DÜNYANIN ZEMMİ(KÖTÜLEME-YERME-KINAMA)
ZEMM: (NEDİR)
ZEMM:Kötüleme, yerme, kınama.
İnsana yakışan; başkalarını zemmetmekten utanıp kendi kusurlarını düzeltmekle meşgûl olmasıdır. Bilmiş ol ki! İnsanların çoğu medhedilmeyi sevdiği ve zemmedilmekten korktukları için, helâk olmuşlardır. Çünkü medhedilmeyi sevmeleri ve zemden korkmalar ı sebebiyle bütün tavır ve davranışlarında insanların rızâlarını almayı ve gönüllerini hoş etmeyi istemektedirler.
İnsana yakışan; başkalarını zemmetmekten utanıp kendi kusurlarını düzeltmekle meşgûl olmasıdır. Bilmiş ol ki! İnsanların çoğu medhedilmeyi sevdiği ve zemmedilmekten korktukları için, helâk olmuşlardır. Çünkü medhedilmeyi sevmeleri ve zemden korkmalar ı sebebiyle bütün tavır ve davranışlarında insanların rızâlarını almayı ve gönüllerini hoş etmeyi istemektedirler.
(İmâm-ı Gazâlî)
• Dünyanın Sıfatlarının Misallerle
Belirtilmesi
• Dünyanın Zemmi
• Dünyanın Zemmi ve Niteliği Hakkında
Mev'izeler
• Giriş
• İnsanlara Kendilerini,
Yaratıcılarını, Nereden Gelip, Nereye Gittiklerini Unutturan Meşguliyetler
• Kula Göre Dünyanın Hakîkati
*Giriş
Velî kullarına dünyanın tehlike ve âfetlerini tanıtıp bildiren Allah'a
hamdolsun! O Allah ki dünyanın ayıp ve çirkinliklerini dostlarına, onun delil
ve alâmetlerine baksınlar, sevablarını günahlarıyla karşılaştırıp tartsınlar
diye belirtmiştir. Onlar dünyanın kötülüklerinin iyiliklerinden çok olduğunu,
onun güneşinin batmaktan kurtulamayacağını anladılar. Fakat o, güzelliğiyle
halkın kalbini hoplatıp çeken bir kadın suretindedir. Onun çirkinliklerinin
nice sırları vardır ki ona varmak isteyenleri yolun ortasında helâk etmekte...
Sonra o, istekçilerinin elinden kaçmakta... Visalini onlara bahşetmekte pek
cimri davranmaktadır. Onlara yöneldiği zaman şerrinden ve vebalinden emin
olunmamakta... Bir saat iyilik yaparsa, arkasından bir senelik kötülük
yapmakta... Bir defacık kötülük yaparsa, onu bir sene uzatmakta... Bu bakımdan
onun ikbâl daireleri, helâk ile beraber gezmektedir! Dünya âşıklarının
ticaretleri zarardan ibarettir. Onun âfetleri istekçilerinin göğüslerine ardı
kesilmeyen oklar gibi peşipeşine saplanmakta... Hallerinin akışları
tâliblerinin zilletini haykırmakta.... Bu bakımdan ona aldanan herkesin âkibeti
zillet, onunla mağrur olan herkesin sonu hasrettir. Onun şânı, müşterisinden
kaçmak, kendisinden kaçanı da aramaktır. Hizmetçisinin elinden çıkar, kendisine
perva etmeyerek yüz çevirenin arkasından gider. Berraklığı bulanıklıkların
kirinden uzak değildir.
Sevgisi karıştırıcılardan ayrılmakta, selâmetinin arkasından hastalık gelmekte,
gençliği ihtiyarlığa sevketmekte, nimetleri hasret ve pişmanlıktan başka bir
meyve vermemekte... O hilekâr, kandırıcı ve uğursuzdur. Durmadan müşterilerine
süslü püslü görünür ki onlar kendisine kalben bağlanıp dost olsunlar. O zaman
onlara iri iri kesici dişlerini gösterip düşmanlık eder. İntizamlı sebeplerini
onlar için karma karışık yapar...
Acaibliklerinin gizli taraflarını gösterir, öldürücü zehirlerini onlara
tattırır, onları delici oklarının yağmuruna tutar, arkadaşları onun elinden
sevgi ve nimetler içerisinde iken birden onlara sırtını çevirir. Sanki onlar
tatlı rüyalar görmüş gibi olurlar! Sonra felâketleriyle hayatlarını perişan
eder, harmanda dövülen ve saman haline getirilen saplar gibi onları öğütür,
kefenleri içerisinde örtüp topraklara gömer. Onlardan biri, üzerine güneş doğan
bir şeyi elde ederse, onu hurdahaş bir vaziyete getirir, sanki o dünün zengini
değilmiş gibi yapar. Arkadaşlarına sevgi ümidini verir. Onları aldatarak hileli
vaadlere boğar. Onlar birçok şeyler beklerken, köşkler inşa ederken, köşklerini
mezara çevirir! Cemiyetlerini darmadağın eder. Çalışmalarını kasırga gibi toz
duman eder. Öyle bir hale getirir ki kendi kendilerine felâket isterler. İşte
dünyanın hususiyetleri budur. Fakat Allah'ın emri mutlaka yerini bula-caktır.
Salât ve selâm Allah'ın kulu ve rasûlü üzerine olsun. O rasül ki âlemlere
müjdeci ve uyarıcı olarak gönderilmiştir. Pırıl pırıl parlayan bir güneş olarak
doğmuştur.
Salât ve selâm Muhammed'in ehline ve din hususunda ona yardımcı olan
arkadaşlarına ve zâlimlere karşı onu destekleyen zevata olsun! Yarab! Onlara
salât ve selâm et!
Dünya hem Allah'ın, hem dostlarının ve hem de düşmanlarının düşmanıdır.
Dünyanın, Allah'a olan düşmanlığı cihetine gelince: Dünya Allah'ın kullarının
yolunu kesmekte (onları aldatmaktadır) ve bunun içindir ki, Allah Teâlâ onu
yarattığından beri ona bir defacık olsun şefkat nazarıyla bakmamıştır.
Dünyanın, Allah dostlarına olan düşmanlığı cihetine gelince, dünya onlara
çeşitli süsleriyle görünmüş, çiçekleriyle, yeşillikleriyle onları kandırmış...
Öyle ki onlar, dünyayı terketmek için dünyanın en acı şerbetini içmeye mecbur
olmuşlardır.
Dünyanın Allah düşmanlarına düşman olma cihetine gelince, dünya, hileleriyle
onları kandırmış, ağlarına düşürmüş, öyle ki onlar dünyaya bel bağlamışlar, ona
itimat etmişler ve onların dünyaya en muhtaç olduğu bir anda dünya onları
mahrum etmiştir. Onlar dünyadan öyle bir hasret meyvesi koparmışlardır ki onu
yemekle ciğerleri paramparça olmuştur. Sonra dünya onlara ebedî saadeti haram
kılmıştır. Onlar dünyanın elden gitmesine daima hasret çekmekte, onun
hilelerinden feryad etmekte ve yardımlarına kimse de gelmemektedir. Aksine
onlara 'cehennemde ümitsiz kalınız, benimle konuşmayınız' denilir.
Bunlar âhireti dünya hayatına satmış kimselerdir. Onun için bunlardan azap
hafifletilmez ve kendilerine yardım da edilmez,(Bakara/86)
Dünyanın gaile ve şerleri büyüdüğünde muhakkak ki dünyanın hakikatini, dünyanın
ne olduğunu ve dünyanın düşmanlığıyla beraber yaradılışındaki hikmetini,
aldatmaların ve şerlerin hangi kapıdan geldiğini anlamak lâzımdır. Zira şerri
bilmeyen bir kimse şerden sakınamaz ve şerre düşmesi de pek yakın bir
ihtimaldir. İşte biz -eğer Allah dilerse- dünyanın kötülüğünü, onun
misallerini, hakikatini, mânâlarının tafsilâtını, onunla ilgili meşguliyetin
sınıflarını, onun esaslarına olan ihtiyacın yönünü ve halkın dünyanın boş
şeyleriyle meşgul olup Allah'tan nasıl yüz çevirdiklerini zikredeceğiz. Allah
Teâlâ -razı olduğundan dolayı- yardım eder.
*Dünyanın Sıfatlarının Misallerle Belirtilmesi
Dünya, süratle yok olup gidiyor. Sonunun gelmesi pek yakındır. İnsanlara baki
kalmayı söz verir, sonra sözüne muhalefet eder. Sen ona bakar, onu sakin ve
istikrarlı görürsün. Oysa o şiddet ve süratle seyretmektedir. Süratle durmadan
akıp gitmektedir. Fakat ona bakan, onun hareketini hissetmeden ona bel bağlar.
Ancak sona erdiği zaman sezer. (O vakit de iş işten geçer). Dünyanın misali
gölgedir. Gölge, hareketsiz ve sakin görünür. Oysa hakikatte hareket
halindedir. Görünürde sakindir. Onun hareketi zahirî gözle görünmez, bâtınî
basiretle görülür. Dünya, Hasan Basrî'nin yanında zikredildiği zaman o şu şiiri
okudu: 'Uykudaki rüyalar veya geçici bir gölge gibidir. Muhakkak akıllı bir
kimse onun benzeriyle aldanmaz'.
Hasan b. Ali çoğu zaman misal getirerek şöyle derdi: 'Ey bekası olmayan dünya
lezzetlerinin ehli! Geçici bir gölgeye aldanmak hamakattır'.
Denildi ki: 'Bu şiir Hz. Hasan'ın sözüdür'.
Deniliyor ki, bedevilerden biri bir kavmin yanında misafir oldu. Kendisine bir
yemek ikram ettiler, yemeği yedi. Sonra onların çadırının gölgesine gitti ve
uyudu. Onlar çadırı kaldırdılar. Güneş adamın üzerine gelince kalktı ve şu
şiiri okudu: 'İyi bilin ki dünya inşa ettiğin bir gölge gibidir ve muhakkak
birgün gölgen yok olacaktır".
Yine şöyle denilmiştir: 'Dünyası en büyük hedefi olan kişi ke-sinlikle o
dünyanın aldatma ipine sarılmıştır!'
Dünyanın başka bir misali; hayalleriyle aldatmak, elden çıktıktan sonra iflas
etmek hususunda uyku âleminin hayal ve karışık rüyalarına benzer. Nitekim Hz.
Peygamber şöyle buyurmuştur:
Dünya, rüyalardır. Onun ehli ondan dolayı ceza görüp azap çekerler.40
Yunus b. Ubeyd şöyle demiştir: 'Ben nefsimi dünyada uyuyan bir kişiye bezettim.
Bu kişi rüyasında hoşuna giden ve gitmeyen durumları görür. Bu durumda iken
birden uyanır. İşte insanlar da böyle uykudadırlar. Öldükleri zaman uyanırlar.
O anda yas-landıklarından ve sevdiklerinden hiçbir şey ellerinde kalmaz!'
Bir hakîme şöyle denildi: 'Dünyaya en fazla benzeyen şey nedir?' Cevap olarak
şöyle dedi: 'Uykuda görülen rüyalardır'.
Ehline düşmanlığı ve yavrularını helâk etmesi bakımından dünyanın başka bir
misâli: Dünyanın tabiatı, kandırmak için önce yumuşaklık ve lûtuf göstermektir.
Sonunda âheste âheste helâk eder. Dünya, müşterisine süslenen bir kadın
gibidir. Onlarla evlendiği zaman onları keser!
Hz. İsa'ya, keşif âleminde dünya gösterildi. Dünyayı ihtiyar, beli kambur ve
sırtında her süsten birşeyler bulunan bir kadın sûretinde gördü. Dünyaya şöyle
sordu:
-Kaç defa evlendin?
-Sayamam!
-Kocalarının hepsi ölüp mü seni bıraktılar, yoksa hepsi seni boşadılar mı?
-Aksine hepsini ben öldürdüm!
-Kalan kocalara yazıklar olsun! Senin geçmiş kocalarından nasıl ibret
almıyorlar? Sen onları, birbirinin ardından helâk ediyorsun, hâlâ senden
sakınıp uzaklaşmıyorlar!
İçi dışına benzememek bakımından dünyanın başka bir misâli: Dünyanın dışı
süslü, içi çirkindir. O, süslenmiş bir acuze kadın gibidir. Halkı, görünür
taraflarıyla aldatır. Halk onun içine vâkıf olduğu zaman, onun yüzünden peçeyi
kaldırdıkları zaman onun çirkinlikleri onların gözleri önüne serilir. Dış
görünüş ile aldatıldıklarından ve akılsızlıklarından utanırlar!
Ulâ b. Ziyad41 şöyle demiştir: 'Rüyamda yaşlı bir acûze gördüm. Derisi
buruşmuştu. Fakat dünyanın bütün süsleri sırtındaydı. Halk çepeçevre etrafını
sarmış, hayran hayran kendisini temaşa ediyordu. Gelip baktım, onların onu
seyretmelerine hayret ettim. Ona şöyle dedim:
-Azap olasıca! Sen kimsin?
-Sen beni tanımıyor musun?
-Hayır! Senin kim olduğunu bilmiyorum!
-Ben dünyayım.
-Senin şerrinden Allah'a sığınıyorum.
- Eğer benim şerrimden korunmayı istiyorsan paradan nefret et!
Ebubekir b. Iyaş42 şöyle demiştir: 'Dünyayı rüya aleminde, yüzü çirkin, beli
kambur bir ihtiyar kadın olarak gördüm. Elini çırpıyordu, halk arkasına
takılmıştı, el çırpmakta ve hora tepmekte idiler. Benim hizama geldiği zaman
bana yöneldi ve şöyle dedi: 'Eğer seni elde etseydim, şunların başına
getirdiğimi senin de başına getirecektim'. Sonra Ebubekir hüngür hüngür
ağlayarak şöyle dedi: 'Bağdad'a gelmeden önce bu rüyayı görmüştüm!'
Fudayl b. İyaz İbn Abbas'tan şöyle naklediyor: 'Kıyamet gününde dünya beli
kambur, gözü mavi, ön dişleri dışarda, şekli çirkin bir ihtiyar kadın sûretinde
getirilir ve halka denilir ki: 'Siz bunu tanıyor musunuz?' Onlar 'Biz bununla
tanışmaktan Allah'a sığınıyoruz!' derler. Denilir ki: 'Bu, o dünyadır ki siz
onun için dövüştünüz, aranızdaki sıla-yı rahmi kestiniz, ondan dolayı
birbirinizden nefret ettiniz. Birbirinizi kandırdınız, mağrur oldunuz!' Sonra
dünya cehenneme atılırken şöyle bağırır: 'Ey rabbim! Benim yardımcılarım ve dostlarım
nerede?' Bunun üzerine Allah Teâlâ şöyle buyurur: Dünyanın dost ve
yardımcılarını dünyaya ilhak ediniz!'
Fudayl b. İyaz şöyle demiştir: 'Dinlediğime göre, bir kişi ruhen Allah'ın
huzuruna gitmek üzereyken bakar ki yolun kenarında sırtında her türlü süs
eşyası ve elbiseler olan bir kadın duruyor, yanından geçen herkesi oyalıyor. O
arkasını çevirdiğinde insanların gördüklerinin en güzeli oluyor. O yöneldiğinde
insanların gördüğü şeyin en çirkini oluyor. Beli kambur bir acuze!... Gözü gök
renkli ve miyop... Ben şöyle dedim:
-Senin şerrinden Allah'a sığınıyorum!
-Hayır! Allah'a yemin ederim, sen paradan nefret etmedikçe Allah seni benim
şerrimden korumaz.
-Sen kimsin?
-Ben dünyayım!
İnsanoğlunun dünyadan geçişi ve dünya için başka bir misalî: Haller üçe
ayrılır: Bir hal var ki, sen onda hiçbir şey değildin... O hal, senin
varlığından önce ezele kadar olan haldir. Bir hal var ki onda dünyayı müşahede
etmiyordun. O da ölümünden sonra ebede kadar olan haldir. Üçüncü bir hal var ki
ebed ile ezel arasındadır. O da senin dünyadaki hayatının günleridir. Bu
bakımdan onun uzunluk miktarını düşün ve onu ezel ve ebed taraflarına nisbet et
ki, dünyanın uzun seferde kısa bir menzilden de kısa olduğunu anlayasın.
Bunun için Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:
Benimle dünyanın arasında (ne alâka) var! Benim ve dünyanın misâli, bir yaz
gününde seyreden bir binicinin misâli gibidir. O biniciye bir ağaç görünür. O
ağacın gölgesinde bir an uyur. Sonra onu terkederek yoluna devam eder.43
Kim dünyayı bu gözle görürse, o kimse dünyaya meyletmez. Dünyanın günleri
zararda mı, darlıkta mı, genişlik ve refahta mı geçmiştir umursamaz. Hatta
böyle bir kimse dünyada bir kerpiçin üzerine bir kerpiç koymaz. Çünkü Hz.
Peygamber (s.a) kerpiç üzerine kerpiç koymadan, kamış üzerine kamış koymadan
dünyadan göçüp gitti. Bazı ashabın kireçten ev yaptığını gördüğünde 'İşin
bundan daha acele olduğunu görüyorum!'44 buyurdu ve onların yaptığını
beğenmedi. Buna Hz. İsa da işaret ederek şöyle demiştir: 'Dünya köprüdür. Onun
üzerinden geçiniz, fakat üzerinde ev yapıp tamir etmeyiniz!'
Bu açık bir misaldir. Zira dünya hayatı, ahirete ulaştıran bir köprüdür. Beşik,
köprünün başına konulan mil, mezar köprünün öbür başına konulan mil... İki mil
arasında sınırlı bir mesafe vardır. İnsanların bir kısmı köprünün yarısına, bir
kısmı üçte birine, bir kısmı üçte ikisine, bir kısmı da sonuna geldiği halde
hâlâ da gâfildir. Durum ne olursa olsun mutlaka geçmek mecburiyetindedir.
Geçerken köprünün üzerinde ev inşa etmek, çeşitli süs ve
ziynetler takmak, cehalet ve muhrumiyetin tipik bir misali ve en son
zirvesidir.
Varışının yumuşaklığı, çıkışının sertliği hususunda dünyanın başka bir misalî:
Dünyanın başlangıcı kolay ve yumuşak görünür. Dünyaya dalan zanneder ki onun
sonu da başlangıcı gibidir. Oysa heyhat, nerede! Zira dünyaya dalmak kolay,
selâmetle ondan çıkmak pek çetindir. Hz. Ali, Selman-ı Fârisi'ye dünyanın
misalini yazarak şöyle demiştir:
Dünyanın misali yılanın misali gibidir. Dokunduğunda yumuşak, fakat zehiri
öldürücüdür. Bu bakımdan dünyada hoşuna giden şeyden yüz çevir. Çünkü dünyada
seninle arkadaşlık yapan pek azdır. Dünyayı gam ve tasalarından kurtulacağını
bildiğinle bertaraf et! En fazla sevindiğin zaman, dünyadan daha fazla sakın!
Zira dünyanın arkadaşı ne zaman dünyadan sevindirici bir şeye gönül bağlarsa,
mutlaka dünyanın nahoş bir hâdisesi gelip onu ondan alır. Vesselâm!45
Dünyaya daldıktan sonra mesuliyet ve yorgunluğundan kurtuluşun zor ve imkânsız
olduğuna dair başka bir misâl:
Dünyaya dalanın misâli, suda yürüyen bir kimsenin misâli gibidir. Acaba su
içinde yürüyen bir kimsenin ayaklarının ıslanmamasına imkân var mı?46
İşte Hz. Peygamber'in bu hadîs-i şerîfi sana, bedenleriyle dünya nimetlerine
dalıp, kalpleri dünyadan tertemiz ve içlerinin dünyanın hilelerinden uzak
olduğunu sananların cehaletini bildirmektedir! Onların bu zannı, şeytanın bir
hilesidir. Eğer onlar, içinde bulundukları durumdan çıkartılırlarsa, onun
ayrılığından dolayı en büyük fecâata uğramış kimseler olacaktır. Nasıl suda
yürümek, mutlaka ayağın ıslanmasını gerektiriyorsa, tıpkı bunun gibi dünya ile
haşırneşir olmak da kalbin dünya ile ilgilenmesini ve kararmasını gerektirir.
Kalbin dünya ile beraber olan ilgisi, ibadetin halâvetini meneder!
Hz. İsa (a.s) şöyle demiştir:
Ben haklı ve ciddi olarak sizlere diyorum ki, nasıl hasta bir kimse yemeğe
bakıp acının şiddetinden yemekten lezzet alamıyorsa, öylece dünyaya dalan da
ibadetten lezzet alamaz. Kalbinde bulunan dünya sevgisiyle beraber ibadetin
lezzetini duyamaz. Ciddi olarak size derim ki, hayvan binilmediği ve uysallaştırılmadığı
takdirde serkeş olur ve huyu bozulur. Böylece kalpler de ölümün zikriyle
arkadaş ol-madıkları, ibadetin yorgunluğunu çekmedikleri zaman katılaşıp
kabalaşılırlar. Ciddi olarak size derim! Tulum delinmedikçe veya çürümedikçe
bal kabı olması yakın bir ihtimaldir. Kalpler de böyle... Şehvetler onları
delmedikçe, tamahkârlık onları kirletmedikçe veya nimetler onları
katılaştırmadıkça, onlar hikmetin kabları olurlar.
Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:
Dünyadan ancak bela ve fitne kalmıştır. Amelinizin misâli, bir kabın durumuna
benzer. Onun üstü tatlı oldu mu altı da tatlı olur. Üstü çirkinleşti mi altı da
çirkinleşip bozulur.47
Şu dünyanın misâli, başından sonuna kadar çürümüş bir elbisenin durumu gibidir.
O elbise, sonunda bulunan bir ip ile bağlı kalmıştır. O ipin kopması da pek
yakındır!48
Dünya ilgilerinin birinin diğerine, insanı helâk edinceye kadar sürüklemesine
başka bir misal: Hz. İsa (a.s) şöyle demiştir: 'Dünya talibinin misali, deniz
suyunu içenin misali gibidir. İçmesi arttıkça susaması artar. Bu durum,
ölünceye kadar devam eder'.
Dünyanın sonunun başlangıcına muhalefet etmesine, başlangıcının parlaklığına ve
sonunun habasetine başka bir misal: Dünyanın şehvetleri lezzetlidir. Tıpkı
yemeklerin midedeki lezzeti gibi... Kul, ölüm çağında dünyanın şehvetlerinin
çirkinliğini, pis koktuğunu ve kerahetini, midede son şeklini alan yemeklerden
hissettiği pis koku gibi hissedecektir.. Nasıl ki yemek, lezzetli, yağı fazla
ve halâveti daha belirgin oldukça ondan vücuda gelen pislik daha çirkin ve daha
pis kokarsa, kalpteki şehvet daha lezzetli ve daha kuvvetlidir, onun kokusu,
kerihliği, ölüm çağında ondan görülen eziyet daha şiddetlidir. Hatta bu dünyada
görülmektedir. Zira evi yağma edilen, malı, aile efradı ve çocuğu alınan bir
kimsenin musibeti, elemi ve fecaati, kaybettiği şey hakkında o şeyden aldığı
lezzet, ona karşı duyduğu sevgi ve onun için gösterdiği has-sasiyet
oranındadır. Bu bakımdan varlık anında kişinin yanında olan şey daha
lezzetlidir. O lezzet yokluk anında daha zahmet verici, daha acıdır. Zira
ölümün mânâsı dünyadakilerin kaybedilme-sinden başka bir şey değildir.
Hz. Peygamber, (s.a) Dahhâk b. Süfyan'a49 şöyle der:
-Yemeğin tuzlanıp tere otu ile ıslah edilip sana getirildiğinde onun üzerine
süt ile su içmiyor musun?
-Evet!
-Acaba o nasıl olur?
-Malûmunuz olan durum meydana gelir!
-Allah (c.c) dünya için darb-ı mesel olarak âdemoğlunun yemeğinin son şeklini
örnek vermiş bulunuyor!50
Dünya darb-ı mesel olarak ademoğluna beyan edilmiştir. Ademoğlundan çıkana
dikkat et! Her ne kadar onu otlamış ve tuzlamış ise de ne olduğunu düşün!51
Allah Teâlâ dünyayı ademoğlunun yemeğine, ademoğlunun yemeğini de dünyaya misal
olarak gösterdi. Her ne kadar onu sebze ve tuzla ıslah etmiş olsa da...
Hasan Basrî şöyle demiştir: 'Onları gördüm. Onu (dünyayı) baharat ve kokularla
lezzetli hâle getiriyorlar. Sonra gördüğünüz gibi en pis şey olarak dışarı
atıyorlar'.
İbn Abbas 'Bir de o insan (yediği) yemeğine baksın!' ayetinin tefsirinde
'Kendisinden çıkan pisliği düşünsün' demiştir.
Bir kişi İbn Ömer'e 'Sana bir sual sormak istiyorum, fakat utanıyorum' dedi.
İbn Ömer dedi ki:
-Utanma! Söyle!
-Herhangi birimiz def-i hâcet ettiği zaman kalkıp pisliğine bakabilir mi?
-Evet bakmalı, çünkü melek kendisine der ki: 'İşte cimrilik yapıp da vermediğine
bak ne hale gelmiş'.
Bişr b. Ka'b şöyle demiştir: 'Gelin size dünyayı göstereyim'. Böylece
arkadaşlarını mezbeleliğe götürür ve şöyle der: 'İşte dünyanın meyvelerine,
tavuklarına, balına ve yağına bakınız! '
Dünyanın ahirete nisbeti hakkında başka bir misal de şöyledir: Hz. Peygamber
şöyle buyurmuştur:
Ahirette dünya ancak birinizin parmağını denize daldırması gibidir. Bu bakımdan
sizden biriniz dikkat etsin! Parmağıyla neyi geri getirir!52
Dünya ve dünya ehlinin, dünyanın nimetleriyle meşgul oldukları ve ahiretten
gâfil kaldıkları ve bundan dolayı da büyük hüsrana uğradıkları hakkında başka
bir misal: Dünya ehlinin gâfil oldukları cihetle, misâlleri, bir gemiye binen
bir kavmin misâli gibidir. Gemi onları bir adaya çıkarır... Kaptan onlara ihtiyaçlarını
görmek üzere izin verir. Fakat geri kalmaktan kendilerini sakındırır. Geminin
acele gideceğiyle kendilerini korkutur. Onlar da adanın etrafına dağılırlar.
Bir kısmı ihtiyacını görüp hemen geriye döner. Her yer boş olduğu için istediği
yere yerleşir. En yumuşak ve maksadına en uygun yerleri elde eder. Bazıları da
adada kalır. Adanın ışıklarına, rengarenk çiçeklerine, gür ormanlarına,
kuşlarının güzel ötüşlerine, ahenkli seslerine bakar! Onun toprağını,
taşlarını, renkli ve güzel manzaralı, acaib nakışlı madenlerini ve bakanların
gözünü kamaştırıcı zebercetlerin garip şekillerini seyreder. Sonra geminin
gitme tehlikesini düşünerek kendine gelir, gemiye döner. Ancak dar zahmetli bir
mekan elde eder ve oraya yerleşir.
Bazıları da mücevherlere, taşlara yönelir. Onların güzellikleri kendisini
sarhoş eder. Nefsi onları bırakmaya bir türlü razı olmaz. Onlardan bir miktarı
beraberinde getirir. Ancak gemide yerini daraltır, kendisine ağırlık ve yük
olur. O taşları edindiği için pişman olur. Onları atmaya da kıyamaz. Bırakmak
için bir yer de bulamaz. Geminin içinde onları omuzunda taşımaya mecbur olur.
Aldığından pişman... Ama pişmanlık fayda vermez.
Bazıları da ormanlara dalar, gemiyi unuturlar ve oldukça uzaklaşırlar. Öyle ki
o meyvelerin yenmesiyle, o güllerin koklanmasıyla, o ağaçlar arasında gezmekle
meşgul olduğundan dolayı kaptanın çağrısını duymaz. Bununla beraber yırtıcı
hayvanlardan korkar. Düşüşlerden ve felâketlerden de emin değildir. Elbisesine
takılan çalılar, bedenini yaralayan dallar, ayağına batan dikenlerden de
kurtulamaz. Dehşetli bir ses gelir, ondan yüreği hoplar. Bir çalı elbisesine
takılıp yırtar, avret mahallini dışarıda bırakır, istese de geri dönmesine
imkân kalmaz.
Gemidekilerin sesi kendisine geldiği zaman beraberindekilerle ağır ağır döner.
Fakat gemide bir yer bulamaz. Açlıktan ölünceye kadar denizin kenarında kalır.
Bazılarına da ses gelmez. Gemi kalkar. Bazılarını yırtıcı hayvanlar parçalar.
Bazıları yolunu şaşırıp ölünceye kadar şaşkın şaşkın gezer. Bazıları çamurlara
saplanır. Bazılarına yılanlar saldırıp sokar (ve öldürür). Çürümüş leş gibi
darmadağın olurlar. Gemiye almış olduğu çiçek ve taşlarla ve onların
ağırlığıyla gelen ise, bunların kulu kölesi olur. Onları korumanın üzüntüsü
kendisini meşgul eden... Onların kaybolmasından korkan.... Yeri daralmış.... Az
bir zaman sonra o çiçekler solmaya başlar. O renkler, o taşlar bozulmaya yüz
tutar. Onların pis kokuları yayılmaya başlarlar. Yerini daraltmakla beraber pis
kokularıyla, ona eziyet vermeye başladılar. Denize atıp kurtulmaktan başka bir
çare bulamaz. Yediği yabani meyveler kendisinde kötü etkiler yapar. Vatanına o
kokulardan çeşitli hastalıklara maruz kaldıktan sonra varabilir! Kim geç
dönmüşse güzel ve geniş yer bulamaz. Geç gelen geniş yer bulamasa bile bir
müddet yerin darlığı ile sıkıntı çeker. Fakat vatanına vardığı zaman rahat
eder. Daha önce dönen ise, on geniş yeri bulur, vatanına sağ ve sâlim varır.
İşte bu, dünya ehlinin geçici lezzetlerle meşgul olup varacakları yeri unutup
işlerinin akibetinden gaflet etmelerinin misalidir. Ben akıllı bir kimseyim
deyip yerin taşları olan altın ve gümüşe aldanan, dünyanın süsü olan bitkilere
kanan bir kimsenin hareketi ne çirkindir. Oysa bunlardan hiçbir şey ölüm
çağında kendisine arkadaşlık etmeyecektir. Aksine yorgun ve vebal altında
gidecektir. Oysa bunlar kendisini hali hazırda da üzmekte elinden kaçacak diye
meşgul etmektedirler. Bütün halkın hali budur. Ancak Allah'ın koruduğu
müstesna.
Halkın dünya ile mağrur olması ve imanlarının zafiyeti için başka bir misal:
Hasan Basrî (r.a) şöyle demiştir: "Kulağıma geldiğine göre Hz. Peygamber
ashabına şöyle demiştir: 'Benim, sizin ve dünyanın misâli, bir kavmin misâli
gibidir ki bu kavim tozlu topraklı bir sahraya yolcu olarak çıkıyorlar.
Yürüdükleri yolun mu daha fazla, yoksa kalan kısmın mı daha fazla olduğunu
bilmedikleri bir durumda azıkları bitiyor. Hayvanları helâk oluyor. Çölün
ortasında kalıyorlar. Ne azık var, ne binek... Kesinlikle yok olacaklarına
kanaat getiriyorlar. Onlar bu durumda iken süslü bir elbiseye bürünmüş, başı yağlanmış
birisi ansızın çıkıp yanlarına geliyor. Kendi aralarında diliyorlar ki: 'Bu
adam sulu, meskûn bir yerden pek yakın bir zamanda ayrılmış ve yakın bir yerden
geliyor olsun'. O adam onlara vardığı zaman şöyle dedi:
- Ey cemaat!
-Buyur! Ne diyorsun?
-Siz ne durumdasınız?
-Senin gördüğün durum üzerindeyiz!
-Acaba susuzluğunuzu kana kana gideren bir suya, yemyeşil bir bahçeye sizi
iletirsem ne yaparsınız?
-Hiçbir şeyde sana muhalefet etmeyiz?
-Haydi, Allah ile sözlerinizi ve va'dlerinizi teyid ediniz! Onlar hiçbir
hususta kendisine karşı gelmemek üzere ona Allah ile söz verdiler.
Kişi onları, susuzluklarını kana kana gideren suya, yemyeşil bir bahçeye
götürdü. Orada Allah'ın dilediği zamana kadar kaldı, sonra şöyle dedi:
-Ey millet!
-Buyur!
-Göç vardır!
-Nereye?
-Sizin suyunuza benzemeyen daha güzel olan bir suya, bahçenize benzemeyen daha
üstün bir bahçeye...
-Allah'a yemin olsun, biz bunu artık hiç elde edemeyeceğimiz zannına
kapıldığımız bir anda elde ettik. Bundan daha hayırlı olan bir hayatı biz ne
yapalım!
Onlardan bir grup da- ki az bir gruptu- şöyle dediler:
-Siz bu kişiye, hiçbir şeyde kendisine isyan etmeyeceğinize dair
sözler ve Allah ile yeminler vermediniz mi? Bu kişi ilk konuşmasında sizinle
doğru konuştu. Allah'a yemin ederim, sonunda da sizinle doğru konuşuyor!
Adam bu konuşmadan sonra kendisine tâbi olanlarla beraber gitti. Diğerleri geri
kaldılar. Onlara bir düşman baskın yaptı. Sabahleyin kimi esir, kimi ölü olarak
sabahladı!"
Halkın dünya ile nimetlenişine, sonra dünyanın ayrılışına üzüldüklerine başka
bir misal: İnsanların kendilerine verilen dünya hakkındaki durumları, bir evi
hazırlayıp süsleten ve insanları tertip üzere evine davet eden bir kimsenin
durumu gibidir. Biri onun evine girer ve girene, üzerinde buhur ve reyhanlar
bulunan bir altın tabak ikram eder ki onu koklasın ve geriden gelenlere
bıraksın. Onu alıp mülk edinsin ve götürsün diye takdim etmez. O kişi de bunu
bilmediği için, ev sahibinin onu kendisine hediye ettiğini zanneder. Evden
çıkınca bundan dolayı sıkılır, acı çeker. Fakat ev sahibinin âdetini bilen bir
kimse ise, o tabaktan faydalanır ve sahibine teşekkür eder, onu kalp
rahatlığıyla, göğsünün inşirahıyla sahibine geri verir. İşte dünya hakkındaki
Allah'ın kanununu bilen bir kimse bilir ki dünya ziyafet evidir. İkamet
sa-hiplerine değil, yolculara sebil edilmiştir ki yolcular ondan azıklansınlar.
Nasıl ki misafirler yol kenarındaki vakıflardan yararlanıyorlarsa, onun
içindekinden de yararlansınlar. Ona kalplerini bağlamazlar ki ondan
ayrıldıkları zaman üzülmesinler.
İşte bunlar dünyanın, âfet ve gâilelerinin misalleridir. Biz lâtif ve habir
olan Allah'tan hüsn-ü tevfikini, kerem ve hilminin yardımıyla talep ederiz!
________________________
39)Çoğu nüshada böyle yazılıdır. Bazı nüshalarda da Muhammed b. Hüseyin
yazılıdır. Muhammed b. Hasan isminde çok kimse vardır. Müellifin hangi-sini
kastettiği belli değildir.
40)Irâkî tarafından aslına rastlanılmamıştır.
41)Basralı olan bu zat güvenilir âbidlerdendir.
42)Kûfeli olan bu zat, Kurrâ'dandır.
43)Tirmizî, İbn Mâce, Hâkim
44)Ebu Dâvud, Tirmizî, (Abdullah b. Amr'dan hasen ve sahih bir senedle)
45)Şerif er-Radî Nehc'ul-Belâğa'da. şöyle der: 'Hz. Ali, bu mektubu halife
olmadan önce yazmıştır'.
46)İbn Ebî Dünya, Beyhâkî
47)İbn Mâce
48)İbn Hibban, Ebu Nuaym, Beyhâkî
49)Hz. Peygamber'in zekât toplayan memurlarındandır.
50)İmam Ahmed, Taberânî
51)Taberânî, İbn Hibban
52)Müslim
*Dünyanın Zemmi
Dünyanın zemmi hakkında vârid olan ayetler ve misaller pek çoktur. Kur'an'ın
birçok ayeti bu hususu belirtmektedir. İnsanları dünyadan döndürmeye ve ahirete
yöneltmeye çağırmaktadır. Hatta peygamberlerin, maksadları odur; onlar ancak bu
nedenle gönderilmişlerdir. Bu bakımdan bu husus açık olduğundan Kur'an'ın
ayetleriyle delil getirmeye gerek görmüyoruz. Biz bu hususta vârid olan bir
kısım haberleri zikredeceğiz.
Hadîsler
Rivayet ediliyor ki Hz. Peygamber (s.a) ölü bir koyun leşinin yanından geçerken
şöyle buyurmuştur:
Siz şu leşi, ehlinin gözünde kıymetsiz olarak mı görüyorsunuz?
-Zaten kıymetsizliğinden dolayı sahipleri onu mezbeleliğe atmış!...
-Nefsimi kudret elinde tutan Allah'a yemin ederim ki dünya Allah nezdinde, şu
leşin sahipleri nezdinde kıymetsiz olduğundan daha kıymetsizdir. Eğer dünya
Allah katında
bir sivrisineğin kanadına eşit olsaydı Allah Teâlâ o dünyadan hiçbir kâfire bir
yudum su dahi içirmezdi.1
Dünya mü'minin zindanı, kâfirin cennetidir.2
Dünya mel'undur.3 Dünyadan Allah için olan şeyler hariç, her ne varsa hepsi
lanete uğramıştır.4
Ebu Musa el-Eş'arî, Hz. Peygamber'in şöyle dediğini rivayet etmektedir:
Kim dünyasını severse âhiretine zarar verir Kim âhiretini severse dünyasına
zarar verir. Bu bakımdan siz daimi kalıcı olanı geçiciye tercih ediniz.5
Dünya sevgisi her yanlışlığın temeli ve başıdır.6
Zeyd b. Erkam der ki: Biz Ebubekir Sıddîk'la beraberken su istedi. Kendisine
bal şerbeti getirildi. O şerbeti ağzına yaklaştırdığında yanındaki
arkadaşlarını ağlatacak şekilde ağladı. Onlar sustukları halde o hâlâ
susmamıştı. Sonra yeniden ağlamaya başladı. Hatta yanındakiler istediğini
bulamadığı için ağlıyor sandılar. Sonra gözlerini sildi ve kendisine 'Ey
Rasûlullah'ın halifesi! Seni ağlatan nedir?' dediler. Hz. Ebubekir şöyle dedi:
'Ben Hz. Peygamber ile beraberdim. Baktım ki beraberinde hiç kimse olmadığı
halde birşeyi kendisinden uzaklaştırıyor. Bunun üzerine 'Ey Allah'ın Rasûlü,
uzaklaştırdığın nedir?' diye sordum. Cevap olarak şöyle dedi: 'Şu dünyadır!
Bana temessül etti. Ben ona 'Benden uzaklaş!' dedim. Tekrar döndü ve dedi ki:
'Eğer sen yakanı benim elimden kurtarsan bile senden sonra gelenler yakasını
elimden kurtaramaz'.7
Şu kimsenin durumuna hayret ediniz ki o kimse ebediyet evini tasdik ettiği
halde aldatma evi için var kuvvetiyle koşar, çabalar.8
Rivayet ediliyor ki, Hz. Peygamber (s.a) bir mezbelelik üzerinde durdu ve şöyle
buyurdu:
'Ey ashabım! Gelin dünyaya bakın!' Bu esnada mezbelenin üzerinden çürümüş bir
paçavrayı ve çürümüş bir kemiği eline aldı ve şöyle dedi: İşte bu dünyadır!'9
Hz. Peygamber'in bu sözü dünya ziynetinin bu paçavra gibi gelecek zamanda
çürüyeceğine işarettir. O süs ve ziynet içerisinde görünen iskeletler çürümüş
kemiklere dönüşecektir! Hz. Peygamber şöyle buyurmaktadır:
Dünya tatlı ve yemyeşildir. Allah Teâlâ, sizi dünyada kendisine halife
yapmıştır ki sizin nasıl hareket ettiğinizi görsün! Dünya İsrailoğulları için
yayılıp döşendiğinde elbise, koku, kadın ve ziynetin içerisinde yollarını
şaşırdılar!
Hz. İsa (a.s) şöyle demiştir:
Sakın dünyayı ilâh edinmeyin ki o da sizi köle edinmesin! İsraf edip zayi
etmeyen bir kimseye hazinelerinizi emanet ediniz. Zira dünya hazinesinin sahibi
için âfetten korkulur. Allah hazinesinin sahibi için ise âfet sözkonusu
değildir. (İbn Ebî Dünya)
Yine Hz. İsa (a.s) şöyle demiştir: 'Ey Havârîler! Ben sizler için dünyayı
yüzüstü yere yıkmış bulunuyorum. Bu bakımdan benden sonra onu canlandırmayınız!
Zira dünyanın habasetinden biri de onun içinde Allah'a isyan edilmesidir. Başka
bir habaseti de ahiret ancak onu terketmekle elde edilir. Dikkat ediniz!
Dünyayı bir geçit edininiz! Onu ahiret gibi tamir etmeyiniz! Biliniz ki her
hatanın kökü dünya sevgisidir. Çoğu zaman bir anlık şehvet uzun bir zaman
üzüntüyü icap ettirir'.
Yine şöyle demiştir: 'Dünya sizin için yayıldı. Siz onun sırtına oturdunuz!
Sakın onun hakkında padişah ve kadınlar sizinle münazaaya girişmesinler.
Padişahlara gelince, dünya için onlarla münazaa etmeyiniz. Siz onları
dünyalarıyla başbaşa bıraktığınız müddetçe size dokunmazlar. Kadınlara gelince,
oruç tutmak ve namaz kılmak suretiyle (şehvetlerinizi kırıp) onların şerrinden
kaçınınız!'
Yine şöyle demiştir: 'Dünya hem talib, hem de matlubdur. Bu bakımdan dünya
ahiret talibini arar ki o rızkını dünyada tam mânâsıyla alsın. Dünya talibini
ise ahiret arar. Ta ki ölüm gelip onun yakasına yapışıncaya kadar'.
Musa b.Yesar10 Hz. Peygamber'in şöyle dediğini rivayet etmektedir:
Allah Teâlâ dünyadan daha değersiz birşey yaratmış değildir ve Allah Teâlâ
dünyayı yarattığından beri ona şefkat nazarıyla bakmamıştır.11
Rivayet ediliyor ki, Hz. Süleyman, başucunda kuşlar gölge yaptıkları, sağında
ve solunda insanlar ve cinler olduğu halde debdebesiyle ve haşmetiyle
İsrailoğulları'ndan bir âbidin yanından geçti. O âbid Hz. Süleyman'a şöyle
haykırdı: 'Ey Dâvud'un oğlu! Yemin olsun, Allah sana büyük bir mülk vermiştir'.
Bu sözü işiten Hz. Süleyman (a.s) şu cevabı verdi: 'Muhakkak ki bir mü'minin
sahifesine yazılan bir tek tesbih, Dâvud'un oğluna verilen dünyalıktan daha
hayırlıdır. Zira Dâvud'un oğluna verilen dünyalık geçicidir. Tesbih ise
bâkîdir'.
Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:
Dünyanın bolluğu sizi Allah'a ibadetten meşgul etmiştir. Âdemoğlu durmadan
'malım, malım' diye tepiniyor. Ey Ademoğlu! Acaba senin malından senin yiyip
bitirdiğin, giyip eskittiğin veya sadaka verip ebediyyen defterine
yazdırdığından başka birşey var mı?12
Dünya, evi olmayanın evidir. Malı olmayanın malıdır. Aklı olmayan bir kimse
dünyayı toplar. İlmi olmayan bir kimse dünya için başkasına düşmanlık güder.
Fıkhı olmayan bir kimse dünya için başkasına hased eder. Yakîni olmayan bir
kimse durmadan dünya için çaba sarfeder.13
Kim himmetinin en büyüğü dünya olduğu halde sabahlarsa, onun hiç bir şeyde
Allah ile alâkası yoktur ve Allah Teâlâ onun kalbine dört şey sokar:
1.Bir üzüntü ki ebediyyen ondan ayrılamaz.
2.Bir meşguliyet ki ebediyyen ondan kurtulamaz.
3.Bir fakirlik ki ebediyyen onun zenginliğine varamaz.
4.Bir amel ki ebediyyen onun sonuna varamaz.14
Ebu Hüreyre Hz. Peygamber'in şöyle dediğini rivayet etmektedir: 'Ey Ebu
Hureyre! Sana dünyanın tamamını, içindekilerle beraber göstereyim mi?' Ben
'Evet ey Allah'ın Rasûlü!' dedim. Bunun üzerine elimden tuttu ve beni
Medine'nin derelerinden birine götürdü. Baktım ki bir mezbelelik... O
mezbelelikte insanların kafatasları, pislikleri, paçavra ve kemikleri vardı.
Sonra bana şöyle dedi:
Ey Ebu Hüreyre! Şu kafa tasları sizin harisliğiniz gibi (dünyaya karşı) harîs
idiler. Sisin umduğunuz gibi umarlardı. Sonra onlar bugün derisiz kemik
kesilmişler, sonra da toprak olmaya yüz tutmuşlar. Şu pislikler, yemeklerinin
çeşitleriydi. Kazandıkları kaynaklardan kazandılar. Sonra karınlarına attılar.
İşte öyle bir hale gelmiş ki insanlar onlardan korunup kaçıyor. Şu çürümüş
paçavralar onların kılları ve elbiseleriydi. Öyle bir hale gelmiş ki esen
rüzgârlar onları alt üst edecek derecede evirip çevirir. Şu kemikler
bineklerinin kemikleridir ki o bineklerin sırtında dünyanın dört bucağını
gezerlerdi. Bu bakımdan dünya için ağlayan ağlasın.15
Ebu Hüreyre der ki: 'Biz, ağlamamız şiddetleninceye kadar ağlamaya devam
ettik'.
Rivayet ediliyor ki, Allah Teâlâ Âdem'i (a.s) yeryüzüne indirdiği zaman
kendisine şöyle hitap etti: 'Harap olmak için inşa et! Fâni olmak için
doğur!'16
Dâvud b. Hilâl şöyle demiştir: İbrahim'in (a.s) sahifelerinde şunlar yazılıdır:
'Ey dünya! Kendileri için cilveli ve süslü görünmeye çalıştığın ebrar
kimselerin gözünde ne kadar kıymetsiz olduğunu (bir bilseydin)! Ben onların
kalplerine senin nefretini ve
senden yüz çevirmelerini ilham etmiş bulunuyorum. Ben senden daha kıymetsiz bir
mahluk yaratmadım. Senin her durumun küçüktür ve fenaya doğru gidiyor. Seni
yarattığım günde hiç kimseye devam etmeyeceğini ve hiç kimsenin de sende daim
olmamasına hükmettim. Her ne kadar senin arkadaşın seni vermek hususunda
cimrilik gösterip sıkılıkta bulunsa dahi... Bana inanıp, beni tasdik eden ve
istikamet üzere olan iyilere müjdeler olsun! Yine onlara müjdeler olsun ki
onlar kabirlerinden kalkıp bana geldikleri zaman onlara mükâfatları; önlerinde
yürüyen nûrları ve kendilerini kuşatan meleklerle beraber benden umdukları
rahmete ulaşmalarıdır!'
Dünya yer ve gök arasındadır. Yaratıldığı günden beri Allah Teâlâ ona
bakmamıştır. Kıyamet gününde dünya 'Yarab! Beni bugün mertebece en düşük olan
velî kuluna nasib eyle! diyecektir. Hz. Peygamber ona şöyle der: 'Ey hiç! Sükût
et! Ben seni onlar için dünyada bile vermeye razı olmadım. Bugün mü seni onlara
vermeye razı olacağım?'17
Hz. Adem yasak ağaçtan yediği zaman midesi tortuları çıkarmak için harekete
geçti. Oysa bu anormallik cennetin hiçbir yemeğinde yoktu. Sadece onun yediği
ağaçta vardı. Bunun için Allah Teâlâ Adem kulunu o ağaçtan yemekten
menetmiştir. Adem (a.s) cennette bir yer bulup tortuyu dökmek için gezinmeye
başladı. Kendisine hitabda bulunan bir meleğe Allah Teâlâ şöyle emretti: 'Ona
ne aradığını sor!' Adem (a.s) meleğe cevaben İçimde birikeni bırakmak
istiyorum!' dedi. 'Yatağın üzerine mi, yoksa tahtaların üzerine mi, nehirlerin
üzerine mi veya ağaçların gölgelerine mi?
Ey Adem! Dikkat et? Acaba burada ona elverişli bir yer görüyor musun? Bu
bakımdan dünyaya (yere) in!' dedi.
Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Kıyamet gününde amelleri büyük dağlar (veya Mekke dağları) kadar olan birçok
kavim getirilecek ve onların ateşe sevkedilmesi emrolunacaktır.
Ashab-ı kiram 'Onlar namaz kılarlar mıydı ey Allah'ın Rasûlü?' diye sordular.
Hz. Peygamber şöyle cevap verdi:
Evet! Onlar namaz kılar, oruç tutar ve gecenin bir kısmını da ibadet için
ayırırlardı. Onlara dünyadan herhangi bir fırsat başgösterdiği zaman onlar
düşünmeden üzerine atlayıp üşüşürlerdi.18
Hz. Peygamber hutbelerinin birinde şöyle buyurmuştur:
Mü'min bir kimse, iki korku arasındadır: Biri geçmiş ömrü hakkındadır. Allah
Teâlâ'nın ondan ötürü kendisine ne gibi bir muamele edeceğini bilmez! Diğeri
geri kalan ömrü hakkındadır ki burada da hakkında Allah'ın ne gibi bir hüküm
vereceğini bilmez. Bu bakımdan kul, nefsinden nefsi için, dünyasından ahireti
için, hayatından ölümü için, gençliğinden ihtiyarlığı için azıklansın. Çünkü
dünya sizin için yaratılmıştır. Siz ise ahiret için yaratıldınız. Nefsimi
kudret elinde bulunduran Allah'a yemin olsun! Ölümden sonra artık ayıplamak
yok! Dünyadan sonra da cennet veya cehennemden başka bir ev sözkonusu
değildir.19
İsa (a.s) şöyle demiştir: 'Dünya ve âhiret sevgisi bir mü'minin kalbinde, su
ile ateşin aynı kapta bir arada bulunmadığı gibi bulunmaz!'
Rivayet ediliyor ki, Cebrâil Hz. Nuh'a şöyle dedi: 'Ey peygamberlerin en uzun
ömürlüsü! Sen dünyayı nasıl gördün?' Nuh (a.s) cevap olarak şöyle dedi: İki
kapılı bir ev gibi.. Onların birinden girdim, diğerinden çıktım'.
Hz. İsa'ya şöyle denildi: 'Seni barındıracak bir ev edinseydin ne güzel
olurdu?' Cevap olarak şöyle dedi: 'Bizden öncekilerin yıktıkları bize kâfidir'.
Hz. Peygamber (a.s) şöyle buyurmuştur:
Dünyadan sakının! Çünkü dünya Hârut ve Mârut'dan daha sihirbazdır!..20
Hz. Peygamber (s.a) birgün ashabının yanına çıktı ve şöyle buyurdu:
İçinizde bir kimse var mı ki Allah Teâlâ körlüğünün giderilmesini ve basiret
sahibi olmasını istememiş olsun! İyi bilin ki dünyaya talip olan ve dünyaya
uzun emelle bağlanan bir kimsenin emeli nisbetinde kalbinin basîretini Allah
kör etmiştir! Dünya'ya perva etmeyen ve dünyadaki emeli kısa olan bir kimseye
de Allah öğrenmeksizin ilim, hidayet istemeksizin de hidayet ihsan etmiştir.
İyi bilin ki sizden sonra bir kavim gelecektir. Mülk onların eline ancak
öldürmek ve zorla almak sûretiyle geçecektir. Zenginlik ancak gurur ve
cimrilikle geçecektir. Muhabbet ancak heva-i nefse tâbi olmakla geçecektir.
Dikkat edin! Sizden bir kimse o zamana yetişir de fakirliğe karşı sabrederse,
zengin olmaya kudreti olduğu halde fakirliğe razı olursa, sevgiye muktedir
olduğu halde halkın buğzuna, kin ve nefretine sabrederse, izzette gücü yettiği
halde zillete katlanır, sabrederse ve böyle yapmakla da sadece Allah'ın
cemâlini isterse, böyle bir kimseye Allah Teâlâ elli sıddîkın sevabını ihsan
eder!21
Rivayet ediliyor ki, Hz, İsa (a.s) birgün şiddetli bir yağmur, dehşetli gök
gürültüsü ve şimşeklere tutuldu. Bir sığınak aramaya başladı. Gözü uzaktan
gözüken bir çadıra takıldı. Çadıra geldi. Çadırın içinde bir kadın olduğunu
gördü. Bunun için çadırdan uzaklaştı. Dağda bir mağaraya rastladı. Oraya
sığınmak istedi. Baktı ki içinde bir aslan... Elini başına (veya aslanın)
üzerine koyup şöyle münâcatta bulundu: 'Yarab! Sen her şeye bir sığınak
yaratmana rağmen, bana sığınak yaratmamışsın? Bunun üzerine Allah Teâlâ, İsa'ya
vahiy göndererek şöyle buyurdu:
Senin sığınağın benim rahmetimde istikrar bulmaktır. Yemin ederim, kıyamet
gününde, kendi kudretimle yarattığım yüz huri ile seni evlendiririm ve yine
yemin ederim, senin düğününde dört bin sene müddetince düğün yemeği yediririm.
O senenin her günü dünya kadar uzundur. Yemin olsun, bir dellâla emredeceğim o
şöyle bağıracaktır: 'Dünyada zâhid olanlar nerede? Ey zâhidler! Dünyada zâhid
olan Meryem'in oğlu İsa'nın düğününe katılınız'.22
Meryem'in oğlu İsa (a.s) şöyle demiştir: 'Dünyaya arkadaş olana yazıklar olsun!
Nasıl olup da dünyayı ve dünyada olanları terkedecek? Dünya onu nasıl aldatıp
da emin kılar? O da dünyaya güvenir, sonunda mağlup olur. Aldananlara yazıklar
olsun! Dünya nasıl onlara istemediklerini göstermiş, onlardan sevdiklerini
uzaklaştırmış ve onlar için savrulan tehditler gelip onları bulmuştur? Dünyayı
hedef edinene amelleri hata olana cehennem vardır. O yarın günahıyla nasıl
rezil olacağını bir bilseydi!'
Denildi ki: Allah Teâlâ Hz. Musa'ya vahyederek şöyle buyurmuştur:
Ey Musa! Zâlimlerin eviyle senin ne ilgin var? Muhakkak o ev senin için ev
değildir. Himmetini ondan kes, aklınla ondan ayrıl. Ne çirkin evdir o ev! Ancak
o evde amel eden bir kimse için ne güzel evdir o ev! Ey Musa! Muhakkak ben
zâlimi tarassut eder, ondan mazlumun ahı alınıncaya kadar onu beklerim.
Hz. Peygamber (s.a) Ebu Ubeyde'yi memur olarak Bahreyn'e gönderdi. O oradan mal
getirdi. Ensâr-ı kiram Ebu Ubeyde'nin geldiğini işitince Hz. Peygamber ile
beraber sabah namazına geldiler. Hz. Peygamber namazı kıldıktan sonra hane-i
saadetine gitmek üzere ayrıldı. Onlar Hz. Peygamber'e göründüler. Hz. Peygamber
onları görünce tebessüm etti. Sonra şöyle buyurdu:
-Zannediyorum sizler Ebu Ubeyde'nin birşeyler getirdiğini işitmişsiniz!
-Evet! Ey Allah'ın Rasûlü!
-Müjde size! Sizi sevindirecek şeyi ümit ediniz. Allah'a yemin ederim, sizin
için ben fakirlikten korkmuyorum. Aksine sizin için, sizden öncekilere dünyanın
yayılıp açıldığı gibi
yayılıp açılmasından korkuyorum. Sizden öncekilerin imrendikleri gibi sizin de
imreneceğinizden ve dolayısıyla sizi helâk edeceğinden korkuyorum. Nitekim
onları da helâk
etmişti'.23
Ebu Said Hudrî Hz. Peygamber'in şöyle buyurduğunu rivayet eder:
'Sizin için en fazla korktuğum, Allah'ın yerden sizin için çıkaracaklarıdır'.
Bunun üzerine Hz. Peygamber'e şöyle soruldu: 'Yerin bereketleri ne imiş?' Hz.
Peygamber şöyle cevap verdi: 'Dünyanın aldatıcı revnaklığı'.24
Sakın kalplerinizi dünyayı anmakla meşgul etmeyin!.25
İşte görüldüğü gibi dünyayı anmayı bile Hz. Peygamber yasaklıyor. Nerede kaldı
onun kendisini elde etmek?
Ammar b. Said şöyle anlatıyor: İsa (a.s) bir köyün yanından geçti. Baktı ki o
köyün halkı, evlerinin önlerinde ve yollarda ölü olarak uzanmaktadır. İsa (a.s)
bu manzara karşısında havarîlere şöyle hitap etti:
-Ey havarîler! Muhakkak bu köylüler Allah Teâlâ'nın azabından ötürü
ölmüşlerdir. Eğer onların ölüm sebebi başka birşey olsaydı muhakkak biri
diğerini gömerdi.
-Ey Allah'ın kudretinden gelen ruh! Biz onların haberini öğrenmek istiyoruz.
Bunun üzerine Hz. İsa Allah Teâlâ'dan dilekte bulundu. Allah onlara şu şekilde
vahyetti: 'Gece olduğu zaman onları çağır, sana cevap verecekler!' Gece olduğu
zaman İsa (a.s), bir tümseğin üzerine çıkıp şöyle çağırdı:
-Ey Köylüler!
-Buyur! Ey Allah'ın kudretinden gelen ruh!
-Sizin haliniz nedir?
-Biz sapasağlam uyuduk. Sabahleyin kendimizi cehennemdegördük.
-Nasıl oldu?
-Çocuğun annesini sevmesi gibi... Dünya yönelip geldiğinde sevindik, tepindik.
Ayrılıp gittiğinde üzüldük, ağladık.
-Senin arkadaşlarının durumu nedir? Onlar neden cevap vermiyorlar?
-Çünkü onlar ateşten yapılmış gemlerle gemlidirler.Dizginleri sert ve güçlü
meleklerin elinde...
-Sen nasıl onların arasından bana cevap verdin?
-Çünkü ben onların arasındaydım ama onlardan değildim.Onlara azap indiği zaman
onlarla beraber bana da isabet etti. İşte ben cehennemin tam kıyısında asılı
bulunuyorum. Bilmiyorum
ondan kurtulacak mıyım, yoksa ona dalacak mıyım?
Bunun üzerine İsa (a.s), havarîlere şöyle dedi:
-Yemin ederim, tuz ile arpa ekmeği yemek, keçi kılından yapılan giysi giymek,
mezbeleliklerde uyumak, dünya ve âhiret âfiyetiyle olduktan sonra bir insana
fazla bile gelir.
Hz. Enes şöyle anlatır: Hz. Peygamber'in (s.a) Abdâ adlı devesi geçilmez bir
deveydi. Bir bedevî devesiyle gelip yarıştı Abdâ 'yi geçti. Bu durum
müslümanlara ağır geldi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurdu:
Allah Teâlâ'nın hakk-ı ilâhîsidir ki dünyada her yükselttiği şeyi sonunda
alçaltır.
İsa (a.s) şöyle demiştir: 'Acaba denizin dalgaları üzerinde ev yapan kimdir?
İşte o deniz sizin dünyanızdır! Sakın onu istikrar evi edinmeyiniz!'
İsa'ya (a.s) şöyle denildi: 'Bize bir tek ilim öğret ki Allah ondan dolayı bizi
sevmiş olsun!' Cevap olarak şöyle dedi: 'Dünyadan nefret edin ki Allah sizi
sevsin!'
Ebu Derdâ Hz. Peygamber'in şöyle buyurduğunu rivayet eder:
Eğer benim bildiğimi bilseydiniz muhakkak az güler, çok ağlardınız. Muhakkak
dünya, sizin nezdinizde kıymetsiz olurdu. Muhakkak ki âhireti dünyaya tercih
ederdiniz.26
Ebu Derdâ şöyle devam ediyor:
Eğer benim bildiğimi bilseydiniz, sahralara çıkar, figan eder, kendi nefsiniz
için ağlardınız! Muhakkak mallarınızı bekçisiz bırakır, zarurî ihtiyacı dışında
hiç kimse dönüp o mala bakmazdı. Fakat sizin kalbinizde âhiretiniz gibi
emeliniz de hazır oldu. Böylece dünya sizin amellerinizin gemini eline aldı.
Sizi bilmeyenler gibi yaptı. Bir kısmınız akîbetindeki tehlikenin korkusundan
şehvetini bırakmayan hayvanlardan daha şerlidir. Ne oluyor size, neden
birbirinizi istemiyorsunuz? Neden birbirinize nasihat etmiyorsunuz? Oysa
Allah'ın dininde kardeşsiniz. Sizin heva ve isteklerinizin arasını ancak gizli
olan habasetiniz ayırmıştır. Eğer siz iyilik üzerinde birleşseydiniz muhakkak
sevişirdiniz. Neden dünya işinde birbirinize nasihat eder de ahiret emrinde
birbirinize nasihat etmezsiniz? Oysa hiçbiriniz ahiret emrinde kendisine
nasihat ve yardım edene, nasihat etmemektedir. Bu hal, kalbinizde imanın
azlığından ileri geliyor. Eğer dünyanın hayır ve şerrine inandığınız gibi,
ahiretin hayrına ve şerrine inanıp bilseydiniz muhakkak âhireti tercih
ederdiniz. Çünkü ahiret sizin işleriniz için daha ihtiyatlıdır.
Eğer 'Geçici dünya daha gereklidir. Oysa sizin dünyanın acil tarafını gelecek
için terkettiğinizi görüyoruz. Meşakkat ve çalışmakla umulan bir iş için
nefsinizi yoruyorsunuz!' derseniz, siz en kötü topluluksunuz; zira imanınızı
sizde bulunan ve tam imanın ölçüsü olanla tahakkuk ettirmediniz. Eğer siz Hz.
Peygamber'in getirdiği nizam hakkında şüphede iseniz gelin biz size
açıklayalım, kalbinizi tatmin edici bir nûru size gösterelim. Allah'a yemin
olsun siz aklı eksik olanlardan değilsiniz ki sizi mâzur sayalım. Siz dün-yanız
hakkında doğru fikri arayıp bulursunuz. İşleriniz hakkında en doğruya
yapışırsınız. Ne oluyor size ki elde ettiğiniz dünyanın azıyla seviniyorsuz?
Elinizden kaçan öbür kısım için de üzülüyorsunuz. Öyle ki üzüntünüz yüzünüzde
beliriyor, dilinizle belirip, ilan ediliyor. Onlara musibetler adını
veriyorsunuz. O hususlarda matemler tertip ediyorsu-nuz. Oysa çoğunuz dininizin
birçok emirlerini terketmiş! Buna rağmen üzüntüsü ne yüzünde görünür, ne de
durumunuz bozulur! Görüyorum ki Allah Teâlâ sizden teberri etmiştir.
Bir kısmınız diğer bir kısmınıza güler yüzle yaklaşıyor. Oysa arkadaşınızla
karşılaşmayı hoş görmemektesiniz. Güler yüzle yaklaşmasının sebebi, arkadaşının
kendisine katı davranmaması içindir. Arkadaşlığınızı hile temeli üzerine bina
ettiniz. Mezbelelikler size mer'a oldu. (veya istekleriniz mezbeleliklerde
bitti). Siz ecelin atılması üzerine arkadaşlık ettiniz. Ben isterdim ki Allah
Teâlâ beni sizden kurtarsın. Görmeyi istediğim bir kimseye yani (Hz.
Peygamber'e) ilhak buyursun. Eğer o hayatta olsaydı size sabretmezdi. Eğer
sizde hayır varsa size duyurdum. Eğer siz Allah'ın katındakini arıyorsanız onu
kolay ve rahat görürsünüz. Kendi nefsimin ve sizin şerrinizden Allah'a
sığınıyorum ve Allah'tan yardım talep ediyorum.
İsa (a.s) şöyle demiştir: 'Ey havarîler! Dünya ehlinin, dünya için dinin
azalmasına razı oldukları gibi, siz de dinin selâmeti için dünyanın
çirkinliğine razı olunuz'.
Bu mânâda şöyle denilmiştir:
Bir kısım insanları gördüm ki dinin en azıyla kanaat etmişlerdir.Oysa onları
dünya nimetinden az ile kanaat ederken görmüyorum.
Ey kişi! Padişahlar dünyalarıyla, senin dininden zengin oldukları gibi,
Sen de dininle onların dünyalarından zengin ol!
İsa (a.s) şöyle demiştir: 'Ey dünyanın talibi! Sen sevap işlersin (fakat senin)
günahı terketmen daha sevaplıdır'.
Yemin ederim, benden sonra dünya muhakkak size gelecektir. Ateşin odunları
yediği gibi imanınızı yiyecektir.27
Allah Teâlâ Hz. Musa'ya şöyle vahyetti: 'Ey Musa! Dünya sevgisine meyletme! Sen
bundan daha büyük bir günahı benim huzuruma getiremezsin'.
Musa (a.s) ağlayan bir kişinin yanından geçti. Dönerken yine onu ağlar buldu ve
şöyle dedi: 'Yarab! Senin kulun senin korkun-an ağlıyor!' Allah Teâlâ Musa
kuluna şunları söyledi:
Ey İmran'ın oğlu! Onun beyni gözyaşlarıyla beraber gözünden aksa, elleri düşüp
kopuncaya kadar dua etse, dünyayı sevdiği sürece onu affetmem.
Ashâb'ın ve Âlimlerin Sözleri
Hz. Ali (r.a) şöyle demiştir: 'Kimde altı haslet varsa, o kimse cennet için bir
yol, cehennem için de bir kaçamak bulmuştur. O hasletler; Allah'ı bilip, ona
itaat etmek, şeytanı bilip ona isyan etmek, Allah Teâlâ'yı bilip Allah Teâlâ'ya
tâbi olmak, bâtılı bilip ondan sakınmak, dünyayı bilip onu terketmek ve âhireti
bilip aramaktır'.
Hasan Basrî şöyle demiştir: 'Allah o kavimlerden razı olsun ki dünya onların
yanında emanettir. O emaneti kendilerini emin sayan kimselere teslim
etmişlerdir. Sonra yükleri hafif olduğu halde gitmişlerdir'.
Yine şöyle demiştir: 'Din hususunda sana imrenene imren! Dünya hususunda sana
imrenene gelince, dünyayı onun kucağına atıver!'
Lokman (a.s) oğluna şöyle demiştir: 'Ey oğul! Muhakkak dünya engin bir
denizdir. Orada birçok kimse boğulmuştur. O halde senin dünyadaki gemin
Allah'ın takvâsı, o geminin içi Allah'a olan imanın ve yelkeni Allah'a olan
tevekkülün olsun. Umulur ki bu takdirde kurtulursun. Oysa seni kurtulmuş olarak
görmemekteyim'.
Fudayl b. İyaz şöyle demiştir: 'Uzun uzadıya şu ayet-i celîleyi düşündüm,
tedkik ettim:
Biz yeryüzünde olan şeyleri bir süs yaptık ki insanların hangisinin daha güzel
bir amelde bulunacağını deneyelim. Şu da muhakkak ki, biz yeryüzünde olan
şeyleri kupkuru bir toprak yapacağız.(Kehf/7-8)
Hukemâdan biri şöyle demiştir: 'Muhakkak dünyadan birlikte sabahladığın şeyin
senden önce bir talibi ve senden sonra bir sahibi vardır. Senin için dünyadan
ancak bir akşamın yemeği, bir günün gıdası vardır. Bu bakımdan dünyanın
yiyeceği için kendini helâk etme! Dünyada oruç tut, âhiret üzerinde iftarını
aç! Dünyanın sermayesi hevâ ve kârı ateştir'.
Bir rahibe şöyle denildi:
-Zamanı nasıl görürsün!
-Bedenleri yıpratır, amelleri yeniletir, ölümü yaklaştırıp temennileri
uzaklaştırır.
-Dünya ehlinin hâli nasıldır?
-Dünyayı elde eden yorulur, dünyayı elden kaçıran yorgundüşer.
Kim hoşuna giden bir maişetten dolayı dünyayı överse,
Hayatımla yemin ediyorum, yakın bir gelecekte dünya yıkılacaktır.
Dünya arkasını çevirip gittiği zaman kişi için hasret olur. Yönelip geldiğinde
gam ve tasası çoğalır!
Hukemâdan biri şöyle demiştir: 'Ben içinde olmadığım halde dünya vardı ve yine
dünya ben içinde olmadığım halde devam edecektir. Bu bakımdan ben dünyada
duramam. Çünkü dünyanın hayati bulanık, duruluğu kapkaranlık, ehli ise
kendisinden korkar. Ya elden giden bir nimetten dolayı, ya gelecek bir beladan
veya takdir edilmiş bir kazadan korkar!'
Biri şöyle demiştir: 'Dünyanın ayıplarındandır ki hiç kimseye müstehak olduğunu
vermiyor. Ya fazla verir veya eksik!'
Süfyan es-Sevrî şöyle demiştir: 'Sen nimetleri görmüyor musun? Sanki nimetlere
gazab edilmiştir; nimetler ehli olmayanların eline bırakılmıştır!'
Ebu Süleyman ed-Dârânî şöyle demiştir: 'Kim severek dünyayı ararsa dünyadan ona
birşey verildi mi mutlaka daha fazlasını is-ter Kim severek âhireti isterse,
ahiretten ona ne kadar verilirse daha fazlasını ister. İsteğin sonu yoktur'.
Bir kişi, Tâbiîn'den Ebu Hâzım'a şöyle dedi:
-Dünya benim evim olmadığı halde (kalbimdeki) dünya sevgisini sana şikayet
ediyorum,
-Allah Teâlâ'nın dünyadan sana verdiğini düşün. Onu uygun yere sarfet, o zaman
dünya sevgisi sana zarar vermez.
Ebu Hâzım, bu sözünü şu nedenden dolayı söylemiştir: 'Eğer kişi nefsini bundan
frenlerse, mutlaka onu yorar. Sonunda dünyayı hor görür ve dünyadan çıkmayı
talep eder'.
Yahya b. Muaz şöyle demiştir: 'Dünya şeytanın dükkanıdır. Sakın onun
dükkanından birşey çalma ki o onu aramaya gelip de seni muâhaze etmesin!"
Fudayl b. İyaz şöyle demiştir: 'Eğer dünya altından olsa (ne faydası var), yok
olacaktır. Âhiret çamurdan olsa (pek büyüktür, çünkü) bâkî kalacaktır. Bu
bakımdan bizim için daimi kalan bir çamur, parlaması geçici bir altından daha
iyidir. Oysa biz geçici olan bir çamur parçasını daimi kalan altına tercih
etmişiz!'
Ebu Hâzım şöyle demiştir: 'Dünyadan sakınınız! Çünkü benim kulağıma gelmiştir
ki; kul kıyamet gününde -eğer dünyayı büyük biliyorsa- durdurulur ve denilir
ki: 'Şu kul, Allah'ın tahkir edip küçük gördüğünü büyütüp tâzim etmiştir'.
İbn Mes'ud şöyle demiştir: 'İnsanlardan kim sabahlamışsa o misafirdir. Onun
malı elinde emanettir. Bu bakımdan misafir göç eder, emanet sahibine geri
verilir'.
Mal ve aile emanettirler.
Muhakkak birgün emanetlerin sahiplerine geri çevrilmesi gerekir.
Râbia Hâtun'u28 arkadaşları ziyaret ettiler, dünyadan bahsettiler, dünyayı
zemmettiler.
Râbia hatun onlara şöyle dedi: 'Dünyayı anmaktan vazgeçin. Eğer dünya sizin
kalbinizde bir mevki işgal etmeseydi ondan fazla bahsetmezdiniz. Dikkat edin!
Bir şeyi fazla seven ondan çokça bahseder!'
İbrahim b. Edhem'e 'Nasılsın?' denildi. Cevap olarak şöyle dedi:
Dinimizi parçalamak sûretiyle dünyayı yamalıyoruz. Bu bakımdan ne dinimiz, ne
de yamaladığımız...
Cennet o kula olsun ki rabbi olan Allah'ı seçmiş, ümidi uğrunda dünyasını
cömertçe harcamıştır.
Bu hususta yine şöyle denildi
Dünya talibini görürüm; her ne kadar ömrü uzasa da, dünyadan zevk, safa ve
nimetlere nâil olsa da bir usta gibidir.
Evini inşa eder, yükseltir. İnşaat tamamlandıktan sonra evi yıkılıverir.
Yine bu hususta şöyle denilmiştir:
Sanki dünya fazla olarak sana sevkolunur. Acaba bunun sonu elinden gitmek değil
midir? Senin dünyan ancak seni gölgelendiren bir gölge gibidir. Sonra kaymaya
yüz tutar!
Tâbiîn'den Mutarrıf b. Şüher şöyle demiştir: 'Padişahların rahat durumlarına ve
yumuşacık elbiselerine bakma! Sen onların süratle göç etmelerine ve acı
akıbetlerine bak!'
İbn Abbas şöyle demiştir: 'Allah Teâlâ dünyayı üç parçaya ayırmıştır. Bir
parçası mü'minin, bir parçası münâfığın ve bir parçası da kâfirindir. Mü'min
ondan azıklanır, (âhiret tedbirini alır). Münâfık ise süslenir. Kâfir de (tıka
basa midesini doldurmak sûretiyle) zevklenir!'
Hz. Ali şöyle der: 'Dünya leştir. Bu bakımdan ondan bir parça isteyen
köpeklerin müdahelesine sabretmelidir'.
Ey dünyayı kendi nefsi için isteyen kişi! Dünyayı istemekten uzaklaş! İşte o
zaman sağlam kalırsın!
O dünya ki onu istiyorsun, ona talipsin, o hilebazdır, onun düğünü mâteme
yakındır!...
Ebu Derdâ şöyle demiştir: 'Allah nezdinde dünyanın kıymetsizliklerinden biri de
Allah'a ancak dünyada isyan edilir ve
Allah'ın nezdindeki nimetlere ancak dünyayı terketmekle varılır'. Nitekim
denilmiştir ki: 'Akıllı bir kimse dünyayı imtihan ettiği zaman o dost
elbisesinde bir düşman olarak görünür'.
Yine şöyle demiştir:
Ey gecenin öncesinde sevinerek uyuyan kişi! Muhakkak ki hâdiseler seher
zamanlarında kapıyı çalarlar. Nimetler içerisinde yüzen nesilleri, gece ve
gündüzün gelip geçmesi mahv ve perişan etmiştir. Dünyada fayda ve zarar verici
nice saltanat sahiplerini zamanın o kahhar pençesi perişan etmiştir! Ey
dünyanın boynuna sarılanlar! Dünya devam etmez! Kişi dünyasını elde etmek için
çok kere misafir olarak sabahlar ve akşamlar. Neden sen dünyanın boynuna
sarılmayı terkedip de cennette hûrilerin boynuna sarılmıyorsun? Eğer sen ebedî
bahçeleri isteyip orada yerleşmeyi istiyorsan, senin ateşten emin olmaman
gerekir!
Ebu Umame el-Bahilî (r.a) şöyle anlatır: Hz. Muhammed (s.a) peygamber olarak
gönderildiği zaman İblis'e askerleri gelerek dediler ki:
-Bir peygamber gönderildi, yeryüzünde bir ümmet çıkarıldı.
-Onlar dünyayı seviyorlar mı?
-Evet!
-Eğer onlar dünyayı seviyorlarsa, putlara tapmamaları beni pek ilgilendirmiyor.
Onlara sabah ve akşam üç şeyle hücum edeceğim: Malı haksız yerden almak, haksız
yere harcamak, haklı yere sarfetmemekle.
İşte şerrin tümü bundan doğup meydana geldi.
Bir kişi Hz. Ali'ye şöyle der: 'Ey mü'minlerin emiri! Bize dünyayı
vasıflandır!' Hz. Ali de şöyle der: 'O öyle bir evdir ki sıhhatli olan içinde
hasta olur. İçinde emin olan pişman olur. İçinde fakir olan mahzun olur. Zengin
olan fitneye düşer. Helâlinde hesap, haramında azap ve ikab, şüphelilerinde de
itab olan bir evi ne ile vasıflandırayım!' Başka bir zaman Hz. Ali'ye bu
hususta soruldu. Cevap olarak şöyle dedi: 'Uzun mu vasıflandırayım, yoksa kısa
mı?' Denildi ki: 'Kısa anlat!' Cevap olarak şöyle dedi: 'Helâli hesaptır,
haramı azaptır!'
Mâlik b. Dinar şöyle demiştir: 'Sihirbazdan (dünyadan) sakının. Çünkü o
âlimlerin kalbini bile büyüler'.
Ebu Süleyman Dârânî şöyle demiştir: 'Âhiret bir kalpte olduğu zaman dünya gelip
onunla çarpışır. Dünya bir kalpte olduğu za-man âhiret gelip onunla çarpışmaz.
Çünkü âhiret şerefli, dünya ise rezildir'.
Ümit ediyoruz ki Seyyar b. Hakem'in29 söylediği daha doğru olsun; zira o
demiştir ki: 'Dünya ve âhiret bir kalpte toplanır. Hangisi galip gelirse öbürü
ona tâbi olur!'
Mâlik b. Dinar şöyle demiştir: 'Dünya için ne kadar üzülürsen, o nisbette
ahiret senin kalbinden çıkar. Ahiret için ne kadar üzülürsen, o oranda dünya
senin kalbinden çıkar'.
Mâlik'in bu sözü, Hz. Ali'nin söylediği sözden iktibas edilmiştir. Zira o şöyle
demiştir: 'Dünya ve ahiret biri diğerinin kumasıdır. Bu bakımdan hangisini razı
edersen öbürünü kızdırırsın'.
Hasan Basrî şöyle demiştir: 'Allah'a yemin olsun, ben öyle insanlara yetiştim
ki (ashab-ı kirâmı kastediyor) dünya onların gözünde, üzerinde yürüdüğümüz
topraktan daha önemsizdi. Dünyanın doğmasından veya batmasından perva
etmezlerdi. Şuna veya buna gitmiştir, onları etkilemezdi'.
Bir kişi Hasan Basrî'ye şöyle sordu: 'Allah Teâlâ'nın servet verdiği ve o
servetten sadaka veren, sılayı rahim yapan bir kimse hakkında ne dersin? Acaba
böyle bir kimsenin servetinden nimetlenmesi caiz midir?' Cevap olarak şöyle
dedi: 'Hayır! Eğer bütün dünya bir kimsenin malı olsa o ancak zarurî ihtiyacı
nisbetinde ondan istifade edebilir. Onu kıyamet günü için takdim etmelidir'.
Fudayl b. Iyaz şöyle demiştir: 'Eğer dünya bütün varlıklarıyla, helâl olarak
bana arzolunsaydı, ahirette de kendisinden hesaba çekilmeseydim, yine de
birinizin leşin yanından geçerken elbisesine değmesin diye kaçtığı gibi ondan
kaçardım'.
Hz. Ömer (r.a) Şam'a geldiğinde, Ebu Ubeyde30 başında ipten yapılmış bir yular
bulunan bir devenin sırtında Hz. Ömer'i karşıladı. Hz. Ömer'e selâm verdi. Hal
ve hatırını sordu. Hz. Ömer onun evine geldi. Evinde kılıç, kalkan ve bineğinin
semerinden başka birşey görmedi. Hz. Ömer 'Biraz mal edinseydin olmaz mıydı?'
dedi. Ebu Ubeyde 'Ey mü'minlerin emiri! Bu bizi istirahatgâhımıza
yetiştirebilir!' diye cevap verdi.
Süfyan es-Sevrî şöyle demiştir: 'Dünyadan bedenini ıslah edecek miktarı,
ahiretten de kalbini ıslah edecek miktarı edin!'
Hasan Basrî şöyle demiştir: 'Allah'a yemin ederim, İsrailoğulları rahmân olan
Allah'ın ibadetinden sonra, dünya sevgisinden ötürü, putlara taptılar'.
Vehb şöyle demiştir: "Bazı kitaplarda okudum: 'Dünya akıllıların
ganimetidir. Cahillerin ise gafleti... Cahiller dünyadan çıkıncaya kadar
dünyayı tanımamışlardır. Dünyaya geri gelmek istemişler, fakat gelememişlerdir'
yazılıydı".
Lokman Hekîm oğluna 'Yavrum! Dünyaya geldiğin günden beri ona sırtını çevirmiş
gidiyorsun. Ahireti karşılıyorsun. Bu bakımdan sen hergün yaklaştığın bir eve,
hergün kendisinden uzaklaştığın bir evden daha yakınsın' dedi.
Said b. Mes'ud 'Kulu, dünyalığı arttığında ve ahireti azaldığında razı olarak
gördüğün zaman bil ki o kul öyle zarar eden bir kimsedir ki sakalıyla oynanılır
da bunun farkında olmaz!' dedi.
Amr b. As (r.a) minberde şöyle dedi: 'Allah'a yemin ederim ki, Hz. Peygamber'in
ilgi göstermediğine sizden daha fazla rağbet ve ilgi gösteren bir kavim
görmedim. Allah'a yemin ederim, Hz. Peygamber'in üzerinden üç gün geçmedi ki
aleyhinde olan, lehinde olandan daha fazla olmasın'.31
Hasan Basrî 'O halde sakın dünya hayatı sizi aldatmasın ve sakın şeytan sizi
Allah'a güvendirmesin' (Lokman/33) ayetini okuduktan sonra şöyle dedi: 'Bunu
söyleyen kimdir? Şüphesiz ki bunu söyleyen, dünya hayatını yaratan Allah'tır.
Acaba Allah'tan daha fazla dünyayı bilen kim olabilir? O halde dünyanın sizi
meşgul eden şeylerinden kaçının. Çünkü dünya çok meşgul edicdir. Bir kişi
nefsine bir meşguliyet kapısını açarsa muhakkak o kapıyla on kapıyı daha açması
pek yakın bir ihtimal olur'.
Yine şöyle demiştir: 'Zavallı Ademoğlu, öyle bir eve razı olmuştur ki helâlı
hesap, haramı azaptır. Eğer helâlinden alırsa hesaba çekilir. Eğer haramından
alırsa muazzeb olur. Ademoğlu malını az görür, fakat amelini az görmez! Dini
hususunda başına gelen musibete sevinir. Fakat dünyası hususunda gelen
musibetten tiksinir'.
Hasan Basrî, Ömer b. Abdülâziz'e şöyle yazdı.
-Selâm sana! Sanki hakkında ölüm hükmü verilen son kimse de gözünün önünde
öldü..
Ömer cevap olarak şunu yazdı:
-Selâm sana! Düşün ve sanki dünya olmamış, ahiret de devam ediyormuş gibi ol!..
Fudayl b. Iyaz şöyle demiştir: 'Dünyaya girmek kolay, fakat ondan çıkmak zor!'
Seleften biri şöyle demiştir: 'Ölümün hak olduğunu bilen bir kimsenin
sevinmesine şaşıyorum! Ateşin hak olduğunu bilen bir kimsenin nasıl güldüğüne
şaşıyorum. Dünyanın, ehlini nasıl evirip çevirdiğini gören bir kimsenin bu
dünyaya nasıl güvendiğine şaşıyorum. Kaderin hak olduğunu bilen bir kimsenin
kendini yormasına şaşıyorum'.
Muaviye'nin huzuruna Necran'dan32 bir kişi geldi. İkiyüz yaşındaydı, kendisine
dünyayı nasıl gördüğünü sordu. Cevap olarak şöyle dedi:
-Belanın senecikleri, genişliğin yelcikleri... Gün günü, gece geceyi takib
eder. Bir çocuk doğar, bir insan ölür. Eğer doğan olmasaydı halk tamamen yok
olacaktı. Eğer ölen olmasaydı dünya, sakinlerine dar gelecekti.
-İstediğini dile!
-Bana geçen ömrümü geri getirmeni, ecelimi tehir etmeni istiyorum!
-Ben buna muktedir değilim!
- O halde benim senin tarafından görülecek hiçbir ihtiyacım yoktur!
Dâvud Tâî 'Ey Ademoğlu! Emeline varmanla sevindin! Oysa sen ecelin bitmesiyle
ancak bana gelirsin, Sonra amellerini geciktirdin. Sanki onun faydası sana
değil de başkasına aittir' dedi.
Bişr el-Hafî şöyle demiştir: 'Allah'tan dünyayı isteyen bir kimse, Allah'ın
huzurunda uzun zaman hesap vermek üzere durdurulmasını istiyor demektir!'
Ebu Hâzım 'Dünyada seni sevindirecek hiçbir şey yoktur ki Allah ona senin
keyfini kaçıracak bir şeyi eklememiş olsun!' dedi.
Hasan Basrî şöyle demiştir: 'Ademoğlunun canı dünyadan üç şeyle beraber çıkar:
1.Topladığından doyasıya yemedi.
2.Emeline varamadı.
3.Gideceği yol için güzelce azık edinmedi.
Bir âbide şöyle denildi: 'Sen zenginliğe nail oldun'. Âbid cevap olarak şöyle
dedi: 'Zenginliğe, boynunu dünyanın köleliğinden kurtaran nail olur'.
Ebu Süleyman Dârânî şöyle demiştir: 'Dünyanın şehvetlerine ancak kalbinde
kendisini ahiretle meşgul edecek şeyler bulunan bir kimse sabredebilir'.
Mâlik b. Dinar şöyle demiştir: 'Biz dünya sevgisi hususunda arkadaşlık yaptık.
Bu bakımdan birimiz diğerine birşey tebliğ etmiyor ve birimiz diğerini
sakındırmıyor. Fakat Allah bizi bu haslet üzerine bırakmayacaktır. Keşke
Allah'ın hangi azabının bizim üzerimize ineceğini bilseydim'.
Ebu Hâzım 'Dünyanın azı, ahiretin çoğundan insanı meşgul eder' demiştir.
Hasan Basrî şöyle demiştir: 'Dünyayı hakir görün. Allah'a yemin olsun ki dünya,
dünyayı tahkir edenden daha fazla hiç kimseye tatlı olmamıştır'.
Yine şöyle demiştir: 'Allah bir kuluna hayrı irade ettiği zaman dünyada ona
birşey verir, sonra keser. O bittiği zaman ikinci bir defa verir. Bir kul Allah
Teâlâ'nın katında kıymetsiz olduğu zaman dünya yayıldıkça onun hükmü yayılır'.
Bir duada şöyle denilmiştir: 'Ey göğü tutup yeryüzüne düşürmeyen Allah! Dünyayı
da benim üzerime düşürme!'
Muhammed b. Münkedir33 şöyle demiştir: Bir kişi bütün sene oruç tutup hiç iftar
etmese, bütün gece namaz kılıp hiç uyumasa, bütün malını sadaka verse, Allah
yolunda cihad etse, Allah'ın yasaklarından sakınsa, kıyamet gününde
getirildiğinde kendisine denir ki; 'Bu kimse Allah'ın küçülttüğünü gözünde
büyüttü. Allah'ın büyüttüğünü de küçülttü'. Acaba böyle bir kimsenin halini
nasıl görürsün? Ne olacaktır? Acaba hangimiz böyle değildir? Dünya, hangimizin
yanında, yapmış olduğumuz günah ve hatalara rağmen büyük sayılmıyor?
Ebu Hâzım (Seleme b. Dinâr) 'Dünya ve ahiretin geçimi pek şiddetlidir. Ahiretin
nafakasına gelince; onu temin hususunda yardımcılar bulamıyorsun. Dünyanın
nafakasına gelince; elini dünyanın herhangi bir şeyine uzattığında, mutlaka
senden önce ona bir fâsığın dokunduğunu görürsün!' demiştir.
Ebu Hüreyre (r.a) şöyle demiştir: "Dünya delik dağarcık gibi yer ile gök
arasında durdurulmuştur. Yaratıldığı günden yok olacağı güne kadar Allah'a
yalvararak şöyle der: Yarab! Neden benden nefret ediyorsun? Allah Teâlâ onu 'Ey
hiç! Sus!' diye azarlar!"
Abdullah b. Mübârek şöyle demiştir: 'Dünya sevgisi ile kalpte bulunan günahlar
kalbi çepeçevre sararlar, ona giden hayır yollarını kapatırlar. Artık hayır ne
zaman kalbe varabilir?'
Vehb b. Münebbih 'Kimin kalbi dünyadan birşey ile sevinirse, o hikmeti yitirmiş
demektir. Kim şehvetini iki ayağının altına alırsa, şeytan onun gölgesinden
korkar. Kimin ilmi, hevasına galip ge-lirse o galip bir kimsedir' demiştir.
Bişr el-Hafî'ye 'Filan adam öldü!' dediler. Cevap olarak şöyle dedi: 'Dünyayı
topladı! Ahirete gitti! Nefsini zayi etti!' Kendisine 'O şöyle yapardı' deyip
yapmış olduğu iyilikleri belirttiler. Bişr cevap olarak şöyle dedi: 'O dünyayı
topladıktan sonra böyle yapması ne fayda verir?'
Seleften biri şöyle demiştir: 'Dünya bizim nefsimizi bize iğrenç gösterir. Oysa
biz onu seviyoruz. Acaba bizim nefsimizi bir de güzel gösterseydi biz ne
yapacaktık'.
Bir hakîme şöyle denildi: 'Dünya kimin içindir?' Cevap olarak Terkedenindir'
dedi. 'Ahiret kimin içindir?' denildi. Cevap olarak 'İsteyenindir' dedi.
Bir hakîm 'Dünya harap evidir. Ondan daha harap olan onu tamir eden kalptir.
Cennet tamir evidir. Ondan daha muammer olan onu arayan kalptir' demiştir.
Cüneyd-i Bağdâdî şöyle demiştir: 'İmam Şâfiî (r.a) dünyada hakkın diliyle
konuşan ve Allah tarafından teyid edilenlerdendi. Bir ahiret kardeşine nasihat
etti. Onu Allah'ın kahrından korku-tarak şöyle dedi:
Ey kardeşim! Dünya hata ve zillet evidir. Onun tamiri mutlaka harabeye döner.
Onun sâkinleri mutlaka kabirleri boylar! Onun toplanması, dağılmak temeline
dayanmaktadır. Onun zenginliği, fakirliğe döner. Onda çoğaltmak zorluktur. Onda
zorluk kolaylıktır. O halde Allah'a sığın, O'nun rızkına razı ol! Fâni olan
evinin tamiri için daimi olan evinden harcama! Çünkü senin hayatın geçici bir
gölgedir. Yıkılmaya yüz tutmuş bir duvardır. Fazla ibadet et ve emelini kısalt.
İbrahim b. Edhem bir kişiye şöyle dedi:
-Acaba rüyada gördüğün gümüş mü sence daha sevimlidir.Yoksa uyanık iken
bulduğun bir altın mı?
-Uyanık iken bulduğum bir altın daha sevimlidir.
-Yalan söyledin! Çünkü dünyada sevdiğin, rüyada sevdiğin gibidir. Ahiret için
sevmediğin uyanıkken sevmediğin gibidir.
İsmail b. Ayyaş34 şöyle demiştir: 'Bizim arkadaşlar dünyaya domuz derlerdi. 'Ey
domuz! Bizden uzaklaş' derlerdi. Eğer bundan daha çirkin bir isim bilseydiler,
mutlaka o ismi dünyaya takarlardı'.
Kâ'b şöyle demiştir: 'Muhakkak ki dünya size sevdirilmiş tir ki ona ve onun
ehline tapıyorsunuz!'
Yahya b. Muaz er-Râzî şöyle demiştir: 'Akıllılar üç sınıftır:
1.Dünya kendisini terketmeden önce dünyayı terkedenler,
2.Girmeden önce kabrini hazırlayanlar,
3.Huzuruna varmadan önce rabbini razı edenler'.
Yine şöyle demiştir: 'Dünyanın uğursuzluğu o dereceye varmıştır ki seni Allah'a
ibadetten meşgul eden temennilerle avutur. Acaba bizzat dünyaya girsen halin
nice olur?'
Bekir b. Abdullah şöyle dedi: 'Kim dünya ile dünyadan müstağni olmak istiyorsa,
o tıpkı ateşi saman çöpleriyle söndürmek isteyen bir kimse gibidir'.
Bendar35 şöyle demiştir: 'Dünya evlatlarının zahidlikten dem vurduklarını
gördüğün zaman bil ki onlar şeytanın maskarasıdırlar!'
Yine şöyle demiştir: 'Dünyaya yönelen bir kimseyi dünyanın ateşleri (hırsı)
yakar. Ahirete yönelen bir kimseyi dünyanın ateşleri dipdiri yapar. Bu bakımdan
dünya bir altın potası olur, böyle bir kimse ondan fayda görür. Allah'a yönelen
bir kimseyi tevhidin ateşleri yakar. Öyle bir cevher haline gelir ki fiyatı
biçilmez olur'.
Hz. Ali şöyle demiştir: 'Dünya altı şeyden ibarettir.
1.Yenilen
2.İçilen
3.Giyilen
4.Binilen
5.Nikâh edilen
6.Koklanan
Yenilenlerin en şereflisi bal'dır. Fakat o ise sineğin kusmuğudur.
İçeceğin en şereflisi su'dur. Su'dan iyi ve kötü, eşit bir şekilde istifade
ederler. Yani Allah nezdinde üstün bir değeri olsaydı, kötü olan ondan istifade
edemezdi.
Giyilenlerin en şereflisi ipektir. O ise bir kurd'un mamulüdür.
Bineklerin en şereflisi at'tır. Oysa onun sırtında insanlar öldürülür.
Nikâh edilenlerin en şereflisi kadın'dır. O ise sidiğin içinde sidik kabıdır.
Kadın en güzel azasını süsler, fakat en çirkin azası istenir.
Koklananların en şereflisi misktir. O ise kandan ibarettir'.
_____________________________
1)İbn Mâce, Hâkim
2)Müslim
3)Lânet'ten maksat, terketmek demek olabilir. Yani onda bulunanlarla beraber
terk edilmiştir. Çünkü dünya, peygamberlerin ve asfiyanın metrûkudur
4)İbn Mâce, Tirmizî
5)Ahmed, Bezzar, Taberânî, İbn Hibban, Hâkim
6)Beyhâkî
7)İbn Ebî Dünya,
8)İbn Ebî Dünya, Beyhâkî
9)Tirmizî, İbn Mâce
10)Bu zat Kureyşlidir. İbn Main, bu zatın mevsuk olduğunu söylemiştir.
11)Beyhakî, (mürsel olarak)
12)Müslim
13)İmam Ahmed
14)Taberânî, İbn Ebî Dünya
15)Irâki aslına rastlamadığını söylüyorsa da Kut'u1-Kulûb'un müellifi Ebu
Talib el-Mekkî mürsel olarak Hasan Basrî'den rivayet eder.
16)Beyhâkî
17) Hadîsin bir kısmı daha önce Musa b. Yesar'ın rivayet ettiği hadîste mürsel
olarak geçmişti. Irâkî diğer kısmına tesadüf etmediğini söylemektedi
18)Ebu Nuaym, Deylemî
19)Beyhâkî
20) İbn Ebî Dünya, Beyhâkî
21)İbn Ebî Dünya, Beyhâkî
22)İbn Ebî Dünya
23) Müslim, Buhârî
24)Müslim, Buhârî
25)Beyhâkî
26) Taberânî
27) Irâkî aslına rastlamadığını söylemektedir.
28) Adeviye soyundan İsmail'in kızı Basralı Râbia Hatun.
29)Doğrusu Seyyar Ebu'l-Hakem'dir. Anzî kabilesinden olan bu zat,
Vâsıtlıdır. Ebu Seyyar'ın oğlu olan bu zatın esas ismi Verdan'dır. H. 122 se-
nesinde vefat etmiştir.
30)Ebu Ubeyde Âmir b. Cerrah cennetle müjdelenen on kişiden biridir. Hz.
Peygamber 'Ebu Ubeyde bu ümmetin eminidir!' buyurmuştur.
31)Hâkim, İmam Ahmed
32)Yemen'dc Hemedan'ın şehirlerindendir. Necran b. Zeyd'in isminden alınmıştır.
33)Künyesi Ebu Abdullah olan bu zat Kureyşlidir ve Hz. Âişe'nin dayısının
oğludur.
34)Künyesi Ebu Utbe'dir. Doksan küsur yaşında H. 81'de vefat etmiştir.
35)Şiblî'nin talebesi olan bu zat, H. 353'de Ercan'da vefat etmiştir. .
*Dünyanın Zemmi ve Niteliği Hakkında Mev'izeler
Seleften biri şöyle demiştir:
Ey insanlar! Teenniyle hareket edin, daima Allah'tan korkun! Emel ve eceli
unutarak aldanmayın, dünyaya meyletmeyin! Çünkü o pek fazla hilebaz, pek fazla
kandırıcıdır. Gurur ile size süslü püslü görünmüştür. Sizi temennileriyle
aldatmıştır. Müşterisine süslü görünmüştür. Süslenmiş bir gelin gibi olmuştur.
Gözler faltaşı gibi açılıp ona bakmakta, kalpler onun üzerine üşüşmekte,
nefisler ona aşık olmakta... Oysa o nice aşıklarını öldürmüş, kendisine
yaslanan nice kişileri mağlup etmiştir. Bu bakımdan onu hakîkat gözüyle süzünüz.
O öyle bir evdir ki onun yok edicileri çok... Onu yaratan onu kötülemiştir.
Onun yenisi çürür. Onun mülkü yok olur. Onun azizi zelîl, onun çoğu az ve onun
sevgisi ölümdür, onun hayrı elden çıkar. Allah'ın rahmeti sizin üzerinize
olsun! Gafletinizden uyanın! Uykunuzdan silkinin! Hem de 'filan adam hastadır'
veya "ağır hastadır' denilmezden önce... Acaba ilâç için bir yol var mı?
Acaba tabibe giden yol var mı?' denilmeden önce uyanın. Zaman senin için şifa
ummadığı halde doktorlar senin için çağrılacaktır. Sonra 'Filan adam vasiyet
etti, malını saydı' denir. Sonra 'Dili ağırlaştı, arkadaşlarıyla konuşamıyor,
komşularını tanımıyor!' denir. O anda senin alnın ter döker. İnlemelerinin biri
diğerini takip eder. Yakînin yerinde kalır, gözlerin yerinden fırlar, zanların
doğrulanır, dilin ağırlaşıp kekeler, arkadaşların ağlar... Sana denir ki: 'Bu
senin oğlundur, bu senin kardeşindir'. Oysa sen konuşmadan menedilmişsindir
konuşamazsın. Senin dilin mühürlenmiştir. Artık kurtulamaz. Sonra kaza ve kader
senin başına konur, canın bedeninden ayrılır, göklere doğru götürülür. O anda
arkadaşların toplanır, kefenin hazırlanır. Seni yıkar kefene sararlar. Senin
ziyaretçilerinin ardı kesilir. Senden nefret edenler rahata kavuşur. Senin
ehlin ve aile efradın servetine el koymak üzere etrafından dağılıp giderler.
Sen amellerinin rehini olarak kalırsın.
Seleften biri, hükümdarın birine şöyle demiştir:
Dünyayı zemmetmek ve dünyadan nefret etmek bakımından insanların en müstehakı,
dünyada kendisine bolluk verilmiş, dünyadan kendisinin ihtiyaçları kendisine
bahşedilmiş bir kimsedir. Çünkü böyle bir kimse malına hücum edip malını silip
süpüren bir belayı veya topladığına hücum edip de onu darmadağın edip götüren
bir felâketi veya saltanatının temellerini yıkan veya bedenine girip de kendisini
hasta eden veya arkadaşları arasında elinden çıkarmak istemediği bir şeyini
elinden alan bir felâketi bekler. Bu bakımdan dünya kötülenmeye (övmekten daha)
müstehaktır. Zira verdiğini alan, hibesinden cayan elbette dünyadır.
Arkadaşının yüzüne güldüğü anda bir de bakarsın ki onu başkasına gülünç yapmış!
Arkadaşı için ağlarken bakarsın ki başkasını onun için ağlatır. Elini vermek
için açtığı halde bakarsın ki geri alır. Bugün arkadaşının başına taç koyar,
yarın toprakla o kelleyi sıyırır. Dünya için, gidenin gidişi, kalanın kalışı
eşittir. Dünya, kalanı gidenin yerine halef görür. Onların herbirinin diğerinin
bedeli olmasına razı olur.
Hasan Basrî, Ömer b. Abdülaziz'e (halife seçildiğinde) şöyle yazdı:
Malum olsun ki dünya ikamet evi değil, kendisinden göç etme evidir. Adem (a.s)
cennetten dünyaya cezalı olarak inmiştir. Ey mü'minlerin emîri! O halde
dünyadan sakın! Zira dünyadan alınan azık, onu terketmektir. Dünyadan alınan
zenginlik, onun fakirliğidir. Dünyanın her an öldürdüğü biri vardır. Dünyayı
azîz edeni dünya zelîl eder. Dünyayı toplayanı, dünya fakir yapar. Dünya zehir
gibidir, bilmeyen bir kimse onu yutar. Fakat içinde kendi ölümü
vardır. Bu bakımdan sen dünyada, yarasını tedavi edip saran gibi ol! Böyle bir
kimse, istemeyenin korkusundan az korunur. İlâcın zahmetine, hastalığın
uzunluğundan korkarak tahammül eder. O halde şu hilekâr dünyadan, şu kandırıcı,
aldatıcı dünyadan sakın! O dünya ki hilesiyle süs-lenmiş, gururuyla
fitnelendirmiş, emelleriyle cazibeli görünmüş, hitabıyla geciktirilmiştir. Bu
bakımdan dünya telli duvaklı bir gelin gibi olmuştur. Gözler ona bakar, kalpler
onun hayrânı, nefisler onun aşığıdır. Oysa o bütün kocalarından nefret eder.
Buna rağmen kalan, geçenden ibret almamakta, son gelen önce gelenden ders
almamaktadır. Allah'ı bilen bir ârif kendisine dünyadan haber verdiği halde
nasihat almamakta... Dünyanın aşığı ondan ihtiyacını elde etmiş, aldanmış,
haddini aşmış, âhireti unutmuştur. Aklını dünyaya kullanmış, dünya onun ayağını
kaydırmış, pişmanlığı büyüdükçe büyümüş, hasreti oldukça çoğalmış, ölümün
pişmanlığı artmış, ölümün sıkıntı ve elemleri üzerine çökmüş, maksadın elden
çıkmasının acısını duymuştur! Dünyanın istekçisi dünyadan isteğini elde
edememiş, nefsini rahat ettirememiş, azıksız dünyadan çıkmış, hazırlıksız bir
zemine varmıştır.
Ey mü'minlerin emîri! Sen dünyadan sakın!
Ey mü'minlerin emîri! Dünyadan sakın! Dünyada çok sevildiğin zaman ondan çok
sakın! Çünkü dünyanın sahibi ne zaman dünyanın sevgisine güvenirse, mutlaka
dünya onu bir zahmete sürükler. Dünya ehlinin arasında sevilen aldanmıştır.
Dünyadan faydalanan hilebaz ve zararlıdır. Dünyada olan genişlikler bela ile
bitişiktir. Dünyadaki beka, faniliğe döner. Bu bakımdan dünyanın sevgisi,
üzüntülerle karışıktır. Dünyadan giden dünyaya geri gelmez. Geleni bilinmez ki
beklenilsin. Dünyanın ümitleri yalancı, emelleri bâtıldır. Doğruluğu
bulanıktır, hayatı zikzaklıdır. Ademoğlu dünyada daima tehlike ile karşı
karşıyadır. Eğer düşünürse, kendisi nimetler içerisinde bile tehlikeden ve
beladan sakınmak zorundadır. Eğer yaratan dünyadan hiçbir haber vermemiş
olsaydı ve dünya için hiçbir darb-ı mesel beyan etmemiş olsaydı, yine de dünya
uyuyanı uyandırır, gâfili in-tibaha getirirdi. Allah, dünya hususunda uyarıcı
ve sakındırıcı gönderdiği halde nasıl böyle olmasın? Dünyanın
Allah nezdinde bir kıymeti yok... Yaratıldığından beri ona bir defacık olsun
(şefkatle) bakmamıştır.36
Dünya, bütün anahtar ve hazineleriyle senin peygamberine kendisini arzetti.
Oysa dünya onun olsaydı, Allah nezdindeki mertebesinden bir sivrisinek kanadı
kadar eksiltmezdi. Buna rağmen peygamber'in onu kabul etmekten çekindi. Zira
Allah'ın emrine muhalefet etmeyi kerih gördü ve yaradanının nefret ettiğini
sevmeyi istemedi veya padişahı tarafından kıymetsiz sayılanı yüceltmeyi arzu
etmedi. O öyle bir dünya ki Allah Teâlâ imtihan için onu sâlih kullarından
esirgemiş, aldatmak için düşmanlarına alabildiğine vermiştir. Dünya ile mağrur
olan ve dünyaya gücü yeten, kendisine dünya ile ikram edildiğini düşünür ve
Allah Teâlâ Hz. Peygamber'i karnının üzerine taş bağladığında unutmuş zanneder.
Oysa Hz. Peygamber Allah'ın Musa'ya şöyle buyurduğunu rivayet eder:
Sen zenginliğin gelişini gördüğünde de ki: 'Bir günahtır. Onun cezası acelece
verilir'. Fakirliğin gelişini gördüğünde de ki: 'Sâlih kimselerin şiarına
merhabalar!'
Eğer dilersen Hz. İsa'ya uy! Zira o şöyle diyordu: 'Benim katığım açlık,
alâmet-i fârikam korku, elbisem yün... Kış mevsiminde ateşim güneşin ışınları,
lambam ay, bineğim ayaklarım, yemeğim ve meyvem yerin bitirdiği bitkiler..
Benim hiçbir şeyim olmadığı halde akşamlıyor, hiçbir şeyim olmadığı halde
sabahlıyorum. Oysa yeryüzünde benden daha zengin hiçbir kimse yoktur'.
Vehb b. Münebbih şöyle anlatır:
Allah Teâlâ, Hz. Musa'yı, Firavuna gönderdiği zaman şöyle buyurmuştur:
'Firavun'un dünyada giymiş olduğu elbise sizi şaşırtmasın. Çünkü onun perçemi
benim kudret elimdedir. Ben izin vermeden o konuşamaz, bakamaz, nefes alamaz.
Sakın onun dünyadan edinmiş olduğu lezzetler sizi hayrete düşürmesin! Çünkü o
cilveli yaşantı, dünya hayatının geçici cilvesidir, israfçıların ziynetidir.
Eğer ben ikinizi dünya ziynetiyle ziynetlendirmek isteseydim, Firavun o ziyneti
gördüğü zaman anlardı ki size verilen nimete gücü ve takati yetmez. Bunu
yapabilirdim. Fakat ben sizi böyle şeyden uzak tutuyorum. O ziyneti sizden
esirgiyorum. Ben halis kullarıma hep böyle yaparım. Ben onları dünya
nimetlerinden şefkatli bir çobanın tehlikeli otlaklardan koyunlarını koruduğu
gibi korurum. Şefkatli çobanın devesini uyuz eden konaklardan uzaklaştırdığı ve
sakındırdığı gibi onları dünyanın sığınaklarından korur ve uzaklaştırırım.
Böyle yapmak, onların nezdinde kıymetsizliklerine hamledilemez! Fakat benim
ikramımdan uzak bir vaziyette bolca nasiplerini tamamlamasınlar diye yapıyorum.
Ancak benim velî kullarım bana zillet, korku, huşû, hudû ve kalplerinde
yerleşen takvâ, bedenlerinde görülen vera ile süslenirler. Bunlar onların
giydiği elbiseleri ve hissettikleri kalpleridir. Dolayısıyla zaferi elde edecek
kurtuluşları, umdukları emelleri ve medar-ı iftiharları olan iyi hasletleridir.
Bilinmelerine vesile olan simalarıdır. Sen onlara rastladığın zaman kanatlarını
onlar için ger! Kalbini ve dilini onlar için kolaylaştır. Kim benim velî
kullarımdan birini korkutursa, o bana karşı savaş açmış olur. Sonra o velî
kulumun intikamını, kıyamet gününde ben alırım.
Hz. Ali, bir hutbe okuyarak şöyle demiştir:
Bilin ki muhakkak öleceksiniz. Ölümden sonra dirilip amellerinizin yanında
durdurulacaksınız. Amellerinizle ceza-landırılacaksınız. O halde dünya hayatı
sizi aldatmasın! Çünkü dünya hayatı bela ila çepeçevre sarılıdır. Fanilikle
bilinir, hile ile vasıflıdır. Dünya hayatında her ne varsa, zevale doğru
gidiyor. Dünya dünyalılar arasında dönen bir dolap gibidir. Onun durumları
hiçbir zaman devam etmez. Ona binenler hiçbir zaman şerrinden emin olamazlar.
Aile efradı, ondan gelen bir genişlik, zevk ve safâ içinde bulundukları bir
anda bakarsın ki bir bela ve aldatmaya uğrarlar. Değişik durumlar, geçici
teller çalıp durmakta.. Dünyada yaşamak kötü, dünyada bolluk devam etmekte....
Dünyanın ehli dünyada hemen oklanmaya hazırlanan hedefler... Dünya onları ok
yağmuruna tutmakta, ölümüyle onları uzaklaştırmakta... Herbirinin ölümü dünyada
takdir edilmiş... Onun nasibi dünyada boldur.
Ey Allah'ın kulları! Bilin ki sizler ve içinde bulunduğunuz şu dünya, ömürleri
daha uzun olan geçmiş kimselerin yolu üzerindesiniz. Kuvvetçe sizden daha
güçlü, sizden daha fazla dünyayı tamir eden ve eserleri sizden daha çok olan
kimselerin yoluna devam ediyorsunuz. O kimselerin sesleri uzun zaman
titreştikten sonra susmuş, sükûta uğramıştır. Cesedleri çürümüş, köyleri,
beldeleri ve evleri olduğu yerde harap olmuş, boş kalmış... Eserleri
silinmekte, koca koca köşkler, tahtlar ve halılar yerine lâhitli ve mezarlarda
biri diğerine dayanmış taşlar ve kayalıklar konmaktadır. Bu bakımdan onların
yeri korkulu... Orada duranlar garip.. Tanımadıkları bir diyarın halkına
katılmış, dertli ve meşgâlesi olan bir memleketin insanlarıyla beraberler.
Mâmur köşk ve saraylarla ünsiyet etmiyorlar. Komşu ve arkadaşların birbirini
ziyaret etmesi gibi şeyler yoktur. Oysa mekanca ve komşulukça pek yakındırlar
birbirlerine. Evce birbirinin bitişiğinde... aralarında nasıl konuşma
olacaktır? Oysa belâ bütün varlığıyla onları kuşatmıştır. Kocaman taşlar ve
topraklar onları yemiştir. Hayattan sonra ölmüşler, maişetin parlaklığından
sonra kupkuru kemik olmuşlar. Dostlar onlardan kaçınmakta, onlar toprağın
altında durmakta, dönüşü olmayan bir yolculuğa çıkmaktalar! Heyhat! Heyhat!
Nihayet o müşriklerin herbirine ölüm geldiği vakit şöyle diyecekler: 'Rabbim!
Beni dünyaya geri çevir ki ben terkettiğim imanı yerine getirip sâlih bir
amelde bulunayım!' Hayır! (Artık dünyaya dönülmez!) Müşriklerden herbirinin
söylediği bu sözler, söyleyene ait faydasız bir laftır. Önlerinde ise bir mezar
vardır. Diriltilecekleri güne kadar oradadırlar.(Mü'minûn/99-100)
Sanki sizler de onların uğradıkları bela ve mezardaki tenhalığa girmişsiniz. O
yerde amellerinizin rehini olarak buluyorsunuz. O emanet yeri sizi
kucaklamıştır. Acaba gördüğünüz kabirler, içlerindekini dışarıya saçtığı,
göğüsler içlerindekini dışarıya attığı zaman sizin haliniz ne olacaktır?
Yaptıklarınızın hesabı için durdurulduğunuz, azîm olan padişahın huzuruna
çıkarıldığınız, kalbinizin günahlardan dolayı korkudan yerinden fırladığı,
perdelerinizin yırtıldığı, ayıplarınızın ve gizlilerinizin meydana çıktığı
zaman haliniz ne olacaktır! İşte o zaman her nefis yaptığından sorumlu olup
karşılığını görecektir.
Göklerde ve yerde bulunan herşey Allah'ındır ki kötülük edenleri, yaptıklarıyla
cezalandırsın, güzel davrananları da güzellikle mükâfatlandırsın.(Necm/31)
Kitab (ortaya) konulmuştur. Suçluların onun içindekilerden korkarak 'Vah bize,
bu kitab da ne oluyor, ne küçük ne de büyük hiçbir şey bırakmıyor, her
(yaptığımız) şeyi sayıp döküyor!' dediklerini görürsün. Yaptıklarını hazır
bulmuşlardır. Rabbin kimseye zulmetmez.(Kehf/49)
Allah Teâlâ bizleri ve sizleri kitabıyla amel eden kullarından eylesin.
Dostlarına tâbî olanlardan kılsın ki, bizi ve sizleri dârülmakam olan cennete
yerleştirsin... Çünkü Allah hamid (hamdedilen) ve mecîd (övülendir).37
Hukemâdan biri şöyle demiştir:
Günler oklardır, insanlar hedefler... Zaman her gün sana ok atıyor! Seni gece
ve günleriyle deliyor! Böylece bütün parçalarını delinceye kadar atmaya devam
ediyor. Acaba senin selâmetinin bekası, gecelerle beraber nerede kalır? Eğer
günlerin sende meydana getirdiği eksikliği görebilseydin her geçen günden
nefret ederdin. Geçen saatler sana pek ağır gelirdi. Fakat Allah'ın tedbiri,
ibret almanın tedbirinin üstün-dedir. Dünyanın tehlikelerine sabır göstermen
sayesinde dünya lezzetlerinin tadı hissedilmektedir. Oysa o dünya hâkim
tarafından yoğrulduğu zaman alkam denilen maddeden daha acıydı. Vasfedici,
dünyanın ayıplarını saymaktan acizdir. Dünyanın getirdiği acaiplikler, vâizin
ihâta edip anlatmasının çok üstündedir. Ya rabbî bizi sevaba irşâd eyle!38
Hukemâdan birine dünyanın vasfı ve ne kadar kalacağı sorulduğunda şöyle
demiştir:
Dünyada senin vaktin şu ki, o vakitte senin gözün sana döner. Çünkü daha önce
geçen zamanın idrâki elinden çıkmıştır. Gelecek zaman hakkında ise bir bilgiye
sahip değilsin. Zaman, gecesi tarafından matemi tutulan, saatleri tarafından
durdurulan bir günden ibarettir. Hâdiseleri bozması ve eksiltmesi ile durmadan
insanoğlunun üzerine akıp gelmektedir. Zaman, cemiyetleri dağıtmaya, derli
toplu olanları yıkmaya, devletleri değiştirmeye vekil kılınmıştır. Emel
uzundur, ömür kısa... Bütün işler ise Allah'a döner.
Ömer b. Abdülaziz (r.a), bir hutbesinde şöyle demiştir:
Ey insanlar! Muhakkak sizler öyle bir iş için yaratıldınız ki eğer siz onu
tasdik ederseniz muhakkak ahmaksınız, eğer onu yalanlarsanız, muhakkak helâk
olanlardansınız. Siz edeb için yaratıldınız. Fakat sizler, bir evden bir eve
naklediliyorsunuz. Ey Allah'ın kulları! Siz öyle bir evde bulunuyorsunuz ki o
evde sizler için yiyeceklerinizde zehir, içeceklerinizde zakkum vardır. Ancak
ayrılmayı istemediğiniz bir şeyden ayrılmak sûretiyle o evde sizi sevindiren
bir nimet elde edebilirsiniz! Bu bakımdan son varacağınız konak için çalışınız!
Edediyyen kalacağınız ev için çaba sarfediniz!
Bunu söyledikten sonra ağlamaktan konuşamaz bir hâle geldi ve minberden indi.
Hz. Ali bir hutbesinde şöyle demiştir:
Size Allah'tan sakınmayı tavsiye ediyorum. Sizi terkeden dünyayı terketmeyi
istemiyorsanız da... O dünya ki bedenlerinizi çürütüyor. Siz ise onu yemlemek
istiyorsunuz! Sizin ve dünyanın misâli, seferde olan bir grubun misâline
benziyor, bu grup sanki yolculuklarının sonuna varmışlar, sanki bir işarete
ulaşmışlar. Oysa sona varmak için daha ne kadar zamanın akıp geçmesi gerekiyor?
Nice kişi vardır ki dünyada bir günü kaldığı, kendisini arayan biri arkasına
takıldığı halde dünyada kalmayı ve ayrılmamayı ümit ediyor! Bu bakımdan
dünyanın şiddet ve saldırısından ürkmeyin. Çünkü, yokluğa doğru gidiyor.
Dünyaya tâlip olana hay-ret ediyorum; ölüm onu aradığı halde o dünyayı arıyor.
Kendisi gâfil olduğu halde kendisinden gâfil olunmamaktadır.
Muhammed b. Hasan39 şöyle demiştir:
Edeb, mârifet, ilim ve fazilet ehli, Allah Teâlâ'nın dünyayı hakir kıldığını ve
dostları için dünyaya razı olmadığını, dünyanın onun nezdinde hakir ve önemsiz
olduğunu Hz. Peygamber'in dünyada zâhid olup, ashabını onun fitnesin-den
sakındırdığını bildikleri zaman ondan az yediler. Fazlasını ahiret için
gönderdiler. Dünyadan kendilerine yetecek kadarını aldılar. Meşgul edeni
bıraktılar. Elbiselerden avretlerini örtecek kadarını giydiler. Yemekten açlığı
giderecek kadarını yediler. Dünyaya yok olacak gözüyle baktılar. Ahirete ebedî
kalacak gözüyle nazar ettiler. Bu bakımdan onlar dünyadan bir binicinin azığı
kadar azıklandılar. Dünyayı harap edip onunla ahireti tamir ettiler. Ahirete
kalpleriyle bakıp, gelecekte ona gözleriyle bakacaklarını anladılar.
Bedenleriyle ahirete yakında irtihal edeceklerini bildikleri için kalpleriyle
ahirete irtihal ettiler. Az yoruldular. Uzun zaman nimetlendiler. Bütün bunlar,
kerim olan mevlâlarının tevfiki ile oldu. Mevlâlarının kendileri için sevdiğini
sevdiler, kerih gördüğünü de kınadılar.
___________________
36)İbn Ebî Dünya, (mürsel olarak);İmam Ahmed ve Taberânî (muttasıl olarak)
37)Şerif er-Radî, bu hutbeyi Nehc'ul-Belâğa'da zikretmiştir.
38)Hasan Basrî'nin, Ömer b, Abdülaziz'e yazdığı mektup burada son buldu.
*İnsanlara Kendilerini, Yaratıcılarını, Nereden Gelip, Nereye Gittiklerini
Unutturan Meşguliyetler
Dünya mevcut şeylerden ibarettir. İnsanoğlunun o mevcutlarda lezzeti ve nasibi
vardır. Onların ıslahında meşgalesi vardır. İşte bunlar üç şeydir. Zannedilir
ki dünya, sadece bu üç işin birinden ibarettir. Oysa hiç de öyle değildir.
Dünyanın kendilerinden ibaret olan şeyleri; kürre-i arz ve üzerindekilerdir.
Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
Biz yeryüzünde olan şeyleri yer halkına bir süs yaptık ki insanların hangisinin
daha güzel amelde bulunacağını imtihan edelim.(Kehf/7)
Bu bakımdan yeryüzü, insanoğulları için döşek, beşik, mesken ve istikrar
yeridir. Yeryüzünde olanlar da onlar için elbise, yemek, içmek, evlenmektir.
Yeryüzündeki şeyleri üç kısımda toplayabiliriz:
1.Madenler
2.Bitkiler
3.Canlılar
Bitkiler
İnsanoğlu onları gıda edinmek ve tedavi olmak için arar. Madenler
Bakır ve kalay gibi, onları alet veya kap yapmak için; altın ve gümüş gibi
onları para yapmak için veya bunların dışındaki maksat ve hedefler için arar.
Canlılar
Canlılar, insan ve insan dışındaki diğer canlılar diye ayrılır. İnsan dışındaki
diğer canlıların etleri yenmek, sırtları binilmek ve süs edinilmek için
aranılır. İnsan ise, bazen insanoğlu insanların bedenlerini mülk edinmek,
onları hizmetkârlar gibi çalıştırmak ve
sofralarına göndermek veya kadın ve cariyeler gibi onlardan zevk almak için
onları arar. İnsanların kalplerini mülk edinmek, o kalplerde büyüklüğünü ve
ikramını yerleştirmek için arar. İşte buna makam ve mertebe denilir. Zira makam
ve mertebenin mânâsı, insanların kalplerini mülk edinmek demektir. İşte bunlar
dünya diye isimlendirilen şeylerdir.
İnsanlara kadınlar, oğullar, altın ve gümüşten istiflenmiş yığınlar, (otlağa)
salınmış atlar, develer ve ekinlerden gelen zevklere aşırı düşkünlük süslü
(cazip) gösterildi. Fakat bunlar dünya hayatının geçici menfaatidir. Oysa
varılacak güzel yer Allah katandadır.(Âlu İmran/14)
İşte bunlar dünyanın hazlarıdır. Ancak bunların kul ile iki yönden bağlantısı
vardır: Biri kalple beraberdir ki o da kalbin bunları sevmesi, bunlardan
lezzetlenmesi, kalbi köle gibi oluncaya dek himmetini bunlara sarfetmesidir
veya dünya ile tamamen deli divaneye dönmüş bir aşık gibi olmasıdır. Bu alâkaya
kibir, hile, hased, riya, şöhret, su-i zan, yağcılık, övülme sevgisi, servetle
böbürlenmek gibi dünya ile ilgili olan kalbin bütün sıfatları dahildir ve bâtın
dünya işte budur.
Zâhir dünya, bizim söylediğimiz şeylerdir. İkinci irtibat bedenledir. O da
bedenin bu şeylerin ıslahı ile meşgul olmasıdır ki bunlar onun ve başkasının
lezzetlenmesine elverişli hâle gelsin. Bu, sanatların ve halkın meşgul olduğu
işlerin tamamıdır.
Halk nefislerini, varacakları yerlerini bu iki irtibattan dolayı dünya yüzünden
unutmuştur: Kalbin sevgi ile bedenin de meşguliyetle bağlantısı... Eğer kişi
nefsini, rabbini, dünyasının hikmet ve sırrını bilseydi, dünya dediğimiz bu
şeylerin kendisini Allah'a doğru götüren hayvanın yemi için yaratıldığını
anlardı. Bu hayvandan gaye bedendir. Zira beden ancak yemek, içmek, elbise ve
meskenle hayatta kalabilir. Nitekim hac yolundaki devenin de ancak yemek, içmek
ve sırtındaki çullar vasıtasıyla hayatta kalıp yoluna devam edebildiği gibi...
Dünyada nefsini ve maksadını unutmak hususunda kulun misali, yolun konaklarında
duraklayan ve durmadan devesine yem yediren, devesini tımarlayan, temizleyen,
onun sırtına çeşitli elbise ve çullar örten bir hacının mi-sali gibidir.
Devesine otların çeşitlerini getiren, buz ile suyunu soğutan, kendisini
kafileden geri bırakmasın diye bunları yapan, kafileden geri kalıp çölde kalan
ve devesiyle beraber yırtıcı hayvanlara yem olan gâfil bir hacının misâli
gibidir. Basireti açık olan bir hacı ise, ancak devenin yürüyüşünü temin edecek
kadarıyla ilgilenir. Bu bakımdan bu miktarı temin ettikten sonra kalbi Kâbe ve
hac ile bağlıdır. Ancak zaruret miktarı deveye bakar. İşte ahiret seferindeki
basiret sahibi de böyledir. Tuvalete ancak zaruret miktarı girdiği gibi,
gerektiği kadar bedene bakar. Yemeği midesine sokmak ile karından çıkarmak
arasında hiçbir fark yoktur. Çünkü her ikisi de bedenin zarurî
ihtiyaçlarındandır! Kimin himmeti, karnına soktuğu şeyler ise, onun kıymeti
midesinden çıkardığı şeydir! İnsanı Allah'tan en fazla meşgul eden midedir.
Zira gıda zarurî olanıdır. Mesken ve elbisenin işi daha kolaydır. Eğer insan bu
şeylere olan ihtiyacının sebebini bilmiş olsaydı ve sadece ihtiyaç kadarını
kullansaydı, dünya meşgaleleri onun bütün vakitlerini almazdı. İnsanlar dünyayı
bilmediklerinden, hikmetinden gâfil olduklarından ve dünya ile
lezzetlendiklerinden dolayı dünya bütün vakitlerini alıyor, meşgul ediyor!
Fakat onlar dünyayı bilememişler ve dünyadan gâfil olmuşlardır. Böylece
dünyanın meşgaleleri ardı ardınca onların üzerine akın etmiş, bir kısmı
diğerini takip etmiştir. Sınırsız bir nihayete doğru onları sürüklemiştir.
Onlar meşgalelerinin çokluğuna dalmışlar ve maksatlarını unutmuşlardır.
İşte biz, dünya meşgalelerinin tafsilâtını, onlara ihtiyacın nasıl olduğunu ve
insanların dünya maksadlarında nasıl yanıldıklarını belirteceğiz ki dünya
meşgaleleri halkı nasıl Allah'tan uzaklaştırmıştır, işlerin akibetini nasıl
unutturmuştur açıkca görünsün!
Bu bakımdan deriz ki; dünyevî meşgaleler, sanatlar ve halkın üzerine üşüşmüş
olduğunu gördüğün çalışmalardır. Çokça çalışmanın sebebi; insanoğlunun üç şeye
mecbur olmasındandır: 'Azık, mesken ve elbise'.
Azık, gıdalanmak ve yaşamak içindir. Elbise, sıcak ve soğuktan korunmak
içindir. Mesken, sıcak ve soğuğu defetmek, aile efradı ve maldan helâk olmanın
sebeplerini uzaklaştırmak içindir.
Allah, gıdayı, mesken ve elbiseyi, insanın sanatına muhtaç olacak şekilde
yaratmıştır. Ancak hayvanlar için böyle değildir. Çünkü bitki, pişirmeksizin,
hayvanın gıdası olur. Sıcak ve soğuk hayvanın bedenine tesir etmez. Bu bakımdan
binaya muhtaç değildir ve çölde yaşayabilir. Elbisesi, tüyleri ve derilerdir.
Elbiseye ihtiyaçları yoktur. İnsan ise, böyle değil... Bunun için beş sanata
ihtiyaç vardır. Onlar da sanatların temelleri ve dünyevî meşgalelerin
başlangıçlarıdır ve o sanatlar şunlardır: Çiftçilik, çobanlık, avcılık,
dokumacılık ve inşaat.
Bina, mesken içindir. Örücülük ve kapsadığı yün eğirmek ve dikmek giymek
içindir. Çiftçilik, yemek için. Koyunlar ve atların çobanlığı da yine yemek,
binmek ve avcılık içindir. Avcılıktan gayemiz Allah Teâlâ'nın yaratmış olduğu
kara ve deniz hayvanını, madeni, otu veya odunu elde etmek demektir. Bu
bakımdan çiftçi bitkileri elde eder. Çoban hayvanları korur, üretir. Avcı
biteni elde edip başka insanın sanatı olmaksızın kendi kendine birşeyler
edi-nir ve böylece yerin madenlerinden, insanların sanatı olmaksızın yaratılan
şeyleri alır. Çünkü avcılıktan bizim gayemiz; bütün bunları kapsayan geniş mânâdır.
O mânânın altına birçok sanat ve meşgaleler girer. Sonra bu sanatlar aletlere
muhtaçtır. Dokuma aleti, çift, bina ve av gibi... Aletler de bitkilerden
edinilir: Bunlar odun ve kereste kısımlarıdır veya demir, kaya ve benzerleri
gibi madenlerden veya hayvan derilerinden yapılırlar. Bu bakımdan üç çeşit
sanata daha ihtiyaç vardır: Marangozluk; bundan gayemiz, ne şekilde olursa
olsun kereste ve odun maddeleri üzerinde çalışan kimselerdir. Hattattan
gayemiz; demir, bakır ve diğer maden cev-herleri üzerinde çalışan kimsedir.
Bizim gayemiz cinsleri zikretmektir. Sanatların kısımları ise pek fazladır.
Terziye gelince, on-dan gayemiz; hayvan derileri ve parçaları üzerinde çalışan
kimsedir. İşte bunlar sanatların temelleridir. Sonra insan tek başına yaşayamayacağı
şekilde yaratılmıştır. Hatta tek başına yaşamamaya mecburdur. Bu mecburiyet ise
iki sebepten meydana gelir. O sebeplerin biri, insan cinsinin devam etmesi için
üremeye muhtaç olmasıdır. Bu ise ancak erkek ve kadının bir araya gelmeleriyle
mümkün olur. İkinci sebep ise yemek ve elbiseleri hazırlamak hususunda, çocuk
terbiyesi bakımından yardımlaşmaktır. Çünkü eşlerin birleşmesi çocuğu meydana
geti-rir. Bir kişi hem çocuğu korumak, hem de azığın sebeplerini araştırmakla
meşgul olamaz. Sonra kişinin aile efradı ile bir evde toplanması da kâfi
değildir.
İnsanların bir grubu bir araya gelmedikçe yaşamaları müm-kün değildir. Bir
araya gelmeliler ki bir araya gelen grubun her biri ihtiyaç duyulan bir sanatı
üzerine alsın. Çünkü bir kişi, tek başına nasıl çiftçilik yapacaktır? Zira
çiftin aletlerine muhtaçtır. Alet de demirciye ve marangoza muhtaçtır. Yemek,
değirmenciye ve fırıncıya muhtaçtır. İnsan tek başına elbiseyi nasıl elde
edebilir? Oysa elbise, pamuğu korumaya, örmeye, dikiş aletleriyle daha bir çok aletlere
muhtaçtır. İşte bunun için insanın tek başına yaşaması imkânsızdır. Böylece bir
arada yaşamaya ihtiyaç vâki olmuştur. Sonra insanlar eğer üstü açık bir çölde
toplansalar, sıcak, soğuk, yağmur ve hırsızlardan korunmaları zorlaşır. Bu
bakımdan kuvvetli binalara ve her hane halkının yatacağı müstakil konaklara
ihtiyaçları vardır. Öyle ki beraberlerinde aletlerini, ev eşyalarını
bulundurabilsinler. Konaklar, sıcağı, soğuğu yağmuru defettiği gibi, komşuların
hırsızların ve benzeri şeylerin eziyetlerinden de korur. Fakat evler bazen bir
grup hırsızın baskınına maruz kalırlar. Bu bakımdan o evlerde oturanların
yardımlaşmaya ve bütün evleri koruyacak bir sur ile korunmaya ihtiyaçları
vardır. Bu zaruretten dolayı da şehircilik fikri doğmuştur.
Sonra insanlar evlerde, şehirlerde bir araya geldikleri ve alış veriş
yaptıkları zaman aralarında husumetler başgösterir. Çünkü riyaset meselesi
doğar. Kocanın kadına baş olması, anne-babanın çocuklarına baş olmaları durumu
meydana gelir. Çünkü kadın ve çocuklar zayıftır ve bir idareciye muhtaçtırlar.
Ne zaman akıllı bir kimse başkasının boyunduruğuna girerse bu durum husumete
götürür. Ama hayvanları boyunduruğa sokmak böyle değildir. Çünkü hayvanlarda
muhâseme kuvveti yoktur, onlara zulmedilse bile düşmanlık gütmezler. Kadın ise
kocasına karşı husumet gösterir. Evlat, anne ve babasına karşı muhâsemette
bulunur. Bu bir evin manzarasıdır.
Bir şehrin halkına gelince, onlar ihtiyaçları olan maddelerde alış-veriş edip
mücadele ederler. Eğer o şekilde bırakılırlarsa mutlaka savaşa tutuşur ve hepsi
helâk olurlar. Çobanlar ve çiftçiler de böyledir. Meralara akın ederler, arazi
ve sulara varırlar. Vardıkları yerler onların ihtiyaçlarına cevap vermez.
Şüphesiz münazaaya tutuşurlar. Sonra bazıları çiftçilik ve sanattan, körlükten,
hastalıktan ihtiyarlıktan ve çeşitli sebeplerden ötürü aciz kalır. Eğer o
kimse, o şekilde bırakılırsa helâk olur. Eğer onun halinin sorulması bütün
insanlara bırakılırsa onu mahrum ederler. Eğer tahsis edici bir sebep
olmaksızın biri onun haline bakmaya tayin edilirse o da ona itaat etmez. Bu
bakımdan bu bir araya gelmekten hasıl olan arızalardan dolayı zarurî olarak
birçok sanatlar doğar.
Onlardan biri arazi ölçme sanatıdır. O arazi ölçme sanatı ki onunla yerin
miktarı bilinir. Arazi, bu ölçü sayesinde insanlar arasında adaletle
paylaştırılır. O sanatlardan biri de askerlik sanatıdır. Bu sanat da kılıçla
memleketi korumak, memleketten hırsız ve benzerlerini uzaklaştırmak için
meydana çıkmıştır.
O sanatlardan biri de hüküm ve husumeti ortadan kaldırma sanatıdır. Bu sanattan
da fıkha ihtiyaç duyulmuştur. Fıkıh ise halkı kontrol etmek için gereken
yasaların bilinmesi demektir. Bu yasalar halkı kendi hududunda durdurmaya
mecbur eder ki aralarındaki muaraza çoğalmasın. Bu, Allah'ın çizmiş olduğu
hududların bilinmesi demektir. Bunlar siyasî işlerdir, mutlaka lâzımdırlar.
Bununla ancak hidayeti ayırt edecek ve ilim gibi özel nitelik ve sıfatlara
sahip olan kimseler meşgul olabilirler. Bunlar, kanun ile meşgul oldukları
zaman, başka bir sanatı icra etmeye vakitleri kalmaz. Maaşa muhtaç olurlar.
Memleket halkı da onlara muhtaçtır. Zira bir memleket halkının tümü düşmana
karşı savaşa gittiği zaman, sanatlar muattal olur. Eğer savaş ehli/silah ehli
maişetlerini temin etmek için sanatlarla meşgul olurlarsa, o vakit memleket
koruyucusuz ve nöbetçisiz kalır. Bütün insanlar zarar görür. Bu bakımdan
onların maişetlerine ve rızıklarına -eğer varsa- sahipsiz malların sarfedilmesi
veya ganimetlerin eğer savaş kâfirlere karşı yapılıyorsa- sarfedilmesine
ihtiyaç doğmuştur. Eğer onlar da dindar ve muttakî kimseler ise, halkın yararı
için, halkın mallarının azıyla kanaat edeceklerdir. Eğer lüks hayat yaşamayı
isterlerse, o vakit memleket halkının malları bu muhariblere kayar ki onlar da,
millete koruyuculuk ve nöbetçilik vazifeleriyle yardım etsinler. Bu bakımdan
haraç (vergi)64 alma ihtiyacı doğar. Sonra haraç alma ihtiyacından dolayı
birçok sanatlar doğar. Zira haracı (vergiyi) adaletle çiftçi ve servet
sahiplerine koyan memurlara ve vazifelilere ihtiyaç olur. Şefkatle onlar-dan o haraçları
alana ihtiyaç duyulur. Bunlar da haraç toplayan ve servetlerden haraç alan
memurlardır. Himayesinde haraç toplayan bir kimseye ihtiyaç olur ki dağıtma
zamanına kadar o haraçları korusun. Bunlar da hazinecilerdir. Bir de haracı
adaletle memleket koruyucularına dağıtana ihtiyaç vardır. Bu da askerler için
taksimat vazifesini gören memurdur. İşte bu işler, eğer aralarında bir bağlantı
olmayan bir cemaat tarafından yürütülmeye kalkışılırsa, nizam alt üst olur. Bu
bakımdan bunları sevk ve idare eden ve emri dinlenen bir idareciye ihtiyaç
olur. Öyle idareci ki her işe bir şahsı tayin eder ve herkese uygun vazifeler
seçer. Haraç ve dağıtımında adaleti gözetir. Askeri savaşta kullanmak,
silahları askerlere dağıtmak, savaş cihetlerini tayin etmek, her gruba
ku-mandan tayin etmek ve bunlara benzer idarecilik sanatından olan vazifeleri
yapmakta adaletten ayrılmaz. Silah kullanan askerlerden, hassas bir şekilde
onları kontrol ve idare eden idareciden sonra yazarlara, hazinecilere,
muhasebecilere, haraç alan memurlara ve memleketin idaresini yürüten
idarecilere ihtiyaç olur. Sonra bunlar da maişete muhtaç olurlar. Bunların
sanatla meşgul olmaları mümkün değildir. Öyle ise aslın malıyla beraber, fer'î
olanın malına da ihtiyaç duyulur. Buna Haracın dalı (ek vergi) adı verilir. Bu
fikir yanında insanlar sanatta üç gruba ayrılırlar:
Birinci grup çiftçiler, koruyucular ve sanatçılardır.
İkinci grup ise, kılıçlarıyla memleketi koruyan askerlerdir.
Üçüncü grup, almak ve vermekte bu iki grubun arasında aracılık yapanlardır.
Bunlar idareciler, tahsildarlar ve benzerleridir. Dikkat et durum, yiyecek,
giyecek ve mesken ihtiyacından başlayıp nereye vardı? İşte dünyanın işleri
böyledir. Ondan bir kapı açıldı mı, muhakkak ondan dolayı başka kapılar açılır
ve böylece sayılamayacak kadar uzar gider. Sanki dünya cehennemdir. Onun
derinliğinin sonu yoktur. Onun bir çukuruna yuvarlanan, o çukurdan başka
çukura, ondan başka çukura yuvarlanır. Yani durmadan bu şekilde yuvarlanıp
gider. İşte bunlar sanatlardır. Ancak bunlar mal ve aletlerle tamamlanırlar.
Mal da yeryüzünde kendilerinden yararlanılan şeylerden ibarettir. Malın en
güzeli gıdalar, sonra insanların sığınağı olan mekanlardır. Bu mekanlar
evlerdir.
Sonra insan o mekanlarda yaşamak için durmadan çaba sarfeder, dükkanlar, pazarlar,
tarlalar ve ziraat yerleri bu mekanların kısımlarıdır. Sonra elbiseler, sonra
av eşyaları ve aletleri... Sonra aletlerin aletleri... Bazen hayvanlar da alet
olur. Mesela av köpeği avın, sığır nadasın, at da savaşın aletidir. Sonra
bunlardan da alış veriş ihtiyacı doğar. Zira çiftçi bir kimse çoğu zaman bir
köyde oturur, o köyde çift aleti yoktur. Demirci ve marangoz öyle bir köyde
otururlar ki orada ziraat yapmaya imkân yoktur. O halde zarurî olarak çiftçi
onlara, onlar da çiftçiye muhtaçtırlar. Bu bakımdan onlardan biri yanındakini
diğerine vermek mecburiyetindedir ki onun yanındakini alsın. Bu ise alış veriş
yoluyla mümkündür. Marangoz çiftçiden aletiyle gıda istese, çiftçi, marangozun
yanında bulunan alete muhtaç olmadığından gıdayı o alete karşı vermez. Çiftçi
marangozdan aletini yemek karşılığında istese, marangozun yanında o anda başka
yemek varsa, çiftçinin yemeğine muhtaç olmadığı için aletini vermez.
Dolayısıyla hedefler gecikir. Bu bakımdan bunlar her sanatın aletlerini satan
bir dükkanın kurulmasına ihtiyaç duyarlar. Böylece dükkan sahibi, dükkanda
topladığı şeylerle ihtiyaç sahiplerinin durumunu gözetmiş olur. Bunlar da
çiftçilerin mahsullerini teslim edecekleri ve toplayacakları depolara muhtaç
olurlar ki depo sahipleri onlardan mahsullerini satın alsınlar, ihtiyaç
sahiplerinin durumunu tarassut etsinler. Bundan dolayı da pazarlar ve ambarlara
olan ihtiyaç başgösterir. Çiftçi mahsülünü alıp götürür. İhtiyaç sahibi
bulamadığı zaman, umumi bayiye ucuz bir fiyatla satar, onlar da kâr etmek maksadıyla
ihtiyaç sahiplerini beklerler. Malların hepsinde durum böyledir. Sonra memleket
ve köyler arasında gelip gitme hâdisesi meydana gelir. Böylece halk,
birbirlerine gidip gelirler. Köylerden yiyecek maddelerini, şehirlerden
aletleri satın alırlar ve bunları nakletmeye, bunlarla yaşamaya muhtaç olurlar
ki bunlardan dolayı şehir sakinlerinin durumu nizam ve intizama girsin. Zira
her şehirde çoğu zaman her alet ve her köyde de çoğu zaman her yiyecek maddesi
bulunmaz. Öyleyse bazısı diğerine muhtaçtır. Dolayısıyla nakil ihtiyacı
başgösterir. Bundan da nakliyecilik ya-pan tüccarlar sınıfı meydana gelir.
Onları bu işe teşvik eden, şüphesiz servet edinmektir. Onlar gece gündüz
başkalarının mallarını taşımak suretiyle yorulmakta, onların payları da
başkalarının yiyeceği malı toplamaktır. O başka yeyici ise ya yol kesici, ya da
zâlim bir sultandır. Fakat Allah Teâlâ memleketin nizamını ve kulların
maslahatını onların gaflet ve cehaletinde kılmıştır. Dünyanın bütün işleri
gafletle ve himmetin eksikliğiyle cereyan eder. Eğer insanlar düşünüp,
himmetleri yücelseydi, dünyaya karşı zâhid olurlardı. Bunu yaptıkları takdirde
hayat dumura uğrardı. Hayat dumura uğradığı takdirde hepsi helâk olurdu. Zâhid
de helâk olurdu. Sonra insan nakledilen malları sırtlayıp götürmeye güç
yetiremez. Bu bakımdan yük taşıyıcı hay-vanlara ihtiyaç duyulur. Mal sahibinin
bazen hayvanı olmaz. Dolayısıyla onunla hayvan sahibi arasında icar (kiralama)
mey-dana gelir. Böylece kira da kazancın bir çeşidi olur.
Sonra alış veriş sebebiyle altın ve gümüşe ihtiyaç vâki oldu. Zira bir yemeği
bir elbise ile satın almak isteyen bir kimse, yemeğe eşit olan elbise
miktarının ne kadar olduğunu nasıl bilsin! Alış-veriş çeşitli cinsler arasında
cereyan eder. Tıpkı bir elbise ve hayvan, yiyecek maddesiyle satın alındığı
gibi... Bunlar birbirine uy-gun olmayan şeylerdir. O halde, alıcı ve verici
arasına girecek adil bir hâkime ihtiyaç vardır ki birisini diğeriyle adaletli
bir şekilde denk yapsın. O adalet ise malların bizzat kendilerinde aranır.
Sonra uzun zaman yaşayacak bir mala ihtiyaç duyulur. Çünkü bu mala ihtiyaç
devam eder. Malların en uzun yaşayanı ise maden-lerdir. Bu bakımdan paralar,
altın, gümüş ve bakırdan yapılır. Sonra parayı sikkelemek, nakışlı yapmak,
birimini takdir ve sınırlamak ihtiyacı başgösterir. Bu bakımdan darbhaneye,
ondan sonra da sarraflara (ayarını bilmek için) ihtiyaç duyulur. Böylece
meşgaleler ve işlerin bir kısmı diğerini gerektirir. Sonunda durum senin
gördüğün noktaya varıncaya kadar geldi. İşte bunlar halkın meşgaleleri ve yaşantılarıdır.
Bu sanatların hiçbir şeyinin yapılması ve öğrenilmesi başlangıçta biraz da olsa
yorulmaksızın mümkün olamaz. Halkın içinde çocukluk devresinde bundan gâfil
olanlar olur. Onunla meşgul olmazlar veya meşgul olmalarına bir mâni çıkar.
Böylece kazanmaktan aciz olur. Çünkü sanatı yoktur. Bu bakımdan başkasının
kazancından yemeye mecbur kalır. Bundan iki hasis ve çirkin sanat doğup meydana
gelir.
Birincisi hırsızlık, ikincisi hilekârlıktır. Bu iki sanatın ortak yanları,
ikisinin erbablarının da çalışmadan başkasının kazancını yemeleridir. Sonra
insanlar hırsız ve hilebazlardan sakınır, mallarını onlardan korurlar. Böylece
tedbir alıp çareler düşünmek için akıllarını kullanmaya muhtaç olurlar.
Hırsızlara gelince onların bir kısmı yardımcı edinir. Elinde kuvvet olur. Bir
araya gelir çoğalırlar. Bedevîler gibi yol keserler. Onların zayıflarına
gelince, zayıf hırsızlar hilebazlıklara ve kurnazlıklara sığınırlar. Ya
delikler açmak suretiyle veya mal sahibinin gafleti anında duvara tırmanmak
suretiyle malı çalarlar veya zincir ve iplerle sarkıtmak suretiyle bu işi
yaparlar. Hırsızlık yollarını öğrenmek için sarfedi-len çabalar sayesinde
meydana gelen daha nice hırsızlık çeşitlerine başvururlar.
Hilekâra gelince, hilekâr, başkasının kazandığını istediği zaman kendisine
'Başkasının çalıştığı gibi sen de çalış! Yorul! Tembellikle senin ne işin
vardır?' denir. Böylece kendisi azarlanır ve mahrum bırakılır. Bu bakımdan
malların çıkartılmasında bir hileye ve tembellik hususunda nefislerini mazur
göstermenin zeminini hazırlamaya mecbur kalırlar. Kendilerini sakat göstermeye
mecbur olurlar.
Bu sakatlık ya hakîkidir, hilelerle kendilerini ve çocuklarını kör eden gruplar
gibi. Bunlar körlükten dolayı kendilerine birşeyler verilsin diye bunu yaparlar
veya hakîkî değil de kendilerini kör, felçli, mecnun ve hasta gösterirler! Bunu
da çeşitli hilelerle yaparlar ve müstehak olmadan bu belanın kendilerine isabet
ettiğini de belirtmekten geri durmazlar ki bu, şefkate vesile olsun. Başka bir
grup da halkı hayrette bırakacak söz ve hareketleri araştırırlar ki halk o
sözler ve hareketleri gördüğünde kalpleri inşiraha gelsin ve cömertlik yaparak
versinler. Sonra şaşkınlık devresi geçti mi o malı verdiklerine pişman olurlar,
fakat pişmanlık fayda vermez. Bu, bazen kişinin kendisini maskara yapmak,
başkasının durumunu taklid etmek, gözbağcılık yapmak veya gülünç hareketlerde
bulunmakla olur. Bazen de garip şiirler okumak, güzel ses, secîli nesirler
okumak suretiyle olur. Fakat vezinli şiir, daha fazla tesir eder. Hele o şiirde
mezheblerle ilgili taassubdan dem vurmak, ashab-ı kirâmın menkîbelerinden ve
ehl-i beytin faziletinden bahsetmek veya hayasız kimselerin aşkını tahrik eden
şiir okumak veya çarşılarda def çalanların uda benzeyen, fakat esasında ud
olmayan aletlerden çalmak veya boyalarla tezyin edilen nushalar, satıcısının
şifa olduğu hayalini müşterilere verdiği haşişleri satmak gibi maskaralıklar
daha fazla tesir eder. Böylece çocuk ve cahilleri kandırır! Kur'a atan, fala
bakan, müneccimler gibi.... Minberlerin tepelerinde hokkabazlık yapanlar, va'z
ve nasihatlerinde ilmî bir fayda olmayanlar, vaazlarında gayeleri halk
tabakasının kalbini tesir altına almak isteyenler, çeşitli hilelerle onların
mallarını yemek isteyenler de bu kısma dahildirler!
Hileler iki bin çeşitten daha fazladır. Bütün bunlar maişet için ince
fikirlerle elde edilirler! İşte bunlar halkın meşgaleleri ve üzerine üşüştüğü
işlerdir. Halkı bu işlere azık ve elbise ihtiyacı çekmektedir. Fakat onlar bu
esnada nefislerini, maksadlarını, varacakları yeri unuttular. Şaştılar,
sapıttılar, zayıf akıllarına dünya meşgalelerinin zahmetiyle bulandıktan sonra
bozuk hayaller gelmeye başladı. Böylece yolları ayrıldı, görüşleri parçalandı.
Bir gruba cehalet ve gaflet galip geldi. Onların gözleri, işlerinin akibetine
bakmaya yönelmedi. Dediler ki: 'Maksad bizim dünyada birkaç gün yaşamamızdır.
Bu bakımdan biz azık edininceye kadar gayret edelim, sonra yiyelim ki tekrar
kazanmaya kuvvetimiz olsun! Sonra kazanalım, sonra yiyelim'. O halde bunlar
yemek için kazanıyorlar. İşte bu çiftçilerin ve sanatkârların yoludur. Dünyada
üstün lezzeti ve dinde iyi bir yeri olmayanların yoludur. Çünkü böyle bir kimse
gündüz yorulur ki gece yesin. Gece yer ki gündüz yorulsun. Bu, saniyelerin
dönüşü gibi, ancak ölümle sonu gelen bir seferdir. Başka bir grup da durumu
kavradıklarını iddia ederek maksadın, çalışma ile insanoğlunun yorulması ve
dünyadan lezzetlenmesi olmadığını, aksine saadetin dünya şehvetini yerine
getirmekte olduğunu bunun da midenin ve tenasül uzvunun şehveti olduğunu iddia
ederler! Bu kimseler, nefislerini unuttular, himmetlerini kadınların peşine
takılmaya ve yemeklerin lezzetlilerini toplamaya sarfettiler! Hayvanların
yediği gibi yerler. Bunu elde ettikleri zaman saadetin zirvesine eriştiklerini
sanarlar. Bu durum, onları Allah'tan ve son günden uzaklaştırmaktadır!
Başka bir grup da, saadetin malın çokluğunda olduğunu zanneder. Zenginlik,
hazinelerin çok olmasına bağlıdır. Hazine sahibi olma hayali onların uykularını
kaçırır, mal toplamak için bütün gün yorulurlar. Gece ve gündüz boyunca,
seferlerde yorulurlar, zahmetli işlere koşarlar, kazanırlar, toplarlar. Malın
eksileceğinden korkarak ve çekinerek zaruret miktarından fazlasını yemezler.
İşte bunlar, onların lezzetleridir. Onların ölünceye kadar âdet ve hareketleri
budur. Dolayısıyla mallar da toprak altında kalır veya şehvet ve lezzetlerine
sarfeden birinin eline geçer. Bu takdirde toplayana yorgunluk ve günah, yiyene
de lezzet düşer! Sonra mal toplayan kimseler, bu gibilere bakıp ibret almazlar.
Başka bir grup, saadetin güzel nam yapmak, halkın övgüsüne mazhar olmak
olduğunu zannettiler. Böyle kimseler maişeti için çalışmada yorulurlar. Yemek
ve içmekte nefislerini zorluklara sürerler. Bütün mallarını güzel elbiselere,
nefis bineklere sarfederler. Evlerinin kapılarını süslerler. Halkın gözüne
çarpan yerlerini süslü püslü yaparlar ki 'adam zengindir, servet sahibidir'
denilsin. Zannederler ki saadet ancak budur! Bu bakımdan onların işi, gece
gündüz halkın gözüne çarpan yerlerini süslemektir.
Başka bir grup da saadetin mertebeye, halk arasında büyüklüğe ve halkın
kendilerine karşı tevazu ve tâzimde bulunmasına bağlı olduğunu zannettiler.
Bunlar da gayretlerini, mertebeleri elde etmeye, saltanat işlerinde çalışmak
suretiyle halkı itaatlerine çekmeye sarfederler. Sonunda bu çeşit vazifelerinden
dolayı halk arasında itibarlı ve nüfuzlu olmayı umarlar. Saltanatlarının
genişlediği zamanı, halk tabakasının kendilerine itaat ettiği vakti büyük bir
saadete mazhar olmalarının vakti olarak görürler ve istenilen hedefin son
zirvesi olarak kabul ederler. Bu gafil insanların kalplerinde şehvetlerin en
galibi vardır. Bu kimselere halkın kendilerine göstereceği tevazu, Allah'a
karşı gösterdikleri tevazu'dan ve Allah'a yapacakları ibadetten, ahiretleri
için düşünmelerinden daha sevimli gelir!
Bunlardan başka sayılması uzun sürecek daha nice gruplar vardır. O gruplar
yetmişten daha fazladır. Hepsi sapıtmış ve doğru yoldan kaymışlardır! Onları
yemek, elbise ve mesken ihtiyacı bütün bu felâketlere sürüklemiştir. Bu üç
şeyin neler için istendiğini ve yeterli miktarını unutmuşturlar! Sebeplerin
başlangıçları onları sonuçlarına sürüklemiştir. Bu durum, onları çıkılması
müm-kün olmayan çukurlara düşürür!.. Bu bakımdan bu sebep ve meşgalelere
ihtiyacın yönünü bilen ve bunlardan gayenin ne olduğunu anlayan bir kimse
dalabilir. Maksadının en son noktasının helâk olmamak için azık ve kisve ile
bedenini korumak olduğunu bilen kimse bir işe, sanata dalabilir. Şöyle ki, eğer
aza kanaat yolunu seçerse, meşgaleler kendisinden uzaklaşır, kalp boşalır.
Ahiretin anılması kalbe hâkim olur. Himmeti ahirete hazırlanmaya sarfolunur.
Eğer zaruret miktarını geçerse meşgaleleri çoğalıp biri diğerini davet eder.
Sonsuza doğru zincirleme gider. Dolayısıyla himmetleri dağınık olur. Himmetleri
dünyanın vâdilerine dağılan bir kimsenin, dünyanın hangi deresinde helâk
olacağına Allah Teâlâ aldırmaz.
İşte dünya meşgalelerine sonuna kadar dalanların durumu bu! Bir grup bu durumun
tehlikesini sezmiş, dolayısıyla dünyadan yüz çevirmiş, böylece de şeytan
onlardan nefret ederek onları rahat bırakmamıştır. Rahat bırakmadığı gibi,
dünyadan yüzçevirdikleri halde bile onları saptırmıştır. Hatta bunlar da birçok
gruplara ayrılmışlardır. Onların bir grubu zannetti ki dünya meşakkat ve
mahrumiyet evidir. Ahiret de, ister dünyada ibadet etsin, ister et-mesin herkes
için saadet evidir! Bu bakımdan bunlar sevabı, kendilerini öldürmekte, dünya
meşakkatinden kurtulmak için intihar etmekte görmektedirler. Bu fikre Hind
ehlinden olan birtakım âbidler yönelmişlerdir. Bunlar diri olarak kendilerini
ateşe atıp intihar ediyorlar. Bu yaptıklarının, kendilerini dünya meşakkatinden
kurtaracağını zannediyorlar.
Başka bir taife de 'İntihar kurtarmaz, önce beşerî sıfatları öldürmek, onları
tamamen nefisten kesmek lâzımdır. Saadet ancak, şehvet ve öfkenin
kesilmesindedir' görüşündedirler. Böyle zannettikten sonra riyazâta giriştiler,
nefislerine fazlasıyla tazyik yaptılar Hatta bir kısmı riyazetin şiddetinden
dolayı helâk oldu. Bazıları akıllarını yitirdi, mecnun oldu. Bazıları hasta
düşüp yolu önünde kapandı.
Bazıları tamamen sıfatları sökmeye muktedir olamadılar ve şeriatın kendisine
yüklediği vazifelerin muhal olduğunu zannettiler. 'Şeriat bir vesvese, aslı ve
astarı olmayan bir şeydir!' diyerek ilhad ve dinsizlik girdabına girdiler.
Bazıları da bütün bu yorgunluğun Allah için olduğu ve Allah'ın da kulların
ibadetine muhtaç olmadığı, hiçbir günahkârın günahının ondan birşey
eksiltmediği, hiçbir ibadet edenin ibadetinin de birşey artırmadığı düşüncesine
sahip oldular. Böylece gerisin geriye şehvetlere döndüler! İbâha (herşeyi helâl
görmek) yoluna saptılar. Şeriat ve ahkâm yaygısını kaldırdılar. Allah'ın,
kulların ibadetinden müstağni olduğuna inandıkları için böyle yapmalarının
birlemelerinin saflığından ileri geldiğini iddia ettiler.
Başka bir grup zannetti ki ibadetlerden gaye; Allah'ın marifetine riyazet
yoluyla varmak için riyazet çekmektir. Bu bakımdan marifet hasıl olduğu zaman
kişi hedefe vâsıl olmuştur. Hedefe vâsıl olduktan sona artık vesile ve
çarelerden müstağni olur! Böylece amelleri ve ibadetleri terkettiler. Allah'ın
marifetinde son raddeye çıktıkları için, artık tekliflerle zelil olmalarına
gerek kal-madığını iddia ettiler! Zira teklif ancak halk tabakasına yapılır! Bu
mezheblerden başka daha nice bâtıl mezhebler, korkunç dalâletler vardır. Onları
saymak uzun sürer. Hatta yetmiş küsur mezhebe ulaşır. Onlardan kurtulan ancak
bir gruptur. O da Hz. Peygamber'in ve ashab-ı kirâmın üzerinde bulundukları
yolda bulunan gruptur. Bu grup dünyayı tamamen terketmez ve tamamen de
şehvetlere dalmaz.
Bu grup, dünyadan yetecek kadarını alır. Şehvetlerin din ve aklın itaatından
çıkan kısımlarını kaldırırlar. Her şehvetin peşine takılmazlar ve her şehveti
de terketmezler. Aksine normal olana ve adalete tâbi olurlar. Herşeyi terketmez
ve dünyanın herşeyini de istemezler. Dünyada yaratılan herşeyin maksadını
bilir, onu yerine koyarlar! Bu bakımdan gıdadan ibadete güç yetirecek kadarını
alırlar. Meskenden hırsızlardan, sıcak ve soğuktan koruyanı edinirler.
Elbiseden de bu şekilde faydalanırlar. Hatta kalp, bedenin meşgalesinden boşaldığı
zaman, himmetinin hakîkatiyle Allah'a yönelir, Allah'ın zikriyle ve O'nun nimet
ve sıfatlarını hayatı boyunca düşünmekle meşgul olur. Şehvetlerin siyasetlerine
yapışır, onları kontrol eder ki verâ ve takvânın hudutlarını aşmasın. Bunun
tafsilatını ashab-ı kirâmdan ibaret olan Fırka-i Nâciye'ye (Kurtulmuş gruba)
tâbi olmakla bilir. Çünkü Hz. Peygamber 'O gruplardan ancak bir fırka kurtulur'
dediği zaman ashab-ı kirâm 'O grup kimdir?' diye sordu. Hz. Peygamber cevap
olarak şöyle bu-yurdu: 'Ehl-i Sünnet ve'1-Cemaat!' Denildi ki: 'Ehl-i Sünnet
ve'l-Cemaat kimdir?' Şöyle dedi: 'Benim ve ashabımın üzerinde bulunduğumuz
yolda olanlar!'65
Ashab-ı kirâm, mûtedil, apaçık bir yolun üzerinde idiler. O yolun daha önce
tafsilat ve açıklamasını yaptık. Zira onlar dünyayı dünya için değil, din için
edinirlerdi. Onlar dünyada ruhbanlık yapmazlar ve dünyayı tamamen
terketmezlerdi. Onlar işlerde ne ifratçı, ne de tefritçi idiler. Aksine onlar
ifrat ve tefrit arasında, mutedil ve normal durumda idiler... Zaten iki tarafın
arasındaki adaletli ve normal yol da budur. Kitabımızın birkaç yerinde geçtiği
gibi Hz. Peygamber nezdinde işlerin en sevimlisi de budur! Allah en doğrusunu
bilir!
Kitab'u Zemm'id-Dünya (Dünyanın Zemmi) adlı bu bölüm burada tamamlanmış
bulunuyor. Başlangıcında da sonunda da hamd Allah'a mahsustur. Allah, Efendimiz
Muhammed'in, âlinin ve ashâbının üzerine rahmet deryalarını açsın, onlara salât
ve selâm eylesin!
_______________
64) İhya'nın şerhinde 'Harac, yerden çıkarılanlardan elde edilen şeydir' de-niliyor.
Dolayısıyla gayr-ı müslimlerden (zımmîlerden) alınan harac bu-rada
kastolunmamakta, aksine vergi mânâsında bir harac kastolunmaktadır.
65) Tirmizî, Ebu Dâvud, İbn Mâce
*Kula Göre Dünyanın Hakîkati
Dünyayı kötülemek, dünyanın ne olduğunu bilmedikçe yeterli değildir. Dünyanın
nesinden korunmak, nesinden korunmamak gerektiğini bilmeden onu kötülemek bir
fayda vermez. Bu bakımdan kötülenen dünyayı belirtmemiz mutlaka lâzımdır.
Allah'a giden yolu kesene bir düşman olduğundan dolayı kendi-sinden korunmak ve
sakınmak gereken dünyanın ne olduğunu beyan etmeliyiz. O halde deriz ki: Senin
dünya ve ahiretin, kalbinin hallerinden olan iki halden ibarettirler. O
hallerden yakın olana dünya denilir. O, ölümden önceki herşey demektir. Geciken
ve ölümden sonra gelene ahiret denilir. O da ölümden sonrasıdır. Bu bakımdan
dünyada her ne nasibin, gayen, şehvetin ve lezzetin varsa ölümden önce meydana
gelir ve o şey senin için dünyadır. Ancak meylettiğin, nasibinin olduğu,
payının bulunduğu ve kötü de olmayan bu şeyler üç kısma ayrılır:
Birinci Kısım
Ahirette seninle arkadaşlık yapan, ölümden sonra da meyvesi beraberinde kalan
şeydir. Bu da iki şeyden ibarettir: İlim ve amel. İlimden gayem; Allah'ı,
sıfatlarını ve fiillerini, meleklerini, kitablarını, peygamberlerini, arz ve
semanın melekûtunu ve Allah'ın, peygamberinin şeriatını bildiren ilimdir.
Amelden gayem; halisen Allah rızası için yapılan ameldir. Âlim kişi bazen
ilmiyle o kadar ünsiyet peyda eder ki ilim onun nezdinde eşyanın en lezzetlisi
olur. Bu bakımdan uykuyu, yemeyi ve evlenmeyi ilmin lezzeti için terke-der.
Çünkü ilim, onun katında bütün bunlardan daha zevklidir. O halde ilim, bu kişi
hakkında dünyada hemen verilen bir nasip olmaktadır... Fakat biz dünyanın
kötülüğünü belirttiğimiz zaman, asla bunu dünyadan saymayız. Aksine bu
ahiretten deriz.
Böylece âbid kişi de bazen ibadetiyle ünsiyet peyda eder, onun lezzetine
alışır. Öyle ki o ibadetten menedilirse, bu menediliş onun için cezaların en
büyüğü olur. Hatta bazıları der ki: 'Ben benimle gece ibadeti arasında perde
olur diye ölümden korkuyorum'.
Başka biri de şöyle der: 'Yarab! Namazın, rükûun ve secdenin kabirde bile
yapılması için bana kuvvet ver!'
İşte bu kimsenin katında namaz, hemen verilen nasiplerden olmaktadır. Âcilen
verilen nasibe dünya ismi verilir. Çünkü dünya yakınlık mânâsına gelen dünuv
kökünden gelir. Fakat biz, bu dünyadan, kötülenen dünyayı kasdetmiyoruz.
Nitekim Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur.
Bana dünyanızdan üç şey sevdirilmiştir:
1.Kadın
2.Güzel koku
3.Gözümün nûru namaz!53
İşte görüldüğü gibi namaz, dünyanın zevklerinden sayılmıştır. His ve müşahedeye
giren herşey de şehadet âleminden sayılır ve dünyadandır. Azaları rükûa varmak,
secdeye kapanmak suretiyle hareketlendirmekten lezzet almaktadır. Lezzet almak
ise dünyada olur. Bunun için de Hz. Peygamber, namazı dünyaya izafe etmiştir.
Ancak biz bu kitapta kötülenen dünyadan bahsedeceğiz. Bu bakımdan deriz ki;
'Namaz, kötülenen dünyadan değildir'.
İkinci Kısım
Birinci kısmın tam zıddı ve en uzağında olan şeydir. O da içinde acil lezzet
olan ve ahirette asla meyvesi olmayan şeylerdir.Bütün günahlardan zevk almak,
ihtiyaçlardan fazla olan mübah şeylerle nimetlenmek, zaruretin dışında olan,
refah ve konforlu yaşama dahil olan şeyler gibi... Altın ve gümüş istiflerden,
bağlanıp beslenen atlardan, evcil hayvanlardan, ziraattan, köleler, cariyeler,
aygırlar, koyun sürüleri, köşkler, evler, kıymetli elbiseler ve yemeklerin
lezzetlerinden lezzetlenmek gibi... Bu bakımdan kulun bütün bunlardan olan
nasibi kötülenen dünyadır. Fakat fuzulî sayılan veya ihtiyaç yerinde sarfedilen
şeyler hakkında uzun bir düşünce silsilesi vardır.
Hz. Ömer'den rivayet ediliyor ki, Ebu Derdâ'yı Humus'a vali tayin etti. Vali
bir gölgelik yapıp oraya iki dirhem sarfetti. Bunun üzerine Hz. Ömer valiye
şunu yazdı:
Mü'minlerin emîri Hattab oğlu Ömer'den Ebu Derda'ya... Senin için Faris ve
Rumlar'ın -Allah onları tahrip etmek istediği zaman- dünyanın tamirine yetecek
kadar binaları vardır. Bu bakımdan sana şu mektubum ulaştığı zaman seni aile
efradınla Şam'a sürgün ediyorum!54
Ebu Derdâ ölünceye kadar Şam'da kaldı. İşte Hz. Ömer, dünyanın bu kadarını
fuzulî görmüştür. Bu bakımdan bu hususta düşün!
Üçüncü Kısım
Birinci ve ikinci kısım arasında bulunan kısımdır. O da âhiret amellerine
yardımcı olan âcil rızıklardır. İnsanoğlunu, ilim ve amele ulaştıran, varlık ve
sıhhatini devam ettirmesi için gereken herşey böyledir... Pek fazla pahalı
olmayan kaba bir gömlek ve yemeğin normal miktarı gibi... İşte bunlar -birinci
kısım gibi- dünyadan sayılmazlar. Çünkü bunlar birinci kısma yardımcı ve
vesiledirler. Bu bakımdan kul, ilim ve amel hususunda kendisine yardımcı olsun
diye bunları elde ederse dünyaya daldı denilmez ve bu yüzden dünya
yavrularından olmaz: Eğer kulun teşvikçisi, takvâ hususunda yardımcı olsun diye
değil de sadece geçici lezzeti temin ise, o vakit ikinci kısma iltihak eder ve
kötülenen dünyadan sayılır. Ölüm çağında kulla beraber ancak üç sıfat kalır:
1.Kalbin kirlerden temizlenmesi
2.Allah'ın zikri
3.Allah'ı sevmesi
Kalbin saflığı ve temizliği, ancak dünya şehvetlerinden menedilmekle elde
edilirler. Allah'ın zikriyle yakınlık kurmak ise, ancak Allah'ı anmak ve buna
daimi bir şekilde devam etmekle elde edilir. Sevgi ise ancak mârifetle elde
edilir. Allah'ın mârifeti ise ancak daimi bir şekilde düşünerek, tefekkür
etmekle elde edilir. İşte bu üç sıfat kurtarıcı, ve ölümden sonra saadet
getirici sıfatlardır. Dünya şehvetlerinden kalbi temizlemeye gelince, o
kurtarıcı sıfatlardandır. Çünkü kul ile Allah'ın azabı arasında siper olur.
Nitekim bu durum haberlerde de vârid olmuştur.
Muhakkak ki kulun amelleri, kulu müdafaa eder ve korurlar. Bu bakımdan azap,
ayaklar tarafından geldiği zaman gece ibadeti gelip o azabı kovar ve siper
olur. Eller tarafından geldiğinde, ellerle verilen sadaka gelir onu
defeder...55
Ünsiyet ve muhabbete gelince, onlar insanı saadete erdiren sıfatlardandırlar.
Onlar kulu, mülâkat ve müşahedenin lezzetine vardırırlar. Bu saadet hemen
ölümün akabinde çarçabuk tahakkuk eder ve cennette Allah'ın cemâlini görünceye
kadar devam eder. Bu bakımdan kabir, cennet bahçelerinden bir bahçe olur. Böyle
bir kimse için kabir nasıl cennet bahçelerinden bir bahçe ol-masın! Oysa böyle
bir kimsenin bir mahbubdan fazla mahbubu yoktu. Dünya alâkaları da o mahbubu
daimi şekilde anıp, onunla yakınlık kurmaktan kendisini alıkoyuyordu. Onun
cemâlini mütalaa etmeye mâni oluyordu. Bu bakımdan o alâkalar ortadan kalkmış,
kişi hapisten kurtulmuş, sevdiğiyle başbaşa kalmış... O halde, alâkalardan
emin, mânilerden selim ve sevinçli bir durumda sevdiğinin huzuruna varır.
Dünyanın aşığı ölüm çağında nasıl üzülmesin? Oysa onun sevdiği dünyadan başka
birşey değil.
Dünya ise kendisinden alınır, kendisi ile dünya arasında ölüm perdesi gerilir,
dünyaya dönüş yolları kendisi için kapanır. Bunun için şöyle denilmiştir:
Bir dostu olup da kendisini bırakanın hali ne olacaktır? Ölüm yokluk değildir.
Ölüm kulun dünyadan ayrılması ve Allah'ın huzuruna varmasıdır.
Durum bu ise âhiret yolunun yolcusu, amel, fikir ve zikirden ibaret olan bu üç
sıfatın sebeplerine devam eden bir kimsedir. Bu sıfatlar, onu dünya
şehvetlerinden kesen sıfatlardır.Dünyanın lezzetlerini kendisine çirkin
gösterirler. O lezzetlerden kendisini alıkoyarlar. Bütün bunlar ancak beden
sıhhatiyle mümkün olur. Bedenin sıhhati de ancak azıkla elde edilir. Elbise, mesken
ve bunlara benzer birçok sebeplere muhtaçtır. Bu bakımdan bunlardan lâzım olan
miktarı, dünyadan âhirete sarfetmek için aldığı zaman, dünya âşıklarından
sayılmaz. Dünya onun hakkında âhiretin tarlası olur. Eğer onları nefsinin zevki
için ve lezzetlenme maksadıyla alırsa dünyanın âşıkları'ndan olup lezzetlerine
rağbet gösterenlerden sayılır. Ancak dünyanın lezzetlerine rağbet göstermek,
sa-hibini ahiret azabına maruz bırakan ve haram olan şeyler, sahibiyle yüce
dereceler arasına perde gibi gerilir. Sahibini uzun uzun hesap vermeye maruz
bırakan ve kendisine helâl ismi verilen şeye taksim olunur. Basiret sahibi
bilir ki muhasebe için kıyamet meydanında uzun durmak da azaptır. Bu bakımdan
hesap için bekletilen bir kimse üzülür.56 Zira Hz. Peygamber (s.a) şöyle
buyurmuştur:
Diğer bir rivayet şöyledir: Dünyanın helâli azaptır'. Ancak bu azap, haramdan
gelen adaptan daha hafiftir. Katta dünyanın helâlinden ötürü hesaba çekilmek
olmasa dahi, cennette kaçırdığı yüce dereceler ceza bakımından yeter de
artar!.. Kalbin o hakir, hasis, temelsiz lezztlerden dolayı çektiği hasret de
azaptır. İşte dünyadaki halini buna kıyas et! Akran ve emsaline baktığın zaman
dünya saadetleriyle senden öndeyseler, kalbin nasıl o saadetleri elde
etmediğinden paramparça olur. Oysa biliyorsun ki o saadetler geçicidir.
Bulanıklarla karışır. Onların duruluğu yoktur. Acaba büyüklük vasfı olmayan bir
saadetin ve zamanla akıp giden ve so-nuna ulaşmak imkânı bulunmayan bir
mutluluğun elden gitmesi hususunda halin ne olacaktır? Bu bakımdan, dünyada
velev ki bir kuşun sesiyle (ötüşüyle) veya bir yeşilliğe bakmak suretiyle veya
bir yudum soğuk su içmekle lezzetlenen bir kimse mutlaka ahirette onun kat kat
lezzetlerini kaybeder. Hz. Peygamber'in Ömer'e hitaben buyurduğu şu hadîs-i
şerîfiyle bu mânâ kastedilmiştir:
Hz. Peygamber bu sözüyle Hz. Ömer'e ikram edilen soğuk suya işaret ediyor.
Sualin cevabına maruz -o sualde zillet, korku, tehlike ve bekleme vardır-
kalmaya işaret etti. Bütün bunlar nasibin eksikliğindendir ve bunun için de Hz.
Ömer 'Bunun hesabını benden uzaklaştırın' demiştir. Bu sözünü, susadığı ve
kendisine soğuk bal şerbeti takdim edildiği ve elinde onu evirip çevirdiği ve
sonra içmekten vazgeçtiği zaman söyledi. Dünyanın azı ve çoğu, haramı ve helâli
lanete uğramıştır. Ancak Allah'ın takvâsına yardım eden kısım hariç... Zira bu
kadarcığı dünyadan değildir. Kimin mârifeti daha kuvvetli ve daha sağlamsa,
dünya nimetinden korunması daha şiddetlidir. Hatta İsa (a.s) uyuduğu zaman
başını bir taşa koydu. Sonra o taşı da attı. Zira İblis kendisine görünerek
şöyle dedi: 'Sen dünyaya rağbet ettin!
Süleyman (a.s) o kadar servet ve debdebe içinde, insanlara yemeklerin
lezzetlilerini yedirir kendisi ise arpa ekmeğiyle yetinirdi'. Bu yolla serveti
nefsinin yanında bir zillet ve zorluk kıldı. Zira yemeklerin lezzetlileri
varken sabretmek daha zordur. Bu sırra binaen Allah Teâlâ (c.c)
peygamberimizden dünyayı esirgedi. Hz. Peygamber (s.a) açlıktan karnının
üzerine taş bağlıyordu ve bunun için de Allah Teâlâ, bela ve mihneti,
peygamberler ve velî kullarına musallat kılmış, sonra (derece bakımından)
onlara benzeyenlere musallat kılmıştır.59
Bütün bunları düşünmek, onlara minnet ve ihtimam etmenden dolayıdır ki ahirette
nasipleri çoğalsın! Nitekim şefkatli bir baba, çocuğunu meyvelerin lezzetinden
korur. Kan aldırma elemine maruz bırakır. Bütün bunları meyvelere kıyamadığı
için değil, evladına karşı olan şefkat ve sevgisinden dolayı yapar.
Bununla anlaşıldı ki, Allah için olmayan herşey dünyadandır. Allah için olan
ise dünyadan değildir. Eğer 'Allah için olan şey nedir?' dersen, derim ki: Eşya
üç kısma ayrılır. Bir kısım vardır ki Allah için olması düşünülemez. Bu kısma
günahlar, mahzurlular ve mübahların çeşitleriyle nimetlenmeler girer. Bu,
kötülenmiş katıksız dünyadır. Bu, maddeten ve mânen dünyadır. Diğer bir kısım
vardır ki görünüşü Allah içindir. Fakat Allah için olmaması da mümkündür. Bu da
üç gruptur: Fikir, zikir ve şehvetlerden korunma. Bunların üçü, gizlice
yapıldıkları ve yapılmalarının sebebi sadece Allah'ın emri ve ahiret günü
olduğu zaman Allah içindir, dünyadan değildir. Eğer fikirden gayesi; ilmi halk
arasında marifeti izhar etmek suretiyle şeref sahibi olmaksa veya şehveti
terketmekten gayesi mal toplamak veya bedenin sıhhatini korumak veya zahidlikle
meşhur olmaksa, işte mânâ bakımından bu dünyadır. Her ne kadar görünüşte Allah
için olduğu sanılıyorsa da...
Diğer bir kısım vardır ki, şeklen ve maddeten nefsin lezzeti için olur. Fakat
mânâ bakımından Allah için olması mümkündür. Bu da yemek, evlenmek, kişinin ve
neslinin bekası ile ilgili şeylerdir... Eğer bunlardan gaye sadece nefsin
lezzeti ise dünya olur. Eğer gaye takvâ hususunda yardımcı olmaları ise mânâ
bakımından Allah için olur. Her ne kadar görünüşte dünya için olsa da... Hz.
Peygamber şöyle buyurmuştur:
Kim zengin olmak, akran ve emsaline karşı böbürlenmek için helâlinden mal
edinmek istiyorsa, böyle bir kimse Allah kendisinden nefret ettiği halde
Allah'ın huzuruna gelir ve kim dilenmekten kurtulmak ve nefsini korumak için
mal talep ediyorsa, bu kimse kıyamet gününde yüzü ayın ondördü gibi pırıl pırıl
parladığı halde gelir.60
Dikkat et! Maksada göre bu nasıl değişiyor? O halde dünya, nefsinin acil ve
gelip-geçen lezzetidir, Âhiret için ihtiyaç olmayan lezzete hevâ denir. Allah
Teâlâ şöyle buyurmuştur:
Ama kim rabbinin divanında durup hesap vermekten korkmuş ve nefsini heveslerden
alıkoymuşsa onun barınağı da cennettir.(Nâziât/40-41)
Hevâyı toplayan yerler beş tanedir:
Biliniz ki dünya hayatı bir oyun, bir eğlence, süs, aranızda övünme, mal ve
evlat çoğaltma yarışıdır.(Hadîd/20)
O aynalar ki onlardan bu beş şey çıkar, onlar yedi tanedir.
İnsanlara kadınlar, oğullar, altın ve gümüşten istiflenmiş yığınlar, (otlağa)
salınmış atlar, davarlar ve ekinlerden gelen zevklere aşırı düşkünlük süslü
(câzip) gösterildi. Fakat bunlar dünya hayatının geçici menfaatidir. Oysa
varılacak güzel yer Allah'ın katındadır.(Âlu İmran/14)
Böylece anlaşıldı ki, Allah için olan şeyler dünyadan değildir. Yaşam için
gerekli olan mesken ve elbise -eğer Allah rızası için istenirse- Allah
içindirler. Bunlardan çokça edinirse lezzet kısmına dahildir ve Allah için
değildir. Lezzetlenme ile zaruret arasında bir derece vardır. Ona hâcet ismi
verilir. Bu hâcetin iki tarafı, bir de orta kısmı vardır. Bir tarafı zaruret
haddine yaklaşır. Bu taraf, zarar vermez. Çünkü zaruret haddi üzerinde durmak
mümkün değildir. Başka bir tarafta lezzetlenme yaklaşır. Bu taraftan sakınmak
uygundur. Bu iki tarafın arasında birbirine benzeyen birçok vasıtalar vardır.
Kim korunun etrafında dolaşırsa koruya girmesi pek yakın bir ihtimaldir. Bütün
tedbir, şüphelilerden korunmak ile takvâdır. Her şeyin başı budur. Mümkün
olduğu kadar zaruret hududuna yaklaşmalıdır. Bunu da peygamberlere ve velî
kullara uymak bakımından yapmalıdır! Zira onlar nefislerini zaruret hududuna
döndürüyorlardı.
Veysel Karanî'nin aile fertleri Veysel Karanî'nin deli olduğunu sanıyorlardı.
Çünkü o nefsini pek fazla tazyik ediyordu. Kapılarının yanında ona bir ev inşa
ettiler. Bir sene, iki sene, üç sene geçtiği halde onun yüzünü görmüyorlardı.
O, evinden sabah ezanının ilk çağında çıkıyor, en son yatsı namazında
dönüyordu. Onun geçimi, hurma çekirdeklerini toplayıp bedeliyle geçinmekti.
Atılmış bir hurmayı yerde görürse, akşam onunla iftar etmek için alırdı. Eğer
iftar için birşey bulamazsa, topladığı çekirdekleri satar, onun parası ile
gıdasını temin ederdi. Veysel Karanî'nin elbisesi mezbeleliklere atılan
paçavralardı. Onları Fırat nehrinde yıkar, yamalar ve giyerdi. İşte onun
elbisesi bu idi. Bazen mahalle çocuklarının yanından geçerken kendisini deli
sanan çocuklar onu taşlarlardı. Çocuklar onu deli sanarlardı. Onlara şöyle
derdi: 'Kardeşlerim! Eğer beni taşlayacaksınız, bari bana küçük taşları atın,
çünkü topuklarımın kanayıp namaz vaktinin geçmesinden korkuyorum'. İşte onun
sîreti böyleydi. Oysa Hz. Peygamber (s.a) onun şanını yücelterek şöyle
buyurmuştur:
Ben Yemen tarafından Rahmân'ın nefesini hissediyorum. Bu hadîs, Veysel
Karânî'ye işarettir.
Hz. Ömer, halife seçildiği zaman şöyle bir hutbe îrad etti: 'Ey insanlar!
Sizden Iraklı olanlar ayağa kalksın!' Bu söz üzerine Iraklılar ayağa kalktı.
Hz. Ömer 'Siz oturunuz! Sadece Kûfeliler ayakta kalsın!' dedi. Iraklılar
oturdular. Kûfelilere 'Siz de oturun! Sadece Murad kabilesinden olanlar ayakta
kalsın!' dedi. Onlar da oturunca, Murad kabilesine şöyle hitap etti: 'Siz de
oturunuz! Sadece Karan kabilesinden olan ayakta kalsın!' Hepsi oturdu. Bir tek
kişi ayakta kaldı. Hz. Ömer ona hitaben şöyle dedi:
-Beni görüyor musun?
-Evet! Seni görüyorum.
-Karan'lı Amr'ın oğlu Üveys'i tanıyor musun?
Sonra Üveys'in, Hz. Peygamber'den dinlediği vasıflarını saymaya başladı.
-Evet! Tanıyorum. Sen niçin onu soruyorsun? Allah'a yemin ederim, bizim
içimizde, ondan daha ahmak, ondan daha vahşi, ondan daha hakir bir kişi
bulunamaz!
Bu durum karşısında Hz. Ömer ağladı ve sonra şöyle dedi:
-Ben dediklerimi, Hz. Peygamber'in şöyle dediğini işittiğimden dolayı dedim:
'Onun şefaatıyla Rabia ve Mudar kabileleri adedince insan cennete dahil
olacaktır'.61
Herem b. Heyyan62 şöyle dedi: 'Ben Hz. Ömer'in bu sözünü dinledikten sonra
Kûfe'de hiçbir işim olmadığı halde Üveys-i Karanî'yi arayıp bulmak ve onun
durumunu sormak için kaldım. Araya araya onu Fırat nehrinin kıyısında, gündüzün
ortasında, abdest alırken gördüm. Onu, bana söylenen vasıflarından tanıdım.
Baktım ki etine dolgun, teni bembeyaz, başı traşlı, sakalı gür, rengi bozulmuş,
yüzü buruşmuş, manzarası heybet verici bir kişi... Ona selâm verdim. Selâmımı
aldıktan sonra beni dikkatle süzdü. Ben ona 'Allah senin gibi bir kahramana
uzun ömür versin' dedim ve elimi musafaha etmek için onun eline uzattım.
Benimle musafaha etmekten kaçındı. Ben 'Ey Uveys! Allah sana rahmet edip seni
affetsin! Nasılsın, ey Allah'ın rahmetine mazhar olan kişi?' dedikten sonra,
onu sevdiğimden ve ona karşı şefkatimden gözlerimden yaşlar boşanıp konuşamaz
hale geldim. Zira onun durumundan gördüklerim bunu gerektirmişti. O da bana
dedi ki: 'Allah sana da uzun ömür versin ey Heyyan'ın oğlu Herem! Nasılsın?
Beni sana kim gösterdi?' Cevap olarak 'Allah!' dedim. Buna karşılık şunları
söyledi: 'Allah'tan başka ilah yoktur. Allah ortaktan münezzehtir. Muhakkak
rabbimizin va'di yerine gelecektir'.
Herem der ki: 'Beni tanıdığı zaman hayrete düştüm. Allah'a yemin ederim, ondan
önce ne ben onu görmüştüm, ne de o beni görmüştü. Kendisine şöyle sordum:
'Benim ve babamın ismini nereden duydun? Oysa bundan önce seni görmüş değilim?'
Cevap olarak 'Alîm ve habîr olan Allah bunu bana haber verdi. Nefsim senin
nefsinle konuşurken ruhum senin ruhunu tanıdı. Ruhların da bedenlerin nefisleri
gibi nefisleri vardır. Mü'minlerin bazıları bazılarını tanırlar. Allah'ın
vermiş olduğu ruh vasıtasıyla sevişirler. Her ne kadar daha önce karşılaşmamış
olsalar da... tanışırlar, konuşurlar her ne kadar memleketleri birbirlerinden
uzak, konakları ayrı ayrı olsa da.'
'Allah senden razı olsun! Hz. Peygamber'den bir hadîs bana naklet ki ben onu
senin ağzından dinleyeyim' dedim. Cevap olarak şöyle dedi: 'Ben Hz. Peygamber'e
yetişemedim. Onunla sohbetim yok. Annem ve babam ona feda olsun. Fakat Hz.
Peygamber ile karşılaşan kişileri gördüm. Senin kulağına geldiği gibi benim de
kulağıma hadîsler gelmiştir. Ben, nefsim için bu kapıyı açıp da muhaddis, müftî
veya kadı diye bilinmek istemiyorum! Ey Heyyan'ın oğlu Herem! Benim nefsimde
bir meşguliyet vardır, beni insanlardan alıkoydu'.
Ben ona 'Kardeşim! Bana Kur'an'dan bir âyet oku ki onu senin ağzından duyayım.
Bana bir tavsiyede bulun! Çünkü ben seni Allah için pek fazla seviyorum!'
dedim.
Herem der ki: 'Benim bu ısrarıma karşı ayağa kalktı, Fırat nehrinin kıyısına
kadar elimden tuttu ve sonra şöyle dedi: 'Bilen ve dinleyen Allah'ın
rahmetinden kovulmuş şeytanın şerrinden Allah'a sığınıyorum'. Sonra ağladı ve
dedi ki: 'Rabbim demiştir. Hak da rabbimin sözüdür. Rabbimin sözü, sözlerin en
doğrusudur'. Sonra şu ayeti okudu:
Biz gökleri, yeri ve aralarındakileri eğlence olarak yaratmadık. Onları sadece
gerçek bir sebeple yarattık. Fakat onların çoğu bilmezler. O fasıl günü,
hepsinin varacağı gündür. O gün dost dosttan hiçbir şey engelleyemez ve
kendilerine yardım da olunmaz. Ancak Allah'ın merhamet ettiği kimseler böyle
değildir. Çünkü O azîz'dir, rahîm'dir!(Duhan/38-42)
Bu ayeti okuduktan sonra bayıldığını sandığım şekilde bir ses çıkardı, sonra
şöyle dedi: 'Ey Heyyan'ın oğlu! Senin baban Heyyan öldü! Senin de ölümün
yaklaştı. Ya cennete veya cehenneme... Baban Adem (a.s) öldü, annen Havva öldü,
Nûh (a.s) öldü, Rahmâ'nın dostu İbrahim (a.s) öldü! Rahmân'ın kurtardığı Musa
(a.s) öldü. Rahmân'ın halifesi Dâvud (a.s) öldü! Muhammed, (ona ve diğerlerine,
salât ve selâm olsun) öldü. Oysa Hz. Peygamber (s.a) alemlerin rabbi olan
Allah'ın Rasûlü'dür. Müslümanların halifesi olan Ebubekir öldü. Dostum ve
kardeşim Hattab'ın oğlu Ömer öldü!' Bunu söyledikten sonra: 'Ey Ömeeer! Ey
Ömeeer!!!' diye bağırdı.
Herem der ki, ben kendisine 'Allah senden razı olsun! Ömer ölmemiştir' dedim. O
cevap olarak 'Rabbim bana Ömer'in ölüm haberini verdi, nefsim de ölümünü
hissetti' dedi ve şöyle devam etti: 'Ben de sen de ölüler zümresindeniz. Sanki
bu olmuştur'. Sonra Hz. Peygamber'e salât ve selâm getirdi. Birtakım gizli
dualar okudu, sonra şöyle dedi: 'Ey Heyyan'ın oğlu! Şu benim sana tavsiyemdir:
Allah'ın Kitabı'ndan ve sâlih mü'minlerin yolundan ayrılma! Benim ölüm haberim
bana ulaştırıldı. Senin ölüm haberin de bana ulaştırıldı. Bu bakımdan Allah'ın
zikrinden ayrılma! Hayatta kaldıkça, göz açıp kapatıncaya kadar kalbin senden
ayrılmasın! Döndüğün zaman kavmini Allah'ın azabıyla korkut. Bütün ümmete
nasihatçi ol! Bir karış dahi cemaattan ayrılma yoksa bilmeden dinin senden
ayrılır dolayısıyla kıyamet günü ateşe girersin!' dedikten sonra şöyle dua
etti: 'Ey Allahım! Şu kişi (Herem) senin yolunda beni sevdiğini ve rızan için
beni ziyarete geldiğini söylüyor. Yarab! Cennette bana yüzünü tanıt.
Dar'us-selâm'da onu benim yanıma koy! Nerede olursa olsun, dünyada kaldıkça onu
koru! Onun kaybolmuş şeylerini ona ihsan et! Onu dünyanın azıyla razı et!
Dünyadan ona vermiş olduğunu onun için kolaylaştır. Ona vermiş olduğun
nimetlerinden dolayı onu şükreden kullarından kıl! Benden taraf ona en hayırlı
mükâfatı ihsan eyle!' Bunu dedikten sonra şöyle devam etti: 'Ey Heyyan'ın oğlu
Herem! Seni Allah'a emanet ediyorum. Selâm, Allah'ın rahmet ve bereketi senin
üzerine olsun! Allah senden razı olsun! Bugünden sonra seni, beni ararken
görmeyeyim. Çünkü ben şöhretten nefret eden ve tenhayı seven bir kimseyim.
Meşguliyetim çoktur. Hayatta kaldıkça bu insanlarla beraber üzüntüm pek
şiddetlidir. Ne sen beni sor, ne de ben seni arayayım. Bil ki sen da-ima benim
hatırımdasın. Sen beni görmesen dahi seni anarım. Bana dua et. Eğer Allah
dilerse ben de seni anar ve sana dua ede-rim, sen şu tarafa git, ben de öbür
tarafa gideyim!' Bunun üzerine kendisiyle bir saat yürümeyi arzuladım. Fakat bu
imkânı bana vermedi. Kendisinden ayrıldım. Hem kendisi ağladı, hem de beni
ağlattı. Ben gidip bazı sokaklara girinceye kadar arkasından baktım. Ondan
sonra onu sordumsa da ondan haber veren bir kimseye tesadüf etmedim. Allah
ondan razı olsun, makamı cennet olsun!
İste dünyadan yüzçevirip ahirete yönelenlerin sîreti ve ahlâkı böyle idi. Dünya
bahsinde geçen hakîkatlerden, peygamberler ve velî kulların sîretinden
anlaşıldı ki dünyanın tarifi şudur: Yemyeşil kubbenin gölgelendirdiği herşeye,
külümsü toprağın üzerinde bulunan herşeye dünya denilir. Ancak bu şeylerden
Allah rızası için olanlar müstesnadır ve dünyalıktan sayılmazlar. Dünyanın zıddı
ve kuması ahirettir. Kendisiyle Allah talep edilen herşey âhirettendir. Allah'a
ibadet etmek için, dünyadan zarûret miktarı alınan şeyler dünyadan değil
ahirettendir. Bu bir misal ile açığa kavuşur.
Şöyle ki: Kâbeyi kasteden bir kimse, hac yolunda olduğu halde, hacdan başka
şeylerle meşgul olmayacağına, kendisini tamamen hacca vereceğine dair yemin
etse, sonra bu kimse yolda azığını korumak, devesinin yemini vermek, yemek
torbasını dikmek ve hac için lâzım olan şeyleri yapmakla meşgul olsa, kendisine
yeminini bozdu diye kefaret düşmez. Çünkü hacdan başka şeyle meşgul olmuş
sayılmaz. İşte beden de böylece nefsin bineğidir. Onunla ömür mesafesi
katolunur. Bu bakımdan bedenin yola tahammülünü ve gücünü sağlayan ilim ve
amelle meşgul olmak dünyadan değil, ahirettendir. Evet! Bu sebeplerin herhangi
birisiyle bedenin lezzetlenmesi kastedildiği zaman, kasteden, ahiretten inhiraf
etmiş olur ve kalbinin katılaşmasından korkulur.
Tanafusî 63 şöyle anlatıyor: Mescid-i Haram'da Beni Şeybe kapısında birkaç gün
birşey yemeden karnımın büklümlerini bükerek duruyordum. Sekizinci gün, uyku
ile uykusuzluk arasında iken bir dellâlin şöyle bağırdığını duydum: 'Dikkat
edin! Kim, muhtaç olduğundan fazlasını dünyadan alırsa onun kalbinin gözünü
Allah kör eder (veya etsin). İşte bu, dünyanın senin hakkındaki hakîkatinin
beyanıdır. Bunu bil, Allah'ın izniyle irşad ol!'
_______________________
53)Nesâî, Hâkim
54)Vali mektubu aldığı zaman, aile efradıyla Şam'a gitti, ölünceye kadar orada
kaldı. İbn Hibban der ki: 'Hz. Ömer'in hilâfetinde Muaviye onu Şam kadılığına
tayin etmiştir'.
55)Taberânî
56)Müslim, Buhârî
57)İbn Ebî Dünya, Beyhâk:
58)Yemek bahsinde geçmişti.
59)İmam Ahmed, Buhârî, Tirmizî ve İbn Mâce
60)Ebu Nuaym, Beyhâkî
61)İbn Semmak, (Ebu Umame'den)
62)Abdî soyundan olan bu zat, ashabın küçüklerinden. İbn Ebî Hatim ise onu
tabiinin meşhur sekiz zahidinden saymıştır.
63)Adı Muhammed b. Ubeyd b. Ebî Umayye el-Kûfî'dir. H. 204 senesinde vefat
etmiştir.