20 Nisan 2015

GURURUN KÖTÜLÜĞÜ İmam-ı Gazâli




GURURUN KÖTÜLÜĞÜ 
İmam-ı Gazâli
Gururun Kötülüğü
•Giriş
•Gurur'un Zemm, Hakikati ve Misalleri
•Mağrur Olan Dört Sınıf ve Her Sınıfın Fırkaları

Giriş

Emirlerin hazineleri elinde bulunan, hayır ve şerlerin anahtarları kudretine bağlı bulunan Allah'a hamd olsun! O Allah ki dostlarını karanlıklardan nûra çıkarır. Düşmanlarını gururun felâketlerine daldırır. Salât ve selâm, mahlûkatı şek ve şüphe zulmetinden çıkaran efendimiz Hz. Muhammed'in, Allah yolunda şeytanın aldatmasına kurban gitmeyen ve dünya ile aldanmayan âlinin ve ashabının üzerine olsun! Zamanların akıp gitmesi, saatlerin ve ayların birbirini takib etmesi müddetince devam eden bir salât...

Saadetin anahtarı uyanıklık ve sezgidir. Şekavetin kaynağı gurur ve gaflettir. Bu bakımdan Allah Teâlâ'nın kulları üzerinde iman ve marifetten daha büyük bir nimeti yoktur.

Basiretin nûruyla kalbin inşiraha kavuşmasından başka Allah'a ulaştıran bir vesile mevcut değildir. Küfür ve masiyetten daha büyük bir azap düşünülemez. Küfür ve masiyete, cehalet zulmetinden meydana gelen kalp körlüğünden başka çağırıcı yoktur. Bu bakımdan akıllıların ve basiret sahiplerinin kalpleri şöyledir:

Allah göklerin ve yerin nûrudur. O'nun nûru, içinde lamba bulunan bir kandile benzer. Lamba cam içindedir. Cam, sanki inciden bir yıldız. Ne doğuya ne batıya ait olmayan mübarek bir zeytin ağacının yağından tutuşturulur. (Öyle mübarek bir ağaç) ki neredeyse, ateş dokunmasa da ışık verir. Işığı parıl parıldır.(Nûr/35)

Yahut (onların işleri) engin bir denizdeki karanlıklar gibi-dir. (Bir deniz) ki üstünü bir dalga örtüyor. Üstünden bir dalga daha... Onun üstünde de bir bulut. Birbirinin üstüne yığılmış karanlıklar. İçinde bulunan kimse elini çıkarsa nerdeyse onu dahi göremez. Allah bir kimseye nûr vermedikten sonra onun nûru olmaz!(Nûr/40)

Akıllılar o kimselerdir ki Allah onları hidayet etmek istemiş, dolayısıyla göğüslerini İslâm'a ve hidayete açmıştır. Mağrurlar o kimselerdir ki Allah onları dalâlete götürmek istemiş, dolayısıyla göğüslerini daracık yapmıştır. Sanki göğe çıkıyormuş gibi zorluk içerisindedirler. Mağrur o kimsedir ki basireti, nefsinin hidayetine kefil olmasın diye durulmamıştır. Körlük içerisinde kalmış, hevâ-i nefsini önder ve şeytanı rehber edinmiştir.
Kim bu dünyada kör ise o, ahirette de kördür ve yol bakımından daha sapıktır.
(İsra/72)

Gurur'un bütün şekavetlerin, helâk edicilerin kaynağı olduğu bilindiği zaman, mutlaka onun giriş ve akış noktalarını ve kendisinde gurur'un meydana geldiği yerlerin tafsilâtını izah etmek gerekir ki onu bildikten sonra mürîd ondan sakınsın ve korunsun. Bu bakımdan muvaffak olanlar, âfetlerin ve fesadın giriş noktalarını tanıyan ve onlardan sakınan kimselerdir. Onlar ki azm ve basiret üzere işlerini bina etmişlerdir. Biz gururun akış merkezlerinin cinslerini, sâlihler, âlimler ve kadılardan mağrur olanların sınıflarını izaha çalışacağız. O mağrurlar ki zâhiri güzel, içi çirkin olan şeylerle aldanmışlardır. Biz bunlardan ötürü gurura kapılmalarının sebebine işaret edeceğiz; zira bu her ne kadar sayılmayacak kadar fazla ise de teker teker sayılmaya ihtiyaç bırakmayacak misallere dikkati çekmek mümkündür.

Mağrurların sınıfları çoktur. Fakat onları dört sınıfta toplamak mümkündür: Birinci sınıf âlimlerden, ikinci sınıf âbidlerden, üçüncü sınıf mutasavvıflardan ve dördüncü sınıf şehvet sahiplerindendir. Bu sınıfların herbirinden gurura kapılan birçok fırkalar vardır. Onların gurur cihetleri de değişiktir. Bu bakımdan onlardan kimi münkeri mâruf (kötüyü iyi) görür. Tıpkı haram maldan toplayıp süslenenler gibi... Onlardan diğer bir grup kendi nefsi için çaba sarfettiği şey ile Allah rızası için çaba sarfettiği şeyi ayırdedemez. Bu da gayesi, halkın nezdinde kabul edilip dünya mertebesine varmak olan vâiz gibidir. Onlardan diğer bir grup en mühim vazifeyi terkeder, başka işlerle meşgul olur. Diğer bir grup farzı terkeder, nafile ile meşgul olur. Onlardan diğer bir grup özü terkeder, kabukla meşgul olur. Tıpkı namaz hususunda hedefi, harflerin mahreclerini tashih etmek olan kurrâ (Kur'an okuyucusu) gibi... Bu giriş noktalarından başka birçok noktalar vardır ki bu noktalar ancak mağrurların sınıflarını açıklamak ve misaller vermek suretiyle vuzuha kavuşurlar. Öyleyse biz önce âlimlerin gururunu belirtmekle işe başlayalım. Fakat bunu gururun zemmini, hakikatini ve tarifini beyan ettikten sonra zikredeceğiz.

*Gurur'un Zemm, Hakikati ve Misalleri

Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
Dünya hayatı sizi aldatmasın. O aldatıcı (şeytan) sizi Allah hakkında aldatmasın(Lokman/33)

O gün. münafık erkeklerle münafık kadınlar, iman edenlere derler ki: 'Bize bakın da sizin nûrunuzdan yararlanalım'. Onlara 'Arkanıza (dünyaya) dönün de nur arayın!' denilir. Aralarına kapılı bir sur çekilir ki onun içinde rahmet vardır. Dış yönünde de azap! (Münafıklar) mü'minlere şöyle bağırırlar: 'Bizler sizinle beraber değil miydik?' Mü'minler 'Evet ama siz kendi canlarınıza kötülük ettiniz, beklediniz, şüphelendiniz ve uzun ömür hülyası size aldattı. Allah'ın emri gelinceye kadar (böyle hareket ettiniz), o çok aldatıcı (şeytan), sizi Allah(ın affı) ile aldattı'.derler.(Hadîd/13-14)

Hz. Peygamber de şöyle buyurmuştur:

Akıllıların uykuları ve iftarları ne güzeldir! Onlar ahmakların uykusuzluğuna ve çabasına nasıl olurda gıbta ederler? Oysa takva ve yakîn sahibinin zerre kadar (ameli) yer dolusu mağrur kimselerin amelinden daha üstündür.1

Akıllı o kimsedir ki nefsini hesaba çekmiş, ölümden sonrası için çalışmıştır. Ahmak o kimsedir ki hevâsının peşine takılmış, (ameli olmaksızın) Allah'ın affından büyük dereceler arzular, temenni eder!

İlmin fazileti ve cehaletin zemini hakkında vârid olan bütün hükümler, gururun kötülüğü için de delildirler. Çünkü gurur, cehalet türlerinin bir kısmından ibarettir; zira cehalet, birşeyi olduğunun hilafına görmektir. Gurur cehalettir. Ancak her cehalet gurur değildir. Aksine gurur, hakkında gurura kapılan özel birşey ile gururlanan kişiyi mağrur kılan birşeyi gerektirir. Bu bakımdan inanılan meçhul şey, hevâ-i nefse uygun birşey, cehaleti gerektiren sebep de şüphe ve fâsid bir hayal ise, kişi o şüpheyi delil olmadığı halde delil sanıyorsa, bununla meydana gelen gurura cehalet ismi verilir. Bu bakımdan gurur, nefsin hevasına uygun düşüp tabiatın meylettiği şeye denir. Bu da şeytandan gelen bir şüphe ve kandırmadan doğup meydana gelir. O halde kendisinin iyi olduğuna inanan bir kimse, ya hâli hâzırda veya gelecekteki bir fâsid şüpheden öyle sanıyorsa mağrurdur ve aldanmıştır. İnsanların çoğu nefisleri hakkında iyi şeyler düşünürler. Oysa yanılıyorlar. O hakle insanların çoğu mağrurdurlar. Her ne kadar gururlarının dereceleri değişik ise de... Hatta bazılarının gururu diğerinin gururundan daha şiddetli ve daha açıktır. O gururların en belirgini ve en şiddetlisi kâfirlerin, âsilerin ve fasıkların gururudur. Bu nedenle biz bu gurura, gururun hakikatini belirtmek için misaller getirelim.

*I. Misal

Birinci misal kâfirlerin gururudur. Kâfirlerin bir kısmı vardır ki dünya hayatı onu aldatmıştır. Diğer bir kısmı da vardır ki şeytan onu Allah hakkında aldatmıştır. Dünya hayatı kendilerini aldatanlara gelince, onlar şöyle diyenlerdir: "Hazır, borçtan daha hayırlıdır. Öyle ise dünya hazır, ahiret borçtur. O halde dünya ahiretten daha hayırlıdır. Bu bakımdan onu ahirete tercih etmek gerekir'. Yine der ki: 'Yakîn, şekten daha hayırlıdır. Dünyanın lezzetleri yakînî, ahiretin lezzetleri şüphelidir. Bu bakımdan biz yakîni, şüpheli için bırakmayız'. Bunlar fâsid kıyaslardır. İblis'in kıyasına benzer.
Ben ondan daha hayırlıyım. (Çünkü) beni ateşten, onu çamurdan yarattın.(Sâd/76)

Bu mağrurlara şu ayet-i celîlede de işaret vardır:

İşte onlar, ahireti verip dünya hayatını satın alan kimselerdir. Onlardan azap hafifletilmez ve kendilerine yardım da edilmez.(Bakara/86)

Bu gururun tedavisi, ya iman tasdikiyle veya burhan ile olur. Mücerred iman tasdikine gelince, Allah Teâlâ'yı şu gelecek ayetlerinde tasdik etmek demektir:

Sizin yanınızdaki (dünya malı) tükenir. Allah katındaki rahmet hazineleri ise bâkîdir.(Nahl/96)

Allah katında olan daha hayırlıdır.(Kasas/60)

Ahiret daha hayırlı ve daha bâkîdir.(Alâ/17)

Dünya hayatı, aldatıcı bir zevkten başka birşey değildir.(Âlu İmran/185)

Sakın sizi dünya hayatı aldatmasın!(Lokman/33)

Hz. Peygamber (s.a) bunu kâfirlerden birçok kişiye söyledi. Onlar Hz. Peygamber'i tasdîk ettiler, ona iman ettiler ve ondan delil istemediler. Onlardan biri 'Allah mı seni peygamber olarak gönderdi?' derdi. Hz. Peygamber 'evet' deyince, o da tasdik ederdi. Bu iman, halkın imanıdır. Bu iman, insanı gururdan çıkarır. Böyle bir kimsenin imanı, babanın çocuğuna 'mektebe gitmek, oyun yerine gitmekten daha hayırlıdır' demesi ve neden daha hayırlı olduğunu bilmemesi gibidir. Beyan ve burhanla olan mârifete gelince, kişi, şeytan tarafından, kalbine atılan yukarıdaki kıyasın fâsidliğini bilmelidir. Çünkü her mağrurun gururu için bir sebep lâzımdır. O sebep de delildir. Her delil kıyasın bir türüdür ve nefiste tasavvur olunur. O delile güvenmek hâdisesi meydana gelir. Her ne kadar sahibi bunu sezmese ve âlimlerin lâfızlarıyla söylemeye gücü yetmese de böyledir.
İnsanın kalbine şeytan tarafından atılan kıyasın iki temeli vardır. O temellerden birincisi "Dünya peşindir, ahiret ise borçtur!'hükmüdür. Bu hüküm doğrudur. İkinci temel, şeytanın şu sözüdür: 'Peşin, borçtan daha hayırlıdır'. İşte bu hüküm şaşırtma yeridir. Durum hiç de şeytanın dediği gibi değildir. Peşin, miktar ve maksudunda borç gibi ise, borçtan daha hayırlı olur. Zira mağrur kâfir, ticareti hususunda gelecek on dirhemi elde etmek için peşin bir dirhemi verir ve bunu yaparken hiç de 'Peşin, borçtan daha hayırlıdır' deyip de bu alış verişi terketmez. Bir de doktor, bir mağrur kâfiri meyve ve yemeklerden menederse, o derhal gelecek hastalığın korkusundan ötürü onları terkeder. İşte görüldüğü gibi, bu kâfir peşini terkedip borca razı olur. Bütün tüccarlar da deniz seferi yaparlar. Seferlerde peşin olarak yorulurlar. Bütün bunu borç olan bir kâr ve istirahat için yaparlar. Eğer gelecek olan on dirhem, hâli hâzırdaki bir dirhemden daha hayırlı ise, o vakit dünya lezzetini, müddeti bakımından ahiret müddetine kıyas et. Çünkü insanoğlunun en uzun ömrü yüz senedir. Bu ise ahiretin bir milyondan bir parçasının biride bir parçası bile olamaz.

Bu bakımdan ahirete iman eden bir kimse sanki bir milyonu elde etmek için biri terketmiş gibidir. Hatta haddi ve hesabı olmayanı elde etmek için az birşeyi terketmektedir. Eğer nevi bakımından bakarsa, dünya lezzetlerini bulanık ve sıkıntı ile karışık, ahiret lezzetlerini de berrak görecektir. Bu bakımdan şeytan 'Peşin, borçtan dahil hayırlıdır' kıyasında yanılmıştır.

Bu gururun menşei meşhur ve umumî bir lâfzın kabulüdür ki o lâfız mutlak olarak söylenilmiş fakat ondan özel bir mâna kastedilmiştir. İşte mağrur bir kimse o lâfzın özel mânâsından gafil olmuştur. Çünkü 'Peşin, borçtan daha hayırlıdır' diyen bir kimse, bu sözüyle peşin olanla miktarda eşit olan bir borçtan, peşin daha hayırlıdır' mânâsını kasdetmiştir. Her ne kadar bunu açıkça söylememiş ise de yine kasdı budur. İnsanoğlu bunu çözdüğü zaman şeytan, ikinci bir kıyasa atlar. O kıyas da şudur: 'Yakîn şüpheliden daha hayırlıdır. Ahiret ise şüphelidir!' Şeytanın bu kıyası, fesadlık yüzünden birinci kıyasından daha fazla çürüktür. Çünkü bu kıyasın iki temeli de bâtıldır; zira yakîn, ancak şeklin benzeri olduğu zaman şekten daha hayırlı olur. Aksi takdirde tüccar bir kimsenin yorulması yakîn, ilim rütbesine varacağı şüphelidir. Avcı bir kimsenin, av mahallinde gezeceği kesindir, avı elde etmesi şüphelidir. Böylece tedbir, ittifakla akıllıların âdetidir. İşte görüldüğü gibi bütün bu misallerde yakîn, şek için terkedilmiştir.

Fakat tüccar şöyle der: 'Eğer ben ticaret yapmazsam aç kalırım. Zararım oldukça büyür. Eğer ticaret yaparsam yoğunluğum az olur, kârım ise çok!' Böylece hasta bir kimse tiksindirici ve mide bulandırıcı ilaçları içer. Halbuki şifaya kavuşması şüpheli, ilacın acılığı ise kesindir.

Fakat hasta der ki: İlacın acılığının zararı, benim korktuğum hastalığa ve ölüm korkusuna nisbetle pek azdır'. İşte tıpkı bunun gibi ahiret hususunda şüphe eden bir kimseye de tedbir hükmüyle şöyle demek farzdır. Sabredeceğin günler azdır, en fazla ölüme kadardır. Bu ise âhirete nisbeten pek kısadır. Eğer ahiret hakkında denilen (hâşâ) yalan ise böyle yapmakla hayatın nimeti elinden kaçar. Oysa sen, ezelden beri şu ana kadar yoklukta bulunuyor ve nimetleniyordun. Sanki sen yokluktasın. Eğer ahiret hakkında denilen doğru ise -ki doğrudur- bu takdirde onu tasdik etmezsen ebediyyen ateşte kalırsın. Bu ise güç yetmez bir durumdur.

Bu sırra binaen Hz. Ali Allah'ı inkâr eden bazı mülhidlere şöyle demiştir: 'Eğer senin dediğin hak ise hem sen, hem de biz kurtuluruz. Eğer benim dediğim hak ise, o vakit bizler kurtuluruz, sen helâk olursun'. Hz. Ali, bu sözünü ahiret hakkında şüpheye düştüğünden dolayı söylememiştir. Fakat mülhidle, mülhidin aklına göre konuşmuştur ve mülhide, eğer ahiretin varlığı hakkında kesin bir imana sahip değilse aldandığını belirtmiştir.

İblis'in 'Ahiret şüphelidir!' şeklindeki sözüne gelince, bu sözü de yanlıştır. Aksine mü'minlerin nezdinde ahiret kesin ve yakîndir. Mü'minin bu husustaki yakîne ulaşması için iki yol vardır.

*Birinci Yol

Birincisi, peygamberleri ve âlimleri taklid ederek iman etmek ve tasdikde bulunmaktır. Bu da gururu ortadan kaldırır. Bu, halk tabakasının ve havassın da çoğunun yakîninin idrâk âletidir. Bunların durumu, hastalığının ilacını bilmeyen bir hastanın durumu gibidir. Oysa bütün doktorlar ve tıp sanatının ehli olanlar ittifakla o hastanın ilacı filan bitkidir demişlerdir. Durum böyle olunca hasta onlara güvenir. O ilacın hastalığı için faydalı olup-olmadığını tıbbî delillerle doğrulamaya çalışmaz. Eğer bu durumda köylünün veya ahmağın birisi çıkıp da onların tevatür ve hallerini, âdet bakımından kendisinden daha fazla, fazilet bakımından daha üstün olduklarını ve tıp ilmini ondan daha iyi bildiklerini bildiği halde yalanlarsa, hiç tıp ilmini bilmeyen bu kişi, tıbbı bilmediğinden ötürü onların sözleriyle kendisinin yalancı olduğunu, kendisinin sözüyle onların yalancı olmadığını bilir. İlminde herhangi bir sebebe aldanmaz. Eğer bu kişi sözüne itimad edip, doktorların sözünü terkederse mağrur bir ahmak olur. İşte aynen bunun gibi ahireti tasdîk eden ve ahiretten haber veren, takvanın, ahiretin saadetine ulaştıracak en faydalı deva olduğunu söyleyen kimselere bakan bir kimse onları, Allah'ın en seçkin kulları olarak, basiret bakımından rütbece en üstün, mârifet ve ilimce en ileri olarak görür. Onlar peygamberler, veliler, hukemâ ve âlimlerdir. Halk bütün sınıflarıyla bu hususta onlara tâbi olmuştur. Tembellerden bazıları bu tâbi olmada halktan ayrılmıştır. Bu ayrılan tembellere şehvet galebe çalmış, nefisleri zevklere meyletmiş, şehvetleri terketmek, cehennem ehlinden olduklarını itiraf etmek de onlara pek ağır gelmiştir. Dolayısıyla ahireti inkâr ve peygamberleri yalanlamışlardır. Nasıl ki çocuğun ve köylünün sözü, doktorların ittifakından ötürü kalpte meydana gelen itminanı ortadan kaldırmıyorsa, tıpkı bunun gibi şehvetlerin esiri olan bu ahmağın da sözü peygamberler, velîler ve âlimlerin sözlerinin doğruluğundan insanı şüpheye düşürmez. İmanın bu kadarı halk tabakasına kâfidir. Bu, kesin bir yakîndir. Şüphesiz ki insanı ibâdet yapmaya teşvik eder. Gurur bununla ortadan kalkar.

*İkinci Yol

Bu yol, peygamberlere gönderilen vahiy ve velî kullara verilen ilhamdır. Sakın Hz. Peygamber'in ahiret işlerini ve dinî işleri bilmesinin Cebrail'den dinlemek ve onu taklid etmekle olduğunu sanmayalım! Senin mârifetin peygamberi taklid ettiğinden hasıl olmuşsa onu da öyle saymayalım ki senin mârifetinle Hz. Peygamber'in mârifeti arasındaki fark sadece taklid edilenin değişikliği olmasın; zira böyle olması pek uzak bir ihtimaldir. Çünkü taklid mârifet değildir. Taklid, sadece doğru bir itikaddır. Oysa peygamberler âriftirler (mukallid değildirler), peygamberlerin mârifetinin mânâsı; onlara şeylerin hakikatinin olduğu gibi görünmesidir. Onlar bâtınî basiretle eşyanın hakikatini görmüşlerdir. Tıpkı senin zâhirî gözünle görmen gibi... Bu bakımdan peygamberler kulaktan duyarak veya taklid ederek değil, aksine müşahede ederek haber verirler. Onlara ruhun haki-kati keşfolunur. Ruhun Allah'ın emrinden olduğu görünür.

Ruhun Allah'ın emrinden olmasından gaye, nehyin (yasağın) zıddı olan emir demek değildir. Çünkü nehyin (yasağın) zıddı olan emir konuşmaktan ibarettir. Ruh ise, konuşmak değildir. Buradaki emirden gaye şan da değildir ki bu takdirde ruhtan gaye; 'Allah'ın sadece mahlûkudur' densin. Çünkü sadece mahlûk olmak, bütün mahlûkatlar arasında umumî bir vasıftır. Âlem iki âlemdir:
1.Emir âlemi

2.Halk (yaratma) âlemi

Emir de, halk da Allah'ındır, Kemmiyet ve keyfiyet sahibi olan bedenler halk (yaratma) âlemindendirler; zira halk (yaratma), dil ıstılâhında takdirden ibarettir. Kemiyetten, miktardan uzak olan da emir âlemindendir. Bu husus ruhun sırrıdır. Onu anlatmaya ruhsat yoktur. Çünkü ifşası -menedilen kaderin sırrı gibi- halkın çoğuna zarar verir. Bu bakımdan ruhun sırrını bilen bir kimse nefsini bilmiştir, kişi nefsini bildiği takdirde rabbini bilmiştir. Nefsini ve rabbini bildiği zaman, tabiatı ve fıtratıyla rabbanî bir emir olduğunu bilir. Cismanî âlemde gariptir. Cismanî âleme inişi zâtında olan tabiatının muktezası ve isteğiyle değildir. Aksine zatında garip, sonradan olan bir emirledir. O zatında garip ve sonradan olan emir ise, Hz. Adem'in üzerinde vârid olmuştur. O masiyet (günah) diye tâbir olunur. Hz. Adem'in zatının muktezası olarak ona en uygun oları cennetten Hz. Adem'i çıkaran işte o günahtır. Çünkü cennet Allah'ın komşuluğudur. Ruh rabbânî bir emirdir. Allah'ın komşuluğuna meyletmesi, zâtî ve tabiî bir isteğidir. Ancak insanı tabiatının isteğinden uzaklaştıran, zâtına yabancı olan âlemin haricî sebepleridir. Dolayısıyla insan bu sebeplerin meydana geldiği zamanda nefsini ve rabbini unutur. Bunu yaptığı zaman da nefsine zulmetmiş olur; zira insana şöyle denilmiştir:

O kimseler gibi olmayın ki Allah'ı unutmuşlar, Allah da onları kendilerine unutturmuştur. İşte bunlar fâsık olanlardır.(Haşr/19)

Yani bunlar, tabiatların muktezasından dışarı çıkmışlar, istihkakları zannedilenin hududlarını aşmışlardır. Nitekim (Arab dilinde fısk maddesi bunu iktiza eder. Çünkü) 'Yaş hurma kılıfından dışarı çıktığı zaman, yani fıtrî ve tabî ortamından fırladığı zaman 'Fesaketü'r-rutabetu an kumamiha' denir. Bu âriflerin, kokularını koklamaya can attıkları, eksiklerin de lâfızlarını dinlemekten bile tiksindikleri birtakım sırlara işarettir; zira pislik toplayan böcek, gülün kokusundan zarar gördüğü gibi, eksikler bu sırları belirten lâfızları dinlemekten bile zarar görürler. Güneşin yarasaların gözünü kamaştırdığı gibi eksiklerin zayıf gözleri de bu sırlarla kamaşır. Bu kapıyı açmak, kalbin melekût âlemine açılan ve adına 'mârifet ve velayet' denilen, sahibine de Veli ve ârif adı verilen sırrındandır. Bu sırlar, peygamberlerin makamlarının başlangıcı, velî kulların da varacağı makamın sonuncusudur; zira velî kulların en son varacağı makam, peygamberlerin makamlarının ilkidir.

Biz matlub olan gayemize dönelim. Gaye şudur: Şeytanın 'âhiret şüphelidir' aldanışı, ya taklidî bir yakîn ile veya bâtın cihetinden müşahede ve basiret ile defedilir. Dilleri ve akideleriyle mü'min olanlar, Allah'ın emirlerini zâyi ettikleri, salih amelleri bıraktıkları, şehvet ve günahları elbise gibi giydikleri zaman, onlar bu gururda kâfirlerin ortakları olurlar. Çünkü onlar dünya hayatını ahiret hayatına tercih etmişlerdir.

Evet! Onların işi, kâfirlerin işinden daha hafiftir. Çünkü imanın esası onları ebediyyen cezaya mahkûm olmaktan kurtarır. Onlar uzun zaman sonra da olsa ateşten çıkarlar. Fakat buna rağmen onlar da mağrur kimselerdendirler. Çünkü onlar ahiretin dünyadan daha hayırlı olduğunu itiraf etmişlerdir. Fakat dünyaya meyledip onu tercih etmişlerdir. Sadece iman, kurtuluşa ermeye kâfi değildir.

Bununla beraber, şüphe yok ki ben tevbe eden, iman edip salih amel işleyen, sonra da hak yolda sebat gösteren kimse için çok bağışlayıcıyım.(Tâhâ/82)

Muhakkak ki iyilik yapanlara Allah'ın rahmeti pek yakındır.(Araf/56)

Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:

İhsan, senin Allah'ı görür gibi Allah'a ibâdet etmendir,2 Allah Teâlâ şöyle buyurur:

Asr'a andolsun ki gerçekten insan ziyandadır. Ancak iman edip de salih ameller işleyenler, birbirine hakkı ve sabrı tavsiye edenler müstesnadır.(Asr Sûresi)

Allah'ın Kitabı'ndaki mağfiret va'di, iman ve sâlih amelin ikisine birden bağlıdır. Sadece imana bağlı değildir. Bu bakımdan dünyaya güvenen ve onunla sevinenler mağrurdur. Onun nimetlerine dalanlar, onu sevip dünyanın lezzetleri elden kaçacak diye ölümü hor görenlerin tümü mağrurdur. Fakat ölümden sonraki dehşetten dolayı ölümü hor görenler bu hükme dahil değildir. Bu misal, dünyaya aldanan kâfir ve müminlerin hepsine misaldir. Biz kâfirlerin ve âsîlerin Allah'ın affına aldanarak gurur göstermelerine iki misâl verelim:

Allah'ın affına aldanan kâfirlerin gururuna gelince, onun misâli bazılarının nefsinde ve dilleriyle şöyle demeleridir: 'Eğer Allah'ın insanları diriltip koyacak bir yeri olsa bile biz başkasından ona daha müstehakız. Herkesten daha fazla nasip sahibi ve herkesten daha mutlu durumdayız'. Nitekim Allah Teâlâ tartışan iki kişinin sözünü haber vererek şöyle buyurmuştur:

Kıyametin kopacağını da sanmıyorum. Böyle olmakla beraber eğer rabbime döndürülürsem muhakkak bundan daha hayırlı bir âkibet bulurum.(Kehf/36)

Tefsirlerde nakledildiği gibi, bu iki kişinin durumu şudur: Bu ikisinin kâfir olanı bin dinara bir köşk bina etti. Bin dinara bir bahçe satın aldı. Bin dinarlık bir hizmetkâr edindi. Bin dinar mehir vererek evlendi. Bütün bu masrafları yaparken mü'min ona şöyle dedi: 'Fânî olup harab olacak bir köşk satın aldın. Neden fânî olmayan cennet köşklerinden birini satın almadın? Harab olup yok olacak bir bahçe aldın. Neden cennette yok olmayacak bir bahçe satın almadın? Ölmeyecek elâ gözlü hurilerden bir kadın edinmedin?'

Bütün bu konuşmalardan sonra kâfir, mü'minin sözünü reddederek şöyle dedi: 'Ahiret diye birşey yoktur. Bu hususta söylenenlerin hepsi yalandır. Eğer olsa bile muhakkak cennette bu dünyadakilerden daha hayırlısı bana verilir'. Allah Teâlâ, As b. Vail'in sözünü vasıflandırarak şöyle buyurmuştur:

Şimdi şu ayetlerimizi inkâr eden ve 'Elbette bana mal ve evlat verilecek!' diyen adamı gördün mü?(Meryem/77)

O gaybe muttali mi oldu? Yoksa rahmanın huzurunda bir söz mü aldı?(Meryem/78)

Habbab b. Eret şöyle anlatır: "As b. Vail'den alacağım vardı. Gelip kendisinden alacağımı istedim. Bana alacağımı vermeyince, ona dedim ki: 'Onu âhirette alırım'. O cevap olarak bana 'Ben ahirete gittiğim zaman benim orada da malım ve evladım olacak! O maldan sana vereceğim' dedi. Bunun üzerine Allah Teâlâ şu ayeti indirdi:

Şimdi şu ayetlerimizi inkâr eden ve 'elbette bana mal ve evlat verilecektir' diyen adamı gördün mü?(Meryem/77)

Eğer kendisine dokunan bir sıkıntıdan sonra tarafımızdan kendisine bir rahmet tattırırsak 'Bu benim hakkım! Kıyametin kopacağını zannetmiyorum? Rabbime döndürülecek olsam bile muhakkak O'nun yanında benim için daha güzel şeyler vardır' der.(Fussilet/50)

Bütün bunlar, Allah'ın rahmetine mağrur olmaktan doğan hallerdir. Bu gururun sebebi; İblis'in kıyaslarından bir kıyastır. Biz bu kıyasın şerrinden Allah'a sığınırız. Bu kıyas şöyledir: Onlar bir defasında Allah'ın dünyada kendilerine verdiği nimete bakarlar. Bunun üzerine, ahiret nimetini kıyas ederler. Başka bir zaman da azablarının gecikmesine bakarlar. Ahiret azabını, onun üzerine kıyas ederler.

Nefislerinde de 'Allah bizi söylediklerimizle azablandırsa ya!' diyorlar. Onlara cehennem yeter! Oraya girecekler. Artık o ne kötü dönüş yeridir.(Mücâdele/8)

Bazen de mü'minlere bakarlar. Mü'minlerin fakirlerinin yırtık elbiselerine, tozlu topraklı başlarına bakarlar ve mü'minlerle istihza ederler, onları hakir sayarak şöyle derler:
Allah'ın aramızdan kendilerine iman ihsan ettiği kimseler şunlar mı?(Enam/53)

Eğer o (peygamberin dini) hayır olsaydı bizden önce (fakirler ve bîçâreler) ona koşmazlardı.(Ahkaf/11)

Şeytanın onların kalbine attığı kıyasın tertibi şöyledir: Onlar derler ki: 'Allah dünya nimetiyle bize ihsan etmiştir. Her ihsan eden, ihsan edileni sever ve her seven gelecek zamanda da sevdiğini sever. Nitekim şair şöyle demiştir: 'Allah geçmişte ihsan etti. Gelecekte de ihsan edecektir!'

Müstakbeli (gelecek zamanı) mazi (geçmiş) zamanın üzerine kıyas etmek ancak ikram etmek ve sevmek vasıtasıyla olur; zira kişi der ki: 'Eğer ben Allah'ın katında ikrama ve sevgiye müstehak bir kimse olmasaydım Allah bana ikramda bulunmazdı'. Kişinin zihnini karıştıran şey 'Her iyilik yapanın iyilik yaptığını seveceği' düşüncesidir. Hayır! Aksine onun zihninin altında şu yatmaktadır: Allah'ın dünyada ona verilen nimetleri ihsandır! İşte görüldüğü gibi kişi, Allah'ın nimetine aldanmıştır; zira Allah katında kerîm olduğunu zannetmiştir. Hem de öyle bir delille ki o delil Allah'ın ona dünyada vermiş olduğu nimetlerin Allah'ın ihsanı olduğuna delâlet etmez. Aksine o delil, basiret sahiplerine göre, o dünya nimetlerine mazhar olan kişinin zelilliğine delâlet eder. Bunun misâli şudur: Kişinin iki küçük kölesi vardır. Birisinden nefret eder, öbürünü sever. Sevdiğini oynamaktan meneder. Mektebe gitmek mecburiyetinde bırakır. Mektebte alıkoyar ki edeb öğrensin. Onu, meyvelerden, kendisine zarar veren yemeklerden meneder. Ona fayda verecek ilaçları içirir.

Buğzettiği köleye gelince, o köle istediği gibi yaşasın, oynasın, mektebe gitmesin, iştahının çektiğini yesin diye onu başıboş bırakır. Bu başıboş bırakılan köle zanneder ki efendisinin katında sevimli ve şerefli bir kimsedir. Çünkü efendisi kendisine, şehvetlerini ve lezzetlerini temin imkânı vermiş, bütün gayelerinde kendisine yardımcı olmuştur. Onu menetmemiş, hürriyetini sınırlamamıştır.

Böyle düşünmek katıksız gururdur. İşte dünya nimeti ve lezzetleri de böyledir. Çünkü bu lezzetler helâk edici ve Allah'tan uzaklaştırıcıdırlar; zira Allah Teâlâ kulunu sevdiğinde, onu dünyadan korur. Nitekim herhangi birinizin hastasını sevdiğinde, o hastayı yemekten, içmekten koruduğu gibi... Nitekim Hz. Peygamber'den böyle vârid olmuştur.3

Basiret sahipleri, dünya onlara yöneldiği zaman üzülürler ve şöyle derlerdi: 'Bir günah ki onun cezası acelece bize verildi'. Dünyanın kendilerine yönelişini, Allah'ın buğzetmesine ve ihmal etmesine alâmet olarak görürlerdi. Onlara fakirlik yönelip geldiği zaman şöyle derlerdi: 'Salih kulların alâmet-i fârikasına merhaba!' Mağrur bir kimse ise, dünya kendisine yöneldiği zaman zanneder ki bu yöneliş, onun Allah katındaki şerefidir. Dünya ondan uzaklaştığı zaman, zanneder ki bu uzaklık kendisi için düşüklük ve rezalettir.
Fakat insan böyledir; rabbi ne zaman kendisini sınayıp ona ikramda bulunur, ona nimet verirse 'Rabbim bana ikram etti' der. Ama rabbi onu imtihan edip de rızkını daraltırsa 'Rabbin beni zelil düşürdü' der.(Fecr/15-16)

Allah Teâlâ, onun bu sözünü reddetmiştir. Yani durum onun dediği gibi değildir. Bu malın verilişi veya alınışı, ancak bir denemedir. Biz denemenin ve belânın şerrinden Allah'a sığınırız. Allah Teâlâ'dan bizi imanda sabit kılmasını dileriz. İşte bunun gurur olduğunu Allah Teâlâ beyan etmiştir.

Hasan Basrî der ki: Allah Teâlâ, ayette bahsi geçen iki kısmı da 'hayır' demek suretiyle yalanladı. Allah Teâlâ şöyle der: 'Mal vermek benim ikramım, mal almak da benim rezil etmem değildir. Aksine ibâdetimle -ister zengin ister fakir olsun- şereflendirdiğim kimse kerîmdir. Rezil o kimsedir ki -ister fakir olsun, ister zengin-onu bana karşı işlenen günahlarla rezil etmişimdir,

Bu gururun tedavisi, şeref ve rezaletin delillerini bilmektir. Bu deliller ya basiretle veya taklidle bilinir. Basiretle bilmeye gelince, dünya şehvetlerine iltifat etmenin Allah'tan uzaklaştırdığını, dünya şehvetlerinden uzak olmanın Allah'a yaklaştırıcı olduğunu bilmesidir. Bu da ârifler ve velîler mertebelerinde ilhamla idrâk olunur. Bunun izahı mükâşefe ilminin içindedir. Muamele ilminde bahsedilmesi uygun değildir. O delillerin taklid ve tasdik yoluyla bilinmesine gelince, o bilgi şudur: Allah'ın Kitabı'na iman ve O'nun Rasûlü'nü tasdik etmektir.

Onlar sanıyorlar mı ki kendilerine verdiğimiz mal ve oğullar ile onların iyiliklerine koşuyoruz? Hayır farkında değiller.(Mü'minûn/55-56)

Biz onları bilmeyecekleri yönden, derece derece azaba yaklaştırırız.(Kalem/44)

Kendilerine, yapılan ihtarları unutunca, üzerlerine herşeyin kapılarını açtık. Kendilerine verilenle ferahlandıkları sırada onları ansızın yakaladık, birden bire bütün umutlarını yitirdiler.(En'âm/44)

'Biz onları bilemeyecekleri yönden derece derece azaba yaklaştırırız' ayetinin tefsirinde denilmiştir ki: 'Onlar ne zaman bir günah işlerlerse, biz de onlara istidrac yönünden bir nimet icad ederiz ki gururları gittikçe artsın!'

Biz onları sırf günahlarını artırsınlar diye bırakıyoruz. Hem onlara, hor ve hakir bırakan bir azap vardır.(Âlu İmran/178)

Allah'ın Kitabı'nda ve Hz. Peygamber'in Sünneti'nde bu hususta daha nice misaller vârid olmuştur. Bu bakımdan ona iman eden bir kimse bu gururdan kurtulur. Çünkü bu gururun menşei Allah'ı ve Allah'ın sıfatlarını bilmemektir; zira Allah'ı bilen bir insan Allah'ın azabından emin olmaz. Bu fasid hayallere kapılarak aldanmaz. Firavn, Hâman, Karun ve yeryüzünün padişahlarının durumunu tedkik eder, onların başından geçen hâdiseleri düşünür. Allah başlangıçta onlara nasıl nimet vermiş, sonra onları nasıl helâk etmiş, tüm bunları tedkik eder.

Biz onlardan önce nice nesilleri helâk ettik. Şimdi onlardan birini görüyor musun? Yahut onların gizli bir sesini işitiyor musun?(Meryem/98)

Allah Teâlâ onları mekrinden (azabından) ve istidracından sakındırarak şöyle buyurmuştur:
Allah'ın tuzağından emin mi oldular? Ancak hüsrana düşen kimseler emîn olurlar.(A'raf/99)

Onlar hileye saptılar. Allah da ona karşılık verdi. Allah fenalığa karşı ceza verenlerin en kuvvetlisidir.(Âlu İmran/54)

Onlar bir tuzak kuruyorlar. Ben de bir tuzak kuruyorum. Hele sen o kâfirlere mühlet ver, onları biraz bırak!(Tarık/15-17)

Başıboş bırakılmış bir kölenin, efendisinin kendisini başıboş bırakmasıyla ve çeşitli nimetlere dalmasına müsade etmesiyle, efendisinin kendisini sevdiğine delil getirmesi caiz değildir, aksine efendisinin ceza vermesinden korkması uygundur. Oysa efendisi 'Benim kızgınlığımdan kork' diye birşey de söylememiştir. Tıpkı bunun gibi kullarını istidracından sakındıran Allah'ın mekrinden emin olan bir kimse aldanmıştır. Bu aldanışın menşei, o kişinin Allah'ın dünya nimetlerini kendisine vermesini Allah katında şerefli olduğuna delil getirmesidir. Oysa bu nimetlerin verilmesi zelilliğin delili olabilir. Fakat bu ihtimal kişinin hevâ-i nefsine uymadığı için, şeytan hevâ-i nefis vasıtasıyla onun kalbini hevâ-i nefse uygun olan ihtimale doğru kaydırır. O da bu nimetin verilmesiyle Allah katında şerefli olduğunu düşünür. İşte bu, gururun tarifidir.

İkinci Misal

İkinci misal, mü'minlerin günahkârlarının 'Allah kerîmdir, biz O'nun affını ümit ederiz' demekle aldanmalarıdır. Buna güvenip amelleri ihmal etmeleridir. Bunu güzelleştirmek, temenni ve aldanışlarına ümit ismini vermekle olur. Ümidin dinde güzel birşey olduğunu zannetmekle meydana gelir.

'Allah'ın nimeti geniştir. Rahmeti kapsayıcıdır. Kerem ve lütfû umumîdir' zannıyla 'Kullarının günahları Allah'ın rahmet denizlerinde ne kıymet teşkil eder? Oysa biz eh-i tevhidiz, mü'miniz, iman sebebiyle Allah'tan ümidimiz vardır' zanlarıyla olur.
Bazen de ümitlerinin dayandığı nokta ecdadlarının salih kimseler olduklarıdır. Hz. Ali'nin soyundan gelen alevîlerin nesebleriyle aldanıp takva hususunda ecdadlarının sîretine muhalif hareket etmeleri gibi; zira cedleri korku ve takvanın zirvesinde oldukları halde yine de Allah'tan korkarlardı. Bunlarsa fısk ve fücurun son haddine varmalarına rağmen yine emindirler. Bu ise Allah'a güvenerek aldanmanın en son noktasıdır.

Şeytanın Hz. Ali'nin soyundan gelenlere kıyasi şudur: 'Herhangi bir insanı seven kimse, onun evlatlarını da sever. Allah sizin atalarınızı sevmiştir. Bu bakımdan sizi de sever. Siz ibâdet yapmaya muhtaç değilsiniz!'

Aldanmış kişi, Hz. Nuh'un (a.s) oğlunu gemiye almak istediğini fakat oğlunun bunu istemediğini ve boğulanlardan olduğunu unutur. Hz. Nuh (a.s) rabbine şöyle seslendi:
Yârab! Elbette oğlum benim ailemdendir. Senin va'din haktır. Sen hâkimlerin hâkimisin.
Allah Teâlâ, Hz. Nuh'a cevap olarak şöyle buyurmuştur:

Ey Nuh! O senin ailenden değildir, o(nun yaptığı) yaramaz bir iştir. Bilmediğin birşeyi benden isteme. Seni cahillerden olmaktan menederim.(Hûd/45-46)

Hz. İbrahim (a.s) babası Azer için af talep etti, fakat bu talebi fayda vermedi. Bizim peygamberimiz annesinin mezarını ziyaret edip af talep etmek hususunda izin istedi. Allah Teâlâ ona ziyaret etme iznini verdi, fakat af talebinde bulunma iznini vermedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber, annesinin mezarının başında oturarak yakınlıktan gelen şefkatinden dolayı ağladı. Hatta etrafındaki arkadaşlarını da ağlattı. Evet! Soya sopa güvenmek de Allah'a güvenip mağrur olmaktandır. Bunun illeti şu: Allah itaat edeni sever, isyan edenden nefret eder. Nasıl âsi çocuktan nefret ettiği için itaat eden babadan nefret etmiyorsa, tıpkı onun gibi itaat eden babayı sevdiğinden dolayı da isyan eden çocuğu sevmez. Eğer sevgi babadan evlâda sirayet etseydi, buğzun da sirayet etmesi gerekirdi. Hak olan şudur: 'Hiçbir günahkâr başka bir günahkârın yükünü taşımaz'.

Babasının takvasıyla kurtulacağını sanan bir kimse, babasının yemesiyle doyacağını, içmesiyle kanacağını, öğrenmesiyle âlim olacağını, gitmesiyle Kâbe'ye varıp onu müşahede edeceğini sanan bir kimse gibidir. Bu bakımdan takva farz-ı ayındır. Bu hususta baba evladına, evlat da babasına zerre kadar bir fayda sağlayamaz. Kişinin kardeşinden, annesinden ve babasından kaçtığı bir günde Allah katında takvâ'nın başkalarına faydalı olması, Allah'ın şefaat iznine bağlıdır. Şefaat de Allah'ın gazap etmediği bir kimse için yapılır. Kibir ve Ucub kitabında geçtiği gibi, böyle bir kimse için Allah Teâlâ, salih kuluna şefaatte bulunma iznini verir.

İtiraz: Âsilerin ve fâcirlerin 'Allah kerîmdir. Biz Allah'ın rahmet ve mağfiretini ümit ederiz' demelerinin neresinde yanlışlık vardır? Oysa Allah Teâlâ, bir hadîs-i kudsîde şöyle buyurmuştur: 'Ben kulumun, zannı üzereyim'. Öyleyse bu konuşma sıhhatli bir konuşma, zâhirde ve kalplerde makbul bir konuşmadır!

Cevap: Şeytan insanı ancak zâhirde makbul, bâtında merdud bir konuşma ile aldatır. Eğer konuşmanın zahirî güzelliği olmasaydı, kalpler onunla kanmazlardı. Fakat Hz. Peygamber bunu keşfederek şöyle buyurmuştur: 'Akıllı o kimsedir ki nefsini hesaba çekmiş, ölümden sonraki hayatı için çalışmıştır. Ahmak o kimsedir ki nefsinin hevasına kapılmış, Allah hakkında (amelsiz olduğu halde) yanlış zan'da bulunmuştur'. İşte günahkârların bu sözü de

ibâdetsiz olarak Allah'tan temennide bulunmaktır. Fakat şeytan onun ismini değiştirmiş, ona 'ümid' ismini vererek cahilleri onunla kandırmak istemiştir. Oysa Allah Teâlâ ümidi izah ederek şöyle buyurmuştur:

Onlar ki inandılar, göç ettiler, Allah yolunda savaştılar; işte onlar Allah'ın rahmetini umarlar. Allah çok bağışlayan, çok merhamet edendir.(Bakara/218)

Yani böyle kimselerin Allah'ın rahmetini ummaları daha uygundur. Çünkü Allah Teâlâ başka bir ayette ahiret sevabının amellerin karşılığı olduğunu beyan buyurmuştur:

(Bütün bunlar cennetliklerin) işledikleri amellere mükâfat olarak (o mü'minlere bahşedilmiştir).(Vâkıa/24)

Her nefis ölümü tadacak ve ecirleriniz (mükâfatlarınız) kıyamet günü size eksiksiz verilecektir. Kim ateşten uzaklaştırılır da cennete konursa, işte o kurtuluşa ermiştir.(Âlu îmran/185)

Acaba birtakım kapları tamir etmek için kiralanan ve o tamire karşılık kendisine bir ücret verilecek kimse, kap sahibinin söz verdiği zaman, sözünü yerine getiren şerefli bir kimse olduğunu ve sözünden dönmediğini bildiği halde, o tamirci gelip tamir edeceği kapları kırdıktan sonra oturup, 'Kapların sahibi şerefli bir kimsedir. Her ne kadar ben böyle yapmış isem de benim ücretimi verecektir' diye ücretini beklerse, bu kimseyi, akıllı kimseler, mağrur bir temennici mi veya haklı bir ümit eden olarak mı görürler? İşte bu durum, ümit ile gururun arasındaki farkı bilmemezlikten ileri gelir.

Hasan Basrî'ye "Amellerim zâyi ettikleri halde 'Biz Allah'tan ümit ederiz' diyenlere ne dersin?" diye soruldu. Cevap olarak 'Bunlar ümitten pek uzaktır. O, onların bâtıl temennileridir. Onun içinde kıvranıp dururlar! Çünkü bir şeyi ümit eden bir kimse onu arar. Bir şeyden korkan bir kimse ondan kaçar' dedi.

Müslim b. Yesar der ki: 'Ben geceleyin ön dişlerim düşünceye kadar secde ettim'. Bunun üzerine biri ona cevap olarak 'Biz ise Allah'tan ümidimizi kesmiyoruz' dedi. Müslim, cevap olarak 'Sizin böyle yapmanız ne işe yarar! Kim bir şeyi ümit ederse, onu arar, kim birşeyden korkarsa ondan kaçar' dedi.

Nasıl ki daha evlenmeden önce veya evlenip cinsî münasebette bulunmadan önce veya cinsî ilişki kurup suyu akmadan önce bir çocuk talep eden bir kimse ahmak ise, tıpkı onun gibi, daha iman etmeden önce veya iman edip salih amel işlemeden önce veya amel ettiği halde günahı terk etmeden önce Allah'ın rahmetini ümit eden bir kimse de mağrurdur. Nasıl ki kişi, evlendiği, cinsî münasebette bulunduğu ve suyu aktığı halde çocuğun olup olmaması hususunda mütereddid ve çocuğun yaratılması hususunda hem korkuyor, hem de Allah'ın rahmetini ümit ediyorsa, âfetleri ana rahminden ve anneden doğum tamam oluncaya kadar defetmeyi umuyorsa ve ancak o zaman akıllı bir kimse oluyorsa, kişi de iman ettiği, salih amellerde bulunduğu, günahları terkettiği ve ümid ile korku arasında bulunduğu, ibâdetin kendisinden kabul edilmeyeceğinden korktuğu, ibâdete devam etmediği için endişe ettiği, son nefesinin kötü bir şekilde çıkıp gitme ihtimalinden dehşete kapıldığı, sabit söz ile (imanla) Allah Teâlâ'nın kendisini sabit kılmasını umduğu zaman ve kendisini dinin dehşetli şimşeklerinden korumasını, tevhid üzere ölmesini, kalbini hayatı boyunca şehvetlere meyletmekten sakındırmasını ve günahlara meyletmemesini Allah'tan istediği takdirde akıllı olur. Bunların dışında kalanlar, Allah'a güvenerek aldanmış kimselerdir.
Onlar azabı gördükleri zaman kimin yol bakımından daha sapık olduğunu bileceklerdir.(Furkan/42)

Onun haberlerinin (doğruluğunu) bir süre sonra gayet iyi anlayacaksınız.(Sad/88)

Allah Teâlâ onların durumunu şöyle anlatmıştır:
Yârab! Gördük, işittik bizi dünyaya geri çevir ki salih amel yapalım; artık biz kesinlikle inandık.(Secde/12)

Yani bildik ve anladık ki çocuğun, cinsî ilişki olmadan meydana gelmediği, ekinin nadas yapılmadan, tohum ekilmeden oluşmadığı gibi, ahirette de sevab ve ecir ancak salih amelle olur. O halde bizi dünyaya döndür ki salih amelde bulunalım; zira şu anda senin 'Hakîkaten insan için kendi çalıştığından başka birşey yoktur ve muhakkak onun çalıştığının karşılığı da gelecek zamanda görülecektir' (Necm/39) sözün doğrudur.

Her topluluk cehennemin içine atıldıkça cehennem bekçileri o kâfirlere 'Size bir uyarıcı gelmedi mi?? diye sordular. Şöyle dediler: "Evet bize uyarıcı geldi ama biz onu yalanladık ve 'Allah hiçbir şey indirmemiştir. Siz muhakkak büyük bir sapıklık içindesiniz' dedik".
(Mülk/8-9)

Yani biz size Allah'ın kulları hakkında tatbik ettiği sünnetini anlatmadık mı? Size 'Her nefis yaptığının karşılığını görecektir ve her nefis yaptığının rehinidir.' (Müddessir/38) diye haber vermedik mi? Bu bakımdan bunları işitip anladıktan sonra sizi Allah'a güvendirip aldatan ne idi? Onlar cevap olarak şöyle dediler:

'Biz işitir veya akıl eder olsaydık şu azgın ateşe atılanlar arasında bulunmazdık!' Böylece günahlarını itiraf ederler. O halde kahrolsun o cehennemlikler!(Mülk/11)

Eğer 'Reca ve ümidin zannedildiği ve güzel olduğu yer neresidir?' diye sorarsan cevap olarak deriz ki: 'Reca ve ümit iki yerde güzeldir:

1. Günaha dalan günahkâr hakkında, tevbe etmek kalbine geldiği zaman ve şeytan kendisine 'Senin tevben kabul edilmez?' deyip kendisini Allah'ın rahmetinden ümitsiz ettiği zaman, ümide kapılması güzeldir. Bu takdirde ümitle günahı kalbinden sökmesi, Allah Teâlâ'nın bütün günahları affedeceğini hatırlaması, Allah'ın kerîm olup kullarından tevbeyi kabul ettiğini ve tevbenin de günahların kefareti olan bir ibâdet olduğunu hatırlaması farzdır.

De ki: 'Ey (günah işlemekle) nefislerine karşı haddi aşan kullarım! Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyin, Allah bü-tün günahları bağışlar. Şüphesiz ki O gafurdur, rahimdir. Başınıza azap gelip çatmadan (tevbe edip) rabbinize dönün! Ona halis ibâdet edin. Sonra size yardım edilmez.(Zümer/53-54)

İşte burada görüldüğü gibi Allah Teâlâ insanlara tevbe etmek suretiyle dönmeyi emretmektedir.

Ve ben, tevbe eden, iman edip salih amel işleyen, sonra da hak yolda sebat gösteren kimse için çok bağışlayıcıyım.(Tâhâ/82)

Kişi tevbe ile beraber mağfireti umarsa, reca ve ümit vardır. Eğer günaha devam etmekle beraber mağfireti beklerse, mağrur ve aldanmıştır. Nitekim bir kimse daha çarşıda iken cum'a vaktinin daraldığını gördüğünde kalbine cum'a namazına gitmek gelirse, şeytan ona 'sen cum'aya yetişemezsin, yerinde dur' dese, o da şeytanı reddedip koşar adımlarla cum'aya giderse ve cum'aya yetişmeyi ümit ederse, o ümit edicidir. Eğer bu kimse ticarete devam ettiği halde 'İmam benim hatırım için cum'a namazını vaktin ortasına tehir eder veya başkası için tehir eder veya bilmediğim başka sebeplerle tehir eder' ümidinde ise, bu kişi mağrurdur.

2. Nefsinin, amellerin faziletlerini elde edemeyeceği düşüncesiyle gevşemesi ve sadece farzlarla iktifa etmesidir. Bu bakımdan nefsine Allah'ın nimetini ve salih kullarına va'dettiğini ümit etmelidir. Bu ümit, güzeldir. Ancak bu ümitle ibadetlere, faziletlere yönelmeli ve Allah Teâlâ'nın şu ayetini hatırlamalıdır:

Muhakkak mü'minler zafer bulmuştur. O mü'minler ki namazlarında tevazu ve korku sahibidirler. Onlar ki boş sözden ve faydasız işten yüz çevirirler. Onlar ki zekâtlarını verirler. Onlar ki ırzlarını korurlar, ancak zevcelerine ve sahip oldukları cariyelerine karşı münasebetleri müstesnadır. Çünkü onlar (bu helâl olanlarda) kınanmazlar, kim de bu helâlden başkasını ararsa işte onlar mütecavizdirler. Onlar ki emanetlerine, verdikleri söze riayet ederler. Onlar ki namazlarını gereği üzere devamlı kılarlar. İşte bu vasıfları toplayanlar varis olanlardır ki onlar Firdevs cennetine varis olacaklardır. Onlar orada ebedî olarak kalacaklardır.(Mü'minûn/1-11)

Birinci reca (ümit), tevbeye mâni olan ümitsizliğin kökünü, ikinci reca ise, neşeye ve gönülden ibâdete yönelmeye mâni olan gevşekliğin kökünü kazır. Bu bakımdan insanı tevbeye veya ibâdetteki neşeye teşvik eden her ümit, meşrû ve güzel olan ümittir. İbâdette gevşekliğe ve tembelliğe götüren her ümit aldanıştır. Nitekim kişinin kalbine günahı terketmek ve ibâdetle meşgul olmak fikri geldiği zaman şeytan kişiye der ki: 'Senin ne hakkın var ki nefsine eziyet verip, onu tâzib ediyorsun? Oysa senin kerîm, gafur ve rahîm olan bir rabbin vardır'.

Dolayısıyla kişi bu yapmacık ümitten ötürü tevbe ve ibâdetten gevşer. İşte bu, aldanıştır. Böyle bir ümit anında kulun, Allah'tan korkmayı kalbine yerleştirmesi farzdır. Nefsini Allah'ın gazabıyla, ikabının büyüklüğüyle korkutup şöyle demelidir: 'Allah günahı af ve tevbeyi kabul edici olmakla beraber şiddetli ikab ve ceza sahibidir. Kerîm olmasına rağmen kâfirleri cehennemde ebediyyen bırakacaktır. Oysa onların küfrü ona zarar da vermemiştir. Azabı, meşakkati, hastalıkları, illetleri, fakirliği ve açlığı, dünyada bir-takım kullarına musallat kılmıştır. Oysa bunları silip süpürmeye kâdirdir. Bu bakımdan kulları hakkında âdeti bu olan bir zat, beni azabıyla korkuttuğu halde ben ondan nasıl korkmam ve O'nun rahmetiyle nasıl aldanırım?'

Korku ile ümit, insanları amel ve ibâdete sevkedici iki unsurdur. Bu bakımdan ibâdete sevketmeyen şeyler yapmacık temenni ve aldanıştır. İnsanların gevşemesinin ve dünyaya yönelmelerinin, Allah'tan yüz çevirmelerinin, ahiret için çalışmayı ihmal etmelerinin sebebi ümittir. Bu ise gururun ta kendisidir. Nitekim Hz. Peygamber bundan haber vererek şöyle buyurmuştur:

Gurur, bu ümmetin son gelenlerinin kalplerine galebe çalacaktır.4

Hz. Peygamber'in dediği gibi olmuştur; zira halk geçmiş za-manlarda ibâdetlere devam ederlerdi. Kalpleri rablerinin huzuruna döneceklerinden ötürü tir tir titreyerek ibâdetleri yaparlardı. Gece gündüz Allah'ın ibâdetinde oldukları halde nefisleri için korkarlardı. Takvaya, şüphe ve şehvetlere dalmaktan uzaklaşmaya özen gösterirlerdi. Tenha yerlerde nefisleri için ağlarlardı. Şu zamanımızda ise halkı, emin, sevinçli, mutmain, korkusuz görürsün. Bununla beraber günahlara dalmış, dünyaya sonuna kadar batmış, Allah'tan yüz çevirmiş olarak görürsün. Allah'ın keremine, fazlına güvendiklerini, affını ümit ettiklerini iddia ederler. Sanki bu iddiaları ile şunu demek isterler: 'Selef-i salihînin, ashab-ı kirâmın ve peygamberlerin bilmedikleri ilâhî fazilet ve keremi biz biliyoruz!'

Eğer bu iş, temenni ile idrâk olunup hevâ-i (nefse tâbi olmak) ile elde edilseydi selef-i salîhin ağlamazdı. Korku ve üzüntüleri olmazdı. Biz bu işlerin izahını havf ve reca bölümünde zikretmiştik. Hz. Peygamber (s.a) Me'kal b. Yesar'ın kendisinden rivayet ettiği bir hadîste şöyle buyurmuştur:

Bir zaman gelecektir. O zamanda Kur'an, kişilerin kalplerinde, bedenler üzerinde elbiselerin eskimesi gibi eskiyecek-tir. O zaman ki insanların bütün işleri kuru bir ümitten ibaret olacaktır. Onunla beraber korku olmayacaktır. Eğer onlardan biri iyilik yaparsa der ki: 'Benim bu iyiliğim Allah katında kabul edilir'. Eğer kötülük yaparsa der ki: 'Benim bu kötülüğüm affedilir'.5

Görüldüğü gibi Hz. Peygamber, onların ümidinin cehaletlerinden, Kur'an'daki korku ve diğer hükümleri bilmediklerinden ötürü olduğunu haber vermektedir. Allah Teâlâ aynen bunun benzerini hristiyanlardan da haber vererek şöyle buyurmuştur:

Onların ardından, yerlerine geçip Kitab'a vâris olan birtakım insanlar geldi ki onlar, şu alçak dünyanın menfaatini alıyorlar 'Biz nasıl olsa bağışlanacağız' diyorlar.(A'raf/169)

Yani onlar âlimdirler. Şu en yakın olan dünyanın şehvetlerini -ister helâl olsun ister haram- edinirler.

(Hesap için) rabbinin huzurunda durmaktan korkan kimse için iki cennet vardır.(Rahman/46)

Bu, makamımdan ve tehdidimden korkana va'dimdir.(İbrahim/14)

Kur'an, başından sonuna kadar, tahzir (sakındırma) ve tahvif (korku) dir. Kur'an hakkında düşünen bir kimsenin -eğer Kur'an'ın içindeki hükümlere imanı var ise- düşündükçe üzüntüsü çoğalır, korkusu büyür. Fakat sen halk tabakasını görürsün ki Kur'an'ı uzattıkça uzatıyorlar, harfleri mahreçlerinden çıkarıyorlar. Harfin esresi, ötresi ve üstünü hususunda münakaşaya giriyorlar. Sanki Arap şiirlerinden bir şiir okuyorlar. Kur'an'ın mânâlarına iltifat etmek onları ilgilendirmez. Kur'an'daki hükümle amel etmek onları ilgilendirmez. Acaba yeryüzünde bundan daha büyük bir gurur var mıdır?

İşte buraya kadar söylediklerimiz, Allah'a güvenerek gurura kapılmanın ve ümit ile gurur arasındaki farkın misalleridir. Bu gurura, bir kısım ibâdet ve günahları olan bazı grupların gururu yakındır. Ancak bu grupların günahları ibâdetlerinden daha çoktur. Onlar mağfiret umarlar ve zannederler ki terazilerinin hayır kefesi daha ağır basacaktır. Oysa günah kefesindekiler daha fazladır. Bu, cehaletin son derecesidir. Helâl ve haramdan birçok dirhemleri sadaka veren birini görürsün. Oysa müslümanların mallarından ve şüpheli kaynaklardan kazandığı servet bundan kat kat fazladır. Haram olan her bin dirhemin karşılığında, haramdan veya helâlden on dirhem sadaka vermenin yeterli olduğunu zanneder.

Bu ancak şöyle bir kimseye benzer: Terazisinin bir kefesine on dirhem koymuştur. Diğer kefesinde bir dirhem vardır ve ister ki ağır kefe, hafif kefenin karşısında yukarı kalksın. Bu istek, cehaletin en koyusudur.

Onlardan olan diğer bir grup, ibâdetlerinin günahlarından daha fazla olduğunu zanneder. Çünkü ne nefsini hesaba çekmiş, ne de günahlarını tedkik etmiştir. Bir ibâdeti işlediği zaman, o ibâdeti saklar ve ona önem verir. Tıpkı diliyle Allah'tan af talep eden veya günde yüz defa Allah'ı tesbih ve takdis ettikten sonra müslümanların gıybetinde bulunan, namuslarını yırtan, hadde hesaba gelmeyecek kadar bütün gün Allah'ı kızdıran konuşmaları yapan bir kimse gibi! Bu kimse tesbihinin danelerine bakıp yüz defa af talebinde bulunduğunu dikkate alır. Bütün gün kustuğu hezeyanlardan gafil olur. Öyle hezeyanlar ki eğer yazmış olsaydı, yüz defa veya bin defa onun tesbihi kadar olurdu. Oysa o hezeyanları 'Kirâmen Kâtibîn' melekleri kaydetmiş, Allah da her kelimeye karşı ceza vereceğini va'detmiştir.

(İnsan) hiçbir söz söylemez ki yanında (onu) gözetleyen, söylediklerini zapteden (bir melek) hazır bulunmasın.(Kaf/18)

Bu kişi daima tesbihlerin ve tehlillerin faziletleri hakkında düşünür. Gıybetçi, yalancı, kovucu ve kalplerinde olmayanı söyleyen münâfıkların hakkında vârid olan hükümlere iltifat etmez. Dilin diğer âfetlerine pek önem vermez. Bu ise gurur ve aldanmanın ta kendisidir. Yemin olsun, eğer 'Kirâmen Kâtibîn' melekleri, yazmış oldukları hezeyanlarının yazı ücretini kendisinden istemiş olsaydılar, o vakit birçok mühim meselelerinden bile dilini tutar, hiçbir zaman hesap etmedikçe meleklerin yazma ücreti tesbihten fazla olmasın diye tesbihleriyle konuşmalarını tartmadıkça konuşmazdı.

Nefsini hesaba çeken, yazı ücreti fazla olmasın diye korkusundan ihtiyatlı hareket eden, en yüce Firdevs'in ve Firdevs'teki nimetin elinden gideceği korkusundan ötürü ihtiyatlı hareket etmeyen kimseye hayret etmemek mümkün değildir. Bu, ancak düşünen bir kimse için büyük bir musibettir. Biz sözü öyle bir şeye kaydırdık ki eğer o şeyde şüphe edersek Allah'ı inkâr eden kâfirlerden oluruz. Eğer onu tasdik edersek aldanmış ahmaklardan oluruz. Bu bakımdan bunlar Kur'an'ın getirmiş olduğu hükümleri tasdîk eden bir kimsenin ameli değildir. Biz küfür ehlinden olmaktan Allah'a sığınırız. Bu beyanla beraber bizi uyanmaktan ve yakînden alıkoyan Allah (c.c) ortaktan münezzehtir. Bu tür gaflet ve gururu kalplerin üzerine musallat kılmaya gücü ve kuvveti yeten zat, kendisinden korkmaya ve sakınmaya pek lâyıktır. Kişi böyle bir zata temenninin bâtıllarına dayanarak, şeytanın ve hevâ-i nefsin mânâsız illetlerine güvenerek mağrur olmamalıdır

Allah en doğrusunu bilir.
____________

1)İbn Ebî Dünya
2)Müslim, Buhârî
3)Tirmizî, Hâkim
4)Ucub bölümünde geçmişti.
5)Deylemî, Müsned'ül-Firdevs

*Mağrur Olan Dört Sınıf ve Her Sınıfın Fırkaları

Birinci sınıf:İlim Ehli
İkinci sınıf :ibâdet ve amel erbâbıdır.
Üçüncü sınıf : mutasavvıflardır
Dördüncü sınıf: servet sahipleridir.

*İlim Ehli

Bunlardan aldanan bir çok grup vardır. Bir grubu şer'î ve aklî ilimleri öğrenmişler, bu ilimlerde derinleşmişler ve onunla meşgul olmuşlardır. Âzaları kontrol etmeyi, günahlardan korumayı ve ibâdetlere has kılmayı ihmal edip ilimleriyle mağrur olmuşlardır. Allah katında büyük bir dereceye, ilimde büyük bir mertebeye ulaştıklarını ve bundan ötürü de Allah'ın onlar gibilerine azap etmeyeceğini zannederler. Hatta Allah'ın halk hakkındaki şefaatlerini kabul edeceği fikrine kapılmışlardır. Allah katında şerefli oldukları sebebiyle günah ve hatalarından dolayı Allah'ın kendilerini hesaba çekmeyeceğini sanmışlardır. Bunlar mağrur ve aldanmışlardır. Çünkü bunlar basiret gözüyle dikkat etseydiler, bileceklerdi ki ilim iki kısımdır: Biri muamele, diğeri mükâşefe ilmidir. Allah'ı ve Allah'ın sıfatlarını bildiren ilim -ki âdeten bu ilme mârifet ismi verilir- mükâşefe ilmidir.

Muamele ilmine gelince, helâl ve haramın bilinmesi, nefsin kötü ahlâklarının tedavisinin keyfiyeti ve ondan kaçmanın bilinmesi gibi şeylerdir. Bu ilimler, ancak amel etmek için istenir. Eğer amel etmeye ihtiyacı olmasaydı bu ilimlerin hiçbir kıymeti olmazdı. Bu bakımdan amel etmek için istenilen ilmin, amelsiz hiç-bir kıymeti yoktur. Bu hakikatin misali şudur: Hasta birisi vardır. Onun hastalığını ancak birçok maddeden yapılmış bir ilaç giderebilir. O maddeleri de ancak doktorların hâzıkları tanır. Bu kimse doktoru aramak için memleketinden ayrılır. Sonra hâzık bir doktora rastlar. Doktor ona o ilacı öğretir. İlacın karışımını, nevilerini, miktarlarını ve maddelerini tafsilâtlı bir şekilde öğretir. Bu karışımların nasıl dövüleceğini, nasıl katıştırılacağını, nasıl hamur yapılacağını öğretir. Dolayısıyle o da bunu öğrenmiş olur. Güzel bir yazı ile bundan bir nüsha yazar, evine döner. Yazmış olduğu yazıyı durmadan tekrar eder, başka hastalara öğretir.

Fakat o ilacı içmekle ve kullanmakla bir türlü meşgul olmaz. Acaba senin kanaatine göre, bu adamın bu şekildeki çabası kendisinde bulunan hastalığına hiçbir fayda verir mi? Heyhat fayda ne gezer? Eğer bu adam o tarifin bin nüshasını yazsa, onu bin tane hastaya öğretse ve hepsi de şifa bulsa, onu bin gece tekrar etse, yine de hastalığına bir fayda vermez. Parayı verip ilacı satın alıncaya kadar bu durum değişmez. Öğrendiği gibi karıştırıp, içmeyince ve acılığına tahammül göstermeyince ve içmesi de belli olan vaktinde, korunma ve şartların hepsini yerine getirdikten sonra olmayınca hiçbir fayda sağlamaz. Bütün bunları yaptığı zaman da şifa bulup bulmaması hususunda yine tehlikededir. Nerde kaldı ki hiç içmesin? Hiç içmese şifa bulması nerde kalır? Ne zaman o ilacın formülünü öğrenmesinin ve tekrar etmesinin kendisine kâfi geleceğine ve şifa vereceğine inanırsa, o zaman mağrur olduğu belli olur. İşte ibâdet ve taatlerin ilmini güzelce öğrenip o ilimle amel etmeyen fakih de aynen böyledir. Günahların ilmini güzelce öğrenip ondan korunmayan kötü ahlâkın ilmini iyice öğrenip onlardan nefsini temizlemeyen, iyi ahlâkın ilmini temelinden öğrenip onunla sıfatlanmayan bir âlim mağrurdur. Çünkü Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:

Muhakkak (nefsini küfür ve isyandan) temizleyen kurtulmuştur.(Şems/19)

Allah Teâlâ 'Nefsin tezkiyesinin nasıl yapıldığını öğrenen ve bu husustaki ilmi yazan ve halka öğreten felâha kavuşmuştur' dememiştir. Bunun yanında şeytan insana der ki: 'Bu misal seni aldatmasın; zira davayı bilmek, hastalığı ortadan kaldırmaz. Senin gayen Allah'a ve sevabına yaklaşmaktır. Sevabı celbeden ilimdir'. Bundan sonra ilmin fazileti hakkında vârid olan hadîsleri okur. Eğer bu miskin adam, ahmak ve mağrur bir kimse ise, şeytanın bu sözleri hevasına uygun düşer. O da şeytanın sözünü dinler ve ameli bırakır. Eğer akıllı bir kimse ise şeytana der ki: 'Sen bana ilmin faziletlerini hatırlatır da ilmiyle amel etmeyen fâcir âlimin hakkında vârid olanları unutturur musun?'

Onun misali, köpeğin misali gibidir.(Araf/177)

Kendilerine Tevrat'la amel teklif edildikten sonra onunla amel etmeyenlerin hali ciltlerle kitap taşıyan eşşeğin haline benzer.(Cum'a/5)

Acaba köpeğe ve eşşeğe benzemekten daha büyük bir rezalet var mıdır?

Kim ilim yönünden gelişir, hidayet yönünden gelişmezse o gittikçe Allah'tan uzaklaşır.6
İlmiyle amel etmeyen âlim ateşe atılır, barsakları delinir. Değirmende eşeğin döndüğü gibi, ateşte o barsakların etrafında döner!7

İnsanların en şerlisi kötü âlimlerdir.8

Ebu Derdâ'nın şu sözü de böyledir: 'Bilmeyene bir defa veyl olsun! Eğer Allah dilerse ona bildirir. Bilip de amel etmeyene yedi defa veyl olsun!' Yani ilim kişinin aleyhinde delildir; zira kişiye denilir ki: 'Bildiğinle nasıl amel ettin! Allah'ın şükrünü nasıl îfa ettin?'

Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:

Kıyamet gününde azap bakımından insanların en şiddetlisi, Allah'ın ilminde fayda vermediği âlimdir.9

Bu ve Kitab 'ul-İlim'in Ahiret Alimlerinin Alâmeti bölümünde zikrettiğimiz benzeri hadîsler sayılmayacak kadar çoktur. Ancak bunlar, facir bir âlimin hevâ-i nefsine uygun düşmeyen şeyler hususunda vârid olan hadîslerdir. İlmin fazileti hakkında vârid olanlar ise, onun hevâ-i nefsine uygun gelir. Dolayısıyla şeytan onun kalbini hevâ-i nefsine meylettirir. Bu ise gururun ta kendisidir; zira eğer kişi fazilet gözüyle bakarsa, onun misali yukarıda zikrettiğimiz gibidir. Eğer iman gözüyle bakarsa, ona ilmin faziletini ve kötü âlimlerin zemmini haber verir. Onların halleri Allah'ın katında cahillerin hallerinden daha şiddetlidir. Allah'ın onun aleyhindeki delili kuvvet kesbetmesine rağmen hâlâ kendisini hayır üzerinde zannederse, bu gururun son derekesidir. Allah'ın sıfat ve isimlerinin ilmi gibi, mükâşefe ilimlerini bildiğini iddia eden ve bununla beraber ameli bırakan, Allah'ın emrini ve hududlarını çiğneyen bir kimsenin durumu daha şiddetlidir. Bunun misâli, padişaha hizmet etmek isteyen bir kimsenin misali gibidir. Bu kimse sultanın ahlâkını, sıfatlarını, zenginliğini, rengini, şeklini, uzunluğunu, genişliğini, âdetini, meclisini tanımış, fakat sultanın sevdiğini, sevmediğini, kızdığını veya razı olduğunu tanımamıştır veyahut da bunları da tanımıştır, fakat sultanı aleyhinde kışkırtacak bütün hareketleri yaptığı halde ona hizmet etmek ister. Sultanın sevdiği giyim şeklini, konuşma, hareket ve oturmasını muattal bıraktığı halde padişaha hizmet etmek ister. Sultanın bütün sevdiklerini bıraktığı, kızdığı herşeye bulaştığı halde, sultanın huzuruna gelip ona yaklaşmak ve onun özel hizmetkârlarından olmak ister. Bütün bu hususlarda sultanı tanıması, sultanın soyunu, ismini, memleketini, suretini, şeklini, hizmetçilerini sevk ve idare ettiği şeyler hususundaki âdetini, milleti hakkındaki muamelesini vasıta kılar. Bu gerçekten kötü bir gururdur; zira eğer bilmiş olduklarını bıraksaydı, sadece sultanın hoşuna gitmeyen ve gidenlerin bilgisini elde etmek için uğraşsaydı, onun bu meşguliyeti sultana yaklaşmasına ve özel hizmetkârlarından olup maksadına nail olmasına daha yakın olurdu. Kişinin takva hususunda kusurlu oluşu ve şehvetlerinin arkasına takılması delâlet eder ki onun için Allah'ın mârifeti hususunda mânâlar değil de sadece isimler ve tâbirler keşfolunmuştur; zira eğer o, Allah'ı gerektiği gibi tanımış olsaydı muhakkak Allah'tan korkar ve çekinirdi. Bu bakımdan akıllı bir kimsenin aslanı bildikten sonra aslandan çekinmeyip korkması düşünülemez. Oysa Allah Teâlâ, Hz. Dâvud'a 'Yırtıcı hayvandan korktuğun gibi (en azından o derecede) benden kork' emrini vahyetmiştir.

Aslanın rengini, şeklini, ismini bilen bir kimse, bazen aslandan korkmaz. O âdeta aslanı tanımıyordur. Bu bakımdan Allah'ı bilen bir kimse, Allah'ın âlemleri helâk edip perva etmemesinin Allah'ın sıfatlarından olduğunu bilmelidir ve yine bilmelidir ki öyle bir ilah kudretinin altında bulunuyor ki, eğer onun gibi binlercesini helak etse, ebediyyen azabı onların üzerine yüklese, böyle yapmak O'nda zerre kadar tesir yapmaz ve bundan dolayı rikkate gelmez.

Allah'tan kulları içinde ancak âlimler korkar. (Fâtır/28)

Zebûr'un başlangıcında şu ibare vardır: 'Hikmetin başı Allah korkusudur'.

İbn Mes'ud şöyle demiştir: 'İlim yönünden Allah'ın korkusu kâfidir. Cehâlet yönünden Allah'a güvenerek mağrur olmak kâfidir'.

Hasan Basrî'den bir mesele hakkında fetva soruldu. O da cevap verdi. Bunun üzerine ona denildi ki: 'Bizim fakîhlerimiz senin dediğin gibi demezler'. Cevap olarak şöyle dedi: 'Sen hiç fakih gördün mü? Fakih o kimsedir ki gecesinde âbid, gündüzünde oruçlu, dünyasında zâhid olur!'

Bir defasında da şöyle dedi: 'Fakîh ne yağcılık yapar, ne de mücadele!' Allah'ın hikmetini yayar, eğer yaymış olduğu hikmeti halk kendisinden kabul ederse, Allah'a hamd eder. Eğer yaymış olduğu hikmet gerisin geriye çevrilirse yine Allah'a hamdeder. O halde fakîh o kimsedir ki Allah'tan gelen emri ve yasağı anlamış, Allah'ın sıfatlarından, Allah'ın hoşuna gideni ve Allah'ın kerih gördüğünü öğrenmiştir. Böyle âlim hakkında şöyle denmiştir: 'Allah kime hayrı irade ederse onu dinde fakih yapar'. Kişi bu nitelikte değilse mağrurlardandır.

Başka bir grup vardır, ilim ve ameli muhkemce edinmişlerdir. Zahirî ibâdetlere devam ve günahları terketmişlerdir. Ancak kalplerini kontrol etmemişlerdir ki kendilerinden Allah katında kötü olan kibir, hased, riya, reislik ve yücelik talebi, akran ve emsale kötüyü istemek, memlekette ve halk arasında şöhret talep etmek gibi sıfatları sıyırıp atsınlar. Bazen de onların bazıları bunların kötü olduğunu dahi bilmez ve bunlara devam eder! Bunlardan yakayı bir türlü sıyıramaz. Hz. Peygamber'in şu sözlerine de iltifat etmez:
Riyanın en azı şirktir!10

Kalbinde zerre kadar kibir olan cennete giremez!'11

Ateşin odunları yediği gibi, hased de hayırları yer.12

Suyun baklayı bitirdiği gibi, şeref ve mal sevgisi nifakı bitirir.

Bunlardan başka daha nice haberler vardır ki biz onları Kötü Ahlâk ile Mühlikât bölümünde zikretmiştik.
Bu bakımdan bu kimseler zâhirlerini süslemiş, bâtınlarını ihmal etmiş ve şu hadîs-i şerifi unutmuşlardır:

Elbette Allah sizin sûret ve mallarınıza değil, ancak kalplerinize ve amellerinize bakar.14

Onlar amellerini kontrol ettiler, kalplerini kontrol etmediler. Oysa kalp asıldır; zira ancak sağlam bir kalp ile Allah'a gelen kurtulur.

Bunların misali, lağım kuyusu gibidir. Zâhiri badanalı, içi pislik doludur veya ölülerin kabirleri gibidir. Zâhirleri süslü, içleri leşle doludur veya içi karanlık bir ev gibidir ki çıra onun dış tarafına bırakılmış, dışını aydınlatmıştır. İçi ise kapkaranlıktır veya bir kişi gibi ki sultan onun evinde misafir olmak ister. O da evinin kapısını badanalamış, fakat evin en üst köşesinde pislikleri bırakmıştır. Bu hareketin, gurur olduğu gizli değildir. Buna en yakın olan misal, şöyle bir kişidir ki ekin ekmiş, ektiği çıkmış ve onunla beraber onu ifsad edici otlar ela çıkmış, o da ekini ottan ayıklamak için otu temelinden kaldırmakla görevlendirilmiştir. Buna rağmen o, otun başını ve kenarlarını keser, otun kökü ise kuvvetini muhafaza eder ve büyümeye devam eder; zira günahların serpildiği yerler kalpteki kötü ahlâklardır. Kalp onlardan temizlenmedikçe kalbin zâhirî ibâdetleri ancak birçok âfetlerle beraber tamamlanır. Böyle bir kimse, bir hasta gibidir ki onun bedeninde uyuz başgöstermiş, ona bedenine ilaç sürmesi, ilaç içmesi tavsiye edilmiş. Bedene ilaç sürmek, tenindeki şeyleri silmek içindir. İçmesi emredilen ilaç ise, uyuzun içteki maddesini kökünden sökmek içindir.

Bu kimse, bedene sürülen merhemle kanaat ederek içilen ilacı terketmiştir. Uyuz maddesini geliştiren yemeklere devam eder. Dışını merhemler, içinde uyuz devam eder. İçteki maddeden durmadan doğup çıkar. Başka bir grup vardır ki, bâtınî ahlâkların şeriat açısından kötü olduğunu öğrenmişlerdir. Ancak nefislerini beğendiklerinden ötürü, bu ahlâklardan kurtulduklarını zannederler ve sanırlar ki Allah katında bu ahlâklara müptelâ edilmeyecek kadar yüce bir makama sahiptirler. Onlar kendileri gibi ilimde büyük makama yetişenleri değil de halk tabakasını bu kötü ahlâklara müptelâ kılar kanaatindedirler. Onlar ise (kendi kanaatlerine göre) böyle bir felâkete düçar olmaktan pek uzaktırlar. Sonra onların üzerinde kibrin, reisliğin, yücelik ve şeref talebinin belirtileri göründüğü zaman, onlar 'Bu kibir değildir, ancak dinin izzetini talep etmek, ilmin şerefini izhar etmek, Allah'ın dinine yardım etmek, bid'atçilerden muhalif olanların burnunu kırmaktır. Eğer ben kirli elbiseleri giyseydim, kirli meclislerde otursaydım din düşmanları benimle alay eder, böyle yaptığıma sevinirlerdi. Benim zilletim İslâm'ın zilletidir!' derler.

Aldanmış kişi unutmuştur ki mevlâsı tarafından sakındırılmış olduğu düşmanı şeytandır. Şeytan da onun yaptığıyla sevinir ve bundan dolayı onunla istihza eder ve Hz. Peygamber'in ne ile dine yardım ettiğini, ne ile kâfirlerin burunlarını kırdığını unutmuştur. Sahabe-i kirâmdan rivayet edilen tevazu, eski elbiseleri giymek, fakr u zaruretle kanaat etmek hususunda nakledilenlerin hepsini unutmuştur. Öyle ki halife Ömer, Şam'a vardığı zaman yırtık elbiselerinden dolayı karşılamaya gelenler tarafından kınandığında cevap olarak şöyle demiştir: 'Biz öyle bir kavimiz ki Allah bizi İslâm'la aziz etmiştir. Bu bakımdan biz İslâm'ın gayrisinde azizlik aramayız'.

Sonra bu mağrur, kaseb (ince bez), diba, ve erkeklere haram olan ibrişimden olan ince elbiselerle dinin izzetini talep eder. Besili at ve mümtaz bineklerle İslâm'ın azizliğini arar ve bununla ilmin izzetini, dinin şerefini aradığını iddia eder.

Böylece akran ve emsâlinin aleyhinde veya sözüne karşı çıkan bir kimsenin aleyhinde hasedden dolayı konuştuğu zaman, bu konuşmasının hasedden ileri geldiğini anlamaz. Fakat der ki: 'Bu kızmam hak için olan bir kızmadır. Bâtıl yolda olan bir kimsenin düşmanlığı ve zulmü hususunda karşılık vermektir'.

Nefsinden hasedin çıkacağını sanmadığı için bilmez ki başka bir ilim ehlinin aleyhinde konuşulursa veya başka bir âlim reislikten menedilirse ve bu hususta kendisiyle tartışılırsa onun o zamanki öfkesi ve düşmanlığı şu andaki öfkesi gibi olacak mıdır -ki öfkesi Allah için olsun- veya başka bir âlimin hakkında konuşulursa, başka âlim riyasetten menedilirse öfkelenmeyecek midir? Aksine çoğu zaman bununla sevinir ki bu takdirde öfkesi, nefsinden ve emsalinden nefret ettiği için olsun! İşte böylece amelleriyle ve ilmiyle riyakârlık yapar. Kendisi için riya tehlikesi başgösterdiği zaman der ki: 'Ben nerede, riya nerede? Benim ilmi ve ameli izhar etmekten gayem halkın bana uyması, Allah'ın dinine hidayet olunmaları, Allah'ın azabından kurtulmaları içindir.

Mağrur, halkın kendisine uymalarıyla sevindiği gibi, ayarında olan başka bir âlime uymalarına sevinmediğini düşünmez. Eğer gayesi, halkın ıslahı olsaydı başkasının eliyle de ıslah olmaları kendisini sevindirirdi. Tıpkı hasta köleleri olan ve o hastaları tedavi etmek isteyen bir kimse gibi. Bu kimse o hasta kölelerinin kendi eliyle veya başka doktorun eliyle şifa bulmaları arasında bir fark gözetmez.

Çoğu zaman, mağrur adama böyle söylenir. Fakat yine de şeytan yakasını bırakmaz ve şöyle der: 'Onların benim vasıtamla hidayet bulmalarına sevinmem şu hikmetten dolayıdır: Onlar benim vasıtamla hidayete geldikleri takdirde ecir ve sevap benim olur. Bu bakımdan ben ancak Allah'ın sevabından dolayı sevinirim. Halkın sözümü kabul ettiği için değir.
İşte o mağrur nefsi hakkında böyle düşünür. Oysa Allah kalbine muttalidir ki eğer bir peygamber kendisine 'sevab, namsız ve nişansızlıkta, ilmi gizlemekte, ilmi açığa vurmaktan daha fazladır' dese ve hapse tıkılıp zincirlerle bağlansa, yine hapishaneyi yıkmak, zincirleri kırmak için desiselere başvurur ki ders okutmak, vaaz ve benzeri vazifelerden ötürü edinilen reisliğe konsun! Böylece sultanın huzuruna girer. Ona yağcılık yapar, över, tevazu gösterir. Kalbine, zâlim sultanlara tevazu göstermenin haram olduğu geldiği zaman şeytan kendisine şöyle der: 'Neden haram olsun? Haram olması sultanların malına tamah edildiği zamandır. Senin gayen müslümanlar için onun yanında şefaat etmek, onun zararını müslümanlardan ve düşmanlarının şerrini de nefsinden uzaklaştırmaktır! Oysa Allah onun içinden geçenleri bilir ki eğer o sultanın katında onun bazı akran ve emsâli kabul edilse ve onlar her müslüman hakkında sultanın yanında şefaat etseler, hatta sultanın şerrini (zulmünü) bütün müslümanlardan uzaklaştırsalar, onların böyle yapması kendisine ağır gelirdi. Eğer bu arkadaşının aleyhinde konuşmak ve iftira atmak suretiyle sultanın yanında kötü göstermeyi becerirse, muhakkak onu kötüler. Böylece gurur bazı insanları halkın malını pervasızca alacak dereceye getirir. O malın haram olduğu aklına geldiği zaman şeytan kendisine şöyle der: 'Bu sahipsiz bir maldır. Bu mal müslümanların sosyal hizmetleri içindir. Sen ise müslümanların önderi ve âlimisin. Din, sayende ayakta durur. Durum bu iken acaba ihtiyacın kadar bu maldan alamaz mısın?'

Böylece kişi, şeytanın vesevesesiyle üç noktada aldanır: Birincisi şeytanın 'Malın sahibi yoktur' sözüdür; zira kişi bilir ki sultan bu malı müslümanlardan alınan haraçtan (vergiden) temin etmiştir. Kendilerinden mal alman müslüman ve köylüler hayattadırlar veya evlatları ve vereseleri hayattadır. Olsa olsa malları (sultanın yanında) karıştırılmıştır. Oysa yüz dinar değerindeki malı on kişiden gasbeden bir kimse o malı birbirine karıştırırsa, o malın haram bir mal olduğunda şüphe yoktur. 'Bu sahibi olmayan bir maldır' denilemez. O mal, on kişi arasında taksim olunup her birine on dinar verilmelidir. Her ne kadar malları birbirine karışmış ise de...

İkincisi, şeytanın 'Bu mal müslümanların sosyal hizmetlerine sarfedilen bir maldır. Sen de onların imamı ve âlimisin. Din seninle kaimdir' sözüdür. Bu gibi kimseler yüzünden dinleri fesada gitmiş, saltanat erbabının mallarını helâl saymış, dünyaya rağbet göstermiş, riyasete yönelmiş ve dolayısıyla ahiretinden yüz çevirmiş insanlar; dünya hakkında zâhid olmuş, dünyaya tapmamış ve Allah'a yönelmiş kimselerden çok daha fazladırlar. Öyle ise bu kişi hakikatte dinin deccalı, şeytanların mezhebinin ayakta durmasını sağlayan kişidir. Dinin imamı değildir; zira imam o kimsedir ki -peygamber (a.s), sahabe ve selef âlimleri gibi- dünyaya tapmamak ve Allah'a yönelmek hususunda önder olur.

Deccal o kimsedir ki, Allah'tan yüz çevirmek ve dünyaya yönelmek hususunda örnek olur. Böyle bir kimsenin ölümü, müslümanlar için, yaşamasından daha hayırlıdır. Bu âlim dinin direği olduğunu iddia eder. Oysa misâli, Hz. İsa'nın dediği gibidir: 'Kötü bir âlim, derenin ağzını kapatan bir kaya gibidir. Ne kendisi suyu içer, ne de suyun ekinlere akıp gitmesine izin verir!'

Son asırlarda ilim ehlinde görülen gurur çeşitleri haddi hesabı aşmıştır. Bizim söylediğimiz, az ile çoğa dikkat çekmektir. Mağrurların bir grubu da ilmi güzelce öğrenmiş, âzalarını tertemiz yapmış, ibâdetlerle süslemiş ve dışlarını günahlardan korumuştur. Nefsin ve kalbin riya, hased, hıkd, kibir ve yücelik talebi gibi sıfatlar ve ahlâklarını tedkik etmişler, bu ahlâklardan uzaklaşmak hususunda nefisleriyle mücadele etmişler, o ahlâkların kuvvetli köklerini kalplerinden söküp kaldırmışlardır. Fakat bu grup, hâlâ mağrur ve aklanmıştırlar; zira kalplerinin köşelerinde, şeytanın gizli hilelerinden, nefsin gizli desiselerinden, idrâk edilmesi pek güç olan birşeyler kalmıştır. Bunları sezemedikleri için ihmal etmişlerdir. Bunun misâli, ancak ekinini otlardan ayıklamak isteyen ve ekin içinde gezip ot arayan, her gördüğünü kökünden söken bir kimsenin misâline benzer. Ancak bu kimse, daha başı toprağın altından çıkmayan otları aramaz ve bütün otların dışarı çıktığını zanneder. Oysa, otların köklerinden ince dalcıklar bitmiş ve toprak altında yayılmıştır, kişi de onu kökünden söküp attığını zannederek ihmal etmiştir. Kişi gaflet içerisinde iken bir de ne görsün: O otlar bitmiş, kuvvet bulmuş ve haberi olmaksızın ekinin köklerini ifsad etmiştir.

Âlim kişi de böyledir. Bütün saydıklarımızı yapar, fakat gizli desiselerin murakabe ve kontrolünden gafil kalır. Onu, geceli gündüzlü ilimleri toplayıp tertip etmek için çalışır görürsün. Lâfızları güzelleştirmekle ve teliflerini o lâfızların kalıbında toplamakla meşgul olduğunu müşahade edersin! O, kendisini bu çalışmaya sevkedenin, Allah'ın dinini anlatmak, şeriatını neşretmek olduğunu söyler. Fakat onu, bu yola iten gizli teşvikçisi nam ve nişanının etrafa yayılmasını istemesi, her taraftan ziyaretçilerin kendisine gelmesi isteği, çeşitli insanların zühd, takva ve ilmini övmelerini istemesidir. Mühim meselelerde öne geçirilmesi, gayelerde herkese tercih edilmesi, istifade etmek için etrafında toplanılması, güzel lâfız ve konuşma ânında güzelce dinlenme zevki, konuşması karşısında başların sallanıp gözlerin ağlaması ve hayranlıkla seyredilmesini istemesidir.

Arkadaşlarının çokluğuyla sevinmek, takipçilerinin ve istifade edenlerin çokluğu ile böbürlenmek, takipçilerinin ve akranlarının arasında ilim, takva, zühdün zâhirini toplama özelliğiyle sevinmek, dolayısıyla dünyaya dalanların hepsine dinî bir musibetten dolayı değil de keyfî bir şekilde ta'n etme imkânını elde etme isteğidir.

Bu mağrur miskin, içinde âmirlik, azizlik, itâatkârlık, tâzim edilme ve övünmek ile mağrurdur! Eğer kalpler aleyhine dönerlerse, yaptığı amellerinin hilâfına zâhidliğine inanırlarsa, kalbi bu durumdan müşevveş olur, virdleri ve dinî vazifeleri karmakarışık olur. Bu zavallı o anda nefsini mazur göstermek için her hileye başvurur, ayıbını gizlemek için çoğu zaman yalan söylemeye kendisini zorlar ve yine, hakkında zâhidlik ve takva inancına sahip olan bir kimseyi, bu inanca sahip olmayan kimselere her hususta tercih edip daha iyi görür. Zavallı 'Bu adam haddimden fazla bana kıymet vermiştir!' demez. Kalbinin fazilet ve takvasını olduğu gibi bilip inanan bir kimseden nefret eder. İsterse bu adam gerçek kıymetinden daha fazla kıymeti kendisine verse bile... Bu zavallı insan arkadaşlarının bazısını diğerine tercih eder ve bu tercihin de fazilet ve takvadan geldiğim söyler. Oysa, o kişiyi daha önce değil de ancak bu tercihini tercih ettiği kişi daha itâatkâr, isteğine uyup, kendisini daha fazla övdüğü ve sözüne daha fazla kulak verdiği ve hizmetine daha fazla koştuğu için yapar. Etrafındaki insanlar kendisinden istifade etmek için ilmine rağbet gösterirler. O da zanneder ki onların kendisine göstermiş oldukları hüsn-ü kabul, ihlâsı, doğruluğu, ilmin hakkını yerine getirdiği içindir. Dolayısıyla Allah Teâlâ'ya kullarının faydalarını diline kolay getirdiğinden ötürü hamd ve senâ eder. Yapmış olduğu bu hamd ve senânın günahlarının kefareti olduğunu sanır. Nefsiyle beraber burada niyetin doğruluğunu aramaz. Zavallıya nam ve nişansızlığı seçmesi, halktan uzaklaşması ve ilmini gizlemesi hususunda bu kadar sevap va'dedilse, bu sevaba talib çıkmaz. Çünkü uzlete ve gizliliğe çekilmekle halkın yanında kabul olunma zevkini ve baş olma izzetini kaybeder.

Umulur ki şeytanın şu sözüyle bu gibi bir kimse kastedilmiştir: 'Ademoğullarından bir kimse, ilmiyle benden uzaklaştığını iddia ederse, o, cehaletinden ötürü, benim ağıma girmiştir!'

Bu zavallı kitab yazar, çalışır. Hem de Allah'ın ilminden fayda- lanmak için o ilmi derlediğini zanneder. Oysa bu çalışması ve kitap yazmasından ötürü isminin yayılmasını ister. Eğer bir kimse çıkıp yazmış olduğu kitabının yazarı benim deyip, onun ismini o kitaptan siler ve o kitabı kendi nefsine nisbet ederse, bu hareket ona ağır gelir. Buna rağmen bilir ki yazılmış kitaptan edilen istifadenin sevabı ancak hakikî yazarına aittir. Allah Teâlâ da bilir ki kitabın yazarı iddia sahibi değildir, aksine kendisidir.
Yazmış olduğu kitabında nefsini övmekten kurtulamaz. Ya uzun duaları açıkça yapmak suretiyle veya başkasına ta'netmenin zımnında bunu yapar ki başkasını tenkid etmesinden, kendisinin daha üstün olduğu ve ilmen ondan daha büyük olduğu açığa çıksın! Halbuki başkasını tenkid etmeye hiç de mecbur değildir. Zayıf göstermek istediği görüşten pasajlar (parçalar) alır, sonra yazarına nisbet ederek onun ilmî kıymetini düşürmek ister.
Bir de hoşuna giden parçaları alır ve bu parçaları sahibine nisbet etmez ki okuyucular tarafından o parçaların kendisine ait olduğu zannedilsin! Başkasının cümlelerini aynen alır. Tıpkı onları çalanlar gibi veya biraz değiştirerek alır. Tıpkı bir iç gömleği çalıp da aba yapan bir kimse gibi ki çalınmış mal olduğu bilinmesin! Bu zavallı, lâfızlarının süslü, seci'li ve güzel nazımlı olması hususunda çaba sarfeder ki rekakete (çirkin/kötü konuşmaya) nisbet edilmesin!

Bütün bunları yaparken gayesinin hikmeti tervic etmek, güzelleştirmek ve süslendirmek olduğunu sanır. İnsanların daha çok yararına olacağını düşünür. Bu zavallı şu rivayetten gafildir. Hukemâdan biri hikmet konusunda üçyüz kitap yazdı. Allah Teâlâ, onun zamanındaki peygambere vahiy göndererek şöyle dedi: 'Ona de ki: Sen yeryüzünü nifakla doldurdun. Allah senin nifakından hiçbir şeyi kabul etmez!'

Bu mağrur sınıftan bir cemaat bir araya geldikleri zaman her biri kendi nefsinin kalbin ayıplarından ve gizliliklerinden selâmet kaldığını zanneder. Eğer birbirlerinden ayrılıp da her birine arkadaşlarından bir grup tâbi olursa arkasına takılanların çokluğuna bakar ve 'Acaba benim arkama takılanlar mı yoksa başkasının arkasına takılanlar mı daha fazladır' diye düşünür ve arkadaşları daha fazla ise, sevinir. Halbuki başkalarına tâbi olsaydılar kendisinden daha fazla onlardan istifade edeceklerini bilse bile yine kendi yanında olmalarına sevinir. Sonra o mağrurlar ayrıldıkları ve halka faydalı oldukları zaman, biri diğerini kıskanır ve hased ederler.

Onlardan birine giden bir kimse, onun yanından ayrılıp başkasına gittiği zaman, ayrılışı o büyüklük iddia edene ağır gelir. Büyüklük taslayan, o ayrılan kişiden nefret etmeye başlar. Ayrıldıktan sonra artık içinden, o ayrılana ikram etmek, daha önce yaptığı gibi onun ihtiyaçlarını yerine getirmek, daha önce onu övdüğü gibi övmek gelmez. Oysa o ayrılan kişinin istifade ettiğini bilir. Yine bilir ki ondan ayrılıp başka bir gruba katılması o ayrılan kişinin dini bakımından daha hayırlıdır. Çünkü kendi grubunda kaldıkça o kişiye zarar geldiğini de bilir. Fakat gittiği grupta bu zarardan kurtulur. Buna rağmen bir türlü ayrılan kişiye karşı nefreti kalbinden silinmez!

Onlardan birinin içinde hasedin ateşi harekete geçtiği ve onu belirtmeye gücü yetmediği zaman, bu sefer hased ettiği kişiye, onun dinine ve takvasına mümkün olduğu kadar ta'n eder ki öfke ve hasedini buna hamletsin ve 'Ben nefsim için değil de ancak Allah'ın dini için ona kızdım' diyebilsin!

O hased ettiği kişinin ayıpları meclisinde zikredildiği zaman sevinir. Hased ettiği kimsenin övgüsü yapıldığı zaman hoşuna gitmez ve nefret eder. Bazen de o hased ettiği kişinin ayıpları söylenildiği zaman (sözde) yüzünü ekşitir. Dolayısıyla müslümanların gıybetinin yapılmasını hoş görmediğini belirtmiş olur. Oysa kalbinden buna razıdır ve böyle yapmayı ister. Allah da onun kalbinin böyle olduğunu bilmektedir. İşte bu ve buna benzer durumlar, kalplerin gizli hastalıklarındandır. Bu hastalıkları ancak akıl sahipleri sezerler. Bu hastalıklardan ancak dinde kahraman olanlar kurtulur. Bizim gibi zayıfların bu hastalıkları sezmesi mümkün değildir. Ancak insan, nefsinin ayıplarını bilmeli, o ayıplar hoşuna gitmemeli, onları kınamalı ve nefsini ıslah etmeye çalışmalıdır. Allah bir kula hayrı irade ettiği zaman, o kuluna nefsinin ayıplarını gösterir. Kimin sevabı hoşuna gider, günahı hoşuna gitmezse, o kimsenin hali ümitlidir. Onun durumu nefsini tezkiye eden, ilim ve ameliyle Allah'a karşı minnet eden, kendisini Allah'ın yaratıklarının hayırlılarından sanan bir kimsenin durumundan Allah'ın rahmetine daha yakındır. Bu bakımdan biz gafil, mağrur, gizli ayıplara rağmen ihmalkârlıktan Allah'a sığınıyoruz. Bu gurur, mühim ilimleri tahsil etmiş, fakat ilimle amel etmek hususunda kusurlu hareket eden kimselerin gururudur!

Biz şimdilik ilimlerden kendilerini ilgilendirmeyen kısımlarla meşgul olup, mühim kısımları terkeden ve bununla da aldanan kimselerin gururunu zikredelim: Bunların aldanışları ya o ilmin esasından müstağni olduklarından ileri gelir veya sadece o ilmi tahsil ettiklerinden... Bu bakımdan onlardan bir grup, halkın maslahatı için sadece halk arasında cereyan eden dünyevî işlerin tafsilâtlarını, münâzaa ve fetva ilmini tahsil ederler. 'Fıkıh' ismini de bunlara tahsis ederler. Buna 'fıkıh ve mezheb ilmi' adını verirler. Çoğu zaman bununla, zâhir ve bâtın amelleri zâyi etmişlerdir. Azalarını kontrol etmemişler, dili gıybetten, mideyi haramdan korumamışlar, ayaklarını sultanların huzuruna girmekten ve diğer azalarını da uygun olmayan yerlere gitmekten menetmemişlerdir.

Kalplerini kibir, hased, riya ve diğer helâk edici sıfatlardan arındırmamışlardır. İşte bunlar iki yönden mağrurdurlar. Yani hem amel, hem de ilim bakımından mağrurdurlar.
Amel: Biz amel hususundaki aldanışın sebebini zikretmiştik ve nitekim bu mağrurların misâli, tıpkı hasta birinin misâli gibidir. Hasta, ilacın formülünü öğrendiği, onu tekrar etme ve öğretmekle meşgul olduğu zaman bunlara benzer. Hasta, helâk olmak üzere ise hastalığının ilacını öğrenmek ve kullanmak mecburiyetindedir. Basur ve Birsam (deliliğe benzer ve hararetli bir şişkinlik) illetine mübtelâ olmuş iken buna rağmen -hayız ve istihâze illetiyle müptela olmadığı ve bir erkek olduğunu bildiği halde-hâlâ istihâzeli15 kadının durumunu öğrenmekle meşgul olur ve gece gündüz durmadan onu tekrarlayıp durursa ve 'Bazı kere istihâze illetine mübtelâ olan bir kadında benden bu fetvayı sorabilir!' derse bu, gururun katmerlisidir.

Fakihlik iddia eden miskin de böyledir. Bazen dünya sevgisi, şehvetlerin arkasına takılma sevgisi, hased, kibir, riya ve diğer bâtınî helâk edici sıfatlar kendisine musallat olurlar! Çoğu zaman tevbe edip telâfi etmeden ölüm gırtlağına sarılır. Allah kendisine öfkeli olduğu halde göçüp Allah'ın huzuruna gider. Bütün bunları terkedip, selem, İcare, zihar, lian, yaralamalar, diyetler, dâvalar, beyyineler ilmiyle, hayız meselesiyle meşgul olur. Oysa hayatında nefsi için hiçbir zaman bunlara muhtaç olmaz. Başkaları buna muhtaç olduğunda, bununla meşgul olan birçok müfti vardır. Burada riyaset ve mal olduğu için ihtirasla buna koşarlar! Şeytan bu insanı dâvet etmiş, oysa kendisinin haberi yok; zira mağrur zanneder ki nefsi dininin farz kılmış olduğu bir vazife ile meşguldür. Oysa farz-ı aynı yapmadan önce farz-ı kifaye ile meşgul olmanın günah olduğunu bilmez. Dediği gibi, eğer niyeti doğru ise, bu durum böyledir. Yani eğer fıkıhla Allah'ın rızasını kasdetmişse hüküm böyledir; zira kişi Allah'ın cemâlini kasdetse bile, fıkıhla meşgul olup âzaları ve kalbin farz-ı ayın olan vazifelerinden yüzçevirirse onun durumu amel bakımından gururdur.
İlim: Ne zaman sadece fetva ilmine yapışır, din ilminin o olduğunu zanneder, Allah'ın kitabının ve Hz. Peygamber'in sünnetinin ilmini terkederse, ilim yönünden aldanmış demektir. Bu kişi çoğu zaman hadîs âlimlerinin aleyhinde bulunarak şöyle der: 'Onlar incelikleri anlamadan haberleri nakleden ve kitabları yüklenenlerdir!' Bu kişi, ahlâk ilmini, celâl ve azametini idrâk etmek suretiyle Allah'tan haber veren fıkhı da terketmiştir. Oysa insana korku, heybet ve huşû veren ve insanı takvaya zorlayan ilim budur! Onu Allah'ın azabından emin ve Allah Teâlâ'ya güvenerek aldanmış görürsün.
'Allah elbette kendisine rahmet edecektir. Çünkü kendisi Allah'ın dinini ayakta tutan bir kimsedir. Eğer fetvalarla meşgul olmasa, helâl ve haram hükmü tahkir olunacaktır' zannına kapılmakta ve dolayısıyla daha mühim olan ilimleri terketmektedir! Oysa gafil ve mağrurdur. Gururunun sebebi ise, şeriatte -ileride geleceği gibi- 'Allah birisine hayrı irâde ederse onu dinde fa-kih yapar' şeklinde fıkhın tâzim edildiğini işitmesidir. Bilmez ki şeriatte övülen fıkıh, Allah'tan, Allah'ın korkutan ve ümit veren sıfatlarının mârifetinden haber veren fıkıhtır. Bu fıkıh, kalbin korkuyu sezmesi, takvadan ayrılması içindir.

İnananların tümü toptan sefere çıkacak değillerdir. Ama her kabileden bir topluluğun dini iyice öğrenmeleri ve dönüp kabilelerine geldikleri zaman, kaçınmaları için onları uyarmaları gerekmez miydi?(Tevbe/122)

Kendisiyle sakınmanın meydana geldiği ilim, bu ilimden başkadır; zira bu ilimden gaye, malları korumak, katl ve yaralamayı defetmek ve mallar edinmekle bedenleri korumaktır. Mal, Allah yolunda kullanılan âlettir. Beden ise binektir. Mühim olan ilim, yolu gösteren ilimdir. Allah ile kul arasında perde olan ve kalbin hastalığı olan kötü sıfatları bilmektir. Kişi bu sıfatlarla mülevves olduğu halde ölürse, Allah'a karşı mahcup olarak gider. Bu bakımdan kişinin sadece fıkıh ilmi üzerinde durmasının misali, hac yolunda sadece su kabını ve ayağa geçirilen mesti dikmeyi bilmekle yetinen kimsenin misaline benzer. Şüphe yoktur ki eğer çölleri katetmek için gerekli olan su kabı ve mest (ayakkabı) bulun-mazsa hacca gitmek zor olur. Fakat sadece bunu dikmek ve yamalama ilmiyle yetinen bir kimse ne haccı yapmış, ne de haccın yoluna girmiş sayılır. Biz bu hususu Kitab'u1-İlimde açıklamıştık.

Bu kimselerden bir grup vardır ki sadece hilâfiyattan (mezheblerin ihtilâflı meselelerinden) ibaret olan fıkıh ilminin ilgili bölümünü tahsil eder. Cedel yolunu öğrenirken karşıdaki hasmı susturmak, ilzam etmek ve galip gelmek için hakkı reddetme yolunu öğrenmekten başka kendisini ilgilendiren bir kısım yoktur. Bu bakımdan bu kişi gece gündüz mezheb erbabının tenkidlerini tedkik eder. Akran ve emsalinin ayıplarını araştırır. Eziyet veren sebeplerin çeşitlerinin arkasında koşar. İşte bu nitelikte olanlar insanların yırtıcılarıdır. Tabiatları eziyet ve kıymetleri hamâkattır. Onlar ilmi ancak akran ve emsallerine karşı böbürlenmek hususunda kendilerine lâzım olan zaruretten dolayı öğrenirler. Bu bakımdan kötü sıfatları silmek ve onları güzel sıfatlarla değiştirmek suretiyle Allah'a giden yolun ilmi gibi akran ve emsallerine karşı böbürlenmekte kendilerine lâzım olmayan ilimleri terkederek onları hakir sayarlar! O ilimlerle istihzâ ederek onlara tezvik (fantazi) ve vaizlerin konuşması diye isim verirler! Oysa onların yanında tahkik, cedelde boğuşanların arasında cereyan eden arbedenin tafsilatını bilmektir. Bunlar kendilerinden önce bahisleri geçen sınıfın fetva ilmi hakkında derlediğini derlemişler, fakat daha fazlasını da eklemişlerdir; zira farz-ı kifayelerden olmayan ilimlerle meşgul olmuşlardır. Halbuki cedelin bütün incelikleri fıkıhta bid'atır. Selef böyle bir bid'atı tanımamıştır.

Hükümlerin delillerine gelince, onları mezheb ilmi kapsar. O deliller, Allah'ın kitabı ve Hz. Peygamber'in sünneti ve bu iki kaynağın mânâlarını anlamaktır. Cedelin, kesir16, kalb, fasid va'z, terkib ve ta'diveden ibaret olan hilelerine gelince, bu hileler ancak hasmına karşı galip gelmek ve hasmını susturmak için icad edilmiştir. Cedel çarşısı bununla kurulmuştur. Bu bakımdan bunların gururu, kendilerinden önce bahsi geçen grubun gururundan daha fazla ve daha çirkindir.

Diğer bir grup da hevâları reddetmek, muhaliflerin tenkidlerini cevaplamak için kelâm ilmi ile meşgul olmuşlardır. Muhaliflerle münâzara etmek, muhalifleri susturmak yollarını öğrenmekle meşgul olmuşlardır. Bu hususta birçok gruplara ayrılmışlardır. İnanmışlardır ki herhangi bir kul için amel etmek, ancak imanla olur. İman ise, ancak cedellerini sıhhatlice öğrenmek ve akidelerin delilleri diye adlandırdıkları delilleri bilmekle doğru olur. Zannederler ki kendilerinden daha fazla Allah'ı ve Allah'ın sıfatlarını bilen hiç kimse yoktur! Yine zannederler ki mezheblerine inanmayan ve ilimlerini öğrenmeyen bir kimsenin imanı yoktur! Her fırka, halkı kendi görüşüne dâvet edip yolunu güzel göstermiştir. Bunlar da iki fırkadırlar: Sapıtan fırka, hak üzere olan fırka! Sapıtan fırka, öyle bir fırkadır ki halkı Sünnet'e aykırı yollara dâvet eder. Hak olan fırka da halkı Sünnet'e dâvet eder. Gurur ise, bu iki fırkayı da kapsamaktadır. Sapıtan fırkayı kapsamasına gelince, o fırkanın dalâlette olduklarını bilmemelerinden ileri gelir. Nefsini kurtulmuş sandığından kaynaklanır. Bu sapıtan fırka birçok küçük fırkalara ayrılır. Bazısı diğerine küfür damgasını vurmaktadır! Gurur, bunlara fikirlerini itham etmedikleri, her şeyden önce delillerin şartlarını ve yolunu güçlendirmedikleri için gelir. Şöyle ki bunların her biri şüpheliyi delil, delili de şüpheli görür.

Hakkı savunan fırkaya gelince, bu fırkanın gurura kapılması, cedeli, işlerin en önemlisi, Allah'ın dininde insanı Allah'a yaklaştıran amellerin en büyüğü zannettiklerinden dolayıdır. Bu fırka 'Hiç kimsenin dini, tahkik etmeden ve araştırma yapmadan tamamlanamaz' iddiasındadır. Tedkik etmeden ve delili incelemeden, Allah'ı ve Hz, Peygamberi tasdik eden bir kimsenin mü'min olmadığını veya kâmil imanlı bulunmadığını iddia eder! Böyle bir kimsenin Allah katında Allah'ın rahmetine yakın bir kimse olmadığını savunur! İşte bu fâsid zandan dolayı, ömürlerinin hepsini cedel, bid'atçilerin hezeyanlarını ve tenkidlerini öğrenmekle geçirmişlerdir. Nefislerini ve kalplerini ihmal etmişlerdir. Hatta günahları her taraflarını kaplamış, zâhir ve bâtın hataları kendilerini çepeçevre kuşatmıştır. Onlar zanneder ki kişinin cedelle meşgul olması, Allah katında daha evlâ, daha faziletli ve daha yaklaştırıcıdır. Fakat bu kişi, hasmına galebe çalıp hasmını susturmaktan zevk aldığı ve riyaset zevkini duyduğu ve 'Allah'ın dinini savunuyor' diye tanınmaktan hoşlandığı için basireti körelmiştir. Hz. Peygamber'in ashabına artık bakmaz. Oysa Hz. Peygamber (s.a), neslinin halkın en hayırlısı olduğuna şahidlik etmiştir.17 Oysa bu nesil bid'atçı ve hevâ-i nefsine tâbi olan birçok kimselere yetiştiler. Buna rağmen ömürlerini ve dinlerini husumet ve mücadelelere hedef kılmadılar. Kalplerini, azalarını ve durumlarını tedkik etmekten başlarını kaldırmadılar ki cedel ile meşgul olsunlar. Aksine ihtiyaç hissettikleri ve kabul edilecek alâmetleri gördükleri zaman konuşurlardı. İhtiyaç kadarıyla sapıtan bir kimseyi sapıtmasına muttali kılarlar, dalâletinde ısrar eden bir kimseyi gördükleri zaman, onu terkederler, ondan yüz çevirirlerdi. Allah için ondan nefret ederlerdi. Hayatları boyunca onlarla cedelleşmeye dalmamışlardır. Aksine şöyle derlerdi: 'Hak, Sünnet'e dâvet etmektir. Sünnet'e dâvet etmek hususunda cedeli terketmek de sünnettendir'. Çünkü Ebu Umâme El-Bahilî, Hz. Peygamber (s.a) den şöyle rivayet ediyor:

Hiçbir kavim, üzerinde bulundukları hidayetten sonra -cedele dalmadıkça- dalâlete sapmaz.18

Bir ara Hz. Peygamber (s.a), ashabının yanına çıkageldi. Onlar aralarında tartışıyorlardı. Bunun üzerine Hz. Peygamber onlara kızgınlığı yüzünden belli olacak derecede kızarak şöyle haykırdı: 'Siz böyle yapmakla mı emrolundunuz? Allah'ın Kitabı'nın bir kısmını diğeriyle çarpıştırmakla mı emrolundunuz? Emrolunduğunuz hususa dikkat edin ve amel yapın. Yasaklandığınız hususa dikkat edin ve sakının'.19

İşte görüldüğü gibi, Hz. Peygamber onları tartışmaktan menetti. Oysa onlar, cedel yapmak hususunda Allah'ın yaratmış olduğu halkın en hayırlısı idiler. Sonra onlar bütün milletlere peygamber olarak gönderilen Hz. Peygamber'i gördüler. Oysa Hz. Peygamber, onları ilzam etmek ve susturmak için hiçbir zaman onlarla mücadele etmedi. Bir delili tedkik, bir suali cevaplandırmak ve ilzam edici bir söz söylemek için tartışmaya girişmedi. Onlara karşı sadece Allah tarafından gönderilen Kur'an'la mücadele etti.

Kur'an'dan başka birşeyi mücadele olarak söylemedi. Çünkü mücadele etmek kalpleri şüpheye düşürür. Sonra o şüpheleri kalplerden silmeye güç yetmez. Hz. Peygamber taksimler ve ince kıyaslar yapmak suretiyle onlarla mücadele etmekten aciz değildi. Ashabına mücadele ve susturmanın keyfiyetini öğretmekten de aciz değildi. Fakat akıl sahipleri ve tedbir ehli, bununla aldanmadılar ve dediler ki: 'Eğer yeryüzündeki bütün insanlar kurtulsa, biz helâk olsak onların kurtuluşu bize ne fayda verir? Eğer biz kurtulur, onlar helâk olursa, onların helâk olması bize bir zarar vermez'.

Onlar cedel hususunda yahudi, hristiyan ve diğer milletlere karşı, hayatlarını mücadele yapmak suretiyle ziyan etmediler. O halde biz neden ömrümüzü zâyi edelim? Neden ömrümüzü fakirlik zamanında bize yarayan şeye sarfetmeyelim? Neden tafsilâtında nefsimizin yanlış gitmesinden emin bulunmadığımız bir konuya dalalım? Sonra da bid'atçının kendisiyle mücadele ettiğinde terketmediği aksine arttırdığı taassub ve husumetini biz daha da artıralım? Bu bakımdan nefsimle mücadele etmekle meşgul olmam, dünyayı ahiretim için terketmem hususunda çaba sarfetmem daha evlâdır. Eğer ben, mücadele etmekten menedilmeseydim dahi bu yolu tercih ederdim. Kaldı ki ben, mücadele etmekten menedilmişimdir. Ben Sünnet'i terketmek suretiyle, halkı Sünnet'in ihyasına nasıl dâvet edebilirim? Bu bakımdan en evlâsı nefsimi kontrol edip, nefsimin sıfatlarından Allah'ı kızdıran ve sevdirenleri tedkik etmenidir ki Allah'ı kızdırandan uzaklaşıp, sevdirene yapışabileyim.

Başka bir grup da vaaz etmekle meşguldürler. Bunların rütbece en yükseği, nefislerin ahlâkları, doğruluk, ihlas, yakîn, zühd, tevekkül, şükür, sabır, reca, korku ve benzerlerinden ibaret olan kalbin sıfatları hakkında konuşandır. Bu grup mağrurdur. Bu sıfatları halka söyledikleri ve halkı bu sıfatlara dâvet ettikleri zaman bu sıfatlara sahip olduklarını zannederler. Oysa halk tarafından takip edilen bu sıfatların pek azı hariç, kendilerinde hiçbiri yoktur. Bu grubun aldanması daha dehşetlidir. Çünkü bunlar nefislerini çok fazla beğenirler. Allah'ı sevdikleri için muhabbet ilminde derinleştiklerini zannederler, muhlis oldukları için ihlâsın inceliklerini tahkik etmeye güçlerinin yettiğini zannederler. Nefsin gizli ayıplarına, ancak o ayıplardan uzak oldukları için muttali olduklarını sanırlar. Eğer Allah'ın dergâhına yakın olmasalardı, yakınlık ve uzaklık mânâsını bilemeyecekleri kanaatini taşırlar. Allah yolunda menzillerin nasıl katedildiğini ve Allah'a nasıl gidildiğini, Allah'a olan manevî yakınlıklarından ötürü bildiklerini sanırlar. Miskin adam, bu zanlarla Allah'ın azabından emin olduğu halde kendisini Allah 'tan korkan kimselerden görür. Vaktini zâyi eden aldanmışlardan olduğu halde boş ümitlere kapılır.

Kaza ve kadere küsenlerden olduğu halde, kendisini kadere razı olanlardan görür. Sebeplere, mal ve mertebeye güvenenlerden olduğu halde, kendisini Allah'a tevekkül edenlerden sanar. Riyakârlardan olduğu halde kendisini muhlislerden görür. Oysa sadece ihlâsı vasıflandırır, hepsi o kadar! Riya'yı vasıflandırarak, zikreder ve bu zikretmesiyle riyakârlık yapar ki hakkında 'Eğer muhlis olmasaydı riyanın inceliklerine vakıf olamazdı!' denilsin!

Dünya hakkında kuvvetli bir rağbeti ve şiddetli bir hırsı olduğu halde dünya hakkındaki zühdü anlatır. Allah'tan kaçtığı halde, halkı Allah'a çağırır. Allah'ın azabından emin olduğu halde, başkasını Allah'ın azabından korkutur. Allah'ı unuttuğu halde, başkasına hatırlatır. Allah'tan uzak olduğu halde sözle yaklaşmak ister. Muhlis olmadığı halde, ihlasa teşvik eder. Kötü sıfatları tenkid eder, oysa kendisi onlarla sıfatlanmıştır. Başka kimseleri halkın ihtilâtından uzaklaştırmaya çalışır. Oysa kendisi halkla ihtilât etmeye şiddetle taraftardır. Eğer sözde Allah a davet ettiği meclisten menedilirse koskoca dünya kendisine dar gelir. Gayesinin halkın ıslahı olduğunu iddia eder. Oysa halk başkasına yönelip onun eliyle ıslah olurlarsa, üzüntü ve hasedinden patlar. Eğer huzuruna gelenlerden biri akranından birini överse, o öven onun gözünde Allah'ın en kötü kulu olur. İşte bunlar gurur bakımından insanların en uzağıdırlar. Çünkü güzel ahlâka başkalarını teşvik eden, kötü ahlâktan meneden, kötü ahlâkın tehlikelerini ve güzel ahlâkın da faydalarını bilen bir kimsedir. Fakat bilgisi kendisine fayda vermemiştir. Halkı dâvet etmenin sevgisi onu amel etmekten meşgul etmiştir. Bundan sonra kendisini ne ile tedavi edecektir? Korkması hangi yolla olacaktır? Oysa korkutan, onun Allah'ın kullarına okuduğu Allah'ın kelâmıdır. Allah'ın kulları onunla korkarlar, fakat kendisi korkmaz!

Evet! Eğer nefsinin bu güzel sıfatlarla mevsuf olduğunu sanırsa, imtihan yoluna muttali olması mümkündür. Şöyle ki Allah'ın sevgisini iddia eder. O halde Allah için nefsinin sevdiklerini ona terkettiren nedir? Korktuğunu iddia eder. Kendisinden korkuyu meneden nedir? Zâhidlik iddia eder. Kudreti olmakla beraber Allah'ın rızası için zâhidliği ona terkettiren nedir? Allah'a ünsiyetinin olduğunu iddia eder. Acaba Allah ile başbaşa kalmak ne zaman onun hoşuna gitmiştir? Halkı görmekten ne zaman tevahhuş etmiştir? Hayır! Aksine müridleri etrafını çevirdikleri zaman keyiflendiğini, Allah ile başbaşa kaldığında sıkıldığını görürsün! Acaba sevgilisinden sıkılan bir âşık, sevgilisini bırakıp başkasına koşup onunla rahatlayan bir dost görebilir misin?

Akıl sahipleri, bu sıfatlarla nefislerini denerler ve nefislerinden hakikati isterler. Akıllılar zâhirde süslü görülen sıfatlarla değil, ancak Allah'tan gelen bir va'd ile ikna olurlar.

Mağrur kimseler, nefisleri hakkında güzel zanlarda bulunurlar. Oysa ahirette perdeler kalktığı zaman, rezil olurlar, ateşe atılırlar, barsakları delinir. Eşeğin değirmeni çevirdiği gibi onlar da o dökülen barsaklarının etrafında dönerler. Nitekim bu husus, haberde de vârid olmuştur. Çünkü onlar hayrı emrederler yapmazlar, şerri yasakladıkları halde yaparlar.20

Bu kimselere gurur, ancak şu bakımdan gelmiştir. Onlar kalplerinde bu mânâların esaslarından zayıf birşey görürler. O da Allah'ın sevgisi, Allah'tan korkmak, Allah'ın fiiline razı olmaktır! Bu mânâlardaki yüksek makamları vasıflandırmaya güçleri yeter. Dolayısıyla zannederler ki bunları vasıflandırmaya güçlerinin yetmesi, bu husustaki ilmin Allah tarafından kendilerine verilmesi ve konuşmalarıyla insanların faydalanması bu vasıfların kendilerinde bulunmasından ileri gelmiştir. Kabulün kelâm için, kelâmın da mârifet için, mârifetin de ilim için olduğunu unuturlar. Oysa bütün bunlar, sıfatla nitelenmenin dışında birşeydir. Bu bakımdan bu canbaz herhangi bir müslümandan sevgi ve korku sıfatıyla vasıflanmakta ayrılmaz. Aksine vasfa muktedir olmak hususunda ayrılır. Hatta bazen emin olması artar, korkusu da azalır. Halka meyletmesi belirir. Kalbinde Allah sevgisi cılızlaşır.

Onun misâli, ancak, hastalığını vasıflandıran, fesahat ve belâğatla o hastalığın devâsını, sıhhati ve şifayı anlatan bir hasta gibidir. Oysa o hastadan başka hastalar, sıhhat ve şifanın sebeplerini, derecelerini ve sınıflarını vasıflandırmaya muktedir değildir. Bu bakımdan ismi geçen hasta, diğer hastalardan hasta olmak bakımından değil, ancak vasıflandırma ve tıp ilmini bilme hususunda onlardan ayrılır. Bu bakımdan sıhhatin hakikatini bildiği halde, kendisinin sıhhatli olduğunu sanması katmerli cehalettir. Korku, sevgi, tevekkül, zühd ve diğer sıfatların ilmi de böylece hakîkatleriyle sıfatlanmadan başka bir şeydir. Hakikatlerin vasfını, hakikatlerle sıfatlanmak ile karıştıran kimse aldanmıştır. İşte konuşmalarında kusur olmayan, va'z ve nasihatları Kur'an ve Sünnet'e uygun olan Hasan Basrî ve benzeri âlimlerin va'zının hali de budur.

Onların diğer bir grubu daha vardır ki vaazda takip edilmesi gereken yoldan ayrılmışlardır. Bu zamanımızdaki vaazların hemen hepsi böyledir. Ancak -eğer varsa- memleketin bazı köşelerinde binde bir bulunan ve Allah tarafından korunan bir vaiz bu hükmün dışındadır. Biz böyle bir vaiz tanımıyoruz. Zamanımızdaki vâizler, tâmat (lâf u güzâf) ve şatahat (akıl ve şeriat dışı) kelimeleri düzmekle meşguldürler. Bunu yapmaktan gayeleri 'garib bir vaaz yaptı' dedirtmektir.

Diğer bir grup, nükteli sözler, derme çatma lâfızlarını secî ve birbirlerine bağlama hastası olmuşlardır. Secî, visal (kavuşma) ve firak (ayrılık) şiirleriyle delil getirmeye gayret sarfeder, bundan gayeleri; meclislerinde bağırmaların ve cezbeye tutulmanın -ve-levki fâsid bir gaye için de olsa- çoğalmasıdır. İşte bu tip vâizler, insanların şeytanlarıdırlar. Hem dalâlete gittiler, hem de dosdoğru yoldan halkı saptırdılar; zira daha önce bahsi geçen vaizler, nefislerini ıslah etmeseler dahi halkı ıslah ederlerdi. Konuşmalarını ve vaazlarını dosdoğru yaparlardı, Bu grup ise, halkı Allah yolundan menettiler. Reca kelimesiyle halkı Allah'a güvendirip gurura ittiler. Bu vâizlerin konuşmaları günaha halkın cesaretini daha da artırmaktadır. Dünyaya rağbet etmeye halkı daha fazla sürüklemektedir. Hele vâiz, elbiselerle, besili atlarla ve kıymetli merkeblerle süslenmiş olduğu halde vaaz ediyorsa durum daha da kötü olmaktadır. Çünkü böyle bir vâizin tepesinden tırnağına kadar görünüşü dünyaya şiddetle haris olduğuna şahidlik eder. Bu mağrurun ifsad edeceği ahlâk, ıslah edeceğinden pek fazladır. Hatta hiçbir zaman ıslah edemez. Birçok kimseyi dalâlete götürür. Bunun mağrur olduğu apaçıktır.

Vâizlerden diğer bir grup daha vardır. Zâhidlerin konuşmalarını, Dünya'nın Zemmi hakkında vârid olan hadîsleri ezberlemekle yetinmişlerdir. Onlar kelimeleri olduğu gibi hıfzederler, mânâlarını bilmeksizin savururlar! Onların bazıları bunu minberler üzerinde yaparlar, bazıları mihrablarda... Bazıları arkadaşlarıyla beraber pazarlarda, çarşılarda yaparlar. Bunların hepsi de kendilerini, halk tabakasından ve askerlerden bu kadarcık farkla, zâhid ve din ehlinin konuşmalarını ezberledikleri için refaha kavuşmuş, gayesine varmış, günahları affolunmuş, zâhir ve bâtın günahlardan korunmuş, Allah'ın azabından emin
olmuş zannederler. Bunların aldanması, bunlardan önce bahisleri geçen grupların aldanmasından daha açıktır.

Başka bir grup vakitlerini hadîs dinlemeye harcarlar. Hadîsten birçok rivayetleri derlemeye âlî ve garîb isnadları aramaya hasrederler. Bunların her birinin gayreti ve hedefi; memleketi gezmek, hadîs âlimlerini görmektir ki 'ben filan hadîs âliminden hadîs rivayet ediyorum' diyebilsin! 'Ben filan hadîs âlimini gördüm. Benim nezdimde başkasının yanında olmayan hadîs isnadları vardır' diyebilsin! Bu sınıfın gururu birçok yönden kaynaklanır: Bunlar kitapları taşıyan hamallar gibidirler. Onlar inayetlerini hadîsin mânâlarına sarfetmezler. Bu bakımdan ilimleri azdır. Beraberlerinde nakilcilikten başka birşey yoktur ve zannederler ki nakilcilik kendilerine kâfi gelir.

Yine onlar hadîslerin mânâlarını anlamadıkları için hadîsle amel etmezler. Bazı hadîslerin mânâsını anladıkları halde onunla da amel etmezler. Ayrıca onlar farz-ı ayn olan kalp mârifetini terkederler. Hadîs senedlerinin çoğaltılmasıyla, o senedlerin âli olanlarını aramak ile meşgul olurlar. Oysa bunların hiçbirine muhtaç değildirler.

O yönlerden diğer biri de şudur ki zamanımızın insanları ona üşüşmektedirler: Onlar hadîsi dinlemek şartını da yerine getirmezler; zira sadece hadîs dinlemek, her ne kadar onun için fayda temin etmezse de dinlemek, haddi zatında hadîsin ispatına götürdüğü veya ispattan sonra mânâyı anlamaya ulaştırdığı için mühimdir. Amel de anlamaktan sonra olur. Bu bakımdan birinci basamak dinlemektir. Sonra anlamak, sonra hıfzetmek, sonra amel etmek, sonra neşretmektir. Oysa bu kimseler bütün bunlardan sadece dinlemekle yetinmektedirler. Sonra dinlemenin de hakîkatini terketmişlerdir; zira sen çocuğu, hadîs âliminin huzurunda hadîs dinlerken görürsün. İhtiyar muhaddis uyuklar, çocuk da oynar. Sonra çocuğun ismi 'dinleyenler' defterine kaydedilir. Sonra çocuk büyüdüğü zaman hadîs kendisinden dinlenilsin diye ortaya atılır. Hadîs meclisinde hazır bulunan bâliğ ve âkîl bir kimse ise, çoğu zaman dinlemez, kulak vermez ve hadîsi zaptetmez. Bazen de bir hadîsin veya başka bir şeyin yazımı ile meşgul olur. Hadîs âlimi ise durmadan hadîs okur. O kişi hadîsi bozsa, hadîs âlimi ondan haberdar olmaz ve bilmez. İşte bütün bunlar cehalet ve aldanıştır; zira hadîste esas, Hz. Peygamber'den dinlemek ve dinlediği gibi hıfzetmektir. Hıfzettiği gibi de rivayet etmektir. Bu bakımdan rivayet hıfzdan, hıfz da dinlemekten sonra gelir. Eğer Hz. Peygamber'den dinlemekten aciz isen sahabeden ve tâbiînden dinlemelisin. Senin râvîden hadîs dinlemen, Hz. Peygamber'den dinlemen gibi olur. Bu da dinlemek için kulak vermen demektir. Ezberlemeli ve hıfzettiğin gibi rivayet etmelisin. Dinlediğin gibi de ezberlemelisin. Bir harfi bile değiştirmemelisin. Eğer başkası bir harf bile değiştirse veya yanlışlık yapsa onun yanlışını derhal farketmelisin.

Hadîsi hıfzetmen için iki yol vardır: Birincisi; hallerin mecralarında kulağına geleni hıfzettiğin gibi kalp ile hıfzetmen; zikretmekle ve tekrarlamakla devam ettirmendir.

İkincisi, dinlediğin gibi yazmandır. Yazdıklarını tashih edip ezberlemelisin ki başkasının bozmasına imkân kalmasın. Kitap senin ezberinde ve kütüphanende olmalıdır; zira kitap başkasının eline geçtiği zaman bazen bozulması mümkün olur. Onu ezberlemediğin takdirde onun bozulmasını farkedemezsin. Bu bakımdan hadîs senin kalbinle ezberlenmiş ve senin kitabınla da korunmuş olur. Senin kitabın dinlediklerini sana hatırlatmış olur. Bu hadîs hakkında artık tağyir ve tahriften emin olursun. Hadîsi ne kalp, ne de kitapla hıfzetmediğin takdirde, kulağına gaflet verici bir ses geldikten ve sen de meclisten ayrıldıktan sonra hadîsi okuyan o hadîs âliminin bir nüshasını görürsen ve o nüshadaki hadîsin tağyir edilmesi sence mümkün ise veya dinlediğin nüshadan bir harf ayrılıyorsa, bu takdirde sana 'Bu kitabı dinledim' demen caiz değildir; zira sen o kitaptakini dinlememiş olabilirsin. Bu bakımdan ezberlememişsen ve güvendiğin sahih bir nüsha elinde yoksa -ki okuduğunu onunla karşılaştırasın- o zaman bunu dinlediğini nereden bileceksin? Oysa Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:

Hakkında bilgi sahibi olmadığın birşeyin ardına düşme! (İsra/36)

Bu zamandaki hadîs şeyhlerinin 'Biz bu kitaptakini dinledik!' sözleri -eğer bizim söylediğimiz şart mevcut değil ise- katıksız bir yalandır. Hadîs dinlemenin en basit şartları; hadîste yapılan bozulmayı sezecek şekilde bir tür ezberleme ile beraber bütün hadîsi kulağıyla dinlemektir. Eğer çocuğun, gafilin ve uykuda olanın duyduklarını, onlardan alıp yazmak caiz olsaydı delinin, beşikteki çocuğun dinlediğini yazmak da caiz olurdu. Sonra beşikteki çocuk bâliğ olduğu, deli de iyileştiği zaman, daha önce dinlediklerine binaen hadîsleri dinlenirdi. Oysa bunun caiz olmadığında şüphe yoktur. Eğer böyle bir kimsenin hadîsini dinlemek caiz ise, anne rahmindeki ceninin hadîsini yazmak da caiz olur, beşikteki çocuğun anlamadığı ve hadîsi ezberlemediği için dinlediği hadîs yazılmıyorsa oynayan, dalgın olan, duyduğu hadîsi anlayamayan ve ezberleyemeyen kimsenin hadîsi de yazılmaz. Eğer câhilin biri 'beşikteki çocuğun duyduğu hadîs yazılır!' derse, bu cahil, anne rahmindeki ceninin duyduğu hadîsi de yazsın!

Eğer 'anne rahmindeki cenin sesi işitmez, beşikteki çocuk ise işitir' diye aralarında bir fark görürse, bu fark fayda vermez. Çünkü sesi değil de hadîsi naklediyor. Bu bakımdan o çocuk erginleştiği zaman 'Ben çocukluğumda hadîs rivayet edilen bir mecliste bulunmuşum. Benim kulağıma hadîsin sesi gelmiştir. Fakat ne olduğunu bilmiyorum' derse, bu şekildeki bir rivayetin sahih olmadığında şüphe yoktur ve buna birşey katmak da katıksız yalandır. Eğer Arapça bilmeyen bir Türk'ün, mânâsız bir ses işittiğinden dolayı hadîs dinlediğini kabul etmek caiz olsaydı, o vakit beşikteki çocuğun hadîs dinlemesinin ispatı da caiz olurdu. Böyle bir iddia ise katmerli cehalettir. Bu nereden alınıyor? Acaba hadîs dinlemenin şu hadîs-i şeriften başka istinad ettiği bir delil var mıdır?

Allah Teâlâ benim sözümü dinleyip ezberleyen ve ezberlediği gibi de başkasına nakleden kimseyi sevindirsin.21

Acaba dinlediğinin mânâsını bilmeyen bir kimse nasıl dinlediğini dinlediği gibi başkasına nakledebilir? Bu tür gurur, gurur çeşitlerinin en fâhişidir. Bu, günün insanları bu gurura müptelâ olmuştur. Eğer zamanımızın insanları dikkat ederlerse, çocukluğunda hadîs dinleyenlerden başka hadîs âlimi göremezler. Ancak muhaddislerin bu hususta sosyal mevkileri ve makbuliyetleri olduğundan, miskinler bu şartları onların ileri sürmelerinden
korkuyorlar. Dolayısıyla ders halkalarında hazır bulunanların azalmasından, ve sosyal mevkilerinin düşmesinden korkuyorlar! Bu şartlar kabul edilirse dinlemiş oldukları hadîslerin de azalmasından korkuyorlar! Hatta o muhaddisler bu şartlar ileri sürüldüğü takdirde çoğu zaman şarttan mahrum kalacak ve rezil olacaklardır. Bunun için onlar şöyle bir şart koydular: Hadîsi nakledenin kulağına sadece bir gürültünün gelmesi yeterlidir. İsterse duyduğunun ne olduğunu anlamasın!

Hadîs dinlemenin sıhhatli olup olmaması muhaddislerin sözlerinden anlaşılmaz. Çünkü bu husus onların ilmine dahil değildir. Aksine bu husus, fıkıh usulünü bilen âlimlerin ilmine dahildir. Bizim söylediğimiz ise, usûl-i fıkıh kanunlarında kesin bir hükümdür. İşte bu kimselerin gururudur bu! Eğer onlar tam şartına riayet ederek hadîs dinlemiş olsaydılar bile, yine de sadece nakille iktifa ettiklerinden, rivayet ve isnadların derlenmesi hususunda ömürlerini çürütüp, dinin mühim meselelerinden yüz çevirdiklerinden ve hadîslerin -mânâlarının mârifetine vâkıf olmadıklarından ötürü mağrurdurlar. Onların yaptıkları hiçbir şey ifade etmez, hadîsten ahiret yolunda gitmek kastedilir. Bazen kişiye hayatı boyunca bir hadîs kâfi gelir. Nitekim hadîs şeyhlerinin biri bir mecliste ilk rivayet edilen hadîsin Hz. Peygamber'in şu hadîsi olduğunu rivayet ediyor:

'Kişinin kendisini ilgilendirmeyeni terketmesi İslâmının güzelliğindendir'. Bunun üzerine oradakilerden biri kalktı ve dedi ki: 'Bu hadîs bana kâfidir. Onu hazmedeyim de sonra başkasını dinleyeyim'. İşte gururdan sakınan akıl sahiplerinin hadîs dinlemesi böyle idi.

Başka bir grup vardır; nahiv, lûgat, şiir, lügatin garib maddelerinin ilmi ile meşguldürler. Bununla mağrur olmuşlardır. Allah'ın kendilerini affettiğini ve dinin ayakta Kitab ve Sünnet'le, Kitab ve Sünnet'in de lûgat ve nahiv ilmiyle ayakta durduğunu zannederler. Kendilerini de ümmetin âlimlerinden sanırlar. Bu kimseler hayatlarını nahvin incelikleriyle, şiirle, lûgatin gariblerini araştırmakla geçirdiler. Bunların misâli, bütün hayatını yazıyı öğrenmek, harfleri tashih etmek ve güzelleştirmekle geçiren bir kimsenin misali gibidir. Bu kimseler, ilimlerin ancak yazma ile ezberlenmesinin mümkün olduğunu idda ederler ve dolayısıyla yazıyı öğrenmek ve tashih etmek gerekir derler. Eğer bu kimse düşünse bilir ki yazının esasını öğrenmek kâfidir. İster güzel olsun, ister olmasın okunması mümkün bir vaziyette öğrenmesi yeterlidir. Bundan fazlası yeterli miktardan fazla olanıdır. Edîb bir kimse de böyledir. Eğer düşünürse anlar ki Arap dili de Türk dili gibidir, Arap dilini öğrenmek için ömrünü zâyi eden, tıpkı Türk ve Hind dillerini öğrenmek için ömrünü zâyi eden bir kimse gibidir. Arap dili ancak Allah'ın şeriatı onunla nazil olduğu için diğer dillerden ayrılır (ve ehemmiyet kazanır). Bu bakımdan Arap dilinden, hadîslerin ve Kur'an'ın garib kelimelerinin çözülebilecek kadarı kâfidir. Nahiv ilminden Hadîs ve Kitabla ilgili miktar kâfidir. Sonsuz derecelere kadar nahivde derinleşmek ise fuzulî bir uğraştır. Sonra eğer kişi bu ilimle iktifa edip şeriatın mânâlarının marifetinden ve şeriatle amel etmekten yüz çevirirse, bu kişi mağrurdur. Hatta bu kişinin misâli, Kur'an'daki harflerin mahreçlerini tasrih etmek hususunda ömrünü zâyi ederek sadece bununla iktifa etmiş bir kimsenin misâli gibidir; zira harflerden gaye mânalardır. Harfler, ancak zarflar ve edatlardır. Safra denilen hastalığı bertaraf etmek için 'sekencebin' denilen maddeyi içmeye muhtaç olan bir kimse bütün vakitlerini sekencebin içmekte kullanılan kadehin yapılmasına sarfederse, aldanmış cahillerdendir. Nahiv, lûgat, edeb, kırâat, meharic-i hurufatı tedkik etme gururu da böyledir. Bunlarda ne kadar derinleşirse, bunlar için herşeyi bırakıp ne kadar meşgul olursa, farz-ı ayn olan ilimlerden fazla bunların üzerine düşerse, yaptığı gururdur. En üstün olan şey öz ameldir. Onun üstündeki şey amelin mârifetidir.

Bu, ibâdet etmek için önce kabul etmek gibidir. Amelin üstündeki şeye nisbeten öz gibidir. Onun üstünde olan şey, lâfızları dinlemek ve rivayet yoluyla hıfzetmektir. Bu da mârifete nisbet etmek yoluyla kabuktur. Üstündekine nisbeten özdür. Bunun üstündeki ise lûgat ve nahvi bilmektir. Bunun üstündeki en üst kabuktur. Bunun üstündeki en üst kabuk, harflerin mahreçlerini bilmektir. Bütün bu derecelerle kanaat edenler aldanmışlardır. Ancak bu dereceleri konak edinen, bu derecelere ancak ihtiyacı kadar yükselen ve her birini geçip ötesine giderek amelin özüne varan kimse amelin hakîkatiyle kalbini ve azalarını sorumlu tutar. Hayatını, amellerinin tashihine, riya ve âfetlerden kurtulmaya sarfeder. İşte şer'î ilimlerden olan ve hizmeti yapılması gereken hedef budur. Diğer ilimler ise, bunun hizmetkârı, vesileleri, kabukları ve buna nisbeten konaklardır. Kim maksada ermemiş ise o mahrum olur. İster yakın konakta bulunsun, ister uzak konakta olsun farketmez. Bu ilimler, şer'î ilimlerle ilgili olduklarından ötürü, bu ilimlerin sahipleri bunlarla aldandı. Tıp, hesap, sanatlar ve şer'î ilimlerden olmadığı bilinen ilimlere gelince, bunların sahipleri, bunlar vasıtasıyla ve sadece ilim olduklarından ötürü mağfirete nâil olacaklarına inanmazlar. Bu bakımdan bu ilimlerle gurura kapılmak, şer'î ilimlerle gurura kapılmaktan daha azdır. Çünkü şer'î ilimler, güzellikte şeriatla ortaktırlar. Nitekim kabulün, güzel olmak hususunda öze ortak olduğu gibi... Fakat buradaki esas güzel ve son varılacak noktadır. Diğeri ise en yüce maksuda vardırdığı için güzeldir. Bu bakımdan kim kabuğu maksud edinirse ve onun üzerine çıkarsa onunla aldanmıştır.

Başka bir grubun da fıkıh ilmiyle gururları büyümüştür. Kul ile Allah arasındaki hükmün, mahkeme huzurundaki hükme tâbi olduğunu zannederler ve bu bakımdan hakların defedilmesi hususunda çeşitli hileler düzerler. Mübhem lâfızların tevillerini kötü yaptılar.

Zâhirlerle aldandılar ve yanıldılar. Bu hareket, fetvada yanılmak ve gurura kapılmak türündendir. Fetvada yanılmak, çok vâki olan bir hâdisedir. Fakat bu, sadece akıl sahipleri hariç herkesi kapsamaktadır. Bu bakımdan biz bu hususa birkaç misalle işaret edelim: Onların 'Kadın mehrinden kocasını affettiği zaman, kocası kendisi ile Allah arasında da o mehirden affolunur' fetvaları da bu türdendir. Bu kesinlikle yanlıştır. Koca, bazen hanımına tazyik yapar. Kötü ahlâkıyla onu bunaltır. O da bu baskıdan kurtulmak için mecburen yol arar. Kocasını, bu ahlâksızlığından kur-tulmak için affeder. Bu gönülden yapılan bir af değildir.

Nikâh ettiğiniz kadınların mehirlerini seve seve verin! Şayet ondan bir kısmını gönül hoşluğu ile kendileri size bağışlarlarsa onu âfiyetle yeyin!(Nisa/4)

Görünüşte seve seve vermesi, kalbin seve seve vermesinden farklıdır. İnsan bazen nefsinin sevmediğini kalbiyle ister. İnsan kalbiyle kan aldırmayı ister. Fakat nefsi bundan tiksinir. Nefsin seve seve bağışlaması, karşılıklı bir zaruretten değil de kendiliğinden bağışlamaya müsamaha göstermesidir. Hatta nefis, iki zararın arasında bulunduğu zaman en kolayını seçerse bu, hakikatte bâtını icbar etmekle bir müsaderedir.

Evet! Dünyadaki kadı, kalplere ve gayelere muttali olamaz. O zâhirî duruma bakar. Oysa kadın zâhir bir sebeple mehrini hibe etmeyi kerih görmez. Kalbin ikrahına ise, insanlar muttali olamaz. Fakat ne zaman ki ahkem'ul-hâkimîn kıyamet günü hükmetmek için hazırlanırsa, bu dünyadaki hüküm ne hesaba katılır, ne de kadının mehrini bağışlaması fayda verir. Bunun için herhangi bir insanın malını almak, ancak o insanın rızasıyla helâl olur. Eğer bir cemaatte birinden mal istenirse, o da halktan utandığı için, dedikodudan çekindiği için vermek zorunda kalırsa -eğer tenhada istenseydi vermezdi- ve mal vermenin zorluğunu, ayıplanmaya tercih ederek istenen malı verirse bu yolda alman mal ile müsadere edilen mal arasında fark yoktur. Çünkü müsaderenin mânâsı; kamçı ile döverek almaktır ki bunun acısı, mal vermekten gelen kalp acısından daha fazla olduğu için nefis en hafif elemi seçer.

Utanılacak bir yerde birinden mal istemek, bedene olmasa bile kalbe kamçı vurmaktır. Allah katında zâhir ve bâtın kamçılamanın arasında hiçbir fark yoktur. Çünkü bâtın, Allah katında zâhirdir. Dünya hâkimi ancak kişinin 'Hibe ettim' sözünün zâhirine bakar, hibe edilenin mülkü olduğuna hükmeder. Çünkü dünya hâkiminin kalptekine muttali olması mümkün değildir. Dilinin şerrinden korunmak için veren bir kimse veya zâlimlere ihbar etmesinden korktuğa için veren bir kimsenin verdiği de alan kimseye haramdır. Bu yönden alınan her mal haramdır.

Hz. Dâvud'un kıssasında vârid olana bakmaz mısın? Nitekim Hz. Dâvud (a.s) affedildikten sonra şöyle demiştir: 'Ya rabbî! Ben hasmımı nasıl râzı ederim?' Bunun üzerine Allah Teâlâ ona helâllik dilemesini emretti. Oysa hasımı ölmüş bulunuyordu. Bunun üzerine Kudüs'ün muallâk taşından onu çağırması emredildi ve Dâvud (a.s) dedi ki:

-Ey Urya!

-Buyur! Beni cennetten çıkardın. Benden ne istiyorsun?

-Sana bir işte kötülük yaptım. Onu bana bağışla!

-Dediğin gibi yaptım!

Hz. Dâvud da bundan mutmain oldu. Bunun üzerine Cebrail Hz. Dâvud'a 'Sen Urya'ya yaptığını açıkladın mı?' dedi. Dâvud (a.s) 'Hayır!' dedi. Cebrail 'O halde dön ve ona yaptığını açıkla!' dedi. Bunun üzerine Dâvud (a.s) dönüp yine Urya'ya seslendi.
-Buyur, ey Allah'ın Rasülü!

-Sana karşı zelle işledim.

-Ben sana onu bağışlamadım mı?

-Niçin o günahın ne olduğunu sormuyorsun?

-O günah nedir?

-Şöyle şöyle idi!

Böylece kadınla olan macerayı zikretti ve bunun üzerine Urya'nın sesi kesildi.
-Ey Urya! Bana cevap vermeyecek misin?

-Peygamberler böyle yapmadı. Seninle Allah'ın huzuruna varıncaya kadar bu meseleyi erteledim.

Bunun üzerine Dâvud (a.s) ağladı ve dövündü. Ta ki Allah Teâlâ, ahiret'te Urya'nın kendisini affetmeyi talep edeceğini Dâvud'a va'd edinceye kadar bu durum devam etti.22

İşte bu kıssadan sana anlaşılıyor ki kalbin isteği olmayan hibe fayda vermez. Kalbin isteği de ancak mârifetle hâsıl olur. Böylece kalbin isteği, ibrası, hibe ve benzeri muamelelerde ancak insan tercihinde serbest kaldığı zaman tahakkuk eder ki istekler onun nefsinden gelsin! Onu hilelerle ilzam etmek suretiyle isteklerini harekete geçirmek makbul değildir. Zekâtı düşürmek için kişinin zekât senesinin sonunda malını zevcesine hibe etmesi, zevcesinin de malı kendisine hibe ettirmesi bu kabildendir. Fâkih der ki: 'Bu hile-i şeriyye ile zekât iskat olmuştur'.23

Eğer fâkihin bu sözünden gayesi, 'Artık sultan böyle bir kimseden zekât isteyemez. Zekât memuru bu durumda zekâtı alamaz' ise doğru söylemiştir. Çünkü sultanın ve zekât toplayıcıların baktıkları nokta mülkün zâhiridir. Mülkün zâhiri de ortadan kalkmıştır. Eğer fâkih 'Bu zekâtın sahibi kıyamette kurtulacaktır ve malı olmayan bir kimse gibi veya zekâtı düşürmek maksadıyla değil de ihtiyacını gidermek maksadıyla malını satan bir kimse gibi olacaktır' zannına kapılırsa, dinin hikmetini ve zekâtın sırrını bilmek hususunda pek büyük bir cehalete sahiptir; zira zekâtın sırrı, kalbi cimrilik rezaletinden temizlemektir. Çünkü cimrilik helâk edicidir. Nitekim Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Üç şey vardır helâk ederler; İtaat edilen cimrilik, ar-kasından gidilen hevâ-i nefis ve kişinin nefsini beğenmesi!

Cimriliğine ancak yaptığından dolayı itaat olunmuştur. Yaptığını yapmadan önce cimriliğinin itaati yapılmamıştır. Bu bakımdan bu kimsenin helâk olması, kurtulmasına vesile olacağını zannettiği birşey ile tamam oldu. Çünkü Allah Teâlâ onun kalbine muttalidir. Onun mal sevgisini, mala karşı olan hırsını bilmektedir. Mal hırsından dolayı öyle bir mertebeye varmıştır ki hileleri ihmal edebilir ve böylece cehalet ve gururla cimrilikten kurtuluş yolunu nefsi için kapatmış olur!

Mesâlih-i âmme'ye (sosyal hizmetlere) tahsis edilen ihtiyacı kadar fakihe ve başkasına Allah Teâlâ'nın mübah kılması da bu kabildendir. Mağrur olan fakihler, nefsin istekleri, fuzuli şeyler, şehvetler ve zarurî ihtiyaçlar arasında ayırım yapmazlar. Hatta oburluklarının tamamlayıcısı olan herşeyi ihtiyaç olarak görürler. Oysa bu görüş katıksız aldanıştır. Dünya, kulların ibâdet ve ahiret yolculuğundaki ihtiyaçları için yaratılmıştır. Bu bakımdan kulun dinine ve ibâdetine yardım eden herşey kulun ihtiyacı sayılır, ondan başkası ise kulun fuzulî isteği ve şehvetidir. Eğer biz bu gibi meselelerde fakihlerin aldanışlarını anlatmaya devam edersek, ciltler dolusu kitaplar yazmamız gerekir. Bundan gaye bu husustaki bütün misalleri zikretmek değil, cinsleri tanıtan birkaç misale dikkati çekmektir; zira bütün misalleri zikretmek oldukça uzar.
______________
6)Kitab 'ul-İlim'de geçmişti.
7)Daha önce geçmişti.
8)Kitab'ul-İlim'de geçmişti.
9)Daha önce geçmişti
10) Daha önce geçmişti
11)Daha önce geçmişti.
12)Daha önce geçmişti.
13)Daha önce geçmişti.
14)Daha önce geçmişti
15) İstihâze: Kadından -hayızda üç günden az ve on günden fazla- gelen ve nifasta kırk günü aşan kandır. (Nûr'ul-İzah)
16) Bu tâbirler, cedelî tabirlerdir. İzahı cedel ilmi diye bilinen münâzara ilmi'nde geçer.
17) İmam Ahmed, Tahavî, İbn Ebî Asım, Ruyanî, (Bureyde'den); 'Bu ümme-tin en hayırlısı benim peygamber olarak gönderildiğim nesildir. Sonra on-ları tâkip eden ve arkalarından gelen nesildir', İbn Ebî Şeybe, Amr b. Şurahbil'den 'Sonra onları takip eden, sonra onları takip eden, sonra onları takip edenler' şeklinde rivayet etmiştir. İmam Ahmed, Buhârî, Müslim, Müzeni ve İbn Mâce de aynı şekilde rivayet etmişlerdir.
18)Kitab'ul'İlim' de geçmişti.
19)Daha önce geçmişti
20) İmam Ahmed, Buharî ve Müslim, (Usâme b. Zeyd'den)
21) Sünen sahipleri ve İbn Hibban, (Zeyd b. Sâbit'ten)
22)Hakîm-i Tirmizî, Nevadir; İbn Ebî Hâkim, (Enes'ten zayıf bir senedle)
23)Ticaret zekâtının şartlarından biri de bir sene o malın sahibinin elinde
bulunmasıdır. Eğer senenin sonunda başkasına hibe ederse o maldan zekât
verme mükellefiyeti kalkar. Ancak mal yeni sahibinin elinde bir sene
kaldıktan sonra, zekâtı ikinci sahibi tarafından verilir. İmam Gazâlî böylebir hile ile zekâtın düşmesini sağlamanın haram olduğunu, sahibinin ise kıyamette zekât vermemenin cezasını çekeceğini söylemektedir.

*İbâdet ve amel erbâbı

İkinci sınıf ibâdet ve amel erbâbıdır. Bunlardan mağrur olan birçok grup vardır. Onlardan bir grubun gururu namazdadır. Başka bir grup Kur'an okumada, diğer bir grup hac konusunda, başka bir grup gazâya gitmek, diğer bir grup zâhidlik hususunda gurura kapılır. Böylece her biri amelin yollarından biriyle meşguldür, akıllıları hariç, bunların hiçbiri gururdan kurtulmuş değildir. Akıl sahipleri de pek azdır. Bu bakımdan onlardan bir grup farzları ihmal etmişlerdir, fazilet ve nafile ibâdetlerle meşguldürler. Bazen faziletlerde o kadar ince eleyip sık dokurlar ki, haddi aşıp israfa bile kayarlar. Tıpkı abdest hususunda vesveseye düşüp bu hususta mübalâğa eden ve şer'î fetvada temizliğine hükmedilen suya razı olmayan bir kimse gibi... Bu kimse necaset hususunda uzak ihtimalleri yakın sayar. Fakat iş helâl yemek hususuna geldiği zaman, ihtimalleri uzak sayar. Bazen de katıksız haram yer. Eğer su hakkındaki ihtiyati yemek hakkında da olsaydı, durumu ashab-ı kirâmın durumuna daha fazla benzemiş olurdu; zira Hz. Ömer (r.a) hristiyan bir kadının testisinde bulunan su ile abdest aldı. Oysa o su için necaset ihtimali de sözkonusu idi. Halbuki Hz. Ömer, harama girmek korkusundan helâlin bir-çok çeşitlerini terkederdi.
Sonra bu gruplardan su dökmekte israfa kaçanlar vardır. Oysa böyle yapmak yasaklanmıştır.24 Bazen de namazı zâyi edecek, vaktinden çıkaracak kadar abdesti uzatır. Namazı vaktinden çıkarmasa dahi yine mağrurdur. Çünkü vaktin öncesinde namaz kılmanın faziletini elden kaçırmaktadır. Eğer bu fazileti elden kaçırmasa yine mağrur sayılır. Çünkü suda israf yapmaktadır. Eğer suda israf yapmazsa yine mağrurdur. Çünkü herşeyin en azizi olan ömrünü zayi etmektedir. Hem de ihtiyaç olmayan bir yerde... Ancak şeytan halkı Allah'a giden yoldan parlak bir yol ile meneder. İbâdet edenleri ibâdetten ancak ibâdet süsünü verdiği şeylerle meneder. Böylece onları bu gibi şeylerle Allah'tan uzaklaştırır!
Diğer bir grup namaza niyet etmek hususunda vesveseye kapılmıştır. Şeytan, doğru dürüst bir niyet etmesi için rahat bırakmaz. Cemaati kaçırsın diye, durmadan niyette vesvese yaptırır. Dolayısıyla namaz vaktinden çıkar. Eğer tekbir getirse bile, tekbirden sonra niyetinin doğru olup olmaması hususunda tereddüt eder. Bazen de tekbir hususunda vesveseye düşerler. Hatta şiddetli ihtiyattan dolayı tekbir sigasını bozarlar. Bunu namazın başlangıcında yaparlar. Sonra namaz boyunca gaflete dalarlar. Hiçbir zaman namazın içinde kalp huzurunu sağlayamazlar ve bu yaptıklarıyla mağrur olurlar. Namazın başlangıcında niyetin tashihi hususunda kendilerini yordukları ve bu yorgunluk ve ihtiyattan dolayı halk tabakasından ayrıldıkları için Allah katında hayırlı olduklarını zannederler.

Diğer bir grup Fatiha'nın ve diğer zikirlerin harflerini mahreçlerinden çıkarmak hususunda vesveseye kapılırlar. Durmadan şeddeler hususunda ihtiyatlı hareket ederler. Dad ile Zâ harfinin arasındaki fark ve namaz boyunca harflerin mahreçlerini tashih ile meşgul olurlar. Onların bundan başka bir hedefleri yoktur. Bundan başkasını düşünmezler. Kur'an'ın mânâsından gafil, Kur'an ile nasihatlenmekten habersiz, anlayışlarını Kur'an'ın sırlarına sarfetmekten uzaktırlar. Bu tür gurur, gurur türlerinin en çirkinidir; zira halk, Kur'an'ın okunması hususunda ve harflerin mahreçlerini tahkik etmek yönünden ancak normal konuşmalarında telâffuz ettikleri şekilde mükelleftirler.25

Bu kimselerin misâli, sultanın huzuruna mektup getiren ve o mektubu olduğu gibi okumakla görevli olan bir kimsenin misâli gibidir. Mektubu getiren mektubu okumaya başlar. Harflerin mahreçlerine dalar, tekrarlar ve yine tekrarlar. Bütün bunları yaparken mektubun maksadından ve meclisin hürmetini gözetmekten gafildir. Böyle bir kimse hakkında siyasetin icra edilmesi ve tımarhaneye gönderilmesi en uygun hükümdür. Bunun akılsızlığına hükmetmek yerinde bir hüküm olur!

Başka bir grup da Kur'an'ı süratle okumalarıyla gururlanırlar. Kur'an'da oldukça süratle yürürler. Bazen birgün bir gecede bir hatim indirirler. Bunlardan birinin dili Kur'an okur, fakat kalbi isteklerinin derelerinde yuvarlanmaktadır; zira bu kimse Kur'an'ın mânâlarını düşünmez ki Kur'an'ın yasaklarıyla nefsine çeki düzen verip ibret alsın, Kur'an'ın emirleri yanında durup yasaklarına riayet etsin! Kur'an tilâveti bahsinde, tilâvet-i Kur'an'dan gaye olan daha nice şeylere riayet etmez. Öyleyse bu kimse mağrurdur. Kur'an'ın inzalinden (indirilişinden) gayenin Kur'an'dan gafil olmakla beraber kemküm etmektir zanneder. Bunun misali, efendisi kendisine mektup yazmış bir kölenin misaline benzer. O mektupta emir ve yasaklara işaret edilmiştir. Buna rağmen köle, mektubu anlamaya ve içindeki emirleri yerine getirmeye çalışmaz, mektubu ezberlemeye çalışır, efendisinin kendisine emrettiğinin hilâfına hareket eder. Ancak hergün yüz defa mektubu okur. Bu köle cezaya müstehaktır. Ne zaman ki mektuptan gayenin bu olduğunu zannederse mağrurdur. Mektub unutulmasın, ezberlensin diye okunur. Ezberlenmesi de mânâsı içindir. Mânâsı da kendisiyle amel edilmek içindir. İçindekilerden faydalanmak için okunur. Bazen kişinin güzel sesi olur. Onu okur, ondan zevk alır. Zevk almasıyla mağrur olur. Zanneder ki bu, Allah Teâlâ'yla yapılan münâcattan ve kelâmını dinlemekten gelen bir lezzettir. Oysa bu zevk onun sesinde vardır. Eğer nağmelerini bir şiir okumak veya başka bir kelâm okumak suretiyle evirip çevirse, mutlaka ondan da o zevki alır. Öyleyse bu kimse kalbini teftiş edip, onun zevkinin Allah'ın kelâmının, güzel nazım ve mânâlarından mı geldiğini yoksa sesinden dolayı mı geldiğini anlamalıdır. Bilmediği takdirde aldanmıştır.

Diğer bir grup oruç tutmakla mağrurdurlar. Bazen bütün sene veya mukaddes günlerde oruç tutarlar. Oysa bu oruçlu günlerde dillerini gıybetten, kalplerini riyadan, midelerini iftar zamanlarında haram yemekten, dillerini bütün gün boyunca fuzulî hezeyandan korumamaktadırlar, buna rağmen kendileri için hayır umarlar. Farzları ihmal eder, nafilenin peşinden koşarlar, sonra onun da hakkını vermezler. Bu ise gururun katmerlisidir.
Diğer bir grup haclarıyla mağrur olmuşlardır. Zulmen aldıkları malları geri vermeden, borçlarını edâ etmeden, anne ve babalarının rızasını almadan ve helâl azık edinmeden hacca giderler. Farz haccı yaptıktan sonra bile bunu yaparlar. Yollarda namazı ve farz vazifeleri zâyi ederler. Elbise ve bedenin temizliğinden âciz olurlar. Zâlimlerin haracına mâruz kalırlar ve o harac kendilerinden alınır, Yolda gevezelik yapmak ve kavga etmekten sakınmazlar. Bazen de bazıları haramı toplar ve yolda arkadaşlarına yedirir. Bununla riya ve gösteriş arzusundadır. Dolayısıyla önce haram kazanmak suretiyle Allah'a isyan eder, sonra onu arkadaşlarına yedirmek suretiyle isyan eder. Bu bakımdan ne helâlinden edinmiş, ne de hakkı olan yere sarfetmiş olur. Sonra kötü ahlak ve sıfatlarla, bozuk kalple Allah'ın beytine (Kabe'ye) varır. Varmadan önce gereken temizliğini yapmamıştır. Buna rağmen, rabbinin katında hayır işlediğini zanneder. O halde böyle bir kimse mağrurdur.
Başka bir grup da emr-i bi'l-mâruf nehy-i an'il-münker'i yapmak ve irşadda bulunmak yoluna başlamıştır. Halkın durumunu hor görür, onlara hayrı emreder, kendi nefsini unutur. Halka hayrı emrettiği zaman şiddete başvurur. Reis ve baş olmak talebinde bulunur. Bir münkeri işlediği zaman, başkası tarafından ikaz edildiğinde öfkelenir ve der ki: 'Ben irşad ediyorum. Sen nasıl beni ikaz ediyorsun?' Halkı namaz için camide toplar, geç geleni en galiz söz ile azarlar. Oysa gayesi, riyakârlık ve baş olmaktır. Eğer kendisi değil de başkası aynı şeyi yaparsa mutlaka ona hased edip kıskanır.

Onlardan ezan okuyup ve ezanını sadece Allah için okuduğunu sanan da vardır. Oysa başkası gelip onun bulunmadığı zaman ezan okursa, ezan okuyanın başına kıyameti koparır ve der ki: 'Neden benim hakkımı alıyorsun? Neden benim mertebemi elimden almak istedin?' Böylece herhangi bir caminin imamlığını üzerine alır, hayır işlediğini zanneder. Oysa gayesi 'filân caminin imamıdır' dedirtmektir. Eğer başkası ondan önce gelip imamlığa geçerse, kendinden daha muttaki ve daha bilgin olsa da, yine de bu hareket ona ağır gelir.
Diğer bir grup, Mekke veya Medine'de kalırlar. Bundan mağrur olurlar. Kalplerini murakebe etmez, zâhir ve bâtınlarını temizlemezler. Oysa kalpleri memleketlerine bağlıdır. Ancak kalp-leri 'filan adam Mekke de mücavirdir' diyenin sözüne iltifat eder. Meydan okuyarak der ki: 'Ben şu kadar sene Mekkede kaldım!'

Böyle söylemenin çirkin olduğunu işittiği zaman, açıkça böbürlenmeyi terkeder. Fakat halkın bu durumunu bilmesini arzular! Mekke veya Medine'de kalır, fakat gözünü halkın mallarının kirine diker. Bundan bir şeyler toplarsa, cimrilik eder ve bunu sımsıkı tutar. Nefsi bir fakire verilecek bir lokmaya dahi razı olmaz. Kendisinde riyakârlık, cimrilik veya tamahkârlık belirir. Kendisinde birtakım helak edici sıfatlar meydana gelir. Mekke veya Medine'de mücavir olmasaydı bu helâk edicilerden uzak olacaktı. Fakat övülmenin sevgisi de 'Bu adam Mekkede mücavir olanlardandır' denilmesi, bu rezaletlerle mülevves olduğu halde mücavir kalmayı gerektirmiştir. Böyle bir kimse de mağrurlardandır.

Kendisinde âfet bulunmayan hiçbir ibadet yoktur. Bu bakımdan âfetlerin giriş noktalarını bilmeyen ve o amel ve ibâdetlere itimat eden aldanmıştır. Bunun tafsilâtı ancak İhya-i Ulûm'id-Din'in bütün bahisleri okunursa bilinir. Bu bakımdan namazdaki gurur noktaları namaz bahsinde, hacdaki hac bahsinde, zekât, Kur'an okuma ve Allah'a yaklaştırıcı diğer ibâdetleri de tertip ettiğimiz diğer bahislerden öğrenebilir. Şimdi gaye o kitaplarda geçenin hepsine işaret etmektir.

Başka bir grup da mal hususunda zâhidlik gösterdi. Gerek elbisenin, gerekse yemeğin en düşüğüyle kanaat edip camileri mesken ittihaz etti. Böyle yapmakla zâhidlerin rütbesine ulaşacağını zannetti. Oysa ilim, vaaz veya mücerred zâhidlikle riyaset sevdasındadır. Bu bakımdan işlerin en kolayını terketti, helâk edicilerin en büyüğüyle donandı. Çünkü felâket bakımından riyaset, maldan daha büyüktür. Eğer riyaseti terkedip malı edinmiş olsaydı selâmete daha yakın olurdu. İşte bu kimse mağrurdur; zira dünyadaki zâhidlerden olduğunu zannetmektedir. Oysa daha dünyanın mânâsını anlayamamış ve bilememiştir ki riyaset dünyanın en yüksek zevkidir. Riyasete tâlib olanın mutlaka münafık, hasedci, mütekebbir, riyacı ve bütün rezaletlerle donanmış olması gerekir. Evet, bazen riyaseti terkeder, halvete çekilmeyi düşünür. Buna rağmen mağrurdur. Zira böyle yapmakla zenginlere karşı böbürlenir, onlarla sert konuşur, onlara hakaret gözüyle bakar, onlar için umduğu ilâhî rahmetten daha fazlasını nefsi için umar! Ameliyle ucb'a kapılır. Bilmediği halde kalbi çirkinliklerin bir kısmıyla sıfatlanır. Bazen de mal kendisine verilir, 'zâhidliğini iptal etti' denmesinden korkarak buna müsamaha etmez. O daima halkın medh ve senâsına taliptir. Oysa bu, dünya nimetlerinin en zevklisidir. Nefsine dünyada zâhid olduğunu gösterir. Oysa mağrurdur. Bununla beraber çoğu zaman zenginleri tâzim edip fakirlere tercih etmekten, kendisine mürid olanlara meyledip kendisini övenlere iltifat ve başka zâhidlere meyledenlerden de nefret etmekten kurtulamaz. Bütün bunlar aldatma ve şeytanın kandırmasıdır. Şeytanın şerrinden Allah Teâlâ'ya sığınıyoruz.

Abidlerden bir grup azalarla yapılan amellerde nefislerine fazlasıyla yüklenir. Hatta bazı kere geceli gündüzlü, bin rek'at namaz kılar, Kur'an'ı hatmeder. Bütün bu yaptıklarında kalbini gözetmez. Riya, kibir, ucub ve diğer helâk edici sıfatlardan nasıl temizleneceğini araştırmaz. Bu ihmalin helâk edici olduğunu bilmez. Eğer bunun helak edici olduğunu bilse bile, nefsi için bunu kabul etmez. Eğer nefsi için bunu kabul etse bile zâhirî amelinden ötürü affedildiğini sanar. Kalbinin durumlarıyla muâheze edilmeyeceğini zanneder. Eğer böyle vehmederse, zâhirî ibâdetlerle hasenatının kefesinin ağır basacağını zanneder. Oysa nerede?!

Takva sahibinin yaptığı bir zerre, akıl sahiplerinin ahlâkından tek bir tanesi, azalarla yapılan amelin dağlar gibi olanlarından daha üstündür. Sonra bu mağrur, halka karşı kötü ahlâklı, sert davranışlı, bâtını kirli olmakla beraber, riyadan ve övgünün sevgisinden de kurtulmamaktadır. Kendisine 'Sen Allah'ın velî dostlarındansın' denildiği zaman, mağrurdur, bununla aldanıp böbürlenir ve buna inanır. Böyle demek onun gururunu daha da artırır. Halkın onu tezkiye etmesini Allah katında sevimli bir kişi olduğuna delil kabul eder. Oysa bilmez ki bu övmek, halkın onun iç âlemindeki çirkinlikleri bilmemesinden ileri gelmektedir!

Başka bir grup da nafilelere fazla düşer. Farzlarla pek fazla ilgilenmez. Onların en çalışkanını kuşluk namazı, gece namazı ve benzeri nafilelerle sevinirken görürsün. Fakat farzdan bir zevk almaz. Farzı vaktin öncesinde kılmaya ilgi göstermez. Hz. Peygamber'in rabbinden rivayet ettiği şu hadîs-i kudsîyi unutur:

Bana yaklaşanlar, hiçbir zaman kendilerine farz kıldığım ibâdetin benzeriyle bana yaklaşmamışlardır.

Hayırlar arasındaki tertibi terketmek de şerlerin cümlesindendir. Hatta bazen insana iki farz gerekir. Biri edâ edildiği takdirde diğerini elden kaçırır. Diğeri ise öbürünü elden kaçırmaz veyahut da iki nafile var, birisinin vakti daralır, diğerinin vakti genişler. Eğer burada tertibi gözetmezse aldanmış olur. Bunun benzerleri sayılmayacak kadar çoktur. Çünkü günah açık olduğu gibi, ibadet de açıktır. Muğlak olan durum, farzların tamamını nafilelere takdim etmek gibi, ibadetlerin bazısının bazısına takdim edilmesidir. Farz-ı ayınları farz-ı kifâyelere, yapanı olmayan farzı kifâyeyi de yapanı olan farz-ı kifâyeye takdim etmek gibi... Farz-ı ayrıların en mühimini diğerlerine, fevt olanı fevt olmayana takdim etmesi gibi... Bu durum, tıpkı anne ihtiyacını baba ihtiyacına takdim etmenin farz olması gibidir; zira Hz. Peygamber'e şöyle denildi:
-Önce kime iyilik yapayım ey Allah'ın Rasûlü?
-Annene!
-Sonra kime?
-Annene!
-Sonra kime?
-Annene!
-Sonra kime?
-Babana!
-Sonra kime?
-Sana en yakın olana ve yakınlık derecesinde onu tâkip edenlere!

Bu bakımdan sılayı rahime en yakınından başlamak uygundur. Eğer hepsi aynı derecede iseler en muhtacından başlamalıdır. Eğer ihtiyaç hususunda da müsavi iseler en muttakîsinden başlamak daha uygundur.

Böylece eğer malı, anne ve babasının nafakası ile hacca yetmiyorsa, buna rağmen hacca gidiyorsa mağrurdur. Anne ve babasının hakkını hacca tercih etmesi uygundur. Bu, daha mühim olan bir farzı, ihtimam bakımından ondan biraz geride kalan bir farza takdim etmek demektir. Böylece kulun üzerinde bir va'd varsa, cum'a'nın vakti de gelmişse, sözünü yerine getirmekle meşgul olmak ile cum'ayı elden kaçırıyorsa bu durumda va'dini
yerine getirmekle meşgul olmak mâsiyettir. Her ne kadar sözünü yerine getirmek haddi zâtında ibadet ise de...

Elbisesine necaset bulaştığında anne, baba ve ailesine bundan dolayı ağır konuşması da mahzurludur,. Fakat anne ve babaya verilen eziyetin mahzurlu olması, necasetin mahzurlu olmasından daha mühimdir. Mahzurluları ve ibadetleri karşılaştıran misaller sayılmayacak kadar çoktur. Bu bakımdan bütün bu hususlarda tertibi terkeden kimse aldanmıştır. Bu aldanış gayet çetrefillidir. Çünkü hakkında aldanılan şey bazen ibâdet de olur. Ancak ibâdetin mâsiyete dönüşmesini sezmez. Oysa herhangi bir ibâdet, kendisinden daha mühim bir ibâdetin terkine sebep olduğu zaman, o ibâdet mâsiyete dönüşür.

Üzerinde ibâdetlerden kalp veya zahiri azalarla ilgili zâhir ve bâtın günahlardan birşeyler kalan bir kimsenin mezheb ve fıkhın ihtilaflı meseleleriyle iştigal etmesi de bu cümledendir; zira fıkıhtan gaye; başkasının muhtaç olduğu şeylerin bilinmesidir. Öyle ise kalbinin muhtaç olacağı bir şejdn bilinmesi, kendisine daha evlâ ve uygundur. Ancak baş olma sevdası, böbürlenmenin zevki, akran ve emsali mağlûb etmek ve onların önüne geçmek, kişinin basîretirıi körleştirir. Hatta nefsi ile beraber gurura kapılır. Dinen mühim olan birşeyle meşgul olduğunu zanneder.

________________
24) Tirmizî
25) Bu sırra binaen, selefin hiç birinden böylesine aşırı bir hareket nakle-dilmemiştir. (Îthaf'us-Saade, VIII/474)

*Mutasavvıflar

Üçüncü sınıf, mutasavvıflardır. Mutasavvıfların gururu ne kadar da çoktur! Onlardan mağrur olan birçok gruplar vardır. Zamanımızın mutasavvıfları onlardan bir gruptur. Ancak Allah'ın koruduğu bir kimse bundan hariçtir. Onlar elbise, görüntü ve konuşmakla mağrur olmuşlardır. Doğru sûfîler, elbise, görüntü, lâfız, edep, merasim ve ıstılahlarında, sima, raks, taharet, namaz, başeğerek seccadeler üzerinde oturmak, düşünen bir kimse gibi başını koltuğuna almak, derinden nefes almak, konuşmakta sesini alçaltmak ve daha nice şemail ve heyetlerde onlara uymaktadırlar. Fakat bu şeyleri zoraki bir şekilde nefislerine tatbik edip doğru süfîlere kendilerini benzettikleri zaman, kendilerinin de o sûfîlerden olduklarını zannederler. Hiçbir zaman nefislerini mücâhede, riyazet, kalbin murakabesi, bâtın ve zahiri gizli ve açık günahlardan temizlemek hususunda yormazlar. Oysa bütün bunlar tasavvuf konaklarının başlangıcıdır. Eğer bütün bu konakları geçmiş olsaydılar, yine de nefislerim o sadık sûfîler arasında saymaları caiz olmazdı. Nasıl nefislerini sûfilerden sayacaklar? Oysa tasavvufun kenarında bile gezmemişlerdir. Sûfîliğin hiçbir şeyini nefislerine tattırmamışlardır. Aksine harama, şüphelilere ve sultanların mallarına üşüşmektedirler! Bir ekmeğe, bir taneye bile imrenmektedirler. Az bir menfaat için bile birbirlerini kıskanırlar. Bazısı diğerinin namusunu herhangi bir hedefinde kendisine muhalefet ettiği takdirde, yırtıp pay u mal etmektedir. Bunların gururu zahirdir.

Misalleri, ihtiyar bir kadının misâline benzer. Bu ihtiyar kadıncağız, kahramanların ve yürekli muhariblerin isimlerinin padişahlık defterine yazıldığını ve onların her birine memleketin bir parçasının idaresinin verildiğini işitmiş, bu kocakarının nefsi de kendisine memleketin bir köşesinin verilmesine müştak olmuş, o da bir savaş elbisesi giymiş, başına bir miğfer koymuş, kahramanların nağmelerinden birkaç beyit öğrenmiş, o beyitleri onların şivesiyle söylemeye -nefsini zorlaya zorlaya- alışmış, o kahramanların savaş meydanında nasıl böbürlenerek gezdiklerini öğrenmiş, ellerini nasıl salladıklarını öğrenmiş, elbisede, konuşmada, hareket ve hareketsizlikte onların bütün hallerini- öğrenmiş, sonra ismini kahramanlar defterine geçirtmek için ordugâha yönelmiştir. Ordugâha vardığı zaman, arz dîvanına (teftiş heyetine) gönderilmiş, başındaki miğferin, sırtındaki zırhın soyulması ve altına bakılması, bazı kahramanlarla mübareze etmek suretiyle imtihan edilmesi emredilmiştir ki böylece kahramanlıktaki derecesi ölçülmüş olsun. Miğfer ve zırhtan soyunduğu zaman bir de ne görülsün? Zayıf ve ihtiyar bir kadın... Ne zırhı kaldırabilir, ne miğferi... Bu bakımdan o kadına denilmiş ki: 'Sen sultan ile istihza etmek, onun huzurundakileri hafife almak ve onlarla dalga geçmek için mi geldin! Bu acûzeyi tutun, filin önüne atın. Akılsızlığından dolayı bu cezayı ona tatbik edin!' Zavallı kadında filin önüne atılır.

İşte yapmacık olarak sûfilik iddia edenlerin hâli de kıyamette böyle olacaktır. Onların maskeleri kaldırıldığında, yamalı elbiselere ve kisveye bakmayan, aksine sadece kalbin sırrına bakan en yüce hâkimin (Allah'ın) divanına arzolundukların da perişan olacaklardır!
Başka bir grup vardır ki bu gruptan daha fazla gurura kapıldılar; zira elbise ve kıt maişet hususunda ehl-i tasavvuf'a uymak bu gruba pek zor geldi. Oysa bunlar, sufi görünmek istediler. Tasavvuf ehlinin kisvesiyle kisvelenmenin zorunlu olduğunu hissettiler.

Dolayısıyla, ipekliyi, ibrişimi terkettiler. Fakat güzel olan yamalı elbiseler, kıymetli fotalar, boyalı seccadeler edindiler. Kıymetçe ipekli ve ibrişimden daha üstün olan elbiseler giydiler. Onlar sadece elbisenin yamalı olmasıyla, boyasıyla sûfi olacaklarını zannettiler. Gerçek mutasavvıfların devamlı elbiselerini yıkamakla uğraşmamak, kalp murakabesini tam yapmak için elbiselerini boyadıklarını zannettiler. Oysa sûfîlerin yamalı elbiseyi giymelerinin hikmeti; onların elbiselerinin fazla kullanılmaktan yırtılmış olmasıydı. Mecburen yamalı giyerler. Böylece yeni elbise giymeye ihtiyaç vâki olmazdı.
Kıymetli fotayı parça parça yapıp parçalarını (renkli iplikle) dikmeye gelince, bu onların âdetine nereden benziyor? Bu grubun ahmaklığı, ahmaklıkta bütün mağrurların ahmaklığından daha açıktır; zira bu mağrurlar, nefis ve kıymetli elbiseler giyer, lezzetli yemekler yer, en iyi şekilde yaşarlar. Sultanların mallarını yerler. Zâhirde bile günahlardan sakınmazlar. Bâtında ise, hiç sakınmazlar. Bütün bunlara rağmen nefisleri için hayır umarlar. Bunların şerri halk tabakasına sirayet eden şerlerdendir; zira bunlara uyan helâk olur. Bunlara uymayanların ise, tasavvuf ehlinin tümü hakkında akideleri bozulur ve bütün tasavvuf ehlinin böyle olduğunu zannederler. Dolayısıyla doğru olan mutasavvıflar hakkında da kötü dil kullanırlar. Bütün bunlar hakikî mutasavvıflardan olmayıp zâhirde kendini onlara benzetenlerin uğursuzluğundan ve şerrinden ileri gelir!

Başka bir grup da marifet ilmine, hakkın müşahedesine, makam ve hallerden geçtiğini, ayn-ı şuhud'da daim bir şekilde bulunduğunu, kurbete (yakınlığa) vâsıl olduğunu iddia eder. Oysa bunları ancak lâfızlarla ve isimlerle tanırlar. Çünkü birkaç kelimeyi ezberlemiş, durmadan onları tekrar ederler. Zannederler ki bu kelimeleri bilmek, başlangıcın ve sonun ilminden daha yücedir. Bu kimse, fakihlere, tefsir âlimlerine, muhaddislerin ve ulemanın diğer sınıflarına bile hakaret gözüyle bakar. Halk tabakası nerede kaldı?! Hatta çiftçi çiftini, örücü örgü sanatını bırakır, belirli günlerde bu lafazanların arkasına takılır. Onlardan o müzeyyef kelimeleri öğrenir. Sanki vahiyden konuşuyormuş gibi o kelimeleri tekrar edip durur. Sanki sırların sırrından haber veriyormuş gibi bir poza bürünür. Bununla bütün âbid ve âlimleri hakir görmeye başlar. Bu bakımdan âbidler hakkında 'Onlar, nefsini yoran işçilerdir'. Alimler hakkında da 'Onlar Allah'tan haber vermekle hakikatten perdelenmişlerdir' der. Nefsi için de 'hakka vasıl olduğunu' iddia eder. Allah'ın dergâhına yakın olanlardan bulunduğunu söyler. Oysa Allah katında münafık ve facirlerden, basiret sahiplerinin katında da ahmak ve cahillerdendirler. Hiçbir ilme hakkıyla vakıf olmamış, hiçbir kötü huyunu temizlememiş, hiçbir amelini murakabe etmemiş, hevâ-i nefsine tâbi olmaktan, hezeyanları öğrenmekten başka hiçbir kalbî murakabede bulunmamıştır.
Başka bir grup ibâhîliğe (herşeyi helâl görmeye) düşmüş, şeriatın sergisini katlayıp toparlamış, ahkâmı tamamen bir kenara itmiş, helâl ve haramı aynı seviyede görmüşlerdir. Bunlardan bazısı 'Allah benim amelime muhtaç değildir. O halde ben nefsimi neden yorayım' demektedir.

Bazısı da 'İnsanlar kalplerini şehvetlerden ve dünya sevgisinden temizlemekle mükellef kılınmışlardır. Oysa böyle yapmak muhaldir. Bu bakımdan insanlar (Allah tarafından) mümkün olmayan bir şeyle mükellef kılınmışlardır. Bu teklif ile ancak tecrübe sahibi olmayan bir kimse aldanabilir. Biz ise denedik ve bunu yapmanın muhal olduğunu idrâk ettik!' der. Oysa bu ahmak bilmez ki insanlar, şehvet ve öfkeyi temelinden kalbinden söküp atmakla değil, ancak şehvet ve öfkenin maddesini sökmekle mükellef kılınmışlardır. Öyle ki şehvet ve öfke, akıl ve şeriatın hükmüne râm olacak dereceye gelmelidir.

Bu ahmaklardan bazıları da şöyle der: 'Azalarla yapılan amellerin bir kıymeti yoktur! Önemli olan kalptir. Bizim kalplerimiz Allah sevgisiyle mest olmuştur. Allah'ın marifetine varmıştır. Biz dünyaya ancak bedenlerimizle dalıyoruz. Kalplerimiz ise rububiyet huzurunda durmakta... Bu bakımdan biz kalplerimizle değil, zâhirlerimizle şehvetlerimizle beraberiz'.
Bu zavallılar, halk derecesinden yükseldiklerini, nefsi, bedenî amellerle temizlemekten müstağni olduklarını, şehvetlerin kendilerini Allah'ın yolundan, kuvvetlerinden ötürü alıkoymadığını iddia ederler. Dolayısıyla nafilelerinin derecesini, peygamberlerin derecesinden daha üstün görürler; zira peygamberleri (a.s) bir tek hata bile Allah'ın yolundan geciktirir. Hatta onlar o hata için ağlar ve arka arkaya birkaç sene matem tutarlar.

Kendisini sûfîlere benzeten ibahiyeci (herşeyi helâl gören)lerin gurur sınıfları sayılamayacak kadar çoktur. O yanlışlık ve vesveselerle şeytan onları aldatır. Çünkü onlar ilmi güzelce elde etmeden önce mücahedeye başlamışlardır. Çünkü onlar dinde ve ilimde gelişmiş, önder olmaya elverişli olan bir mürşide uymamak-tadırlar. Bunların sınıflarını saymak oldukça uzar.

Başka bir grup, bunların hududunu da aşmıştır. Amellerden sakınmış, helâli aramış, kalbin teftişiyle meşgul olmuştur. Hatta bu gruptan biri zühd, tevekkül, rıza ve sevgi'den birçok makamlara vâsıl olduğunu iddia eder. Oysa bu makamların hakikatine, şartlarına, alâmetlerine ve âfetlerine vâkıf değildir. Bunlardan bazıları da Allah için vecde kapıldığını ve muhabbet sıfatına sahip olduğunu iddia eder. İddia eder ki Allah ile mestolmuştur. Halbuki Allah hususunda bid'at ve küfür olan bazı karartılar ve hayalleri tahayyül etmiştir. Dolayısıyla Allah'ı tanımadan önce Allah'ın muhabbetini iddia etmiştir. Sonra bu kimse Allah'ın hoşuna gitmeyen şeyleri yapmaktan, nefsinin hevasını Allah'ın emrine tercih etmekten, halktan utanarak bazı emirleri terketmekten vazgeçmez. Eğer tek başına bulunsaydı, Allah'tan utanarak o emirleri terketmezdi. Bütün bu yaptıklarının Allah sevgisine zıd düştüğünü bilmezdi. Bazıları da kanaat ve tevekküle, arada sırada meyleder, azıksızca çöllere dalar ki tevekkül davasını tasfiye etsin! Böyle yapmanın seleften ve sahabeden nakledilmemiş bir bid'at olduğunu bilmez. Oysa selef tevekkülü kendisinden daha iyi biliyordu. Oysa onlar tevekkülün ruhunu tehlikeye atmanın, azığı terketmek mânâsına geldiğini düşünmemişlerdir ve tevekkül kelimesinden bu mânâyı çıkarmamışlardır. Aksine onlar azığa değil, Allah'a tevekkül ettikleri halde azıklanırlardı. Bu zavallı ise, sebeplerden herhangi birine tevekkül ettiği ve güvendiği halde azığı çoğu zaman terkeder. Kurtarıcı makamlarda gurur bulunmayan ve o gururla mağrur olmayan bir kavim yoktur. Biz âfetlerin giriş noktalarını kitabın Münciyat (Kurtarıcılar) bölümünde zikretmiştik. Burada anlatılmasına gerek yoktur.

Diğer bir grup da gıda hususunda nefsini oldukça dara sokmuştur. Hatta gıdadan katıksız helâli talep etmiş, fakat kalbin bu tek hasletinin dışında azaların kontrolünü ihmal etmişlerdir!

Bunlardan bazıları vardır ki, yemeğinde, elbisesinde, meskeninde helâli ihmal etmiştir. Bunun dışındaki şeylere, derinliğine dalmaya başlamıştır. Miskin bilmez ki sadece helâli talep etmekten ötürü, kul Allah'ın rızasına vasıl olamaz ve yine helâli talep etmeksizin diğer amellerden de Allah razı olmaz. Aksine Allah Teâlâ ondan ancak bütün ibâdet ve günahları kontrol ettiği takdirde razı olur. Bu bakımdan bu işlerin bazısının kendisine kâfi geldiğini ve kendisini kurtardığını zanneden kimse aldanmıştır.

Diğer bir grup da güzel ahlâk, tevazu, müsamahakârlık iddia eder! Dolayısıyla sûfîlere hizmet etmeye koyulmuşlar, bir kavmi bir araya getirmiş ve onların hizmetiyle kendilerini mükellef kılmışlar, bunu da riyasetin ve mal toplamanın tuzağı yapmışlardır. Bu grubun gayesi tekebbürdür. Oysa gayelerinin şefkat etmek olduğunu söylerler. Esas gayeleri kendilerine tâbi olacak insanları toplamaktır. Oysa hedeflerinin hizmet ve başkalarına tâbi olmak olduğunu söylemektedirler. Sonra onlar haramdan ve şüphelilerden topluyorlar ve toplamış olduklarını halka yediriyorlar ki etbaları çoğalsın, hizmet ediyorlar ki isimleri yayılsın.

Bazıları da sultanların mallarını alır, sûfîlere infak eder. Bazıları bu malları hac yolunda sûfîlere infak etmek için alır ve gayesinin sevap veya infak olduğunu iddia eder. Bütün bu sınıfları bu yanlışlara sürükleyen sebep riyakârlık ve şöhrettir. Bunun böyle olduğunun alâmeti, zâhirde ve bâtında Allah'ın kendilerine emrettiği şeyleri ihmal etmeleri, haramı alıp infak etmeye rıza göstermeleridir. Hac yolunda hayır için haram yediren bir kimsenin misâli, Allah'ın mescidlerini tâmir edip insan pisliğiyle sıvayan bir kimseye benzer. Bu kimse de böyle yapmaktan gayesinin mescidleri tamir etmek olduğu iddia eder.

Başka bir grup da mücâhede, ahlâkları temizleme, nefsi ayıplarından arındırma ile meşgul olmuşlar ve bu hususlarda oldukça derine inmişlerdir, Bu bakımdan nefsin ayıplarını araştırmayı, hilelerini bilmeyi kendilerine ilim ve sanat edinmişlerdir. Bunlar, hallerinde nefsin ayıplarını araştırmakla meşguldürler. Bu bakımdan derler ki 'Şu, nefis hakkında ayıptır. Bunun ayıp olduğunu bilmemek de ayıptır. Ayıp oluşuna iltifat etmek de ayıptır' ve böylece bu hususta, öğrenilmesinde vakitlerin zayi olması sözkonusu olan zincirleme kelimelerle âdeta sarhoş olmaktadırlar. Oysa hayatı boyunca ayıpları tedkik ve ilaçlarının ilmini yazmakla meşgul olan bir kimse, tıpkı haccın engellerini ve âfetlerini tedkik etmekle meşgul olan, haccm yoluna gitmeyen bir kimse gibidir. Bu kimsenin sadece tedkiki kendisine bir fayda sağlamaz.

Başka bir grup da bu mertebeyi geçmiş, yolun sulûküne başlamış, kendilerine mârifet kapıları açılmıştır. Onlar mârifetin başlangıçlarından herhangi bir kokuyu kokladıkları zaman hayrete kapılıp bununla sevinirler. Bu kokunun garabeti kendilerini şaşkınlığa sevkeder. Kalplerini buna iltifat etmeye bağlarlar. Bu hususta düşünmek, bunun kapısının kendilerine nasıl açıldığını ve başkasına nasıl kapandığını araştırmakla uğraşırlar. Bütün bunlar gururdur; zira Allah Teâlâ'nın yolunun acaiplikleri sonsuzdur. Eğer her acaiplikle beraber durup onunla uğraşırsa adımları kısalır, maksada varmaktan mahrum olur. Bunun misâli, bir sultanı görmek isteyen, sultanın bahçesinin kapısında durup içinde rengarenk çiçekler bulunan bir bahçe gören ve bundan önce bu bahçenin benzerini görmeyen, dolayısıyla durup o bahçeyi hayran hayran seyreden, sultan ile görüşme vakti geçip gidinceye kadar sarhoş bir şekilde bahçeye bakan bir kimsenin misâli gibidir.

Başka bir grup da bunları dahi aşmışlardır. Allah yolunda üzerlerine akan nûrlara ve kendileri için müyesser olan ilâhî atiyyelere iltifat etmemişler, bunlara sevinmenin hududuna bile yaklaşmamışlar, iltifat etmedikleri gibi, durmadan seyrine devam etmişler, sonunda bârigâh-ı izzete yaklaşmışlardır. Dolayısıyla Allah Teâlâ'nın yakınlığının hududuna varmışlardır. Burada Allah'a vasıl olduklarını sanarak durmuşlar ve yanılmışlardır; zira Allah Teâlâ'nın nûrdan yapılmış yetmiş perdesi vardır. Sâlik yolda bulunan bu perdelerin birisine vardığı zaman Allah'a vardığını sanar. Hz. İbrahim'in sözünde buna işaret vardır; zira Allah Teâlâ Hz. İbrahim'den haber vererek şöyle buyuruyor:

Üzerine gece çökünce bir yıldız gördü. 'Bu muymuş benim rabbim?' dedi.(En'âm/76)

Buradaki yıldızdan parlayan cisim kastedilmiyor; zira Hz. İbrahim (a.s) yıldızların bir tane değil, çok olduğunu biliyordu. Cahiller bile yıldızların ilâh olmadığını bilmektedirler. Bu bakımdan cahil köylüyü bile kandırmayan yıldız Hz. İbrahim'i nasıl kandırabilir? Yıldızdan murad, Allah'ın perdelerinden olan nurlardan bir nûrdur. Bu nûr, sâliklerin yolu üzerinde bulunur. Allah'a varmak, bu perdelere varmakla ancak tasavvur edilebilir. Bu perdeler nûrdandır. Bazıları diğerinden daha büyüktür. Nûr vericilerin en küçüğü kevkeb denilen yıldızdır. Bu bakımdan nûr için kevkeb kelimesi kullanılmıştır. Nûrların en büyüğü güneştir. Aralarında ay mertebesi vardır. Bu bakımdan İbrahim (a.s) göklerin melekûtunu (âlemini) basiretiyle gördüğü zaman Allah Teâlâ'nın buyurduğu şekilde oldu:

Böylece biz İbrahim'e göklerin ve yerin melekûtunu gösteriyorduk ki yakîn sahibi olsun!
(En'âm/75)

Hz. İbrahim, bir nûrdan diğer bir nûra varıyor. Vardığı nûrun öncesinde Allah'a vardığını tahayyül ediyor. Sonra kendisine bunun ötesinde bir emir olduğu keşfolunuyor. Bu bakımdan o emre yükselince 'ben vardım' diyordu. Kendisine onun ötesindeki keşfolunuyor. Böylece ondan sonra ancak Allah'a vusul olan en yakın perdeye vâsıl oldu ve dedi ki: 'Bu en büyüğüdür' Vakta ki kendisine bunun büyüklüğüne rağmen noksanlıktan hali olmadığı, kemal zirvesinden düşeceği anlaşılınca dedi ki: 'Ben batanları sevmem! Şüphesiz ben hak dine (tevhide) boyun eğip yüzümü gökleri ve yeri yaratmış olan Allah'a çevirdim ve ben ona ortak koşanlardan değilim'.

Bu yolun yolcusu bazen, bu perdelerin bazısının üzerinde durduğu zaman aldanır. Bazen birinci perde ile aldanır. Allah ile kul arasındaki ilk perde, kulun nefsidir; zira nefis de rabbânî bir emirdir. O da Allah'ın nûrlarından bir nûrdur. Nefisten maksadım, kalbin sırrıdır. Öyle sır ki hakkın bütün hakîkati orada tecelli eder. Hatta o sır bütün âlemi kaplamaya ve bütün âlemin sureti orada tecelli etmeye yeterlidir. Bu anda nûru büyük bir şekilde parlar. Zira onda, bütün varlık olduğu gibi belirir. O emrin başlangıcında bir pencere ile mahduddur ki o pencere onun için bir perde gibidir. Ne zaman ki onun nûru tecelli edip, Allah'ın nûru onun üzerine doğar, kalbin güzelliği keşfolunursa o zaman kalp sahibi kalbe iltifat eder. Onun üstün cemalinden, aklını başından alacak bir miktarını görür. Bazen de bu dehşet içerisinde dili sebkat ederek 'Ben Hakk'ım der.

Eğer bunun ötesi ona görünmezse, onunla aldanır. Onun üzerinde durur ve helâk olur. Birçok kişi, ilâhî huzurun nûrlarından küçücük bir kevkeb (yıldız) ile aldanır. Oysa daha güneşe değil de aya bile varmamıştır. Bu bakımdan bu kişi aklanmıştır. Bu makam, şaşırma ve karıştırma yeridir; zirâ bu makamda tecelli eden, kendisinde tecelli vâki olan yer ile karıştırılır! Nitekim aynada görülenin renginin, ayna ile karıştırıldığı gibi... Zannediliyor ki bu renk aynanın rengidir ve nitekim kadehte olanın, kadeh ile karıştırıldığı gibi... Bu hususta şöyle denilmiştir:

Kadeh inceldi! Şarab inceldi. Birbirlerine benzediler; (ayırd etmek zorlaştı).
Sanki şarab var! Kadeh yok! (veya sanki kadeh var, şarab yok!)

Hristiyanlar Hz. İsa'ya bu gözle baktılar. Allah'ın nûrunun onda parladığını gördüler. Dolayısıyla o hususta yanıldılar. Tıpkı bir yıldızı aynada veya suda görüp o yıldızın aynada veya suda olduğunu zanneden kimse gibi... Bu kimse yıldızı tutmak için elini yıldıza uzatır. Oysa aldanmıştır.

Allah'a giden yolun sulûkünde gururun çeşitleri ciltler dolusu ve sayılmayacak kadar çoktur. Ancak mükâşefe ilimlerinin hepsini şerhettikten sonra sayılabilir. Bu ise söylenmesinde ruhsat olmayan kısımlardandır. Bizim zikrettiğimiz miktarı da terketmek, zikretmekten daha evlâdır; zira bu yolun yolcusu onu başkasından dinlemeye muhtaç değildir. Bu yola gitmeyene ise, dinlemek fayda vermez. Aksine çoğu zaman dinlemekle zarar görür; zira dinlemek, anlamadığı birşeyi dinlediği için onu dehşete sürükler. Fakat onda bir fayda vardır. O da kişinin içinde bulunduğu gururdan kişiyi kurtarmaktır. Hatta bazen, işin zan ve hayal ettiğinden daha büyük olduğunu kısa zihni, sınırlı hayali ve süslü cedeliyle tasdik eder. Yine Allah'ın velîleri tarafından haber verilen ve kendisinden hikâye edilen mükâşefelerle de tasdik edilir. Gururu büyüyen bir kimse, çoğu zaman şu anda dinlediğini yalanlamakta ısrar eder durur. Nitekim daha önce dinlediğini de yalanladığı gibi...

*Servet sahipleri

Dördüncü sınıf servet sahipleridir. Bunlardan mağrur olanlar pek çoktur. O gruplardan biri, cami, medrese, tekke ve köprülerin inşasına teşvik etmektedirler. Kısacası insanların gözüne çarpan şeyler yaparlar. Daima anılsınlar ve ölümden sonra eserleri kalsın diye kireçlerle isimlerini bu mâbedlerin kapılarına yazarlar. Onlar, böyle yapmakla mağfirete müstehak olacaklarını zannederler. Oysa burada iki yönden mağrur olmuşlardır:

Birinci Yön

Onlar bu mâbedleri zulümden, talandan, rüşvetten ve mahzurlu cihetlerden edinmiş oldukları mallardan bina etmektedirler. Bu bakımdan onlar ilk başta bu malın kazancında Allah'ın gazabına maruz kalmışlardır. Onun infak edilmesinde de Allah'ın kızgınlığına maruz kalırlar. Onlar için gereken, bu malı haramdan kazanmamak idi. Bu bakımdan onlar malın bu şekilde kazanılmasından dolayı Allah'a isyan etmişlerdir! Farz olan, onlar için tevbe edip Allah'a dönüş yapmaktır. Haramdan edindikleri malın bizzat kendisini vermekten âciz oldukları zaman bedelini esas sahiplerine geri vermek zorundadırlar. Eğer sahiplerini bulmaktan âciz iseler, varislerine vermek gerekir. Eğer varisi kalmamış ise, bu takdirde farz olan, o malı halkın maslahatlarının en önemlisine sarfetmektir. Bazen en mühimi, o malı (mâbedlere değil) memleketinin fakirlerine taksim etmek olduğu halde, halk bu hallerinden haberdar olmaz korkusuyla onu yapmamaktadırlar. Bu bakımdan kireç (ve taş)larla binaları inşa ederler. Bu binaları yapmaktan gayeleri riya ve halkın övgüsünü kazanmaktır. O binaların üzerinde yazılı bulunan isimlerini devam ettirmek için o binaların devamını istemektedirler. Yoksa bu hayrın devamı için değildir.

İkinci Yön

Onlar, kendilerinin ihlaslı olduklarını sanarlar. Binalara sarfetmiş oldukları paraları hayır için harcadıkları kanaatindedirler. Oysa onların herhangi birine ismi yazılmamak şartıyla herhangi bir yere bir dinar (altın) sarfetmesi teklif edilse, bu sarfiyat ona pek ağır gelir. Nefsi bunu yapmaya müsaade etmez. Oysa, Allah onun kalbine muttalidir. İster ismini yazsın, ister yazmasın! Eğer o, insanların teveccühünü değil de Allah'ın teveccühünü talep etseydi yapmış olduğu eserlerin üzerine isminin yazılmasına ihtiyaç duymazdı!

Diğer bir grup, çoğu zaman malı helâlden kazanıp, mescidlere sarfeder. Fakat bu da iki yönden mağrurdur:

1.O vecihlerin birincisi riya ve övgü peşinde koşmaktır. Çünkü çoğu zaman onun komşusu ve memleketlisi olan fakirler vardır. Onlara mal sarfetmek daha mühim ve daha üstün iken götürüp mescidlerin inşasına ve süslenmesine sarfeder. Mescidlere sarfetmek, halk arasında şöhret bulacağı için ona kolay gelir.

2.O vecihlerin ikincisi; malı mescidin boyasına, namaz kılanların kalplerini meşgul eden ve gözlerini kamaştıran nakışlarla tezyin edilmesine sarfetmektir. Oysa namazdan gaye,huşu ve kalp huzurudur. Oysa mescide nakış yapılması namaz
kılanların kalplerini darmadağın eder. Böylece sevapları da yanar.Bütün bunun vebâli o nakışlara para sarfedenin boynunadır. O buna rağmen, yaptırmış olduğu nakışlarla mağrur olup bunu hayırlı zanneder. Allah'a yaklaştırıcı vesilelerden kabul eder. Oysa
Allah'ın gazabına müstehak olur. Buna rağmen, Allah'a itaat ettiğini ve emrini yerine getirdiğini sanır. Öyle sanır ama,Allah'ın kullarının kalplerini, mecsidde yapmış olduğu süsle altüst etmiştir. Mescidin bu şekilde süslendirilmesi, çoğu zaman namaz kılanları dünyanın çeşitli süslerine teşvik eder. Onlar evlerinde de böyle yapmak isterler. Bunun teminine çalışırlar. Böyle yapmalarının günahı bu temeli ilk kuranın boynunadır; zira cami,tevazu ve Allah ile (mânen) kalbin hazır bulunma yeridir ve onun için inşa edilmiştir.

Mâlik b. Dinar şöyle anlatır: İki kişi bir camiye geldiler. Biri kapıda durdu ve şöyle dedi: 'Benim gibisi Allah'ın evine girmez!'

(Nefsim mescide girmeye lâyık değildir). Onun sağında ve solunda duran iki melek onu, Allah katında sıddîk olarak kaydettiler.26

İşte bu şekilde mescidlerin tâzim edilmesi uygundur; (boyalarla, süslemek şekliyle değil). O da girmesiyle caminin kirleneceğini ve nefsinin bu şekilde camiye karşı bir cinayet işlemiş olduğunu düşünmek suretiyle camiyi tâzim etmesidir. Camiyi haramdan kazanılmış mal veya dünyanın süsleriyle süslemek ve Allah'a minnet ettiğini düşünmekle değil.

Havariler, Hz. İsa'ya şöyle dediler: 'Şu mescide bak! Ne güzel!' Hz. İsa 'Ey ümmetim, ey ümmetim! Size hakikati söylüyorum. Allah Teâlâ bu mescidi ehlinin günahlarından dolayı harab edecektir. Allah altın ve gümüşe, sizin hoşunuza giden bu taşların hiçbirine önem vermez. Allah'ın katında en sevimli şey salih kalplerdir. Allah onlarla yeryüzünü tamir eder. Onlar bozuk oldukları zaman da onlarla yeryüzünü tahrip eder'.

Ebu Derdâ, Hz. Peygamber'in şöyle buyurduğunu rivayet eder:

Mescidlerinizi süslendirdiğiniz, mushaflarınızı tehziblendirdiğiniz zaman, helâk sizin için mukadderdir.

Hasan Basrî şöyle demiştir: Hz. Peygamber (s.a) Medine mescidini inşa etmek istediği zaman Cebrail (a.s) ona gelerek dedi ki: 'Onu yedi zirâ yükseklikte yap! Onu süsletme ve nakışlı yapma!'27 Bu bakımdan bu kimsenin gururu, münkeri mâruf gördüğü ve bu görünüşe itimat ettiği yönden gelir.

Başka bir grup da mallarını fakir ve miskinlere sadaka vermek suretiyle infak ederler. Mahfelleri arayıp görünsün diye orada verirler. İyiliği ifşa edip iyilik yapana teşekkür eden fakiri arayıp bu-lurlar. Gizlice sadaka vermekten hoşlanmazlar. Fakirin almış olduğu sadakayı gizlemesini, kendilerine karşı işlenmiş bir cinayet ve küfran-i nimet sayarlar. Bu kimseler hac yolunda mal sarfetmeye de taraftardırlar. Zaman zaman hacca giderler. Çoğu za-man komşularını aç bırakırlar. Bu sırra binaen İbn Mes'ud (r.a) şöyle demiştir: 'Ahir zamanda, sebepsiz hac hapanlar çoğalacaktır. Onlar için hac seferleri kolaylaşacaktır. Rızıkları çoğalacaktır. Fakat hacdan mahrum ve sevapları kendilerinden alınmış olarak döneceklerdir! Onlar develerine biner uzun yolculuğa çıkarlar. Oysa komşusu yanı başında muhtaç bulunmakta ve ona elini uzatmamaktadır'.

Ebu Nasir et-Temmar28 şöyle anlatıyor: Bir kişi gelip Bişr el-Hafî'ye veda etti ve dedi ki:

-Ben hacca gitmeye azmettim. Bana birşey emret!

-Hac nafakası için ne kadar para hazırladın?

-İki bin dirhem!

-Haccınla neyi talep ediyorsun? Zâhidliği mi yoksa Kâbe'ye karşı iştiyâk mı veya Allah'ın rızasını istemeyi mi?

-Allah'ın rızasını istemeyi!
-Eğer evinde oturduğun halde Allah'ın rızasını kazanırsan, o iki bin dirhemi infak edip, Allah'ın rızasına varırsan, bunu yaparmısın?

-Evet!

-O halde git, bu parayı on şahsa ver: Borcunu vermeye çalışan borçluya, fakirlikten kurtulmak isteyen fakire, çoluk çocuk sahibi olup onları zengin etmeye çalışana, yetimi büyütene ve sevindirene ver; eğer kalbin o iki bin dirhemi bu saydıklarımdan birine ver-
meye razı ise ver. Zira bir müslümanın kalbine sevgi sokmak,üzüntülüyü üzüntüsünden, felâketzedeyi zararından, zayıfı zafiyetinden kurtarmak, farz hacdan sonra yüz nafile hactan daha üstündür. Kalk! Sana emrettiğimiz gibi o parayı infak et! Aksi takdirde kalbindekini bize söyle!

-Ey Ebu Nasr! Benim kalbimde sefere gitmek daha kuvvetlidir.

Bunun üzerine Bişr tebessüm ederek ona yöneldi ve 'Mal, ticaretin kirinden ve şüphelilerden derlendiği zaman, nefis ister kî onunla ihtiyacını görmüş olsun! Dolayısıyla nefis sözde salih ameller yaptığını sanır! Oysa Allah Teâlâ, muttakîlerin amelinden başkasını kabul etmemeye söz vermiştir' dedi.

Servet sahiplerinden diğer bir grup da servetle meşgul olmakta, malı korumakta ve cimrilikle onu ellerinde tutmaktadır. Sonra paraya bağlı bulunmayan, gündüz oruç tutmak, gece namaz kılmak ve Kur'an hatmetmek gibi bedenî ibâdetlerle meşgul olmaktadırlar. Oysa bunlar aklanmışlardır. Çünkü helâk edici cimrilik bunların içlerini kemirmektedir. Bu bakımdan yaptıkları ameller, mal vermek suretiyle içinden cimriliğin kökünü kesmeye muhtaçtır. Oysa müstağni bulunduğu birtakım faziletleri talep etmekle meşguldür. Bu kimsenin misali, elbisesinin içerisine yılan girmiş, ölüme yaklaşmış, buna rağmen hâlâ safrasını teskin etmek için sekencebin ilacını pişirmekle meşgul olan bir kimseye benzer. Yılanın kendisini öldürdüğü kimse artık sekencebin'e nerede muhtaç olacaktır? Bu sırra binaen Bişr'e şöyle denildi: Talan zengin çok oruç tutar, çok namaz kılar!' Bişr 'Miskin herif! Kendisine yakışan halini bırakmış da başkasının haliyle hallenmiştir! Oysa bu zengine yakışan hal, açlara yemek yedirmek, fakirlere sadaka vermektir. Böyle yapması, nefsini aç bırakmaktan, mal toplayıp fakirlerden menetmekle beraber namaz kılmaktan daha üstündür!'

Başka bir grup daha vardır ki cimrilik onları kasıp kavurmakta, nefisleri sadece zekâtı edâ etmeye müsamaha göstermektedir. Sonra onlar malın çirkinini ve istenmeyenini, zekât olarak verirler. Zekâta müstehak olan fakirlerden de ancak kendilerine hizmet eden ve ihtiyaçlarına koşan veya gelecekte hizmetlerinde kullanabilecekleri fakirleri veya kendisinden herhangi bir hizmet bekledikleri kimseyi arayıp bulurlar veya öyle bir fakire verirler ki o fakire haşmetinden (sosyal mevkiinden) istifade edilir büyükler-den bir kimse yardım etmektedir. Bu fakire zekât vermekten gayesi, bu kimseye yardım eden o mevki sahibi kişinin yanında bir kıymet sağlamak ve dolayısıyla ona ihtiyaçlarını gördürmektir. Bütün bunlar, sahipleri mağrur olduğu için niyeti ifsad edici ve ameli yakıcıdırlar. Bu mağrur Allah'a itaat ettiğini zanneder. Oysa yalancıdır; zira Allah'ın ibâdetine karşılık, başkasından ücret beklemektedir. Bu kimse ve bunun benzerleri servet sahibi olup gurura kapılmışlardır. Bunlar sayılamayacak kadar çokturlar.

Biz bu kadarını gururun diğer cinslerine dikkati çekmek için zikrettik. Halk tabakasından, servet sahiplerinden ve fakirlerden diğer bir grup vardır. Zikir meclislerine gitmeleriyle mağrur olurlar. Zikir meclislerine gitmelerinin, kendilerine kâfi geldiğine inanırlar.

Bunu âdet edinmişlerdir. Zannederler ki amel etmeksizin, nasihat almaksızın sadece va'z dinlemekte bir ecir vardır. Bunlar aldanmış kimselerdir. Çünkü zikir meclisinin fazileti, hayra teşvik ettiğinden ötürüdür. Eğer orada bulunmak, insanın hayra karşı şevkini artırmazsa, orada hayır yoktur. Rağbet güzeldir. Çünkü insanı amel etmeye teşvik eder. Eğer rağbet amele teşvik etmek gücünden mahrum olursa, onda da hayır yoktur. Başkası için kastolunan birşey, insanı o şeye ulaştırmakta yetersiz olduğu zaman, onun kıymeti kalmaz. Bazen de vâizden, zikir meclisinde hazır bulunmanın ve ağlamanın faziletini işitir. Bununla da aldanır. Bazen kadınların rikkati (inceliği) gibi, bir rikkat kalbine girer, azmi ve kasdı olmaksızın ağlamaya başlar. Bazen korkutucu bir konuşma dinler. Ellerini iradesi dışında birbirine vurup 'Ey Selâm (Allah'ın bir ismi)! Bizi selamette bırak' veya 'Sübhanallah' demekten başka birşey yapmaz ve zanneder ki böyle yapmakla hayrın tamamını işlemiştir. Oysa mağrurdur. Bunun misali, hasta bir kimsenin misaline benzer. İştah çekici ve lezzet verici yemekleri vasıflandıran bir acın misaline benziyor. Bu aç, yemeklerin vasıflarını saydıktan sonra yemeden giderse, böyle yapması ne hastanın hastalığından, ne de acın açlığından hiçbir şeyi gidermez. Sadece ibâdetlerin vasıflarını dinleyip amel etmezse bu Allah'ın azabından insanı kurtarmaz. Bu bakımdan dinlediğin va'z, senin fiillerini değiştirecek derecede sıfatlarından birini değiştirmezse Allah'a kuvvetli veya zayıf bir şekilde yönelmeni ve dünyadan sakınmanı temin etmezse, bu va'z senin aleyhinde bir delil olur. Sen bu va'zı kendin için kurtuluş vesilesi görürsen mağrursun demektir!

Eğer 'Senin zikretmiş olduğun gururun giriş noktaları hiç kimsenin elinden yakasını kurtaramadığı bir şeydir. Bundan sakınmak mümkün değildir. Senin söylediğin ümitsizliği gerektirir; zira beşerden hiç kimse bu âfetlerin gizlilerinden sakınamaz' dersen, cevap olarak derim ki: 'İnsanın herhangi birşey hakkında gayreti gevşediği zaman ümitsizliğini izhar eder. O işi oldukça büyütür. Onun yapılamayacağını düşünür. Hevasına kapıldığı zaman çeşitli hileler düşünür. Düşüncenin inceliğiyle yolların en gizlisini, hedefine varmak hususunda elde eder. Hatta insan kendisinden uzak bulunmasına rağmen fezada uçan kuşu indirmek istediği zaman, onu bile bir hileyle indirir. Denizin derinliğinden balık çıkarmak istediği zaman, herhangi bir hileyle çıkarabilir. Altın ve gümüşü dağların altından çıkarmayı istediği zaman herhangi bir yolla çıkarır. Çöllere ve sahralara dağılmış vahşî ve ürkek hayvanları avlamak istediği zaman avlayabilir. Yırtıcı hayvanları, fili ve hayvanların en büyüklerini teşhir etmek istediği zaman teşhir edebilir. Yılanları ve ejderhaları yakalayıp onlarla oynamak istediği zaman, onları elde edebilir ve onların karınlarından panzehir çıkarır.

Dutun yaprağından renkli ve nakışlı ipekli edinmek istediği zaman edinebilir. Yıldızların miktarlarını, uzunluk ve enini bilmek istediği zaman, hendesesinin inceliğiyle yeryüzünde olduğu halde onu elde eder.

Bütün bunları hileleri (ince sanatları) ve hazırladığı aletleriyle elde eder! Bu bakımdan atı binmek, köpeği avlamak, doğan kuşunu diğer kuşları tutmak ve ağı balık avlamak için hazırlamak, ademoğlunun ince hilelerindendir. Bütün bunları, gayreti dünya için olduğu ve bunlar da dünyası hususunda yardımcı bulunduğu için yapmıştır. Eğer ahiret işleri onu ilgilendirmiş olsaydı onun için bir tek meşguliyet vardı. O da kalbin düzeltilmesidir. Bu bakımdan insanoğlu kalbinin düzeltilmesinden mahrum olduğu için 'Bu muhaldir buna kimin gücü yeter?' der. Oysa bu hiç de muhal değildir. Evet, eğer hedefi sadece bu olduğu halde sabahlarsa, hiç de muhal değildir. Aksine durumu tıpkı şöyledir: 'Eğer hevâ-i nefse kapılırsan hileleri elde edersin'.

Bu öyle bir şeydir ki selef-i Salihîn onu yapmaktan âciz olmamışlardır. Onların yolunu güzel bir şekilde takip edenler de bunu yapmaktan aciz olmamıştır. Bu bakımdan iradesi doğru ve himmeti kuvvetli bulunan kimse de bunu tahakkuk ettirmekten âciz değildir. Hatta bu hareketin tahakkuku halkın dünya hilelerini elde edip sebeplerini tanzim etmek için çekmiş olduğu yorgunluğun onda birine muhtaç değildir.

Soru: Gururun giriş noktalarını pek fazla zikrettikten sonra bu hususta işi pek yaklaştırdın. Bu bakımdan kul ne ile gururdan kurtulur?

Cevap: Kul gurur'dan üç şeyle kurtulur:
a.Akıl

b.İlim

c.Mârifet

İşte bunlar, her insan için gereken üç şeydir.

Akıl

Akıl insanda yaratılmış tabiî bir fıtrat ve aslı nur olan bir şeydir, insan onunla eşyanın hakikatini idrâk eder. Bu bakımdan seziş ve akıllılık fıtrattır. Ahmaklık ve geri zekalılık fıtrat değildir. Ahmak olan bir insan gururdan korunmaya muktedir değildir. Öyle ise aklın saflığı ve fehmin zekâsı elbette fıtratın aslında ol-ması lâzımdır. Eğer insanoğlu, bu temel üzerinde yaratılmamış olsaydı, onu kazanması mümkün değildi. Evet! Aslı var olduğu zaman, çalışma ile onu takviye edip geliştirmek mümkündür. Bu bakımdan saadetlerin tümünün esası akıl ve riyasettir. Nitekim Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:

Aklı, kulları arasında farklı farklı paylaştıran Allah, ortaklardan münezzeh ve düşmanlarının söylediklerinden uzaktır. Gerçekten iki kişinin amelleri, sevapları, oruç ve namazları eşit olur. Fakat tıpkı zerrelerin Uhud dağına nisbeten farklı oldukları gibi akılda farklıdırlar. Allah Teâlâ, mahlûkları için akıl ve yakînden daha üstün bir nasibi yaratmış değildir.29

Ebu Derdâ şöyle anlatır: Hz. Peygamber'e şöyle soruldu: 'Bir kişi gündüz oruç tutar, gece ibâdet eder. Hacca gider, umre yapar, sadaka verir. Allah yolunda savaşır. Hastayı ziyaret, cenazeyi teşyi ve zayıfa yardım eder. Fakat kıyamet gününde Allah katındaki derecesini bilmez mi?'. Hz. Peygamber (s.a) cevap olarak şöyle buyurmuştur:
O ancak aklı kadar mükâfatlandırılır.30

Enes der ki: Hz. Peygamber'in katında bir kişi övüldü. Ashab da onun hakkında güzel şeyler söylediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a) şöyle dedi: 'Onun aklı nasıldır?' dediler ki: 'Ey Allah'ın Rasûlü! Biz onun ibâdetinden, fazilet ve ahlâkından bahsediyoruz!' Hz. Peygamber (s.a) şöyle cevap verdi:

Ahmak bir insan, hamakatından ötürü, yalancının yalanından ötürü uğradığı felâketten daha büyük bir felâkete düçar olur! İnsanlar kıyamet gününde ancak akılları nisbetinde (Allah'a) yaklaştırılırlar'.31

Ebu Derdâ (r.a) şöyle demiştir: 'Hz. Peygamber'in kulağına herhangi bir kişinin fazla ibâdet ettiği haberi geldiği zaman, onun aklını sorardı. Ashab 'Onun aklı güzeldir' dedikleri takdirde şöyle derdi: 'Ben de onun hedefe yaracağını ümit ederim'. 'Aklı güzel değildir dediklerinde, Hz. Peygamber 'Hedefe ulaşacağını zannetmiyorum' derdi.
Bir ara, bir kişinin çok fazla ibâdet ettiği Hz. Peygambere bildirildi. Hz. Peygamber 'Onun aklı nasıldır?' dedi. Ashab-ı kirâm 'Birşey değildir' dedi. Hz. Peygamber buyurdu ki:

Arkadaşınız zannettiğiniz mertebeye varamaz!32

Bu bakımdan sıhhatli zekâ ve akıl tabiatı Allah Teâlâ tarafından fıtratın esasında yaratılmış bir nimettir. Eğer hamakat-tan dolayı elden giderse artık onu telâfi etmeye imkân yoktur.

Mârifet

Mârifet'ten gaye, dört şeyi bilmektir; nefsini, rabbini, dünyasını ve ahiretini...
Nefsini, kulluk ve zilletle görevli bilmelidir. Âlemde garip olduğunu, bu hayvanî şehvetlerin yabancısı olduğunu bilmelidir. Tabiaten ona uygun olanın ancak Allah'ın marifeti olduğunu bilmelidir. Daha önce Allah'ın cemâline bakmalıdır. Kişinin nefsini bilmeden önce böyle düşünmesi ve rabbini tasavvur etmesi düşünülemez. Bu bakımdan bunu elde etmek için muhabbet bahsinde, Kalbin Acaiplikleri'ni izah ettiğimiz bölümde, Tefekkür, Şükür bölümlerinde söylediklerimizden yardım istemeli; zira oralarda nefsin vasfına, Allah'ın celâlinin vasfına işaretler vardır. Az da olsa onlarla uyanma hâsıl olur. Mârifetin kemâli onun ötesindedir. Çünkü bu, mükâşefe ilimlerindendir. Biz bu bölümde sadece muamele ilimlerinin sahasında çadırımızı kurduk.

Dünya ve ahiretin mârifetine gelince, bunu elde etmek için, Dünyanın Zemmi ve Ölüm'ün Zikri bahsinde söylediklerimizden yardım talep etmeli ki kendisine 'Dünyanın ahirete nisbeti yoktur' hakikati tebeyyün etsin! Bu bakımdan nefsini ve rabbini, dünyasını ve ahiretini tanıdığı zaman, Allah'ı tanımasından Allah'ın sevgisi, ahireti tanımasından ahirete şiddetle tâlip olması, dünyayı tanımasından dünyadan kaçınması fikri kalbine doğar.
İşlerin en mühimi, kendisini Allah'a ulaştıran ve ahirette kendisine fayda verenidir. Bu irade kalbine galebe çaldığı zaman, bütün işlerde niyeti dosdoğru olur. Yediğinde veya def-i hâcet ile meşgul olduğunda bundan gayesi ahiret yolculuğuna yardım etmek olur. Niyeti sıhhatli olur, kaynağı menfaat çekişmesi, dünyaya, mertebeye ve mala meyletmek olan her grup kendisinden uzaklaşır; zira bunlar, niyeti ifsad eden şeylerdir. Dünya bunun nezdinde ahiretten sevimli, nefsinin hevası Allah'ın rızasından daha sevimli oldukça, gururdan kurtulması mümkün değildir. Bu bakımdan Allah'ın ve nefsinin mârifetiyle, aklın kemâlinden doğan Allah sevgisi kalbine galebe çaldığı zaman, ilimden ibaret olan üçüncü bir vasıtaya muhtaç olur.

İlim

İlimden gaye, Allah'a giden yolun keyfiyetini bilmek ve kendisini Allah'a yaklaştıranı ve uzaklaştıranı tefrik etmektir. Yolun âfetlerini, aşılması zor olan engellerin ve tehlikelerini bilmektir. Bütün bunları eserimizin bahislerine dercetmiş bulunuyoruz. Bu bakımdan İbâdetler bölümünden ibâdetlerin şartlarını öğrenmeli, onları gözetmeli, âfetlerini bilmeli ve onlardan sakınmalıdır.

Âdetler bölümünde hayatın sırlarını ve mecbur olduğu şeyleri bilmeli, şeriat edebiyle onu edinmelidir. İhtiyacının olmadığı şeyleri bilmeli ve onlardan yüzçevirmelidir.

Mühlikât bölümünden, Allah yoluna mâni olan bütün engelleri öğrenmelidir; zira Allah'a gitmeye mâni olan, halkta bulunan kötü sıfatlardır. Bu bakımdan kişi kötü ve çirkin şeyleri öğrenmeli, onların tedavi yolunu da bilmelidir.

Münciyât bölümünden, kötü sıfatları sildikten sonra, o sıfatların yerine konması gereken güzel sıfatları öğrenmelidir.

Bu bakımdan bütün bunları kavradığı zaman bizim işaret ettiğimiz gururun çeşitlerinden sakınması mümkün olur. Bütün bunların temeli, Allah sevgisinin kalbe galebe çalması ve dünya sevgisinin kalpten çıkmasıdır ki dolayısıyla irade kuvvet bulsun, niyet sıhhatli olsun! Bu ise ancak zikerettiğimiz mârifet edinildikten sonra mümkündür.

Soru: Kişi, bütün bunları yaptığı zaman artık o kişi için hangi tehlikeden korkulur?

Cevap: Şeytanın onu aldatmasından korkulur. Onu halka nasihat yapmaya, ilim neşretmeye ve insanları Allah'ın dininden öğrendiği şeylere dâvet etmeye itelemesinden korkulur; zira hâlis olarak Allah'ı irâde eden kişi, nefsinin ve huylarının temizlenmesinden feragat ettiği zaman, bütün bulanıklıklarından tasfiye edilinceye ve dosdoğru yol üzerinde oluncaya kadar kalbini kontrol etmelidir. Dünya onun gözünde küçülmeli ve dünyayı terketmelidir. Halktan ümidi kesilmeli, artık halka iltifat etmemelidir. Bir hedefinden başka hedefi kalmamalıdır. O da Allah Teâlâ, Allah'ın zikri ve münacaatı ile zevklenme ve onun mülakatına olan iştiyaktır.

Şeytan böyle bir kimseyi aldatmaktan artık aciz kalır; zira şeytan dünya cephesinden, nefsin şehvetleri cephesinden gelir. Bu kişi, ona itaat etmez. Din cihetinden gelir ve ona, halka merhamet, dinlerine şefkat ve kendilerine nasihat ve Allah'a daveti telkin eder. Kul, rahmet ile Allah'ın diğer kullarına bakar. Onları işlerinde mütehayyir, dinlerinde sarhoş, sağır ve kör görür. Bilmedikleri halde, hastalığın istilâsına uğradıklarını, doktoru kaybettiklerini ve helake yaklaştıklarını görür. Bu bakımdan onlara merhamet etmek kalbine galebe çalar. Oysa nezdinde de onları hidayete sevkedecek şeyin hakikî mârifeti, onlara dalâleti gösterecek ve onları saadete irşad edecek şeyin hakikî marifeti vardır. O yorulmaksızın, zahmet çekmeksizin, herhangi bir zorluğa girmeksizin onu söyleyebilir. Bu bakımdan bu kimsenin misâli; kendisinde büyük bir hastalık, elemine güç ve tâkat getiremeyecek bir illet bulunan bir kimse gibidir. Bu kimse, o hastalığından ötürü bütün gece uykusuz ve bütün gün kıvranmaktadır. Yemez, içmez, kıpırdamaz,elemin şiddetinden ötürü tasarruf edemez.Bu bakımdan bu kimse kendisi için parasız pulsuz, zahmetsiz, yutulması kolay ve alınmasında herhangi bir acılık bulunmayan bir deva görür. Onu kullanır, iyileşir ve sıhhate kavuşur. Uzun zaman uykusuz kaldıktan sonra, uyuması gayet düzelir. Şiddetli kıvranmaktan sonra sükûnete kavuşur. Bulanıklığın katmerlisinden sonra, yaşantısı durulur, temizlenir. Hastalığın uzunluğundan sonra sıhhatin zevkine kavuşur. Bunlardan sonra müslümanlardan birçok kimselere bakar bir de ne görsün: Aynı illet onlarda da vardır. Onların da uykusuzlukları oldukça uzamış, ızdırapları şiddetlendikçe şiddetlenmiş, âh'u vahları göklere kadar yükselmiştir. Bu durumda iken, bunların ilacının bildiği iIaç olduğunu hatırlar. Onların şifa bulmasına en kolay ve en kısa za-manda yardım edebileceğini düşünür. Bu bakımdan merhamet ve şefkati tutar. Onları tedavi etmekten geri kalmaya nefsi bir türlü râzı olmaz. İşte Allah yoluna hidayet olunduktan sonra, ihlaslı bir kulun durumu da aynen böyledir. Bu kul, kalbin hastalıklarından şifa bulduktan sonra, halkı görür ki kalpleri hasta, hastalıkları oldukça ilerlemiş, helâk olmaları yaklaşmış, şifaya kavuşturulmaları gerekir... Onları tedavi etmek de kendisine pek kolay gelir.

Bu bakımdan nefsinin derininde kesin bir azim kabarır ve onlarla meşgul olur. Şeytan da onu -herhangi bir fitne fırsatını elde etmek ümidiyle- buna teşvik eder. Bununla meşgul olunca, şeytan fitnenin fırsatını bulur. Onu riyaset sevdasına davet eder. Hem de müridin sezmediği ve karıncanın izinden daha gizli bir dâvetle dâ-vet eder. Bu gizli dâvet onun kalbinde kesilmeden devam eder. Hatta şeytan onu tasannû yapmaya, halka kendisini lâfızlar, nağmeler ve hareketlerin güzelleştirilmesiyle süslü göstermeye, elbisesinde, görünüşünde tasannû yapmaya dâvet eder. Dolayısıyla halk ona yönelip onu büyütürler.'Tâzim ve tebcil ederler. Şifa verici olduğunu gördüklerinden dolayı padişahların tâziminden daha büyük bir tâzim onun huzurunda eğilirler. Çünkü o, katıksız şefkat ve merhametten dolayı herhangi bir tamahı olmaksızın, onların hastalıklarını şifaya kavuşturmuştur. O halkın yanında onların ecdatlarından, annelerinden ve akrabalarından daha sevimli olur. Onu bedenleriyle, mallarıyla herşeye tercih ederler. Köle ve hizmetçiler gibi, onun kulu kölesi kesilirler. Mahfellerde ona hizmet edip öne geçirirler. Onu sultanların üzerine hâkim kılarlar. İşte bu anda tabiat gevşer, nefis rahatlar. Öyle bir zevk tadar ki, hem de çok büyük bir zevk! Dünyadan öyle bir şehvet elde eder ki o şehvete nisbeten diğer şehvetlerin hepsi hakir kabul edilir. Bu kişi dünyayı terketmişken dünyanın en büyük zevklerine dalar. İşte bu anda şeytan fırsatı elde eder. Onun kalbine elini uzatır. Bu bakımdan şeytan o zevkleri koruyup devam ettiren herşeyde onu kullanmaya başlar.

Tabiatın gevşemesinin ve nefsin şeytana meyletmesinin alâmeti şudur: Eğer kişi yanılır ve halk huzurunda yanıldığı yüzüne vurulursa öfkelenir. Öfkelendiği için nefsini kınarsa şeytan derhal yanına sokulup 'Senin bu kızman Allah içindir. Çünkü müridlerinin senin hakkında inançları güzel olmadığı zaman, müridler Allah'ın yolundan ayrılırlar' hayalini verir. Dolayısıyla o da gurura kapılmış olur. Bazı kere de kendisine karşı yapılan itiraz, itirazcının aleyhinde konuşmasına yol açar. Bu bakımdan helâli terkettikten sonra gıybetin mahzuruna girmiş olur. Hakkı kabul etmekten uzak durmak ve hakka karşı şükretmeyi nefsine ağır görmekten ibaret olan kibre -tehlikelerin ihtimallerinden kaçtıktan sonra- yeniden düşer.

Sesli güldüğü veya bazı virdlerinden gevşediği zaman, nefsi 'Başkası benim böyle yaptığıma muttali olacak ve halk nezdindeki mertebem düşecektir' diye korkarak vaveylâ koparır. Bu bakımdan derhal bunun arkasından mağfiret talebinde bulunur. Yapmacık bir şekilde derin derin iç çeker. Bazı kere de bunun için amel ve virdlerini fazlasıyla yapar. Şeytan ona şu hayali verir: 'Sen bunu halkın gayreti gevşemesin, senin bırakmanla Allah'ın yolunu bırakmasınlar diye yapıyorsun'.

Oysa bu, şeytanın bir hilesi ve aldatmasıdır. Aksine nefsin feryad koparması, riyasetin elden gideceği korkusundandır. İşte bundan dolayıdır ki onun emsallerinden birisinin böyle bir kusuruna halk muttali olursa, nefis feryat etmez. Aksine çoğu zaman buna sevinip keyiflenir. Eğer kalpler, emsallerinden birisine meyleder ve kendisinin konuşmasından daha fazla o arkadaşının konuşması tesir ederse, bu durum ona gayet ağır gelir. Eğer nefsin riyasetten zevk alması sözkonusu olmasaydı, böyle bir fırsatı ganimet sa-yardı; zira bu kimsenin misâli, arkadaşlarından bir cemaatin kuyuya düştüğünü ve kuyunun büyük bir taş ile kapanmış olduğunu gören bir kimse gibidir. Onlar, o taştan ötürü kuyudan çıkmaktan aciz kalırlar. Bu bakımdan kalbi arkadaşları için rikkate gelir. Kuyudan taşı, tek başına kaldırmaya gücü yetmez. Bu hususta kendisine yardım edip kaldırmayı kolaylaştırmak için veya tek başına o taşı kaldırıp atmak için, biri gelirse o adamın gelişi ile şüphesiz ki sevinci artar ve büyür. Çünkü gayesi; arkadaşlarını kuyudan kurtarmaktır. Eğer nasihatçının gayesi müslüman kardeşlerini ateşten kurtarmak olsa, bu hususta kendisine yardım eden veya bu vazifenin külfetini kendisinden tamamen kaldıran biri ortaya çıktığı zaman, müslümanlarm hidayeti için çalışan o kimseye kızar mıydı? İnsanların başkası sayesinde hidayet bulmaları ağır gelir miydi? (Elbette gelmemesi icabederdi). Bu bakımdan müslümanlarm başkasının eliyle hidayete geldikleri de ona ağır gelmemelidir. Böyle bir ağırlığı nefsinde gördüğünde, şeytan onu kalbin büyük günahlarını, azaların fâhiş hareketlerini yapmaya dâvet edip helâk eder! Bu bakımdan hidayetten sonra kalplerin dalâlete sapmasından, dosdoğru olduktan sonra nefsin sağa sola sapmasından Allah'a sığınırız.

Soru: O halde onun ne zaman insanlara nasihat etmekle meşgul olması doğru olur?

Cevap: Ancak Allah için onların hidayetlerini istemekten başka bir kastı olmadığı zaman meşgul olabilir. Öyle ki bu hususta kendisine yardım eden birinin bulunmasını veya insanların kendiliğinden hidayet bulmasını arzular, onların övgüsünü ve mallarını istemez. Onun nezdinde kendisini övmeleriyle kötülemeleri eşittir. Allah Teâlâ kendisini övdüğü zaman, onların kötülemesine aldırmaz. Allah'ın medhiyle beraber olmadığı takdirde onların medhine sevinmez. Büyük insanlara ve hayvanlara baktığı gibi onlara bakar. Efendilere baktığı gibi onlara bakması, onlara karşı gurur taslamadığı içindir. Sonucu bilmediğinden dolayı hepsini kendisinden daha hayırlı gördüğü için öyle bakar. Hayvanlara baktığı gibi onlara iltifat edip bakması ise, onların kalplerinde mertebe sahibi olmasını talep etmekten tamahını kestiği içindir. Çünkü hayvanların kendisini nasıl gördüklerine aldırmaz. Hayvanların takdirini kazanmak için süslenmez ve tasannû yapmaz. Koyun çobanının gayesi; koyunlarını otlatmak, kurtlardan korumaktır. Sürünün kendisine bakıp da kendisini beğenmesi, hiçbir zaman onun hedefi değildir. Bu bakımdan hayvanların kendisini nasıl gördüklerine aldırmadığı gibi, insanların da nasıl gördüklerine aldırmamalıdır. Eğer bunlara önem verip dikkate alırsa insanların ıslahıyle meşgul olduğunda felâketten selim kalamaz. Evet! Bazen onları ıslah eder. Fakat bu arada onların ıslahından ötürü nefsini ifsad eder. Bu bakımdan lamba gibi olur. Başkasına ışık verir. Haddi zatında kendisi yanar!

Soru: Vâizler ancak bu mertebeye vardıkları takdirde va'z ederlerse, o vakit dünya vâizsiz kalır, kalpler harap olur?

Cevap: Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: 'Dünya sevgisi her hatanın başıdır'.

Eğer insanlar dünyayı sevmemiş olsaydı muhakkak âlem helâk olup, maişetler iptal olurdu. Kalpler ve bedenler yok olup giderdi. Ancak Hz. Peygamber, dünya sevgisinin helâk edici olduğunu söylediği halde yine de bu söz birçok insanın kalbinden dünya sevgisini sökmez. Ancak terketmeleriyle dünyanın harap olmayacağı bir azınlığın kalbinden dünya sevgisini sökeceğini bildiği için nasihati terketmemiş, dünya sevgisindeki büyük tehlikeyi zikretmiştir. Terketmesinden korktuğu için, her hatanın başı olduğunu zikretmeyi terketmemiştir, Çünkü Allah tarafından kul-larına musallat kılınan helâk edici şehvetlerin onları dünyaya daldıracağını bilmektedir. O şehvetler kullara musallat kılınmış ki Allah onlarla kulları cehenneme sevketsin.

Eğer dileseydik herkese (dünyada) hidayetini verirdik. Fakat benden 'Muhakkak cehennemi cinlerden ve insanlardan bir kısmı ile tamamen dolduracağım!' sözü çıkmıştır.(Secde/13)

Böylece vâizler riyaset sevgisinden ötürü durmadan çalışacaklardır. 'Riyaset sevgisi için va'zetmek haramdır' diyenin sözüyle vaizliği terketmeyecektir. Nitekim halk tabakasının, içki içmeyi, zinayı, hırsızlığı, riyakârlığı, zulmü ve diğer günahları Allah Teâlâ'nın ve peygamberinin 'bunlar haramdır!' demesine rağmen bırakmadıkları gibi. . .

Bu bakımdan sen kendin için dikkatli ol! Halkın konuşmasından kalbini boşalt; zira Allah Teâlâ, bir veya birçok şahsın ifsadıyla (kurban olmasıyla) halkın çoğunu ıslah eder. 'Eğer Allah insanların bazısını bazısıyla defetmeseydi muhakkak yeryüzü fesada gidecekti'; 'Muhakkak Allah, şu dini nasibi olmayan kavimlerle takviye eder.33 Ancak nasihat almanın yolunun ifsadından korkulur. Arkalarında baş olma ve dünya sevgisi olduğu halde vâizlerin susup dilsiz kesilmesi asla sözkonusu değildir.

Soru: Mürid, şeytanın hilesini öğrenmiş olur, nefsiyle meşgul olup nasihati terkederse veya doğruluk ve ihlâs şartını gözettiği halde nasihatta bulunursa, mürid için bu durumda hangi noktadan korkulabilir? Bundan sonra müridin önünde tehlikeler ve gurur tuzaklarından neler vardır?

Cevap: Müridin önünde en büyük tehlike, şeytanın ona 'Sen beni aciz bıraktın. Zekânla, aklının kemâliyle elimden kurtuldun. Ben velîlerden ve büyüklerden bir çoğuna güç yetirdim, sana bir türlü güç yetiremedim. Sen ne kadar da sabırlıymışsm. Allah katında senin kıymetin pek büyükmüş ki beni kahretmeye sana kuvvet verdi. Gururunun giriş noktalarını sezme imkânına seni sahip kıldı' demesidir. Bu bakımdan mürid de şeytanın bu sözüne kulak verir, onu tasdik eder, nefsini, gururdan kurtulduğu için beğenirse, müridin bu beğenmesi gururun katmerlisi olur. Bu beğenmek en büyük helak edicidir. Zira ucub her günahtan daha büyüktür. Bunun için şeytan dedi ki: 'Ey Âdemoğlu! İlminle benden kurtulduğunu zannettiğin zaman, cehaletinle benim tuzaklarıma düşmüş olursun!'

Soru: Eğer kişi, bu hünerin kendisinden değil Allah'tan olduğunu, kendisi gibi birinin şeytanı kovmasının ancak Allah'ın yardımıyla olabileceğini, nefsinin zafiyetini, herşeyden daha âciz olduğunu bildiği için nefsini beğenmezse böyle büyük bir işe güç yetirdiği zaman buna nefsiyle güç yetirmediğini, aksine Allah'ın yardımıyla güç yetirdiğini bilirse, ucb'u bu şekilde sildikten sonra onun nesinden korkulur?
Cevap: Allah'ın keremine güvenmesi ve azabından emin olması cihetinden gelen gururu kendisi için korku kaynağı olur. Hatta gelecekte de bu minval üzere kalacağını zanneder. Hallerde meydana gelen gevşeme ve değişmeden korkmaz. Bu bakımdan hali sadece Allah'ın kerem ve affına güvenmekten ibaret kalır. Bu güvenin beraberinde Allah'ın azabından korkma yoktur. Oysa Allah'ın azabından emin olan gerçekte zarar edenin ta kendisidir.
Bu kimsenin çıkar yolu; bütün bu yaptıklarını Allah'ın fazlından görmek, sonra dünya sevgisi, riya, kötü ahlâk, gafil olduğu halde herhangi bir izzete iltifat etmek gibi kalp sıfatlarından birinin nefsinin yolunu kapatmasından korkmaktır. Her göç edip konakladığında halinin kendisinden alınmasından korkmalıdır. Allah'ın azabından emin olmamalıdır. Sonucun tehlikesinden gafil bulunmamalıdır. Bu öyle bir tehlikedir ki ondan kurtuluş yoktur. Öyle bir korkudur ki ancak köprüyü geçtikten sonra ondan kurtuluş vardır. Bu sırra binaen şeytan ölüm ânında bir velî'ye göründüğü zaman, o zatın bir nefesi kaldığı halde şeytan ona: 'Ey filan! Benden kurtuldun!' der. O 'Hâlâ kurtulmuş değilim!' diye cevap verir.

Bu sırra binaen şöyle denilmiştir: 'İnsanların hepsi helâk olmuşlardır. Âlimler müstesna... Âlimlerin hepsi helâk olmuşlardır. Ancak amel edenler hariç... Amel edenlerin hepsi helâk olmuşlardır. AncakAncak ihlâs sahipleri hariç... İhlâs sahipleri de büyük bir tehlike üzerindedirler'!34

Bu bakımdan durum bu iken mağrur bir kimse helâk olmuştur. İhlâs sahibi olan ve gururdan kaçan bir kimse tehlike ile karşı karşıyadır. Bu sırra binaen korku ve sakınma hiçbir zaman Allah'ın velî kullarının kalplerinden ayrılmaz. Biz Allah Teâlâ'dan yardımını, tevfîkini ve akibetin güzelliğini talep ediyoruz. Çünkü işlerin hepsi sonuçlarına bağlıdır.

Kitabu Zemm'il-Gurur (Gurur'un Kötülenmesi) ve dolayısıyla Rub'ul-Mühlikât (3. cilt) bölümü sona ermiş bulunuyor. Bunu takiben Rub'ul-Münciyât (4. cilt) ve ilk bölümü olan Kitab'ut-Tevbe gelecektir. Evvelde ve ahirde hamd Allah'a mahsustur. Allah Teâlâ, kendisinden sonra nebî gelmeyecek olan Hz. Muhammedi rahmet deryalarını boşaltsın! Allah bana kâfidir. O ne güzel vekildir. Günahtan dönüş ve ibâdete yöneliş, ancak azîm ve yüce olan Allah'ın kuvvet ve kudretiyledir!
Rub'ul-Mühlikât (3. cilt) sona erdi.

______________________-

26)Bir nüshada da 'Aynı yerde Allah katında sıddîk olarak kaydedildi'şeklindedir.
27)Irâkî rivayeti bu şekilde görmediğini ifade etmektedir.
28) Tam adı Abdulmelik b, Abdülâziz el-Kuşeyrî en-Nesâî'dir. Güvenilir ve âbid bir kişidir.
29)Hakim-i Tirmizî, Nevadir
30)Hatib, Tarih
31)Dâvud b. Mihber
32)Hakim-i Tirmizî, Nevadir', İbn Adîy
33) Daha önce geçmişti.
34)(Ebu Muhammed Sehl b. Abdullah et-Tüsterî'den)

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...