NAMAZIN SIRLARI (ESRARU'S SALAT)
I nci Bölüm
İmam-ı Gazali
Giriş
Hamd, kullarını lütuflarıyla kapsayan, onların kalplerini dinin nûru ve vazifeleriyle tamir eden, lütuflarının birini rahmet derecelerinden ve celâl arşından en yakın semaya indiren, diğer padişahlardan celâl ve azametin sadece kendisine mahsus olmasıyla ayrılan, halkı kendisinden istemeye teşvik eden ve 'İsteyen var mı isteğini yerine getireyim', 'Af talep eden var mı affedeyim' diyen Allah'a mahsustur!
Hamd, rahmet kapısını ardına kadar açmak, kendisiyle kulları arasında gerilen perdeleri kaldırmak suretiyle diğer sultanlardan ayrılan; ister tenhalarda, ister kalabalık yerlerde, hangi hallerde olursa olsun, namazlarla münacaat ruhsatını kullarına bahşeden Allah'a mahsustur! O Allah ki yalnızca münacaat ruhsatını vermekle yetinmeyerek aynı zamanda onlara teşvik ve tergible de lütufta bulunmuştur. O pâdişahlar pâdişahının dışındaki zayıf krallar ancak kendilerine rüşvet verildiği ve hediyeler geldiği takdirde ziyaretçilerle başbaşa kalmak müsamahasını gösterirler. O'nun şânı ne büyüktür; saltanatı ne kuvvetlidir! O'nun lütfu tastamamdır ve ihsanı umumî ve kapsayıcıdır. O'nun rahmeti; seçilmiş peygamberi ve velisi Muhammed'e ve hidayetin anahtarları ve zulmetin çıraları olan âline ve ashabına olsun! Ey Rabbimiz! Kulun ve peygamberin Hz. Muhammed'i, onun âlini ve ashabını her çeşit eksiklikten koru!
Bu girişten sonra deriz ki; namaz dinin direği; yakînin ipidir. İbadetlerin başı ve tâatların en âlâsıdır. Biz Basît'ül-Mezheb, Vasıf'ül-Mezheb ve Vecîz'ül-Mezheb adlı eserlerimizin fıkıh bölümünde namazın usûl ve fürûunu uzun uzadıya tesbit etmiş bulunmaktayız, Hatta mezkûr eserlerde namazın bindebir vaki olacak fer'î meselelerine ve şâzz hâdiselerine bile ihtimam göstermişizdir. Bu ihtimamı gösterdik ki o kitaplar fetva verenlere birer hazine olsun. Müftü, sıkıştığı zaman onlardan yardım istesin ve ihtiyaç anında da onlara başvursun. Şimdi biz burada ibadet edenler için namazın zâhir amellerinden ve bâtın sırlarından çok mühim olanlarına kısaca işaret edeceğiz. Fıkıh ilminde zikredilmesi âdet edinilmeyen niyet, ihlâs ve huşûun mânâlarındaki gizli incelikleri belirtmeye çalışacağız.
Bu kitabı yedi bölüme ayırdık: 1.Namazın faziletleri 2.Namazın zâhirî amellerinin faziletleri 3.Namazın bâtınî amellerinin faziletleri 4.İmamet ve iktida (imama uyma) 5.Cuma namazı ve âdâbı 6.Her müslümanın bilmeye muhtaç olduğu ve bilinmesi çok mühim olan çeşitli meseleler 7.Nafile ve benzeri ibadetler
Ezan Fazileti
-Hadisler- -Kıyamet gününde, simsiyah miskten yapılmış bir tepenin üzerinde, üç grup insan beklemektedir. Onların bu bekleyişleri diğer insanların hesabı bitinceye kadar devam eder. Bu kişiler ne hesaptan korkmaktadırlar ve ne de manzaranın fecaati kendilerini ürkütmektedir. Bunlar; Allah rızası için Kur'an okuyan ve kendisinden razı olan bir cemaate imamlık yapan kişi, Allah rızası için bir mescitte ezan okuyan ve halkı Allah'a ibadet etmeye dâvet eden kişi, dünyada rızk darlığına müptelâ olduğu halde ahiret amellerini terketmeyen kişidir.[43]
-Müezzinin sesini işiten cinler, insanlar ve her şey kıyamet gününde onun hakkında şahitlik yaparlar.[44]
-Allah Teâlâ'nın kudret eli, ezanını bitirinceye kadar müezzinin başındadır.[45]
“Ben gerçek müslümanlardanım, deyip salih amel işleyerek Allah'a çağıran kimseden daha güzel sözlü kim vardır?” (Fussilet, 33) ayetinin müezzinlerin fazileti hakkında nâzil olduğu rivayet edilmektedir.
-Ezanı işittiğiniz zaman, müezzinin sözlerini tekrarlayınız.[46]
'Müezzinin dediği gibi' demek müstehabdır. Ancak 'Hayye alessâlah' ve 'Hayye alelfelâh' kelimelerini işiten kimse aynı kelimelerle değil 'Lâ havle velâ kuvvete illâ billâh' kelimesiyle mukabele etmelidir. Müezzinin kâmet sırasında 'Namaza başlandı' manasına gelen 'Kad kametissalâh' kelimelerinde ise 'Allah namazı yer ve göklerin devamı müddetince daim ve kaim kılsın' manasına gelen 'Ekamehallahü ve edâmehâ mâdâmetissemâvâtu vel-ard' ile mukabele etmek müstehabdır.
Sabah ezanında 'Namaz uykudan daha hayırlıdır' anlamına gelen 'Essalâtu hayrun minennevm' kelimelerine karşılık olarak da 'Doğru söyledin, hayır sahibi oldun ve müslümanlara nasihat ettin' manasına gelen 'Sadakte ve berirte ve nasahte' kelimeleriyle karşılık vermelidir. Ezan bittikten sonra da gerek müezzin ve gerekse dinleyenler şu duayı okumalıdır: “Ey Allahım! Ey bu eksiksiz dâvetin (ezan ve kametin) ve kılınan namazın sahibi! Kulun ve Rasûlün Muhammed'e (s.a) vesilet ve fazilet adlı dereceler ile daha yüksek dereceyi ihsan eyle! Onu va'dettiğin makâm-ı mahmûd'a gönder. Çünkü sen va'dine muhalefet etmezsin”
Said b. Müseyyeb 'Çölde namaz kılanın sağında ve solunda birer melek namaz kılar. Eğer aynı zat namaza ezan okuyup kamet ederek durursa dağlar misâli melekler onun ardında saf olurlar ve ona uyarak namaz kılarlar' demiştir.
Farz Namazların Fazileti
Ayetler
-Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “Namaz mü'minler üzerine vakitleri belli bir farz olmuştur.” (Nisa, 103)
Hadisler
-Beş vakit namaz vardır ki Allah Teâlâ onları kullarına farz kılmıştır. Bu namazların hakkını hafife almayarak ve hiç birini zâyi etmeyerek edâ eden kimse için, cennete girmesi hususunda Allah'ın va'di vardır. Bu beş vakit namazı edâ etmeyen kimse içinse Allah nezdinde herhangi bir va'd yoktur. Allah onu dilerse azaba düçar eder; dilerse de cennete dahil eyler.[47]
-Hz. Peygamber: “Beş vakit namaz tıpkı herhangi birinizin kapısının önünden akan gür ve tatlı bir nehir gibidir. Bu kişi günde beş vakit, kapısının önünden akan bu nehre dalarak yıkansa, acaba sizce bedeninde kirden iz kalır mı?' dedi. Ashab 'Hayır ey Allah'ın Râsûlü! Hiç birşey kalmaz' deyince de şöyle buyurdu: İşte suyun kiri götürmesi gibi, beş vakit namaz da insanın bütün günahlarını siler süpürür.”[48]
-“Kişi büyük günahlardan sakındığı takdirde, beş vakit namaz, aralarda vaki olan küçük günahların kefareti olur.”[49]
-“Biz müslümanlarla münafıklar arasındaki fark, yatsı ve sabah namazlarına devam etmektedir; çünkü münafıklara bu iki namazı -cemaatla kılmak- ağır gelmektedir.”[50]
-“Allah huzuruna, namazı zayi ettiği halde gelen bir kimsenin iyiliklerinin hiç birisine önem verilmez.”[51]
-“Namaz, dinin direğidir. Kim namazı terkederse dini yıkmış olur.”[52]
-Hz. Peygamber: “Hayırlı amellerin hangisi daha üstündür?' sorusuna 'Vaktinde kılınan namazdır' diye cevap vermiştir.”[53]
-“Beş vakit namaz, abdestlerini ikmâl ederek ve vakitlerini gözeterek edâ eden kimse için, kıyamet gününde delil ve nûr olur. Onları, zayi ederek terkedenler ise, Firavun ve Hâmân ile haşrolunur.”[54]
-“Cennetin anahtarı namazdır.”[55]
-“Allah Teâlâ, kullarına tevhid inancından sonra namazdan daha sevimli bir vazifeyi farz kılmış değildir. Eğer namazdan daha sevimli bir vazife olsaydı, Allah Teâlâ meleklerini o vazife ile görevlendirirdi. Halbuki meleklerin bir kısmı rükûda, bir kısmı secdede, bir kısmı kıyamda ve bir kısmı da ka'dededir.”[56]
-“Namazı kasten terk eden, nerede ise küfre girecektir.”[57]
İmanın ipini çözüp direğini yıktığından dolayı imandan çıkmaya ramak kalmıştır. Nasıl ki, şehre yaklaşan bir kimse için 'Şehre vardı ve girdi' deniliyorsa, namazı terk etmek suretiyle küfre yaklaşan kişi için de 'Kâfir oldu' manasına gelen 'fekad kefere' tabiri kullanılmıştır. Nitekim bir başka hadiste de şöyle buyrulmuştur:
-“Namazı kasten terkeden kimse, Muhammed'in zimmetinden çıkmış olur.”[58]
Ebu Hüreyre (ra) : 'Güzel bir abdest alarak namaz kılmak gayesiyle evinden çıkan kişinin attığı her adım sanki namazdaymış gibi kendisine ibadet sayılır. Her adımıyla defterine bir sevap yazılır, diğer adımıyla da defterinden bir günah silinir. Müezzinin kametini işitip de icabet etmemek, uygun bir hareket olmaz. Ecir bakımından en büyüğünüz, camiden en uzak yerde oturanınızdır' dedi. Bunun üzerine dinleyenler: 'Neden camiden en uzakta oturanımız, ecir bakımından en hayırlımız olsun?' dediler. Bunun üzerine Ebu Hüreyre de: 'Çok adım attığından' diye cevap verdi.
-“Kıyamet gününde kulun bütün amellerinden evvel namazlarına bakılır. Eğer namazı tam görülürse hem namazı ve hem de -bu namazın yüzü suyu hürmetine- bütün amelleri kabul olunur. Eğer namazı eksik görülürse namazı reddolunduğu gibi diğer amelleri de reddolunur!”[59]
-Hz. Peygamber, Ebu Hüreyre'ye şöyle demiştir: “Ey Ebu Hüreyre! Aile efradına namaz kılmayı emret. Çünkü bunu yaparsan, Allah Teâlâ sana ummadığın yerlerden rızık gönderir.”[60]
Alimlerden biri 'Namaz kılan kişi, kâr etmesi ancak meşru sermayesine bağlı olan tüccara benzer; farzları edâ etmedikçe, nafile namazları kabul olunmaz' demiştir.
Hz. Ebu Bekir (ra), namaz vakti geldiğinde 'Kalkın! Yaktığınız ateşi söndürün! derdi.
Tadil-i Erkân'ın Fazileti
Hadîsler
Farz namazı, teraziye benzer. Kim onu doğru tartarsa aynı muamele ile karşılanır.19
Yezid er-Rakkaşî şöyle demiştir: Allah Rasûlü'nün namazı, dizili inci kolyesi gibi intizamlı ve tartılı idi.20
Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: Ümmetimden iki kişi namaz kılmaya kalkarlar.Rüku ve secdeleri aynı olduğu halde namazları arasındaki fark yer ile gök arası kadardır.21
Hz. Peygamber, bu mübarek sözü ile namazda bulunması gereken huşûa işaret etmektedir, Allah Teâlâ rükû ve secdelerinde belini doğrultmayan bir kulun yüzüne kıyamet gününde şefkatle bakmaz.22
Namazda yüzünü sağa sola çeviren kişi, yüzünün, Allah tarafından merkeb yüzüne dönüştürülmesinden korkmaz mı?23
Kim abdestine, secde ve huşûuna tam mânâsıyla riayet ederek herhangi bir namazı vaktinde edâ ederse, o namaz bembeyaz olarak Allah Teâlâ'nın huzuruna yükselip giderken, mânâ diliyle 'Benim hakkımı koruyarak edâ ettiğin gibi Allah da seni korusun!" der.
Vaktinin dışında ve abdestine, rükû, secde ve huşûuna riayet etmeksizin edâ eden bir kimsenin namazı ise, simsiyah olarak Allah Teâlâ'nın dilediği yere yükselinceye kadar mânâ diliyle 'Beni zayi ettiğin gibi Allah da seni zayi etsin!' diye beddua eder. Sonra da yükseldiği yerden paçavra gibi dürülerek sahibinin yüzüne çarpılır.24
Hırsızların en kötüsü namazından çalandır.25
İbn Mes'ud ve Selman-ı Farisî (r.a) şöyle demişlerdir: 'Namaz ölçektir. Kim onu tam ölçerse hakkını da öylece ölçüp alır. Kim onda hile yaparsa, o Allah Teâlâ'nın ölçü ve tartıda hile yapanlar hakkındaki fermanını bilmelidir'.
18) Irâkî, bu hadîsin aslına rastlamadığını kaydetmektedir. 19) İbn Mübârek, Zühd, (İbn Hasan'dan mürsel olarak); Beyhakî, Şuab'ulİman, (İbn Abbas'dan) 20) İbn Mübârek, Zühd . 21) İbn Mihber, Kitab'u1-Akl, (Ebu Eyyûb el-Ensârî'den; uydurma olduğunuda kaydetmiştir.) 22) Ahmed, (Ebu Hüreyre'den sahih olarak) 23) İbn Adiy, (Câbir'den) 24) Tabarânî, Evsat, (Enes'den zayıf bir senedle) 25) Ahmed ve Hâkim, (Ebu Katade'den sahih bir isnadla)
Cemaatin Fazileti
Hadîsler Cemaatle kılınan namaz tek olarak edâ edilen namazdan yirmiyedi derece daha üstündür.26
Allah Rasûlü bazı namazlarda cemaate katılmayan kimseleri farkedince 'Yerine namaz kıldıracak bir kişiyi tayin ederek, gidip cemaatten (özürsüz olarak) geri kalan kimselerin evlerini yakmayı düşündüm' buyurdular.27
Cemaatten (özürsüz olarak) geri kalan kimselere gidip onların evlerini, kucak dolusu odunlarla yakarak başlarına yıkayım. Çünkü eğer onlardan birisi yağlı bir kemik veya iki ok elde edeceğini bilseydi, mutlaka gelirdi.
Hz. Peygamber'in bu hadîste yatsı namazının cemaatini kasdettiği kaydedilmiştir.
Yatsı cemaatine gelen, o gecenin yarısını ibadetle ihyâ etmiş sayılır. Aynı gecenin sabah cemaatine de iştirak ederse bütün geceyi ihyâ etmiş olur.28
Bir namazını cemaatle kılan, göğsünü ibadetle doldurmuş olur.29 Said b. Müseyyeb şöyle demiştir: 'Yirmi seneden beri ezandan evvel mutlaka camide bulundum'.
Muhammed b. Vasi ise şunları söylemiştir: 'Dünyada üç şeyi şiddetle arzuluyorum: a) Kaydığım zaman beni doğrultacak bir kardeş, b) Meşrû ve helâl bir rızık, c) Cemaatle kılınıp da yanlışlarımı affettiren ve fazileti bana yazılan bir namaz'.
Rivayet edildiğine göre, Ebu Ubeyde b. Cerrah, bir ara bir cemaata imam olur ve namazdan sonra da şöyle der: 'Şeytan kafamı kurcalayıp duruyordu; şöyle ki, kendimi herkesten faziletli görmeye başladım. Bu sebeple artık ebediyyen imamlık yapmamaya karar verdim'.
Hasan Basrî şöyle demiştir: 'Âlimlerle sık sık ihtilâtta bulunmayan (görüşüp konuşmayan) bir imamın arkasında namaz kılmayınız'.
İbrahim Nehaî de 'İlmi olmadığı halde imamlık yapan bir kimse, içinde bulunduğu denizi elindeki kapla ölçmeye kalkışan kimseye benzer. Denizin fazlalığını eksikliğinden ayırdedemez'. Hatem-i Esem şöyle buyurmuştur: 'Cemaatle namazı kaçırdığım için sadece Ebu İshak el-Buharî taziyette bulundu.
Eğer bir çocuğum ölseydi, en az onbin kişi başsağlığı dilerdi. Bunun sebebi; insanlarca, dine gelen musibetlerin, dünya musibetlerine nazaran daha hafif telâkki edilmesindendir'.
İbn Abbas (r.a) ise şöyle buyurmuştur: 'Müezzinin sesini işittiği halde icabet etmeyen hayrı irade etmemiştir. Kendisi için de hayır murad edilecek değildir'.
Ebû Hüreyre (r.a) de 'Âdemoğlunun kulağının eritilmiş kurşunla doldurulması, ezanı işittiği halde ona icabet etmemesinden daha hayırlıdır' buyurmuştur.
Rivayet ediliyor ki: "Meymun b. Mihran camiye girdiğinde 'Halk namazı kılıp dağıldı' denilince 'İnnâ lillâh ve innâ ileyhi râciûn! Benim için, elimden kaçan bu namazın fazileti, Irak valiliğinden daha sevimli idi' buyurmuştur.
Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: İftitah tekbirini kaçırmadan kırk vakit namazı cemaatle edâ eden kimse için Allah Teâlâ, biri nifaktan, öbürü de ateşten olmak üzere iki beraat kararı çıkarır.30
Rivayet olunduğuna göre, kıyamet gününde en parlak yıldızdan daha parlak bir yüze sahip bir kavim haşrolunur. Melekler, bu mutlu insanlara 'Sizi bu ihsana mazhar eden ameller ne idi?' diye sorduklarında şu cevabı alırlar: 'Bizler, ezan sesini işittiğimizde, derhal abdest almaya koşardık. Hiçbir meşgûliyet bizi bu vazifeden alıkoyamazdı'. Sonra, yüzleri ay gibi parlayan bir grup haşrolunur. Bunlar meleklerin 'Bu fazilete ne ile eriştiniz' sualine şu mukabelede bulunurlar: 'Bizler, namaz vakti gelmeden abdest alırdık'. Yüzleri güneş gibi parlayan üçüncü bir grup ise, 'Bizler, ezanı ancak mescidde dinlerdik' derler.
Rivayet edildiğine göre, selef-i salihînden herhangi biri, cemaatin birinci tekbirini kaçırırsa, üç gün müddetle nefsine taziyede bulunurmuş... Eğer cemaati tamamıyla kaçırmış olurlarsa bu, yedi gün devam edermiş...
26) Buhârî ve Müslim, (İbn Ömer den) 27) Buhârî ve Müslim 28) Müslim, (merfû olarak); Tirmizî, (Hz. Osman'dan mevkuf olarak) 29) Irâkî bu hadîsi merfû olarak görmediğini, Said b. Müseyyeb'in kavli olarak rivayet edildiğini söylemiştir. 30) Tirmizî, (Enes'den)
556 İhya-i Ulûm'id-Din
Kitabu Esrar'is-Salât ve Mühimmâtihî/I. Bölüm 555
Secdenin Fazileti
Hadîsler Kul, gizli secdeden daha üstün bir ibadetle Allah'a yaklaşamaz.31 (Gizli secdeden maksat evde kılınan nafile namazlardır).
Allah'a bir defa secde eden müslüman, bir derece yükselir ve bu secde sayesinde bir günahtan da kurtulur.32
Bir kişi Hz. Peygamber'e 'Ey Allah'ın Rasûlü! Allah'tan benim için, cennette arkadaşlığınızı nasip etmesini ve şefaatınıza mazhar olabilmeyi ister misiniz?' der. Bu istek karşısında Hz. Peygamber şöyle buyurur: 'O halde sen de, çok secde etmek suretiyle bana yardımcı ol!'33
Kulun Allah'a en yakın hali secdede olduğu haldir.34
Bu hadîs-i şerîf, Allah Teâlâ'nın 'Rabbine secde et ve (ibadetle) O'na yaklaş' (Alak/19) ve "Yüzlerinde secdelerin izinden nişanları vardır'. (Fetih/29) ayetlerinin açıklamasıdır.
İkinci ayetteki 'secde izleri" tâbirinden, secde ederken insanın yüz ve alın kısmına yapışan toz toprağın murad edildiği söylendiği gibi, bazı âlimler de 'Bu, namazdaki huşû halinden doğan nûr'dur' demişlerdir. En doğrusu da budur; çünkü bâtına ait olan bu nûr, zâhirde de ortaya çıkmaktadır. Bazı kimseler de 'Secde izleri, kıyamet gününde, mü'minlerin alnında görülen abdest izleridir' demiştir.
Hz. Peygamber bir hadîslerinde şöyle buyurmuştur: Âdemoğlu, secdeyi emreden ayetlerden birini okuyup da secde ettiğinde, şeytan kendisinden uzaklaşır ve ağlayarak şöyle der: 'Yazıklar olsun bana! Şu adam, secde ile emrolundu ve bu emre uydu. Böylece cenneti kazandı. Secde emrine isyan ettiğim için bana da ateş vardır'.35
Hz. Abbas'ın torunu ve Abdullah'ın oğlu Ali'nin hergün bin defa secde ettiği rivayet edilmektedir. Bundan dolayı kendisine 'çok secde edici' mânâsına gelen Seccâd denilmiştir. Ömer b. Abdülaziz'in topraktan başka bir zemin üzerinde secde etmediği rivayet edilmektedir.
Yusuf b. Esbat gençlere şu şekilde hitab ederdi: 'Ey gençler! Hastalık gelmeden evvel sıhhatinizden istifade edin. Ben, secde ve rükûu tam mânâsıyla yapan kişiden başkasına gıpta etmem; zira benim de aynı şekilde hareket etmeme ihtiyarlık mâni olmaktadır'.
Said b. Cübeyr şöyle demiştir: 'Secdeden başka dünya hayatının, elimden kaçan hiçbir metaına üzülmüyorum'.
Ukbe b. Müslim36 'Kulun Allah tarafından en çok sevilen hasleti, O'na mülâki olmayı istemesidir. Allah'a en çok yaklaştığı an da secde halinde olduğu zamandır' buyurmuştur. Ebu Hüreyre de 'Kulun Allah'a en yakın hali secde ettiği zamandır. Bu bakımdan, secde halindeyken çok dua edin!' demiştir.
31) İbn Mübarek, Zühd, (Zümre b. Habib'den mürsel olarak) 32) İbn Mâce, (Ubâde b. Sâmit'ten sahih bir senedle) 33) Müslim, (Rebi b. Ka'b el-Eslemî'den). Bu suâli soran Rebî'in kendisidir. 34) Müslim, (Ebu Hüreyre'den) 35) Müslim, (Ebu Hüreyre'den) 36) Abdullah b. Amr ve başka sahâbilerden rivayette bulunmuştur. Becelî'ye göre güvenilir bir zattır. H. 243 senesinde vefat etmiştir
Huşû'un (Kalb Huzurunun) Fazileti
Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır; O halde bana ibadet et ve beni anmak için namaz kıl.(Tâhâ/14)
Sakın gafillerden olma! (Âraf/205)
Ey iman edenler! Sarhoş olduğunuzda, ne söylediğinizi bilinceye kadar namaza yaklaşmayın!(Nisâ/43)
Ayetteki sarhoşluk, bazı âlimlere göre dünya hayatına gösterilen ihtimamdan, bazılarına göre de dünya sevgisinden gelen sarhoşluktur.
Vehb b. Münebbih37 'Ayetteki sarhoşluk tabirinden zahirî mânâ murad edilmektedir' demiştir.
Bu zata göre, ayet dünya sarhoşluğuna dikkat çekmektedir. Çünkü ayette 'namaza sarhoş olarak niçin yaklaşılmayacağı'nın sebebi 'Ne söylediğinizi bilinceye kadar..' sözleriyle beyan edilmiştir. Nice namaz kılanlar vardır ki içki kullanmadıkları halde namazda ne okuduklarını bilmezler.
Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: Hatırından dünyayla ilgili herhangi birşeyi geçirmeksizin iki rek'at namaz kılanın geçmiş günahları affedilir.38
Namaz, Allah'ın huzurunda zelil olmak, tevazu göstermek, yalvarmak, yakarmak ve pişman olmaktan ibarettir. (Namazda) iki elini yere koyduktan sonra iki defa 'Ey Allahım! Ev Allahım!' de; çünkü bunu yapmayan kimsenin namazı eksiktir.39.
Önceki peygamberlere gönderilen kitaplarda Allah Teâlâ'nın şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir: Ben, her namaz kılanın namazını kabul etmem. Ancak azametimin önünde tevazu gösteren, insanlara karşı kibirlenmeyen ve hatırım için aç fakirleri doyuranların namazlarını kabul ederim.
Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: Namazın farz kılınması, hac ve tavafın (Kâbe'yi ziyaret etmek) emredilerek hacda yapılması gereken vazifelerin bildirilmesi, ancak Allah'ın zikredilmesi içindir.40
Bu bakımdan, hedef ve maksadını Allah Teâlâ'nın azamet ve heybetinin zikri teşkil etmelidir; çünkü bunlar yoksa zikrinin ne kıymeti olabilir.
Hz. Peygamber, bir zata şu tavsiyede bulunmuştur: Namazlarını sanki son namazını kılan bir kişi gibi kıl!41
Nitekim Allah Teâlâ da şöyle buyurmaktadır: Ey insan! Gerçekten sen Rabbin(in sevgisinle kavuşmak için çalışıp çabalamaktasın. Nihayet O'na kavuşursun. (İnşikak/6)
Allah'tan korkun; ki O size ilim öğretiyor. (Bakara/282) Allah'tan korkun ve muhakkak O'nun huzuruna varacağınızı bilin. (Bakara/223)
Hz. Peygamber de şöyle buyurmuştur.: Kişinin kendisini fuhşiyat ve münkerden alıkoymayan namazı onu Allah'tan uzaklaştırır.42
Namaz, Allah'a münacaattır. Acaba münacaatla gaflet bir araya gelebilir mi?
Bekir b. Abdullah43 'Ey Ademoğlu! Allah'ın huzuruna izinsiz ve tercümansız olarak girebilirsin' demiş; 'Bu nasıl olur?' sualine de 'Abdesti tam olarak alıp da mihraba girdiğin zaman, izinsiz ve tercümansız olarak Allah'ın huzuruna girmiş olursun' cevabını vermiştir,
Hz. Âişe şöyle demiştir: Rasûlullah bizimle, biz de onunla konuşurduk; fakat namaz vakti geldiğinde sanki ne o bizi ve ne de biz onu tanımaz olurduk.44
Zira Rasûlullah (s.a) böyle bir zamanda sadece Allah'ın azametiyle meşgul olduğu için herşeyi unuturdu.
Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: Allah Teâlâ, kişinin, kalp ile bedenini birlikte bulundurmadığı namazına iltifat etmez.45
Allah'ın dostu Hz. İbrahim namaza kalktığı zaman kalp vuruşları iki mil mesafeden duyulurdu.
Said et-Tenuhî46 namazda bulunduğu sürece gözyaşları devamlı surette akardı.
Hz. Peygamber, namaz içinde sakalıyla oynayan birisini gördüğünde şöyle buyurmuştur: 'Eğer bu adamın kalbinde korku olsaydı, muhakkak âzâları da tesir altında kalır ve onlarla oynamazdı'.47
Taşlarla oynayan ve 'Rabbim! Beni cennet hurileriyle evlendir!' diyen birisini gören Hasan Basrî şöyle demiştir: 'Huriler için ne kötü müşterisin sen! Hem taşlarla oynuyor ve hem de onları istiyorsun'.
Halef b. Eyyûb'a48 'Namaz sırasında üzerine konan sinekler sana eziyet vermiyor mu ki onları kovmuyorsun?' diye sordu. O da 'Kendimi namazımı ifsad edecek bir harekete alıştıramıyorum' cevabını verdi. (Arka arkaya yapılan üç hareketin namazı ifsad edeceğine işaret buyurmaktadır). Devamla 'O halde bu eziyete nasıl tahammül ediyorsun?' denilir. Halef 'Duyduğuma göre fâsıklar, sultanın kamçısı altında sadece filan sabırlıdır denilsin ve bu övgüyle iftihar etsin diye sabrederlermiş...
Bana gelince, ben Rabbimin huzurundayım. Bir sineğin ısırmasıyla nasıl kıpırdanabilirim?'
Rivayet edildiğine göre Müslim b. Yesar49 namaza hazırlandığı zaman çoluk çocuğuna 'Siz konuşmanıza devam edebilirsiniz. Zira namazdayken sizin söylediklerinizi duymuyorum' dermiş...
Yine aynı zat birgün Basra Camii'nde namaz kılarken camiin duvarlarından biri yıkılır. Halk, enkaz altında kalanları kurtarmak için bir araya toplanır. Müslim, namazını bitirinceye kadar bu hâdiseden haberdar olmaz.
Hz. Ali namaz vakti geldiğinde titrer, beti benzi atardı. Bu durumu gören biri 'Ey emir'el-mü'minîn! Bu sarsıntı ve telâş nedendir?' diye sorunca, şu cevabı verirdi: 'Göklerin, yer ve dağların kendilerine arzedildiğinde yüklenmekten sarf-ı nazar edip korktukları emanetin (namazın) vakti geldi de ondan..' Hz. Hüseyin'in oğlu Ali'nin (Zeyne'l-Abidîn) birgün abdest alırken renginin solduğunu gören kimseler kendisine 'Abdest alırken sende görülen bu durum neden ileri geliyor?' diye sorarlar, o da 'Kimin huzuruna çıkmak istediğimi biliyor musunuz?' cevabını verir.
İbn Abbas'tan rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber, Dâvud'un (a.s) münacaatmı şu şekilde nakletmiştir: 'Yâ rabb! Senin (keyfiyeti meçhul bulunan) divanında kim durmuş sayılır ve kimin namazını kabul edersin?' Allah Teâlâ, Hz. Dâvud'a cevaben şunları vahyetmiştir: Ey kulum Dâvud! Azametimin önünde eğilen, gününü beni anmakla geçiren, benim için nefsini şehvetlerden alıkoyan, benim için açı ve fakiri doyuran, garibi misafir eden ve dertlinin derdine derman olarak merhamet eden kimse divanıma kabul edilir ve onun namazını kabul ederim. Bu kimsenin nûru göklerde güneş gibi parlar. Bu kimse beni çağırdığında kendisine cevap veririm. Benden istediğinde ihsan ederim. Kendisine cehalette ilim, gaflette zikir ve zulmette nûr ihsan ederim. Bu kimsenin insanlar arasındaki yeri, cennetlerin en âlâsı olan Firdevs gibidir; nehirleri kurumaz ve meyveleri bozulup çürümez.
Hatem-i Esem'e namazı hakkında sual sorulduğunda şu cevabı vermiştir: Namaz yaklaştığı zaman, tam bir abdest alırım. Sonra namaz kılmak istediğim yere gelirim ve âzâlarım sükûnet bulsunlar diye orada biraz otururum. Bu maksat hasıl olunca kalkar, Kâbe'yi iki kaşımın arasına, sırat'ı ayaklarımın altına, cenneti sağıma, cehennemi soluma, ölüm meleğini arkama alır ve sanki son namazım olacakmış gibi korku ve ümid arasında namaza dururum. Herşeyine inanarak ve bütün özelliklerine riayet ederek tekbir alırım. Tertîl ile okumaya başlarım. Rükûa tevazu ile varırım. Huşû ile karışık secde yaparım. Sol kalça üzerinde oturup sol ayağın sırtını yayar, sağ ayağı baş parmağı üzerine dikerek otururum. Bu durumları ihlâsla mühürlerim. Bunları yaptıktan sonra da Allah Teâlâ'nın bu ibadetlerimi kabul edip etmeyeceğini bilmem; zira takdir O'na aittir.
İbn Abbas (r.a) ise şöyle demiştir: 'Düşünerek kılınan iki rek'at namaz, bütün bir gecenin gafil bir kalple ihyâ edilmesinden daha hayırlıdır'.
37) Künyesi Ebu Abdullah el-Enbarî'dir. Tâbiîn-i kirâmın zahit ve şâyân-ı îtimad alimlerindendi. H. 116 senesinde vefat etmiştir. 38) Buhârî ve Müslim, (Hz. Osman'dan) 39) Tirmizî, Nesâî, (Fadl b. Abbas'dan) 40) Ebu Dâvud, Tirmizî. (Hz. Âişe'den) Tirmizî'ye göre hadîs hasen'dir. 41)1i İbn Mâce, (Ebu Eyyûb'dan); Hâkim, (Sa'd b. Ebî Vakkas'tan) Hâkimegöre senedi sahih'tir. 42) Taberânî 43) Künyesi Ebu Abdullah olup Basralıdır. H. 108 yılında vefat etmiştir. 44) Ezdî, Duâfâ, (Süveyd b. Gafele'den mürsel olarak) 45) Irakî, kaynağını bulamadığını söylemiştir. 46) Künyesi Ebu Muhammed olup, Şamlıdır. H. 168 senesinde vefat etmiştir. 47) Hakîm Tirmizî, Nevâdir, (Ebu Hüreyre'den zayıf bir senedle). İbn Ebî Şeybe'ye göre bu söz Said b. Müseyyeb'e aittir. 48) Âmir soyundan ve Belh şehrindendir. Şâyân-ı îtimad bir fakihtir. H. 209 senesinde vefat etmiştir. 49) Basralı, zâhid ve fakih bir kimsedir. Künyesi Ebu Abdullah'tır. H. 100 senesinde vefat etmiştir.
Mescidin ve Namaz Kılınan Yerin Fazileti
Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: Allah'ın mescidlerini, ancak Allah'a ve son güne iman eden kimseler tamir eder.(Tevbe/18)
Hz. Peygamber de şöyle buyurmuştur: Katâk (bağırtlak) adlı kuşun yuvası kadar da olsa bir cami yapana Allah Teâlâ, cennette bir saray inşa eder.50
Mescidlerle ülfet edene (dostluk kurup kaynaşana), Allah da ülfet eder.51
Herhangi biriniz mescide girdiğinde oturmadan evvel iki rek'at namaz kılsın.52
Cami komşusu için, (kâmil) namaz, ancak camide kılınan namazdır.53
Biriniz namaz kıldığında, yerinden kalkmadıkça melekler ona şöyle dua ederler: 'Yâ Rabbi! Rahmetini bu kulun üzerine indir! Yâ rabbi! Bu kuluna rahmet eyle!... Yâ Rabbi! Bu kulunu affeyle!' Kişi konuşmadıkça veya mescidden çıkmadıkça meleklerin bu duası devam eder.54
Ahir zamanda ümmetimden bir tâife gelecek ve bunlar camilere gelerek halka kurup oturacaktır. Bunların zikri dünya ve onun sevgisidir. Bu bakımdan sakın bunlarla oturmayınız. Allah Teâlâ'nın da bunlara (camilerde toplaşmalarına) hiç bir ihtiyacı (ilgi ve iltifatı) yoktur...55
Hz. Peygamber, Allah Teâlâ'nın şöyle buyurduğunu haber vermektedir: Yüryüzünde benim evlerim camilerdir. Bu evlerde beni ziyaret edenler de onları imar edenlerdir. Evinde temizlendikten (abdest aldıktan) sonra beni evimde ziyaret edene ne mutlu! Ziyaret edilenin şanına düşen ve azametine yakışan, ziyaretçisine ikramda bulunmaktır!
Hz. Peygamber bir hadîslerinde şöyle buyurmuştur: Mescide gitmeyi itiyad edinen kişiyi gördüğünüz zaman onun mü'min olduğuna şahidlik ediniz...56
Said b. Müseyyeb (r.a) 'Camide oturan, Rabbiyle (mânen) oturmuş sayılır. Bu bakımdan hayırdan başka birşey söylemeye hakkı yoktur' demiştir. Bir rivayette şöyle denilmektedir:
Hayvanların yemlerini yeyip bitirdikleri gibi, camideki dünya sohbeti ve kelâmı da hasenâtları yer bitirir.57
Nehaî 'Selef-i salihîn, karanlık gecede camiye gitmenin cenneti icab ettirdiğine kanidirler' buyurmuştur. Hz. Ali 'İnsanoğlu öldüğü zaman, yeryüzünde namaz kıldığı yer ve gökte de amelinin yükseldiği yer onun için matem tutarak ağlar' demiş ve sonra da şu ayeti okumuştur: Gökte de, yerde de onlar (kafirler) için gök ile yer ağlamadı. (Duhan/29)
İbn Abbas (r.a) 'Ölen müslüman için yeryüzü kırk sabah ağlar' demiştir. Atâ el-Horasanî de şöyle demektedir. 'Herhangi bir yer, üzerine secde eden bir kul hakkında kıyamet gününde şahidlik eder ve öldüğü gün de onun için ağlar ve matem tutar'. Enes b. Mâlik (r.a) 'Allah Teâlâ'nın namazla veya zikirle anıldığı bölge, etrafındaki bölge ve kıt'alara karşı övünür. Yedi kat altına varıncaya kadar o bölge, Allah'ın zikriyle müjdelenir. Namaza kalkan bir kul için kürre-i arz süslenir' demiştir. 'Herhangi bir yer, üzerinde konaklayanlar için ya rahmet diler, ya da lânet eder' denilmiştir.
50) İbn Mâce, (Câbir'den sahih olarak); İbn Hibban, (Ebu Zer'den); Buhârî ve Müslim, (Hz. Osman'dan) 51) Taberânî, Evsat, (Ebu Said'den zayıf bir senedle) 52) Buhâri ve Müslim, (Ebu Katade'den) 53) Dârekutnî, (Câbir ve Ebu Hüreyre'den zayıf olarak); Hâkim, (Ebu Hüreyre'den) 54) Buhârî ve Müslim, (Ebu Hüreyre'den) 55) İbn Hibban, (İbn Mes'ud'dan); Hâkim, (Enes'den sahih bir senedle) 56) Tirmizî, (hadîsin hasen olduğunu söylemiştir); Hâkim ve İbn Mâce, (Ebu Said'den sahih olarak) 57) Irâkî aslına rastlanmadığını kaydetmiştir.
Namaza Tekbir ile Başlamanın ve Tekbirden Önce Yapılması Gereken Zâhirî Amellerin Keyfiyeti
Namaz kılmak isteyen kimsenin abdest aldıktan, beden, mekân ve elbise temizliği yaptıktan ve diz kapağından göbeğine kadar olan avret mahallini örttükten sonra kıbleye yönelip dimdik durması ve ayaklarını aralıklı tutup bitiştirmemesi uygundur. Bu vaziyette durmak kişinin fıkıh bilgisinin ölçüsüdür.
Hz. Peygamber namazda safn ve safdı yasaklamıştır. Safd, iki ayağı bitiştirmek demektir; nitekim şu ayeti kerimede bu anlamda kullanılmıştır: O gün mücrimleri (şeytanlarıyla birlikte) ayakları zincirlerle birbirine bağlanmış olduğu halde görürsün... (İbrahim/49)
Safn ayaklarından birisini kaldırmak demektir; nitekim şu ayette bu mânâda kullanılmıştır: Süleyman'a ikindi zamanı üç ayağı üzerinde durup ön ayaklarından birini büküp tırnağını yere dayayan cins atlar arzedilmişti. (Sâd/31)
Namaz kılan kimsenin kıyamda iken ayakları konusunda dikkat edeceği keyfiyet budur. Dizlerini ve kemerin bağlantı yerini (belini) dümdüz tutmaya da dikkat etmelidir.
Başına gelince; dilerse dik tutar, dilerse de önüne doğru birazcık eğer. Eğmesi huşûa daha yakındır ve bu gözün sağa sola bakmasına da engel olur. Gözleri, namazı üzerinde kıldığı seccadeye bakmalıdır. Eğer seccadesi yoksa bir duvara yaklaşsın veya bakış mesafesini kısaltmak için hududunu belirten bir çizgi çeksin ki uzaklara bakıp düşüncesi dağılmasın. Seccadenin ve çizginin hududunu geçmemeye dikkat etmelidir. Bu durum rükûa gidinceye kadar herhangi bir tarafa bakmadan devam etmelidir. İşte kıyamın âdâbı budur!
Kıyamı, kıbleye yönelişi ve baş eğişi tamamlandığı zaman, niyet etmeden evvel, şeytanın şerrinden Allah'a sığınmak için, Nâs sûresini okuduktan sonra kamet getirmelidir. Eğer kendisine uyacak birisinin bulunacağını ümid ediyorsa, daha evvel ezanı okumalıdır. Bütün bunlardan sonra niyet etmelidir. Meselâ öğle namazında niyet etmek, kalbinden 'Öğlenin farzını Allah için edâ ediyorum' diye geçirmektir.
Edâ tâbiriyle vaktinde kılınan namazı, kazaya kalmış namazdan; farz tâbiriyle, nafile namazdan; öğle tâbiriyle de ikindi ve başka namazlardan ayırdeder. Bu kelimelerin mânâlarını kalbinden geçirmelidir.İşte niyet budur!
Kelimeler bu niyetin hatırlanmasına birer sebep ve vesiledir. Niyetin hazır bulundurulması için aynı mânâların devamlılığını tekbirin sonuna kadar korumaya gayret sarfetmelidir.
Namazda Ellerin Kaldırılması Kalbinde bu niyeti hazır bulundurduğu zaman salıverilmiş bulunan iki elini omuzları hizasına kaldırmalıdır. Avuçlarının sırtını omuzları hizasında tutacaktır. Baş parmağını kulakların yumuşağı hizasında tutup parmak uçlarını kulakların başları ile aynı hizada bulunduracaktır. Bu konuda gelen hadîslerin tamamıyla amel etmek için böyle yapılmalıdır. Tekbir aldığında parmaklarını açar, baş parmak ile el ayasını kıbleye yöneltir. Parmaklar arasını ne fazla açar ne de fazla kapatır; normal bir durumda tutar. Çünkü haberlerin kimisinde parmakların arasının açılması kimisinde de kapatılması vârid olmuştur. Bu bakımdan ikisinin arasını bulmak için ne fazla açmak ne de fazla kapatmak gerekir.
Tekbir Eller istikrar buldukları zaman, niyetin de varlığıyla birlikte iftitah tekbirini alarak ellerini salıverir. Ellerini, göğsün altında ve göbeğin üstünde, sağ eli solun üzerine koymak sûretiyle bağlar. Sağ daha şerefli olduğu için sola yükletilir. Sağ elin şehadet ve ortanca parmakları, solun bileği üzerine uzatılır. Baş parmak ile serçe ve yanındaki parmaklarla da sol bilek çepeçevre tutulur. Tekbirin, ellerin kaldırılıp istikrar bulmasından sonra salıverilmesiyle alındığı rivayet edilmektedir. Bütün bunları yapmakta her hangi bir beis yoktur.
Ben tekbirin, elleri salıverip sonra bağlamak sûretiyle alınmasının daha uygun, olduğunu savunmaktayım. Çünkü tekbir, kalbi Allah'ın azamet ve kibriyasma bağlamayı ifade eden bir kelimedir. Ellerin birisini diğerinin üzerine koymak akid sûretinde olur, Bu akdin başlangıcı elleri salıvermek, sonucu ise bağlamaktır.
Tekbir'in başlangıcı elif sonu râ harfidir. Bu bakımdan fiil (ellerin bağlanması) ile akid (Allahu Ekber) arasında tevakkuf bulunması daha uygundur. Elin kaldırılması, bu başlangıcın mukaddimesi gibidir.
Tekbir alırken ellerini öne ya da arkaya doğru götürerek kaldırmamalıdır. Tekbiri bitirirken de ellerini sağa sola silkmemelidir. Ancak hafifçe ve yumuşakça yanlarına salıverdikten sonra yeni bir hareketle sağ elini sol elinin üzerine koymalıdır.
Bazı rivayetlerde şöyle bildirilir: Hz. Peygamber tekbir aldığı zaman ellerini yanlarına salıverirdi. Okumaya başladığında da sağ elini sol elinin üzerine koyardı...58
Eğer bu rivayetler sahih ise, bu bizim söylediğimizden daha evlâ olur.
Tekbir kelimesine gelince Allah lafzının sonundaki ha harfi ötre ile fakat mübalağa etmeksizin hafif bir şekilde okunmalıdır. Allah lafzının ha'sı ile Ekber'in elifi arasına vav'a benzer birşey sokmamalıdır. Çünkü böyle bir duruma ancak ötrede mübalağa yapmak sûretiyle varılabilir. Ekber kelimesinin be'si ile ra'sı arasına elif harfi koyarak sanki Ekbâr denmiş gibi yapmamalıdır. Ekber 'in sonundaki re harfi harekesiz okunur; ötre ile okunmaz. İşte tekbir ve tekbirle ilgili hükümler bunlardır.
Kıraat Tekbir'den sonra istiftah (açılış) duâsına başlar. Allahu Ekber deyip tekbir aldıktan sonra; 'Allah Teâlâ herşeyden daha büyüktür. Allah'a çok hamdeder ve O'nu her türlü ortaktan tenzih ederiz' demek güzeldir.59
Bu duadan sonra da 'Veccehtü vechiye' duâsını Ve ene min'el-müslimîn'e kadar okumalıdır.
Bu duâdan sonra da şu dua okunmalıdır: Ey Allahım! Seni hamdin ve yardımınla ortaklardan tenzih ederim. Senin ismin mübarektir; senin şânın yücedir. Senden başka kendisine kulluk edilecek ilâh yoktur.60
Bu konuda vârid olan bütün hadîslerle amel etmiş olması için bunların tümünün okunması gerekir.
İmama uyduğunda imamın, mukdedînin (kendisine uyanın) Fâtiha sûresini okumasına fırsat verecek derecede uzun bir mühlet vermek âdeti yoksa, bu duâlardan birisini okumakla iktifa eder. Sonra eûzü besmele çekerek Fâtiha sûresini okumaya başlar.
Fâtiha sûresine besmele ile başlar, Fâtiha'nın bütün şeddelerine riayet eder, bütün harflerini mahrecinden okur. Dat ile zâ harflerinin mahreçleri arasındaki farka mümkün olduğu kadar itinâ gösterir. Fâtiha'nın sonunda 'Âmin' der. 'Âmin' kelimesini, mim harfini hafif okumak sûretiyle biraz uzatır. 'Âmin' kelimesini Veleddâllîn' kelimesiyle vasletmez (birleştirmez).
Sabah, akşam ve yatsı namazlarının kıraatini sesli yapar. Ancak imama uymuşsa gizli okur. Fakat 'Âmin' kelimesini açıktan okur. (Hanefî mezhebinde imamın okuması, cemaat için de sayıldığından, cemaat okumaz, sadece imamı dinler).
Fâtiha'dan sonra bir sûre veya en azından üç âyet okur. Sûrenin sonunda 'sübhânallah' diyecek kadar susar, ondan sonra da tekbir getirerek rükûa varır.
Sabah namazında (Hucurât sûresinden başlayıp Burûc sûresine kadar olan) mufassal sûrelerin uzunlarından, akşam namazında (Beyyine sûresinden başlayıp Kur'an'ı sonuna kadar olan) kısa sûrelerden, öğle, ikindi ve yatsı namazlarında ise Bürûc ve benzeri sûrelerden okur.
Seferde iken sabah namazında Kâfirûn ile İhlâs sûrelerini okur. Sabah namazının sünnetinde, tavaf ve tahiyyatu'l-mescid namazlarında da Kâfirûn ile İhlâs sûrelerini okur. Bunları okuduğu süre içerisinde, kıyamda olup, namazın başlangıcında beyan ettiğimiz şekilde elleri bağlı olacaktır.
Rükû ve İlgili Hususlar Kıraat tamamlandıktan sonra rükûa varıp burada da birtakım hususları gözetmelidir: 1. Rükûa varmak için tekbir getirmek, 2. Getirdiği tekbir ile birlikte ellerini omuzlarının hizasına kadar kaldırmak, 3. Tekbiri, rükûa varıncaya kadar uzatmak, 4. Rükûda ellerinin ayalarını, parmakları açık ve kıbleye yönelik olduğu halde diz kapaklarına koymak, 5. Parmaklarını baldırlarının üzerine sarkıtmak, 6. Dizlerini dimdik tutmak, 7. Belini düzeltmek, 8. Boynu ile başını, sırtıyla aynı seviyede tutup başını sırtından ne yüksekte ve ne de aşağıda tutmak, 9. Dirseklerini yanlarından uzak tutmak (kadın ise, kol larını yanlarına yapıştırmak). 10. Rükûda üç defa 'Sübhâne Rabbiyel-azim' demektir. Eğer imam değilse, bu duayı yedi veya on defa okuması daha gü zeldir.
Sonra rükûdan kıyama kalkar; ellerini omuzlarının hizasına kadar kaldırarak 'Semiallâhu limen hamideh' (Allah Teâlâ, kendisinin hamdini yapan kulunun duasını kabul eder) der, İtidalda tam olarak istikrar bulduktan sonra 'Rabbenâ leke'lhamdu miressemâvâti ve mirel arzı ve mi'le mâ şi'te min şey'in ba'du' (Ey Rabbimiz! Sana gökler, yer ve onlardan başka istediğin şey dolusu hamd olsun!) der.
Sabah, güneş tutulması (küsuf) ve tesbih namazları hariç hiç bir namazda rükûdan sonraki kıyam (itidal) uzatılmaz. Sabah namazının ikinci rek'atında secdeye gitmezden önce hadîs-i şerîfte vârid olan kelimelerle kunut duasını okumalıdır.61
Secde Kıyam'dan sonra tekbir getirerek secdeye gider. Yere önce dizlerini koyar. Sonra açık alnını, burnunu ve daha sonra da ellerinin ayasını kor. Secdeye giderken tekbir alır. Rükûdan başka bir hareket için ellerini kaldırmaz. Secdeye giderken evvelâ dizleri, ikinci derecede elleri, üçüncü derecede de alnı yere gelmelidir. Alnını ve burnunu yere kor. Kollarını yanlarından biraz uzak tutar. Kadın ise rükûda olduğu gibi bunun aksini yapar; kollarını yanlarına yapıştırır.
Erkek, secdede ayaklarını aralıklı tutar; kadın ise bitiştirir. Erkek, secdede karnını uyluklarına yapıştırmamalı; dizlerinin arasını açık bırakmalıdır. Kadın ise bu durumun aksini yapmalıdır. Ellerini omuzlarının hizasında yere koymalıdır. Ellerin parmaklarını açıp bitişik olarak uzatmalıdır. Baş parmağı da diğer parmaklarla birleştirmelidir; fakat birleştirmese de bir beis yoktur.
Köpeğin, kollarını yere yaydığı gibi kollarını yere yaymamalıdır. Çünkü bu şekilde kolları yaymak yasak edilmiştir. Secdeye vardığında üç defa Sübhâne Rabbiye'l-a'lâ, demelidir. Bu duâyı imam olmayan bir kimsenin daha fazla söylemesi iyidir. Sonra secdeden kalkar, oturduğu yerde belini doğrultur ve itminana kavuşur. Başını, tekbir getirerek kaldırır, sağ ayağını diker, sol ayağının üzerine oturur.
Parmakları yayılı olduğu halde ellerini uyluklarının üzerine koyar; parmaklarını ne fazla bitiştirir ve ne de fazla açar, İstikrar bulduktan sonra 'Rabbiğfirlî verhamnî verzuknî vehdinî vecburnî ve âfinî va'fu annî (Ey Rabbim! Beni affeyle! Bana rahmet et! Beni rızıklandır ve hidâyet eyle! Kusurumu ve noksanımı tamamla, bana âfiyet ihsan eyle ve benden affını esirgeme!) duasını okur. Tesbih namazının secdesi hâriç, bu oturuş hiçbir namazda uzatılamaz.
İkinci secde de böyle yapılır. Arkasında teşehhüd olmayan her rek'atta ikinci secdeyi müteâkip istirahat için hafif bir oturuş yaptıktan sonra elini yere koyarak kalkar. (Hanefîlerde bu istirahat yoktur). Kalkarken, ayaklarından birisini öne atıp ona dayanarak kalkmamalıdır.
Tekbiri oturma ile ayağa kalkma arasını dolduracak kadar uzatmalıdır. Şöyle ki: Tam oturmada istikrar bulduğu zaman Allah lafzının 'h'sini, ellerine dayanıp kalkarken Ekber'in 'k'sini ve kıyâma kalkmanın ortasında da 'r'sini söylemelidir. Kalkışının tam ortasında tekbire başlamalı ki," tekbir, intikâlin ortasında ol-sun ve iki tarafı, başı ile sonu tekbirden hâli bulunsun. Bu durum, ta'mime (veya ta'zime) daha yakındır.
İkinci rek'atı da birinci rek'at gibi kılar. Başlangıçta olduğu gibi eûzü'yü tekrarlar.
Teşehhüd İlk teşehhüdü ikinci rek'atın sonunda yapar. Teşehhüd'den sonra Hz. Peygamber'e ve âline (bir rivâyete göre) salavât-ı şerîfe getirir. Sağ elini sağ uyluğunun üzerine koyar, şehadet parmağı hariç diğer parmaklarını kapatır. Baş parmağını salıvermesinde bir beis yoktur. İllallah dediğinde sadece sağ elin şehadet parmağıyla işaret eder. Lâ ilâhe'yi söylediği zaman şehadet parmağını kaldırmaz, ancak illallah dediği zaman kaldırır. İki secdenin arasında olduğu gibi birinci teşehhüdde de sol ayağının üzerine oturur.
Son teşehhüdde Râsûlullah'a (s.a) getirilen salavât-ı şerîfeden sonra, vârid olan duâyı okur. İkinci teşehhüdün sünnetleri birincininki gibidir. Ancak ikinci teşehhüdde sol kalçasının üzerine oturur; çünkü kıyam olmadığı için emaneten oturmuş değildir.
Aksine istikrarlı bir şekilde oturmuştur. Son oturuşta sağ ayağını dik tutar, sol ayağını onun altından çıkarır. Eğer zorluk çekmezse sol ayağının da baş parmağının ucunu yere koyarak kıbleye yöneltir.
Bu vazifeleri yaptıktan sonra başını, sağ yanağı arkadan görülecek derecede çevirerek sağma ve aynı hareketi yaparak soluna selâm verir. Selâm vermekle namazdan çıkmaya niyet eder. Birinci selamla sağındaki meleklere ve müminlere selâm vermeye, ikinci selâmla da diğer tarafındakilere vermeye niyet eder. Sünnet, selâmın uzatmadan, harekesiz okunmasıdır. (Örneğin es-selâm kelimesini uzatmaksızm aleyküm ile birleştirip geçiştirmelidir. Bazı âlimlere göre selâmın cezmi imamın onu acele okuması demektir ki imama uyanlar, ondan önce selâm vermesinler).62
Buraya kadar anlattıklarımız, tek başına kılınan namazla ilgili idi.. Tekbirleri işitecek derecede sesli getirmelidir. İmam ise, fazilete nail olmak için imamlığa niyet etmelidir. İmam, imamlığa niyet etmezse bile cemaatın namazları imama uymaya niyet ettikleri takdirde sahih olduğu gibi, cemaat sevabına da nâil olurlar. Namazı tek basma edâ eden gibi imam da istiftah duâsıyla eûzüyü gizlice okur.
İmam ve cemaat sesli okunan namazda 'Âmin' kelimesini âşikâre söyler. İmam ile cemaatın âminleri beraber olmalıdır. Cemaat amin kelimesini imamdan sonra dememelidir.İmam Fâtiha'yı bitirdikten sonra nefes almak için az bir zaman susmalıdır. İmama uyan da cehrî namazlarda bu zaman zarfında Fatiha'sını okumalıdır ki imamın zammı sûresini dinleme imkânına sahip olabilsin.
Cehrî namazlarda imama uyan, imamın sesini işitmediği takdirde zammı sûreyi okur. (Eğer işitirse dinlemelidir). İmam, başını rükûdan kaldırırken 'Semiallâhu limen hamide' der. İmama uyan da aynı kelimeleri tekrarlar. İmam, rükû ve secdede üç defadan fazla tesbih okumamalıdır. Birinci tesehhüdde 'Allahümme salli alâ Muhammedin ve alâ âl-i Muhammedin' ibaresinden daha fazla birşey ilave etmeye yetkili değildir.
Üçüncü ve dördüncü rek'atlarda. da Fâtiha'dan başka birşey okuyamaz. Namazı çok uzatmamıalıdır. Son teşehhüd de salavât-ı şerife miktarından fazla olacak bir dua okumamalıdır. Selâm verirken cemaat ile melekler üzerine selâm vermeye, cemaat da, selâmlarıyla imama cevap vermeye niyet etmelidir. Cemaat selâmını tamamlayıncaya kadar imam kıpardamamalıdır. Selam vermelerinden sonra imam yüzünü cemaata çevirmelidir. Eğer arkasında kadınlar da varsa onlar gidinceye kadar yüzünü çevirmemesi daha evlâdır. İmam kalkmadıkça cemaattan hiç kimse kalkmamalıdır.
İmam istediği tarafa, sağına veya soluna dönebilir. Ancak sabah namazının kunut duasını sadece kendisine tahsis etmeyip, 'Ey Allahım! Bizi hidâyet et!' deyip ve umumî bir şekilde ve açıktan yapar; cemaat da âmin der. Kunut duâsında ellerini göğsü hi-zasına kaldırır. Duânın sonunda elleriyle yüzünü mesheder; çünkü bu konuda hadîsler nakledilmiştir.63
Eğer bu hususta hadîs olmasaydı, teşehhüdün sonunda olduğu gibi kıyas, elleri kaldırmamayı gerektirirdi.
58) Taberânî, (Muaz'dan zayıf bir senedle) 59) Müslim, (İbn Ömer'den); Ebu Dâvud ve Tirmizî (Cübeyr b. Mut'im'den) 60) Müslim, (Hz. Ali'den) 61) Beyhakî, (İbn Abbas'dan); Ebu Dâvud, Tirmizî ve Nesâî, (sahih olarak) 62)Ebu Dâvud ve Tirmizî, (Ebu Hüreyre'den sahih olarak) 63) İmam Gazâlî dışında bu hususu belirten bir kimseye rastlanılmamıştır.
Namazda Yasak Olan Hususlar[düzenle]
Hz. Peygamber şunları yasaklamıştır: 1. Safn 2. Safd (Bu iki terimin mânâsı daha önce zikredilmişti) 3. İka64 4. Sedl65 5. Keff66 6. İhtisar67 7. Salb68 8. Muvâsele69 9. Hâki'nin namazı70 10. Hâkibin namazı71 11. Hâzik'in namazı72 12. Acıkmış kişinin namazı 13. Öfkelinin namazı 14. Yüzünü örtenin namazı,73
İka: Lugatçılara göre, kalçaları üzerine oturup dizlerini dikerek köpek oturuşu gibi ellerini yere koymak; hadîsçilere göre, baldırları üzerine oturup ancak ayaklarının parmakları ile dizlerini yere değdirmek demektir.
Sedl: Ehl-i hadîsin sedl hakkındaki tefsirine göre bu, elbiseye bürünüp elleri yenlerine sokarak rükû ve secdeye varmaktır. Yahudiler namazlarında böyle yaptıkları için, müslümanlara, onlara benzemek yasak edilmiştir.İç gömlek de aynı mânâda olduğundan elleri gömlekte olduğu halde rükû ve secdeye varmak da uygun değildir.
Bazı âlimler sedl'in, 'İzarın ortasını başının tepesine koyup kollarını omuzlarına koymaksızın sağ ve sol taraflarına sarkıtmak demek olduğunu söylemişlerse de birinci mânâ hakikate daha yakındır.
Keff:Secdeye giderken önünden ve arkasından eteklerini toplamak ve yakarı kaldırıp bedenine yapıştırmak demektir. Keff (kaldırmak, bir araya getirip bağlamak) bazen saçlarda da olur. Bu bakımdan hiç kimse saçlarını örgü yapıp bağlayarak namaz kılmamalıdır. Bu yasak, sadece erkekleredir.
Hz. Peygamberin şöyle dediği rivayet olunmuştur: Yedi âza üzerinde secde edip, saç ve elbiseyi (secdeye giderken) toplayıp kaldırmamakla emrolundum...74
Ahmed b. Hanbel (r.a) namazda, kamis (baştan topuklara kadar sarkıtılan kaftan) üzerine kemerimsi birşeyin bağlanmasını mekruh görmüş ve bunu yasak edilen keff'ten saymıştır.
İhtisar: Ellerini böğrüne koymak demektir. Salb: Kıyamda ellerini böğürlerine koyup pazularını yanlarından uzak tutmak demektir.
Muvasele: Bu beş kısımdır ki ikisi imamda aranır. 1. Kıraati tahrim tekbirine bitiştirmek. 2. Rükûu kıraata bitiştirmek. (En doğrusu tekbirden az sonra okumaya başlamalı ve okumayı bitirdikten az sonra da rükûa gitmelidir).
İkisi de cemaatta aranır: 1. Tahrim tekbirini imamın tekbiriyle birleştirmek. 2. Selâmını imamın selâmıyla beraber vermek.
Beşincisi ise hem imamda, hem de cematta aranır ki bu, farz olan birinci selâmı ikinci selâm ile bitiştirmektir. Gerek imam, gerekse de cemaat iki selâmı az bir farkla vermelidirler.
Hâkin: Bevlden (küçük taharetten) sıkışan demektir. Hâkib: Büyük abdestten sıkışan demektir. Hâzik: Dar mest giyen kişi demektir.
Bütün bu durumlarda kılınan namazlar mekruhtur; zira bu durumlar namazda aranan huşûa mânidirler.
Acıkmış ve üzüntülü olan kimseler de bu mânâdadır. Acıkmışın namazının mekruh olması,
Hz. Peygamber'in şu hadîsi şerifinden anlaşılmaktadır: Akşam yemeği hazır olduğunda namaz vakti de girmişse, evvelâ yemeği yeyiniz.75
Ancak vakit daralmış veya kişinin yemeğe karşı pek iştahı yoksa o zaman namazın önce kılınmasında herhangi bir kerahet yoktur.
Hz. Peygamber'in şöyle buyurduğu rivayet olunmuştur: Sizden biriniz, yüzü asık olduğu halde namaza durmasın. Öfkeli olduğu halde namaz kılmasın.76
Hasan Basrî de 'Huzur-u kalple kılınmayan namaz, sahibini cezaya daha tez götürür' demiştir.
Yine bir hadîste şöyle buyurulmuştur: Namazda meydana gelen şu yedi şey şeytandandır: 1) Burundan gelen kan, 2) Uyuklamak, 3) Vesveseye saplanmak, 4) Esnemek, 5) Kaşınmak, 6) Sağa sola bakmak, 7) Herhangi birşeyle oynamak...77
Bazı ulemâ bu şıklara, unutkanlık ile şüpheciliği de eklemiştir.
Seleften bir âlim şöyle demiştir: Namazda şu dört şeyi yapmak katılığın alâmetidir: 1. Sağa sola bakmak. 2. Yüzünü silmek. 3. Secdeyi rahat yapmak için taşları düzeltmek. 4. Namazı, önünden insanların geçmesi muhtemel yerlerde kılmak.
Hz. Peygamber, namazda parmakların birbirine geçirilmesini, çıtlatılmasını, yüzün kapatılmasını ve rükûda ellerin üstüste konulup bacakların arasına sokulmasını nehyetmiştir.78
Bir sahabî 'Biz böyle (yukarıda zikredildiği gibi) yapardık; fakat Hz. Peygamber bizi böyle yapmaktan menetti'79 demiştir. Secdeye giderken secde yerinin temizlenmesi için yere üflemek ve taşları elle düzeltmek de mekruhtur.
Çünkü bu gibi fiiller lüzumsuzdur. Ayaklarından birisini kaldırıp uyluğunun üstüne koymamalı ve kıyamda iken herhangi bir yere dayanmamalıdır. Eğer yaslandığı yer, yerinden oynatıldığı takdirde düşecek şekilde dayanmışsa, en açık fetvaya göre namazı bâtıldır. Allah herşeyi herkesten daha iyi bilir.
64) Tirmizî ve İbn Mâce, (Hz. Ali'den) 65) Ebu Dâvud, Tirmizî ve Hâkim, (Ebu Hüreyre'den); Hâkim senedin sahih olduğunu söylemiştir. 66) İbn Abbas'tan 67) Ebu Dâvud ve Hâkim, (Ebu Hüreyre'den); Hâkim'e göre senedi sahihtir. 68) Ebu Dâvud ve Nesâî, (İbn Ömer'den sahili bir senedle) 69) Rezin, Tirmizî'ye nisbet etmiştir. 70) İbn Mâce ve Dârekutnî, (Ebu Umâme'den) 71) Hz. Âişe'den 72) Rezin, Tirmizî'ye nisbet etmiştir. 73) Ebu Dâvud, İbn Mâce, (Ebu Hüreyre'den hasen bir senedle) 74) İbn Abbas'tan 75) İbn Ömer ve Hz. Âişe'den 76) İmam Irâkî bu hadîse rastlamadığını söylemiştir. Bkz. Kut'ul-Kulûb 77) Tirmizî, (Adiy b. Sâbit'den garib olarak) 78) İmam Ahmed, İbn Hibban, Hâkim, Ebu Dâvud, Tirmizî ve İbn Mâce,(Ka'b b. Acere ile Ebu Hüreyre'den) 79) Buhârî ve Müslim, (Sa'd b. Ebî Vakkas'dan)
Hz. Peygamber şunları yasaklamıştır: 1. Safn 2. Safd (Bu iki terimin mânâsı daha önce zikredilmişti) 3. İka64 4. Sedl65 5. Keff66 6. İhtisar67 7. Salb68 8. Muvâsele69 9. Hâki'nin namazı70 10. Hâkibin namazı71 11. Hâzik'in namazı72 12. Acıkmış kişinin namazı 13. Öfkelinin namazı 14. Yüzünü örtenin namazı,73
İka: Lugatçılara göre, kalçaları üzerine oturup dizlerini dikerek köpek oturuşu gibi ellerini yere koymak; hadîsçilere göre, baldırları üzerine oturup ancak ayaklarının parmakları ile dizlerini yere değdirmek demektir.
Sedl: Ehl-i hadîsin sedl hakkındaki tefsirine göre bu, elbiseye bürünüp elleri yenlerine sokarak rükû ve secdeye varmaktır. Yahudiler namazlarında böyle yaptıkları için, müslümanlara, onlara benzemek yasak edilmiştir.İç gömlek de aynı mânâda olduğundan elleri gömlekte olduğu halde rükû ve secdeye varmak da uygun değildir.
Bazı âlimler sedl'in, 'İzarın ortasını başının tepesine koyup kollarını omuzlarına koymaksızın sağ ve sol taraflarına sarkıtmak demek olduğunu söylemişlerse de birinci mânâ hakikate daha yakındır.
Keff:Secdeye giderken önünden ve arkasından eteklerini toplamak ve yakarı kaldırıp bedenine yapıştırmak demektir. Keff (kaldırmak, bir araya getirip bağlamak) bazen saçlarda da olur. Bu bakımdan hiç kimse saçlarını örgü yapıp bağlayarak namaz kılmamalıdır. Bu yasak, sadece erkekleredir.
Hz. Peygamberin şöyle dediği rivayet olunmuştur: Yedi âza üzerinde secde edip, saç ve elbiseyi (secdeye giderken) toplayıp kaldırmamakla emrolundum...74
Ahmed b. Hanbel (r.a) namazda, kamis (baştan topuklara kadar sarkıtılan kaftan) üzerine kemerimsi birşeyin bağlanmasını mekruh görmüş ve bunu yasak edilen keff'ten saymıştır.
İhtisar: Ellerini böğrüne koymak demektir. Salb: Kıyamda ellerini böğürlerine koyup pazularını yanlarından uzak tutmak demektir.
Muvasele: Bu beş kısımdır ki ikisi imamda aranır. 1. Kıraati tahrim tekbirine bitiştirmek. 2. Rükûu kıraata bitiştirmek. (En doğrusu tekbirden az sonra okumaya başlamalı ve okumayı bitirdikten az sonra da rükûa gitmelidir).
İkisi de cemaatta aranır: 1. Tahrim tekbirini imamın tekbiriyle birleştirmek. 2. Selâmını imamın selâmıyla beraber vermek.
Beşincisi ise hem imamda, hem de cematta aranır ki bu, farz olan birinci selâmı ikinci selâm ile bitiştirmektir. Gerek imam, gerekse de cemaat iki selâmı az bir farkla vermelidirler.
Hâkin: Bevlden (küçük taharetten) sıkışan demektir. Hâkib: Büyük abdestten sıkışan demektir. Hâzik: Dar mest giyen kişi demektir.
Bütün bu durumlarda kılınan namazlar mekruhtur; zira bu durumlar namazda aranan huşûa mânidirler.
Acıkmış ve üzüntülü olan kimseler de bu mânâdadır. Acıkmışın namazının mekruh olması,
Hz. Peygamber'in şu hadîsi şerifinden anlaşılmaktadır: Akşam yemeği hazır olduğunda namaz vakti de girmişse, evvelâ yemeği yeyiniz.75
Ancak vakit daralmış veya kişinin yemeğe karşı pek iştahı yoksa o zaman namazın önce kılınmasında herhangi bir kerahet yoktur.
Hz. Peygamber'in şöyle buyurduğu rivayet olunmuştur: Sizden biriniz, yüzü asık olduğu halde namaza durmasın. Öfkeli olduğu halde namaz kılmasın.76
Hasan Basrî de 'Huzur-u kalple kılınmayan namaz, sahibini cezaya daha tez götürür' demiştir.
Yine bir hadîste şöyle buyurulmuştur: Namazda meydana gelen şu yedi şey şeytandandır: 1) Burundan gelen kan, 2) Uyuklamak, 3) Vesveseye saplanmak, 4) Esnemek, 5) Kaşınmak, 6) Sağa sola bakmak, 7) Herhangi birşeyle oynamak...77
Bazı ulemâ bu şıklara, unutkanlık ile şüpheciliği de eklemiştir.
Seleften bir âlim şöyle demiştir: Namazda şu dört şeyi yapmak katılığın alâmetidir: 1. Sağa sola bakmak. 2. Yüzünü silmek. 3. Secdeyi rahat yapmak için taşları düzeltmek. 4. Namazı, önünden insanların geçmesi muhtemel yerlerde kılmak.
Hz. Peygamber, namazda parmakların birbirine geçirilmesini, çıtlatılmasını, yüzün kapatılmasını ve rükûda ellerin üstüste konulup bacakların arasına sokulmasını nehyetmiştir.78
Bir sahabî 'Biz böyle (yukarıda zikredildiği gibi) yapardık; fakat Hz. Peygamber bizi böyle yapmaktan menetti'79 demiştir. Secdeye giderken secde yerinin temizlenmesi için yere üflemek ve taşları elle düzeltmek de mekruhtur.
Çünkü bu gibi fiiller lüzumsuzdur. Ayaklarından birisini kaldırıp uyluğunun üstüne koymamalı ve kıyamda iken herhangi bir yere dayanmamalıdır. Eğer yaslandığı yer, yerinden oynatıldığı takdirde düşecek şekilde dayanmışsa, en açık fetvaya göre namazı bâtıldır. Allah herşeyi herkesten daha iyi bilir.
64) Tirmizî ve İbn Mâce, (Hz. Ali'den) 65) Ebu Dâvud, Tirmizî ve Hâkim, (Ebu Hüreyre'den); Hâkim senedin sahih olduğunu söylemiştir. 66) İbn Abbas'tan 67) Ebu Dâvud ve Hâkim, (Ebu Hüreyre'den); Hâkim'e göre senedi sahihtir. 68) Ebu Dâvud ve Nesâî, (İbn Ömer'den sahili bir senedle) 69) Rezin, Tirmizî'ye nisbet etmiştir. 70) İbn Mâce ve Dârekutnî, (Ebu Umâme'den) 71) Hz. Âişe'den 72) Rezin, Tirmizî'ye nisbet etmiştir. 73) Ebu Dâvud, İbn Mâce, (Ebu Hüreyre'den hasen bir senedle) 74) İbn Abbas'tan 75) İbn Ömer ve Hz. Âişe'den 76) İmam Irâkî bu hadîse rastlamadığını söylemiştir. Bkz. Kut'ul-Kulûb 77) Tirmizî, (Adiy b. Sâbit'den garib olarak) 78) İmam Ahmed, İbn Hibban, Hâkim, Ebu Dâvud, Tirmizî ve İbn Mâce,(Ka'b b. Acere ile Ebu Hüreyre'den) 79) Buhârî ve Müslim, (Sa'd b. Ebî Vakkas'dan)
Farzların ve Sünnetlerin Açıklaması[düzenle]
Ahiret yolcusunun gözetmekle vazifeli olduğu farz, sünnet, âdâb ve heybetleri kapsamaktadır; zikredeceklerimizin onikisi farzdır: 1) Niyet. 2) Tahrim tekbiri. 3) Kıyam (ayakta durmak). 4) Fâtiha'yı okumak. 5) Rükûda istikrara kavuşacak ve ellerinin ayası dizlerine değecek kadar eğilmek. 6) Rükûdan, sırtının kemikleri düzelecek derecede rükûda kalkmak. 7) Secdeye, istikrar bulacak derecede varmak (secdede iki elin yere konması farz değildir). 8) Birinci secdeden, belini doğrultacak derecede kalkmak. 9) Son teşehhüdde oturmak. 10) Son teşehhüd. 11) Son teşehhüdde Râsûlullah'a salavât-ı şerife getirmek. 12) Birinci selâmı vermek. (Namazın çıkış niyeti, farz değildir).
Bu saydıklarımızın dışındakiler farz değil sünnet ve farzlarda sünnetler ve heybetlerdir.
Sünnetlere gelince; amelî sünnet dört tanedir: 1) Tahrim tekbirini alırken ellerini kaldırmak. 2) Rükûa varmak için ellerini kaldırmak. 3) Rükûdan kalkarken ellerini kaldırmak. 4) Birinci teşehhüd için oturmak.
Bizim 'Teşehhüd için otururken parmaklar nasıl yayılır ve ne zaman kaldırılır' şeklindeki açıklamamıza gelince, bunlar teşehhüd için yapılan oturuş sünnetinin hey'etleridir. Kalçalar üzerine oturmak, (ikinci teşehhüde otururken) sol ayağı sağın altından çıkarmak ve (birinci oturuşta) sol ayağın üzerine oturmak ise celseye (oturuşa) tâbi birer heybettirler.
Başı eğmek, sağ sola bakmayı terketmek ise, kıyama tâbi hey'etlerden olup (zâhirde) sûretini güzel göstermek içindir. Teşehhüdü bulunmayan her rek'atın ikinci secdesinden sonra istirahat için azıcık oturmayı amelî sünnetin esaslarından saymadık. Çünkü bu oturuş, secdeden kıyama kalkma hey'etini güzelleştiren birşey olup haddizatında yapılması gerekenlerden değildir. Aksine secdeden kıyama kalkışa yardımcı olsun diye yapılır. Ayrı zikredilmemesi de bu sırra binaen olsa gerek.
Zikirlerden olan sünnetler ise şunlardır. 1) İstiftah (açılış) duasını okumak. 2) Eûzü çekmek. 3) Amin demek, (Bu, müekked sünnetlerdendir). 4) Fâtiha'dan sonra bir sure okumak. 5) İntikal (meselâ kıyamdan rükûa, rükûdan itidala ve oradan da secdeye gitmek) için getirilen tekbirler. 6) Rükûda, 7) Secdede, 8) Rükû ve secdeden kalkarken ve 9) Birinci teşehhüdde yapılan zikirler. 10) Birinci teşehhüdde getirilen salavât-ı şerîfeler. 11) Son teşehhüdün sonunda okunan dua. 12) İkinci selâm.
Bütün bunları sünnet ismi altında topladıksa da, dereceleri ayrı ayrıdır. Zira bu saydıklarımızdan dört tanesi (Kunut duası, birinci teşehhüd, birinci teşehhüd için oturuş ve birinci teşehhüdde salavât-ı şerife getirmek) terkedildiği zaman ancak sehiv secde-siyle telâfi edilir. Fiillerde ise, sünnet bir tanedir. O da birinci teşehhüd için birinci oturuştur.
Namazın dörtlü olup olmamasının bilinmesi için, dikkat edenlerce bilinsin diye, birinci oturuş namaz nazmının tertibine tesir eder. Ellerin kaldırılması ise böyle değildir; zira onun namaz nazmında zerre kadar bir tesiri yoktur. İşte bu sebepten dolayı birinci oturuşa, namazın bâz'ı denilmiştir.
Bir kısım âlimlere göre, bâz sayılan hareketler, terkedildiklerinde secde-i sehivle telâfi olunurlar. Üçü hariç, zikrolunan bu sünnetlerin hiçbiri secde-i sehiv gerektirmez. Sehiv secdesi gerektirenler şunlardır: 1. Kunut duasının terki. 2. Birinci teşehhüdün terki. 3. Birinci teşehhüdde getirilen salavât-ı şerîfelerin terki.
İntikal tekbirleri ve rükû, secde ve bu ikisinden kalkarken okunan zikirlerin terkedilmesi ise secdeyi gerektirmez. Zira rükû ve secdenin sûretleri âdete muhalif olduğundan, buradaki zikirler terkedilip onlara intikal etmek için tekbirler getirilmese dahi ibadet mânâsı hâsıl olur. Buradaki zikirlerin olmaması ibâdet sûretini değiştirmez.
Teşehhüd (ün okunması) için oturmaya gelince, bu mûtad bir oturuştur ve teşehhüd için ihdas edilmiştir. Bu bakımdan onun terkinin tesir edeceği besbelli bir hakikattir. İstiftah duâsı ile zammı sûrenin terkine gelince; kıyam, Fâtiha-i şerîfe ile ma'mûr olup, ibâdet âdetten bu sayede ayrıldığı için, bunların terkedilmesi herhangi bir menfi tesir yapmaz.
Son teşehhüddeki dua da böyledir. Sabah namazındaki kunut duâsı ise, secde ile telâfi, edilmekten en uzak duâlardandır. Fakat sabah namazındaki itidalin uzatılması sadece kunut duâsının okunması için meşru olduğundan, secdeden sonra istirahat için uzatılan istirahat oturuşu gibi olmuştur.
İstirahat oturuşunun, teşehhüdle uzatılıp birinci teşehhüdün celsesi kabul edildiği gibi, sabah namazının bu kıyamı da kendisinde vâcib bir zikir bulunmayan mûtad ve uzun bir kıyamdır. Uzunluk vasfıyla sabah namazının dışındaki namazların kıyamlarından ayrılır, (Zira sabah namazından başka hiçbir farzda böyle uzun bir kıyam yoktur). 'Bu uzun kıyamda, vacip olan bir zikir yoktur' demekle de namazın esasından olan kıyamdan ayrılmıştır. Eğer 'Farzların sünnetlerden ayrılması mâkul bir keyfiyettir. Şöyle ki: Farzın yapılmamasıyla namaz sahih olamaz; Fakat sünnet böyle değildir. Farzın terkinde ikap ve ceza vardır; sünnetin terkinde ise böyle birşey yoktur. Sünnetin bir kısmını diğerlerinden ayırmaya gelince bu, karışık bir durumdur. Çünkü bütün sünnetler istihbab yoluyla emrolunmuşlardır. Hiçbirinin terkinde ikap yoktur. Ancak hepsinin yapılmasında sevap mevcuttur. O halde sünnetler arasındaki ayırımın mânâsı nedir ve bu ayırım nasıl yapılır?' dersen; buna şöyle cevap verebiliriz:
Bütün sünnetlerin, ifasında sevabın varlığında, terkedildiğinde ikabın yokluğunda ve istihbabiyette eşit olmaları, aralarındaki ayrımı kaldıramaz. Biz bu hükmü şöyle bir misâl ile açıklayabiliriz: İnsan ancak bâtınî mânâ ve zâhirî âzalarıyla kâmil bir insan sayılabilir. İnsanın kemâlini intac eden bâtınî mânâ, hayat ve ruhudur; zâhirî mânâ ise, âzaların cisimleridir. Bu hakîkat böylece bilindikten sonra mâlumdur ki, kalp, ciğer ve dimağ gibi, yok olmasıyla insanın yok olmasına sebep olan bazı âzalar varsa da, fevt olması hayatın fevtine değil, ancak maksatlarının fevtine sebep olanları da vardır: Göz, el, ayak ve dil, bu gruba misâl olarak gösterilebilir.
Bazılarıyla da ne hayat ve ne de maksatları fevt olur. Ancak güzelliğin yok olmasına sebep olur hepsi o kadar: Kirpik, sakal, kaş ve yüz güzelliği gibi.
Bazılarının yokluğunda ise güzelliğin esası de yok olmaz; ancak onunla güzelliğin kemâli kaybolur. Kaşların yay gibi oluşu, sakalın ve kirpiklerin siyahlığı, âzaların uygunluğu, cilt renginin kırmızı ve beyaz karışımı olması gibi... İşte bunlar âzalar arasında ayrı ayrı derecelerdir.
İbadet de bunun gibi şeriatça tasvir edilmiş bir sûrettir. Şeriat aynı zamanda bizleri onu elde etmeye de mecbur kılmıştır. Bu bakımdan ibadetin ruhu ve bâtıni hayatı huşû, niyet, kalp huzuru ve ilerideki bahislerde geleceği gibi ihlâstır. Biz ise, şu anda onun zâhirî parça ve cüzlerini beyana çalışıyoruz. Bu bakımdan rükû, secde, kıyam ve sair rükünler, ibadetin kalbi, baş ve ciğeri mesabesindedir. Çünkü bunların yokluğu namazın olmamasına sebebiyet verir.
Daha önce zikrettiğimiz ellerin kaldırılması, istiftah duası ve birinci teşehhüd gibi sünnetleri ise, ibadetin elleri, gözleri ve ayakları mesabesindedir. Şahsın hayatı bazı âzaların yokluğuyla yok olmadığı gibi namazın sıhhati de bunların yokluğuyla bozulmaz. Ancak şahıs bu âzaların yokluğuyla çirkinleşip, rağbetten düşer. Namazın bu gibi sünnetlerini terkedip sadece farzlarla iktifa eden de böyledir. Namazında sadece farzlara yer veren bir kimse, padişaha, diri, fakat elleri, kolları ve bacakları kesik bir köleyi hediye eden gibi olur. Namazın, sünnetlerden sonra gelen hey'etlerine gelince; onlar insan güzelliğinde rol oynayan kaş, sakal, kirpik ve güzel renk yerine kaim olur. Sünnetlerdeki zikirlerin vazifeleri ise, güzelliğin tamamlayıcısıdır. Kaşların kavis yapması, sakalın çevirmesi ve benzeri gibi..
Kısaca namaz senin elinde, Allah'ın rahmetine bir yaklaşma vesilesi ve kıymetli bir hediyedir. Onunla padişahlar padişahına mânen yaklaşılır. Sultanlara yaklaşmak isteyenin elinde bulunan ve ona hediye edilecek bir câriye (teşbihte hatâ olmasın) gibidir. Bu hediyeyi bugün Allah Teâlâ'ya arzedersin. Yarın en büyük arz gününde O bunu sana iade edecektir. Bu bakımdan onun güzellik veya çirkinliğinde seçim senin elinde olup, takdir sana aiddir. İyi de yaparsan kendine, kötü de yaparsan kendine aittir.
Sakın sünneti farzdan ayırdetmek için fıkıhla kurduğun ilişkiden nasibin 'Mademki sünnet, terki caiz olan bir ibadettir. O halde terkedeyim' olmasın. Zira böyle bir hareket, tıpkı bir doktorun 'Gözün çıkartılması insan vücudunu yok etmez. Gözü kör edilen köle, sadece hediye olarak sultana arzedildiği zaman kabul olunmayacağı korkusuyla karşı karşıyadır' sözüne benzer. İste sünnet, hey'et ve âdâbın mertebelerini böylece bilip takdir etmek gerekir.
Rükû ve secdesi tamamen edâ edilmeyen namaz, kıyamette sahibinin gırtlağına sarılan ilk hasımdır. Sahibine 'Beni zayi ettiğin gibi Allah da seni zâyi etsin!' diye bedduada bulunur. Namazın rükünlerinin kemâli hakkında verdiğimiz bilgileri dikkat ve itina ile mütalaa et ki, tesirlerini hakîkî bir şekilde görebilesin!
Not: Müellif tarafından verilen fıkhî malumât (kendisinin bağlı olduğu) Şafiî mezhebine göredir. Okuyucularımız bu hususu dikkate almalıdırlar.
Ahiret yolcusunun gözetmekle vazifeli olduğu farz, sünnet, âdâb ve heybetleri kapsamaktadır; zikredeceklerimizin onikisi farzdır: 1) Niyet. 2) Tahrim tekbiri. 3) Kıyam (ayakta durmak). 4) Fâtiha'yı okumak. 5) Rükûda istikrara kavuşacak ve ellerinin ayası dizlerine değecek kadar eğilmek. 6) Rükûdan, sırtının kemikleri düzelecek derecede rükûda kalkmak. 7) Secdeye, istikrar bulacak derecede varmak (secdede iki elin yere konması farz değildir). 8) Birinci secdeden, belini doğrultacak derecede kalkmak. 9) Son teşehhüdde oturmak. 10) Son teşehhüd. 11) Son teşehhüdde Râsûlullah'a salavât-ı şerife getirmek. 12) Birinci selâmı vermek. (Namazın çıkış niyeti, farz değildir).
Bu saydıklarımızın dışındakiler farz değil sünnet ve farzlarda sünnetler ve heybetlerdir.
Sünnetlere gelince; amelî sünnet dört tanedir: 1) Tahrim tekbirini alırken ellerini kaldırmak. 2) Rükûa varmak için ellerini kaldırmak. 3) Rükûdan kalkarken ellerini kaldırmak. 4) Birinci teşehhüd için oturmak.
Bizim 'Teşehhüd için otururken parmaklar nasıl yayılır ve ne zaman kaldırılır' şeklindeki açıklamamıza gelince, bunlar teşehhüd için yapılan oturuş sünnetinin hey'etleridir. Kalçalar üzerine oturmak, (ikinci teşehhüde otururken) sol ayağı sağın altından çıkarmak ve (birinci oturuşta) sol ayağın üzerine oturmak ise celseye (oturuşa) tâbi birer heybettirler.
Başı eğmek, sağ sola bakmayı terketmek ise, kıyama tâbi hey'etlerden olup (zâhirde) sûretini güzel göstermek içindir. Teşehhüdü bulunmayan her rek'atın ikinci secdesinden sonra istirahat için azıcık oturmayı amelî sünnetin esaslarından saymadık. Çünkü bu oturuş, secdeden kıyama kalkma hey'etini güzelleştiren birşey olup haddizatında yapılması gerekenlerden değildir. Aksine secdeden kıyama kalkışa yardımcı olsun diye yapılır. Ayrı zikredilmemesi de bu sırra binaen olsa gerek.
Zikirlerden olan sünnetler ise şunlardır. 1) İstiftah (açılış) duasını okumak. 2) Eûzü çekmek. 3) Amin demek, (Bu, müekked sünnetlerdendir). 4) Fâtiha'dan sonra bir sure okumak. 5) İntikal (meselâ kıyamdan rükûa, rükûdan itidala ve oradan da secdeye gitmek) için getirilen tekbirler. 6) Rükûda, 7) Secdede, 8) Rükû ve secdeden kalkarken ve 9) Birinci teşehhüdde yapılan zikirler. 10) Birinci teşehhüdde getirilen salavât-ı şerîfeler. 11) Son teşehhüdün sonunda okunan dua. 12) İkinci selâm.
Bütün bunları sünnet ismi altında topladıksa da, dereceleri ayrı ayrıdır. Zira bu saydıklarımızdan dört tanesi (Kunut duası, birinci teşehhüd, birinci teşehhüd için oturuş ve birinci teşehhüdde salavât-ı şerife getirmek) terkedildiği zaman ancak sehiv secde-siyle telâfi edilir. Fiillerde ise, sünnet bir tanedir. O da birinci teşehhüd için birinci oturuştur.
Namazın dörtlü olup olmamasının bilinmesi için, dikkat edenlerce bilinsin diye, birinci oturuş namaz nazmının tertibine tesir eder. Ellerin kaldırılması ise böyle değildir; zira onun namaz nazmında zerre kadar bir tesiri yoktur. İşte bu sebepten dolayı birinci oturuşa, namazın bâz'ı denilmiştir.
Bir kısım âlimlere göre, bâz sayılan hareketler, terkedildiklerinde secde-i sehivle telâfi olunurlar. Üçü hariç, zikrolunan bu sünnetlerin hiçbiri secde-i sehiv gerektirmez. Sehiv secdesi gerektirenler şunlardır: 1. Kunut duasının terki. 2. Birinci teşehhüdün terki. 3. Birinci teşehhüdde getirilen salavât-ı şerîfelerin terki.
İntikal tekbirleri ve rükû, secde ve bu ikisinden kalkarken okunan zikirlerin terkedilmesi ise secdeyi gerektirmez. Zira rükû ve secdenin sûretleri âdete muhalif olduğundan, buradaki zikirler terkedilip onlara intikal etmek için tekbirler getirilmese dahi ibadet mânâsı hâsıl olur. Buradaki zikirlerin olmaması ibâdet sûretini değiştirmez.
Teşehhüd (ün okunması) için oturmaya gelince, bu mûtad bir oturuştur ve teşehhüd için ihdas edilmiştir. Bu bakımdan onun terkinin tesir edeceği besbelli bir hakikattir. İstiftah duâsı ile zammı sûrenin terkine gelince; kıyam, Fâtiha-i şerîfe ile ma'mûr olup, ibâdet âdetten bu sayede ayrıldığı için, bunların terkedilmesi herhangi bir menfi tesir yapmaz.
Son teşehhüddeki dua da böyledir. Sabah namazındaki kunut duâsı ise, secde ile telâfi, edilmekten en uzak duâlardandır. Fakat sabah namazındaki itidalin uzatılması sadece kunut duâsının okunması için meşru olduğundan, secdeden sonra istirahat için uzatılan istirahat oturuşu gibi olmuştur.
İstirahat oturuşunun, teşehhüdle uzatılıp birinci teşehhüdün celsesi kabul edildiği gibi, sabah namazının bu kıyamı da kendisinde vâcib bir zikir bulunmayan mûtad ve uzun bir kıyamdır. Uzunluk vasfıyla sabah namazının dışındaki namazların kıyamlarından ayrılır, (Zira sabah namazından başka hiçbir farzda böyle uzun bir kıyam yoktur). 'Bu uzun kıyamda, vacip olan bir zikir yoktur' demekle de namazın esasından olan kıyamdan ayrılmıştır. Eğer 'Farzların sünnetlerden ayrılması mâkul bir keyfiyettir. Şöyle ki: Farzın yapılmamasıyla namaz sahih olamaz; Fakat sünnet böyle değildir. Farzın terkinde ikap ve ceza vardır; sünnetin terkinde ise böyle birşey yoktur. Sünnetin bir kısmını diğerlerinden ayırmaya gelince bu, karışık bir durumdur. Çünkü bütün sünnetler istihbab yoluyla emrolunmuşlardır. Hiçbirinin terkinde ikap yoktur. Ancak hepsinin yapılmasında sevap mevcuttur. O halde sünnetler arasındaki ayırımın mânâsı nedir ve bu ayırım nasıl yapılır?' dersen; buna şöyle cevap verebiliriz:
Bütün sünnetlerin, ifasında sevabın varlığında, terkedildiğinde ikabın yokluğunda ve istihbabiyette eşit olmaları, aralarındaki ayrımı kaldıramaz. Biz bu hükmü şöyle bir misâl ile açıklayabiliriz: İnsan ancak bâtınî mânâ ve zâhirî âzalarıyla kâmil bir insan sayılabilir. İnsanın kemâlini intac eden bâtınî mânâ, hayat ve ruhudur; zâhirî mânâ ise, âzaların cisimleridir. Bu hakîkat böylece bilindikten sonra mâlumdur ki, kalp, ciğer ve dimağ gibi, yok olmasıyla insanın yok olmasına sebep olan bazı âzalar varsa da, fevt olması hayatın fevtine değil, ancak maksatlarının fevtine sebep olanları da vardır: Göz, el, ayak ve dil, bu gruba misâl olarak gösterilebilir.
Bazılarıyla da ne hayat ve ne de maksatları fevt olur. Ancak güzelliğin yok olmasına sebep olur hepsi o kadar: Kirpik, sakal, kaş ve yüz güzelliği gibi.
Bazılarının yokluğunda ise güzelliğin esası de yok olmaz; ancak onunla güzelliğin kemâli kaybolur. Kaşların yay gibi oluşu, sakalın ve kirpiklerin siyahlığı, âzaların uygunluğu, cilt renginin kırmızı ve beyaz karışımı olması gibi... İşte bunlar âzalar arasında ayrı ayrı derecelerdir.
İbadet de bunun gibi şeriatça tasvir edilmiş bir sûrettir. Şeriat aynı zamanda bizleri onu elde etmeye de mecbur kılmıştır. Bu bakımdan ibadetin ruhu ve bâtıni hayatı huşû, niyet, kalp huzuru ve ilerideki bahislerde geleceği gibi ihlâstır. Biz ise, şu anda onun zâhirî parça ve cüzlerini beyana çalışıyoruz. Bu bakımdan rükû, secde, kıyam ve sair rükünler, ibadetin kalbi, baş ve ciğeri mesabesindedir. Çünkü bunların yokluğu namazın olmamasına sebebiyet verir.
Daha önce zikrettiğimiz ellerin kaldırılması, istiftah duası ve birinci teşehhüd gibi sünnetleri ise, ibadetin elleri, gözleri ve ayakları mesabesindedir. Şahsın hayatı bazı âzaların yokluğuyla yok olmadığı gibi namazın sıhhati de bunların yokluğuyla bozulmaz. Ancak şahıs bu âzaların yokluğuyla çirkinleşip, rağbetten düşer. Namazın bu gibi sünnetlerini terkedip sadece farzlarla iktifa eden de böyledir. Namazında sadece farzlara yer veren bir kimse, padişaha, diri, fakat elleri, kolları ve bacakları kesik bir köleyi hediye eden gibi olur. Namazın, sünnetlerden sonra gelen hey'etlerine gelince; onlar insan güzelliğinde rol oynayan kaş, sakal, kirpik ve güzel renk yerine kaim olur. Sünnetlerdeki zikirlerin vazifeleri ise, güzelliğin tamamlayıcısıdır. Kaşların kavis yapması, sakalın çevirmesi ve benzeri gibi..
Kısaca namaz senin elinde, Allah'ın rahmetine bir yaklaşma vesilesi ve kıymetli bir hediyedir. Onunla padişahlar padişahına mânen yaklaşılır. Sultanlara yaklaşmak isteyenin elinde bulunan ve ona hediye edilecek bir câriye (teşbihte hatâ olmasın) gibidir. Bu hediyeyi bugün Allah Teâlâ'ya arzedersin. Yarın en büyük arz gününde O bunu sana iade edecektir. Bu bakımdan onun güzellik veya çirkinliğinde seçim senin elinde olup, takdir sana aiddir. İyi de yaparsan kendine, kötü de yaparsan kendine aittir.
Sakın sünneti farzdan ayırdetmek için fıkıhla kurduğun ilişkiden nasibin 'Mademki sünnet, terki caiz olan bir ibadettir. O halde terkedeyim' olmasın. Zira böyle bir hareket, tıpkı bir doktorun 'Gözün çıkartılması insan vücudunu yok etmez. Gözü kör edilen köle, sadece hediye olarak sultana arzedildiği zaman kabul olunmayacağı korkusuyla karşı karşıyadır' sözüne benzer. İste sünnet, hey'et ve âdâbın mertebelerini böylece bilip takdir etmek gerekir.
Rükû ve secdesi tamamen edâ edilmeyen namaz, kıyamette sahibinin gırtlağına sarılan ilk hasımdır. Sahibine 'Beni zayi ettiğin gibi Allah da seni zâyi etsin!' diye bedduada bulunur. Namazın rükünlerinin kemâli hakkında verdiğimiz bilgileri dikkat ve itina ile mütalaa et ki, tesirlerini hakîkî bir şekilde görebilesin!
Not: Müellif tarafından verilen fıkhî malumât (kendisinin bağlı olduğu) Şafiî mezhebine göredir. Okuyucularımız bu hususu dikkate almalıdırlar.
Kalbin Amelinden Olan Bâtınî Şartlar[düzenle]
Bu bölümde, namazın huşû ve kalp huzuruyla olan bağlantısını açıklayıp, sonra bâtınî mânâlarını ve bu mânâların hududlarını, sebep ve ilâçlarını zikredeceğiz. Âhiret azığı olmaya elverişli bir hale gelmesi için namazın her rüknünde hazır bulundurulması gereken mânâların tafsilâtını vereceğiz.
Namazda Huzur ve Huşû Şarttır Bunun birçok delilleri vardır. Şu ayet bu delillerden biridir: Beni anmak için namaz kıl! (Tâhâ/14)
Bu emrin zahirinden Allah'ı anmanın vâcib olduğu anlaşılır. Gaflete dalmak ise, anmaya zıt düşmez mi? (O halde huzur şarttır.)
Namaz boyunca gaflet içerisinde bulunan kimse, nasıl olur da Allah'ı anmak için namaz kılanlardan sayılabilir? Sarhoşken, ne söylediğinizi bilinceye kadar, namaza yaklaşmayınız (Nisâ/43)
Bu hüküm, sarhoşun namazdan niçin menedildiğinin illet ve hikmetinin beyânıdır. Dünya düşüncelerine dalıp vaktini vesveselerle geçiren her gafil hakkında bu hüküm câri ve mer'îdir.
Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: Namaz ancak (Allah'a karşı izhar edilen) meskenet (zillet) ve tevâzûdan ibarettir.
Bu hüküm 'es-salât' kelimesindeki harf-i tarif ve 'innemâ' kelimesi ile de tekid ve takviye edildi. Buna bir nazire olarak deriz ki;
fakihler 'Şuf'a hakkı sadece taksim kabul etmeyen nesnelerde vardır hadisinden, hasr, isbat ve nefyi anlamışlardır, (Yâni şuf'a taksim kabul etmeyenlerden başka birşeyde olamaz, sadece bunlar için geçerlidir. Bu bakımdan namaz hakkındaki hadîsin mânâsı da şöyle olur: 'Namaz sadece Allah'a karşı gösterilen zillet ve tevazu ile kılınırsa namaz olur. Bunlarsız kılınan namaz, namaz sayılmaz').
Delillerden biri de şudur: Kimin namazı, kendisini fuhşiyat ve münkerden alıkoymazsa, o kişi gittikçe Allah'tan uzaklaşır.
Gafilin namazı ise, sahibini fuhşiyat ve münkerden menetmez. Bu bakımdan böyle bir namaz kişiyi gittikçe Allah'tan uzaklaştırır.
Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: Nice kâim (namaz kılan) vardır ki namazından nasibi, sadece yorgunluktur.80
Hz. Peygamber bu hadisinde gafilden başkasını kasdetmemiştir. Kişi namazından ancak anladığı kadarını kılmış sayılır.81
Bunun tahkiki şöyledir: Başka bir hadîste vârid olduğu gibi, namaz kılan Rabbine münacaat etmiş olur82, gafletle yapılan münacaat ise hiçbir zaman münacaat olamaz.
İnsanoğlu, zekât verdiğinde gafil olsa bile, zekâtın verilmesi temelde şehvete muhalif ve nefse zor geldiği için ki oruç da böyledir; bedenin kuvvetini kırar; Allah'ın düşmanı şeytanın âleti olan hevâ-i nefsi parçalar böyle bir zekâtın ve tutulan orucun kabul olunması uzak bir ihtimal değildir.
Hac da böyledir; fiillerinde meşakkat ve şiddet vardır. Kalp hu-uru ister olsun, ister olmasın, hac farizasının ifası esnasında elem ve eziyete sebebiyet veren bir çalışma vardır. Namaza gelince, namazda ancak zikir, kıraat (okuma), rükû, secde, kıyam (ayakta durmak) ve kuud (oturuş) vardır.
Bunların tahlili ise şöyledir: Nasıl ki oruçta yeme, içme ve cinsî münasebetten kesilmekle mide; haccın zorluğuyla beden, zekâtın ve sevilen malın verilmesiyle de kalp denendiği gibi, zikir de ancak Allah ile münacaat ve muhaveredir. Bu bakımdan zikirden ya hitap ve mühavere kastedilir veya dilin çalışmasını denemek için harf ve sesler kastedilir.
Şüphe yoktur ki, bu (ikinci) kısım (kastedildiği takdirde, namaz) bâtıldır; zira dili hezeyanla kıpırdatmak, gafil bir kimseye en hafif gelen birşeydir. Bu bakımdan dil çalışması olduğundan imtihan ve zorluk değil, aksine harflerin telaffuzundan konuşma kastolunur. Konuşma ise, kalpteki mânâları aksettirmedikçe konuşma sayılmaz. Kalpteki mânâların tercümanı ancak kalp huzuru bulunursa olabilir. Eğer kalp gafil ise, '(Yâ rabbî!) Bizi dosdoğru yola hidayet et!' demenin ne faydası vardır?
Dua ve tazarru kastedilmedikçe dilin gafletle kıpırdanması zorluğuna katlanmanın ne mânâsı olabilir? Hele bu kabil kıpırdanmayı âdet edindikten sonra hiç de faydası olamaz. İşte zikirlerin hükmü budur. Bu hakikatlerden daha öteye giderek derim ki: Eğer birisi, Falan adama teşekkür edeceğim, kendisini övmek suretiyle ondan ihtiyacımı gidermesini isteyeceğim' diyerek yemin etse, sonra da bu mânâları ifade eden kelimeleri uykuda iken (tesadüfen) söylese yeminini yerine getirmiş sayılmaz.
Hatta isteğini karanlıkta tekrarladığı zaman o adam da orada bulunsa, fakat kendisi onun orada olduğundan haberi olmasa ve onu görmese yine yeminini yerine getirmiş sayılmaz. Çünkü kasdettiği adam kalbinde hazır olmadıkça konuşması ona hitap etmek sayılmaz. Eğer kasdettiği kimsenin de bulunduğu bir anda güpe gündüz herhangi bir fikirle meşgul olup konuşurken gayesi o adam olmadığı halde bu kelimeler ağzından çıksa yine de yeminin mesuliyetinden kurtulmuş sayılmaz.
Kıraat ve zikirlerden gaye, hamd, senâ, tazarru ve dua olduğunda zerre kadar şek ve şüphe yoktur. Burada muhatap, Allah Teâlâ'dır. Bu bakımdan bu gafil adamın kalbi, gaflet perdesi ile örtülü olduğundan (mânen) O'nu görüp müşahede edemez. Muhatabı bulunan Allah Teâlâ'dan gafildir. Fakat âdet yerini bulsun diye lisanı hareket eder.
Bu gaflet hali, imanın yerleşmesi, Allah Teâlâ'nın anılmasının yenilenmesi ve kalbin dünya paslarından temizlenmesi için, farz kılınan namazın gayesinden çok uzaktır. Kıraat ve zikrin hükmü işte budur.
Kısaca bu özelliğin konuşmada bulunması ve fiilden ayrı bir varlık olması inkâr kabul etmez bir hakikattir.
Rükû ve secdeye gelince, şüphe yoktur ki, bunlardan gaye Allah'ı tâzimdir. Bu bakımdan eğer O'ndan gafil olduğu halde Allah'ı fiille tâzim etmek câiz olsaydı, önüne konan putu da tabiî fiilleriyle, bilmeyerek tâzimi de hâşâ mümkün olurdu veya kendisinden gafil bulunduğu ve tâzimini aklından bile geçirmediği, önündeki duvarı tâzim etmesi de sözkonusu olurdu.
Gafletle yapılan rükû ve secdeden tâzim ruhu çıktıktan sonra, belini ve başını hareket ettirmekten başka bir mânâsı kalmaz. Böyle bir harekette imtihana değer bir meşakkat (eğer tâzim ruhu olmazsa) yoktur ki, bu hareket dinin direği, küfür ile İslâm'ın arasını ayırt eden alâmet olup, mertebece hac vesair ibâdetlerden önce gelsin; onu tembellikle terkedenin (had için) katli vâcip olsun. Namaza verilen bu büyüklük ve önemin, sadece zahirî amellerinden dolayı olup bunda kendisinden kastedilen münacaatın rolü bulunmadığı kanaatinde değilim. Namaz derece bakımından oruçtan, zekât, hacc ve sair ibâdetten ve hatta, hakkında 'Elbette kurbanların ne etleri, ne de kanları Allah'a erişmez. (Allah katında makbul olmaz.) Fakat Allah'a sizden ancak takvâ ulaşır' (Hac/37) ayeti nâzil olan ve maldan eksiklik hesabıyla nefisle mücahede sayılan kurbanlardan da ilerdedir.
Takvâ, kalbe üstün gelip Allah'ın yüce emirlerini yapmaya zorlayan sıfattır. Allah tarafından makbul ve matlup olan da budur. Hâl böyle iken nasıl olur da fiillerinden gafil olunan bir namaz emrolunur? Kalp huzurunun namazda mânen şart olduğuna delâlet eden delil, işte bu zikrettiğimiz gerçektir. Şayet "Kalp huzurunu namazın sıhhati için şart koşup bu huzur bulunmadığı takdirde namaz bâtıldır hükmünle, 'Kalp huzuru sadece tekbir alırken şarttır' diyen fukahânın icmaına muhalefet etmiş oluyorsun" dersen, bil ki, İlim bölümünde fakihlerin kalbe müdahale etmeye yetkili olmadıklarını, kalbi yarıp bakmaya ve âhirete götüren yolda söz söylemeye salâhiyetleri bulunmadığını, ancak dinin zâhir hükümlerini âzaların zâhir amellerine bina etmeye yetkili bulunduklarını kaydetmiştik.
Amellerin zâhirî icrası, ancak ölüm cezasının kalkmasına, hükümdarın (icra organının) takbih ve ta'zir cezalarının düşüşüne kâfidir. Fakat bu zâhirî amel âhirette fayda verir mi vermez mi, bu konu fıkhın hududu dışındadır. Kaldı ki, huzur-u kalbin namazda sadece tekbir alınacağı sırada şart olup diğer zamanlarda şart olmadığında fakihlerin icmaı bulunduğunu iddia etmek de mümkün değildir. Çünkü Ebu Talib el-Mekkî, Süfyan es-Sevrî yoluyla Bişr el-Hafî'den 'Korkmayanın namazı fasiddir..' hükmünü rivayet etmektedir.
Hasan Basrî'nin 'Kalp huzurundan yoksun olarak kılınan namaz, rahmetten ziyade ceza ve ukûbâtı celbeder' dediği rivayet edilmektedir.
Muaz b. Cebel (r.a) 'Namazda iken sağında ve solunda cereyan eden şeyleri anlamaya çalışan kişinin namazı, namaz sayılmaz' buyurmuştur.
Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: Kul bazan namaz kılar; fakat namazın altıda biri, hatta onda biri kendisi için yazılmaz. Kişinin namazından ancak anlayıp idrak ettiği kadarı kendisi için yazılır...83
Eğer bu sözü, Hz. Peygamber'den başkası söylemiş olsaydı, muhakkak bir mezheb ittihaz edilirdi. Kaldı ki Hz. Peygamber'den gelmiştir, nasıl olur da kabul edilmez?
Abdülvahid b. Zeyd84 (r.a) 'Ulemanın ittifakıyla sabit olmuştur ki, kişinin namazından ancak anladığı kadarı defterine yazılır' buyurmuştur. Dikkat edildiğinde görülür ki; Abdülvahid de ulemânın, kalp huzurunun namaz boyunca şart olduğu hususunda ittifak ettiğini nakletmektedir. Muttakî fakihlerin ve âhiret âlimlerinin bu konudaki hükümleri sayılamayacak derecede çoktur.
Hak, şer'î delillere dönmektir. Bu şartın gerekliliğini belirten eser ve haberlerin açık olmasına rağmen zahirî teklif hususunda fetvâ, halkın kusurlu olduğu gözönünde bulundurularak takdir edilir. Her insana, namaz boyunca kalp huzuru şart koşulamaz; çünkü müstesna bir azınlık hariç, bu yükün taşınmasında bütün insanlar âciz kalır.
Zaruretten ötürü namaz boyunca huzur mümkün olmadığı takdirde buna katılmaktan başka çare bulunmaz. Ancak bir lahza da olsa huzur ismini taşıyan bir halin bulunması şart koşulmuştur. Huzurun bulunması için en müsait zaman da tekbir getirilme vaktidir. Bunun için biz de ancak bu vakitte huzur ile mükellef olduğumuzu kaydederek kısa kestik. Buna rağmen ümidimiz şudur ki: Bütün namazı boyunca gafil bulunan bir kimsenin hali, namazı büsbütün terkedenin hâli gibi değildir; çünkü gafil, namazını zâhiren edâ edip bir an için de olsa kalp huzuruna varır. Nasıl böyle kabul edilmesin ki? Halbuki unutarak abdestsiz namaz kılan bir kimsenin namazı, her ne kadar fasid ise de, ibadet yaptığından dolayı, kusuru ve özrü kadar da olsa bir ecri vardır. Bu ümide rağmen gaflet ile namaz kılanın halinin büsbütün terkedenin halinden daha şiddetli olmasından da korkulur.
Korkulur; çünkü padişahın hizmetinde bulunup, huzuru ihlâl edici ve küçük düşürücü gafilin konuşması ve gevşek hali, hizmetten tamamen kaçanın halinden daha berbattır. Korku ve ümit sebepleri çatıştığı ve durumun tehlike arzettiği bir zamanda ihtiyatlı ve müsamahakâr davranmak sana aittir; istediğini seçebilirsin. Bütün bunlarla beraber fukahanın gaflet ile kılınan namazın sahih oluşuna dair verdikleri fetvâya muhalefet etmek niyetinde de değilim. Daha önce işaret edildiği gibi, bu hüküm fetvânın zaruretindendir.
Namazın sırrını bilen, gafletin namaza zıt düştüğünü de bilir. Fakat akaid kaideleri bahsinde zahir ve bâtın ilimlerinin farklılığını belirtirken, şeriatın görünen her sır ve hikmetini söylemeye mâni olan sebeplerden birinin de halkın anlayışındaki kusurun olduğunu söylemiştik.
Bu konuyu, bu kadarla kapatalım. Çünkü âhiret yolunun yolcusuna bu kadarı yeter de artar bile. Fazla mücadeleye hevesli olan münakaşacıya gelince, biz şimdilik ona hitap etmeye niyetli değiliz.
Kısacası kalp huzuru, namazın ruhudur. Bu ruhun idamesi en azından tekbir alındığı zaman bulunmasına bağlıdır. Tekbir anında huzurun eksikliği ruhun helâk olması demektir. Huzur, namazın parçalarında ne derece ise ruh da o nisbette gelişir. Ölüye yakın nice hareketsiz diri vardır. Bütün namaz boyunca gafil olup sadece tekbir alınırken huzura kavuşanın namazı, hareketsiz diriye benzer. Allah'tan yardımını talep ederiz.
80)Nesâî, İbn Mâce, (Ebu Hüreyre'den; hasen bir senedle) 81)Irâkî, merfû olarak görmediğini söylemektedir. 82)Buhârî ve Müslim, (Enes'den) 83)Ebu Dâvud, Nesâî ve İbn Hibban, (Ammar b. Yâsir'den) 84)Abdülvahid, Basralı olup tâbiîn ulemasından müttaki ve âlim bir zâttır.
Bu bölümde, namazın huşû ve kalp huzuruyla olan bağlantısını açıklayıp, sonra bâtınî mânâlarını ve bu mânâların hududlarını, sebep ve ilâçlarını zikredeceğiz. Âhiret azığı olmaya elverişli bir hale gelmesi için namazın her rüknünde hazır bulundurulması gereken mânâların tafsilâtını vereceğiz.
Namazda Huzur ve Huşû Şarttır Bunun birçok delilleri vardır. Şu ayet bu delillerden biridir: Beni anmak için namaz kıl! (Tâhâ/14)
Bu emrin zahirinden Allah'ı anmanın vâcib olduğu anlaşılır. Gaflete dalmak ise, anmaya zıt düşmez mi? (O halde huzur şarttır.)
Namaz boyunca gaflet içerisinde bulunan kimse, nasıl olur da Allah'ı anmak için namaz kılanlardan sayılabilir? Sarhoşken, ne söylediğinizi bilinceye kadar, namaza yaklaşmayınız (Nisâ/43)
Bu hüküm, sarhoşun namazdan niçin menedildiğinin illet ve hikmetinin beyânıdır. Dünya düşüncelerine dalıp vaktini vesveselerle geçiren her gafil hakkında bu hüküm câri ve mer'îdir.
Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: Namaz ancak (Allah'a karşı izhar edilen) meskenet (zillet) ve tevâzûdan ibarettir.
Bu hüküm 'es-salât' kelimesindeki harf-i tarif ve 'innemâ' kelimesi ile de tekid ve takviye edildi. Buna bir nazire olarak deriz ki;
fakihler 'Şuf'a hakkı sadece taksim kabul etmeyen nesnelerde vardır hadisinden, hasr, isbat ve nefyi anlamışlardır, (Yâni şuf'a taksim kabul etmeyenlerden başka birşeyde olamaz, sadece bunlar için geçerlidir. Bu bakımdan namaz hakkındaki hadîsin mânâsı da şöyle olur: 'Namaz sadece Allah'a karşı gösterilen zillet ve tevazu ile kılınırsa namaz olur. Bunlarsız kılınan namaz, namaz sayılmaz').
Delillerden biri de şudur: Kimin namazı, kendisini fuhşiyat ve münkerden alıkoymazsa, o kişi gittikçe Allah'tan uzaklaşır.
Gafilin namazı ise, sahibini fuhşiyat ve münkerden menetmez. Bu bakımdan böyle bir namaz kişiyi gittikçe Allah'tan uzaklaştırır.
Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: Nice kâim (namaz kılan) vardır ki namazından nasibi, sadece yorgunluktur.80
Hz. Peygamber bu hadisinde gafilden başkasını kasdetmemiştir. Kişi namazından ancak anladığı kadarını kılmış sayılır.81
Bunun tahkiki şöyledir: Başka bir hadîste vârid olduğu gibi, namaz kılan Rabbine münacaat etmiş olur82, gafletle yapılan münacaat ise hiçbir zaman münacaat olamaz.
İnsanoğlu, zekât verdiğinde gafil olsa bile, zekâtın verilmesi temelde şehvete muhalif ve nefse zor geldiği için ki oruç da böyledir; bedenin kuvvetini kırar; Allah'ın düşmanı şeytanın âleti olan hevâ-i nefsi parçalar böyle bir zekâtın ve tutulan orucun kabul olunması uzak bir ihtimal değildir.
Hac da böyledir; fiillerinde meşakkat ve şiddet vardır. Kalp hu-uru ister olsun, ister olmasın, hac farizasının ifası esnasında elem ve eziyete sebebiyet veren bir çalışma vardır. Namaza gelince, namazda ancak zikir, kıraat (okuma), rükû, secde, kıyam (ayakta durmak) ve kuud (oturuş) vardır.
Bunların tahlili ise şöyledir: Nasıl ki oruçta yeme, içme ve cinsî münasebetten kesilmekle mide; haccın zorluğuyla beden, zekâtın ve sevilen malın verilmesiyle de kalp denendiği gibi, zikir de ancak Allah ile münacaat ve muhaveredir. Bu bakımdan zikirden ya hitap ve mühavere kastedilir veya dilin çalışmasını denemek için harf ve sesler kastedilir.
Şüphe yoktur ki, bu (ikinci) kısım (kastedildiği takdirde, namaz) bâtıldır; zira dili hezeyanla kıpırdatmak, gafil bir kimseye en hafif gelen birşeydir. Bu bakımdan dil çalışması olduğundan imtihan ve zorluk değil, aksine harflerin telaffuzundan konuşma kastolunur. Konuşma ise, kalpteki mânâları aksettirmedikçe konuşma sayılmaz. Kalpteki mânâların tercümanı ancak kalp huzuru bulunursa olabilir. Eğer kalp gafil ise, '(Yâ rabbî!) Bizi dosdoğru yola hidayet et!' demenin ne faydası vardır?
Dua ve tazarru kastedilmedikçe dilin gafletle kıpırdanması zorluğuna katlanmanın ne mânâsı olabilir? Hele bu kabil kıpırdanmayı âdet edindikten sonra hiç de faydası olamaz. İşte zikirlerin hükmü budur. Bu hakikatlerden daha öteye giderek derim ki: Eğer birisi, Falan adama teşekkür edeceğim, kendisini övmek suretiyle ondan ihtiyacımı gidermesini isteyeceğim' diyerek yemin etse, sonra da bu mânâları ifade eden kelimeleri uykuda iken (tesadüfen) söylese yeminini yerine getirmiş sayılmaz.
Hatta isteğini karanlıkta tekrarladığı zaman o adam da orada bulunsa, fakat kendisi onun orada olduğundan haberi olmasa ve onu görmese yine yeminini yerine getirmiş sayılmaz. Çünkü kasdettiği adam kalbinde hazır olmadıkça konuşması ona hitap etmek sayılmaz. Eğer kasdettiği kimsenin de bulunduğu bir anda güpe gündüz herhangi bir fikirle meşgul olup konuşurken gayesi o adam olmadığı halde bu kelimeler ağzından çıksa yine de yeminin mesuliyetinden kurtulmuş sayılmaz.
Kıraat ve zikirlerden gaye, hamd, senâ, tazarru ve dua olduğunda zerre kadar şek ve şüphe yoktur. Burada muhatap, Allah Teâlâ'dır. Bu bakımdan bu gafil adamın kalbi, gaflet perdesi ile örtülü olduğundan (mânen) O'nu görüp müşahede edemez. Muhatabı bulunan Allah Teâlâ'dan gafildir. Fakat âdet yerini bulsun diye lisanı hareket eder.
Bu gaflet hali, imanın yerleşmesi, Allah Teâlâ'nın anılmasının yenilenmesi ve kalbin dünya paslarından temizlenmesi için, farz kılınan namazın gayesinden çok uzaktır. Kıraat ve zikrin hükmü işte budur.
Kısaca bu özelliğin konuşmada bulunması ve fiilden ayrı bir varlık olması inkâr kabul etmez bir hakikattir.
Rükû ve secdeye gelince, şüphe yoktur ki, bunlardan gaye Allah'ı tâzimdir. Bu bakımdan eğer O'ndan gafil olduğu halde Allah'ı fiille tâzim etmek câiz olsaydı, önüne konan putu da tabiî fiilleriyle, bilmeyerek tâzimi de hâşâ mümkün olurdu veya kendisinden gafil bulunduğu ve tâzimini aklından bile geçirmediği, önündeki duvarı tâzim etmesi de sözkonusu olurdu.
Gafletle yapılan rükû ve secdeden tâzim ruhu çıktıktan sonra, belini ve başını hareket ettirmekten başka bir mânâsı kalmaz. Böyle bir harekette imtihana değer bir meşakkat (eğer tâzim ruhu olmazsa) yoktur ki, bu hareket dinin direği, küfür ile İslâm'ın arasını ayırt eden alâmet olup, mertebece hac vesair ibâdetlerden önce gelsin; onu tembellikle terkedenin (had için) katli vâcip olsun. Namaza verilen bu büyüklük ve önemin, sadece zahirî amellerinden dolayı olup bunda kendisinden kastedilen münacaatın rolü bulunmadığı kanaatinde değilim. Namaz derece bakımından oruçtan, zekât, hacc ve sair ibâdetten ve hatta, hakkında 'Elbette kurbanların ne etleri, ne de kanları Allah'a erişmez. (Allah katında makbul olmaz.) Fakat Allah'a sizden ancak takvâ ulaşır' (Hac/37) ayeti nâzil olan ve maldan eksiklik hesabıyla nefisle mücahede sayılan kurbanlardan da ilerdedir.
Takvâ, kalbe üstün gelip Allah'ın yüce emirlerini yapmaya zorlayan sıfattır. Allah tarafından makbul ve matlup olan da budur. Hâl böyle iken nasıl olur da fiillerinden gafil olunan bir namaz emrolunur? Kalp huzurunun namazda mânen şart olduğuna delâlet eden delil, işte bu zikrettiğimiz gerçektir. Şayet "Kalp huzurunu namazın sıhhati için şart koşup bu huzur bulunmadığı takdirde namaz bâtıldır hükmünle, 'Kalp huzuru sadece tekbir alırken şarttır' diyen fukahânın icmaına muhalefet etmiş oluyorsun" dersen, bil ki, İlim bölümünde fakihlerin kalbe müdahale etmeye yetkili olmadıklarını, kalbi yarıp bakmaya ve âhirete götüren yolda söz söylemeye salâhiyetleri bulunmadığını, ancak dinin zâhir hükümlerini âzaların zâhir amellerine bina etmeye yetkili bulunduklarını kaydetmiştik.
Amellerin zâhirî icrası, ancak ölüm cezasının kalkmasına, hükümdarın (icra organının) takbih ve ta'zir cezalarının düşüşüne kâfidir. Fakat bu zâhirî amel âhirette fayda verir mi vermez mi, bu konu fıkhın hududu dışındadır. Kaldı ki, huzur-u kalbin namazda sadece tekbir alınacağı sırada şart olup diğer zamanlarda şart olmadığında fakihlerin icmaı bulunduğunu iddia etmek de mümkün değildir. Çünkü Ebu Talib el-Mekkî, Süfyan es-Sevrî yoluyla Bişr el-Hafî'den 'Korkmayanın namazı fasiddir..' hükmünü rivayet etmektedir.
Hasan Basrî'nin 'Kalp huzurundan yoksun olarak kılınan namaz, rahmetten ziyade ceza ve ukûbâtı celbeder' dediği rivayet edilmektedir.
Muaz b. Cebel (r.a) 'Namazda iken sağında ve solunda cereyan eden şeyleri anlamaya çalışan kişinin namazı, namaz sayılmaz' buyurmuştur.
Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: Kul bazan namaz kılar; fakat namazın altıda biri, hatta onda biri kendisi için yazılmaz. Kişinin namazından ancak anlayıp idrak ettiği kadarı kendisi için yazılır...83
Eğer bu sözü, Hz. Peygamber'den başkası söylemiş olsaydı, muhakkak bir mezheb ittihaz edilirdi. Kaldı ki Hz. Peygamber'den gelmiştir, nasıl olur da kabul edilmez?
Abdülvahid b. Zeyd84 (r.a) 'Ulemanın ittifakıyla sabit olmuştur ki, kişinin namazından ancak anladığı kadarı defterine yazılır' buyurmuştur. Dikkat edildiğinde görülür ki; Abdülvahid de ulemânın, kalp huzurunun namaz boyunca şart olduğu hususunda ittifak ettiğini nakletmektedir. Muttakî fakihlerin ve âhiret âlimlerinin bu konudaki hükümleri sayılamayacak derecede çoktur.
Hak, şer'î delillere dönmektir. Bu şartın gerekliliğini belirten eser ve haberlerin açık olmasına rağmen zahirî teklif hususunda fetvâ, halkın kusurlu olduğu gözönünde bulundurularak takdir edilir. Her insana, namaz boyunca kalp huzuru şart koşulamaz; çünkü müstesna bir azınlık hariç, bu yükün taşınmasında bütün insanlar âciz kalır.
Zaruretten ötürü namaz boyunca huzur mümkün olmadığı takdirde buna katılmaktan başka çare bulunmaz. Ancak bir lahza da olsa huzur ismini taşıyan bir halin bulunması şart koşulmuştur. Huzurun bulunması için en müsait zaman da tekbir getirilme vaktidir. Bunun için biz de ancak bu vakitte huzur ile mükellef olduğumuzu kaydederek kısa kestik. Buna rağmen ümidimiz şudur ki: Bütün namazı boyunca gafil bulunan bir kimsenin hali, namazı büsbütün terkedenin hâli gibi değildir; çünkü gafil, namazını zâhiren edâ edip bir an için de olsa kalp huzuruna varır. Nasıl böyle kabul edilmesin ki? Halbuki unutarak abdestsiz namaz kılan bir kimsenin namazı, her ne kadar fasid ise de, ibadet yaptığından dolayı, kusuru ve özrü kadar da olsa bir ecri vardır. Bu ümide rağmen gaflet ile namaz kılanın halinin büsbütün terkedenin halinden daha şiddetli olmasından da korkulur.
Korkulur; çünkü padişahın hizmetinde bulunup, huzuru ihlâl edici ve küçük düşürücü gafilin konuşması ve gevşek hali, hizmetten tamamen kaçanın halinden daha berbattır. Korku ve ümit sebepleri çatıştığı ve durumun tehlike arzettiği bir zamanda ihtiyatlı ve müsamahakâr davranmak sana aittir; istediğini seçebilirsin. Bütün bunlarla beraber fukahanın gaflet ile kılınan namazın sahih oluşuna dair verdikleri fetvâya muhalefet etmek niyetinde de değilim. Daha önce işaret edildiği gibi, bu hüküm fetvânın zaruretindendir.
Namazın sırrını bilen, gafletin namaza zıt düştüğünü de bilir. Fakat akaid kaideleri bahsinde zahir ve bâtın ilimlerinin farklılığını belirtirken, şeriatın görünen her sır ve hikmetini söylemeye mâni olan sebeplerden birinin de halkın anlayışındaki kusurun olduğunu söylemiştik.
Bu konuyu, bu kadarla kapatalım. Çünkü âhiret yolunun yolcusuna bu kadarı yeter de artar bile. Fazla mücadeleye hevesli olan münakaşacıya gelince, biz şimdilik ona hitap etmeye niyetli değiliz.
Kısacası kalp huzuru, namazın ruhudur. Bu ruhun idamesi en azından tekbir alındığı zaman bulunmasına bağlıdır. Tekbir anında huzurun eksikliği ruhun helâk olması demektir. Huzur, namazın parçalarında ne derece ise ruh da o nisbette gelişir. Ölüye yakın nice hareketsiz diri vardır. Bütün namaz boyunca gafil olup sadece tekbir alınırken huzura kavuşanın namazı, hareketsiz diriye benzer. Allah'tan yardımını talep ederiz.
80)Nesâî, İbn Mâce, (Ebu Hüreyre'den; hasen bir senedle) 81)Irâkî, merfû olarak görmediğini söylemektedir. 82)Buhârî ve Müslim, (Enes'den) 83)Ebu Dâvud, Nesâî ve İbn Hibban, (Ammar b. Yâsir'den) 84)Abdülvahid, Basralı olup tâbiîn ulemasından müttaki ve âlim bir zâttır.
Namazın Tamamlayıcısı Olan Bâtınî Mânâlar[düzenle]
Bu mânâların tafsilâtlı beyanı, uzun ibarelere muhtaçtır. Fakat hülâsası altı cümle ile şu şekilde ifade edilebilir: 1. Kalp huzuru 2. Tefehhüm (anlayış) 3. Tâzim 4. Heybet 5. Reca 6. Haya
Önce bunların tafsilâtını, sonra sebeplerini, daha sonra da nasıl elde edileceklerini beyân edelim.
Kalp Huzuru Kalp huzurundan gayemiz; kişinin kalbinin, yaptığı ibadet ve okuduğu Kur'an'dan başka herşeyden tahliye edilmesiyle birlikte yaptığı hareket ve okuduğu Kur'an'ın bilgisiyle dolmasıdır. Beden bunları yaparken fikir de başka şeylerle meşgul olmamalıdır. Fikir başka şeylerle meşgul olduğu halde kalp, yaptıklarını hatırdan çıkarmasa tamamen gafil sayılmadığı gibi kalp huzuru da hasıl olmuş sayılır. Kelâmın mânâsını anlamak ise, kalp huzurunun da ötesinde birşeydir.
Tefehhüm Kalp huzuru, genellikle lâfzın mânâsıyla değil, mücerred lâfızla beraber olur. Bu bakımdan ancak kalbin mânâyı kapsamasına 'tefehhüm' denir ki biz de tefehhümden bu mânâyı kasdediyoruz. Bu makamda, insanlar çeşitli derecelere sahiptir. Çünkü okunan tesbihlerin ve Kur'an'ın mânâlarını anlamakta bütün insanlar aynı seviyede değillerdir. Nice mânâlar vardır ki, namaz kılan zat, onları ancak namaz esnasında anlayıp kavrar. Namaz dışında ise bu mânâlardan haberdar değildir; hatta kalbine bile gelmez. İşte bu cihetten namaz insanı fuhşiyat ve münkerâttan alıkor; zira yüzdeyüz fuhşiyatı meneden birtakım emirleri vardır.
Tâzim Anlayış ve kalp huzurunun da ötesinde bulunan bir emirdir. Çünkü kişi bazen kölesine kalben hazır olduğu ve mânâsını da anladığı birtakım sözler söyler. Bunu yaparken de kalbinde kölesini büyütücü bir emir de mevcut bulunmamaktadır. Bu bakımdan bir kimseyi tâzim, kalp huzuru ile beraber anlayışın da ötesinde bulunan bir mânâ belirtmek demektir.
Heybet Heybet, tâzim'in ötesinde bulunan bir emirdir. Heybet, menşei tâzim olan korku demektir; çünkü korkmayan bir kimseye heybet edici denilemez. Ancak akrepten veya kölenin kötü ahlâkı ve benzeri hasis sebeplerden korkmaya da heybet adı verilemez. Aksine azametli sultandan korkmaya 'heybet' denilir. Heybet, menşei iclâl (büyüklük) olan korku demektir.
Reca Reca'nın, söylenen bütün mânâların ötesinde bulunan bir husus olduğu şüphe götürmez bir hakikattir. Çünkü nice kimseler vardır ki padişahlardan birisine tâzimde bulunur, onun saltanat" ve savletinden korkar; fakat buna rağmen, ondan herhangi birşey ummaz, Oysa bir kula en yakışır hareket, namazıyla, Allah Teâlâ'nın sevabını ummaktır. Nitekim kusurlarından dolayı Allah Teâlâ'nın ikabından korktuğu gibi.
Haya Zikrolunan bütün bu mânâlardan ötede bulunan bir mânâdır. Zira hayanın dayandığı temel, kusurlu oluşun sezilişi ve günahkârlığın anlaşılmasıdır. Kusurluluk anlaşılmadığı takdirde hayanın, haya olmaksızın da reca, korku ve tâzimin bulunması tasavvur edilebilir mi?
Bu mânâların tafsilâtlı beyanı, uzun ibarelere muhtaçtır. Fakat hülâsası altı cümle ile şu şekilde ifade edilebilir: 1. Kalp huzuru 2. Tefehhüm (anlayış) 3. Tâzim 4. Heybet 5. Reca 6. Haya
Önce bunların tafsilâtını, sonra sebeplerini, daha sonra da nasıl elde edileceklerini beyân edelim.
Kalp Huzuru Kalp huzurundan gayemiz; kişinin kalbinin, yaptığı ibadet ve okuduğu Kur'an'dan başka herşeyden tahliye edilmesiyle birlikte yaptığı hareket ve okuduğu Kur'an'ın bilgisiyle dolmasıdır. Beden bunları yaparken fikir de başka şeylerle meşgul olmamalıdır. Fikir başka şeylerle meşgul olduğu halde kalp, yaptıklarını hatırdan çıkarmasa tamamen gafil sayılmadığı gibi kalp huzuru da hasıl olmuş sayılır. Kelâmın mânâsını anlamak ise, kalp huzurunun da ötesinde birşeydir.
Tefehhüm Kalp huzuru, genellikle lâfzın mânâsıyla değil, mücerred lâfızla beraber olur. Bu bakımdan ancak kalbin mânâyı kapsamasına 'tefehhüm' denir ki biz de tefehhümden bu mânâyı kasdediyoruz. Bu makamda, insanlar çeşitli derecelere sahiptir. Çünkü okunan tesbihlerin ve Kur'an'ın mânâlarını anlamakta bütün insanlar aynı seviyede değillerdir. Nice mânâlar vardır ki, namaz kılan zat, onları ancak namaz esnasında anlayıp kavrar. Namaz dışında ise bu mânâlardan haberdar değildir; hatta kalbine bile gelmez. İşte bu cihetten namaz insanı fuhşiyat ve münkerâttan alıkor; zira yüzdeyüz fuhşiyatı meneden birtakım emirleri vardır.
Tâzim Anlayış ve kalp huzurunun da ötesinde bulunan bir emirdir. Çünkü kişi bazen kölesine kalben hazır olduğu ve mânâsını da anladığı birtakım sözler söyler. Bunu yaparken de kalbinde kölesini büyütücü bir emir de mevcut bulunmamaktadır. Bu bakımdan bir kimseyi tâzim, kalp huzuru ile beraber anlayışın da ötesinde bulunan bir mânâ belirtmek demektir.
Heybet Heybet, tâzim'in ötesinde bulunan bir emirdir. Heybet, menşei tâzim olan korku demektir; çünkü korkmayan bir kimseye heybet edici denilemez. Ancak akrepten veya kölenin kötü ahlâkı ve benzeri hasis sebeplerden korkmaya da heybet adı verilemez. Aksine azametli sultandan korkmaya 'heybet' denilir. Heybet, menşei iclâl (büyüklük) olan korku demektir.
Reca Reca'nın, söylenen bütün mânâların ötesinde bulunan bir husus olduğu şüphe götürmez bir hakikattir. Çünkü nice kimseler vardır ki padişahlardan birisine tâzimde bulunur, onun saltanat" ve savletinden korkar; fakat buna rağmen, ondan herhangi birşey ummaz, Oysa bir kula en yakışır hareket, namazıyla, Allah Teâlâ'nın sevabını ummaktır. Nitekim kusurlarından dolayı Allah Teâlâ'nın ikabından korktuğu gibi.
Haya Zikrolunan bütün bu mânâlardan ötede bulunan bir mânâdır. Zira hayanın dayandığı temel, kusurlu oluşun sezilişi ve günahkârlığın anlaşılmasıdır. Kusurluluk anlaşılmadığı takdirde hayanın, haya olmaksızın da reca, korku ve tâzimin bulunması tasavvur edilebilir mi?
Bu Altı Mânânın Sebepleri[düzenle]
Kalp Huzuru'nun Sebebi Kalp huzurunun sebebi 'himmet'tir. Çünkü senin kalbin, himmetine tâbidir. Kalp, neye karşı ihtimam duyarsan ve seni en fazla ne alâkadar ederse ancak onunla hazır olabilir. Herhangi bir iş seni sıkı bir şekilde ilgilendirirse,ister istemez kalbin orada da hazır bulunur; kalp bu şekilde yaratılmış, tasvir edilmiş ve musahhar kılınmıştır. Kalp namazda hazır değilse, faaliyetten düşmüş sayılmaz. Aksine o zaman da himmetinin sarfolunduğu dünya emirlerinde cevelân etmektedir. Kalbin izharı için gerekli çare, himmetini namaza sarfetmendir. İstenilen hedefin namaza bağlı olduğunu idrâk etmedikçe himmetini namaza sarfetmeye muvaffak olamazsın. Şöyle ki, âhiretin daha hayırlı ve devamlı olduğuna inanacak, buna götüren yolun da namaz olduğunu kabul edeceksin. Bu hakîkat, dünyanın, ahirete nisbetle hakir ve dünya hayatının da geçici olduğu bilgisine bağlandığı zaman, bütün bunlardan fâriğ olup namazda kalp huzuru hâsıl olur.
Sana ne zarar ve ne de kâr getirmeyecek olan bazı büyüklerin huzurunda bile bu gibi bir düşünce ile kalp huzurunu temin edebilirsin. Bu bakımdan padişahların padişahına ki dünya ve ahiretin, menfaat ve kârı O'nun kudret elindedir onunla münacat ederken bu çeşit düşünce ile dahi kalp huzurunu kazanamazsan sakın bunu iman zaafiyetinden başka bir illete bağlama, derhal imanının takviyesine çalış!İmanın takviyesinin yolu kitabımızın başka bölümlerinde belirtilmiştir.
Tefehhüm'ün Sebebi Bunun sebebi, kalp huzuru temin edildikten sonra düşünce ve zihni, devamlı olarak mânâyı idrâk etmeye sarfetmektir. Bu halin temini ve tedâvisi, kalbin ihzarında kullanılan tedavi formülüyle beraber düşünceye yönelmek, ve vesveseleri bertaraf etmeye gayret sarfetmektir. İnsanoğlunu hakikatten ayıran vesveselerin bertaraf edilmesi ve bu hastalığın tedavisi, onun sebeplerini kökünden kesmekle mümkün olabilir. (Yani vesveselere sürükleyen sebeplerden el çekmekle mümkün olur).
Çünkü insan kalbinden bu sebeplerin kökü kesilmedikçe sonuçları onlara karşı olan vesveselerden kurtulmaya imkân bulunmaz. Birşeyi fazla seven insan, onu daima hatırlar. Mahbubun hatırlanması da ister istemez kalbe hücum eder. İşte bu sırra binaendir ki, Allah'tan başkasını sevenin ibadeti, vesveselerden bir türlü kurtulamaz.
Tâzim'in Sebebi Tâzim, kalbî bir haldir ve iki mârifetten doğmaktadır. A) Allah'ın celâl ve azametinin mârifetidir. Bu mârifet imanın esaslarındandır; çünkü azametine inanılmayan bir varlığın büyüklüğü nefse kabul ettirilemez. B) Nefsin hakir, hasis, musahhar ve büyütülmüş bir köle olduğunu bilmek mârifetidir. Böylece, bu iki mârifetten Allah'a karşı meskenet, zillet ve Allah'tan korkmak duygusu doğmuş olur. İşte bu tür bir duyguya 'tâzim' denir. Nefsin hakirliği mârifeti ile Allah'ın celâlinin mârifeti mezcedilmedikçe tâzim ve huşû hali meydana gelmez. Çünkü başkasına muhtaç olmayan ve nefsinden emin olan bir kimsenin, muhtaç olmadığı bir zatın büyüklüğüne delâlet eden sıfatlarını bildiği halde, ona karşı huşû ve tâzim beslememesi câiz ve mümkündür. Çünkü tâzim ve huşûu duyması için kendi nefsinin hakir ve muhtaç bir durumda olduğunu bilmesi lâzımdır.
Heybet'in Sebebi Bu, nefiste beliren bir haldir. Bu hal, Allah Teâlâ'nın kudret, satvet ve kâinattaki meşiyetinin, kâinata değer vermeksizin tenfiz edilmesinden doğar. Aynı şekilde bu hal, 'Allah Teâlâ, geçmiş ve geleceklerin tamamını helâk etse mülkünden bir zerre dahi eksilmeyecektir' hakîkatiyle beraber peygamberler ve velîlerin başına gelen musibet ve çeşitli belâların düşünülmesinden neş'et etmektedir. Halbuki bu musibet ve belâları rahatlıkla defetmeye muktedir olduğu ve bu konuda dünya padişahlarının tam aksine yetkili bulunduğu da inkâr edilemez bir hakikattir. Çünkü dünya padişahlarının hazineleri, vermekle tükenir ve gelen belâları defetmeye de her zaman için muktedir olamazlar.
Kısacası Allah'ı bilme sıfatı arttıkça korku ve heybet de o nisbette artar. Münciyât bölümünün 'Korku ve Heybet' kısmında bunun sebepleri genişçe izah edilecektir.
Reca'nın Sebebi Allah'ın lutfunu, keremini, nimetlerinin umumîliğini, sanatının inceliklerini bilmek, namaza karşılık cennet va'dinin doğruluğuna inanmaktır. Allah'ın bu va'dine inanılır ve lütfu bilinirse o zaman bu ikisinin biraraya gelmesinden kaçınılmaz olarak ümit ve reca doğup meydana gelir.
Haya'nın Sebebi İbâdet konusundaki kusurunu anlamak ve idrâk, Allah Teâlâ'nın büyük olan hakkının edasından acizliğini bilmek demektir. Bu sebep, nefsin ayıplarını, âfetlerini, ihlâsının azlığını, kötülüğünü, bütün fiillerinde geçici şeylere daha meyilli olduğunu bilmekle daha da gelişip takviye olunmaktadır.
Bununla beraber Allah Teâlâ'nın celâlinin gerektirdiği büyüklüğünü bilip, Allah'ın ne kadar ince ve gizli olurlarsa olsunlar kalbin vesveselerine ve her gizliye muttalî olduğunu bilmek de bu sebebi kuvvetlendirmektedir. Bu bilgiler yakînen var olduktan sonra haya diye adlandırılan hal zaruri olarak doğar insanda...
İşte bu sıfatların sebepleri bunlardır, elde edilmesi istenilen her sıfatın tedavisi ancak sebebinin ihzar edilmesiyle mümkündür. Bu bağlamdan sebebin bilinmesi, tedavinin de bilinmesi demektir. Bütün bu sebepleri bağlayıcı vasıf önce iman, sonra yakîndir. Yakîn 'den gayem; beyan ettiğim bütün bu bilgilerin mecmûudur. Bunlara yakîn demenin mânâsı, şüphenin ortadan kalkması, İlim kitabının Yakîn bahsinde geçtiği gibi bu bilgilerin kalbi istilâ etmesi demektir. Kalp ancak yakîn nisbetinde korkar.
İşte bu sırra binaen Hz. Aişe 'Allah Rasûlü bizimle, biz de onunla konuşurduk. Namaz vakti geldiğinde ise sanki ne o bizi, ne de biz onu tanımaz olurduk' buyurmuştur.
Rivayet edildiğine göre Allah Teâlâ, kulu Musa'ya (a.s) şöyle vahyetmiştir: Ey Musa! Beni, azaların tirtir titrediği halde yâdet. Beni yâdettiğinde kalbin mutmain olup korku ile dolsun. Beni zikrettiğin zaman dilini kalbinin ötesinde kıl. Huzurumda zelil köleler gibi kararlı ol. Kork ve benimle sıdk diliyle konuş!
Yine rivayet edildiğine göre, Allah Teâlâ, kulu Musa'ya (a.s) şöyle vahyetmiştir: Ümmetinin âsilerine söyle ki, beni zikretmesinler. Çünkü ben nefsime (zâtıma); beni yâdedeni yâdetme vazifesini yük-ledim. Bu bakımdan ümmetinin âsileri beni isyân anında yâdettikleri zaman, ben de kendilerini lânet ile yâdederim. Allah Teâlâ'nın bu hükmü, zikrinden gafil olmayan âsiler hakkında vârid olmuştur. Acaba isyan ve gaflet bir araya gelirse durum nasıl olur?
Kalpler hakkında zikrettiğimiz mânâlara göre insanlar şu kısımlara ayrılır: 1. Namazını tam kılan ve namazda bir lahza dahi olsun kalp huzuruna ermeyen gafil. 2. Namazı tam kılan ve kalbi bir lahza dahi olsun gâib olmayan, aksine namaz boyunca ihtimam ile dolu bulunan, hatta namazla meşgul olduğu için etrafında cereyan eden hâdiselerle hiç ilgilenmeyen kimse. İşte bu sırra binaendir ki Müslim b. Yesar, Basra camiinde namaz kılarken yıkılan cami duvarından habersiz olarak namazına devam etmiş ve ancak insanların 'geçmiş olsun' dileklerinden sonra haberdar olmuştur.
Selef-i sâlibinden Said b. Müseyyeb, uzun bir müddet (bu müddet, Ebu Talib el-Mekkî'nin Kut'ul-Kulub adlı eserinde 40 yıl olarak belirtilmiştir) cemaata devam ettiği halde sağında ve solunda namaz kılanları hiçbir zaman tanımamıştır.
Hz. İbrahim'in namazda iken korkudan kalbinin sesi, iki mil mesafeden duyulurmuş...
Selef-i sâlihînin bazıları namaza durdukları zaman yüzleri sarararak, tirtir titremeye başlarlardı. - Bütün bu hâdiselerin gerçekleşmesi çok tabidir. Çünkü bu hâdiselerin binlerce emsâli, kendisini dünyaya kaptıran, âciz, zayıf ve atiyyeleri cılız olan dünya hükümdarlarından korkan kimselerde dahi müşahede edilmektedir. Hatta bir padişahın veya bir vezirin huzuruna girip ona ihtiyacını arzettikten sonra çıkan birisine 'Sen padişahın veya vezirin huzuruna girerken sağında veya solunda kimler vardı veya padişahın sırtındaki elbise nasıldı?' diye sorulsa, himmetini elbiselere bakmaktan ve etrafındaki insanları süzmek-ten çevirip, sadece ihtiyacıyla meşgul ettiği için etrafındakiler ve elbiselerini tarif etmekten aciz kalır.
Bu bakımdan her mukallidin amel dereceleri farklıdır. Kişinin namazından nasibi, korkusu, huşûu ve tâzimi nisbetindedir; çünkü Allah Teâlâ'nın nazargâhı kalplerdir. Allah zahirî hareketlere bakmaz. İşte bu sırra binaen bir sahabî şöyle demiştir: 'İnsanlar kıyamet gününde namazlarının hey'etleri olan itminan, itidal, zevk ve lezzet almak hey'etlerinin benzeri ile haşrolunur'.
Bu kanaati ibrâz eden zat, doğru söylemiştir. Çünkü insanlar dünyada hangi hey'et üzerinde ölmüş ise aynı hey'ette, dünyada hangi durumda yaşamışsa aynı durumda haşrolunurlar. Bu hususta şahsın zâhiri ile ilgili durumlar nazar-ı itibara alınmaz; aksine kalbinin hali dikkate alınır. Bu bakımdan âhiret evinde insanların sîretleri, kalplerinin sıfatlarına göre teşekkül eder. Ancak Allah'ın huzuruna sağlam bir kalp ile gelen kimse kurtulur. Allah'tan lütuf ve keremiyle güzel tevfîkini ümit ederiz.
Kalp Huzuru'nun Sebebi Kalp huzurunun sebebi 'himmet'tir. Çünkü senin kalbin, himmetine tâbidir. Kalp, neye karşı ihtimam duyarsan ve seni en fazla ne alâkadar ederse ancak onunla hazır olabilir. Herhangi bir iş seni sıkı bir şekilde ilgilendirirse,ister istemez kalbin orada da hazır bulunur; kalp bu şekilde yaratılmış, tasvir edilmiş ve musahhar kılınmıştır. Kalp namazda hazır değilse, faaliyetten düşmüş sayılmaz. Aksine o zaman da himmetinin sarfolunduğu dünya emirlerinde cevelân etmektedir. Kalbin izharı için gerekli çare, himmetini namaza sarfetmendir. İstenilen hedefin namaza bağlı olduğunu idrâk etmedikçe himmetini namaza sarfetmeye muvaffak olamazsın. Şöyle ki, âhiretin daha hayırlı ve devamlı olduğuna inanacak, buna götüren yolun da namaz olduğunu kabul edeceksin. Bu hakîkat, dünyanın, ahirete nisbetle hakir ve dünya hayatının da geçici olduğu bilgisine bağlandığı zaman, bütün bunlardan fâriğ olup namazda kalp huzuru hâsıl olur.
Sana ne zarar ve ne de kâr getirmeyecek olan bazı büyüklerin huzurunda bile bu gibi bir düşünce ile kalp huzurunu temin edebilirsin. Bu bakımdan padişahların padişahına ki dünya ve ahiretin, menfaat ve kârı O'nun kudret elindedir onunla münacat ederken bu çeşit düşünce ile dahi kalp huzurunu kazanamazsan sakın bunu iman zaafiyetinden başka bir illete bağlama, derhal imanının takviyesine çalış!İmanın takviyesinin yolu kitabımızın başka bölümlerinde belirtilmiştir.
Tefehhüm'ün Sebebi Bunun sebebi, kalp huzuru temin edildikten sonra düşünce ve zihni, devamlı olarak mânâyı idrâk etmeye sarfetmektir. Bu halin temini ve tedâvisi, kalbin ihzarında kullanılan tedavi formülüyle beraber düşünceye yönelmek, ve vesveseleri bertaraf etmeye gayret sarfetmektir. İnsanoğlunu hakikatten ayıran vesveselerin bertaraf edilmesi ve bu hastalığın tedavisi, onun sebeplerini kökünden kesmekle mümkün olabilir. (Yani vesveselere sürükleyen sebeplerden el çekmekle mümkün olur).
Çünkü insan kalbinden bu sebeplerin kökü kesilmedikçe sonuçları onlara karşı olan vesveselerden kurtulmaya imkân bulunmaz. Birşeyi fazla seven insan, onu daima hatırlar. Mahbubun hatırlanması da ister istemez kalbe hücum eder. İşte bu sırra binaendir ki, Allah'tan başkasını sevenin ibadeti, vesveselerden bir türlü kurtulamaz.
Tâzim'in Sebebi Tâzim, kalbî bir haldir ve iki mârifetten doğmaktadır. A) Allah'ın celâl ve azametinin mârifetidir. Bu mârifet imanın esaslarındandır; çünkü azametine inanılmayan bir varlığın büyüklüğü nefse kabul ettirilemez. B) Nefsin hakir, hasis, musahhar ve büyütülmüş bir köle olduğunu bilmek mârifetidir. Böylece, bu iki mârifetten Allah'a karşı meskenet, zillet ve Allah'tan korkmak duygusu doğmuş olur. İşte bu tür bir duyguya 'tâzim' denir. Nefsin hakirliği mârifeti ile Allah'ın celâlinin mârifeti mezcedilmedikçe tâzim ve huşû hali meydana gelmez. Çünkü başkasına muhtaç olmayan ve nefsinden emin olan bir kimsenin, muhtaç olmadığı bir zatın büyüklüğüne delâlet eden sıfatlarını bildiği halde, ona karşı huşû ve tâzim beslememesi câiz ve mümkündür. Çünkü tâzim ve huşûu duyması için kendi nefsinin hakir ve muhtaç bir durumda olduğunu bilmesi lâzımdır.
Heybet'in Sebebi Bu, nefiste beliren bir haldir. Bu hal, Allah Teâlâ'nın kudret, satvet ve kâinattaki meşiyetinin, kâinata değer vermeksizin tenfiz edilmesinden doğar. Aynı şekilde bu hal, 'Allah Teâlâ, geçmiş ve geleceklerin tamamını helâk etse mülkünden bir zerre dahi eksilmeyecektir' hakîkatiyle beraber peygamberler ve velîlerin başına gelen musibet ve çeşitli belâların düşünülmesinden neş'et etmektedir. Halbuki bu musibet ve belâları rahatlıkla defetmeye muktedir olduğu ve bu konuda dünya padişahlarının tam aksine yetkili bulunduğu da inkâr edilemez bir hakikattir. Çünkü dünya padişahlarının hazineleri, vermekle tükenir ve gelen belâları defetmeye de her zaman için muktedir olamazlar.
Kısacası Allah'ı bilme sıfatı arttıkça korku ve heybet de o nisbette artar. Münciyât bölümünün 'Korku ve Heybet' kısmında bunun sebepleri genişçe izah edilecektir.
Reca'nın Sebebi Allah'ın lutfunu, keremini, nimetlerinin umumîliğini, sanatının inceliklerini bilmek, namaza karşılık cennet va'dinin doğruluğuna inanmaktır. Allah'ın bu va'dine inanılır ve lütfu bilinirse o zaman bu ikisinin biraraya gelmesinden kaçınılmaz olarak ümit ve reca doğup meydana gelir.
Haya'nın Sebebi İbâdet konusundaki kusurunu anlamak ve idrâk, Allah Teâlâ'nın büyük olan hakkının edasından acizliğini bilmek demektir. Bu sebep, nefsin ayıplarını, âfetlerini, ihlâsının azlığını, kötülüğünü, bütün fiillerinde geçici şeylere daha meyilli olduğunu bilmekle daha da gelişip takviye olunmaktadır.
Bununla beraber Allah Teâlâ'nın celâlinin gerektirdiği büyüklüğünü bilip, Allah'ın ne kadar ince ve gizli olurlarsa olsunlar kalbin vesveselerine ve her gizliye muttalî olduğunu bilmek de bu sebebi kuvvetlendirmektedir. Bu bilgiler yakînen var olduktan sonra haya diye adlandırılan hal zaruri olarak doğar insanda...
İşte bu sıfatların sebepleri bunlardır, elde edilmesi istenilen her sıfatın tedavisi ancak sebebinin ihzar edilmesiyle mümkündür. Bu bağlamdan sebebin bilinmesi, tedavinin de bilinmesi demektir. Bütün bu sebepleri bağlayıcı vasıf önce iman, sonra yakîndir. Yakîn 'den gayem; beyan ettiğim bütün bu bilgilerin mecmûudur. Bunlara yakîn demenin mânâsı, şüphenin ortadan kalkması, İlim kitabının Yakîn bahsinde geçtiği gibi bu bilgilerin kalbi istilâ etmesi demektir. Kalp ancak yakîn nisbetinde korkar.
İşte bu sırra binaen Hz. Aişe 'Allah Rasûlü bizimle, biz de onunla konuşurduk. Namaz vakti geldiğinde ise sanki ne o bizi, ne de biz onu tanımaz olurduk' buyurmuştur.
Rivayet edildiğine göre Allah Teâlâ, kulu Musa'ya (a.s) şöyle vahyetmiştir: Ey Musa! Beni, azaların tirtir titrediği halde yâdet. Beni yâdettiğinde kalbin mutmain olup korku ile dolsun. Beni zikrettiğin zaman dilini kalbinin ötesinde kıl. Huzurumda zelil köleler gibi kararlı ol. Kork ve benimle sıdk diliyle konuş!
Yine rivayet edildiğine göre, Allah Teâlâ, kulu Musa'ya (a.s) şöyle vahyetmiştir: Ümmetinin âsilerine söyle ki, beni zikretmesinler. Çünkü ben nefsime (zâtıma); beni yâdedeni yâdetme vazifesini yük-ledim. Bu bakımdan ümmetinin âsileri beni isyân anında yâdettikleri zaman, ben de kendilerini lânet ile yâdederim. Allah Teâlâ'nın bu hükmü, zikrinden gafil olmayan âsiler hakkında vârid olmuştur. Acaba isyan ve gaflet bir araya gelirse durum nasıl olur?
Kalpler hakkında zikrettiğimiz mânâlara göre insanlar şu kısımlara ayrılır: 1. Namazını tam kılan ve namazda bir lahza dahi olsun kalp huzuruna ermeyen gafil. 2. Namazı tam kılan ve kalbi bir lahza dahi olsun gâib olmayan, aksine namaz boyunca ihtimam ile dolu bulunan, hatta namazla meşgul olduğu için etrafında cereyan eden hâdiselerle hiç ilgilenmeyen kimse. İşte bu sırra binaendir ki Müslim b. Yesar, Basra camiinde namaz kılarken yıkılan cami duvarından habersiz olarak namazına devam etmiş ve ancak insanların 'geçmiş olsun' dileklerinden sonra haberdar olmuştur.
Selef-i sâlibinden Said b. Müseyyeb, uzun bir müddet (bu müddet, Ebu Talib el-Mekkî'nin Kut'ul-Kulub adlı eserinde 40 yıl olarak belirtilmiştir) cemaata devam ettiği halde sağında ve solunda namaz kılanları hiçbir zaman tanımamıştır.
Hz. İbrahim'in namazda iken korkudan kalbinin sesi, iki mil mesafeden duyulurmuş...
Selef-i sâlihînin bazıları namaza durdukları zaman yüzleri sarararak, tirtir titremeye başlarlardı. - Bütün bu hâdiselerin gerçekleşmesi çok tabidir. Çünkü bu hâdiselerin binlerce emsâli, kendisini dünyaya kaptıran, âciz, zayıf ve atiyyeleri cılız olan dünya hükümdarlarından korkan kimselerde dahi müşahede edilmektedir. Hatta bir padişahın veya bir vezirin huzuruna girip ona ihtiyacını arzettikten sonra çıkan birisine 'Sen padişahın veya vezirin huzuruna girerken sağında veya solunda kimler vardı veya padişahın sırtındaki elbise nasıldı?' diye sorulsa, himmetini elbiselere bakmaktan ve etrafındaki insanları süzmek-ten çevirip, sadece ihtiyacıyla meşgul ettiği için etrafındakiler ve elbiselerini tarif etmekten aciz kalır.
Bu bakımdan her mukallidin amel dereceleri farklıdır. Kişinin namazından nasibi, korkusu, huşûu ve tâzimi nisbetindedir; çünkü Allah Teâlâ'nın nazargâhı kalplerdir. Allah zahirî hareketlere bakmaz. İşte bu sırra binaen bir sahabî şöyle demiştir: 'İnsanlar kıyamet gününde namazlarının hey'etleri olan itminan, itidal, zevk ve lezzet almak hey'etlerinin benzeri ile haşrolunur'.
Bu kanaati ibrâz eden zat, doğru söylemiştir. Çünkü insanlar dünyada hangi hey'et üzerinde ölmüş ise aynı hey'ette, dünyada hangi durumda yaşamışsa aynı durumda haşrolunurlar. Bu hususta şahsın zâhiri ile ilgili durumlar nazar-ı itibara alınmaz; aksine kalbinin hali dikkate alınır. Bu bakımdan âhiret evinde insanların sîretleri, kalplerinin sıfatlarına göre teşekkül eder. Ancak Allah'ın huzuruna sağlam bir kalp ile gelen kimse kurtulur. Allah'tan lütuf ve keremiyle güzel tevfîkini ümit ederiz.
Kalp Huzuru'nu Temin Edecek Çareler[düzenle]
Mü'minin Allah'ı tâzim etmesi, Allah'tan korkması, rahmetini umması, kusurlu olduğu için O'ndan utanması ve iman ettikten sonra bu vasıflardan ayrılmaması gereklidir. Bu sıfatların, mü'mindeki kuvvet derecesi, yakînin kuvveti nisbetinde olmalıdır, Mü'minin namazda bu sıfatlardan ayrılmasının sebebi, fikrinin dağınıklığı, kalbinin münacaattan uzaklığı ve namazdan gafil oluşu olabilir. Mü'mini namaz hususunda gaflete düşüren ancak oyalayıcı vesveselerdir. Bu bakımdan kalbin ihzarı için faydalı olan tedavi, ancak bu vesveselerin defedilmesidir; zira sebebi ortadan kaldırılmadıkça birşeyin yokedilmesi mümkün değildir. O halde ortadan kaldırılması istenilen unsurun sebebini bilmelisin. Vesveselerin doğuş sebebi ya zâhirîdir ya da bâtınî (gizli )dir. Hâricî sebep, kulağın işittiği veya gözün gördüğü şeylerdir. Zira bu şeyler insanın himmetini elinden kaçırıp kendisine tâbi kılar ve istediği şekilde tasarruf eder. Bu tasarruftan sonra insan fikri, kendisini meşgul eden unsurdan bir başkasına intikal etmek suretiyle daldan dala atlar. Görmek ise, düşünmeye sebeptir. Düşüncelerin bir kısmı diğerinin doğmasına vesile olur. Niyeti kuvvetli ve himmeti yüce olan kimseyi, duyularının üzerinde cereyan eden hâdiseler meşgul edemez. Fakat zayıf bir insanı meşgul edeceği kesindir. Bunun tedavisi ise sözkonusu sebepleri önlemeye bağlıdır.
Şöyle ki, insan namaz kılarken gözünü kapatmalı veya namazı karanlık bir yerde kılmalıdır. Önünde hislerini meşgul edecek birşeyi bırakmadığı gibi namaz kılarken bir duvara yaklaşıp arada mesafede bırakmamalıdır. Umumî yolların kenarlarında namaz kılmaktan sakınmalı; bu vazifeyi nakışlı yerler ve boyalı sergiler üzerinde edâ etmekten kaçınmalıdır.
Bu hikmete binaen âbidler, ibadetlerini karanlık ve ancak secde edebilecekleri büyüklükteki yerlerde yaparlardı. Böylece huzurlarının dağılmasını önlerlerdi. Daha kuvvetli olanlar ise, camilere gidip, gözlerini kapatır, yalnızca secde mahallerine bakarlardı; namazın kemâlini de kişinin sağ ve solundaki insanları tanımamasında bulurlardı. İbn Ömer (r.a) namaz kıldığı yerde asılı bulunan mushaf veya kılıçları indirir ve yöneldiği duvarda yazı varsa silerdi.
Mü'minin Allah'ı tâzim etmesi, Allah'tan korkması, rahmetini umması, kusurlu olduğu için O'ndan utanması ve iman ettikten sonra bu vasıflardan ayrılmaması gereklidir. Bu sıfatların, mü'mindeki kuvvet derecesi, yakînin kuvveti nisbetinde olmalıdır, Mü'minin namazda bu sıfatlardan ayrılmasının sebebi, fikrinin dağınıklığı, kalbinin münacaattan uzaklığı ve namazdan gafil oluşu olabilir. Mü'mini namaz hususunda gaflete düşüren ancak oyalayıcı vesveselerdir. Bu bakımdan kalbin ihzarı için faydalı olan tedavi, ancak bu vesveselerin defedilmesidir; zira sebebi ortadan kaldırılmadıkça birşeyin yokedilmesi mümkün değildir. O halde ortadan kaldırılması istenilen unsurun sebebini bilmelisin. Vesveselerin doğuş sebebi ya zâhirîdir ya da bâtınî (gizli )dir. Hâricî sebep, kulağın işittiği veya gözün gördüğü şeylerdir. Zira bu şeyler insanın himmetini elinden kaçırıp kendisine tâbi kılar ve istediği şekilde tasarruf eder. Bu tasarruftan sonra insan fikri, kendisini meşgul eden unsurdan bir başkasına intikal etmek suretiyle daldan dala atlar. Görmek ise, düşünmeye sebeptir. Düşüncelerin bir kısmı diğerinin doğmasına vesile olur. Niyeti kuvvetli ve himmeti yüce olan kimseyi, duyularının üzerinde cereyan eden hâdiseler meşgul edemez. Fakat zayıf bir insanı meşgul edeceği kesindir. Bunun tedavisi ise sözkonusu sebepleri önlemeye bağlıdır.
Şöyle ki, insan namaz kılarken gözünü kapatmalı veya namazı karanlık bir yerde kılmalıdır. Önünde hislerini meşgul edecek birşeyi bırakmadığı gibi namaz kılarken bir duvara yaklaşıp arada mesafede bırakmamalıdır. Umumî yolların kenarlarında namaz kılmaktan sakınmalı; bu vazifeyi nakışlı yerler ve boyalı sergiler üzerinde edâ etmekten kaçınmalıdır.
Bu hikmete binaen âbidler, ibadetlerini karanlık ve ancak secde edebilecekleri büyüklükteki yerlerde yaparlardı. Böylece huzurlarının dağılmasını önlerlerdi. Daha kuvvetli olanlar ise, camilere gidip, gözlerini kapatır, yalnızca secde mahallerine bakarlardı; namazın kemâlini de kişinin sağ ve solundaki insanları tanımamasında bulurlardı. İbn Ömer (r.a) namaz kıldığı yerde asılı bulunan mushaf veya kılıçları indirir ve yöneldiği duvarda yazı varsa silerdi.
Bâtınî Sebepler[düzenle]
Bunlar kalbe, zâhirî sebeplerden daha fazla tesir ederler; zira himmeti dünya vâdilerinde dağılmış olan kimsenin düşüncesi hiçbir zaman bir merkezde toplanamaz; daimi bir şekilde daldan dala atlar. Böyle bir insan için gözlerin yumulması fayda vermez; çünkü namaza başlamadan evvel kalbine giren vesveseler kendisini meşgul etmeye kâfi gelir de artar bile... Böyle bir insan için çıkar yol, nefsini, namaz içinde okuduğu Kur'an'ın mânâsını anlamaya zorlaması ve onunla meşgul etmesidir. Tahrimi getirmezden evvel nefsine âhireti, Allah Teâlâ'ya münacaatta bulunmakta olduğunu, Allah huzurundaki duruşun tehlikesini ve kıyametin korkunç manzarasını hatırlatmak suretiyle namazda okunan Kur'an'ın anlaşılmasına yardımcı olabilir. Namaz için tahrim tekbirini almazdan önce, kalbe câzip görünüp, makbul olan dünyevî meşgaleleri oradan çıkarmaya çalışmalıdır. Kalbinin meşguliyetine sebep olacak hiçbir şeyi orada bırakmamaya dikkat etmelidir.
Hz. Peygamber Osman b. Ebî Şeybe'ye şöyle demiştir: 'Sana Kâbe-i Muazzama'nın içindeki çanağı örtmeni söylemeyi unuttum. (Onu muhakkak örtmelisin.) Zira halkın huzurunu kaçıracak birşeyin Kâbe'nin içerisinde bulunması uygun değildir'.85
Dağınık fikirlerin teskin yolu budur. Eğer kişinin dağınık fikirleri bu müsekkin ilâç ile sükûnete kavuşturulamazsa o zaman damarların derinliklerindeki hastalığın kökünü kesecek olan ishal edici devânın kullanılması şarttır:
Şöyle ki, kişi kalbin ihzarına engel olan ve kendisini meşgul eden sebeplere bakmalı ve düşünmelidir. O zaman görecektir ki, meşgul edici hadiselerin tamamı, insanın dünyevî isteklerine dönüşüp kendisini şehvet bakımından ilgilendiren mühim hâdiselerdir.
Bu bakımdan kendisine düşen ilk vazife, nefsini bu şehvetlerden kurtarmalı ve onlarla bağlarını koparmak suretiyle cezalandırmalıdır. O halde insanı namazdaki kalp huzurundan meşgul eden bir hâdise, dininin zıddı ve İblis'in (aleyhillâne) askeri kabul edilmelidir, İnsanın bu askeri içinde tutması çok zararlıdır. Onlardan ancak çıkarıp kovmak suretiyle kurtulabilir.
Nitekim şöyle bir rivayet nakledilmiştir: Hz. Peygamber kendisine Ebu Cehm86 tarafından getirilen siyah ve nakışlı bir aba ile namaz kıldı. Namazdan sonra bunu üzerinden çıkararak 'Bu abayı Ebu Cehm'e geri götürün; zira demin beni namazımdan meşgul etti. Bana Ebu Cehm'in nakışsız, enbicaniye adlı abasını getirin de onu giyeyim' buyurmuştur. Bir ara Hz. Peygamber ayakkabılarının (nalınlarının) bağlarının değiştirilmesini emir buyurmuştu. Fakat namazda yeni olan bu bağlar dikkatini dağıttı. Namazdan hemen sonra bu yeni sicimlerin sökülmesini ve yerlerine eskilerinin takılmasını emir buyurdular,87
Hz. Peygamber, yeni bir ayakkabı giymişti. Onun güzelliği çok hoşlarına gittiğinden, derhal şükür secdesine kapanarak akabinde şöyle buyurmuştur: Rabbimin bana buğzetmemesi için tevazuen secde ettim. Sonra nalınları çıkarıp ilk rastladığı fakire sadaka olarak verdi. Daha sonra da Hz. Ali'ye kendisi için, tabaklanmış sığır derisinden yapılmış bir çift nalını satın almasını emretmiş ve onları giymiştir.
Erkekler için haram olmadan önce Hz. Peygamber'in parmağında bir altın yüzük bulunuyordu. Bir gün minberde hutbe okumaktayken yüzüğü çıkartıp atarak şöyle buyurdu: Bu yüzük beni meşgul etti; çünkü bir ona bakıyorum, bir size...88
Rivayet ediliyor ki, Ebu Talha89 birgün içinde kocaman bir ağaç bulunan bahçesinde namaz kıldı. Bu arada ağacın dallarında uçuşup duran bir kuşcağız çok hoşuna gitti. Namazın içinde bir müddet onu seyretti ve bu yüzden de kaç rek'at kıldığını hatırlayamadı.
Bilâhare bu fitneyi Rasûlullah'a anlatarak şöyle dedi: 'Ey Allah'ın Rasûlü! Bu bahçe Allah rızası için sadakadır. Onu istediğin yere sarfedebilirsin90'
Başka bir zattan da şöyle rivayet edilmektedir: Bu zat, bahçesinde, hurma ağaçlarının meyve gerdanlıklarını takındıkları bir zamanda namaz kıldı. Bu sırada gözleri manzaranın güzelliğine takılarak kaç rek'at kıldığını unuttu. Daha sonra hadiseyi üçüncü halife Hz. Osman'a anlatarak: 'O bahçe sadakadır. Onu Allah yolunda sarfet' dedi. Hz. Osman da, o bahçeyi ellibin dirheme sattı.
İşte selef, huzur kaçıran fikrin kökünü kesmek için böyle yapar, namazlarının eksiklerine kefaret olsun diye bu şekilde hareket ederlerdi. Bu müzmin illetin kökünü kurutan tedavi ancak budur. Bundan başka herhangi bir tedavi bulunamamıştır.
Bizim belirttiğimiz yavaşça kabaran fikirleri teskin ve zikrin anlaşılmasına dalmak suretiyle yapılan tedavi ise ancak zayıf şehvetler ve kalbin etrafını meşgul eden himmetler için fayda vericidir. Kuvvetli ve keskin şehvetlere gelince; teskin, bu şehvetler için fayda verici değildir. Bu şehvet ile daimi bir muharebe halindesin. Sen onu, o seni çeker durursun. Sonunda o galip gelir ve böylece bütün namazın şehvet ile güreş halinde cereyan eder. Şöyle bir misâl verebiliriz:
Adamın biri bir ağacın altında oturmakta ve mefkûresini de her türlü meşgalelerden tasfiye etmek istemektedir. Fakat dal larda öten kuşların sesleri zihnini teşviş eder. O da elindeki sopa ile kuşları kovalar ve tekrar düşünceye dalar. Fakat kuşlar, biraz sonra yeniden dönerek onu yine meşgul ederler. Onları bir daha kovalar. Bunu görenler kendisine şöyle derler: 'Bu hareketin dolap beygirinin sonu gelmez dönüşüne benzemektedir. Eğer ciddi olarak kurtulmak istiyorsan ağacı kökünden kes'. İşte şehvetler ağacı da böyledir. Dallanıp budaklanınca üzerinde, tıpkı dallarda dolaşan kuşlar ya da pisliklerin etrafına toplanan sinekler gibi çeşitli fikirler uçuşur. Bunları uzaklaştırmak için uğraşmak da uzadıkça uzar; zira sinekler kovuldukça geri dönmektedir. İşte bunun içindir ki 'kovulmak' ve 'dönmek' mânâsına gelen zübab adını almıştır: Vesveseler de bunun gibidir...
Bu şehvetler çok fazladır. Onlardan arınmış insansa çok az bulunur. Bütün buşehvetleri derleyen bir kök vardır ki bu dünya sevgisidir. Dünya sevgisi her yanlışlığın başı, her eksikliğin esası ve her fesadın da menbaıdır.
Âhiret işlerinde yardımcı olsun diye değil, aksine başka gayeler için dünyaya meyleden ve iç âleminde dünya sevgisini biriktiren bir insan, namaz içindeki münacaatın kendisine lezzet vereceğini umarsa yanılmış olur. Çünkü dünyaya sevinen, Allah'a sevinmez ve O'nun münacaatı da böyle bir kimsenin hoşuna gitmez. Kişinin gözü ne ile nûrlanırsa himmeti de onunla beraberdir. Eğer gözü dünyadaysa şüphesiz bütün gayretini de dünyaya tahsis edecektir; fakat bununla beraber mücadeleyi tamamen terketmek de uygun bir hareket olmaz. Kalbini büsbütün namaza vermeyi, huzur-u kalbi bozan sebepleri azaltmaya gayret göstermeyi ihmal etmek de doğru değildir. Çünkü hastalığın kökünü kazıyacak acı ilâç ancak budur. Acı olduğu için de insanların hoşuna gitmemiş ve bu yüzden illet müzminleşerek kalmış ve gitgide daha da berbat olmuştur.
Ümmetin büyükleri bile nefislerinin dünyevî işlerle meşgul olmadığı bir anda, iki rek'at namaz kılmaya var kuvvetleriyle çaba sarfetmişler; fakat buna bir türlü muvaffak olamamışlardır. O halde bizim gibilerin muvaffak olması çok uzak bir ihtimaldir. Namazımızın yarısı veya üçte biri vesvesesiz geçebilse, bize kâfidir; çünkü böyle bir namazla hiç olmazsa sâlih ameli kötüsüne karıştıran günahkâr kullardan sayılmış olurduk.
Kısacası, dünya ve ahiretin kalpteki himmetleri, sirke dolu bir fincana dökülen suya benzer. Fincana ne kadar su dökülürse, şüphesiz o nisbette sirke dışarı çıkar; zira ikisi bir arada cem olmaz.
85) İmam Ahmed, Ebu Dâvud, (Osman b. Talha'dan) 86) Adı Âmir b. Huzeyfe'dir. Medinelidir. Mekke'nin fethi gününde müslüman olmuştur. Muaviye'nin hilafetinin sonlarına doğru vefat etmiştir. Bu hadîsi Buhârî ve Müslim (Hz. Âişe'den) rivayet etmişlerdir. 87) İbn Mübârek, Zühd, (Ebu Nadr'dan mürsel olarak) 88) Nesâî, (İbn Abbâs'dan sahih bir senedle) 89) Adı Zeyd b. Sehl b. Esed b. Haram olup Ensar'dandır. Rasûlullah ile beraber bütün muharebelere iştirak etmiş ve Hz. Peygamber'den 40 sene sonra vefat etmiştir. 90) İmam Mâlik, Muvatta, (Abdullah b. Ebi Bekir'den)
Bunlar kalbe, zâhirî sebeplerden daha fazla tesir ederler; zira himmeti dünya vâdilerinde dağılmış olan kimsenin düşüncesi hiçbir zaman bir merkezde toplanamaz; daimi bir şekilde daldan dala atlar. Böyle bir insan için gözlerin yumulması fayda vermez; çünkü namaza başlamadan evvel kalbine giren vesveseler kendisini meşgul etmeye kâfi gelir de artar bile... Böyle bir insan için çıkar yol, nefsini, namaz içinde okuduğu Kur'an'ın mânâsını anlamaya zorlaması ve onunla meşgul etmesidir. Tahrimi getirmezden evvel nefsine âhireti, Allah Teâlâ'ya münacaatta bulunmakta olduğunu, Allah huzurundaki duruşun tehlikesini ve kıyametin korkunç manzarasını hatırlatmak suretiyle namazda okunan Kur'an'ın anlaşılmasına yardımcı olabilir. Namaz için tahrim tekbirini almazdan önce, kalbe câzip görünüp, makbul olan dünyevî meşgaleleri oradan çıkarmaya çalışmalıdır. Kalbinin meşguliyetine sebep olacak hiçbir şeyi orada bırakmamaya dikkat etmelidir.
Hz. Peygamber Osman b. Ebî Şeybe'ye şöyle demiştir: 'Sana Kâbe-i Muazzama'nın içindeki çanağı örtmeni söylemeyi unuttum. (Onu muhakkak örtmelisin.) Zira halkın huzurunu kaçıracak birşeyin Kâbe'nin içerisinde bulunması uygun değildir'.85
Dağınık fikirlerin teskin yolu budur. Eğer kişinin dağınık fikirleri bu müsekkin ilâç ile sükûnete kavuşturulamazsa o zaman damarların derinliklerindeki hastalığın kökünü kesecek olan ishal edici devânın kullanılması şarttır:
Şöyle ki, kişi kalbin ihzarına engel olan ve kendisini meşgul eden sebeplere bakmalı ve düşünmelidir. O zaman görecektir ki, meşgul edici hadiselerin tamamı, insanın dünyevî isteklerine dönüşüp kendisini şehvet bakımından ilgilendiren mühim hâdiselerdir.
Bu bakımdan kendisine düşen ilk vazife, nefsini bu şehvetlerden kurtarmalı ve onlarla bağlarını koparmak suretiyle cezalandırmalıdır. O halde insanı namazdaki kalp huzurundan meşgul eden bir hâdise, dininin zıddı ve İblis'in (aleyhillâne) askeri kabul edilmelidir, İnsanın bu askeri içinde tutması çok zararlıdır. Onlardan ancak çıkarıp kovmak suretiyle kurtulabilir.
Nitekim şöyle bir rivayet nakledilmiştir: Hz. Peygamber kendisine Ebu Cehm86 tarafından getirilen siyah ve nakışlı bir aba ile namaz kıldı. Namazdan sonra bunu üzerinden çıkararak 'Bu abayı Ebu Cehm'e geri götürün; zira demin beni namazımdan meşgul etti. Bana Ebu Cehm'in nakışsız, enbicaniye adlı abasını getirin de onu giyeyim' buyurmuştur. Bir ara Hz. Peygamber ayakkabılarının (nalınlarının) bağlarının değiştirilmesini emir buyurmuştu. Fakat namazda yeni olan bu bağlar dikkatini dağıttı. Namazdan hemen sonra bu yeni sicimlerin sökülmesini ve yerlerine eskilerinin takılmasını emir buyurdular,87
Hz. Peygamber, yeni bir ayakkabı giymişti. Onun güzelliği çok hoşlarına gittiğinden, derhal şükür secdesine kapanarak akabinde şöyle buyurmuştur: Rabbimin bana buğzetmemesi için tevazuen secde ettim. Sonra nalınları çıkarıp ilk rastladığı fakire sadaka olarak verdi. Daha sonra da Hz. Ali'ye kendisi için, tabaklanmış sığır derisinden yapılmış bir çift nalını satın almasını emretmiş ve onları giymiştir.
Erkekler için haram olmadan önce Hz. Peygamber'in parmağında bir altın yüzük bulunuyordu. Bir gün minberde hutbe okumaktayken yüzüğü çıkartıp atarak şöyle buyurdu: Bu yüzük beni meşgul etti; çünkü bir ona bakıyorum, bir size...88
Rivayet ediliyor ki, Ebu Talha89 birgün içinde kocaman bir ağaç bulunan bahçesinde namaz kıldı. Bu arada ağacın dallarında uçuşup duran bir kuşcağız çok hoşuna gitti. Namazın içinde bir müddet onu seyretti ve bu yüzden de kaç rek'at kıldığını hatırlayamadı.
Bilâhare bu fitneyi Rasûlullah'a anlatarak şöyle dedi: 'Ey Allah'ın Rasûlü! Bu bahçe Allah rızası için sadakadır. Onu istediğin yere sarfedebilirsin90'
Başka bir zattan da şöyle rivayet edilmektedir: Bu zat, bahçesinde, hurma ağaçlarının meyve gerdanlıklarını takındıkları bir zamanda namaz kıldı. Bu sırada gözleri manzaranın güzelliğine takılarak kaç rek'at kıldığını unuttu. Daha sonra hadiseyi üçüncü halife Hz. Osman'a anlatarak: 'O bahçe sadakadır. Onu Allah yolunda sarfet' dedi. Hz. Osman da, o bahçeyi ellibin dirheme sattı.
İşte selef, huzur kaçıran fikrin kökünü kesmek için böyle yapar, namazlarının eksiklerine kefaret olsun diye bu şekilde hareket ederlerdi. Bu müzmin illetin kökünü kurutan tedavi ancak budur. Bundan başka herhangi bir tedavi bulunamamıştır.
Bizim belirttiğimiz yavaşça kabaran fikirleri teskin ve zikrin anlaşılmasına dalmak suretiyle yapılan tedavi ise ancak zayıf şehvetler ve kalbin etrafını meşgul eden himmetler için fayda vericidir. Kuvvetli ve keskin şehvetlere gelince; teskin, bu şehvetler için fayda verici değildir. Bu şehvet ile daimi bir muharebe halindesin. Sen onu, o seni çeker durursun. Sonunda o galip gelir ve böylece bütün namazın şehvet ile güreş halinde cereyan eder. Şöyle bir misâl verebiliriz:
Adamın biri bir ağacın altında oturmakta ve mefkûresini de her türlü meşgalelerden tasfiye etmek istemektedir. Fakat dal larda öten kuşların sesleri zihnini teşviş eder. O da elindeki sopa ile kuşları kovalar ve tekrar düşünceye dalar. Fakat kuşlar, biraz sonra yeniden dönerek onu yine meşgul ederler. Onları bir daha kovalar. Bunu görenler kendisine şöyle derler: 'Bu hareketin dolap beygirinin sonu gelmez dönüşüne benzemektedir. Eğer ciddi olarak kurtulmak istiyorsan ağacı kökünden kes'. İşte şehvetler ağacı da böyledir. Dallanıp budaklanınca üzerinde, tıpkı dallarda dolaşan kuşlar ya da pisliklerin etrafına toplanan sinekler gibi çeşitli fikirler uçuşur. Bunları uzaklaştırmak için uğraşmak da uzadıkça uzar; zira sinekler kovuldukça geri dönmektedir. İşte bunun içindir ki 'kovulmak' ve 'dönmek' mânâsına gelen zübab adını almıştır: Vesveseler de bunun gibidir...
Bu şehvetler çok fazladır. Onlardan arınmış insansa çok az bulunur. Bütün buşehvetleri derleyen bir kök vardır ki bu dünya sevgisidir. Dünya sevgisi her yanlışlığın başı, her eksikliğin esası ve her fesadın da menbaıdır.
Âhiret işlerinde yardımcı olsun diye değil, aksine başka gayeler için dünyaya meyleden ve iç âleminde dünya sevgisini biriktiren bir insan, namaz içindeki münacaatın kendisine lezzet vereceğini umarsa yanılmış olur. Çünkü dünyaya sevinen, Allah'a sevinmez ve O'nun münacaatı da böyle bir kimsenin hoşuna gitmez. Kişinin gözü ne ile nûrlanırsa himmeti de onunla beraberdir. Eğer gözü dünyadaysa şüphesiz bütün gayretini de dünyaya tahsis edecektir; fakat bununla beraber mücadeleyi tamamen terketmek de uygun bir hareket olmaz. Kalbini büsbütün namaza vermeyi, huzur-u kalbi bozan sebepleri azaltmaya gayret göstermeyi ihmal etmek de doğru değildir. Çünkü hastalığın kökünü kazıyacak acı ilâç ancak budur. Acı olduğu için de insanların hoşuna gitmemiş ve bu yüzden illet müzminleşerek kalmış ve gitgide daha da berbat olmuştur.
Ümmetin büyükleri bile nefislerinin dünyevî işlerle meşgul olmadığı bir anda, iki rek'at namaz kılmaya var kuvvetleriyle çaba sarfetmişler; fakat buna bir türlü muvaffak olamamışlardır. O halde bizim gibilerin muvaffak olması çok uzak bir ihtimaldir. Namazımızın yarısı veya üçte biri vesvesesiz geçebilse, bize kâfidir; çünkü böyle bir namazla hiç olmazsa sâlih ameli kötüsüne karıştıran günahkâr kullardan sayılmış olurduk.
Kısacası, dünya ve ahiretin kalpteki himmetleri, sirke dolu bir fincana dökülen suya benzer. Fincana ne kadar su dökülürse, şüphesiz o nisbette sirke dışarı çıkar; zira ikisi bir arada cem olmaz.
85) İmam Ahmed, Ebu Dâvud, (Osman b. Talha'dan) 86) Adı Âmir b. Huzeyfe'dir. Medinelidir. Mekke'nin fethi gününde müslüman olmuştur. Muaviye'nin hilafetinin sonlarına doğru vefat etmiştir. Bu hadîsi Buhârî ve Müslim (Hz. Âişe'den) rivayet etmişlerdir. 87) İbn Mübârek, Zühd, (Ebu Nadr'dan mürsel olarak) 88) Nesâî, (İbn Abbâs'dan sahih bir senedle) 89) Adı Zeyd b. Sehl b. Esed b. Haram olup Ensar'dandır. Rasûlullah ile beraber bütün muharebelere iştirak etmiş ve Hz. Peygamber'den 40 sene sonra vefat etmiştir. 90) İmam Mâlik, Muvatta, (Abdullah b. Ebi Bekir'den)
Namazın Rükün ve Şartlarının İcrası Anında Kalpte Bulundurulması Gereken Şeyler[düzenle]
Eğer sen, âhireti isteyenlerdensen, herşeyden evvel namazın şart ve rükünlerinde bulunan ikazlardan gafil olmaman gerekir. Namaza girmezden evvel gereken şartlar şunlardır: 1) Ezan 2) Taharet 3) Setr-i avret 4) İstikbâl-i kıble 5) Kıyam 6) Niyet
Ezan Müezzinin sesini işittiğin zaman kalbinde kıyamet gününe mahsus ezanın vereceği korkuyu ihzar etmeli, zâhir ve bâtınınla bir an önce icâbet etmeye hazırlanmalısın. Çünkü kıyamet gününde huzur-u Rabbâniye iltifatla ancak dünyada müezzinin davetine icâbet edenler, dâvet olunurlar. Kalbini bu çağrıya göre ölç! Eğer sürur ve muhabbetle dolu ve bu dâvete icâbet etmek hususunda istekli olduğunu müşahede edersen, bil ki kazâ ve cezâ gününde sana müjde ve zafer davetiyesi gelecektir. Hz. Peygamber, 'Ey Bilâl! Bizi rahata kavuştur!' buyurmakla bu hikmete işaret etmiştir. Yâni bizi, namaz ve onun davetiyesi olan ezanla rahata kavuştur. Çünkü Rasûlulllah'ın gözünün aydınlığı namazda idi; en büyük zevkine onunla erişirdi.
Taharet En uzak zarfın olan mekânında, en yakın kın'ın bulunan elbisende, daha sonra en yakın kabuğun olan bedeninde tahareti sağladığın gibi, özün olan zatının kalbinin temizlenmesinden de gafil olma! Onu, tevbe ve vaki olan ifrattan nedâmet duymakla temizlemeye çalış. Gelecekte ifratı terketmek azmiyle kalbini pâklamaya gayret et. Tevbe ile bâtınını temizle; çünkü mâbudunun nazargâhı iç âlemindir.
Setr-i Avret Setr-i avretin mânâsı, bedenin çirkinliklerini halkın gözünden gizlemektir. Halkın bakış yerleri, bedenin görünür yanlarıdır. Acaba ancak Rabbinin muttali olduğu gizli kabahatlerinin ve bâtınî avretlerinin hali nicedir? O rezaletleri kalbinde ihzar edip gözönünde tut. Nefsinden onların örtülmesini iste ve kesinlikle bil ki, hiçbir örtü, senin kabahatlerini Allah Teâlâ'nın nazarından gizleyemez. Bu kabahatlerin kefareti ancak pişmanlık, haya ve Allah'tan korkmaktır. Bahsi geçen kabahatleri kalbinde ihzar etmekteki istifaden, korku ve haya askerlerini mevzilerinden çıkararak, düşmanın olan nefis ve şeytanla muharebe etmeye sevketmendir. Onlarla nefsini zelil ve mağlûp edersin. Kalbin de mahcubiyet duygusu altında sükûnete kavuşur. Allah Teâlâ'nın huzurunda efendisinden kaçan günahkâr ve mücrim bir köle gibi dur. Böylece hayâ ve korkudan başın eğik olarak efendinin huzuruna ilticâ etmiş olursun.
İstikbâl-i Kıble İstikbâl-i kıble, yüzünün zâhirini her cihetten çevirip Beytullah' a döndürmen demektir. Mademki, yüzünden bu mükellefiyet istenmektedir; acaba kalbini her türlü tesirden muhafaza ederek Allah'ın emrine yönetmen de istenmiyor mu? Evet, böyle bir istek başta gelir. Bu zâhirî yönelişlerin tamamı, bâtını harekete geçirmek, azaları zabt u rapt altına alıp, kalbe zulmetmesini önlemek için bir cihette istikrara kavuşturmak için gösterilen gayretlerdir. Zira iç âlem ve azalar, hareketlerinde meşrû hududlarına tecavüz edip, sağa sola yalpa vurmaya başladığında kalp de onlara tâbi olur. Kişiyi Allah Teâlâ'nın dergâhından uzaklaştırır. Bu bakımdan kalbinin yüzü bedeninin yüzüyle beraber olsun. Bil ki, kişi yüzünü başka cephelerden çevirmedikçe, Beytullah'a yönelmiş sayılmayacağı gibi, kalp de, mâsivâdan boşalmadıkça Allah'a dönmüş sayılmaz Hz. Peygamber bu gerçeği şöyle dile getiriyor: Kişi namaza durduğunda, eğer hevası, yüzü ve kalbi hep birlikte Allah'a yönelirse, namazdan, annesinden doğduğu ilk günkü gibi günahsız olarak çıkmış olur.91
Kıyam Kıyam, namazda dimdik ayakta durmak, zât ve kalbiyle Allah'ın huzurunda bulunmak demektir. Kıyamda azalarının en yücesi olan başın, Allah Teâlâ'ya karşı eğik olmalıdır. Başının eğikliği kalbinin tevazuuna ve büyüklenmekten uzak oluşuna işaret olsun. Kıyamda, Allah' Teâlâ'nın huzurunda durmanın ne derece tehlikeli ve sual ânında manzaranın ne derece korkunç olduğu keyfiyeti kalbinden çıkmamalıdır. Bilmiş ol ki, ey fani Allah'ın huzurundasın. O senin bütün hakikatine vakıftır. Eğer Allah'ın celâlinin hakîkatini idrâk etmekten âcizsen hiç olmazsa, zamanındaki hükümdarlardan birisinin huzurunda bulunduğun gibi ol veya namaz boyunca yakının olan salih bir kimse tarafından dikkatli bir gözle murakabe edilmekte olduğunu veya seni iyi tanımasını arzu ettiğin herhangi bir insanın kontrolu altında bulunduğunu farzet. Böyle bir düşünce ile kıldığın namazda her tarafın sükûnete kavuşur, âzaların korkar, o âciz murakıb seni lâubaliliğe nisbet etmesin diye her cüz'ün gevşer, uysallaşır. Miskin bir kölenin murakabesi ânında kendisine bu kadar çekidüzen veren nefsinin bu haline şahid olduğun zaman, onu muaheze ederek kendisine şöyle hitap etmelisin: 'Ey nefsim! Sen, Allah'ı tanıdığını ve sevdiğini iddia etmektesin. Acaba kullarından birini bu denli tâzim edip, O'na karşı ise küstahça hareket etmekten utanmaz mısın? Halktan korkuyor da Allah'tan korkmuyor musun? Halbuki asıl kahrından korkulması gereken Allah'tır'. Bu sırra binaen Ebu Hüreyre (r.a), Hz. Peygamber'e: 'Ey Allah'ın Rasûlü! Allah'tan nasıl haya edilir? diye sormuş,
Hz. Peygamber de şöyle buyurmuştur: Allah'tan kavminin sâlih bir kişisinden utandığın gibi utanmalısın.92
Başka bir rivayette 'kavminin' yerine 'ehlinin' tâbiri kullanılmıştır.
Niyet Emrini, namaz kılmak ve onu tamamlamak suretiyle yerine getirerek Allah'a 'evet' demeyi kasdetmektir. Namazı bozan ve ifsad eden şeylerden uzak durmak ve bütün bunları Allah'tan sevap umarak, azabından korkup O'na mânen yaklaşmayı isteyerek, ihlâs ile yapmaktır. Günahlarının çokluğuna rağmen sana kendisi ile münacaat etme izni verdiği için O'ndan minnet yükünü kabullenmek demektir. Nefsinde O'nun münacatının büyüklüğünü takdir etmelisin. Kime, nasıl ve ne ile münacaat ettiğini unutma-malısın. Bu derinlikleri idrâk ettiğin zaman, utangaçlıktan alnının terlemesi, korkudan âzalarının tirtir titremesi, heybetten yüzünün sararması gerekir.
Tekbir Dilin tekbir getirirken kalbinin onu tekzip etmemesi gerekir. Eğer kalbinde Allah'tan daha büyük kabul edilen birşey varsa, o zaman her ne kadar bu tekbir haddi zâtında doğru ise de Allah Teâlâ senin 'tekbir' getirmekle yalan söylediğine şehâdet eder, tıpkı münafıkların 'Muhammed Allah'ın Rasûlü'dür' sözünün yalan olduğuna şehadet ettiği gibi... Eğer hevâ-i nefsin Allah'ın emrinden daha kuvvetliyse, sen Allah'tan daha fazla ona mutî olursun. Onu kendine ilâh edinmişsin demektir. O zaman senin 'Allaha Ekber' demen, kalbin iştiraki olmaksızın, sadece dil ile söylenen bir söz olur ve tehlikenin büyüklüğü korkunç bir hal alır. Eğer tevbe ve istiğfar etmezsen, Allah'ın kerem ve affı hususunda hüsn-ü zannın olmazsa, tehlike çok daha büyük olur,
91) Irâkî, bu ibare ile böyle bir hadîse rastlamadığım kaydetmiş ise de, İmam Müslim aynı anlamda bir hadîsi Amr b. Anbese'den rivayet etmektedir. 92) Haraitî, Mekârim-i Ahlâk; Beyhakî, Şuab'ul İman, (Said b. Zeyd'den mürsel olarak)
Eğer sen, âhireti isteyenlerdensen, herşeyden evvel namazın şart ve rükünlerinde bulunan ikazlardan gafil olmaman gerekir. Namaza girmezden evvel gereken şartlar şunlardır: 1) Ezan 2) Taharet 3) Setr-i avret 4) İstikbâl-i kıble 5) Kıyam 6) Niyet
Ezan Müezzinin sesini işittiğin zaman kalbinde kıyamet gününe mahsus ezanın vereceği korkuyu ihzar etmeli, zâhir ve bâtınınla bir an önce icâbet etmeye hazırlanmalısın. Çünkü kıyamet gününde huzur-u Rabbâniye iltifatla ancak dünyada müezzinin davetine icâbet edenler, dâvet olunurlar. Kalbini bu çağrıya göre ölç! Eğer sürur ve muhabbetle dolu ve bu dâvete icâbet etmek hususunda istekli olduğunu müşahede edersen, bil ki kazâ ve cezâ gününde sana müjde ve zafer davetiyesi gelecektir. Hz. Peygamber, 'Ey Bilâl! Bizi rahata kavuştur!' buyurmakla bu hikmete işaret etmiştir. Yâni bizi, namaz ve onun davetiyesi olan ezanla rahata kavuştur. Çünkü Rasûlulllah'ın gözünün aydınlığı namazda idi; en büyük zevkine onunla erişirdi.
Taharet En uzak zarfın olan mekânında, en yakın kın'ın bulunan elbisende, daha sonra en yakın kabuğun olan bedeninde tahareti sağladığın gibi, özün olan zatının kalbinin temizlenmesinden de gafil olma! Onu, tevbe ve vaki olan ifrattan nedâmet duymakla temizlemeye çalış. Gelecekte ifratı terketmek azmiyle kalbini pâklamaya gayret et. Tevbe ile bâtınını temizle; çünkü mâbudunun nazargâhı iç âlemindir.
Setr-i Avret Setr-i avretin mânâsı, bedenin çirkinliklerini halkın gözünden gizlemektir. Halkın bakış yerleri, bedenin görünür yanlarıdır. Acaba ancak Rabbinin muttali olduğu gizli kabahatlerinin ve bâtınî avretlerinin hali nicedir? O rezaletleri kalbinde ihzar edip gözönünde tut. Nefsinden onların örtülmesini iste ve kesinlikle bil ki, hiçbir örtü, senin kabahatlerini Allah Teâlâ'nın nazarından gizleyemez. Bu kabahatlerin kefareti ancak pişmanlık, haya ve Allah'tan korkmaktır. Bahsi geçen kabahatleri kalbinde ihzar etmekteki istifaden, korku ve haya askerlerini mevzilerinden çıkararak, düşmanın olan nefis ve şeytanla muharebe etmeye sevketmendir. Onlarla nefsini zelil ve mağlûp edersin. Kalbin de mahcubiyet duygusu altında sükûnete kavuşur. Allah Teâlâ'nın huzurunda efendisinden kaçan günahkâr ve mücrim bir köle gibi dur. Böylece hayâ ve korkudan başın eğik olarak efendinin huzuruna ilticâ etmiş olursun.
İstikbâl-i Kıble İstikbâl-i kıble, yüzünün zâhirini her cihetten çevirip Beytullah' a döndürmen demektir. Mademki, yüzünden bu mükellefiyet istenmektedir; acaba kalbini her türlü tesirden muhafaza ederek Allah'ın emrine yönetmen de istenmiyor mu? Evet, böyle bir istek başta gelir. Bu zâhirî yönelişlerin tamamı, bâtını harekete geçirmek, azaları zabt u rapt altına alıp, kalbe zulmetmesini önlemek için bir cihette istikrara kavuşturmak için gösterilen gayretlerdir. Zira iç âlem ve azalar, hareketlerinde meşrû hududlarına tecavüz edip, sağa sola yalpa vurmaya başladığında kalp de onlara tâbi olur. Kişiyi Allah Teâlâ'nın dergâhından uzaklaştırır. Bu bakımdan kalbinin yüzü bedeninin yüzüyle beraber olsun. Bil ki, kişi yüzünü başka cephelerden çevirmedikçe, Beytullah'a yönelmiş sayılmayacağı gibi, kalp de, mâsivâdan boşalmadıkça Allah'a dönmüş sayılmaz Hz. Peygamber bu gerçeği şöyle dile getiriyor: Kişi namaza durduğunda, eğer hevası, yüzü ve kalbi hep birlikte Allah'a yönelirse, namazdan, annesinden doğduğu ilk günkü gibi günahsız olarak çıkmış olur.91
Kıyam Kıyam, namazda dimdik ayakta durmak, zât ve kalbiyle Allah'ın huzurunda bulunmak demektir. Kıyamda azalarının en yücesi olan başın, Allah Teâlâ'ya karşı eğik olmalıdır. Başının eğikliği kalbinin tevazuuna ve büyüklenmekten uzak oluşuna işaret olsun. Kıyamda, Allah' Teâlâ'nın huzurunda durmanın ne derece tehlikeli ve sual ânında manzaranın ne derece korkunç olduğu keyfiyeti kalbinden çıkmamalıdır. Bilmiş ol ki, ey fani Allah'ın huzurundasın. O senin bütün hakikatine vakıftır. Eğer Allah'ın celâlinin hakîkatini idrâk etmekten âcizsen hiç olmazsa, zamanındaki hükümdarlardan birisinin huzurunda bulunduğun gibi ol veya namaz boyunca yakının olan salih bir kimse tarafından dikkatli bir gözle murakabe edilmekte olduğunu veya seni iyi tanımasını arzu ettiğin herhangi bir insanın kontrolu altında bulunduğunu farzet. Böyle bir düşünce ile kıldığın namazda her tarafın sükûnete kavuşur, âzaların korkar, o âciz murakıb seni lâubaliliğe nisbet etmesin diye her cüz'ün gevşer, uysallaşır. Miskin bir kölenin murakabesi ânında kendisine bu kadar çekidüzen veren nefsinin bu haline şahid olduğun zaman, onu muaheze ederek kendisine şöyle hitap etmelisin: 'Ey nefsim! Sen, Allah'ı tanıdığını ve sevdiğini iddia etmektesin. Acaba kullarından birini bu denli tâzim edip, O'na karşı ise küstahça hareket etmekten utanmaz mısın? Halktan korkuyor da Allah'tan korkmuyor musun? Halbuki asıl kahrından korkulması gereken Allah'tır'. Bu sırra binaen Ebu Hüreyre (r.a), Hz. Peygamber'e: 'Ey Allah'ın Rasûlü! Allah'tan nasıl haya edilir? diye sormuş,
Hz. Peygamber de şöyle buyurmuştur: Allah'tan kavminin sâlih bir kişisinden utandığın gibi utanmalısın.92
Başka bir rivayette 'kavminin' yerine 'ehlinin' tâbiri kullanılmıştır.
Niyet Emrini, namaz kılmak ve onu tamamlamak suretiyle yerine getirerek Allah'a 'evet' demeyi kasdetmektir. Namazı bozan ve ifsad eden şeylerden uzak durmak ve bütün bunları Allah'tan sevap umarak, azabından korkup O'na mânen yaklaşmayı isteyerek, ihlâs ile yapmaktır. Günahlarının çokluğuna rağmen sana kendisi ile münacaat etme izni verdiği için O'ndan minnet yükünü kabullenmek demektir. Nefsinde O'nun münacatının büyüklüğünü takdir etmelisin. Kime, nasıl ve ne ile münacaat ettiğini unutma-malısın. Bu derinlikleri idrâk ettiğin zaman, utangaçlıktan alnının terlemesi, korkudan âzalarının tirtir titremesi, heybetten yüzünün sararması gerekir.
Tekbir Dilin tekbir getirirken kalbinin onu tekzip etmemesi gerekir. Eğer kalbinde Allah'tan daha büyük kabul edilen birşey varsa, o zaman her ne kadar bu tekbir haddi zâtında doğru ise de Allah Teâlâ senin 'tekbir' getirmekle yalan söylediğine şehâdet eder, tıpkı münafıkların 'Muhammed Allah'ın Rasûlü'dür' sözünün yalan olduğuna şehadet ettiği gibi... Eğer hevâ-i nefsin Allah'ın emrinden daha kuvvetliyse, sen Allah'tan daha fazla ona mutî olursun. Onu kendine ilâh edinmişsin demektir. O zaman senin 'Allaha Ekber' demen, kalbin iştiraki olmaksızın, sadece dil ile söylenen bir söz olur ve tehlikenin büyüklüğü korkunç bir hal alır. Eğer tevbe ve istiğfar etmezsen, Allah'ın kerem ve affı hususunda hüsn-ü zannın olmazsa, tehlike çok daha büyük olur,
91) Irâkî, bu ibare ile böyle bir hadîse rastlamadığım kaydetmiş ise de, İmam Müslim aynı anlamda bir hadîsi Amr b. Anbese'den rivayet etmektedir. 92) Haraitî, Mekârim-i Ahlâk; Beyhakî, Şuab'ul İman, (Said b. Zeyd'den mürsel olarak)
İstiftah (Açılış) Duası[düzenle]
Bu duanın ilk kelimeleri şunlardır: 'Veccehtü vechiye lillezî fe-terassemâvâti ve'l-ard'.
Yüz mânâsına gelen Vech'ten murad, zâhirî yüz değildir; çünkü sen zâhirî yüzünü kıbleye çevirmiş durumdasın; Allah Teâlâ ise, cihetten münezzehtir. Cihet kabul etmez ki, sen, zâhirî yüzünü O'na çevirmiş olasın. Yer ve göklerin yaratıcısına ancak kalp yüzüyle yönelinebilir. O halde ev ve çarşıda bulunan şehvetlerine tâbi olan kalbinin hedefinin onlara mı yoksa göklerin yaratıcısı Allah Teâlâ'ya mı yöneldiğini tedkik et. Sakın münacaatının daha başında yaradanın huzuruna yalanla çıkma. Kalbin, yüzünün mâsivadan kurtulmadıkça Allah Teâlâ'ya teveccüh etmeyeceğini bil. Öyleyse derhal cüz'î bir zaman için de olsa kalbinin Allah'a yönelmesini sağlamaya bak. Hiç olmazsa böylece ilk anda sözünün doğruluğunu isbatlamış olursun.
'Hanîfen müslimen' kelimelerini okuduğun zaman kalbinde 'Müslüman, bütün müslümanların elinden ve dilinden selâmette olduğu kişidir' hakikati bulunsun. Eğer sen böyle değilsen, bu ke-limeleri söylemekle yalancı olursun. Hiç olmazsa, gelecek zamanda böyle olmaya gayret et ve geçmiş perişanlıklarından nâdim ol.
'Mâ ene min'el-müşrikîn' (Ben Allah'a ortak koşanlardan değilim) dediğin zaman kalbin, gizli şirkin tehlikesini bilmelidir. Zira Allah Teâlâ'nın 'Kim Rabbine kavuşmayı arzu ederse, salih amel işlesin ve yaptığı ibadette O'na hiç kimseyi ortak koşmasın' (Kehf/110) ayeti, ibâdetiyle hem Allah'ın lütfunu, hem de insanların övgülerini talep eden kimse hakkında nâzil olmuştur. Bu şirkten sakınmalısın. Böyle bir şirkten uzak olmadığın takdirde nefsini 'Ben müşriklerden değilim' şeklinde vasıflandırdığın zaman, kendi kendine utanmalısın; zira böyle bir zihniyetin çoğu gibi, azı da 'şirk'tir.
'Mahyâye ve memâtî lillâh' (Ölümüm ve hayatım Allah'a aittir) dediğinde bilmelisin ki, bu hal, nefsini kaybetmiş, efendisini elde etmiş bir kölenin halidir. Eğer bu konuşma, rızası, öfkesi, kalkışı, oturuşu, hayatı isteyişi ve ölümden korkusu dünya için olan bir kimseden sâdır olmuşsa, bu hiç de onun haliyle münasip bir söz değildir.
'Eûzü billâhi min'eş-şeytân'ir-racîm' dediğinde bilmelisin ki şeytan senin düşmanındır. Allah'a münacaat ve secde ettiğinden dolayı seni kıskanarak kalbini O'ndan çevirmek ister. Halbuki kendisi bir tek secdeyi terkettiğinden dolayı lânete uğramış ve yine bundan dolayı rahmetten uzaklaştırılmıştır. Şeytanın şerrinden Allah'a sığınman, ancak onun sevdiğini terketmen ve bunların yerine Allah'ın sevdiğini yapmanla gerçekleşir.
Sırf bu sözü söylemekle dâva hallolmaz; zira insanın, kendisini parçalamak veya öldürmek için üzerine hücum eden yırtıcı hay-van veya düşmana karşı, yerinde durarak 'Ben senin şerrinden şu aşılmaz kaleye sığınırım' demesi fayda vermez; yerini mutlaka değiştirmesi gerekir. İşte bunun gibi şeytanın sevdiklerinden ve Allah'ın buğzettiklerinden olan şehvetlerin arkasından sürüklenip giden bir kimsenin 'Eûzü billâhi min'eşşeytân'ir racîm' demesi fayda verici değildir. Sözünü, şeytanın şerrinden Allah'ın kalesine sığınmakla bir araya getirmelidir. Allah'ın kalesi ise 'Lâ ilâhe illâllah'tır.
Nitekim Hz. Peygamber'in Allah'tan haber verdiği bir hadîs-i kudsîde şöyle buyurulmaktadır: Lâ ilâhe illâllah benim kale'mdir. Kale'me sığınan kimse azâbımdan emin olur.
Bu kaleye sığınanlar, Allah'tan başka mâbudu bulunmayan kimselerdir. Heva-i nefsini kendisine mâbud edinen kimse ise, Allah'ın kalesinde değil, şeytanın ordugâhında bulunmaktadır. Şeytanın desiselerinden birisi de, âhireti ve hayırlı işlerin tedvirini hatırlatmak suretiyle seni namazda meşgul etmesidir. Bunu, okuduklarının mânâsını düşünmeyesin diye yapmaktadır. O halde bil ki, seni namazda okunan Kur'an'ın mânâsını anlamaktan alıkoyan herşey vesvese sayılır; zira Kur'an 'dan sadece dilin hareketi değil, aksine okunanın mânâsı kastedilmektedir.
Bu duanın ilk kelimeleri şunlardır: 'Veccehtü vechiye lillezî fe-terassemâvâti ve'l-ard'.
Yüz mânâsına gelen Vech'ten murad, zâhirî yüz değildir; çünkü sen zâhirî yüzünü kıbleye çevirmiş durumdasın; Allah Teâlâ ise, cihetten münezzehtir. Cihet kabul etmez ki, sen, zâhirî yüzünü O'na çevirmiş olasın. Yer ve göklerin yaratıcısına ancak kalp yüzüyle yönelinebilir. O halde ev ve çarşıda bulunan şehvetlerine tâbi olan kalbinin hedefinin onlara mı yoksa göklerin yaratıcısı Allah Teâlâ'ya mı yöneldiğini tedkik et. Sakın münacaatının daha başında yaradanın huzuruna yalanla çıkma. Kalbin, yüzünün mâsivadan kurtulmadıkça Allah Teâlâ'ya teveccüh etmeyeceğini bil. Öyleyse derhal cüz'î bir zaman için de olsa kalbinin Allah'a yönelmesini sağlamaya bak. Hiç olmazsa böylece ilk anda sözünün doğruluğunu isbatlamış olursun.
'Hanîfen müslimen' kelimelerini okuduğun zaman kalbinde 'Müslüman, bütün müslümanların elinden ve dilinden selâmette olduğu kişidir' hakikati bulunsun. Eğer sen böyle değilsen, bu ke-limeleri söylemekle yalancı olursun. Hiç olmazsa, gelecek zamanda böyle olmaya gayret et ve geçmiş perişanlıklarından nâdim ol.
'Mâ ene min'el-müşrikîn' (Ben Allah'a ortak koşanlardan değilim) dediğin zaman kalbin, gizli şirkin tehlikesini bilmelidir. Zira Allah Teâlâ'nın 'Kim Rabbine kavuşmayı arzu ederse, salih amel işlesin ve yaptığı ibadette O'na hiç kimseyi ortak koşmasın' (Kehf/110) ayeti, ibâdetiyle hem Allah'ın lütfunu, hem de insanların övgülerini talep eden kimse hakkında nâzil olmuştur. Bu şirkten sakınmalısın. Böyle bir şirkten uzak olmadığın takdirde nefsini 'Ben müşriklerden değilim' şeklinde vasıflandırdığın zaman, kendi kendine utanmalısın; zira böyle bir zihniyetin çoğu gibi, azı da 'şirk'tir.
'Mahyâye ve memâtî lillâh' (Ölümüm ve hayatım Allah'a aittir) dediğinde bilmelisin ki, bu hal, nefsini kaybetmiş, efendisini elde etmiş bir kölenin halidir. Eğer bu konuşma, rızası, öfkesi, kalkışı, oturuşu, hayatı isteyişi ve ölümden korkusu dünya için olan bir kimseden sâdır olmuşsa, bu hiç de onun haliyle münasip bir söz değildir.
'Eûzü billâhi min'eş-şeytân'ir-racîm' dediğinde bilmelisin ki şeytan senin düşmanındır. Allah'a münacaat ve secde ettiğinden dolayı seni kıskanarak kalbini O'ndan çevirmek ister. Halbuki kendisi bir tek secdeyi terkettiğinden dolayı lânete uğramış ve yine bundan dolayı rahmetten uzaklaştırılmıştır. Şeytanın şerrinden Allah'a sığınman, ancak onun sevdiğini terketmen ve bunların yerine Allah'ın sevdiğini yapmanla gerçekleşir.
Sırf bu sözü söylemekle dâva hallolmaz; zira insanın, kendisini parçalamak veya öldürmek için üzerine hücum eden yırtıcı hay-van veya düşmana karşı, yerinde durarak 'Ben senin şerrinden şu aşılmaz kaleye sığınırım' demesi fayda vermez; yerini mutlaka değiştirmesi gerekir. İşte bunun gibi şeytanın sevdiklerinden ve Allah'ın buğzettiklerinden olan şehvetlerin arkasından sürüklenip giden bir kimsenin 'Eûzü billâhi min'eşşeytân'ir racîm' demesi fayda verici değildir. Sözünü, şeytanın şerrinden Allah'ın kalesine sığınmakla bir araya getirmelidir. Allah'ın kalesi ise 'Lâ ilâhe illâllah'tır.
Nitekim Hz. Peygamber'in Allah'tan haber verdiği bir hadîs-i kudsîde şöyle buyurulmaktadır: Lâ ilâhe illâllah benim kale'mdir. Kale'me sığınan kimse azâbımdan emin olur.
Bu kaleye sığınanlar, Allah'tan başka mâbudu bulunmayan kimselerdir. Heva-i nefsini kendisine mâbud edinen kimse ise, Allah'ın kalesinde değil, şeytanın ordugâhında bulunmaktadır. Şeytanın desiselerinden birisi de, âhireti ve hayırlı işlerin tedvirini hatırlatmak suretiyle seni namazda meşgul etmesidir. Bunu, okuduklarının mânâsını düşünmeyesin diye yapmaktadır. O halde bil ki, seni namazda okunan Kur'an'ın mânâsını anlamaktan alıkoyan herşey vesvese sayılır; zira Kur'an 'dan sadece dilin hareketi değil, aksine okunanın mânâsı kastedilmektedir.
Kıraat Hususunda İnsanlar Üç Sınıfa Ayrılır[düzenle]
1. Dili çalışan fakat kalbi gafil olan kişiler. 2. Kalbi çalışan diline tâbi olan, okuduğunun mânâsını anlayan, sanki başkasından dinliyormuş gibi olan kişiler ki bu, ashâb'ul-yemîn in derecesidir. 3. Kalbi herşeyden evvel mânâlara nüfuz eden, sonra da dili kalbinin hizmetçisi ve tercümanı olan kişiler. Dilin, kalbin tercümanı olması ile muallimi olması arasında fark vardır. Mukarrebin zümresinin dili kalplerinin tercümanıdır. Onların kalpleri dillerine tâbi değildir. Namazda okunan ayetlerin mânâları ise şöyledir: 'Bismillâhirrahmânirrahim' dediğin zaman, Allah'ın kelâmına 'besmele' ile teberrüken başladığını niyet eyle! Bil ki, besmelenin mânâsı şudur: 'Bütün işler ancak Allah'ın yardımıyla olur'. İsimden gaye müsemma ve zattır.
Yani 'Allah'ın zatının yardımıyla başlıyorum' demektir. Bütün işler Allah'ın yardımıyla olduğu zaman, şüphe yok ki, bütün hamd da O'na mahsus olur.
'Elhamdülillâhi' ibaresinin mânâsı, 'Nimetler Allah'tan geldiği için, şükür de O'na mahsustur' demektir. Kim herhangi bir nimeti Allah'tan başkasından bilir veya şükrüyle Allah'tan başkasını kastederse, o vakit besmelesinde ve hamdinde, başkasına yaptığı iltifat miktarında noksanlık vardır. 'er-Rahmân'ir-Rahîm' dediğinde, rahmeti sana güneş gibi görününceye kadar Allah Teâlâ'nın lütfunun bütün çeşitlerini, kalbinde hazır etmelisin. Böylece ümidin taşıp kabarır. Bundan sonra 'mâliki yevmiddîn' demek suretiyle kalbinde Allah'ın azametini, korkusunu ihzar eylemelisin.
Azamet, 'mülkün sadece Onun olmasından; korku ise, sahibi olduğu hesap ve ceza gününün dehşetinden neş'et etmektedir. Sonra 'iyyâke nâ'büdü' sözüyle ihlâsını ve 'iyyâke nestaîn' sözüyle de aczini, ihtiyacını, kuvvet ve kudretten uzak olduğunu yeniden dile getir. Kesinlikle bil ki, yaptığın tâat ve ibâdet ancak O'nun yardımıyla müyesser olmuştur. Seni tâatına muvaffak ettiğinden O'na karşı minnettar olduğunu unutma. Seni ibâdetinde kullandığından ve seni münacaatına ehil kıldığından O'na karşı olan sorumluluğunu unutma. Eğer O seni tevfîki'nden mahrum eyleseydi, rahmetten kovulmuş şeytanla birlikte kovulanlardan olacaktın.
İstiaze, besmele ve hamdden ve mutlak bir şekilde yardıma muhtaç olduğunu belirttikten sonra zât-ı ulûhiyyetine 'Bizi, mânevî komşuluğuna götürüp rıza denizine daldıracak dosdoğru yola ilet!' diye duada bulunursan.
İstediğin bu yolun açıklamasını da hidayet nimetine mazhar olan peygamberlerin, sıddîkların, şehid ve sâlihlerin yollarını istemek ve 'Allah'ın gazabına maruz kalan kâfirlerin, haktan bâtıla yönelen yahudi ve hristiyanların ve yıldızlara tapan sabitler yoluna değil' demek suretiyle yap. Bütün bunlardan sonra da âmin demek suretiyle isteklerinin kabul olunmasını talep eyle!
Fâtiha sûresini belirttiğimiz şekilde okuduktan sonra, şu kudsî hadîsteki kimselerden olmaya hak kazanırsın: Namazı, kulumla aramda ikiye böldüm; şöyle ki, yarısı benim, yarısı da kulumundur. Ayrıca kulum namazda neyi isterse onu da kendisine veririm.
Kul, 'Hamd âlemlerin Rabbi olan Allah'a mahsustur' der. Allah da 'Kulum benim hakkımı yerine getirdi ve beni senâ etti' buyurur. İşte 'Semiallâhü limen hamideh'in mânâsı budur... Eğer namazında sadece Allah Teâlâ'nın celâl ve azametini hatırlasan, bu ganimet olarak sana fazlasıyla yeter. Kaldı ki, sen namazdan Allah Teâlâ'nın sevabını ummaktasın...
Kur'an in Tilâveti bölümünde geleceği gibi, Fatiha'dan sonra okuduğunuz sûrelerin mânâsını da bu şekilde anlamanız gerek-mektedir. Sakın sûreleri okurken Allah'ın emrinden, yasağından, va'dinden, vaîdinden, va'z ve irşadından, peygamberlerinin haberlerinden, minnet ve ihsanının zikrinden gafil olma. Bütün bu hususların hakkını vermelisin. Meselâ, va'din hakkı ümit, vaîdinkiyse korkudur. Emir ve yasağın hakkı azmdir; va'z ve irşadınki ibret almaktır. Minnetin hakkı şükür, peygamberlerin getirdiği haberlerin hakkı ise yine ibrettir.
Rivayet edildiğine göre, Zürâre b. Evfa, Kur'an okurken 'O sûr'a üfürüldüğü gün (Müddessir/8) ayetine geldiğinde düşüp ölmüştür.
İbrahim en-Nehâî ise 'Gök yarıldığı gün' (İnşikak/l) ayetini işittiğinde çene kemikleri, sesi duyulacak derecede titremiştir.
Abdullah b. Vakîd İbn Ömer'in sanki ateşten pişirilmiş bir vaziyette olarak namaz kıldığını müşahede ettim' demiştir.
Namazda kulun kalbi, efendisinin va'd ve vaîdi ile yanmalıdır; çünkü günahkâr ve zelil bir kul, cebbâr ve kahhâr olan Allah'ın huzurunda bulunmaktadır. Tabiîdir ki, bu mânâlar her musallînin derecesine göre anlaşılır. İdrak ve anlayış, ilmin bolluğu, kalbin temizliği nisbetinde gelişir. Bunun dereceleri ise, sayılamayacak kadar çoktur. Namaz, kalplerin anahtarıdır. Kelimelerin sırları ancak namazda açılır.
İşte bu söylediklerim kıraatin hakkı olduğu gibi, namazdaki zikir ve tesbihlerin de hakkıdır. Musalli namazda bunları gözettikten sonra kıraattaki heybete dikkat etmelidir. Kelimelerin üzerine basa basa ve tane tane okumalıdır. Bütün kelimeleri bir nefeste okumaya heves etmemelidir. Zira kelimelerin üzerine basa basa okumak, onların mânâlarını düşünmeye yardımcı ve bunu kolaylaştırıcıdır.
Rahmet ve azap, va'd ve vaîd, hamd ve tâzim ayetlerinin nağmeleri aynı olmamalıdır. Nehâî, Allah Teâlâ'nın 'Allah evlât 'edinmemiştir. O'nunla beraber hiçbir ilâh da yoktur' (Mü'minûn/91) ayetini ve benzerlerini okuduğu zaman sesini, zât-ı ulûhiyyetine lâyık olmayan sıfatları zikretmekten utanan bir kimse gibi alçaltıyordu.
Rivayet ediliyor ki, kıyamet gününde Kur'an okuyan kimselere şöyle denir; Dünyadaki gibi, kelimelerin üzerine basa basa, incelte incelte oku!93
Namazda, okuma müddetince dimdik durmak, kalbin Allah'ın huzurunda tam bir sükûnet ile kaim bulunmasına işarettir.
Nitekim Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: Namaz kılan sağa-sola bakmadığı sürece Allah Teâlâ'nın iltifatına ve nazarlarına mazhar olur.
Baş ve gözün sağa-sola bakmaktan korunması vâcib olduğu gibi iç âlemini de namazdan başka herhangi birşeye yönelmemesinin temini de vâcibdir. Namazda iken iç âlemin namazdan başka birşeye yönelirse derhal Allah'ın kendisini murakabe ettiğini hatırlat! Münacaatta bulunanın gaflete dalmasının, münacaat edilenin karşısında bir saygısızlık olduğunu hatırlatıp, iç âlemi derhal münâcaat edilene avdet ettirmelisin. Kalbi huşûdan ayırmamaya dikkat et; zira zâhir ve bâtında sağa-sola bakmaktan kurtulmanın çaresi ancak huşûdur. Bâtın korktuğu anda zâhir de korkar; yani dış âlem, iç âlemin izindedir.
Hz. Peygamber namaz içinde sakalı ile oynayan birisini gördüğü zaman şöyle buyurmuştur: Eğer bu adamın kalbi korksaydı, âzaları da korkardı Çünkü koyunlar çobana bağlıdır. Bu sırra binaen Rasûlullah bir duasında şöyle der: Yâ rabbî! Çoban ile güttüklerini ıslah eyle!94 'Çoban'dan gaye kalp, 'güdülen'den gaye de âzalardır.
Ebubekir Sıddîk (r.a) namazda yere çakılan kazık gibi, İbn Zübeyr de (r.a) ağaç gibi dimdik dururdu. Selef-i sâlihînin bazıları, rükûa varırken, hareketsizlikten, bir cansız kayayı andırırlardı ve bu sebeple ürkek kuşlar bile gelip sırtlarına konardı. Bütün bunlar, dünya evlâtlarından büyük olan kimseler huzurunda icrası tabiatça istenilen ve mümkün olan şeylerdir. Peki padişahlar padişahı olan Allah'ın huzurunda böyle bir durumun olması neden uzak sayılsın? Başkasının huzurunda, korktuğu için, edebli durup da Allah'ın huzurunda âzalarını kıpırdatan kimsenin bu hareketi, Allah'ın celâlini tanımak hususundaki kusurluluğundan ve kal-bine muttali olmamasından ileri gelmektedir.
İkrime95 'O (Allah) ki, namaza kalktığın zaman seni gördüğü gibi secde edenler içinde dolaşmanı da görür'. (Şuarâ/218-219) ayetinde 'kıyam, 'rükû', 'secde' ve 'teşehhüd' için 'cülûs' (oturmak) tâbir edilmiş olduğunu söylemiştir.
93)Ebu Dâvud, Tirmizî, Nesâî, (Abdullah b. Âmir'den) Tirmizî hadîsin hasensahih olduğunu söylemiştir. 94) Zehîdî, Irâkî'nin bu hadîsi herhangi bir kaynakta bulamadığını söyler, 95) Künyesi Ebu Abdullah olup, İbn Abbas'ın azadlısıdır. H. 105 senesinde vefat etmiştir.
1. Dili çalışan fakat kalbi gafil olan kişiler. 2. Kalbi çalışan diline tâbi olan, okuduğunun mânâsını anlayan, sanki başkasından dinliyormuş gibi olan kişiler ki bu, ashâb'ul-yemîn in derecesidir. 3. Kalbi herşeyden evvel mânâlara nüfuz eden, sonra da dili kalbinin hizmetçisi ve tercümanı olan kişiler. Dilin, kalbin tercümanı olması ile muallimi olması arasında fark vardır. Mukarrebin zümresinin dili kalplerinin tercümanıdır. Onların kalpleri dillerine tâbi değildir. Namazda okunan ayetlerin mânâları ise şöyledir: 'Bismillâhirrahmânirrahim' dediğin zaman, Allah'ın kelâmına 'besmele' ile teberrüken başladığını niyet eyle! Bil ki, besmelenin mânâsı şudur: 'Bütün işler ancak Allah'ın yardımıyla olur'. İsimden gaye müsemma ve zattır.
Yani 'Allah'ın zatının yardımıyla başlıyorum' demektir. Bütün işler Allah'ın yardımıyla olduğu zaman, şüphe yok ki, bütün hamd da O'na mahsus olur.
'Elhamdülillâhi' ibaresinin mânâsı, 'Nimetler Allah'tan geldiği için, şükür de O'na mahsustur' demektir. Kim herhangi bir nimeti Allah'tan başkasından bilir veya şükrüyle Allah'tan başkasını kastederse, o vakit besmelesinde ve hamdinde, başkasına yaptığı iltifat miktarında noksanlık vardır. 'er-Rahmân'ir-Rahîm' dediğinde, rahmeti sana güneş gibi görününceye kadar Allah Teâlâ'nın lütfunun bütün çeşitlerini, kalbinde hazır etmelisin. Böylece ümidin taşıp kabarır. Bundan sonra 'mâliki yevmiddîn' demek suretiyle kalbinde Allah'ın azametini, korkusunu ihzar eylemelisin.
Azamet, 'mülkün sadece Onun olmasından; korku ise, sahibi olduğu hesap ve ceza gününün dehşetinden neş'et etmektedir. Sonra 'iyyâke nâ'büdü' sözüyle ihlâsını ve 'iyyâke nestaîn' sözüyle de aczini, ihtiyacını, kuvvet ve kudretten uzak olduğunu yeniden dile getir. Kesinlikle bil ki, yaptığın tâat ve ibâdet ancak O'nun yardımıyla müyesser olmuştur. Seni tâatına muvaffak ettiğinden O'na karşı minnettar olduğunu unutma. Seni ibâdetinde kullandığından ve seni münacaatına ehil kıldığından O'na karşı olan sorumluluğunu unutma. Eğer O seni tevfîki'nden mahrum eyleseydi, rahmetten kovulmuş şeytanla birlikte kovulanlardan olacaktın.
İstiaze, besmele ve hamdden ve mutlak bir şekilde yardıma muhtaç olduğunu belirttikten sonra zât-ı ulûhiyyetine 'Bizi, mânevî komşuluğuna götürüp rıza denizine daldıracak dosdoğru yola ilet!' diye duada bulunursan.
İstediğin bu yolun açıklamasını da hidayet nimetine mazhar olan peygamberlerin, sıddîkların, şehid ve sâlihlerin yollarını istemek ve 'Allah'ın gazabına maruz kalan kâfirlerin, haktan bâtıla yönelen yahudi ve hristiyanların ve yıldızlara tapan sabitler yoluna değil' demek suretiyle yap. Bütün bunlardan sonra da âmin demek suretiyle isteklerinin kabul olunmasını talep eyle!
Fâtiha sûresini belirttiğimiz şekilde okuduktan sonra, şu kudsî hadîsteki kimselerden olmaya hak kazanırsın: Namazı, kulumla aramda ikiye böldüm; şöyle ki, yarısı benim, yarısı da kulumundur. Ayrıca kulum namazda neyi isterse onu da kendisine veririm.
Kul, 'Hamd âlemlerin Rabbi olan Allah'a mahsustur' der. Allah da 'Kulum benim hakkımı yerine getirdi ve beni senâ etti' buyurur. İşte 'Semiallâhü limen hamideh'in mânâsı budur... Eğer namazında sadece Allah Teâlâ'nın celâl ve azametini hatırlasan, bu ganimet olarak sana fazlasıyla yeter. Kaldı ki, sen namazdan Allah Teâlâ'nın sevabını ummaktasın...
Kur'an in Tilâveti bölümünde geleceği gibi, Fatiha'dan sonra okuduğunuz sûrelerin mânâsını da bu şekilde anlamanız gerek-mektedir. Sakın sûreleri okurken Allah'ın emrinden, yasağından, va'dinden, vaîdinden, va'z ve irşadından, peygamberlerinin haberlerinden, minnet ve ihsanının zikrinden gafil olma. Bütün bu hususların hakkını vermelisin. Meselâ, va'din hakkı ümit, vaîdinkiyse korkudur. Emir ve yasağın hakkı azmdir; va'z ve irşadınki ibret almaktır. Minnetin hakkı şükür, peygamberlerin getirdiği haberlerin hakkı ise yine ibrettir.
Rivayet edildiğine göre, Zürâre b. Evfa, Kur'an okurken 'O sûr'a üfürüldüğü gün (Müddessir/8) ayetine geldiğinde düşüp ölmüştür.
İbrahim en-Nehâî ise 'Gök yarıldığı gün' (İnşikak/l) ayetini işittiğinde çene kemikleri, sesi duyulacak derecede titremiştir.
Abdullah b. Vakîd İbn Ömer'in sanki ateşten pişirilmiş bir vaziyette olarak namaz kıldığını müşahede ettim' demiştir.
Namazda kulun kalbi, efendisinin va'd ve vaîdi ile yanmalıdır; çünkü günahkâr ve zelil bir kul, cebbâr ve kahhâr olan Allah'ın huzurunda bulunmaktadır. Tabiîdir ki, bu mânâlar her musallînin derecesine göre anlaşılır. İdrak ve anlayış, ilmin bolluğu, kalbin temizliği nisbetinde gelişir. Bunun dereceleri ise, sayılamayacak kadar çoktur. Namaz, kalplerin anahtarıdır. Kelimelerin sırları ancak namazda açılır.
İşte bu söylediklerim kıraatin hakkı olduğu gibi, namazdaki zikir ve tesbihlerin de hakkıdır. Musalli namazda bunları gözettikten sonra kıraattaki heybete dikkat etmelidir. Kelimelerin üzerine basa basa ve tane tane okumalıdır. Bütün kelimeleri bir nefeste okumaya heves etmemelidir. Zira kelimelerin üzerine basa basa okumak, onların mânâlarını düşünmeye yardımcı ve bunu kolaylaştırıcıdır.
Rahmet ve azap, va'd ve vaîd, hamd ve tâzim ayetlerinin nağmeleri aynı olmamalıdır. Nehâî, Allah Teâlâ'nın 'Allah evlât 'edinmemiştir. O'nunla beraber hiçbir ilâh da yoktur' (Mü'minûn/91) ayetini ve benzerlerini okuduğu zaman sesini, zât-ı ulûhiyyetine lâyık olmayan sıfatları zikretmekten utanan bir kimse gibi alçaltıyordu.
Rivayet ediliyor ki, kıyamet gününde Kur'an okuyan kimselere şöyle denir; Dünyadaki gibi, kelimelerin üzerine basa basa, incelte incelte oku!93
Namazda, okuma müddetince dimdik durmak, kalbin Allah'ın huzurunda tam bir sükûnet ile kaim bulunmasına işarettir.
Nitekim Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: Namaz kılan sağa-sola bakmadığı sürece Allah Teâlâ'nın iltifatına ve nazarlarına mazhar olur.
Baş ve gözün sağa-sola bakmaktan korunması vâcib olduğu gibi iç âlemini de namazdan başka herhangi birşeye yönelmemesinin temini de vâcibdir. Namazda iken iç âlemin namazdan başka birşeye yönelirse derhal Allah'ın kendisini murakabe ettiğini hatırlat! Münacaatta bulunanın gaflete dalmasının, münacaat edilenin karşısında bir saygısızlık olduğunu hatırlatıp, iç âlemi derhal münâcaat edilene avdet ettirmelisin. Kalbi huşûdan ayırmamaya dikkat et; zira zâhir ve bâtında sağa-sola bakmaktan kurtulmanın çaresi ancak huşûdur. Bâtın korktuğu anda zâhir de korkar; yani dış âlem, iç âlemin izindedir.
Hz. Peygamber namaz içinde sakalı ile oynayan birisini gördüğü zaman şöyle buyurmuştur: Eğer bu adamın kalbi korksaydı, âzaları da korkardı Çünkü koyunlar çobana bağlıdır. Bu sırra binaen Rasûlullah bir duasında şöyle der: Yâ rabbî! Çoban ile güttüklerini ıslah eyle!94 'Çoban'dan gaye kalp, 'güdülen'den gaye de âzalardır.
Ebubekir Sıddîk (r.a) namazda yere çakılan kazık gibi, İbn Zübeyr de (r.a) ağaç gibi dimdik dururdu. Selef-i sâlihînin bazıları, rükûa varırken, hareketsizlikten, bir cansız kayayı andırırlardı ve bu sebeple ürkek kuşlar bile gelip sırtlarına konardı. Bütün bunlar, dünya evlâtlarından büyük olan kimseler huzurunda icrası tabiatça istenilen ve mümkün olan şeylerdir. Peki padişahlar padişahı olan Allah'ın huzurunda böyle bir durumun olması neden uzak sayılsın? Başkasının huzurunda, korktuğu için, edebli durup da Allah'ın huzurunda âzalarını kıpırdatan kimsenin bu hareketi, Allah'ın celâlini tanımak hususundaki kusurluluğundan ve kal-bine muttali olmamasından ileri gelmektedir.
İkrime95 'O (Allah) ki, namaza kalktığın zaman seni gördüğü gibi secde edenler içinde dolaşmanı da görür'. (Şuarâ/218-219) ayetinde 'kıyam, 'rükû', 'secde' ve 'teşehhüd' için 'cülûs' (oturmak) tâbir edilmiş olduğunu söylemiştir.
93)Ebu Dâvud, Tirmizî, Nesâî, (Abdullah b. Âmir'den) Tirmizî hadîsin hasensahih olduğunu söylemiştir. 94) Zehîdî, Irâkî'nin bu hadîsi herhangi bir kaynakta bulamadığını söyler, 95) Künyesi Ebu Abdullah olup, İbn Abbas'ın azadlısıdır. H. 105 senesinde vefat etmiştir.
Rükû ve Secde[düzenle]
Rükû ve secdeleri yaparken Allah Teâlâ'nın azamet ve kibriyâsını yeniden hatırlamalısın. Rükû ve secdeye varmak için (Şâfiî mezhebinde olduğu gibi) ellerini kaldırdığında yeni bir niyetle Allah'ın azabından, affına sığınmayı talep etmelisin. Böyle yap-makla Rasûlullah'ın sünnetine de tâbî olduğunu ispat edersin. Sonra rükûa vardığında Allah'ın karşısında zillet ve tevâzuunu bir kere daha göstermelisin. Kalbinin incelmesine, korkunun yenilenmesine gayret sarfetmelisin.
Mevlâ'nın galibiyyetiyle beraber kendinin zilletini; kendi zayıflığınla beraber O'nun yüceliğini aklından çıkarmamalısın! Dilin de bu hakikati kalbinde yerleştirmene yardım edecektir. Kalben Allah'ın büyüklüğüne şahidlik edip, dilinle de aynı mânâyı söylemelisin. O'nun her büyükten daha büyük olduğunu tekrar ede ede kalbinde yerleşmesine ve kökleşmesine çalışmalı ve başını rükûdan sana rahmet etmiş olması ümidi ile kaldırmalısın. Bu ümidi kalbinde yerleştirmek için 'Semiallâhu limen hamideh' (Allah, kendisine hamdedenin hamdini kabul eder) ve bu şükrün arkasından da 'Rabbenâ leke'l-hamd' (Ey Rabbim! Hamd sana mahsustur) demelisin. Gökler ve yerin dolusu mânâsına gelen 'mile's-semâvâti ve mil'el-ard' sözüyle de hamdini artırmalısın. Azalarının en yücesi ve kıymetlisi olan yüzünü, eşyanın en zelili olan toprak ile birleştireceksin. Eğer alnınla toprak arasında herhangi bir perde koymaksızın doğrudan toprağa secde etmeye muktedirsen, bunu derhal yap; zira bu durum huşûu daha ziyade celbedici, zillete de daha fazla delâlet edicidir. Yüzünü yere koyduğun zaman, bilmiş ol ki, nefsini hakîkî ve kendisine uygun olan yerine koymuş bulunuyorsun ve kendini aslına döndürmüşsün demektir. Çünkü sen topraktan yaratıldın ve ona döneceksin. İşte bunu yaparken Allah'ın azametini kalbinde yenile ve 'En yüce olan Rabbim her noksanlıktan münezzehtir anlamına gelen 'Sübhâne rab-biye'l-a'lâ' de! Bu mânâyı nefsine yerleştirmek için de aynı kelimeyi (üç defa) tekrar eyle. Zira bir tek vuruş, az iz bırakır.
Böyle yapıp kalbinin rikkate geldiğini hissettiğinde Allah'ın rahmetindeki ümidini gerçekleştir; zira O'nun rahmeti, kibre değil, zillet ve zâ'fa yaklaşır. Secdeden, tekbir alarak ve ihtiyacını isteyerek başını kaldır ve 'Yâ rabb! Beni affeyle, bana rahmet eyle ve hatalarımdan vazgeç!' mânâsına gelen 'Rabbiğfir verham ve tecâvez ammâ ta'lem' duâsını veya istediğin duayı oku. Sonra birinci secde gibi, ikincisini de tekrarlamak suretiyle tevazuunu tekid ve takviye eyle.
Rükû ve secdeleri yaparken Allah Teâlâ'nın azamet ve kibriyâsını yeniden hatırlamalısın. Rükû ve secdeye varmak için (Şâfiî mezhebinde olduğu gibi) ellerini kaldırdığında yeni bir niyetle Allah'ın azabından, affına sığınmayı talep etmelisin. Böyle yap-makla Rasûlullah'ın sünnetine de tâbî olduğunu ispat edersin. Sonra rükûa vardığında Allah'ın karşısında zillet ve tevâzuunu bir kere daha göstermelisin. Kalbinin incelmesine, korkunun yenilenmesine gayret sarfetmelisin.
Mevlâ'nın galibiyyetiyle beraber kendinin zilletini; kendi zayıflığınla beraber O'nun yüceliğini aklından çıkarmamalısın! Dilin de bu hakikati kalbinde yerleştirmene yardım edecektir. Kalben Allah'ın büyüklüğüne şahidlik edip, dilinle de aynı mânâyı söylemelisin. O'nun her büyükten daha büyük olduğunu tekrar ede ede kalbinde yerleşmesine ve kökleşmesine çalışmalı ve başını rükûdan sana rahmet etmiş olması ümidi ile kaldırmalısın. Bu ümidi kalbinde yerleştirmek için 'Semiallâhu limen hamideh' (Allah, kendisine hamdedenin hamdini kabul eder) ve bu şükrün arkasından da 'Rabbenâ leke'l-hamd' (Ey Rabbim! Hamd sana mahsustur) demelisin. Gökler ve yerin dolusu mânâsına gelen 'mile's-semâvâti ve mil'el-ard' sözüyle de hamdini artırmalısın. Azalarının en yücesi ve kıymetlisi olan yüzünü, eşyanın en zelili olan toprak ile birleştireceksin. Eğer alnınla toprak arasında herhangi bir perde koymaksızın doğrudan toprağa secde etmeye muktedirsen, bunu derhal yap; zira bu durum huşûu daha ziyade celbedici, zillete de daha fazla delâlet edicidir. Yüzünü yere koyduğun zaman, bilmiş ol ki, nefsini hakîkî ve kendisine uygun olan yerine koymuş bulunuyorsun ve kendini aslına döndürmüşsün demektir. Çünkü sen topraktan yaratıldın ve ona döneceksin. İşte bunu yaparken Allah'ın azametini kalbinde yenile ve 'En yüce olan Rabbim her noksanlıktan münezzehtir anlamına gelen 'Sübhâne rab-biye'l-a'lâ' de! Bu mânâyı nefsine yerleştirmek için de aynı kelimeyi (üç defa) tekrar eyle. Zira bir tek vuruş, az iz bırakır.
Böyle yapıp kalbinin rikkate geldiğini hissettiğinde Allah'ın rahmetindeki ümidini gerçekleştir; zira O'nun rahmeti, kibre değil, zillet ve zâ'fa yaklaşır. Secdeden, tekbir alarak ve ihtiyacını isteyerek başını kaldır ve 'Yâ rabb! Beni affeyle, bana rahmet eyle ve hatalarımdan vazgeç!' mânâsına gelen 'Rabbiğfir verham ve tecâvez ammâ ta'lem' duâsını veya istediğin duayı oku. Sonra birinci secde gibi, ikincisini de tekrarlamak suretiyle tevazuunu tekid ve takviye eyle.
Teşehhüd[düzenle]
Teşehhüd için otururken edebli olmaya dikkat et. Sarâhatle ve açıkça kıldığın bütün namazların ve sahip olduğun temiz ahlâkın Allah Teâlâ'ya mahsus olduğunu ifade eyle; mülkün de O'na ait olduğunu söyle. İşte ettahiyyat'ın mânâsı budur.
Kalbinde Rasûlullah'ın (s.a) mübarek şahsını hazır bulundur ve 'Ey Peygamber! Allah'ın selâmı rahmet ve bereketi senin üzerine olsun' de! Bunu söylerken de niyetinde bu selâmın Rasûlullah'a iletildiğini ve ondan sana daha güzel bir selâmın geldiğini kesinlikle tasdik eyle.
Sonra kendi nefsine ve Allah'ın bütün salih kullarına selâm ver. Sonra da Allah Teâlâ'nın, selâmına, onlara vekâleten salih kulları adedince karşılık vereceğini düşün. Bundan sonra da Allah'ın birliğine, Hz. Muhammed'in peygamberliğine şehâdet getir. Allah ile senin aranda bulunan ahdi, şehâdetin iki kelimesini söylemek suretiyle yenile. O kaleye yeniden sığınmaya çalış. Namazının sonunda da tevazu, huşû, yalvarma ve kabule kesinlikle inanarak Hz. Peygamber'den vârid olan duayı oku. Ebeveynini ve diğer mü'minleri de bu duâna ortak et. Birinci selâmı verirken melekler ve orada bulunanlar üzerine selâm vermeyi kasteyle ve selâmla namazının sona erişine niyet eyle.
Bu tâati sana, tevfîki ile sona erdirten ve tamamlatan Allah'ın şükrünü kalbinden çıkarma. Namazında Allah'a vedâ eder gibi, hatta bundan başka bir namaz kılacak kadar yaşamayacakmış gibi hareket et.
Nitekim Hz. Peygamber adamın birine şu tavsiyede bulunmuştur: Namazlarını sanki (dünyaya) vedâ ediyormuşun gibi kıl! Sonra namazda, kusur yaptım diye hayâ ve korku şuuruyla hareket et. Namazının kabul olunmamasından kork. Zâhir veya bâtın günâhından ötürü Allah'ın buğzettiği bir kimse olmaktan sakın. Böyle bir felâkete düçâr olduğun zaman namazının paçavra gibi, yüzüne çarpılacağını bil. Bütün bunlarla beraber Allah'ın, kerem ve lütfuyla namazını kabul edeceğinden de ümidini kesme. Yahya b. Vessab96 namaz kıldığı zaman Allah'ın dilediği kadar durur, yüzünde namazdan ayrılmanın üzüntüsü görünürdü.
İbrahim en-Nehâî de namazdan sonra bir saat kadar sanki hastaymış gibi yerinden kalkmaz, beklerdi İşte Allah'tan korkanlar namazı böyle kılarlardı. Onlar, namazlarında huşû sıfatından ayrılmaz, namaz vakitlerini dikkatle izler ve namazlarını ihmal etmeksizin edâ ederlerdi. Onlar ki, güçleri nisbetinde kulluk yapar ve ellerinden geldiği kadar Allah Teâlâ'ya münacaat ederlerdi. Her insanoğlu namazını böyle kılmaya çalışmalıdır. Böyle bir namazı edâ ettiği nisbette sevinmeli, elinden kaçtığı nisbette de üzülmelidir. Böyle bir namaz kılabilmek için de var kuvvetiyle kalbinin tedâvisine çalışmalıdır.
Gâfillerin namazına gelince, o baştan başa tehlikelerle doludur. Ancak Allah Teâlâ'nın rahmeti yetişirse ki O'nun rahmeti geniştir, keremi kullarının üzerine oluk gibi akar o zaman mesele değişir. Allah Teâlâ'dan bizi rahmetiyle kapsamasını, mağfiretiyle örtmesini temenni ve niyâz ederiz. Zira bizim rahmet-i ilâhîsini istemekten, ibâdetinin edâsından acizliğimizi itiraftan başka bir vesilemiz yoktur.
Namazı, âfetlerden kurtaran, onu sadece Allah rızasına hasrettiren, hayâ, tâzim ve huşû gibi bâtınî şartlarıyla edâ etmek mükaşefe ilimlerinin anahtarı olan nûrların kalpte doğmasına vesile olur. Bu derecelere ancak göklerin, yerin ve rubûbiyet sırlarının keşfedicisi olan Allah'ın velî kulları erişmişlerdir. Bunu da özellikle secde hâlinde elde etmişlerdir. Zira kulun, Rabbine en yakın olduğu an secde ânıdır. İşte bu sırra binâen Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: Hayır, sakın onu dinleme. Secdene devam et ve (ibadetle Rabbinin rahmetine) yaklaş. (Alak/19)
Her namaz kılanın kalbinde dünya bulanıklıklarından uzak olduğu nisbette mükâşefe husule gelir. Bu durum kuvvet, zaaf, az, çok, açık ve gizlilik gibi dereceler arzeder. Hattâ bazılarına eşyanın hakikati inkişaf eder. Bazılarına ise eşya, hakîkatiyle değil, ancak misâliyle inkişaf eder. Nitekim bâzılarına da dünya bir cîfe; şeytansa o cifeye dalmış ve halkı da ona dalmaya dâvet eden bir köpek suretinde inkişaf etmiştir. Aynı zamanda, şahıslara göre inkişafın merkezinde de değişiklik vardır. Bazılarına Allah'ın sıfat ve celâlinden, bazılarına da Allah'ın fiillerinden inkişaf vâki olur. Diğer bir gruba ise, muamele ilimlerinin incelikleri hakkında mükâşefe vâki olur. Bütün bu mânâların tâyin ve tesbiti için sayılamayacak kadar gizli sebep vardır. Bu sebeplerin en âlâsı himmettir; çünkü himmet, muayyen birşeye sarfedildi mi onu diğerlerinden daha evvel keşfolunacak bir vaziyete getirir. Bu işler ancak tam sırlı bir aynada görülebilir. Halbuki zamanımızın bütün aynaları paslıdır. İşte hidayet ve nimet veren hâlikın hâşâ cimriliğinden değil, aksine hidayet merkezinin üzerinde birikmiş pasların habasetinden ötürü hidayet ve saydığımız şeylerin hiçbiri bu aynalarda görülememektedir.
İşte diller, böyle bir hakikatin inkârı için âdeta yarış etmektedirler. Çünkü hazır olmayan bir nesnenin inkâr edilmesi, insanın fıtratında bulunan bir tabiattır. Eğer annesinin rahminde bulunan ceninin aklı olsaydı, dışarıda, geniş dünyada gezen insanların varlığının imkânını dahi inkâr ederdi. Eğer küçük çocuğun azıcık tefrik kabiliyeti olsaydı belki de akılların idrâk edebildiği gök ve yerlerin hakikatlerini inkâr ederdi. İşte böylece insanoğlu bulunduğu mertebenin ötesini inkâr edegelmektedir.
Veliliği inkâr edenin, nübüvveti de inkâr etmesi gerekir. Yaratıklar çeşitli aşamalardan geçerek şekillenmişlerdir. Bu bakımdan insanoğluna, bulunduğu basamağın ötesini inkâr etmesi uygun düşmez. Evet, hakikatı, kalplerini mâsivadan temizlemekte değil de cedel ve şaşırtıcı münakaşalarda arayanlar, onu kaybederek inkâra düşerler ve düşmüşlerdir de...
Mükâşefe ehli olmayan kimse, gayba iman edinceye ve tecrübe ile mükâşefeye varıncaya kadar tasdik etmese bile hiç olmazsa inkâra kalkışmamalıdır.
Çünkü hadîs-i şerîfte şöyle buyurulmuştur: Kul, namaza kalktığı zaman, Allah Teâlâ kendisi ile onun arasındaki perdeyi kaldırır ve onunla yüzyüze gelir. Melekler de onun omuzları hizasından itibaren tâ arşa kadar hava boşluğunu doldururlar. Onunla birlikte namaz kılar ve onun yaptığı dualara 'âmin derler. Göklerin tam ortasından namaz kılan kimsenin üzerine rahmet yağar. Allah'ın tellallarından birisi şöyle bağırır: 'Eğer şu münacaat eden kul kime münacaat ettiğini bilseydi, gözleri sağa-sola kaymazdı. Göklerin kapısı namaz kılanlar için açılır'. Allah Teâlâ namaz kılan kulu ile meleklere karşı iftihar eder.97
Gök kapılarının açılması ve Allah Teâlâ'nın namaz kılan kulu ile yüzyüze gelmesi, daha önce zikrettiğimiz mükâşefe ilminden kinâyedir.
Tevrat'ta 'Ey Âdemoğlu! Ağlayarak ibadet edip huzurumda kaim olmaktan acz gösterme. Kalbine yaklaşan Allah'ım! beni benim nûrumu gayb âleminde görmüştün' yazılıdır.
Ebu Tâlib el-Mekkî şöyle der: 'Namaz kılanın sezdiği rahmet kapılarının açılışı ve hissettiği ağlama ve rikkâtin, Allah Teâlâ'nın onun kalbine mânen yaklaşmasından meydana geldiğini kuvvetli bir şekilde tahmin etmekteyiz. Allah'ın bu şekildeki yaklaşımı mekânî bir yaklaşma olmadığına göre bunun mânâsı ancak hidayet, rahmet ve perdelerin aralanmasıyla yaklaşmadır'.
Deniliyor ki; kul iki rek'at namaz kıldığı zaman, onun bu hareketine her onbin meleğin bulunduğu on saf melek özenmektedir. Böylece Allah Teâlâ, o kuluyla yüzbin meleğe karşı iftihar etmektedir. Bunun sebebi; kulun, namazında kıyam (ayakta durmak), kuud (oturmak), rükû ve secdeyi bir araya getirmesidir.
Halbuki Allah Teâlâ bu dört vazifeyi kırkbin meleğe taksim etmiştir. Kıyamda olan melekler kıyamete kadar bu şekilde kalıp rükûa varamazlar. Secdede olan melekler ise, kıyamete kadar başlarını secdeden kaldıramazlar. Rükû ve kuudda olan melekler de böyledir. Allah Teâlâ'nın meleklerine ihsân buyurduğu yakınlık ve rütbe, aynı seviyede devam eder; ne eksilir ve ne de artar. İşte bu sırra binaen Allah Teâlâ meleklerinin şöyle dediklerini haber vermektedir. Biz meleklerden her birimizin bilinen bir makamı vardır. (Sâffât/164)
İnsanoğlu, daha yüksek bir dereceye yükselme imkânına sahip olmak bakımından meleklerden ayrılır. Çünkü insanoğlu, ibâdetleriyle durmadan Allah Teâlâ'ya yaklaşır. O, bu fırsattan habire istifade etmektedir. Melekler içinse makam artışı kapısı kapalıdır. Herbir meleğin muayyen bir rütbesi ve bir vazifesi vardır; ondan başkasına intikâl etmesi mümkün değildir. Onda gevşeklik gös-termesi de düşünülemez. Göklerde ve yerde olan bütün varlıklar Allah'ındır. O'nun katındakiler (melekler) kendisine ibâdet etmekten ne büyüklenirler, ne de usanırlar. Gece gündüz hep Allah'ı tesbih ederler, hiç ara vermezler.(Enbiyâ/19-20) Derece artışının anahtarı namazdır.
Hakîkat, mü'minler zafer bulmuştur. Onlar namazlarında tevazu ve korku sâhibidirler. (Mü'minûn/1-2)
Allah Teâlâ, imandan sonra zafer elde edenleri tevazuyla kılınan namaz ile methetmiştir. Sonra zafere ulaşanların vasıflarını, 'namaz kılmaktır' diye sona erdirerek şöyle buyurmuştur: 'Onlar ki, namazlarını gereği gibi ve devamlı kılarlar'. (Mü'minûn/9)
Daha sonra da bu sıfatlara sahip olan mü'minlerin şu sonucu elde ettiklerini ilân etmiştir: İşte bu vasıflara sahip olan kimseler vâris olanlardır. Onlar Firdevs cennetine vâris olacaklar ve orada ebedî olarak kalacaklardır. (Mü'minûn/10-11)
Görülüyor ki, Allah Teâlâ, bu sıfatlara sahip olan mü'minleri başlangıçta felâh (zafer) ile sonunda da Firdevs'in vârisi olmakla vasıflandırdı. Benim kanaatime göre insanı bu dereceye yükselten, kalbin gâfil olmasıyla beraber yalnızca dilin hareketinden ibaret olan namaz değildir...
İşte bu sırra binaen Allah Teâlâ felâha kavuşanların tam zıddı olanlar hakkında da şu ifadeyi kullanmaktadır: Mücrimlere'Sizi cehenneme sokan nedir?'diye sorulduğunda 'Biz namaz kılanlardan değildik' derler.(Müddessir/41-43)
Bu bakımdan Firdevs'in vârisleri ancak namaz kılanlardır. Allah'ın nûrunu müşahede edip O'na yakın olmaktan zevk alan ve kalben O'na yaklaşanlar da yine namaz kılanlardır. Allah Teâlâ'dan bizi namaz kılanlara dâhil etmesini, sözleri suç ve fiilleri çirkin olanların şerrinden korumasını dileriz. Çünkü ihsânı kadîm olan, kerem ve minnet sahibi bulunan ancak O'dur. Allah, seçtiği her kuluna rahmet deryâlarını coştursun. Amin!
96) Esed kabilesindendir. Kûfe'de kurraların imamıydı. H.103 senesinde vefat etmiştir. 97) Kut'ul-Kulûb'da küçük bir ibare değişikliğiyle rivayet edildiği gibi, Sühreverdî tarafından el-Avârif adlı eserinde de zikredilmiştir. Irâkî ise, bu hadîsin aslına rastlamadığını kaydetmektedir.
Teşehhüd için otururken edebli olmaya dikkat et. Sarâhatle ve açıkça kıldığın bütün namazların ve sahip olduğun temiz ahlâkın Allah Teâlâ'ya mahsus olduğunu ifade eyle; mülkün de O'na ait olduğunu söyle. İşte ettahiyyat'ın mânâsı budur.
Kalbinde Rasûlullah'ın (s.a) mübarek şahsını hazır bulundur ve 'Ey Peygamber! Allah'ın selâmı rahmet ve bereketi senin üzerine olsun' de! Bunu söylerken de niyetinde bu selâmın Rasûlullah'a iletildiğini ve ondan sana daha güzel bir selâmın geldiğini kesinlikle tasdik eyle.
Sonra kendi nefsine ve Allah'ın bütün salih kullarına selâm ver. Sonra da Allah Teâlâ'nın, selâmına, onlara vekâleten salih kulları adedince karşılık vereceğini düşün. Bundan sonra da Allah'ın birliğine, Hz. Muhammed'in peygamberliğine şehâdet getir. Allah ile senin aranda bulunan ahdi, şehâdetin iki kelimesini söylemek suretiyle yenile. O kaleye yeniden sığınmaya çalış. Namazının sonunda da tevazu, huşû, yalvarma ve kabule kesinlikle inanarak Hz. Peygamber'den vârid olan duayı oku. Ebeveynini ve diğer mü'minleri de bu duâna ortak et. Birinci selâmı verirken melekler ve orada bulunanlar üzerine selâm vermeyi kasteyle ve selâmla namazının sona erişine niyet eyle.
Bu tâati sana, tevfîki ile sona erdirten ve tamamlatan Allah'ın şükrünü kalbinden çıkarma. Namazında Allah'a vedâ eder gibi, hatta bundan başka bir namaz kılacak kadar yaşamayacakmış gibi hareket et.
Nitekim Hz. Peygamber adamın birine şu tavsiyede bulunmuştur: Namazlarını sanki (dünyaya) vedâ ediyormuşun gibi kıl! Sonra namazda, kusur yaptım diye hayâ ve korku şuuruyla hareket et. Namazının kabul olunmamasından kork. Zâhir veya bâtın günâhından ötürü Allah'ın buğzettiği bir kimse olmaktan sakın. Böyle bir felâkete düçâr olduğun zaman namazının paçavra gibi, yüzüne çarpılacağını bil. Bütün bunlarla beraber Allah'ın, kerem ve lütfuyla namazını kabul edeceğinden de ümidini kesme. Yahya b. Vessab96 namaz kıldığı zaman Allah'ın dilediği kadar durur, yüzünde namazdan ayrılmanın üzüntüsü görünürdü.
İbrahim en-Nehâî de namazdan sonra bir saat kadar sanki hastaymış gibi yerinden kalkmaz, beklerdi İşte Allah'tan korkanlar namazı böyle kılarlardı. Onlar, namazlarında huşû sıfatından ayrılmaz, namaz vakitlerini dikkatle izler ve namazlarını ihmal etmeksizin edâ ederlerdi. Onlar ki, güçleri nisbetinde kulluk yapar ve ellerinden geldiği kadar Allah Teâlâ'ya münacaat ederlerdi. Her insanoğlu namazını böyle kılmaya çalışmalıdır. Böyle bir namazı edâ ettiği nisbette sevinmeli, elinden kaçtığı nisbette de üzülmelidir. Böyle bir namaz kılabilmek için de var kuvvetiyle kalbinin tedâvisine çalışmalıdır.
Gâfillerin namazına gelince, o baştan başa tehlikelerle doludur. Ancak Allah Teâlâ'nın rahmeti yetişirse ki O'nun rahmeti geniştir, keremi kullarının üzerine oluk gibi akar o zaman mesele değişir. Allah Teâlâ'dan bizi rahmetiyle kapsamasını, mağfiretiyle örtmesini temenni ve niyâz ederiz. Zira bizim rahmet-i ilâhîsini istemekten, ibâdetinin edâsından acizliğimizi itiraftan başka bir vesilemiz yoktur.
Namazı, âfetlerden kurtaran, onu sadece Allah rızasına hasrettiren, hayâ, tâzim ve huşû gibi bâtınî şartlarıyla edâ etmek mükaşefe ilimlerinin anahtarı olan nûrların kalpte doğmasına vesile olur. Bu derecelere ancak göklerin, yerin ve rubûbiyet sırlarının keşfedicisi olan Allah'ın velî kulları erişmişlerdir. Bunu da özellikle secde hâlinde elde etmişlerdir. Zira kulun, Rabbine en yakın olduğu an secde ânıdır. İşte bu sırra binâen Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: Hayır, sakın onu dinleme. Secdene devam et ve (ibadetle Rabbinin rahmetine) yaklaş. (Alak/19)
Her namaz kılanın kalbinde dünya bulanıklıklarından uzak olduğu nisbette mükâşefe husule gelir. Bu durum kuvvet, zaaf, az, çok, açık ve gizlilik gibi dereceler arzeder. Hattâ bazılarına eşyanın hakikati inkişaf eder. Bazılarına ise eşya, hakîkatiyle değil, ancak misâliyle inkişaf eder. Nitekim bâzılarına da dünya bir cîfe; şeytansa o cifeye dalmış ve halkı da ona dalmaya dâvet eden bir köpek suretinde inkişaf etmiştir. Aynı zamanda, şahıslara göre inkişafın merkezinde de değişiklik vardır. Bazılarına Allah'ın sıfat ve celâlinden, bazılarına da Allah'ın fiillerinden inkişaf vâki olur. Diğer bir gruba ise, muamele ilimlerinin incelikleri hakkında mükâşefe vâki olur. Bütün bu mânâların tâyin ve tesbiti için sayılamayacak kadar gizli sebep vardır. Bu sebeplerin en âlâsı himmettir; çünkü himmet, muayyen birşeye sarfedildi mi onu diğerlerinden daha evvel keşfolunacak bir vaziyete getirir. Bu işler ancak tam sırlı bir aynada görülebilir. Halbuki zamanımızın bütün aynaları paslıdır. İşte hidayet ve nimet veren hâlikın hâşâ cimriliğinden değil, aksine hidayet merkezinin üzerinde birikmiş pasların habasetinden ötürü hidayet ve saydığımız şeylerin hiçbiri bu aynalarda görülememektedir.
İşte diller, böyle bir hakikatin inkârı için âdeta yarış etmektedirler. Çünkü hazır olmayan bir nesnenin inkâr edilmesi, insanın fıtratında bulunan bir tabiattır. Eğer annesinin rahminde bulunan ceninin aklı olsaydı, dışarıda, geniş dünyada gezen insanların varlığının imkânını dahi inkâr ederdi. Eğer küçük çocuğun azıcık tefrik kabiliyeti olsaydı belki de akılların idrâk edebildiği gök ve yerlerin hakikatlerini inkâr ederdi. İşte böylece insanoğlu bulunduğu mertebenin ötesini inkâr edegelmektedir.
Veliliği inkâr edenin, nübüvveti de inkâr etmesi gerekir. Yaratıklar çeşitli aşamalardan geçerek şekillenmişlerdir. Bu bakımdan insanoğluna, bulunduğu basamağın ötesini inkâr etmesi uygun düşmez. Evet, hakikatı, kalplerini mâsivadan temizlemekte değil de cedel ve şaşırtıcı münakaşalarda arayanlar, onu kaybederek inkâra düşerler ve düşmüşlerdir de...
Mükâşefe ehli olmayan kimse, gayba iman edinceye ve tecrübe ile mükâşefeye varıncaya kadar tasdik etmese bile hiç olmazsa inkâra kalkışmamalıdır.
Çünkü hadîs-i şerîfte şöyle buyurulmuştur: Kul, namaza kalktığı zaman, Allah Teâlâ kendisi ile onun arasındaki perdeyi kaldırır ve onunla yüzyüze gelir. Melekler de onun omuzları hizasından itibaren tâ arşa kadar hava boşluğunu doldururlar. Onunla birlikte namaz kılar ve onun yaptığı dualara 'âmin derler. Göklerin tam ortasından namaz kılan kimsenin üzerine rahmet yağar. Allah'ın tellallarından birisi şöyle bağırır: 'Eğer şu münacaat eden kul kime münacaat ettiğini bilseydi, gözleri sağa-sola kaymazdı. Göklerin kapısı namaz kılanlar için açılır'. Allah Teâlâ namaz kılan kulu ile meleklere karşı iftihar eder.97
Gök kapılarının açılması ve Allah Teâlâ'nın namaz kılan kulu ile yüzyüze gelmesi, daha önce zikrettiğimiz mükâşefe ilminden kinâyedir.
Tevrat'ta 'Ey Âdemoğlu! Ağlayarak ibadet edip huzurumda kaim olmaktan acz gösterme. Kalbine yaklaşan Allah'ım! beni benim nûrumu gayb âleminde görmüştün' yazılıdır.
Ebu Tâlib el-Mekkî şöyle der: 'Namaz kılanın sezdiği rahmet kapılarının açılışı ve hissettiği ağlama ve rikkâtin, Allah Teâlâ'nın onun kalbine mânen yaklaşmasından meydana geldiğini kuvvetli bir şekilde tahmin etmekteyiz. Allah'ın bu şekildeki yaklaşımı mekânî bir yaklaşma olmadığına göre bunun mânâsı ancak hidayet, rahmet ve perdelerin aralanmasıyla yaklaşmadır'.
Deniliyor ki; kul iki rek'at namaz kıldığı zaman, onun bu hareketine her onbin meleğin bulunduğu on saf melek özenmektedir. Böylece Allah Teâlâ, o kuluyla yüzbin meleğe karşı iftihar etmektedir. Bunun sebebi; kulun, namazında kıyam (ayakta durmak), kuud (oturmak), rükû ve secdeyi bir araya getirmesidir.
Halbuki Allah Teâlâ bu dört vazifeyi kırkbin meleğe taksim etmiştir. Kıyamda olan melekler kıyamete kadar bu şekilde kalıp rükûa varamazlar. Secdede olan melekler ise, kıyamete kadar başlarını secdeden kaldıramazlar. Rükû ve kuudda olan melekler de böyledir. Allah Teâlâ'nın meleklerine ihsân buyurduğu yakınlık ve rütbe, aynı seviyede devam eder; ne eksilir ve ne de artar. İşte bu sırra binaen Allah Teâlâ meleklerinin şöyle dediklerini haber vermektedir. Biz meleklerden her birimizin bilinen bir makamı vardır. (Sâffât/164)
İnsanoğlu, daha yüksek bir dereceye yükselme imkânına sahip olmak bakımından meleklerden ayrılır. Çünkü insanoğlu, ibâdetleriyle durmadan Allah Teâlâ'ya yaklaşır. O, bu fırsattan habire istifade etmektedir. Melekler içinse makam artışı kapısı kapalıdır. Herbir meleğin muayyen bir rütbesi ve bir vazifesi vardır; ondan başkasına intikâl etmesi mümkün değildir. Onda gevşeklik gös-termesi de düşünülemez. Göklerde ve yerde olan bütün varlıklar Allah'ındır. O'nun katındakiler (melekler) kendisine ibâdet etmekten ne büyüklenirler, ne de usanırlar. Gece gündüz hep Allah'ı tesbih ederler, hiç ara vermezler.(Enbiyâ/19-20) Derece artışının anahtarı namazdır.
Hakîkat, mü'minler zafer bulmuştur. Onlar namazlarında tevazu ve korku sâhibidirler. (Mü'minûn/1-2)
Allah Teâlâ, imandan sonra zafer elde edenleri tevazuyla kılınan namaz ile methetmiştir. Sonra zafere ulaşanların vasıflarını, 'namaz kılmaktır' diye sona erdirerek şöyle buyurmuştur: 'Onlar ki, namazlarını gereği gibi ve devamlı kılarlar'. (Mü'minûn/9)
Daha sonra da bu sıfatlara sahip olan mü'minlerin şu sonucu elde ettiklerini ilân etmiştir: İşte bu vasıflara sahip olan kimseler vâris olanlardır. Onlar Firdevs cennetine vâris olacaklar ve orada ebedî olarak kalacaklardır. (Mü'minûn/10-11)
Görülüyor ki, Allah Teâlâ, bu sıfatlara sahip olan mü'minleri başlangıçta felâh (zafer) ile sonunda da Firdevs'in vârisi olmakla vasıflandırdı. Benim kanaatime göre insanı bu dereceye yükselten, kalbin gâfil olmasıyla beraber yalnızca dilin hareketinden ibaret olan namaz değildir...
İşte bu sırra binaen Allah Teâlâ felâha kavuşanların tam zıddı olanlar hakkında da şu ifadeyi kullanmaktadır: Mücrimlere'Sizi cehenneme sokan nedir?'diye sorulduğunda 'Biz namaz kılanlardan değildik' derler.(Müddessir/41-43)
Bu bakımdan Firdevs'in vârisleri ancak namaz kılanlardır. Allah'ın nûrunu müşahede edip O'na yakın olmaktan zevk alan ve kalben O'na yaklaşanlar da yine namaz kılanlardır. Allah Teâlâ'dan bizi namaz kılanlara dâhil etmesini, sözleri suç ve fiilleri çirkin olanların şerrinden korumasını dileriz. Çünkü ihsânı kadîm olan, kerem ve minnet sahibi bulunan ancak O'dur. Allah, seçtiği her kuluna rahmet deryâlarını coştursun. Amin!
96) Esed kabilesindendir. Kûfe'de kurraların imamıydı. H.103 senesinde vefat etmiştir. 97) Kut'ul-Kulûb'da küçük bir ibare değişikliğiyle rivayet edildiği gibi, Sühreverdî tarafından el-Avârif adlı eserinde de zikredilmiştir. Irâkî ise, bu hadîsin aslına rastlamadığını kaydetmektedir.