çalışmalarını dinlemekten daha faydalı birşey yoktur.
O zatların yorgunlukları sona erdi. Sevapları ebedî kaldı. Nimetleri
kesilmeksizin daimî oldu. Öyleyse onların mülkü ne büyüktür! Onlara uymayan bir
kimsenin üzüntüsü ne şiddetlidir! Böyle bir kimse nefsin istekleriyle kendini
avutur. Sonra ona ölüm gelir. Böylece ölüm, onunla her isteği arasına ebedî bir
şekilde girer. Böyle bir durumdan Allah'a sığınırız.
Biz
var kuvvetiyle çalışanların vasıflarından ve faziletlerinden, onlara uyması
için müridin çalışmadaki rağbetini harekete geçiren şeyleri burada zikredelim;
zira
Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:
Allah
o kavimlerden razı olsun ki halk onları hasta zanneder. Oysa onlar hasta
değildir.36
Hasan
Basrî şöyle demiştir: Onları ibadet yormuştur: Nitekim Allah Teâlâ şöyle
buyurmuştur:
Verdiklerini
rablerinin huzuruna varacakları düşüncesiyle kalpleri korkudan ürpererek
verirler.(Mü'minûn/60)
Hasan
Basrî sonra bu ayet hakkında şöyle demiştir: 'Onlar amellerden yaptıklarını
yaparlar. Buna rağmen bu amelin kendilerini Allah'ın azabından kurtaramayacağından
korkarlar'.
Hz.
Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:
Ömrü
uzamış, ameli güzelleşmiş kimseye cennet vardır.
Rivayet
ediliyor ki Allah Teâlâ, meleklerine hitaben şöyle buyurmuştur:
-
Fazlasıyla çalışan kullarımın durumu nedir?
-
Ey rabbimiz! Onları bir şeyle korkuttun. Onlar korktular. Onları bir şeye
teşvik ettin. Onlar da ona müştâk oldular!
-
Eğer kullarım beni görseydiler, çalışma bakımından daha şiddetli olurlardı! Bu
nasıl olur?
Hasan
Bâsrî şöyle demiştir:
Ben
bazı kimselere yetiştim. Onların bazı gruplarıyla arkadaşlık yaptım. Onlar
dünyanın yönelip gelen hiçbir şeyiyle sevinmez. Dünyanın kaçan hiçbir şeyiyle
üzülmezlerdi. Yemin ederim, dünya onların gözünde, şu ayaklarınızla
çiğnediğiniz topraktan daha düşük idi. Onlardan birinin bütün hayatı boyunca
bir elbisesi katlanmamıştır ve hiçbir za-man, aile efradına bir yemek
yapmalarını emretmemiştir.
Bedeni
ile toprak arasına hiçbir şey bırakmamıştır. Onları rablerinin kitabı ve
peygamberlerinin sünnetiyle âmil oldukları bir durumda buldum. Gece karanlığı
onları kap-ladığında azalar üzerinde durup yüzlerini yere yayarlardı.
Gözyaşları yanakları üzerine akardı. Boyunlarının azad edilmesi hususunda
rablerine münâcât ederlerdi. İyi bir şey yaptıklarında işlediklerinde onunla
sevinirler, onun şükrüne devam ederlerdi. Allah Teâlâ'dan o iyiyi kabul
etmesini dilerlerdi. Kötü birşey yaptıklarında bu durum onları üzer, Allah
Teâlâ'dan o kötüyü affetmesini dilerlerdi. Allah'a yemin ederim, onlar böyle
idiler ve bunun üzerinde idiler. Allah'a yemin ederim, onlar (buna rağmen)
günahlardan uzak kalamadılar. Ancak mağfiret ile kurtuldular.
Hikâye
olunur ki bir grup, hastalığında ziyaret etmek maksadıyla Ömer b. Abdülazîz'in
huzuruna girdiler. O girenlerin içinde bedenen zayıf bir genç şöyle
bulunuyordu. Ömer o gence sordu:
-
Gördüğüm duruma seni getiren nedir?
-
Ey mü'minlerin emiri! Beni hastalık bu duruma getirdi.
-
Allah için bana doğru söyle!
-
Ey mü'minlerin emiri! Dünyanın tadını tattım. Onu acı gördüm. Dünyanın
parlaklığı, zevki, benim nezdimde, küçüldü, dünyanın altını ile taşı, benim
nezdimde, eşit oldu. Sanki ben rabbimin arşına bakıyorum ve görüyorum ki
insanlar cennet ve cehenneme sürülüyorlar. Bunun için gündüzümü susuz bıraktım,
gecemi uykusuz... İçinde bulunduğum herşey, Allah'ın sevabına nisbeten,o nun
cezasına nazaran hiç ve hakîrdir.
Ebu
Nuaym şöyle anlatıyor: Dâvud-u Tâî, ekmek yemez, fetit (parçalanmış ekmek) veya
(kavut çorbası) içerdi. Ondan 'Neden böyle yaptığı' sorulduğunda dedi ki:
'Ekmeği çiğneyip yemek ile fetiti içmek arasında elli ayeti okuyacak kadar bir
zaman vardır'.
Birgün
adamın biri Dâvud'un huzuruna girerek: 'Senin tavanında kırılmış bir kalas
vardır' dedi. Bunun üzerine Dâvud, gence şöyle dedi: 'Yeğenim! Yirmi seneden
beri bu evde bulunuyorum. Bir defa tavana bakmadım!'
Selef
fazla konuşmaktan hoşlanmadıkları gibi fazla bakmak-tan da hoşlanmazdı.
Muhammed
b. Abdülazîz37 şöyle anlatıyor: Ahmed b. Vezi'nin yanında kuşluktan ikindi
namazına kadar oturduk. Ne sağına, ne soluna baktı. Bu husus kendisine
sorulunca şu cevabı verdi: 'Allah Teâlâ azametine bakması için gözleri yarattı.
Bu bakımdan ibretsiz bakan herkese, o bakıştan dolayı bir günah yazılır'.
Mesruk'un
hanımı şöyle demiştir: 'Mesruk daima uzun na-maz kılmaktan ötürü iki bacağı
şişmiş bir vaziyette olurdu'.
Yine
bu hanım şöyle demiştir: 'Allah'a yemin ederim! Ona olan merhametimden ötürü
arkasından oturup ağlıyorum'.
Ebu
Derdâ şöyle demiştir: 'Eğer üç şey olmasaydı bir gün dahi yaşamayı istemezdim:
Hararetli öğle vakitlerinde Allah için susamak, gecenin yarısında Allah için
secdeye kapanmak, meyvenin iyileri seçildiği gibi konuşmanın iyilerini seçen
insanlarla oturmak!'
Esved
b. Yezid alabildiğine ibadete dalardı. Hararet zamanında oruç tutardı. Öyle ki
bedeni sapsarı olurdu. Alkame b. Kays ona 'Neden nefsine işkence ediyorsun?'
dedi. O da cevap olarak 'Onun şerefini düşünüyorum' dedi.
Yine
o bedeni sararıncaya kadar oruç tutar, düşüp bayılıncaya kadar namaz kılardı.
Enes b. Mâlik ve Hasan Basrî huzuruna varıp kendisine 'Allah Teâlâ bütün
bunları sana emretmedi!' dediler. O dedi ki: 'Ben ancak mevlâma karşı memlûk
bir kulum. Her çeşit zilleti kendime yakıştırırım'.
Fazlasıyla
ibadete dalanlardan biri ayakları topal olup ayaktan mahrum oluncaya kadar
hergün bin rek'at namaz kıldı. Ayakta kılamaz olunca oturarak bin rek'at namaz
kıldı. İkindi namazını kıldığında İhtiba (dizleri dikip makatı üstünde oturmak
ve elleri dizlerin altında bağlamak) yaptı. Sonra şöyle dedi: 'Mahlûklara
hayret ediyorum! Nasıl senin yerine başkasını irade etti? Mahlûklara hayret
ediyorum! Nasıl senden başkasına ünsiyet verdi? Mahlûklara hayret ediyorum ki
kalpleri nasıl senden başkasının zikriyle nûrlandı?'
-
Bu gözyaşlarını neden döküyorsun?
-
Allah'ın haklarından geri kalışım için gözyaşı döktüm. O
gözyaş-larının
samimi olmayışından korkarak da kan ağladım.
Feth
el-Mevsilî'yi öldükten sonra rüya âleminde gördüm ve şöyle sordum:
-
Allah sana ne gibi bir muamele yaptı?
-
Beni affetti!
-
Gözyaşlarından ötürü ne gibi bir muameleye tâbi tutuldun?
-
Rabbim beni huzuruna yaklaştırarak bana şöyle buyurdu: 'Ey Feth! Gözyaşların
niçin döküldü?' Cevap olarak 'Ey rabbim! Senin vâcib olan hakkından geri
kalışım için böyle yaptım' dedim.
-
Neden dolayı kan akıttın?
-
Gözyaşlarımın samimi olmayışından korktuğumdan dolayıkan akıttım.
-
Ey Feth! Bütün bunlardan neyi kasdettin? İzzet ve celâlim hakkı için kırk
seneden beri seni koruyan meleklerim senin sahifeni (amel defterini) huzuruma
getirirler. Onda bir hata bulunmadı!
Şöyle
anlatılıyor: Bir grup sefere çıktılar. Yolda şaşırarak halktan ayrı yaşayan bir
rahibe vardılar. Rahibi çağırdılar. Rahib, manastırından dışarı çıkıp onlara
baktı. Dediler ki; 'Ey rahib! Biz yolu şaşırdık. Acaba yol neresidir?' Bunun
üzerine rahib, başıyla gök-lere işaret etti. Onlar onun bu işaretinden ne
kasdettiğini anladılar ve dediler ki: 'Biz senden yol soruyoruz. Bize yol
gösterir misin?' Bunun üzerine rahib onlara 'Sorun, fakat ileri gitmeyin; zira
gün geri gelmez, ömür döndürülmez. Tâlib ise var kuvvetiyle çalışmalıdır' dedi.
Bu sözler, dinleyenleri hayrete düşürdü ve şöyle sordular:
-
Ey rahib! Yarın sultanların nezdinde halk neyin üzerinde olacaktır?'
-
Niyetleri üzerinde olacaklardır.
-
Bize nasihatta bulun!
Seferinizin
uzunluğu nisbetinde azık edinin! Zira azığın en hayırlısı insanı hedefine
vardırandır. Sonra rahib onlara yolu gösterdi ve manastırına geri döndü.
Abdülvahid
b. Zeyd şöyle anlatıyor: Çin rahiblerinden birinin manastırının yanından
geçtim. 'Ey rahib!' diye onu çağırdığım halde cevap vermedi. İkinci bir defa
çağırdım yine cevap vermedi. Üçüncü defa çağırınca, çıktı ve bana bakarak ve
şöyle dedi: 'Ey kişi! Ben rahib değilim. Rahib, Allah'tan korkan, Allah'ı tâzim
eden, be-lasına sabreden, kaza ve kaderine razı olan, nimetlerinden dolayı
Allah'a hamdeden, azametine karşı tevâzu, izzetine karşı zillet gösteren, O'nun
kudretine teslim olan, heybetine baş eğen, hesap ve ikabını düşünen kimsedir!
Rahibin günü oruçlu, gecesi ibadetli olmalıdır. Rahibi ateşin uğursuzluğu,
cebbâr olan Allah'ın suali uykusuz bırakmalıdır. İşte rahib bu kimsedir. Ben
ise azmış bir köpeğim. Nefsimi şu manastırda halkı ısırmasın diye hapsettim'.
Bunun üzerine dedim ki: 'Ey rahib! Acaba Allah'ı tanıdıktan sonra halkı
Allah'tan alıkoyan nedir?' Dedi ki: 'Ey kardeşim! Dünyanın sevgisi ve ziyneti
halkı Allah'tan alıkoymuştur. Çünkü dünya, günahların merkezidir. Akıllı o
kimsedir ki dünyayı kalbinden atmış, günahından rabbine sığınmış, kendisini
rabbine yaklaştırıcı amele yönelmiştir'.
Dâvud-u
Tâî'ye: 'Sakalını tarasaydın' denildi. Cevap olarak dedi ki: 'O halde, ben boş
bir kimse olurum'.
Üveys
(Veysel) Karânî 'Şu gece rükû gecesidir' der ve bütün geceyi bir rek'at ile
ihyâ ederdi. İkinci gece olduğunda derdi ki: 'Şu gece secde gecesidir' derdi ve
bütün geceyi bir secdeyle ihyâ ederdi.
Utbet'ul-Gulâm
tevbe ettiğinde ne yemek, ne de içmek peşine gitmezdi. Bunun üzerine annesi
kendisine 'Eğer nefsine şefkat gösterirsen (daha iyi olur)!' dedi. Cevap olarak
şöyle dedi: 'Zaten şefkati arıyorum! Benim yakamı bırak! Az bir zaman zahmet
çekeyim de uzun bir zaman nimetleneyim'.
Mesruk
hacca gitti. Secde hali hariç hiçbir zaman uyumadı.
Süfyan
es-Sevrî şöyle demiştir: 'Sabah zamanında kavim, gece yürüyüşünü, ölüm
zamanında ise takvâyı överler!' (Darb-ı meseldir).
Abdullah
b. Dâvud42 dedi ki: 'Seleften biri kırk yaşına vardığında yatağını kaldırdı ve
artık hiçbir gece uyumadı'.
Kehmes
b. Hasan43 her gün bin rek'at namaz kılar, sonra nefsine derdi ki: 'Ey her
şerrin yuvası! Kalk!' Zayıf düştüğünde beşyüz rek'ata indirdikten sonra ağlar
ve şöyle derdi: 'Amelinin yarısı gitti!'
Rebî
b. Hüsaym'ın kızı babasına 'Ey babacığım! Neden, halkın uyuduğunu, senin ise
uyumadığını görüyorum?' dedi. O da cevap olarak kızına 'Ey kızcağızım! Senin
baban düşmanın gece baskınından korkuyor!' dedi.
Rebî'nin
annesi, oğlunun ağlamaktan ve uykusuzluktan çektiği sıkıntıyı görünce ona şöyle
haykırdı:
-
Ey oğul! Sanki birini öldürmüşsün (de onun için böyle yapıyorsun).
-
Evet anneciğim! (Birini öldürdüm).
-
O kimdir ki gidip onun aile efradından rica edelim de seni affetsinler. Allah'a
yemin ederim, eğer onlar senin çektiğini bilseler, sana merhamet ederler ve
seni kısastan affederler!
-
Ey anneciğim! O öldürülen nefsimdir!
Bişr
el-Haris'in yeğeni Ömer'den şöyle rivayet ediliyor: "Dayım Bişr b. Haris
anneme derdi ki: 'Ey kızkardeşim! Benim karnım ve yan taraflarım ağrıyor'.
Bunun üzerine annem kendisine 'Ağabeyciğim! Bana izin ver ki senin için bir
avuç un ile biraz bulamaç yapayım ve onu ye ki açlığın gitsin!' dedi. Bunun
üzerine, dayım anneme 'Rahmet olasıca! Allah bu unu nereden aldın derse, ben ne
cevap vereceğim!' dedi. Bunun üzerine annem ağladı. Dayım ve ben de birlikte
ağlamaya başladık".
Ömer
der ki: "Annem, ağabeyi Bişr'deki şiddetli açlığı ve zayıf bir şekilde
derinden nefes aldığını görünce, kendisine şöyle dedi: 'Ağabeyciğim! Keşke
annem beni doğurmasaydı! Allah'a yemin ederim, bu gördüğüm halinden ötürü
ciğerim paramparça oldu!'
Bunun
üzerine, dayım anneme hitaben 'Ben de senin gibi derim keşke annem beni
doğurmasaydı! Beni doğurduğunda keşke bana karşı memelerinden süt akmasaydı!'
dedi".
Ömer
diyor ki: Annem gece gündüz dayım için ağlıyordu!
Rebî
şöyle anlatıyor: '"Veysel Karanî'ye geldim. Sabah namazını kıldı ve
oturdu. Ben de yanına oturdum. Tesbih çekmekten onu alıkoymak istemedim.
Böylece, öğle namazını kılıncaya kadar yerinde durdu. Sonra kalkıp ikindiye
kadar namaz kılmaya devam etti. İkindi namazından sonra, akşam namazını
kılıncaya kadar yerinden kıpırdamadı. Akşamdan sonra, yatsıyı kılıncaya kadar
mekanından ayrılmadı. Sonra sabah namazını kılıncaya kadar yerinden ayrılmadı.
Sabah namazını kıldıktan sonra oturdu, gözlerinde uyku alâmeti ve şöyle dedi:
'Ey Allahım! Çokça uyuyan bir gözün şerrinden ve doymayan bir midenin
kötülüğünden sana sığınıyorum!' Bunları gördükten sonra dedim ki: 'Ondan bu
ka-darcık bana kâfidir!' Sonra döndüm".
Bir
kişi Veysel Karanî'ye baktı ve şöyle dedi: 'Ey Ebu Abdullah! Neden seni hasta
gibi görüyorum?' Dedi ki: 'Üveys neden hasta olmasın? Hastaya yedirilir, oysa
Üveys yiyici değildir. Hasta uyur, oysa Üveys uyuyucu değildir!'
Ahmed
b. Harb şöyle dedi: 'Üstünde cennet süslendiği, altında cehennem kızıştırıldığı
halde yatıp uyuyan adamın haline hayret ediyorum'.
Âbidlerden
bir kişi şöyle anlatıyor: İbrahim b. Edhem'in yanına vardım. Yatsı namazını
kıldığını gördük. Oturup onu bekledim. Bedenine bir aba sardı. Sonra kendisini
yere attı. Fecir doğuncaya kadar bütün gece bir yandan öbür yana kendisini
çevirmedi. Müezzin ezan okudu. O, namaza kalktı abdestini yenilemedi. Bu durum,
benim kalbimde şüphe bıraktı. Bu bakımdan kendisine 'Allah sana rahmet etsin!
Bütün gece uzanarak yattın, uyudun. Sonra abdesti yenilemiyorsun?' dedim. Cevap
olarak dedi ki: 'Ben bütün gece, bazen cennetin bahçelerinde, bazen de
cehennemin derelerinde gezip durdum. Acaba bu durumda uyku olur mu?'
Sâbit
el-Bennânî şöyle demiştir: 'Ben bazı şahıslara yetiştim. Onlardan biri öyle
namaz kılardı ki ayaktan düşüp yatağına ancak sürünerek gelebilirdi'.
Denildi
ki: Ebu Bekir b. Ayyaş, kırk sene yanını döşek üzerine koymadı! Gözlerinin
birine su geldi. Yirmi sene bu durumda durduğu halde aile efradı bundan
haberdar olmadı!
Semnun'un
virdinin hergün beşyüz rek'at namaz olduğu söylenmiştir.
Ebu
Bekir Mutavvî'den44 şöyle rivayet ediliyor: 'Gençliğimde, her gün ve her gece,
benim virdim otuzbirbin defa (veya kırkbin (40.000) defa) 'Kulhuvallahu ehad'i
okumaktı'. (Adeddeki şüphe râvînindir).
Mansur
b. Mu'temer'i45 gördüğümde derdim ki: 'Bu felaketzede bir kimsedir. Gözü kırık,
sesi boğuk, gözleri yaşlı!' Onu hareketlendirirsen, gözlerinden iki çift damla
akardı. Annesi kendisine 'Bu nefsinin başına getirdiğin nedir?' Bütün gece
ağlıyor, hiç sus-muyorsun! Ey oğlum! Yoksa birini mi öldürdün!' dedi. Bu sual
karşısında annesine şöyle dedi: 'Ey anneciğim! Ben nefsime ne yaptığımı daha
iyi bilirim!'
Amir
b. Abdullah'a46 'Gecenin uykusuzluğuna, hararetli günlerin susuzluğuna nasıl
sabrediyorsun?' denildi. Dedi ki: 'Gündüzün yemeğini geceye, gecenin uykusunu
da gündüze naklettim. Bunun dışında birşey yapmadım. Bunda tehlikeli bir durum
yok!'
O
derdi ki: 'Cennet gibisini görmedim ki onu isteyen uyusun. Cehennem gibisini
görmedim ki ondan kaçan uyusun!'
Gece
geldiğinde derdi ki: 'Ateşin harareti uykuyu silip götürdü!' Böylece sabaha
kadar uyumazdı. Gündüz olduğunda derdi ki: 'Ateşin harareti uykuyu götürdü!'
Böylece akşama kadar uyumazdı. Gece geldiğinde derdi ki: 'Korkan bir kimse
bütün gece yürür! Sabah olunca halk, onun gece yürüyüşünü över!' (Meşhur bir
darb-ı meseldir).
Bir
kişi şöyle diyor: 'Amr b. Abdilkays ile dört ay arkadaşlık yaptım. Ne gündüz,
ne gece uyuduğunu görmedim!'
Hz.
Ali'nin arkadaşlarının birinden şöyle rivayet ediliyor: Hz. Ali'nin arkasında
sabah namazını kıldım. Selâm verdiğinde sağına döndü. Üzerinde bir üzüntü
vardı. Böylece güneş doğuncaya kadar durdu. Sonra elini çevirip şöyle dedi:
'Allah'a yemin ederim! Ben Muhammed'in (s.a) ashabını gördüm. Bugün onlara
benzer kimse görmüyorum. Onlar pejmürde, tozlu topraklı ve benizleri sapsarı
olarak sabahlardı. Çünkü bütün gece Allah için secde edip kıyamda bulunmuş,
Allah'ın kitabını okurlardı. Dizleri ile alınları arasında uyuklarlardı.
Allah'ı zikrettikleri za-man rüzgârlı bir günde ağacın sallanması gibi
sallanırlardı. Elbiselerini ıslatacak kadar, gözlerinden şakır şakır yaşlar
akardı. Sanki bunlar gafil olarak sabahlamışlar!'
Hz.
Ali bu son cümle ile etrafındaki insanları kasdetmiştir.
Ebu
Müslîm el-Havlânî47 evindeki mescide bir kamçı asmış, nefsini onunla korkutarak
şöyle derdi: 'İbadete kalk! Allah'a yemin ederim, seni öyle bir yürütürüm ki
benden değil, senden yorgunluk gelsin!'
Nefsi
gevşekliğe daldığında Ebu Müslîm, kamçısını alıp onunla baldırını döver ve
şöyle derdi: 'Ey baldır! Sen devemden, dövülmeye daha lâyıksın!' O şöyle
diyordu: 'Hz. Muhammed'in ashabı, sadece kendilerinin mi onu nefislerine tercih
ettiğini zannediyorlar? Hayır! Allah'a yemin ederim! Bu hususta onlarla amansız
bir yarışmaya girişeceğiz ki onlar arkalarında erkekler bırakmış olduklarını
bilsinler'.
Saffan
b. Selim'in48 gece ibadetinden ötürü baldırları şişmişti. Çalışmaktan öyle bir
duruma gelmişti ki eğer kendisine 'Yarın kıyamet kopacaktır' denilseydi bile bu
çalışmadan fazlasını yapa-mazdı. Kış geldiğinde soğuğun kendisini uyutmaması
için evinin damında yatardı. Yaz geldiğinde evin içinde uzanıyordu ki sıcaklığı
hissedip uyumasın! Secde halinde iken vefat etti. Şöyle derdi: 'Ey Allahım!
Seninle buluşmayı istiyorum. O halde sen de benimle buluşmayı iste!'
Kasım
b. Muhammed şöyle anlatır: "Birgün sabahleyin evden çıktım. Âdetimdi,
sabahleyin çıkınca halam Âişe'ye uğrar, selâm verirdim. Yine bir gün,
sabahleyin onun odasına gittim. Baktım ki kuşluk namazını kılıyor ve şu ayeti
okuyordu:
Allah
bize lütfetti de bizi delikçiklere işleyen azaptan korudu.(Tûr/27)
Hz.
Âişe ağlıyor, dua ediyor ve ayeti tekrar tekrar okuyordu. Ben, usanıncaya kadar
oturdum. Sonra kalkıp çıktım o hâlâ aynı hâl üzere devam ediyordu. Onun bu
durumunu görünce pazara gidip ihtiyacımı göreyim de sonra döneyim!' diye
düşündüm. İhtiyacımı gördüm, sonra döndüm. O hâlâ olduğu gibiydi. Ayeti tekrar
ediyor, ağlıyor ve dua ediyordu".
Muhammed
b. İshak şöyle anlatıyor: 'Abdurrahman b. Esved en-Nehâî hacı olarak bize
geldiğinde ayaklarından biri yaralandı. Tek ayak üzerinde durup namaz
kılıyordu. Yatsı abdesti ile sabah namazını kılıncaya kadar böyle devam etti'.
Bir
kişi şöyle demiştir: 'Ben ölümden korkmuyorum. Ancak benimle gece ibadetimin
arasına girer diye korkuyorum'.
Ali
b. Ebî Talib şöyle demiştir: 'Salih kimselerin siması; uykusuzluktan
benizlerinin sararması, ağlamaktan gözlerinin zayıf görmesi, oruçtan
dudaklarının pas bağlamasıdır. Onların üze-rinde korkanların gubârı vardır'.
Hasan
Basrî'ye 'Teheccüd namazına kalkanlar neden herkesten daha güzel yüzlüdürler?'
diye soruldu. Cevap olarak şöyle dedi: 'Çünkü onlar Rahman ile başbaşa
kaldılar. O da onlara kendi nû-rundan bir nûr giydirdi'.
Amr
b. Abdilkays derdi ki: "Ey rabbim! Beni yarattın. Fakat benden sormadın.
Beni öldürüp haber vermedin. Benimle beraber bir düşman yarattın. O düşmanı
kanın gireceği yerlere girecek şekilde bana musallat kıldın. Onun beni
göreceği, benim ise onu göremeyeceğim bir şekilde halkettin. Sonra bana 'Ondan
korun!' dedin. Ey rabbim! Eğer sen beni korumazsan ben kendimi ondan nasıl
korurum! Ey rabbim. Dünyada üzüntüler var. Ahirette ise ceza ve hesap! O halde,
istirahat ile sevinmek nerede!"
Câfer
b. Muhammed şöyle diyor: Utbet'ul-Gulâm geceyi üç sayha ile bitiriyordu. Yatsı
namazını kıldığında başını iki dizinin arasına eğip düşünüyordu. Gecenin üçte
biri geçtiğinde bir çığlık koparıyor, sonra başını tekrar iki dizinin arasına
koyup düşünüyordu. Gecenin ikinci üçte biri geçtiğinde yine bir çığlık
koparıyor ve tekrar başını dizlerinin arasına koyup düşünüyordu. Seher zamanı
gelince yine bir çığlık atıyordu. Ben onu Basralı bi-rine sordum. Bana dedi ki:
'Sen onun çığlık koparmasına bakma! İkinci çığlığı atıncaya kadar olan iki
çığlık arasındaki haline bak!'
Kasım
b. Reşid Şeybanî'den rivayet ediliyor. Zem'a49 Muhasseb. denilen (Mekke yanında
bir yerin ismi) yerde bizim yanımızda konakladı. Onun ailesi ve kızları vardı.
O kalkıp bütün gece namaz kılardı. Seher olduğunda sesinin en yükseğiyle 'Ey
uyuyan kervan! Bütün gece uyuyacak mısınız? Kalkmaz mısınız ki göç etmiş
olasınız?' diye bağırırdı. Böylece onlar yataklarından fırlarladı. Şurada bir
ağlayan, orada bir dua eden, orada bir okuyan, şurada bir abdest alan
görülüyordu. Fecir doğduğunda gür sesiyle 'Sabah olunca kavim gece yürüyüşünü
överler' diye bağırdı.
Hukemadan
bir zât şöyle demiştir: 'Allah'ın bir kısım kulları vardır ki O onlara nimet
etmiş, onlar da Allah'ı tanımışlardır. Allah onların göğüslerini açmış, onlar
da Allah'a itaat ve tevekkül etmişlerdir. Böylece halk ve emri Allah'a teslim
etmişlerdir. Dolayısıyla kalpleri yakînin kaynakları, hikmetin evleri, azametin
tabutları, kudretin hazineleri olmuştur. Bu bakımdan onlar bedenleriyle halk
arasında dolaşırlar. Fakat kalpleri melekût âleminde gezer, gaybın perdesine sığınır,
sonra beraberinde ince faydalar olduğu halde döner. Beraberinde vasfa gelmesi
mümkün olmayan-larla döner. Onlar işlerinin bâtınında, güzellik bakımından,
ipekli gibidirler. Zâhirde ise, tevazu bakımından isteyenlere verilen men-dil
gibidirler. İşte bu bir yoldur. Buna ancak zahmet çekmekle varılır. Bu Allah'ın
fazlıdır, fazlını dilediği kuluna verir'.
Sâlihlerden
biri şöyle anlatıyor: "Kudüs-i şerifin bir dağında seyahat ederken bir
dereye vardım. Yükselen bir ses duydum. Baktım ki dağlar, o sese cevap veriyor.
Fakat onların aksi karşıma
çıktı.
Onun üzerine iç içe girmiş ağaçlar gördüm. Baktım ki bir kişi, orada namaza
durmuş şu ayeti tekrar ediyordu:
O
gün her nefis, yaptığı her hayrı hazır bulacaktır; işlediği her kötülüğü de. O
kötülükle kendi arasında uzak bir mesafe bulunmasını ister. Allah Teâlâ sizi
kendinden sakındırıyor.(Âlu îmran/30)
O
kişinin arkasında oturup konuşmasını dinledim. O bu ayeti tekrarlıyordu.
Ansızın bir çığlık atarak düşüp bayıldı. Bunun üzerine dedim ki: 'Yazıklar
olsun! O benim şekavetimden böyle oldu!' Sonra onun ayılmasını bekledim. Bir
saat sonra ayıldı.
Şöyle
diyordu: 'Yalancıların makamından, tembellerin amellerinden sana sığınıyorum.
Gafillerin yüz çevirmesinden sana sığınıyorum!' Sonra şöyle dedi: 'Korkanların
kalpleri senden korktu! Kusurluların amelleri sana sığındı. Ariflerin kalpleri
senin büyüklüğüne karşı zillet gösterdi'. Sonra elini silkerek şöyle dedi::
'Benim dünya ile dünyanın da benimle ne alıp vereceği vardır? Ey dünya! Ebna-i
cinsinin yakasına yapış! Nimetine ülfiyet veren dostlarının yanına git! Onları
kandır!' Sonra dedi ki: 'Geçmiş nesiller nerede! Geçmiş zamanların ehli nerede?
Toprakta çürümekte! Zaman üzerinde yok olurlar'. Bu manzara karşısında ona 'Ey
Allah'ın kulu! Ben bütün gün arkanda bulunuyorum. Senin boşalmanı bekliyorum'
dedim. Buna karşılık bana 'Vakitler ile yarışan bir kimse nasıl boşalır?
Vakitlerin ölümle yetişmesinden korkan nasıl boşalır? Günleri geçmiş, günahları
kalmış bir kimse nasıl boşalır?' dedi. Sonra şöyle dedi: 'Sen hem O'nun için,
hem de gelişini beklediğin her müşkilât içinsin'. Sonra o benden bir saat kadar
habersiz oldu ve şu ayeti okudu:
(Çünkü)
hiç hesap etmedikleri şeyler, Allah'tan karşılarına çıkmıştır.(Zümer/47)
Sonra
birincisinden daha şiddetli bir çığlık attı. Bayılarak yere serildi. Ben kendi
kendime 'Ruhu çıktı' dedim. Ona yaklaşınca yerde tepindiğini gördüm. Sonra
ayıldı ve şöyle dedi: 'Ben kimim? Benim hatırım nedir? Benim kötülüğümü,
fazlından bana hibe et! Perdenle beni ört! Vechinin keremiyle huzurunda durduğum
zaman günahlarımdan vazgeç!'
Bunun
üzerine kendisine 'O Allah ki O'na nefsin için yalvarıyor ve güveniyorsun?
O'nun hatırı için benimle konuş!' dedim. Bu ısrarım üzerine şöyle dedi:
'Konuşması sana fayda verenin konuşmasına yapış! Günahlarının ürküttüğü
kimseyle konuşmaktan vazgeç! Ben Allah Teâlâ'nın dilediği zamandan beri bu
yerdeyim. İblisle mücâhede ediyorum. İblis beni içinde bulunduğum durumdan
çıkaracak senden başka bir yardımcıyı bana musallat kılmadı. Ey aldanmış kimse!
Benden uzaklaş! Çünkü benim dilimi muattal kıldın. Kalbimin bir tarafını
konuşmana meylettirdin. Ben senin şerrinden Allah'a sığınıyorum. Sonra ümit
ediyorum ki Allah beni öfkesinden korusun. Rahmetiyle bana fazilette bulunsun!'
Kendi
kendime şöyle dedim: 'Bu Allah'ın velî bir kuludur! Onu meşgul edersem Allah'ın
cezasına çarpılmaktan korkarım!' Bunun üzerine onu bırakıp gittim".
Salihlerden
biri şöyle demiştir: Bir yolculuk sırasında altında istirahat etmek için bir
ağaca yöneldim. Bir ihtiyar yanıma gelerek bana şöyle dedi: 'Ey kişi! Kalk!
Çünkü ölüm ölmemiştir!' Bu sözü söyledikten sonra başını alıp gitti. Arkasını
takip ettim. Şöyle dediğini duydum:
Her
can ölümü tadacaktır. (Âlu İmran/185) - Ey Allahım! Ölümü benim için bereketli
kıl!
Bunun
üzerine dedim ki: 'Ölümden sonraki hali de!' Bu konuşmam üzerine şöyle dedi:
'Ölümden sonraki âleme kesinlikle inanan bir kimse sakınmanın eteğini toparlar.
Onun için dünyada kalacak bir yer yoktur'.
Bu
konuşmadan sonra şöyle devam etti: 'Ey yüzü suyu hürmetine bütün yüzlerin
zahmet çektiği (Allah)! Sana bakarak yüzümü ak eyle! Kalbimi sana olan
muhabbetle doldur. Yarın senin katında kınanmanın zilletinden beni koru!
Muhakkak ki sana karşı olan utanmam bana iyice yaklaştı. Senden yüz çevirmekten
dönüş zamanım gelip çattı! Eğer senin hilmin olmasaydı ecelim beni kapsamazdı.
Eğer affın olmasaydı senin katındaki nimet için emelim yayılmazdı'. Sonra gidip
beni bıraktı. Bu mânâda şu şiirleri söylemişlerdi: "Zayıf cisimli, mahzun
kalplidir. Onu ya dağın bir deresinde veya bir vâdinin içinde görürsün! Ağır
günahlardan ötürü matem tutup ağlar. O günahların ağırlığı uykunun keyfini
kaçırır. Eğer onun korkuları kabarıp fazlalaşırsa onun duası 'Ey güvendiğim!
Beni kurtar! Sen çektiklerimi biliyorsun! Kullarının kayışlarını çokça
affedicisin!' olur".
Yine
aynı durumla ilgili şu şiir söylenmiştir:
Güzel
hüllelere bürünerek geldiklerinde, güzel kadınlarla lezzetlenmekten daha
lezzetlidir. O tevbe edici ki aile efradından ve maldan kaçmıştır. Bir yerden
bir yere seyahat eder ki şan ve şöhreti gizlensin! Fert olarak yaşasın!
İbadette temennilerini elde etsin! Nereye giderse okumak ona lezzet verir! Kalp
ve dil ile yapılan zikir ona zevkli gelir. Ölüm çağında ona bir müjdeci gelir.
Ona zilletten kurtuluş müjdesini verir.
Dolayısıyla
o, kasdettiğine ve cennet köşklerinde temenni ettiği saadete varır!
Kurrez
b. Vebr50 hergün üç defa Kur'an'ı hatmederdi. İbadetlerde, nefsiyle son derece
mücâhede ederdi. Kendisine 'Nefsini yordun!' dendi. Bu suali sorana şöyle
sordu: 'Dünyanın ömrü ne kadardır?' Bunun üzerine 'Yedibin (7.000) senedir!'
denildi. O yine 'Kıyamet gününün miktarı nedir?' diye sordu. 'Ellibin (50.000)
senedir!' denildi. Bunun üzerine Kurrez şöyle dedi: 'Sizden bir kimse, o uzun
günden emin olmak için yedi gün amel etmekten nasıl aciz olur?'
Kurrez
şunu kastediyor: Eğer sen dünyanın sonuna kadar yaşasan, yedibin sene var
kuvvetinle ibadet etsen ve miktarı ellibin sene olan bir günden kurtulsan senin
kârın çok olur ve yine de böyle bir zahmetle bugünün kurtuluşunu talep etmeye
değer. Ömrün kısa olduğu ve ahiretin de sonsuz olduğu bir durumda nasıl değmez?
İşte
selef-i sâlihinin sîreti, nefsin murâbete ve murâkabesi böyle idi. Bu bakımdan
ne zaman ki nefis sana karşı inatçılık eder, ibadete devam etmekten imtina
ederse, sen bu kimselerin hallerine mütalaa et! Çünkü şu zamanda onlar
gibisinin varlığı pek nadirdir.
Eğer
onlara uyan bir kimseyi görürsen bu, kalp için daha tesirli olur ve onlara
uymaya daha teşvik edici olur; zira haber, hiçbir zaman gözle görmek gibi
değildir. Sen böyle bir kimseyi görmekten aciz olduğunda bari bu kimselerin
hallerini dinlemekten gafil olma! (Darb-ı meselde şöyle denmiştir): 'Eğer deve
olmasa keçi (olsun)'.
Akıllılar,
hâkimler, din hususunda basiret sahipleri onlar olduğu için nefsini, onlara
uymak, onların zümresinden ve cemaatinden olmak ile zamanının gafil ve
cahillerine uymak arasında muhayyer bırak! Sakın hiçbir zaman ahmakların ipine
takılmaya razı olma! Ahmaklara benzemeye kanaat etme! Akıllılara muhalefet
etmesine izin verme! Eğer nefsin sana 'Bahsi geçen kimseler güçlüdür. Senin
onlara uyma imkânın ve gücün yoktur' derse, bu takdirde cihad eden kadınların
hallerini mütalaa et ve nefsine de ki: 'Ey nefis! Sakın bir kadından daha
geride olmaya razı olma! Din ve dünyası hususunda bir kadından daha eksik olan
erkek ne kötü erkektir!' Öyleyse biz var kuvvetiyle cihad etmiş kadınların
hallerinden bir nebzecik bahsedelim.
Habibe
el-Adeviyye'den51 şöyle rivayet ediliyor: Bu kadın yatsı namazını kıldığında
evinin terasına çıkar, eşarbını sağlamca bağladıktan sonra şöyle derdi: 'Yarab!
Yıldızlar daldıkça daldılar. Gözler uyudu! Sultanlar kapılarını kilitledi. Her
dost dostuyla başbaşa kaldı. Bu ise, senin huzurundaki makamımdır'.
Bunları
söyledikten sonra namaza yönelirdi. Fecir doğduğunda şöyle dedi: 'Ey rabbim!
İşte gece geçip gitti! İşte gündüz ağardı. Keşke bu gecemi benden kabul
ettiğini bilseydim de rahat edebilseydim! Yüzüme çarptığını bilsem de nefsime
'geçmiş olsun' ziyaretine gitsem. Senin izzetine yemin ederim, beni yeryüzünde
bıraktığın müddetçe bu benimle senin âdetin olacaktır. Senin izzetine yemin
ederim, cömertlik ve kereminden ötürü beni kapından kovsan yine gitmem!'
Ücre
(Basra'lıdır) hatun fecir zamanı geldiğinde mahzun bir ses ile şöyle dua
ederdi: '(Ey Rabbim!) Âbidler gecenin karanlığını, sana doğru yönelmekle
katettiler. Senin rahmetine doğru yarıştılar. Mağfiretinin faziletine koştular.
Ey mâbudum! Senin (yardımın)la istiyorum, başkasıyla istemiyorum. Beni sebkat
edenlerin zümresinin birinci safında kıl! Nezdinde mukarreblerin derecesine,
illiyyin'e beni yükselt! Salih kulların arasına beni ilhak eyle! Ey kerîm! Sen
merhametlilerin en merhametlisisin. Büyüklerin en büyüğü, cömertlerin en
cömerdisin'.
Bunları
söyledikten sonra secdeye kapanır, ondan bir feryat işitilirdi. Sonra durmadan
dua eder, fecir vaktine kadar ağlardı.
Yahya
b. Büstam der ki: "Ben Şa'vane52 hatunun meclisine giderdim. Onun matem ve
ağlamasını görürdüm. Bir arkadaşıma 'Eğer Şa'vane hatun tek başına kaldığında
ona gelip nefsine biraz şefkat göstermesini söylesek!' dedim. Arkadaşım 'Sen
bilirsin!' dedi. Onun huzuruna gelip dedim ki: 'Nefsine şefkat göstersen, bu
durum senin kasdettiğin hedef hususunda sana daha fazla yardımcı olur'. Bunun
üzerine o, ağlayıp şöyle dedi: 'Allah'a yemin ederim! İsterim ki gözyaşlarım
bitinceye kadar gözyaşlarımı dökeyim. Sonra azalarımın hiç birinde bir damla
kan kalmayıncaya kadar kan ağlamış olayım! (Öyle ise) ben ağlıyor sayılmam, ben
ağlıyor sayılmam!' Böylece bu cümleyi, bayılıp düşünceye kadar durmadan tekrar
etti".
Muhammed
b. Muaz53şöyle anlatıyor: Âbide hanımlardan biri bana şöyle dedi: Rüyamda
cennete konulduğumu gördüm. Baktım ki cennet ehli, cennetin kapılarında
bekleşiyorlar.
-
Cennet ehlinin durumu nedir, niçin böyle bekleşiyorlar?
-
Çıkıp gelmesi için cennetlerin süslendiği şu hanımı bekliyorlar.
-
O hanım kimdir?
-
Übelle54 halkından siyah bir cariyedir. Ona Şa'vane denilir.
-
Allah'a yemin ederim, o ahiret bacımdır!
Ben
o durumda iken baktım ki Şa'vane, kendisini havada uçu-ran bir deveye binmiş
geliyor. Onu gördüğümde 'Ey kızkardeşim!Sen kendi yerine nisbeten benim yerimin
nasıl olduğunu görmez misin? Benim için Mevlândan dile de beni de sana ilhak
etsin olmaz mı?' dedim. Bunun üzerine, yüzüme tebessüm ederek şöyle dedi:
'Senin geleceğin daha yaklaşmadı. Fakat benden iki şeyi hıfzet:
a)
Üzüntüyü kalbinden ayırma!
b)
Allah'ın muhabbetini hevâ-i nefsine tercih ederek takdim kıl! (Bunu yaptığında)
ne zaman ölürsen artık sana zarar vermez'.
Abdullah
b. Hasan55 (r.a) dedi ki: Rum asıllı bir cariyem vardı. Onu çok seviyordum. Bir
gece yanımda uyuyordu. Uyandım, onu aradım, fakat bulamadım. Kalkıp onu takip
ettim. Baktım secdeye kapanmış şöyle diyordu: Beni sevmenin hakkı için
günahlarımı affeyle!' Bunun üzerine ona 'Beni sevmenin hakkı için' deme 'Seni
sevmemin hakkı için!' de, dedim. Bu ısrar üzerine bana dedi ki: 'Hayır efendim!
O beni sevmesiyle putperestlikten çıkarıp İslâm'a getirdi. Beni sevmesinden
dolayı gözümü uykudan açıverdi. Oysa O'nun kullarından birçok kimse şimdi uyku
halindedirler'.
Ebu
Haşim Kureşî şöyle anlatıyor: Yemen ehlinden Seriye adlı bir kadın Mekke'ye
geldi. Bir mahallemizde konakladı. Ben geceleyin onun inlemesini ve çığlık
koparmasını işitiyordum. Bir gün hizmetkârıma dedim ki: 'Şu kadıncağızın
durumuna git bak, ne yapıyor?'
Hizmetkâr
bu sözüm üzerine kadının durumuna bakmak üzere gitti. Onun herhangi birşey
yaptığını görmedi. Ancak o, kıbleye doğru oturduğu halde gözünü gökten
çevirmiyor ve şöyle diyordu: 'Seriye'yi sen yarattın. Sonra onu bir halden
diğer bir hale geçmek için nimetinle gıdalandırdın. Oysa senin bütün hallerin
güzeldir. Seriye'nin nezdinde senin belanın tamamı hoştur. Seriye bununla
beraber, zaman zaman, senin masiyetine atılmak sure-tiyle öfkene maruz kalıyor.
Onun, kötü fiilini görmediğin zannına kapıldığını görmüyor musun?' Sen alîm ve
habîrsin? Her şeye kâdirsin!'
Zünnûn-i
Mısrî şöyle diyor: "Bir gece Ken'an vadisinden çıktım. Vadinin tepesine
vardığımda bana doğru gelen bir karaltı gördüm. O karaltı şöyle deyip
ağlıyordu:
(Çünkü)
hiç hesap etmedikleri şeyler, Allah'tan karşılarına çıkmıştır.(Zümer/47)
Karaltı
bana yaklaştığında, baktım ki sırtında yünden bir cübbe olan bir kadın...
Elinde bir kova... Benden ürkmeksizin rahatlıkla 'Sen kimsin?' diye sordu.
'Garip bir kişiyim' dedim. Bunun üzerine dedi ki: 'Ey kişi! Allah ile beraber
gariplik var mı?' Onun sözünden ötürü hüngür hüngür ağladım. Bunun üzerine bana
dedi ki: 'Seni ağlatan nedir?' Dedim ki: İlâç, parçalanan bir yaranın üzerine
düştü. Onun çok çabuk iyileşmesini sağladı'. Dedi ki: 'Eğer doğru bir kimse
isen neden ağladın?' Dedim ki: 'Allah sana rahmet etsin! Doğru kimse ağlamaz
mı?' Dedi ki: 'Hayır! 'Neden?' dedim. 'Çünkü ağlamak kalbin rahatıdır da işte
ondan!' dedi. şöyle Böylece onun sözünden hayrete kapılarak sustum".
Ahmed
b. Ali şöyle diyor: Gufeyre (Basralıdır) hatun'un huzuruna girmek için izin
istedim. O bizi içeri girmekten menetti. Böylece kapıda bekledik. Kapıda
beklediğimizi anlayınca kalkıp bize kapıyı açmak istedi. Dinledim şöyle
diyordu: 'Yârab! Gelip de beni zikrinden meşgul edenin şerrinden sana
sığınıyorum!' Sonra kapıyı açtı. Onun huzuruna vardık ve kendisine dedik ki:
'Ey Allah'ın kulu! Bize dua et!' Dedi ki: 'Allah sizin ziyafetinizi mağfiret
evinde kılsın!' Sonra bize dedi ki: 'Atâ Sülemî kırk sene durup göğe bakmadı.
Birgün ondan bir bakış, göğe doğru kaydı. O düşüp bayıldı, karnında bir çatlak
meydana geldi. Keşke Gufeyre de (kendisini kastediyor) başını kaldırdığında
günah işlemeseydi. Keşke Allah'a isyan ettiğinde geri dönmeseydi!'
Sâlihlerden
biri şöyle diyor: "Birgün beraberimde Habeşli bir cariye olduğu halde
pazara vardım. Cariyeyi pazarın kenarlarında bir yerde durdurdum. Birtakım
ihtiyaçlarımı almak üzere pazara daldım ve dedim ki: 'Yanına dönüp gelinceye
kadar buradan sakın kıpırdama!' Geri dönünce onu orada bulamadım. Fazlasıyla
öfkelendiğim halde eve vardım. Beni görünce yüzümden öfkeli olduğumu hemen
anladı ve dedi ki: 'Bana ceza vermekte acele etme! Beni öyle bir yere oturttun
ki orada Allah'ı zikreden kimseyi göremedim. O yerle birlikte yere batmaktan
korktum'. Cariyenin bu sözüne taaccüb ettim ve ona dedim ki: 'Sen azad edilmiş
bir hanımsın!' Bunun üzerine bana 'Kötü bir iş yaptın! Sana hizmet ediyordum.
İki ecrim vardı. Şimdi ise o ecirlerden biri elimden kaçtı' dedi".
İbn
A'lâ es-Sa'dî şöyle diyor: "Benim bir amcam kızı vardı. Adı Bureyde idi. İbadete
dalar, Kur'an'ı çokça okurdu. Ne zaman ateşten bahseden bir ayet okusa ağlardı.
İki gözü kör oluncaya kadar ağladı. Bunun üzerine amcazadeleri dediler ki:
'Gelin şu kadıncağıza varalım! Çok ağladığı için onu kınayalım!' Böylece
kadının yanına vardık ve dedik ki: 'Ey Bureyde! Nasıl sabahladın?' Cevap olarak
dedi ki: 'Biz garip bir yerde çadır kuran misafirler olarak sabahladık. Ne
zaman çağrılacağız da icabet edeceğiz diye bekliyoruz'. Bu sözler üzerine ona
dedik ki: 'Bu ağlama ne zamana kadar devam edecektir? İki gözün neredeyse
ağlamaktan kör oldu!' Bunun üzerine dedi ki: 'Eğer gözlerim için Allah katında
hayır varsa, dünyada onlardan giden onlara zarar vermez. Eğer Allah katında
onlar için şer varsa, ağlamak gelecekte bundan daha uzu-nunu onların şerrine
ekleyecektir'. Sonra yüzünü bizden çevirdi. Bu manzara karşısında gelenler
'Haydi gidelim! Allah'a yemin olsun, bu kadıncağız bizim içinde bulunduğumuz
hâle benzemeyen bir hâl içerisinde bulunuyor!' dediler".
Muaze
Adevîye56 hatun, gündüz olduğunda 'Bu öleceğim gündür!' derdi. Böylece akşama
kadar yemezdi. Gece geldiğinde 'Bu öleceğim gecedir!' der sabaha kadar namaz
kılardı.
Ebu
Süleyman ed-Dârânî şöyle diyor: "Bir gece Rabia Hatun'un yanındaydım. O,
şahsına mahsus olan bir mihraba girdi. Ben de evin bir köşesindeydim. O seher
zamanına kadar durmadan ibadet etti. Seher geldiğinde 'Bize bu geceyi ihyâ
etmek kudretini verenin mükâfatı nedir?' Cevap olarak O'nun mükâfatı yarın onun
için oruç tutmaktır!' dedi".
Şa'vane
Hatun duasında şöyle derdi: Ey rabbim! Senin mülakatına çok fazla bir iştiyakım
var? Senin mükâfatına pek büyük ümidim var! Sen öyle bir kerîmsin ki senin
katında ümit edenlerin ümidi boşa çıkmaz. Senin katında şevk sahiplerinin şevki
mânâsız kalmaz.
Ey
rabbim! Eğer ecelim yaklaşmış, amelim de beni sana yaklaştırmamış ise, ben
günahımı itiraf etmemi hastalıklarımın vesileleri kılıyorum. Eğer sen
affedersen, bunu senden daha iyi kim yapabilir? Eğer azap verirsen, orada
senden daha âdil kim olabilir?
Ey
rabbim! Nefsime bakmak hususunda onu günaha soktum. Ancak onun için senin
bakışının güzeliği kaldı. Eğer onu said kılmazsan, ona azap olsun!
Ey
rabbim! Sen hayatım boyunca bana iyilik yapansın. Ölümümden sonra da iyiliği
benden kesme! Hayatım boyunca beni ihsaniyle sevk ve idare edenden rica ettim
ki affıyla ölümüm anında ihtiyacımı gidersin!
Ey
rabbim! Ölümümden sonra senin bakışının güzelliğinden nasıl ümitsiz olayım?
Sen, hayatımda güzellik-ten başkasını bana vermiş değilsin.
Ey
rabbim! Günahlarım beni korkutmuş ise de muhakkak senin bana olan sevgin beni
muhafaza etmiştir. Öyleyse şânına yakışır bir şekilde benim işimi idare et.
Fazlınla ce-haleti kendisini aldatan bu kuluna yönel!
Ey
ilâhî! Eğer benim rezaletimi isteseydin, bana hidayet et-mezdin. Eğer benim
zilletimi kasdetseydin hepi dünyada örtmezdin. Bu bakımdan bana hidayet ettiğin
şey ile beni nimetlendir. Beni üzerinde öldürdüğün durumu benim için devam
ettir.
Ey
rabbim! Hayatımı tükettiğim bir şeyden beni çevireceğini zannetmem!
Ey
rabbim! Eğer yapmış olduğum günahlar olmasaydı senin azabından korkmazdım. Eğer
senin cömertliğini bilmeseydim senin sevabını ummazdım.
Havvâs
(İbrahim b. Ahmed) şöyle diyor: "Biz âbide biri olan Rahle Hatun'un yanına
gittik. Bu mübarek hatun simsiyah kesilinceye kadar oruç tutmuş, gözleri kör
oluncaya kadar ağlamış, kö-türüm oluncaya kadar namaz kılmıştı. Hâlâ oturarak
namaza devam ediyordu. Biz ona selâm verdik. Sonra ona, içinde bulunduğu durumu
biraz kolaylaştırmak için, Allah'ın affından bir şeyi zikrettik. Bunun üzerine
o bir çığlık kopararak şöyle dedi: 'Nefsimi bilmem kalbimi yaraladı, ciğerimi
parçaladı. Allah'a yemin ederim Allah'ın beni yaratmamış olmasını isterdim.
İsterdim ki anılan birşey olmayaydım!' Bu sözleri söyledikten sonra namazına
yöneldi''.
Ey
okuyucu! Eğer nefsini murâkabe ve murâbete eden (gözeten) kimselerden isen, var
kuvvetiyle ibadet eden erkek ve kadınların hallerini mütalaa etmekten ayrılma
ki şevkin kabarsın, ibadete karşı isteğin artsın! Sakın zamanının ehline bakma!
Zira eğer yeryüzünde bulunanların çoğuna uyarsan seni Allah'ın yolundan
saptırırlar.
Bütün
kuvvetleriyle ibadete dalanların hikâyeleri sayılmayacak kadar çoktur. Bizim
anlattıklarımız ibret almak isteyen bir kimse için kâfidir. Eğer daha fazlasını
istiyorsan, Hilyet'ul-Evliyâ adlı kitabın mütalaasına devam et; zira o kitab,
ashab-ı kirâm'ın, tâbiînin ve tâbiînden sonrakilerin hallerini anlatmaktadır.
Ona vâkıf ol-makla senin ve zamanındaki insanların din ehlinden ne kadar uzak
olduğunuz açığa çıkar. Eğer nefsin sana 'Zamanının ehline bak!' diye vesvese
verir ve sana 'O geçmiş zamanda hayrın kolayca yapılması, yardım edenlerin çok
olmasından dolayı idi. Şimdi ise, bu zamanın ehli muhalefet ettiler. Eğer böyle
yaparsan sana deli derler, seninle alay ederler. Bu bakımdan sen de onlara uy.
Onların üzerine ne icra edilirse senin üzerine de o icra edilsin. Musibet umumî
olduğunda güzelleşir!' derse, sakın onun aldatma ipiyle kuyuya inme! Onun
tezvirine aldanma! Ona şöyle de: 'Ey nefis! Bana söyler misin, şehir halkına
silip süpüren bir sel gelse, onlar halin hakikatini bilmediklerinden
yerlerinden kıpırdamayıp tedbir almasalar, sen onlardan ayrılıp boğulmaktan
seni kurtara-cak bir gemiye binebilirsin, acaba bu durumda 'Musibet umumî
olduğu zaman kolaylaşır' diye birşey senin aklına gelir mi? Veya onlara uymayı
terkedip onların yaptıklarından ötürü cahilliklerine hükmeder, gelecek
musibetten kurtuluşa baş mı vurursun?'
Ey
nefis! Madem ki boğulmak korkusuyla, onlara uymayı terkediyorsun oysa
boğulmanın zahmeti ancak bir saat ruh çıkıncaya kadar uzayabilir acaba her an maruz
bulunduğun ebedî azabdan nasıl kaçmazsın? Acaba musibet umumî olduğunda nasıl
hoşlanırsın? Oysa ateş ehlini, umum ve hususa bakmaktan meşgul edecek bir durum
vardır. Oysa kâfirler de ancak zaman-larının ehline uyduklarından helâk
oldular.
Biz
atalarımızı bir din üzerinde bulduk! Biz de onların izlerine uyarız.(Zuhruf/23)
Madem
ki durum budur, nefsini kınamakla meşgul olduğunda, onu bütün kuvvetinle ibadet
yapmaya teşvik ettiğinde o isyan ederse, onun cezalandırmayı, kınamayı, tehdid
etmeyi, nefsine kötü bakmayı ihmal etme! Böyle yaparsan umulur ki o,tuğyanından
vazgeçer!
36)
İmam Ahmed, Zühd, (mevkuf olarak)
37)
Sîka bir zattır.
42)
Künyesi Ebu Abdurrahman'dır. Basra'nın Harbiyye mahallesinde otu-
rurdu.
Şâyan-ı itimad bir âbid idi. H. 213'de vefat etmiştir.
43)
Basralı bir âbiddir, H. 149'da vefat etmiştir.
44)
İsa Ebherî'nin oğludur.
45)
Künyesi Ebu İtab'dır. Kûfeli'dir. İbn Mehdi'ye göre Kûfe'de ondan daha
hafızı
yoktu. İbrahim Nehaî'nin ashabındandı. H. 132'de vefat etmiştir.
46)
Bu zat, Basralı bir tâbiîndir. İbn Abdikays diye bilinirdi.
47)
Adı Abdullah b. Sevban'dır. Tâbiînin zâhidlerindendir.
48)
Ebu Abdullah Medine'lidir. İmam Ahmed onu güvenilir bir kimse
olduğunu
söylemiştir. H. 132'de 72 yaşında vefat etmiştir.
49)
Adı Zem'a b. Salih Cündî'dir. Yemenlidir. Mekke'de otururdu.
50)
Aslen Kûfelidir. Cürcan'da otururdu. Etba-i Tâbiînden sayılırdı. İbadette
şöhreti ve büyük mevkîi vardı.
51)
Basralı bir âbide hanımdır.
52)
Fudayl b. İyaz'ın çağdaşı âbide bir hatun idi.
53)
Basralıdır ve güvenilir bir zattır. H. 323'de vefat etmiştir.
54)
Übelle, Basra'ya dört fersahlık bir mesafede bulunan bir yerdir.
55)
Hz. Hasem'in torunudur.Künyesi Ebu Muhammed'dir.Yetmiş beş yaşında H. 145'de
vefat etmiştir.
56)
Abdullah'ın kızı Muaze; Basralı Sile b. Eşyem'in hanımı idi, Güvenilir ve
hüccet idi. Kocasının ölümünden sonra ölünceye kadar başını yastığa koymadığı
söylenir.
*10.Murâbete'nin
Altıncı Makamı Olan Nefsin Kınanması
En
şedid düşmanın, kaburgalarının arasında bulunan nefsindir. O nefis, kötülüğü
emredici, şerre meyyal, hayırdan uzaklaştırıcı olarak yaratılmıştır. Sen de onu
tezkiye etmek, düzeltmek, kahrın zincirleriyle rabbinin ibadetine çekmekle,
şehvetlerinden menetmek, lezzetlerinden alıkoymakla memursun.
Eğer
onu başıboş bırakırsan, serkeşlik ve saldırganlık yapar. Artık onu bir türlü
mağlup edemezsin. Eğer kınamak, ceza vermek, uzaklaştırmak ve kınamak suretiyle
onun yakasına yapışırsan, bu takdirde nefsin, Allah Teâlâ'nın kendisiyle kasem
ettiği nefs-i levvâme olur. Ümit ederim ki Allah'ın nimetinden razı ve Allah'ı
hoşnut eden kullarının zümresine dahil olmaya seni davet eden nefs-i mutmainne
olur. Bu bakımdan hiçbir an ona hatırlatmaktan ve onu kınamaktan gafil olma!
Nefsine etmekle meşgul olmadan önce başkasına nasihat etmekle meşgul olma!
Allah
Teâlâ Hz. İsa'ya (a.s) vahyederek şöyle buyurmuştur: 'Ey Meryem'in oğlu!
Nefsine nasihat et! Eğer nefsin kabul ederse halka nasihat et. Aksi takdirde
benden utan!'
Ama
yine de hatırlat, çünkü hatırlatmak mü'minlere fayda verir.(Zâriyat/55)
Senin
yapman gereken şey nefse yönelip nefsin yanında cahilliğini tesbit etmektir ve
nefsin, zeki oluşuyla ve hidayette bulunuşuyla mağrurlaşıp, burnunun büyüdüğünü
iyi bil! Ne zaman onu ahmaklığa nisbet edersen, ona şöyle demelisin: 'Senin
cehaletin ne kadar da büyük! Sen hikmet ve zekâ iddia ediyorsun! Oysa
insanların en ahmağısın. Sen önündeki cennet ve cehennemi bilmiyor musun?
Yakında onların birine gideceğini anlamıyor musun? O halde neden seviniyor,
gülüyor, tepiniyorsun? Oysa sen bu büyük olay için aranmaktasın. Belki bugün,
belki yarın götürüleceksin. Ey nefis! Seni görüyorum ki ölümü uzak sanıyorsun.
Oysa Allah onu yakın görüyor. Bilmez misin her gelecek yakındır. Uzak olan şey,
gelmeyecek şeydir. Bilmez misin ölüm, herhangi bir elçi göndermeksizin aniden
gelir.
Arada
herhangi bir sözleşme olmadan konar. O bir durumda gelir de başka bir durumda
gelmez değildir. O kışta gelip yazda gelmez, yazda gelip kışta gelmez, gece
gelip gündüz gelmez, gündüz gelip gece gelmez değildir. O, çocukluk devrinde
gelmez de gençlik devrinde gelir veya çocukluk devrinde gelir de gençlik
devrinde gelmez değildir. Aksine her nefeste, ansızın, ölümün gelmesi
mümkündür. Eğer ansızın ölüm gelmezse ansızın hastalık gelir. Sonra ölüme
sirayet eder. Öyleyse her yakından sana daha yakın olan ölüme neden
hazırlanmıyorsun? Allah Teâlâ'nın şu ayetini düşünmez misin?
İnsanların
hesap vakti yaklaştı, fakat onlar hâlâ gaflet içinde yüz çevirmektedirler.
Rablerinden kendilerine gelen her yeni ihtarı mutlaka eğlenerek dinlerler.
Kalpleri eğlencededir.(Enbiya/1-3)
Ey
nefis! Eğer Allah'ın seni görmeyeceği inancıyla ona karşı isyana cüret edersen
senin küfrün ne kadar da büyüktür. Eğer Allah'ın senin yaptıklarına muttali
olduğunu bildiğin halde isyana dalarsan senin ahmaklığın ne kadar da şiddetli,
ne kadar da utanmazsın. Ey nefis! Eğer kölelerinden veya ihvanından biri,
hoşuna gitmeyen bir hareketle karşına çıksa ona ne kadar kızıp öfkeleneceğini
düşün! O halde Allah'ın gazabına, şiddetli cezasına hangi cesaretle kendini
maruz bırakıyorsun? Sen O'nun azabının altından kalkabileceğini mi sanıyorsun?
Heyhat! Nerede!Ey nefis! Kendini tecrübe et! Eğer baştan çıkmak seni Allah'ın
azabının şiddetinden meşgul ederse, bir saat güneşte veya hamamın külhanında
kendini hapset veya parmağını ateşe yaklaştır ki senin gücünün miktarı sana
belirmiş olsun! Yoksa sen Allah'ın kerem ve fazlına mı aldanıyorsun? Senin
ibadetine ihtiyaç olmadığına mı kanıyorsun? O halde önemli işlerinde neden
Allah'ın keremine yaslanmıyorsun? Bir düşmanın seni sıkıştırdığında neden onu
defetmek için çareler düşünüyorsun? Neden onu Allah'ın keremine havale
etmiyorsun? Herhangi bir ihtiyaç seni, ancak para ile elde edilen dünya
işlerinin birine mecbur ettiğinde neden onun peşinden çarelere başvurarak onu
yapabilmek için kendini zorluklara sokuyorsun? Neden bu hususta Allah'ın
keremine güvenmiyorsun ki Allah seni herhangi bir hazineye muttali veya
kullarından birini sana musahhar kılsın da o senin çalışman ve çabalaman
olmaksızın senin ihtiyacını sana alıp getirsin? Acaba Allah'ın dünya hususunda
değil de sadece ahiret hususunda mı kerîm olduğunu sanıyorsun? Oysa Allah'ın
kanun-u ilâhîsi olduğunu ve bu kanunun değişmez bulunduğunu biliyorsun ve yine
biliyorsun ki ahiret ve dünyanın sahibi birdir. İnsanoğlu için ancak ne
yapmışsa o vardır.
Ey
nefis! Senin münafıklığın ne acaiptir? Bâtıl davaların ne hayret verici! Sen
dilinle imân ettiğini iddia ediyorsun. Oysa münafıklığın eseri senin üzerinde
görünmektedir. Efendin sana şöyle dememiş midir?
Yeryüzünde
hiçbir canlı yoktur ki rızkı Allah'a ait olmasın!(Hûd/6)
İnsana
çalışmasından başka birşey yoktur.(Necm/39)
İşte
görüldüğü gibi Allah, sadece dünya işi için sana kefil olmuş, seni o hususta
zayi olmaktan kurtarmıştır. Oysa sen fiillerinle O'nu yalanladın. Kendinden
geçmiş sarhoşun dalışı gibi dünyanın talebine dalmış bir vaziyette sabahladın.
Dünya ve ahiret işini senin çalışmana tevkil ettiği halde hakir sayan, mağrur
olan bir kimse gibi ahiretten yüz çevirdin. Bu imanın alametlerinden değildir.
Eğer iman dil ile olsaydı, o halde münafıklar neden ateşin en alçak tabakasında
olacaklardır?
Ey
nefis! Sanki sen hesap gününe iman etmiyorsun. Öldüğünde kurtulacağını
zannediyorsun. Heyhat! (Kurtuluş nerede!) Başıboş bırakılacağını mı sanıyorsun?
Sen,
dökülen bir damla meniden ibaret değil miydin? Sonra bir et parçası olmadın mı?
Sonra Allah Teâlâ seni yarattı ve tam âzalı bir şekle getirdi. Böyle yapan
Allah ölüleri diriltmeye kâdir değil midir? Eğer senin kalbinde bu inanç saklı
ise sen ne acaip bir kâfir ve ne acaip cahilsin? Hiç düşünmez misin, O seni
hangi maddeden yaratmıştır?
Seni
bir nutfeden yarattı. Sonra çıkış yolunu senin için kolaylaştırdı. Sonra seni
öldürdü, mezara gömdürdü. Acaba 'Sonra o, dilediği zaman seni diriltecektir'
sözünde O'nu yalanlıyor musun? Eğer O'nu yalanlayıcı değilsen neden
sakınmıyorsun? Oysa bir yahudi doktor sana en lezzetli yemek hakkında 'Hastalık
halinde bu sana zararlıdır' dese, sabreder ve onu terkedersin, o yemek
hususunda nefsinle cedelleşirsin. Acaba mu'cizelerle takviye edilen
peygamberlerin ve Allah Teâlâ'nın peygamberlere indirmiş olduğu kitablardaki
sözleri, senin nezdinde tesir bakımından, tecrübe, tahmin ve zandan haber veren
eksik akıllı, eksik ilimli bir yahudinin sözünden daha mı eksiktir?
Hayret
edilecek şeydir? Eğer bir çocuk sana 'Elbisenin içinde akrep vardır!' dese,
çocuktan delil istemeksizin derhal elbiseni çıkarıp atarsın.
Acaba
peygamberlerin, âlim, hukema ve bütün evliyanın sözleri, senin katında, sühefa
sınıfından sayılan bir çocuğun sözünden daha mı az kıymet taşır? Veya
cehennemin harareti, bukağı ve kelepçeleri, zakkumu, tokmakları, irini,
zehirleri, yılan ve akrepleri senin nezdinde, ancak bir gün veya bir günden
daha az bir zaman elemini hissedeceğin bir akrebin ısırmasından daha mı azdır?
Senin bu yaptıkların akıllı kimselerin yaptığı şeyler değildir. Hatta hâlin,
akılsız hayvanlara bile keşfolunsa, senin du-rumuna gülerler, aklınla alay
ederler.
Ey
nefis! Eğer sen bütün bunları bilmiş ve iman etmişsen, o halde neden ameli
geciktiriyorsun? Oysa ölüm seni beklemektedir. Mühlet vermeksizin ölümün seni
yakalaması mümkündür. Ecelin gecikeceğinden nasıl emin oldun? Sana yüz senelik
bir mühlet verilse bile, zanneder misin ki gediğin en derininde bineğine
yediren bir kimse o binekle felaha kavuşur, o gediği geçebilir. Eğer böyle zannedersen,
cehaletin ne kadar da büyüktür!
Eğer
bir kişi, gurbet diyarında, fıkıh öğrenmek için sefere çıksa, senelerce orada
boş dursa bu kişi memleketine dönüşünde, kendini fıkıhla donatılmış sayabilir
mi? Böyle bir kimse kısa zamanda fakîh olunur düşüncesinde olsa veya fakîhlerin
mertebelerinin fıkıh okumaksızın sadece Allah'ın keremine yaslanmak suretiyle
kazanıldığını sansa, onun aklına gülmez misin?
Sonra
ömrün sonunda hummalı çalışmanın fayda verdiğini ve insanı yüce derecelere
ulaştırdığını düşün! Böyle olsa bile içinde bulunduğun günün, senin ömrünün
sonu olması mümkündür. O halde neden bugün de ibadetlerle meşgul olmuyorsun?
Eğer Allah Teâlâ sana mühlet vermezse, acaba o ecelin acelece gelmesine ne mâni
olabilir? Veya seni ibadeti geciktirmeye teşvik eden ne olabilir? Bunun sebebi;
şehvetlerine muhalefet etmek zor ve meşakkatli olduğu için acizlik göstermenden
başka ne olabilir? Acaba bir gün mü bekliyorsun ki o gün gelsin de o günde
şehvetlere muhalefet senin için zor olmasın? Böyle bir günü, Allah Teâlâ
yaratmamış ve yaratmayacaktır. Bu bakımdan cennet hiçbir zaman zorluklarla
çevrili olmaktan kurtulmaz. Zorluklar da hiçbir zaman nefislere hafif gelmez.
Bu, varlığı muhal birşeydir.
Düşünmez
misin, ne zamana kadar nefsine va'dedip ona 'Yarın yarın' diyeceksin? Oysa
'Yarın' geldi ve 'Bugün' oldu. Öyleyse onu nasıl gördün? Bilmez misin o 'Yarın'
gelip 'Bugün' olmuştur. Onun için 'Dün'ün hükmü vardır. Hayır! Sen bugün ondan
acizsin. Öyleyse 'Yarın' ondan daha da aciz olursun; zira şehvet kökleşmiş bir ağaç
gibidir. Öyle ağaç ki kul onu kaldırmakla görevlendirilmiştir. Kul onun
kaldırılmasından aciz olup onu tehir edince, tıpkı genç ve kuvvetli olduğu
halde bir ağacın sökülmesinden aciz olup onu başka bir seneye tehir eden bir
kimse gibi olur. Oysa bu kimse biliyor ki zamanın uzaması ağaca kuvvet ve kök
salma imkânını verir. Sökmekle görevli bulunan kimseyi de zaman güçten düşürür.
Bu bakımdan gençlik zamanında güç yetirilmeyen bir şeye ihtiyarlık zamanında
hiçbir zaman güç yetirilemez. İhtiyarlığın tâlimi meşakkattandır. Kurt'u
edeplendirmek de azap çekmektir. Yaş ağaç eğilmeyi kabul eder. Kuruyup,
üzerinden seneler geçtiğinde eğilmeyi kabul etmez.
Ey
nefis! Sen bu açık şeyleri anlamıyorsan, ameli geciktirmeye meylediyorsan o
halde, hikmeti iddia etmek senin neyine gerek? Senin bu ahmaklığından daha
fazla bir ahmaklık var mıdır? Umulur ki sen şöyle diyorsun: 'Beni müstakim
olmaktan, ancak, şehvetlerin lezzetine karşı olan harisliğim, elem ve
meşakkatlara karşı olan sabırsızlığım menediyor!'
Bu
takdirde ahmaklığın pek şiddetlidir. Mazeretin pek çirkindir. Eğer sen bu
hususta doğru isen, daima saf ve temiz şeylerle nimetlenmeyi ara! Bu da ancak
cennette elde edilir. Eğer yemek istersen, bunu muhalefet ederek yap; zira nice
yemek vardır ki birçok şeyleri meneder. Acaba doktor hastaya sıhhat bulması ve
hayatı boyunca rahatça içmesi için üç gün soğuk suyu terketmesini söylese ve
kendisine 'Eğer soğuk su içersen müzmin hastalığa tutulacak ve ömür boyu soğuk
su içemeyeceksin' dese, böyle bir hastanın durumu hakkında senin hükmün nedir?
Bu durumda aklın gereği ne olmalıdır? O kesinlikle hayat boyunca soğuk sudan
istifade etmek için üç gün sabır mı etmelidir, yoksa üç günlük muhalefetten
korktuğundan dolayı hal-i hazırdaki isteğini mi yerine getirmelidir? Üç gün soğuk
su içmenin elemi üçyüz gün veya üçyüz bin gün onun yakasını bırakmayacaktır!
Senin
bütün hayatın, cennet ehlinin nimet ve cehennem ehlinin azap müddeti olan
sonsuzluğa nisbeten üç günün ne kadar uzun olursa olsun bütün ömre nisbetinden
daha azdır. İsteklere karşı sabretmenin eleminin mi daha büyük ve müddet
bakımından daha uzun, yoksa ateşin eleminin mi daha büyük ve daha uzun olduğunu
keşke bilseydim!
Kim
mücâhedenin elemine karşı sabretmeye güç yetiremiyorsa, Allah'ın azabının
elemine karşı nasıl güç yetirecektir?
Ey
nefis! Seni kendi nefsine bakmaktan gizli bir küfrün veya açık bir ahmaklığın
alıkoyduğunu görüyorum.
Gizli
küfre gelince o, hesap gününe olan inancın zâfiyetidir. Sevapla ikabın
miktarının büyüklüğüne olan marifetinin azlığıdır. Açık ahmaklığa gelince o da
Allah'ın kerem ve affına güvenmektir. Buna rağmen Allah'ın azabına, istidracına
ve senin ibadetinden müstağni olmasına iltifat etmemektir. Oysa sen ekmek
lok-masında veya bir tanede veya halktan işittiğin bir kelime hakkında O'nun keremine
yaslanmıyorsun. Aksine bu hususlarda bütün çarelere başvurarak hedefine varmak
istiyorsun. Bu cehaletle Hz. Peygamber tarafından verilen hamâkat (ahmaklık)
hükmüne müstehak olursun. Nitekim Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Akıllı
o kimsedir ki nefsini hesaba çekmiş ve ölümden sonraki durum için çalışmıştır.
Ahmak odur ki nefsini hevâsına tâbi kılmış, Allah'tan (amel etmeksizin)
birtakım isteklerde bulunmuştur.
Ey
nefis! Dünya hayatının seni aldatması uygun değildir. Şeytan seni kandırmasın.
Nefsine dikkat et! Senin işin başkası için mühim değildir. Vakitlerini zayi
etme! Nefesler sayılıdır. Senden bir nefes çıktıktan sonra senin bir kısmın
gitmiş demektir. Hastalıktan önce sıhhatten ve meşguliyetten önce hoşluktan,
fakirlikten önce zenginlikten, ihtiyarlıktan önce gençlikten, ölümden önce
hayattan istifade et, ahirette kalacağın kadar ahirete hazırlan!
Ey
nefis! Kış için, uzunluğu kadar hazırlık yapmıyor musun?
Kışta
yiyecek, içecek, odun ve bütün gerekli şeyleri topluyorsun. Bu hususta Allah'ın
fazl ve keremine güvenerek cübbe, keçe, odun ve diğer ihtiyaçlar olmaksızın
Allah'ın kışın soğuğunu defetmesini beklemiyorsun. Oysa Allah buna kâdirdir.
Ey
nefis! Cehennemin zemherîrinin, kış zemherisinden daha kısa ve daha az olduğunu
mu sanıyorsun? Hayır! Asla böyle olamaz? Şiddet ve soğuklukta aralarında
herhangi bir münasebet de yoktur. Kulun çalışmaksızın cehennemin zemherîrinden
kurtulacağını mı zannediyorsun? Heyhat! Nerede! Nasıl ki kışın soğuğunu cübbe,
ateş ve diğer kış tedbirleri defediyorsa, cehennemin hararet ve soğukluğu da
ancak tevhid kalesine ve ibadetlerin mevziine sığınmakla bertaraf edilir.
Allah'ın keremi ancak kalenin yolunu sana tanıtmasında, sebeplerini sana
kolaylaştırmasındadır. Yoksa kale olmaksızın azabı senden defetmekte değildir.
Allah Teâlâ'nın, kış soğuğunu defetmek hususundaki keremi; ateşi yaratmakta, o
ateşle kışın soğuğunu nefsinden uzaklaştırman için onu demir ile taş arasından
çıkarma yolunu göstermekte ve tıpkı odunun ve cübbenin satın alınmasına
yaratanın değil, senin muhtaç olup nefsin için satın alman gibidir. Zira
bunları istirahatının sebebi olarak yaratmıştır.
Bu
bakımdan senin ibadet ve mücâhedelerinden de Allah müstağnidir. O ibadetler
senin kurtuluşuna giden yolundur. Bu bakımdan iyilik yapan nefsi için yapar.
Kötülük yapan nefsinin aleyhinde yapar. Allah âlemlerden müstağnidir.
Ey
nefis! Cehaletinden vazgeç! Ahiretini dünyanla kıyas et! Sizin yaratılışınız ve
ölümden sonraki dirilişiniz bir kişinin dirilişi gibidir. İlk yaratılışa nasıl
başlanmışsa öylece ölümden sonra diriltilecek. Allah nasıl yoktan yaratmış ise,
öylece ölümden sonra da diriltecek. Allah'ın kanun-u ilâhîsi budur. O kanun-u
ilâhînin değiştiğini göremezsin!
Ey
nefis! Görüyorum ki sen dünyaya ülfiyet vermiş, onunla dost olmuşsun. Ondan
ayrılmak sana gayet zor gelir. Sen onun yakınlığına yönelmişsin. Nefsinde onun
sevgisini perçinleştirmişsin. Sen Allah'ın ceza ve sevabından, kıyametin dehşet
ve hallerinden gafilsin. Acaba seninle dostlarının arasını ayıracak ölüme
inanmıyor musun? Bir sultanın evine, bir taraftan girip öbür taraftan çıkmak
için giren, bakışını güzel bir yüze uzatan, bu yüzün sevgisinin kalbinin
tamamını kaplayacağını, sonra o yüzden ayrılmaya mecbur edileceğini bilen bir
kimse acaba akıllılardan mı veya ahmaklardan mı sayılır? Bilmez misin, dünya,
sultanlar sultanının evidir: Dünyada senin için her ne varsa hepsi mecazdır.
Dünyadaki herşey, dünyadan geçenlere ölümden sonra yâr olmaz.
Bu
sırra binanen beşerin efendisi (s.a) şöyle buyurmuştur:
Rûh'ul-Kuds
benim kalbime şöyle ilham etti: İstediğini sev, elbette ondan ayrılacaksın!
Dilediğini yap! Elbette onunla cezalandırılacaksın! İstediğin kadar yaşa!
Elbette öleceksin!'57
Ey
nefis! Bilmez misin, dünyanın zevklerine iltifat eden, arkasında ölüm olduğu
halde dünyaya ünsiyet yeren, ayrılık anında üzüntüsünü çoğaltmış olur.
Bilmediği halde öldürücü zehirden azıklanır. Sen geçmişlerin nasıl inşa edip
yükselttiklerine, sonra harabe bırakıp gittiklerine bakmıyor musun? Nasıl Allah
Teâlâ onların arazisini, memleketlerini düşmanlarına nasip etmiştir hiç
görmüyor musun?
Onların
yemeyip nasıl topladıklarını, içinde oturmadıkları köşkleri nasıl bina
ettiklerini görmedin mi? Yetişemedikleri hedefi nasıl ümit etmişlerdir. Her
biri göklere yükselen bir köşk inşa etmiştir. Oysa yeri, toprak altında kazılan
bir mezardır. Acaba dünyada bundan daha ahmaklık ve daha büyük bir
tepetaklaklık var mıdır? Biri çıkıp dünyasını tamir eder. Oysa kesinlikle o
dünyadan göçecektir. Ahiretini tahrip eder. Oysa kesinlikle oraya gidecektir.
Ey
nefis! Bu ahmaklara, hamâkatlarında yardım etmeye utanmıyor musun? Farzet sen
bütün bu durumları bilecek basiret sahibi değilsin, sadece tabiatınla başkasına
uymaya meylediyorsun, o zaman peygamberlerin, âlim ve hakimlerin aklını, şu
dünyaya dalanların aklıyla kıyas et! Bu iki gruptan, senin nezdinde hangisi
daha akıllı görünürse, ona uy! Eğer sen nefsinde akıl ve zekaya inanan bir
kimse isen...
Ey
nefis! Senin durumun ne kadar da hayret vericidir. Cehaletin ne kadar da
katı... Tuğyanın ne kadar da belirgin! Bu apaçık şeylere rağmen nasıl kör
olduğuna hayret ediyorum! Ey nefis! Ümit edilir ki mertebe sevgisi seni sarhoş
edip çıldırtmış ve bunları anlamaktan seni alıkoymuştur. Mertebenin mânâsının
bazı insanların kalplerini sana meylettirmek olduğunu hiç düşünmüyor musun? Yeryüzündeki
bütün insanların sana secde edip, itaat ettiğini farzedelim, elli sene sonra ne
sen, ne de sana ibadet edip secde edenlerden yeryüzünde herhangi bir kimsenin
kalmayacağını bilmiyor musun? Bir zaman gelecek, ne senin, ne de seni ananların
nâm ve nişânları kalmayacaktır. Nitekim senden önceki sultanların başına bu
durum gelmiştir.
Şimdi
onlardan hiç birini görüyor musun? Yahut onların gizli bir sesini işitiyor
musun?(Meryem/93)
Ey
nefis! Daimî olarak kalacak bir şeyi, kalsa bile elli seneden fazla kalmayacak
birşey ile nasıl değiştirirsin? Eğer yeryüzünün sultanlarından biri isen, şark
ve garp sana teslim olmuş, bütün insanların boyunları önünde eğilmiş ve
sebepler senin için tanzim edilmişse durum böyledir! Nasıl böyle olur? Oysa
gerilemen ve şekavetin mahallenin işini, hatta evinin işini bile sana teslim
etmeye mâni olurlar!
Ey
nefis! Eğer cehaletinden ve basiretinin körlüğünden ötürü ahiret için dünyayı
terketmiyorsan bile, hiç olmazsa dünyadaki ortakların hasisliğinden uzak kalmak
için neden dünyayı terketmiyorsun? Dünyayı, meşakkatinin çokluğundan, çabukça
yok olmasından ötürü neden bırakmıyorsun? O dünyanın çoğu, senin elinde
olmadıktan sonra sen neden onun azı hakkında zâhidlik yapmayasın? Sana ne olmuş
ki dünya, hatta memleketin yahudi ve ateşperestlerden boş olmadığı halde hoşuna
gidiyor? Oysa onlar senden daha fazla dünyanın fayda ve süsüne mazhar
olmuşlardır. Bu bakımdan yuh o dünyaya ki bu hasisler onu senden daha önce
edinirler. Sen ne kadar da cahilmişsin, senin himmetin ne kadar da düşük,
görüşün ne kadar da eksik ve bozukmuş! Zira peygamberler ve sıddîklardan
müteşekkil olan zümrenin içinde olup âlemlerin rabbinin komşuluğunda ebedî
olarak kalmaktan yüz çevirdin. Bunu da az zaman cahil ahmakların sınıfından
olup ayakkabılar safında olmak için yaptın! Sana yazıklar olsun! Çünkü hem
dünyada, hem de dinde zarar ettin.
Ey
nefis! Acele et! Helâk olmaya yaklaştın. Uyarıcı geldi, ölüm yaklaştı. Ölümden
sonra senin yerine kim namaz kılacak? Ölümden sonra senin yerinde kim oruç
tutacak? Ölümden sonra rabbini senden razı edecek kim var? Ey nefis! Senin
için, ancak sayılı günler var!. Eğer o günlerde ticaret yaparsan onlar senin
sermayendir. Zaten onların çoğunu zayi ettin. Eğer geri kalan hayatında zayi
etmiş olduğun hayatından ötürü ağlasan, yine kendi nefsin hakkında kusurlu
sayılırsın. Geri kalan kısmı zayi ettiğinde ve aynı şekilde yaşamaya devam
ettiğinde acaba durum nasıl olur?
Ey
nefis! Bilmez misin, ölüm sana va'dedilmiştir. Kabir senin evin, toprak
döşeğin, böcekler arkadaşındır. En büyük korku (kıyamet dehşeti) önündedir.
Ey
nefis! Bilmez misin, ölümün askeri şehrin kapısında seni beklerler. Onlar
şiddetli yeminlerle yemin etmişlerdir ki seni beraberlerinde alıp götürmeyince
yerlerinden kıpırdamayacaklardır. Ey nefis, onların bir gün için olsa bile
dünyaya dönmeyi temenni edeceklerini ve yapmış oldukları kusurları telafi etmek
isteyeceklerini bilmiyor musun? Oysa sen de onlar gibi temenni edeceksin. Senin
ömrünün bir günü onlara, dünya ve içindekilerin karşılığında satılsa, eğer
güçleri yetiyorsa muhakkak satın alırlardı. Oysa sen günlerini gaflet ve
tembellikte zayi ediyorsun.
Ey
nefis! Görünür tarafını halk için süslenip, gizlide de büyük günahlarla Allah'a
karşı mübareze etmeye utanmıyor musun! Acaba insanlardan utanıyor da Allah'tan
utanmıyor musun? Azap olasıca! Allah, senin katında, acaba seni görenlerin en
kıymetsizi midir? Halka hayrı emredersin, kendin ise rezaletlerle dolusun.
Kendin Allah'tan kaçtığın halde halkı Allah'a davet ediyorsun. Kendin Allah'ı
unuttuğun halde halka O'nu hatırlatıyorsun(!)
Ey
nefis! Bilmez misin, günahkâr bir kimse insan pisliğinden de daha pistir.
Bilmez misin, insan pisliği, başka pislikleri temizlemez. Sen kendi nefsinde
temiz olmadığın halde nasıl başkasını temizlemeye çalışırsın?
Azap
olasıca nefis! Eğer nefsini tam mânâsıyla tanımış olsaydın insanlara gelen
belanın ancak senin uğursuzluğundan ötürü geldiğini düşünürdün.
Azap
olasıca nefis! Kendi nefsini İblis'in merkebi yaptın. İblis seni istediği yere
çekip götürüyor. Seninle istihza ediyor. Buna rağmen sen kendi amelini
beğeniyorsun. Oysa onun içinde öyle âfetler vardır ki eğer başıboş onlardan
kurtulursan kâr etmiş sayılırsın. Birçok hata ve günahlarına rağmen nasıl
amelini beğeniyorsun? Oysa Allah Teâlâ İblis'i, bir hatadan ötürü ikiyüzbin
sene (Âdem yaratılmadan önce) kendisine ibadet ettikten sonra dergâhından
kovdu. Âdem Allah'ın peygamberi ve seçilmiş kulu olmasına rağmen Allah onu bir
zelleden ötürü cennetten çıkardı.
Ey
nefis! Sen ne kadar da aldanmışsın. Sen ne kadar da ahmaksın. Sen ne kadar da
cahilsin. Seni günahlara, bu kadar cüretli kılan nedir?
Azap
olasıca ey nefis! Ne zamana kadar söz verip pişman olacaksın?
Azap
olasıca nefis! Ne zamana kadar va'dedip hile yapacaksın!
Azap
olasıca nefis! Bütün bu hatalarla beraber sen dünyanın imarı ile mi meşgul
oluyorsun!
Sanki
dünyadan göç etmeyeceksin! Kabir ehline bakmıyor musun? Nasıl oldular? Mallar
topladılar, sağlam evler yaptılar. Çok uzun emellere daldılar. Onların
cemiyetleri dağıldı, evleri mezar, emelleri aldanış oldu.
Azap
olasıca nefis! Onlardan hiç ibret almıyor musun? Onlara bir kere bakmıyor
musun? Onların ahirete gittiğini, kendinin ebedî kalacağını mı zannediyorsun?
Heyhat! Ne gezer! Ne kötü birşey vehmediyorsun! Sen annenin karnından yere
düştüğünden beri ömrünü yıkmaya çalışmaktasın. Yeryüzüne köşkünü yap! Muhakkak
ki yerin altı yakın bir zamanda senin kabrin olacaktır. Can gelip boğaza
dayandığı zaman ve rabbinin elçilerinin siyah renkler, somurtkan yüzler ve azap
ile sana geldiklerinde korkmaz mısın? Acaba o zaman pişman olmak sana fayda
verir mi? Üzülmek senden kabul edilir mi? Veya ağlamak sana merhamet getirir
mi? Hayret! Kocaman bir hayret sana ey nefis! Buna rağmen sen basiret sahibi ve
zeki olduğunu iddia ediyorsun! Senin şekavetindendir ki her gün malının
artmasıyla seviniyor, ömrünün eksilmesiyle üzülüyorsun. Oysa artan bir mal,
eksilen bir ömür fayda vermez! Azap olasıca ey nefis! Ahiret sana yöneldiği
halde ahiretten yüz çeviriyorsun. Dünya senden yüz çevirdiği halde ona
yöneliyorsun. Nice bir günü istikbâl eden kimse vardır ki onu tamamlamaz. Nice
yarını ümit eden kimse vardır ki ona varamaz. Sen bunu arkadaş, akraba ve
komşularında müşahede edersin. Ölüm anında onların hasretini gördüğün halde
cehaletinden dönmüyorsun!
Ey
miskin nefis! Öyle bir günden kork ki Allah o günde nefsine yemin etmiş ki
dünyada emrettiği ve sakındırdığı hiçbir kulunu amelinden sormayınca
bırakmayacaktır. O amelin incesinden, giz-lisinden, açığından soracaktır.
Ey
nefis! Hangi bedenle Allah'ın huzurunda duracak, hangi dille ona cevap vereceksin?
Allah'ın sualine cevabı hazırla! Cevap için de doğruluğu! Hayatının geri kalmış
kısmında kısa günlerde uzun günler için, zeval evinde ikamet evi için, üzüntü
evinde nimet ve ebediyet evi için amel et! Amel edemeyeceğin gün gelmeden önce
amel et! Kendi isteğinle hür kimselerin çıkışı gibi, dünyadan zorla
çıkarılmadan önce çık! Senin eline gelen dünya çiçekleriyle sevinme! Nice
sevinen vardır ki zarar eder. Nice zarar eden vardır ki sezmez.
Bu
bakımdan onun için azap olduğu halde bunu sezmeyip, gülüp oynayan, sevinip
zıplayan, yeyip içen kimseye azap olsun! Oysa Allah'ın kitabında onun
cehennemin yakıtından olacağı hükme bağlanmıştır. Öyleyse ey nefis, dünyaya
ibret nazarıyla bak. Dünya için çalışman mecburî, dünyayı terkedişin ihtiyarî,
ahireti araman acele olsun! Sen kendisine verilen nimetin şükründen aciz olan
kimselerden olma! Bütün bunlara rağmen bu kimse, ha-yatının geri kalan kısmında
hâlâ fazla şeyler ister. Kendisi sakınmadığı halde halkı sakındırır!
Ey
nefis bil ki dinin bedeli yoktur. İmanın bedeli ve bedenin halefi bulunmaz.
Kimin bineği gece ve gündüz olursa, o gitmese de onu götürürler.
Ey
nefis! Bu nasihattan ibret al, bu nasihati kabul et; zira nasihattan yüz
çeviren muhakkak ateşe razı olmuştur. Oysa ateşe razı olacağını sanmıyorum ve
bu nasihati dinlediğini de zannetmiyorum. Eğer kalbinin katılığı bu nasihati
dinlemekten seni menediyorsa kalbinin katılığı için teheccüd namazına devam ve
gece ibadetine kalkmaktan yardım talep et! Eğer bununla da ortadan kalkmazsa
oruca devam etmekle yardım talep et! Eğer bununla da ortadan kalkmazsa az
konuşmaktan yardım talep et! Eğer bununla da gitmezse, sılayı rahim yapmakla ve
yetimlere lütûfta bulunmakla, eğer bununla da ortadan kalkmazsa, bil ki Allah
Teâlâ senin kalbini mühürlemiş, ona kilit vurmuştur. Günahların karanlığı
kalbinin zâhir ve bâtını üzerinde birikmiştir. O halde, nefsini ateşe hazırla;
zira Allah Teâlâ, cenneti ve cennete lâyık olanları, cehennemi ve cehenneme
lâyık olanları yarattı. Öyleyse herkes ne için yaratılmış ise, onu yapmak ona
kolaylaştırılır. Eğer sende nasihat dinlemek için bir mecâl kalmazsa, nefsinden
ümitsiz ol! Oysa Allah'ın rahmetinden ümitsiz olmak büyük bir günahtır.
Ümitsizliğin şerrinden Allah'a sığınırız. Hayır yolları önüne kapanınca ümide
giden yol da ümitsizliğe giden yol da senin için yoktur; zira böyle bir yol
aldanıştır.
Ey
nefis! Şimdi müptela olduğun musibetten ötürü üzülüp üzülmediğine dikkat et!
Veya gözünün bir damla yaş akıtmaya müsamaha edip etmediğine dikkat et! Eğer
müsamaha ederse damlanın kaynağı rahmet denizidir. Bu bakımdan muhakkak ki
sende ümidin yeri kalmıştır. Öyleyse ağlamaya devam et! Erhamürrâhimînden imdat
iste! Ekrem'ül-ekremîn'e şikayette bulun. İmdad istemeye devam et! Şikayet
etmekten usanma. Umulur ki Allah, senin zayıflığına acıyıp yardımına gelir.
Muhakkak ki senin musibetin oldukça büyüktür. İsyana dalışın oldukça uzamıştır.
Kurtuluş imkânları elinden kaçmış, illetler sende derinleşmiştir. Senin için ne
yol, ne arama, ne yardım eden, ne kaçmak, ne sığınmak, ne de kurtulmak yoktur.
Ancak Allah'a sığınmak bundan müstesnadır. O halde, yalvarmak suretiyle mevlâya
sığın. Cehaletinin büyüklüğü nisbetinde, günahlarının çokluğu oranında
yalvarmanda huşû göster. Çünkü mevlân, zillet gösterip yalvarana merhamet eder.
Üzüntülü tâlibin yardımına koşar. Mecbur olanın davetini kabul eder.
Sen
ise ey nefis! Bugün O'na mecbur ve rahmetine muhtaçsın! Yollar önünde daralmış,
çıkar noktaları kapanmıştır. Elindeki imkânlar kesilmiştir. Vaazlar sende
(müsbet bir) tesir göstermez. Kınanmak seni kırmaz. Kendisinden istenilen ise
kerîm ve cömerttir. Yardımı talep edilen zat iyilik şefkat sahibidir. Rahmeti
geniştir. Keremi akıcıdır. Affı ise kapsayıcıdır.
Allah'a
şöyle yalvar: Ey erham'ür-râhimîn! Ey Rahmân, ey Rahîm, Ey Halîm, ey Azîm, ey
Kerîm! Israr edici günahkâr benim. Benim o, cüretkâr ki hiç günahtan
vazgeçmedim. Benim o günaha dalan ki hiç utanmadım. Burası miskinliğin ve
yalvarmanın, fakir ve zayıfın, boğulmuş ve helâk olmuşun makamıdır. O halde,
beni çabuk kurtar ve sevindir! Rahmetinin eserlerini bana göster. Mağfiretinin
serinliğini bana tattır. Ey Erham'ur-Râhimîn! İsmetinin kuvvetini bana rızık
olarak ver!Bu sözlerini (ey nefis), baban Âdem'e uyarak söyle!
Vehb
b. Münebbih şöyle diyor: Allah Teâlâ Âdem'i (a.s) cennetten yere indirdiğinde
Âdem'in (a.s) gözyaşları durmadan aktı. Yedinci gününde Allah Teâlâ, Âdem'e
baktığında onu mahzun, üzüntülü, gamlı, başı önüne eğik bir vaziyette buldu.
Bunun üzerine, Allah Teâlâ ona vahiy göndererek şöyle buyurdu: 'Ey Âdem! Sende
gördüğüm yorgunluk nedir?' Âdem dedi ki: 'Yârab! Benim musibetim oldukça
büyüdü! Günahım (zellem) beni kapladı. Rabbimin melekûtundan atıldım.
Kerametten sonra zillet evine, saadetten sonra şekavet ve rahattan sonra
yorgunluk evine vardım. Afiyetten sonra bela, istikrardan sonra zeval, ebediyet
ve bekâdan sonra ölüm ve fenâ evine vardım. Bu durumda nasıl ağlamayayım?'
Bunun
üzerine Allah Teâlâ ona vahiy göndererek şöyle dedi: 'Ey Âdem! Ben seni nefsim
için seçmedim mi? Seni evime yerleştirip seni kerametimle tahsis etmedim mil Öfkeden
sakındırmadım mı? Seni kudret elimle yapmadım mı? Kudretten olan ruhumdan sana
üfürmedim mi? Meleklerimi sana secde ettirmedim mi? Sen, bütün bunlara rağmen
emrime isyan ederek ahdimi unuttun, kendini benim öfkeme maruz bıraktın! İzzet
ve celâlime yemin olsun eğer sen yeryüzünü, hepsi senin gibi bana ibadet edip
tesbihde bulunan kişilerle doldursan, sonra onlar bana isyan etseler, muhakkak
ki onları günahkârların konaklarına in-diririm'. Bunun üzerine Âdem (a.s) üçyüz
sene ağladı!
Ubeydullah
el-Becelî58 çokça ağlardı. Ağlamasında bütün gece boyunca şöyle diyordu: 'Ey
rabbim! Ben o kimseyim ki ömrüm uzadıkça günahım artar. Ben o kimseyim ki bir
hatayı ne kadar terketmeyi istesem başka bir şehvet önüme çıkar! Ubeydullah'ın
vay haline! Bir günah daha çürümeden o günahın sahibi başka bir günahın
peşinde! Eğer ateş benim için sığınak ve istirahat yeri ise Ubeydullah'ın vay
haline! Eğer cehennem tokmakları benim başım için hazırlanıyorsa Ubeydullah'ın
vay haline! Talihlerin ihtiyaçları verildi. Oysa senin ihtiyacın
verilmemiştir'.
Mansur
b. Ammar şöyle anlatıyor: Bazı gecelerde Kûfe'de, bir âbidi dinledim. Rabbine
münâcât ederek şöyle diyordu: 'Ey rabbim! Senin izzetine yemin ederim. Günah
işlemek sana karşı gelmeyi istemedim. Makamını bilmediğim, cezana kendimi maruz
bıraktığım, bakışını hafife aldığım halde sana isyan etmedim. Fakat nefsim beni
aldattı. Şekavetim de bu hususta aleyhimde ona yardımcı oldu. Benim üzerime
sarkıtılan perden beni aldattı. İşte dolayısıyla cehaletimle sana isyan,
fiilimle sana muhalefette bulundum. Şu anda senin azabından beni kim
kurtaracak? Veya sen, sarkıtmış olduğun ipi benden kesersen kimin ipine
sarılayım? Yarın senin huzurunda durmaktan vay benim rezaletime! O zaman ki
yükleri hafif olanlara 'Geçiniz!' yükleri ağır olanlara da 'Yüklerinizi
koyunuz' denir. Ancak yükleri hafif olanlarla beraber geçecek miyim, yoksa
yükleri ağır olanlarla beraber yükümü bırakacak mıyım bilmiyorum! Senelerim
ilerledikçe günahım çoğalır! Ömrüm uzadıkça masiyetlerim çoğalır! Ne zaman
tevbe edecek, ne zaman dönüş yapacağım? Yaklaşmadı ki rabbimden utanayım!'
İşte
bunlar selefin mevlâlarıyla yapmış oldukları münacâtlardaki yolları ve
nefislerini cezaya vermekteki mesnedleridir.
Onların
münacâttan gayeleri rablerini razı etmektir. Nefislerine ceza vermekteki
maksatları onu uyarmak ve gözetmektir. Bu bakımdan kim nefsini kınamayı ve
rabbiyle münacât etmeyi terkederse, nefsini gözetmiş olmadığı gibi, Allah da
ondan razı olmaz! Vesselâm!
Muhâsebe
ve Murâkabe Kitabı burada tamamlanmış bulunuyor. Allah'ın izniyle bu bölümü
Tefekkür Kitabı takip edecektir. Hamd Allah'a mahsustur. Selâm Efendimiz
Muhammed'in, onun âlinin ve ashabının üzerine olsun! Yârab! Onlara salât ve
selâm et!
57)
Şirazî
58) Becle'ye
mensubdur. Bazı nüshalarda Nehlî'dir.