KESRİŞ ŞEHEVETEYN (NEFSİN ARZULARI)
İmam-ı Gazâli
Kesriş Şehaveteyn
• Açlığın Faydaları, Tokluğun
Zararları
• Açlığın Fazileti, Tokluğun Zemmi
• Açlığın Hükmü, Fazileti ve Açlık
Konusunda İnsanların Farklı Tutumları
• Evlenmeyi Terketmek Hususunda
İnsana Düşen Vazifeler
• Ferc'in (Tenasül Uzvu'nun) Şehveti
Giriş
• Göz ile Tenasül Uzvunun Şehvetine
Muhalefet Eden Kimselerin Fazileti
• Midenin Şehvetini Kırmakta Riyazet
Yolu
• Yemeği Azaltan ve Şehvetleri
Terkeden Bir Kimseye Ansızın Gelen Riya'nın Âfeti
*Giriş
Azamet ve kibriyâsında celâl sıfatıyla tek olan, hamd, takdis, tesbih ve
tenzihe müstehak olan, hükmettiği ve takdir ettiği konularda adaletle kaim
olup, nimet olarak verdiğinde ve kullarına ihsân ettiğinde illetsiz hareket
eden ve kulunu korumayı üzerine alan Allah'a hamdolsun! O Allah ki nimetlerle
kuluna ihsan eder. Hatta kulunun bütün emellerini karşılayacak şekilde kuluna
ihsan eder. Kulu irşâd ve hidayete erdiren O'dur. Kulunu öldüren ve dirilten
O'dur. Hastalandığı zaman kula şifa veren, zayıfladığı zaman takviye eden,
kulunu ibâdetine, tâatına ve rızasını gerektiren işlere muvaffak kılan O'dur.
Yediren ve içiren O!... Helâktan koruyan ve muhafaza eden O!... Kulu helâk
edici şeylerden yemek ve içmekle koruyan O'dur. Azığın azıyla kanaat etmeye
kulunu muvaffak eden O'dur. Kulların düşmanı olan şeytanın yollarını daraltsın
diye kullarını az yemeye muvaffak kılan O!.... Kendine düşmanlık yapan nefsinin
şehvetini az yemekle kırması ve nefsin şerrini defederek rabbine ibadet etmesi
için kulu bu yola sevkeden O!... Bütün bunları, kul için lezzete vesile olan,
iştahını kabartan nimetleri çokça verdikten, bu nimetlere karşı teşvik edici
isteklerini harekete geçiren sebepleri yarattıktan sonra yapmıştır... Bütün
bunları, kulu imtihan etmek ve denemek için vermiştir. Kulun hevâ-i nefsinde
nasıl tesir meydana getirip, ona ne gibi bir seçim yaptıracağını görmek için
yaratmıştır. Kulun O'nun emirlerine nasıl itaat edeceğine, yasaklarından nasıl
sakınacağına, tâat ve ibâdetlerine nasıl devam edeceğine ve günahlardan nasıl
kaçınacağına bakmak için bunları bu şekilde yapmıştır. Salât ve selâm, şerefli
kulu, değerli rasûlü Hz. Muhammed'e olsun! Öyle bir salât ki Hz. Peygamber'i
ona yaklaştırır, nasibdâr eder, derecesini de yüceltir. Aynı zamanda salât ve
selâm Hz. Peygamber'in nesline, akrabalarına, ashâb ve tâbiinin hayırlılarına
da olsun!
Ademoğlu için helâk edicilerin en büyüğü midesinin şehvetidir. Bu şehvetten
ötürü Âdem ve zevcesi Havva Dâr'u1-Karar'dan (Cennet'ten) 'Zillet ve iftikar
evi' olan dünyaya atıldılar. Çünkü onların ikisi şecere'den (ağaçtan) yememekle
emrolunmuşlardı. Fakat şehvetleri galebe çaldı ve o ağaçtan yediler. Çirkin
yerleri kendilerine göründü. Hakîkat noktasından bakıldığında mide, şehvetlerin
pınarı, hastalık ve âfetlerin kaynağıdır. Zira mide şehvetini, tenâsül uzvunun
şehveti ve kadınlara karşı heyecanın şiddeti takip eder. Sonra yemek ve evlenme
şehvetini, dünya mertebeleri ile mala karşı olan rağbetin şiddeti takip eder.
Dünya mertebesi ve mal, fazla evlenmeye ve fazla zevk ve sefâya dalmaya
vesiledirler. Sonra fazla mal ve rütbeyi, kara câhilliğin çeşitleri,
münakaşalar ve çekememezlikler takip eder. Sonra bu iki şehvetten, riya ve
böbürlenmenin felaketi, zenginlikten gelen felaket ve azamet afeti doğup meydana
gelir! Sonra bunlar insanoğlunu kindar ve hasedci olmaya, düşmanlık gütmeye ve
buğzetmeye davet ederler. Sonra bu durum, sahibini zulmetmeye, münkeri işlemeye
ve fuhşiyatta bulunmaya sürükler! Bütün bunlar, midenin ihmal edilmesinin
sonuçlarıdır. Bunlar, mideden doğan oburluk ve mideyi tıkabasa doldurmanın kötü
neticeleridir. Eğer kul, açlıkla nefsini terbiye eder, şeytanın yollarını
daraltırsa, muhakkak ki nefsi Allah'ın ibadetine yönelir, serkeşlik ve
mütecavizlik yolunda yürümez. Kendisini dünyaya dalmaya, geçici dünyayı âhirete
tercih etmeye ve bu şekilde dünyaya yapışmaya sürüklemez.
Mide şehvetinin âfeti bu dereceye kadar vardığı zaman, onun tehlike ve
âfetlerini açıklamak farzdır ki ondan sakınılsın! Yine onunla mücahede etmenin
yolunu izah etmek, bu mücahedenin faziletine dikkati çekmek, bütün bunları o
mücahedeye insanları teşvik ve tergib için yapmak farzdır. Tenâsül organının
şehvetini izah etmek de gerekir. Çünkü tenâsül uzvunun şehveti mide şehvetine
tâbidir. Biz Allah'ın inayetiyle bu durumu birkaç fasılda izaha çalışacağız. Bu
fasılları meydana getiren konular şunlardır: Açlığın faziletinin beyanı, sonra
faydalarının, sonra mide şehvetinin kırılmasında takip edilen riyazet yolunun
az yemek ve geç yemek sûretiyle temin edilmesinin beyanı, sonra insanların
durumlarına göre açlık hükmünün ve faziletinin değişmesinin beyanı.. Sonra
şehvetin terkindeki riyazetin beyanı... Sonra tenâsül organının şehveti
hakkındaki söz... Sonra evlenmenin terki veya yapılması hususunda müride düşen
vazifenin beyanı. Sonra gözünün, tenâsül uzvunun ve midesinin şehvetine
muhalefet eden bir kimsenin faziletinin beyanı.
*Açlığın Faydaları, Tokluğun Zararları
Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Nefislerinize karşı açlık ve susuzlukla mücâhede ediniz; çünkü ecir buradadır.21
Soru: Açlık için bu büyük fazilet nereden geliyor ve sebebi nedir? Oysa açlıkta
sadece mideyi boş tutma ve eziyetlere katlanma vardır. Eğer sebebi bu ise,
insanoğlunun kendi kendisine vurması, etini kesmesi, zahmetli şeyleri yapması
ve bunlara benzer hareketlerde bulunması gibi eziyet verici herşeyde büyük ecir
bulunması gerekir!
Cevap: Bu söz, tıpkı içtiği bir ilâçtan fayda görüp de bu faydanın, ilâcın
acılığından ve zahmet verişinden geldiğini zannederek acı ve hoşuna gitmeyen
herşeyi yutan kimsenin davranışına benzer. Oysa bu davranış yanlıştır; çünkü
görülen fayda, ilacın acılığından değil, içerisinde bulunan bir özellikten
gelmektedir. Bu özelliği de ancak ve ancak doktorlar bilir. Bunun gibi açlığın
faydalarının gerekçelerini de ancak âlimlerin yetişkinleri bilir. Şeriatın
açlık hakkındaki medh u senâsına uyarak nefsini aç bırakıp da bunun faydasını
gören kimse -bu faydalanmanın illet ve gerekçelerini bilmese dahi- ilâç içip de
ondan fayda gören kimse gibidir; çünkü böyle bir kimse ilâcın faydasının
nereden geldiğini bilmese de fayda bulmuştur. Eğer iman derecesinden ilim
derecesine yükselmek istiyorsan, sana bu hususu izaha çalışacağız...
'Kalkın!' denilince kalkıverin ki Allah iman edenlerinizi ve kendilerine ilim
verilenleri derecelerle yükseltsin. Allah bütün yaptıklarınızdan
haberdardır.(Mücadele/11)
Bu bakımdan deriz ki açlıkta on fayda vardır:
*Birinci Fayda
Kalbin saflık kazanması, tabiatın nûrlanması ve basiretin açılmasıdır. Çünkü
tokluk, hamâkata (ahmaklığa) yol açar, kalbi köreltir, beyindeki buharlaşmayı
çoğaltır ve sarhoşluğa benzer haller meydana getirir. Bu buhar, fikrin
kaynaklarını istilâ eder. Bu yüzden kalp, fikirlerde cereyan etme bakımından
ağırlaşır; çabuk anlama ve kavrama özelliğini kaybeder. Bir çocuk, çok yediği
zaman hâfızası dumûra, zihni fesada uğrar ve kıt anlayışlı olur.
Ebu Süleyman Dârânî şöyle demiştir: 'Elinizden geldiğince midenizi aç bırakmaya
çalışınız; çünkü açlık, nefsi uysallaştırır ve kalbi inceltir. Bunun sonucunda
insana, kesbî olmayan, semâvî ve vehbî ilim bahşedilir'. Nitekim Hz. Peygamber
şöyle buyurmuştur:
Kalplerinizi az gülmek ve az yemekle diriltiniz; açlıkla temizleyiniz. Bu
sayede kalpleriniz saflaşır ve incelir.22
'Açlık, çakan şimşeğe, kanaat ise buluta benzer... Hikmet ise yağmur gibidir'
denilmiştir.
Nitekim Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Karnını aç bırakan kimsenin düşüncesi büyüdükçe büyür; kalbi uyanık olur.23
İbn Abbas Hz. Peygamber'in şöyle buyurduğunu rivayet eder:
Kim tok olarak yatarsa, onun kalbi katılaşır. Herşeyin zekâtı vardır; bedenin
zekâtı da açlıktır.24
Şiblî şöyle demiştir: 'Ne zaman nefsimi Allah için aç bırakmışsam mutlaka
kalbimde, daha önce olmayan bir hikmet ve ibret kapısı açılmıştır'.
İbâdetlerden gayenin; Allah'ın marifetine ulaştırıp, hakkın tecellilerini gösterecek
düşünce olduğu açıktır. Tokluk ise buna mânidir. Marifet cennet kapılarından
bir kapıdır, anahtarı da açlıktır. Bu bakımdan açlığa yapışmanın cennetin
kapısını çalmak olduğu bilinmelidir.
Bu sırra binaendir ki Lokman Hakîm oğluna şöyle demiştir: 'Ey oğul! Mideyi
tıkabasa doldurduğun zaman fikir uyur; hikmet dilsizleşir. Azalarsa ibâdetten
bıkıp otururlar'.
Ebu Yezid el-Bistâmî de 'Açlık buluttur. Kul ne zaman aç kalırsa kalp hikmet
yağmuru yağdırır' demiştir.
Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Açlık, hikmetin nûru, tokluk ise Allah'tan uzaklaşmadır. Fakirleri sevmek ve
onlara yaklaşmak da Allah'a yakınlaşmadır. Sakın tıkabasa yemeyiniz ki
kalbinizdeki hikmetin nûru sönmesin! Çünkü az yiyerek yatıp uyuyan kimsenin
etrafında huriler sabahlar.25
*İkinci Fayda
Kalbin incelip yumuşaması ve saflaşmasıdır ki insanoğlu bu sayede münâcaattan
zevk almaya ve zikirden etkilenmeye hazırlanır; zira kalbin huzuruyla birlikte
sadece dil üzerinde cereyan eden nice zikir vardır ki kalp bundan ne zevk alır
ve ne de etkilenir. Hatta sanki onunla kalp arasına, kalbin katılığından oluşan
bir perde gerilmiştir. Bu perde bazı durumlarda incelir. O zaman kalp zikirden
daha çok etkilenir ve münâcaattan da daha fazla zevk alır. Bu incelmeyi
sağlayan en büyük ve en açık etkense midenin boş olmasıdır.
Ebu Süleyman Dârânî şöyle demiştir: 'Nezdimde ibâdetin en tatlı olduğu zaman,
karnımın belime yapıştığı zamandır'.
Cüneyd-i Bağdâdî şöyle demiştir: 'Bir insan, kendisiyle göğsü arasına bir yemek
torbası asar ve buna rağmen münâcaatın tadına ermek ister!'
Yine Ebu Süleyman Dârânî şöyle demiştir: 'Kişi acıktığı ve susadığı zaman kalbi
saflaşır ve incelir. Doyduğu zamansa körleşir ve katılaşır'.
Bu bakımdan kalbin münâcaattan zevk alıp etkilenmesi, fikrin müyesser olmasının
ve marifetin elde edilmesinin ötesinde bir hakikattir ki bu da ikinci faydadır.
*Üçüncü Fayda
Şehvetin ve serkeşliğin kırılması, nefsin uysallaştırılması, fazla sevinç ve
neşe hâlinin bertaraf edilmesi ve oburluğun sökülüp atılmasıdır. Oburluk,
Allah'tan gafil olmanın ve haddi aşmanın kaynağı ve başlangıcıdır. Bu bakımdan
nefis, açlıkla uysallaşıp kırıldığı gibi hiçbir şeyle uysallaşıp kırılmaz. Aç
kalan nefis, sahibine karşı sakinleşir ve ondan korkar. Acizliğini ve
zelilliğini anlar; zira kuvveti zayıflamış, elinden kaçan birkaç lokma yüzünden
hileleri oldukça daralmış, içemediği bir yudum sudan dolayı da dünya kendisine
zindan kesilmiştir. İnsanoğlu nefsinin zelilliğini ve âcizliğini anlamadıkça
mevlâsının izzet ve kahrını göremez. İnsanoğlunun saadeti ancak daimi olarak
nefsinin zillet ve acziyetini anlayıp, mevlâsının izzet, kudret ve kahrını
bilmesindedir. Bu bakımdan insanoğlu daima aç, mevlâsına muhtaç ve mecbur
olduğunu bilmeli ve bundan zevk almalıdır. Bunun içindir ki kendisine dünya ve
hazineleri sunulduğunda Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Hayır, istemem. Bilakis bir gün aç, bir gün tok olmak iste-rim. Aç kaldığım
zaman sabreder, mevlâma yalvarırım. Tok olduğum zaman da Allah'a şükrederim.26
(veya Hz. Peygamber'in dediği gibi...)27
Mide ile tenasül organı, cehennem kapılarından birer kapıdırlar. Bunun esası da
tokluktur. Nefsi zelilleştirip şehveti kırmaksa cennet kapılarından bir
kapıdır. Bunun esası da açlıktır. Cehennem kapılarından birini kapatan kimse,
zorunlu olarak cennet kapılarından birini açmıştır; çünkü bu ikisi, tıpkı batı
ile doğu gibi karşıttır. Bu bakımdan onların birine yaklaşmak, diğerinden
uzaklaşmak demektir.
*Dördüncü Fayda
Allah'ın belâ ve azabını ve bunlara düçar olanları unutmamaktır; çünkü tok olan
kimse açları ve açlığı unutur. Zeki bir kul, insanların başına gelen belalardan
âhiret azabını, bu dünyadaki susuzluğundan halkın mahşer yerindeki susuzluğunu,
açlığından da cehennemliklerin açlığını hatırlar. Cehennemlikler darı (kuru
diken) ve zakkum (cehennemde biten bir ağaç) yeyip, derilerinden akan sarı
sularla erimiş bakır içerler. Bu bakımdan kulun, âhiret azabını ve elemlerini
bir saniye dahi aklından çıkarmaması gerekir; çünkü korkuyu harekete geçiren
etken, bu zihniyettir. O halde zillet, illet ve kıllet (açlık ve fakirlik)
çekmeyen ve belâlara düçar olmayan kimse, âhiret azabını unutur. Ahiret azabı
korkusu, böylelerinin nefsinde etkisini gösteremez ve kalbine galip gelemez. Bu
bakımdan kul, şiddetli belâlara düçar olmalıdır ki âhiret azabını hatırından
hiç çıkarmasın! Bu belâların en iyisi de açlıktır; çünkü açlıkta, âhiret
azabını hatırlamanın dışında bir-çok faydalar vardır... İşte belâların
peygamberlere, velî kullara ve derece bakımından onları takip eden kimselere
verilmesinin se-beplerinden biri de budur.
Bu sırra binaen âhiret azabını hatırından hiç çıkarmasın! Nitekim hazineleri
elinde bulunduğu halde 'niçin aç duruyorsun?' denildiğinde Hz. Yusuf şöyle
buyurmuştur: 'Karnımı doyurduğumda açları unutmaktan korkuyorum'. Aç ve muhtaç
kimseleri hatırlamak, açlığın birçok faydalarından sadece biridir; zira bu
hatırlama, insanoğlunu sakat ve yoksullara yedirmeye, Allah'ın kullarına
merhamet göstermeye teşvik eder. Tıkabasa yiyen kimse ise aç insanın neler
çektiğini bilmez.
*Beşinci Fayda
Faydaların en büyüklerinden olan bu beşinci fayda, bütün günahların şehvetini
kırmak, kötülüğü emreden nefse hâkim olmaktır; çünkü bütün günahların menşei
şehvet ve kuvvettir.
Kuvvet ve şehvetlerin aslı (kaynağı) ise hiç kuşkusuz yiyeceklerdir, Bu
bakımdan yemeklerin azaltılması her türlü şehvet ve kuvveti zayıf düşürür. Asıl
saadet, kişinin nefsine hâkim olmasıdır. Şekâvet (bedbahtlık) ise, nefsin
kişiye hâkim olmasıdır. Huysuz bir bineğin ancak aç bırakılmak sûretiyle zayıf
düşürülüp zaptedildiği, doyurulduğu zamansa kuvvet alıp ürktüğü ve huysuzluk
yaptığı gibi, nefis de kuvvetli olduğunda huysuzlaşır, zayıf olduğunda ise
uysallaşır. Nitekim bir ihtiyar, kendisine İhtiyarlığına rağmen kendine
(vücuduna) niçin bakmıyorsun?' diyenlere şöyle cevap vermiştir: 'Çünkü nefis
çabucak şımarıp azar. Onun huysuzluğu ve gururu çok kütüdür. Bu yüzden,
huysuzluk yaparak beni bir tehlikeye düşürmesinden korkuyorum. Bu bakımdan onu
çeşitli sıkıntılara sokmam, bana onun beni kötü şeylere zorlamasından daha
sevimli gelmektedir'.
Zünnûn-i Mısrî şöyle demiştir: 'Ne zaman doymuşsam ya isyan etmişimdir ya da
isyan teşebbüsünde bulunmuşumdur'.
Âişe vâlidemiz şöyle demiştir: 'Hz. Peygamber'den sonra icad edilen ilk bid'at,
doyasıya yemektir'.
Doyasıya yiyen kimselerin nefisleri dünyaya meyleder. Açlık, bir tek faydadan
ibaret değil, bilakis faydalar hazinesidir. İşte bunun içindir ki 'Açlık
Allah'ın hazinelerinden biridir' denilmiştir. Açlık sayesinde en azından
konuşma ve tenâsül uzvu şehvetleri bertaraf edilir; çünkü aç olan bir kimsenin
fuzulî konuşma şehveti harekete geçmez. Böylece kişi dilin gıybet, kötü ve
çirkin konuşmak, yalan söylemek, dedikodu yapmak ve benzerleri gibi
âfetlerinden kurtulur. Açlık onu bütün bu âfetlerden korur. Kişi doyduğu zaman
meyve yeme ihtiyacı hisseder ve bunu da halkın namuslarına dil uzatmak
sûretiyle giderir. İnsanları burunları üzerine ateşe ancak dillerinin
mahsulleri atıverir.
Tenâsül uzvu şehvetinin tehlikeleri apaçık ortadadır. Onun şerrinden insanı
ancak açlık korur. Kişi, doyduğu zaman tenâsül uzvuna sahip olamaz. Takvâsı
buna mâni olsa bile, bu kez de gözüne sahip olamaz; zira tenâsül uzvu gibi göz
de zina eder. Kapatmak sûretiyle gözlerini de tasarrufu altına alsa, bu defa da
düşüncelerine sahip olamaz. Şehvet yüzünden kalbi kötü fikirlerden, nefsin
vesveselerinden bir türlü kurtulamaz Kalbe hâkim olan vesveseler kişinin
münâcaatını bozar ve huzurunu kaçırır.
Hatta çoğu zaman kişi namazın tam ortasında bu tür vesveselere mâruz kalır!
Biz burada dilin ve tenâsül uzvunun afetlerini, sadece bir misal olarak
söyledik; yoksa yedi azanın bütün günahlarının sebebi, tokluktan hasıl olan
kuvvettir. Bir hakîm şöyle demiştir: 'Siyasete karşı sabrederek bir sene yavan
ekmekle yetinen ve şehvetlerden herhangi birini karıştırmaksızın midesinin
yarısını dolduracak şekilde yiyen her müridden, Allah Teâlâ kadın zahmetini
(ihtiyacını veya fitnesini) kaldırır'.
*Altıncı Fayda
Uykunun defedilip uykusuzluğa alışılmasıdır; zira tok olan kimse çok su içer.
Çok su içen kimse ise çok uyur. Bunun içindir ki şeyhlerden bazıları yemeğe
oturduğu zaman müridlerine şöyle derdi: 'Ey müridlerim! Fazla yemeyiniz ki
fazla su içmiş ve dolayısıyla fazlasıyla zarar etmiş olmayasınız'. Yetmiş
sıddîk, fazla uykunun çok su içmekten ileri geldiği hususunda ittifak
etmişlerdir. Fazla uyku ömrün zâyi olmasına, teheccüd namazının kaçmasına,
tabiatın ahmaklaşmasına ve kalbin katılaşmasına sebep olur. Oysa ömür,
cevherlerin en âlâsı ve aynı zamanda kulun sermayesidir. Kul onunla ticaret
yapar. Uyku ise bir çeşit ölümdür ki çokluğu ömrü azaltır. Sonra teheccüdün
fazileti de ortadadır. Oysa uykuda teheccüdü kaçırmak vardır! Uyku galip
geldikçe, kul kalkıp teheccüd namazını kılsa dahi ibâdetin zevkine eremez.
Sonra bekâr insan, tok karnına uyursa, ihtilâm olur. İhtilâm olmak da onu
teheccüd namazına kalkmaktan alıkoyar. Yıkanmaya muhtaç eder. Bu durumda ya
soğuk su ile yıkanacak ve hastalanacaktır veya hamama gitmeye mecbur olacaktır.
Çoğu zaman da geceleyin hamama gidemez. Böylece teheccüd namazıyla birlikte
kılmak üzere ertelemişse, vitir namazını da kaçırır. Hamama gittiğinde ise bir
ücret ödemesi gerektiği gibi, gözü başka bir insanın avret mahalline de
takılabilir; çünkü Tahâret bölümünde zikrettiğimiz gibi, hamamlarda birçok
tehlike-ler vardır. İşte bütün bunlar doyasıya yemenin kötü sonuçlarıdır.
Ebu Süleyman Dârânî 'İhtilâm olmak bir cezadır' demiştir. O bunu ihtilâm
olmanın, kişiyi ibâdetten alıkoymasından dolayı söylemiştir; zira her hâlükârda
yıkanmak zordur. Görüldüğü gibi uyku afetlerin kaynağı, doyasıya yemek de
uykuyu celbeden bir vasıtadır. Açlık ise, uykunun kökünü kesen bir vesiledir.
*Yedinci Fayda
İbâdetlere devam etmenin kolaylaştırılması ve sağlanmasıdır; zira çok yemek,
insanı çok ibâdet etmekten alıkoyar; çünkü yemek için bir zamana ihtiyaç
vardır. Çoğu zaman insan, yemeği satın almak ve pişirmek, sonra da elini
yıkamak ve dişlerini temizlemek için zamana muhtaç olur. Sonuçta ise çok su
içmek ve dolayısıyla helâya fazla gitmek zorunda kalır. Eğer bütün bu yerlere
sarfedilen vakitler zikre, münâcaata ve diğer ibâdetlere sarfedilmiş olsaydı, kişinin
kârı çoğaldıkça çoğalırdı.
Sırrî es-Sakatî şöyle anlatıyor: Ali Cürcânî'nin, kavutu çiğnemeksizin, nefesle
çekerek yuttuğunu gördüm. Kendisine 'Seni, kavutu bu şekilde yemeye zorlayan
şey nedir?' diye sorduğumda şöyle cevap verdi: "Ben, kavutu çiğneyerek
yemek ile çiğnemeksizin yutmak arasında yetmiş tesbih çekilebileceğini
hesapladım. Bu bakımdan ben, kırk seneden beri kavutu çiğnemeksizin
yutmaktayım".
Bu zatın vakte ne kadar önem verdiğine dikkat edilsin ki onu ekmek çiğnemekle
bile zâyi etmemiştir. Ömürden olan her nefes, paha biçilmez bir cevherdir. Bu
bakımdan onunla, bâki ve sonsuz olan âhiret hazinesini elde etmeye çalışmak en
uygun harekettir. Bu da o nefesi Allah'ın zikrine, ibâdet ve tâatine
sarfetmekle hâsıl olur. Abdestli durmak ve camiye sık gitmek de çok yemekle
zorlaşan şeylerdendir; çünkü çok yiyen kimse, fazla su içeceğinden, küçük
tahâret yapmak ve sık sık camiden çıkarak abdesti bozmak mecburiyetinde kalır.
Oruç da bunun gibidir; çünkü oruç ancak açlığı âdet edinen kimseler için kolaydır.
Bu bakımdan oruç tutmak, itikâfa devam etmek, devamlı abdestli olmak, yemeğin
hazırlanması ve yenilmesi için sarfedilen vakitleri ibâdetlere sarfetmek, haddi
hesabı olmayan kârlardır. Bu kârları ancak gaflete dalarak dinin kıymetini
bilmeyen, dünya hayatına razı olup da ona bel bağlayan kimseler hakir görürler.
Onlar yalnızca dünya hayatının dış görünüşünü bilirler. Âhiretten ise tamamen
gafildirler.
(Rûm/7)
Ebu Süleyman Dârânî doyasıya yemekten doğan altı âfete işaretle şöyle demiştir:
"Doyasıya yiyen kimseye altı âfet musallat olur:
1.Münâcaat zevkini kaybeder.
2.Hikmeti koruması zorlaşır.
3.Halka karşı şefkati azalır; çünkü karnı tok olduğu zaman bütün halkın da
kendisi gibi tok olduğunu zanneder.
4.İbâdet kendisine ağır gelir.
5.Şehvetleri artar.
6.Diğer mü'minler mescidlerin etrafında dönerlerken, o tok olduğundan
mezbeleliklerin etrafında dönüp durur".
*Sekizinci Fayda
Vücudun sıhhatli olması ve hastalıkların ortadan kalkmasıdır; çünkü
hastalıkların sebebi, çok yemekten dolayı mide ve damarlarda meydana gelen
karışıklıktır. Hastalıklar, insanı ibâdetlerden, zikir ve fikirden alıkoyar,
kalbi bozar ve hayatı zehir eder. İnsanı kan aldırmak, ilâç kullanmak ve
doktora gitmek mecburiyetinde bırakır. Bütün bunlarsa birtakım malî külfetlere
yol açar. İnsan günahların ve şehvetlerin yorgunluğunun yanısıra bunlardan da
kurtulamaz. Açlıkta ise bütün bunları önleyici bir özellik vardır.
Hârun Reşid birgün biri Hindli, biri Romalı, biri Iraklı ve biri de Irak'ın
köylerinden olan dört doktoru bir araya getirerek bunlara 'Her biriniz bana,
içerisinde hastalık bulunmayan bir deva (ilaç) söyleyecek!' diye emretti. Bunun
üzerine Hindli doktor 'Bana göre içerisinde hastalık bulunmayan ilâç, siyah
İhleç'tir', Iraklı doktor 'Beyaz Reşşad tanesidir', Romalı doktor da 'Benim
kanaatime göre de sıcak sudur' dedi. En mâhirleri olan köylü doktorsa şöyle
dedi: 'İhlileç mideyi buruşturur, beyaz Reşşad tanesi mideyi kaydırır, sıcak su
da mideyi gevşetir. Bütün bunlarsa birer hastalıktır'. Onların 'O halde sence
içerisinde hastalık bulunmayan ilaç nedir?' diye sormaları üzerine de şöyle
cevap verdi: 'Bence içerisinde hastalık bulunmayan ilâç, yemeğe acıkmadan
oturulması ve sofradan da yeme isteği olduğu halde kalkılmasıdır'. Onun bu
cevabı karşısında diğerleri 'Doğru söyledin!' dediler.
Ehl-i Kitab'dan bir hakîm Hz. Peygamber'in, 'Midenin üçte biri yemek, üçte biri
de teneffüs içindir' hadîs-i şerifini işittiğinde, şaşkınlığa düşerek 'Az yeme
hakkında bu sözden daha kuvvetli bir söz işitmiş değilim. Bu sözleri ancak bir
hakîm söyleyebilir' demiştir.
Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur;
Karnı tıkabasa doldurmak, hastalığın; bundan korunmak ise ilâcın esasını teşkil
etmektedir. Vücutlarınızı, mümkün olduğunca perhize ve kanaatle yaşamaya
alıştırınız.28
Sözü edilen hakimi hayrete düşüren hadîs daha önceki değil, bu ikinci hadîs
olsa gerektir.
İbn Sâlim bir keresinde şöyle demiştir: 'Âdâbına riâyet ederek yavan buğday
ekmeğiyle
yetinen kimse, ölüm hariç hiçbir illete müptelâ olmaz'. 'Peki bunun âdâbı
nedir?' diye sorulduğunda da şöyle cevap vermiştir: 'Sofraya ancak acıktıktan
sonra oturmak ve doymadan kalkmaktır'.
Tabiblerin büyüklerinden biri, çok yeme hakkında şöyle buyurmuştur: 'Kişinin
midesine giren en faydalı şey nar, en zararlı şey ise tuzlu yiyeceklerdir.
Bununla birlikte tuzlu şeylerin azaltılması, çok nar yenilmesinden daha
faydalıdır'. Hz. Peygamber bir hadîs-i şeriflerinde şöyle buyurmuştur: 'Oruç
tutunuz, sıhhat bulursunuz'. Bu bakımdan vücutlar oruç, açlık ve az yemekle
hastalıklardan kurtulup sıhhate kavuşur. Kalpler ise, saldırganlık, aşırı
gitmek ve benzeri çirkin hastalıklardan kurtulmakla sıhhat bulur.
*Dokuzuncu Fayda
Geçimin kolaylaşmasıdır; zira az yemeyi âdet edinen kimse için biraz mal
kifayet eder. Tıkabasa ve doyasıya yemeyi âdet edinen kimsenin midesi ise
amansız bir alacaklı kesilir ve âdeta hergün sahibinin gırtlağına yapışarak ona
'Bugün ne yiyeceksin?' der. Bu bakımdan ya her yere sokularak haramdan kazanır
ve dolayısıyla günahkâr olur ya da helâlinden kazanmak için nefsini zelil etmek
mecburiyetinde kalır. Çoğu zaman da tamahkâr gözünü halkın elinde bulunan
şeylere diker. Bu ise zillet ve rezaletin en son derekesidir. Mü'min geçimi
kolay ve harcaması hafif olan kimsedir.
Nitekim hakimlerden biri şöyle buyurmuştur: 'Ben tüm bir sene, ihtiyaçlarımı terketmek
sûretiyle geçinirim. Bu durum, benim için, başkasına muhtaç olmaktan daha iyi
ve daha huzur verici bir durumdur'.
Başka biri de şöyle buyurmuştur: 'Herhangi bir şehvet ve fazlalıktan dolayı
başkasından borç almak gerektiğinde hemen kendi nefsime borçlanarak o şehveti
terkediyorum; zira nefsim benim için en hayırlı alacaklıdır'.
İbrahim b. Edhem, arkadaşlarına yiyecek maddelerinin günlük fiyatını sorar;
'Gayet pahalıdır' dedikleri zaman da şöyle derdi: 'O halde terketmek (almamak)
sûretiyle onları ucuzlatınız'.
Sehl et-Tüsterî şöyle buyurmuştur: 'Çok yiyen (obur) kimse üç durumda
zemmedilmiştir. Şöyle ki; ibâdet ehlinden ise gevşer, çalışkan bir kimse ise
âfetlerden kurtulamaz; kendisine birşey teslim edilen kimselerdense Allah
rızası için nefsine karşı adaletli davranmaz'.
Kısacası insanların helâk olmasının sebebi dünyaya karşı olan hırslarıdır. Bu
hırsın sebebi de mideleri ve tenâsül uzuvlarıdır. Tenâsül uzvu şehvetinin
kaynağı ise mide şehvetidir. Bütün bu durumlar, az yeme sayesinde kökünden kazınır
ve bertaraf edilir. Bu durumlar cehennemin kapılarındandır. Onların kapatılması
da cennet kapılarının açılması demektir.
Nitekim Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Cennetin kapısını açlıkla çalmaya devam ediniz!
Hergün bir ekmek ile yetinen kimse diğer şehvetlerde de kanaat sahibi
olacağından, insanlara muhtaç olmaksızın hür ve kalbi müsterih olarak Allah'a
ibâdete yönelir ve âhiret ticaretine dalar. Böylece de Allah Teâlâ'nın 'Ne
ticaret, ne de alışveriş onları Allah'ın zikrinden alıkoymaz' buyurduğu
kimseler zümresine dâhil olmuş olur. Evet onlar bu vasfı ancak kanaat sayesinde
elde etmişlerdir. Muhtaç olan kimseleri ise, alışveriş ve ticaret Allah'ın
zikrinden alıkoyar.
*Onuncu Fayda
Müslümanın, diğer müslümanları kendi nefsine tercih etme ve zaruri nafakasından
artan yiyecekleri ve servetini yetimlere ve fakirlere tasadduk etme imkânı
bulabilmesidir. Böylece müslü-man, kıyâmet gününde sadakasının gölgesinde
haşrolur. Nitekim bu husus, bir hadîs-i şerîfte belirtilmektedir.29
Kişinin yediği şeylerin deposu helâldir. Sadaka olarak verilen şeylerin deposu
ise Allah'ın fazl u keremidir. O halde kul için, servetinden ancak Allah
yolunda tasadduk edip O'na emanet olarak bıraktığı veya yeyip bitirdiği ya da
giyip eskittiği şeyler vardır. O halde sahip olunan yiyecek maddelerinin zarurî
ihtiyaçtan fazla olanlarını tasadduk etmek, tıkabasa işkembeye doldurmaktan
daha hayırlıdır.
Biz emaneti göklere, arza ve dağlara teklif ettik; (fakat) onlar bunu
yüklenmekten kaçındılar. Ondan (mesûliyetinden) korktular da onu insan
yüklendi; doğrusu insan çok zâlim, çok cahildir.(Ahzab/72)
Bu ayet-i celîleyi okuyan Hasan Basrî şöyle demiştir: "Allah Teâlâ emaneti
yedi kat göğe ve yıldızlarla süslenmiş yollara, büyük arşı yüklenen meleklere
arzederek şöyle buyurmuştur: 'Emaneti, içindekilerle birlikte yüklenir
misiniz?' Onların 'Emanetin içindekiler nedir?' diye sormaları üzerine de şöyle
buyurdu: 'İyilik yaptığınızda mükâfat görmeniz; kötülük yaptığınızda ise cezaya
çarptırılmanızdır'. Bunun üzerine onlar 'Hayır! Yüklenemeyiz' dediler. Sonra
Allah Teâlâ, emaneti bu tarzda yeryüzüne arzetti. O da kabul etmekten kaçındı.
Bundan sonra yüce dağlara, sarp ve yalçın kayalara arzederek 'Emaneti,
içindekilerle birlikte yüklenir misiniz?' buyurdu. Onlar 'Emanetin içinde ne
var?' diye sorunca da 'Mükâfat ve ceza vardır' cevabını verdi. Onlar da 'Hayır!
Yüklenemeyiz!' dediler. Allah Teâlâ bu kez emaneti insana arzetti. İnsan da onu
yüklendi. Muhakkak ki insan, nefsine çok zulmeden ve rabbinin emri hususunda
çok cahil olan bir varlıktır, Yemin ederim ki bu emanet karşılığında nice
servetler elde eden birçok insan gördük. Peki bu servetlerle ne yaptılar
dersiniz? Onunla evlerini genişletip kabirlerini daralttılar. Binek
hayvanlarını beslediler; buna karşılık dinlerini zayıflattılar. Nefislerini
sabah akşam saltanat kapışma gidip gelmekle yordular ve çeşitli belâlara maruz
kaldılar. Oysa Allah'a karşı lâkayd davranmaktadırlar. Bunlardan bazıları
insanlara Talan yerini bana sat da sana şu kadar fazla vereyim' der ve sonra
soluna yaslanarak başkalarının malını yer.
Böylelerinin konuşması istihza, malı ise haramdır. Bu durum midesinin ağırlığı
gelip gırtlağına sarılıncaya ve mide has-talıkları kapısını çalıncaya kadar
böyle devam eder. Bu felakete maruz kaldığı zaman hizmetçisine seslenerek 'Bana
yediklerimi hazmettirecek birşey getir!' der. Ey obur insan! Bakalım hazmetmek
istediğin yemek, senin midir? Sen yemeği değil, dinini hazmedemiyorsun! Hani
fakir nerede? Dul kadın nerede? Miskin nerede? Yetim nerede? Oysa Allah Teâlâ
bunlara karşı merhametli davranmanı emrediyor".
İşte bütün bu anlattıklarımız, bu faydaya işarettir. Fayda ise, yemeğin
fazlasını, ecir kazanmak için fakirlere sarfetmektir. Böyle yapmak, yeyip de
boyunda günahın katmerleşmesinden daha hayırlıdır; zira Hz. Peygamber (s.a)
birgün şişman ve karnı büyük bir adama -mübarek parmağıyla karnını işaretle-
şöyle buyurmuştur:
Şu (yemek veya semizlik) başka bir yerde olsaydı, senin için daha hayırlı
olurdu.30
Yani sen bunu (karnına doldurduğun ve seni şişmanlatan yiyecekleri) âhiretin
için sarfedip, bu hususta diğer müslümanları kendi nefsine tercih etseydin,
senin için daha hayırlı olurdu.
Hasan Basrî şöyle der: "Allah'a yemin ederim, ben öyle bir gruba yetiştim
ki onlardan herhangi biri, yanında ancak kendisine yetecek kadar yiyecekle
akşamlardı. Eğer isteseydi onu yeyip bitirebilirdi. Buna rağmen o 'Allah'a
yemin ederim ki bunun tamamını karnım için ayırmayacağım; bir kısmını da Allah
için ayıracağım5 derdi".
Buraya kadar saydığımız bu on fayda, açlığın faydalarıdır. Ayrıca bu faydaların
herbirinden hadsiz hesapsız faydalar filizlenerek çıkar ki bunlar saymakla
bitmez. Bu bakımdan açlık, âhiret faydalarını içeren büyük bir hazinedir. Bunun
içindir ki seleften biri şöyle buyurmuştur: 'Açlık âhiretin anahtarı,
zahidliğin kapısıdır. Tokluk ise dünyanın anahtarı ve isteğin (dünyaya
düşkünlüğün) kapısıdır'. Bu hakîkat daha önce rivayet ettiğimiz hadîslerde de
açıkça belirtilmiştir. Bu haber ve hadîslerin mânâları, tam ve basiretli bir
şekilde ancak bu faydaların tafsilâtına vâkıf olmakla anlaşılabilir. Bunu
bilmeksizin sadece açlığın faziletini tasdik eden kimse, iman hususunda, ancak
taklitçilerin derecesine erişebilir. Allah hakikati herkesten daha iyi bilir!
21) Irâkî tarafından aslına rastlanılmamıştır
22)Irâkî tarafından aslına rastlanılmamıştır.
23)Irâkî tarafından aslına rastlanılmamıştır.
24)İbn Mâce
25) Deylemî
26)Timizi
27)Ev kemâ kale tâbiri, hadîslerden sonra, bir yanlışlığa meydan verilme-
mesi için kullanılır.
28) Irâkî tarafından aslına rastlanılmamıştır.
29) Ukbe b. Âmir
30) Ahmed, Hâkim, Beyhakî
*Açlığın Fazileti, Tokluğun Zemmi
Hadîsler
Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Nefislerinize karşı açlık ve susuzluk (silahlarıy)la mücahede ediniz, çünkü
buradaki sevap, Allah yolunda mücahede eden kimsenin sevabı gibidir. Allah
Teâlâ nezdinde açlık ve susuzluktan daha sevimli bir amel yoktur.
İbn Abbas Hz. Peygamber'in şöyle buyurduğunu nakleder:
Karnını tıkabasa dolduran kimse gökler âlemine giremez!1
Hz. Peygamber'e insanların hangisinin daha faziletli olduğu sorulduğunda, şöyle
buyurmuştur:
Yemesi ve gülmesi az olup avret mahallini örten bir elbiseyle yetinerek lükse
ve sükseye kaçmayan kimse (insanların en faziletlisidir).2
Amellerin efendisi (en hayırlısı) açlıktır. Nefsin zilleti ise yün elbiseler
giymektir.3
Ebu Said el-Hudrî Hz. Peygamber'den şu hadîsi rivayet eder:
Giyiniz, yeyip içiniz, fakat karınlarınızı yarısına kadar (doldurunuz); çünkü
bu, peygamberliğin bir parçasıdır.4
Hasan Basrî Hz. Peygamber'in şöyle buyurduğunu rivayet eder:
Düşünce, ibâdetin yarısıdır; az yemekse ta kendisidir.5
Yine Hasan Basrî, Hz. Peygamber!in şöyle buyurduğunu rivayet eder:
Kıyâmet günü Allah Teâlâ nezdinde derece bakımından en üstününüz, en fazla aç
kalanınız ve Allah'ın sıfatları hakkında en fazla düşüneninizdir. Allah
nezdinde en sevilmeyeniniz ise çok uyuyan ve çok yeyip içeninizdir!6
Hz. Peygamber, kendi arzusuyla ve zaruret olmaksızın aç kalır, açlığı tokluğa
tercih ederdi.7 Nitekim kendileri şöyle buyurmuştur:
Allah Teâlâ, meleklere karşı dünyada az yeyip içen kimselerle iftihar ederek
şöyle buyurur: 'Ey melekler! Kuluma bakınız! Ben onu dünyada yemeye ve içmeye
müptelâ kılmışım; o ise sabretmiş ve onları terketmiştir. Ey melekler! Şâhid
olun ki (benim için) terkettiği her yiyeceğin yerine kuluma cennette birçok
dereceler vereceğim'.8
Kalpleri, çok yeyip içmekle öldürmeyiniz; çünkü kalp, ekin gibidir. Ekinler çok
sulandıklarında ölür!9
Âdemoğlu, karnından daha şerli bir kap doldurmuş değildir! Ademoğluna, belini
doğrultmasını sağlayacak birkaç lokma yeter. Eğer mutlaka yemek istiyorsa
karnının üçte birini yemek, üçte birini su ve üçte birini de nefes alıp verme
için ayırsın.10
Usâme b. Zeyd ile Ebu Hüreyre'nin rivayet ettiği uzun bir hadîste açlığın
fazileti şöyle zikredilmiştir:
Kıyâmet gününde insanların Allah'a en yakın olanları, dünyada O'nun için uzun
süre aç, susuz ve mahzun kalmış olan kimselerdir. Bunlar, şöhretsiz
muttakîlerdir ki bir yerde bulunduklarında tanınmazlar, yokluklarında ise
aranmazlar. Onları ancak yeryüzünün bölgeleri tanır. Göklerin melekleri onların
etrafını çepeçevre kuşatır. Halk dünyadan, onlar ise Allah'a ibâdet ve tâattan
zevk alırlar... Halk, altlarına yumuşacık döşekler sererken, onlar alınlarını
ve dizlerini sermiştir... Halk, peygamberlerin fiil ve ahlâkını zayi etmiştir,
onlar ise korumaktadırlar. Yer küresi onlardan birini kaybettiği zaman ağlar.
Cebbâr olan Allah Teâlâ, içerisinde bu kullarından bulunmayan memlekete gazap
eder. Onlar köpeklerin leşlere daldığı gibi dünyaya dalmazlar; az yerler ve
yamalı elbiseler giyerler. Üst ve başları toz toprak içerisindedir. İnsanlar
onları gördüklerinde hasta zannederler; oysa onlarda hastalık yoktur. Onlar
için, akıllarını kaybetmiş deniliyor; oysa onlar akıllarını kaybetmiş değildir.
Fakat kalpleriyle kendilerini dünyadan uzaklaştıran ilâhî emre baktıklarından
dünya ehline göre akılsız gezerler. Oysa halkın aklı başlarından gittiği zaman,
onların akılları başlarında olacaktır. Âhirette şeref onlara aittir. Ey Usâme!
Kendilerini herhangi bir memlekette gördüğün zaman bil ki, onlar o memleketin
ahalisi için emniyet sübabıdırlar. Allah Teâlâ, onların içinde bulunduğu bir
kavme azap etmez. Yer küresi, onlarla sevinmekte,
Cebbâr olan Allah onlardan razı olmaktadır... Bu bakımdan sen onları kendine
arkadaş edin! Umulur ki onların yüzü suyu hürmetine kurtulmuş olasın. Elinden
geldiğince karnın aç ve ciğerin susuz olduğu halde ölmeye çalış; çünkü bu
şekilde konak ve derecelerin en şereflisini elde eder, pey-gamberlerle birlikte
olursun ve ruhunun gelişiyle melekler sevinir, Cebbâr olan Allah da sana rahmet
deryâlarını coşturur.11
Hasan Basrî'nin Ebu Hüreyre'den rivayet ettiğine göre, Hz. Peygamber şöyle
buyurmuştur:
Yün elbise giyiniz; fakat bol olmasın! Yediğiniz zaman da midenizin yarısını
dolduracak kadar yeyin. (Böyle yaptığınız takdirde) gökler âlemine dahil
olursunuz.12
Hz. İsa havârilerine şöyle demiştir:
Ey havâriler! Nefislerinizi aç, bedenlerinizi (lüks ve süslü elbiseler giymemek
sûretiyle) çıplak bırakınız ki kalpleriniz Allah'ı (O'nun cemâlini) müşâhede
edebilsin!
Bu söz, aynı zamanda bizim peygamberimizden de (Tâvus kanalıyla) rivayet
edilmektedir.
Tevrat'ta şöyle bir ifadenin yazılı olduğu söylenir: Allah Teâlâ şişman âlime
buğzeder.
Çünkü şişmanlık, gaflete ve çok yemeye delâlet eder; bunlar ise çirkin
şeylerdir. Hele âlim için daha da çirkin olur. Nitekim İbn Mes'ud şöyle
demiştir: Allah Teâlâ şişman kurra'ya (Kur'an okuyucusuna) buğzeder.
Mürsel bir hadîste Hz. Peygamber'den şöyle vârid olmuştur:
Şeytan, Ademoğlunun kanının dolaştığı yerlerde dolaşır. Bu bakımdan siz
şeytanın dolaşma yollarını, açlık ve susuzlukla daraltınız.
Tok karnına yemek, beras (alacalık) denilen deri hastalığına yol açar.
Mü'min bir mideyle, münâfık ise yedi mideyle yer!13
Yani münafık, mü'minin yedi mislini yer veya şehveti, mü'minin şehvetinden yedi
kat fazla olur. Bu bakımdan hadîsteki, mide mânâsına gelen mia kelimesi,
şehvetten kinâyedir; çünkü yemeği kabul eden mide olduğu gibi, yemeğe yakışan
da şehvettir. Yoksa hadîsin mânâsı münâfığın midesinin sayısı mü'mininkinden
fazladır demek değildir.
Hasan Basrî'nin Hz. Aişe'den rivayet ettiğine göre Hz. Peygamber şöyle
buyurmuştur:
-Cennetin kapısını çalmaya devam ediniz! Bunu yaptığınız takdirde size
açılacaktır.
-Cennetin kapısını ne ile çalalım?
-Açlık ve susuzlukla!14
Rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber, huzurunda geğiren Ebu Cühayfe'ye15 şöyle
buyurmuştur:
Az geğir; çünkü kıyâmet gününde en çok aç kalacak olanlar dünyada fazlasıyla
doyanlardır.16
Hz. Âişe şöyle der: Hz. Peygamber, hiçbir zaman doyasıya yeyip de karnını
doldurmadı! Aç olduğu bir gün kendisine karşı şefkat ve merhametimden ağladım
ve mübarek karnını elimle sıvazlayarak şöyle dedim:
- Canım sana fedâ olsun! Dünyadan, seni kuvvetlendirecek ve açlığını giderecek
kadarını alsaydın ne olurdu?
- Ey Âişe! Benim ulu'1-azm arkadaşlarım, bundan daha şiddetli durumlara
sabrettiler ve kendi halleriyle geçip gittiler; rablerinin huzuruna vardılar.
Rableri onlara ikramda bulundu, sevaplarını artırdı. Bu bakımdan -eğer geçimde
lükse ve refaha kaçarsam- bu durumun yarın (âhirette) derecemi onlarınkinden
küçük düşürmesinden utanırım. O halde birkaç gün sabretmek, bana, yarın
kıyâmette nasibimin azalmasından daha sevimli gelir. Nezdimde arkadaşlarıma ve
kardeşlerime yetişmekten daha sevimli birşey yoktur.17
Hz. Âişe, sözünü şöyle tamamladı: 'Allah'a yemin ederim ki bu sözlerinin
üzerinden bir hafta geçmeden Allah Teâlâ Hz. Peygamber'in ruhunu kabzeyledi'.
Enes'ten şöyle rivayet edilir: Birgün kızı Fâtıma Hz. Peygamber'e bir parça
ekmek getirdi. Hz. Peygamber 'Bu nedir?' diye sorduğunda Fâtıma 'Kendi ellerimle
pişirdiğim bir ekmektir. Canım yalnız yemeye razı olmadığından bu parçayı da
sana getirdim' dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle buyurdu:
Şunu bil ki, bu ekmek üç günden beri babanın ağzına giren ilk yiyecektir.18
Ebu Hüreyre şöyle der: 'Hz, Peygamber hiçbir zaman aile efradına, buğday
ekmeğinden üç gün üst üste doyasıya yedirmemiştir. Dünyadan ayrılıncaya kadar
da bu durum böyle devam etmiştir'.
Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Âhirette doya doya yiyecek olanlar, dünyada açlık çekenlerdir. İnsanların Allah
nezdinde en sevilmeyeni, karınlarını tıkabasa doldurup mideleri ekşiyenlerdir.
Canının istediği bir yemeği terkeden hiçbir kul yoktur ki onu terkedişi kendisi
için cennette bir derece olmasın!
Ashab'ın ve Âlimlerin Sözleri
Hz. Ömer şöyle demiştir: 'Tıkabasa yemekten sakınınız; çünkü çok yemek, hayatta
ağırlık, ölümden sonra ise kokuşmaktır'.
Şakîk Belhî şöyle der: İbâdet bir sanattır. Bu sanatın dükkanı halvethane,
aleti ise açlıktır'.
Lokman Hekim, oğluna şunları söylemiştir: 'Ey oğul! Mideyi doldurduğun zaman
fikir uyur; hikmet dilsizleşir. Azalarsa ibâ-detten bıkıp otururlar!'
Fudayl b. Iyaz nefsine şöyle derdi: 'Acaba neden korkuyorsun? Yoksa aç
kalacağından mı korkuyorsun? Sakın korkma; çünkü sen Allah Teâlâ nezdinde bu
dereceye erişecek kadar değerli değilsin. Bu dereceye ancak ve ancak Hz.
Peygamber ile arkadaşları erişebilmiştir'.
Kehmes b. Hasan20 şöyle derdi: 'İlâhî! Sen beni aç ve elbisesiz bıraktın!.
Gecelerin karanlığında lambasız oturttun! Acaba beni bu dereceye hangi vesile ile
yükselttin?'
Feth el-Mevsılî, hastalığı ve açlığı şiddetlendiğinde şöyle derdi: 'Yârab! Beni
hastalık ve açlığa müptelâ eyledin. Oysa sen bunları velî kullarına
(sevdiklerine) verirsin. Bu bakımdan bana verdiğinin şükrünü hangi amelimle eda
edebilirim?'
Mâlik b. Dinar, Muhammed b. Vâsi'e şöyle dedi: 'Ey Ebu Abdullah! Hem azığı
olacak ve hem de kendisini insanlara muhtaç olmaktan kurtaracak kadar yiyeceğe
sahip olanlara ne mutlu! Cennet böylelerinin olsun!' Buna karşılık o da şunları
söyledi: 'Ey Ebu Yahya! Allah Teâlâ kendisinden razı olduğu halde (aç karnına)
sabahlayıp akşamlayan kimselere ne mutlu! Cennet böylelerinin olsun!'
Fudayl b. Iyaz şöyle derdi: 'Yâ rabbî! Beni ve aile efradımı aç, gecelerin
karanlığında çırasız bıraktın. Oysa sen bunu velî kullarına bahşedersin. Acaba
ben bu makama hangi derecemle lâyık oldum?'
Yahya b. Muaz şöyle demiştir: 'Râğıbların (Allah'ı isteyenlerin) açlığı
uyarıcıdır. Tevbe edenlerin açlığı deneme, müctehidlerin açlığı da keramettir.
Sabredenlerin açlığı siyaset, zâhidlerin açlığı ise hikmettir'.
Tevrat'ta şöyle yazılıdır: 'Allah'tan kork ve karnını doyurduğun zaman açları
hatırla!'
Ebu Süleyman ed-Dârânî şöyle der: 'Akşam yemeğinden bir lokmayı terketmek benim
için bütün bir geceyi sabaha kadar ibâ-detle ihyâ etmekten daha sevimlidir.
Açlık Allah nezdinde onun hazinesindendir. Onu ancak sevgili kuluna verir'.
Sehl b. Abdullah et-Tüsterî, bazen yirmi küsür gün birşey yemezdi. Bu zatın bir
senelik yiyeceğine bir dirhem kâfi gelirdi. Kendisi açlığa çok büyük değer verip
bu konuda çok mübalâğalı hareket eder ve hatta şöyle derdi: 'Kıyamet gününde
-Hz. Peygamber'e uyma bakımından- çok yemeyi terketmekten üstün sevap yoktur'.
Yine bu zat şöyle demiştir: 'Akıllılar, gerek din ve gerekse de dünya için
açlıktan daha faydalı birşey görmemişlerdir. Âhireti is-teyenler için çok
yemekten daha zararlı birşey bilmiyorum'.
Yine şöyle demiştir: Hikmet ve ilim açlıkta, mâsiyet ve cehâlet ise,
tokluktadır. Helâli terketme hususunda Allah'a, nefsin isteklerine muhalefet
etmekten daha üstün birşey ile kulluk yapılmış değildir. Nitekim Hz. Peygamber
şöyle buyurmuştur:
Midenin üçte biri yemek içindir. Bundan fazlasını yiyen kimse ancak
sevaplarından yemiş olur.
Sehl'e, fazlasının alâmeti ve ne olduğu sorulduğu zaman şöyle cevap vermiştir:
'Kişinin nezdinde yemeği bırakmak, yemekten daha sevimli olduğu ve bir gece aç
kaldığında Allah Teâlâ'dan bu geceyi iki geceye çıkarmasını istediği zaman
fazlasını bulmuş de-mektir'.
Yine bu zât şöyle demiştir: 'Abdallar bu makamı ancak karınlarını aç, gözlerini
uykusuz ve dillerini konuşmasız bırakmak ve halvete çekilmekle elde
etmişlerdir'.
Yine şöyle buyurmuştur: 'Gökten yere inen her sevabın başı açlıktır. Gök ile
yer arasındaki her fısk u fücurun başı da tokluk-tur. Nefsini aç bırakan kimse
vesveselerden kurtulur. Allah Teâlâ kullarına açlık, hastalık ve belâ ile
yönelir. Ancak kullarından diledikleri, bunlarla müptelâ olmadıkları halde
Allah'ın yönelişine mazhar olabilir. Biliniz ki şu zamanda nefsini açlık,
uykusuzluk ve mücahede ile öldürmeyen kimse kurtuluşa eremez. Yeryüzünde hiçbir
kimse geçmemiştir ki şu sudan kana kana içip de içirmesine karşılık Allah'a
şükretse bile günahlardan kurtulabilmiş olsun. Suyun durumu bu olursa, tıkabasa
yemenin durumunu varın siz düşünün'.
Bir hakîm 'Nefsimi hangi bukağı ile bağlıyayım?' diyen birisine şöyle
buyurmuştur: 'Nefsini açlık ve susuzlukla bağla... Nam u şânı terketmek ve
azizliği bırakmak sûretiyle de onu Allah'a karşı zelil et! Âhiret evlâtlarının
ayakları altına sermek sûretiyle küçült! Kurraların (âlimlerin) zâhirî
elbiselerini ve süslerini terketmek sûretiyle kır! Kendisine karşı daima sû-i
zanda bulunmak sûretiyle onun âfetlerinden kurtul! Onunla, hevâsına aykırı
hare-ket etmekle arkadaşlık yap!'
Abdülvâhid b. Zeyd şöyle demiştir: 'Allah Teâlâ'nın hiçbir ku-lunu açlık
çekmeksizin safâvete erdirmediğine yemin ederim. (Allah'ın bu sevgili
kullarının) su üzerinde yürümeleri ve yeryüzünün kendileri için dürülmesi de
ancak açlık sayesinde olmuştur. Allah Teâlâ onlara ancak açlığın yüzü suyu
hürmetine yardımcı olmuştur'.
Ebu Tâlib el-Mekkî de şöyle demiştir: 'Mide Muzhir'e benzer. Muzhir içi boş ve
üzerinde teller bulunan ud (saz) demektir. Bunun sesi, hafif ve ince olduğundan
ve içi de tıkabasa dolu ol-mayıp boş bulunduğundan dolayı güzel çıkar. Mide de
böyledir. Boş olduğu zaman okuma, ibâdet ve uyku için daha istekli olur'.
Ebubekir b. Abdullah el-Müzenî şöyle demiştir: 'Allah Teâlâ şu üç sınıf insanı
sever:
1.Az uyuyanlar
2.Az yiyenler
3.Allah'ın ibâdetini bırakıp az istirahat edenler'.
Rivayet edildiğine göre Hz. İsa, altmış sabah hiçbir şey yemeksizin Allah'a
münâcaat etti. Sonunda kalbine yemek geldi ve münâcaatı o anda kesiliverdi.
Münâcaatı kesildiğinde de yanına bir ekmeğin konulmuş olduğunu gördü. Bunun
üzerine (münâcaatı kesildiği için) ağlamaya başladı. Tam o sırada bir ihtiyarın
kendisine bakmakta olduğunu farketti ve ona 'Ey Allah'ın velî kulu' Allah'ın
bereketi üzerine olsun! Benim için Allah Teâlâ'ya dua et; çünkü münâcaat
halinde iken kalbime yemek arzusu geldi ve dolayısıyla münâcaatım birden
kesiliverdi' dedi. Bu dilek üzerine ihtiyar şöyle dedi: 'Ey Allahım! Seni
tanıdığımdan beri kalbime ek-mek yemek gelmişse, beni affeyleme! Bilakis ben
düşünmeden ve kalbimden geçirmeden, bana kendiliğinden verilen şeyleri
yiyorum'.
Rivayet edildiğine göre; Allah Teâlâ, münâcaat için kendisine yaklaştırdığı
zaman Hz. Musa önce otuz, sonra da on gün olmak üzere toplam kırk gün yemeyi
terketmişti. Nitekim Kur'an'da da böyle vârid olmuştur; çünkü Hz. Musa'nın
geceleyin niyet etmeksizin geçirdiği bir gün, on gün arttırıl
1)Irâkî tarafından aslına rastlanılmamıştır.
2)Irâkî tarafından aslına rastlanılmamıştır.
3)Irâkî tarafından aslına rastlanılmamıştır.
4)Irâkî tarafından aslına rastlanılmamıştır.
5)Irâkî tarafından aslına rastlanılmamıştır.
6)Irâkî tarafından aslına rastlanılmamıştır.
7)Beyhakî
11)Hatib, Zühd, (Said b. Zeyd'den)
12)Deylemî
13)Buhârî, Müslim
14)Irâkî tarafından aslına rastlanılmamıştır.
15)İsmi Vehb b. Abdullah es-Süvâî'dir. Hz. Peygamber'in vefatında erginlik
çağına yaklaşmıştı.
16)Beyhakî
17) Irâkî tarafından aslına rastlanılmamıştır
18)Hâris b. Ebî Usâme
19)Taberânî, Ebu Nuaym
20)Âbid ve zâhid bir kimse olup Hasan Basrî'nin çağdaşıdır
*Açlığın Hükmü, Fazileti ve Açlık Konusunda İnsanların Farklı Tutumları
Her işte ve her ahlâkta en yüce hedef normal ve orta yoldur; zira işlerin en
hayırlısı ortanca olanlarıdır. Normalin her iki tarafı da (ifrat da, tefrit de)
yerilmiştir. Açlığın faziletleri hakkında söylediklerimizden, açlıkta ifrata
kaçmak gerektiği anlaşılabilir. Oysa böyle değildir. Fakat insan tabiatının en
uzak şeyleri istediği ve aynı zamanda bu istekte bozukluk olduğu herşey için
ilâhî nizamın onu menetmek hususunda mübalâğalı bir şekilde inmesi şer'î
hikmetin sırlarındandır. Öyle bir tarzda gelmiştir ki, câhil bir kimse bile
buradaki amacın, imkân nisbetinde tabiatın isteğinin tam zıddına göre hareket
edilmesi gerektiğine işaret edildiğini anlar. Âlim ise, buradaki amacın mûtedil
davranmak olduğunu bilir. Çünkü tabiat, aşırı yemek istediği zaman, şeriat da
engelleyici olmalı ki böylece karşılıklı mücadele yapılabilsin ve normal durum
tahakkuk etsin! Çünkü nefsini tamamen susturacak kimse çok azdır. Biliniyor ki
böyle bir kimse zirveye varamaz. Zira eğer israfçının birisi, tabiatın zıddına
israf ederse, bunun da kötülüğüne delâlet eden delil, Allah'ın nizamında
mevcuttur. Nitekim Allah'ın nizamı gece ibâdetini ve orucu şiddetle övmüştür.
Öyle ki Hz. Peygamber, ashâb-ı kirâmın bir kısmının bütün sene oruç tuttuğunu
ve bütün gece kalkıp ibâdet ettiğini öğrendiği zaman böyle yapmayı yasaklamak
zorunda kalmıştır.43
Bu hakikati kavradığın zaman bil ki; mûtedil bir tabiata göre, en faziletli
davranış, midenin ağırlığını hissetmeyecek ve açlığın elemini duymayacak
derecede yemektir. Öyle bir derecede yemelidir ki karnını unutmalıdır. Açlık
kendisine asla tesir etmemelidir. Çünkü yemenin hedefi; hayatı devam ettirmek
ve ibâdet için kuvvet temin etmektir. Midenin ağırlığı ise, insanı ibâdetten
meneder. Açlığın elemi de kalbi meşgul eder ve dolayısıyla ibâdetten meneder.
Bu bakımdan öyle bir şekilde yemelidir ki yenilen maddenin kendisinde menfî
tesiri kalmamalıdır. Böylece meleklere benzemiş olur. Çünkü melekler hem
yemeğin ağırlığından, hem de açlığın eleminden uzaktırlar. İnsanın gayesi ise,
meleklere uymak olmalıdır.İnsanoğlunun yemekten ve açlıktan kurtuluşu olmadığı
zaman bu iki taraftan da uzak olan mûtedil bir şekilde davranması gerekir.
Âdemoğlunun orta yolu seçmek sûretiyle karşılıklı taraflardan (ifrat ve
tefritten) uzaklaşmak istemesi bir ateş çemberi içerisine düşen bir karıncanın
haline benzer. Şöyle ki; karınca, kendisini çepeçevre kuşatan ve içinden
çıkılması mümkün olmayan ateşin hararetinden kaçar. Çemberin odak noktasına
varıncaya kadar da bu kaçışı devam eder. Eğer karınca ölürse, mutlaka bu (orta)
noktada ölür; çünkü bu nokta karıncayı çevreleyen ateşin hararetinden en uzak
olan yerdir. İşte şehvetler de böyledir; ateşin karıncayı kuşatması gibi
insanoğlunu kuşatmıştır. Melekler ise bu çemberin dışında bulunmaktadırlar.
İnsan hiçbir zaman bu çemberin dışına çıkamaz. Meleklere benzemek istese bile
buna muvaffak olamaz. Bu bakımdan insanoğlunun meleklere en fazla benzediği
hali, ifrat ve tefritten uzaklaşma hâlidir. Taraflardan en uzak olan yer ise,
orta noktadır. O halde karşılıklı hallerin tamamında orta nokta -ki buna merkez
denilir- en uygun olanıdır. Hz. Peygamber şu hadîs-i şerîfiyle bunu ne güzel
anlatmıştır:
İşlerin en hayırlısı ortancalarıdır.44 Şu ayette de buna işaret vardır:
Yeyiniz, içiniz; (fakat) israf etmeyiniz. (A'raf/31)
Açlık ve tokluğu hissetmediği zaman insanoğlu için ibâdet ve düşünce
kolaylaşır. Nefsi hafîfleşir. Nefsin hafîfleşmesiyle birlikte çalışma azmi de
artar. Fakat bu durum ancak tabiatın normale dönmesinden sonra mümkün olur.
İşin başlangıcında, yani nefsin huysuz ve şehvet aşığı olduğu, ifrata
meylettiği zamanda itidal (normallik) fayda vermez. Bu durumda nefsi şiddetli
bir şekilde açlıkla terbiye etmek gerekir. Nitekim eğitilmemiş huysuz bir
hay-vanı normale döndürebilmek için aç bırakmak, vurmak ve benzeri hareketlerle
mübalâğalı bir şekilde uğraşmak gerekir. Hayvancağız uysallaşır ve normale
döndüğünde artık cezalandırılması ve aç bırakılması gerekmez.
İşte bundan dolayıdır ki şeyh, müridine kendi nefsinde tatbik etmediği şeyleri
emreder. Şöyle ki; kendisi açlık çekmediği halde müridine aç kalmayı emreder ve
yine kendisi meyve yediği ve şehvetlerini helâl yollardan tatmin ettiği halde
müridini bunlardan meneder; çünkü kâmil bir şeyh nefsini terbiye etmiştir. Bu
yüzden de artık onu cezalandırmasına gerek kalmamıştır. Oburluk, şehvet, huysuzluk
ve ibâdetten kaçınma gibi hallerde en uygunu, nefsi aç bırakmaktır. Açlık,
nefsin bütün bu hallerinde kendisini gösterir ve elemini hissettirir. Maksat,
normale dönünceye kadar nefsi kırmaktır. Nefsi normale döndükten sonra kişi de
gıdasında normale döner. Âhiret yolcularından ancak ya sıddîk olanlar ya da
ahmak gururlular açlığa devam etmekten kaçınırlar. Sıddîklar, nefislerinin
dosdoğru yolda bulunmasından ve açlık kamçısıyla hakka doğru sürülmeye gerek
kalmamasından dolayı açlığa devam etmekten kaçınırlar. Mağrur ise kendisini,
nefsini terbiye edip yola getirmesine gerek kalmayan bir sıddîk zannettiğinden
dolayı açlıktan kaçınır. Bunun da nefsi hakkında hayırlı olduğunu sanır! Fakat
bu, tehlike bakımından en büyük ve en ağır gururdur. Çünkü nefis, nâdiren tam
olarak terbiye edilir; çoğu zaman da aldanır. Mağrur kimse, sıddîklara ve
onların, ne-fislerine karşı gösterdiği müsamahaya bakar ve kendi nefsine
müsamaha göstermeye kalkışır. Bu tıpkı sıhhatli bir kimseye bakarak onun
yediklerini yiyen bir hastanın durumuna benzer. Bu hasta kendisinin de sıhhatli
olduğunu zanneder ve sonuçta bu yediklerinden dolayı helâk olur.
Yemeği az bir miktar ile sınırlamanın ancak hususi bir vakitte ve hususi bir
çeşit için olduğuna, aslında istenilenin bu olmadığına, bununsa ancak haktan
uzak ve kemâle erememiş bir nefsin mücâhedesi olduğuna Hz. Peygamber'in yemeği
için bir vakit takdir ve tayin etmemiş olması delâlet eder.
Hz. Aişe şöyle der: 'Hz. Peygamber (s.a) öyle oruç tutardı ki biz artık orucunu
bozmayacaktır derdik ve oruca öyle ara verirdi ki biz artık oruç tutmayacaktır
derdik'.45
Hz. Peygamber eşlerinden birinin odasına girer ve 'Sizin yanınızda yemem için
birşey var mıdır?' diye sorardı. Eğer onlar Vardır' derlerse yerdi. Eğer onlar
'yoktur' derlerse, o halde 'Ben oruçluyum' derdi.46
Hz. Peygamber'e birşey ikram edildiğinde 'Ben oruç tutmaya niyetlenmiştim' der
ve sonra da ikram edilen şeyden yerdi.47
Birgün Hz. Peygamber çıkıp 'Ben oruçluyum' dedi. Hz. Âişe 'Bize Hîs denilen
yemekten hediye geldi' dedi. Hz. Peygamber 'Ben oruç tutmaya niyet etmiştim.
Fakat gelen yemeği bana getir' dedi.48
Sehl et-Tüsterî'ye 'Başlangıçta nasıldın?' diye soruldu. O birçok riyazet
şekilleri anlattı. Kendisi Nebk (Sedr) denilen ağacın yapraklarıyla karnını
doyururmuş. O riyazetlerden diğer biri de üç sene boyunca incirlerin
kırıntılarını yemiş olmasıymış. Sonra üç sene boyunca üç dirhem ile aldığı
şeylerle idare etmiş. Kendisine 'Şimdi nasılsın?' diye sorulduğunda cevap
olarak şöyle demiş: 'Ben sınırsız ve vakitsiz yiyorum'. Sehl'in sınırsız ve
vakitsiz demekten gayesi 'ben çok yiyorum' değildir. Aksine ben 'yediğimi bir
miktar ile ölçmem' demektir.
Mârûf Kerhî'ye yemeklerin en lezzetlileri hediye edilir, o da bunları yerdi.
Kendisine 'Senin âhiret kardeşin Bişr, böyle yapmıyor' denildiğinde şöyle dedi:
'Kardeşim Bişr'i takvâ yakalamıştır. Beni ise marifet serbest bırakmıştır'.
Sonra da 'Ben mevlâmın evinde misafirim. Yedirdiği zaman yer, aç bıraktığı
zaman da sabrederim. İtiraz etmek ne haddime!' diye ekledi.
İbrahim b. Edhem birgün ihvânından birine birkaç dirhem vererek 'Bu paralarla
bize kaymak, bal ve havari ekmeği al!' dedi. Kendisine 'Ey Ebu İshak! Bütün
bunları alsın öyle mi?' denildiğinde şöyle cevap verdi: 'Allah sizden razı
olsun! Biz bulduğumuz zaman erkekler gibi yer, bulamadığımız zaman da yine
erkekler gibi sabrederiz'.
İbrahim, birgün birçok yemek hazırlatarak arkadaşlarından küçük bir grubu davet
etti. Gelenlerin içinde Evzâî ve Süfyân es-Sevrî de bulunuyordu. Süfyân
es-Sevrî, İbrahim'e 'Ey Ebu İshak! Sen bu yemeğin israf olmasından korkmuyor
musun?' diye sordu. İbrahim de 'Yemekte israf yoktur! İsraf ancak, elbise ve ev
eşyalarında olur' cevabını verdi.
İlmi, işitmek ve nakil yoluyla öğrenmiş olanlar, bir İbrahim Edhem'in sözüne
bakar, bir de Mâlik b. Dinar'ın 'Yirmi seneden beri evime tuz girmedi' sözüyle,
Sırrî es-Sakatî'nin 'Kırk seneden beri bir havucu pekmeze daldırıp yemeyi
istediğim halde hâlâ yapmış değilim' sözüne bakar da bu durumların birbirine
ters düştüğünü görür ve şaşıp kalır veya kesinlikle bunların birisinin yanlış
olduğu hükmünü verir. Sözün sırlarını basiretle bilen bir kimse ise, bütün
bunların hak olduğunu bilir. Fakat bunlar, hallerin değişik olmasına göre
haktırlar. Sonra bu değişik halleri ihtiyatlı ve zeki bir insan, mağrur veya
ahmak bir kimse dinler. İhtiyatlı kişi 'Ben âriflerden değilim ki, nefsime
müsamaha edeyim. Bu bakımdan benim nefsim Sırrı es-Sakatî, Mâlik b. Dinar'ın ve
şehvetlerden kaçan bu büyük insanların nefsinden daha itaatkâr değildir' der ve
onlara uyar. Mağrur kimse ise şöyle der: 'Benim nefsim Mâruf Kerhî'nin, İbrahim
b. Edhem'in nefsinden daha âsi değildir. Bu bakımdan ben kendilerine uyar ve
yiyeceğimdeki ölçü ve sınırı kaldırırım. Ben de mevlâmın evinde misafirim. Ben
nerede, itiraz etmek nerede!' Sonra, eğer başkası onun hakkına tecavüz eder ona
hürmet etmezse, onun başına kıyameti koparır, çeşitli itirazlara başvurur.
İşte bu saha, şeytanın, ahmaklarla beraber cirit oynadığı geniş bir sahadır.
Yemekte, oruç ve şehevî şeylerde ölçüyü kaldırmak, ancak velayet (velilik) veya
nübüvvet (peygamberlik) penceresinden bakan bir kimse için mümkün olur. Bu
kimse ile Allah arasında nefsi serbest bırakmak veya tutmak hususunda bir
alâmet vardır. Bu ise nefsin, hevâ ve âdetlere uymaktan tamamen kurtulmasından
sonra mümkün olur. Nefsi bu kayıttan öyle kurtulur ki yediği zaman yemesi
niyetle olur. Nitekim yemediği zaman da niyetle olduğu gibi... Bu bakımdan bu
kişi yemesinde de orucunda da Allah'a ibâdet etmiş olur.
Hazımlı olmayı ve tedbiri Hz. Ömer'den öğrenmek uygundur. Hz. Ömer, Hz.
Peygamber'in balı sevdiğini ve balı yediğini gördüğü halde kendi nefsini Hz.
Peygamber'in nefsine kıyas etmedi. Hatta bal ile karıştırılmış soğuk şerbet
kendisine takdim edildiği zaman bal kabını elinde evirip çevirdi ve 'Ben bunu
içersem tadı geçecektir. Mesuliyet ve sorumluluğu kalacaktır. Bunun hesabını
benden uzaklaştırınız' deyip onu bıraktı. Bu sırları şeyhin müridine söylemesi
caiz değildir. Aksine şeyh, müridinin yanında açlığı övmelidir. Müridini normal
yemeye davet etmemelidir. Çünkü mürid, şeyhinin söylediğinde mutlaka kusur
eder. Bu bakımdan şeyhin müridi devamlı açlığa davet etmesi gerekir ki bu
sayede normal davranabilsin. Müridine 'kâmil ârif, nefsin riyazetlerinden
müstağni olur' dememelidir. Çünkü şeytan, bu takdirde müridin kalbinde bir ilgi
görür ve her saat kalbine 'sen kâmil bir ârifsin' vesvesesini ilka eder ve
'Mârifet ve kemâlden elde etmediğin ne kaldı?' der.
Hatta İbrahim-i Havass'ın âdeti, müridine emrettiği her riyazeti, müridle
beraber çekmekti ki müridin kalbine 'şeyhim, yapmadığını bana emretti'
vesvesesi gelip riyazet çekmekten ürkmesin! Kuvvetli bir mürşidin, riyazet ve
başkasını ıslah etmekle meşgul olduğu zaman zayıflara benzemek ve onları
saâdete ulaştırmak için son derece merhametli olup, onların seviyesine inmesi
lâzımdır. Bu hâl, Peygamber ve velilerin en büyük ibtilâlarından biridir.İtidâl
derecesi her şahıs hakkında gizli olduğuna göre, en doğrusu ve ihtiyatlısı her
durumda ihtiyatı bırakmamasıdır ve bunun içindir ki Hz. Ömer, oğlu Abdullah'ı
yağda kavrulmuş et yerken görünce kamçısıyla Abdullah'ı kamçıladı ve 'Böyle
yapma! Birgün ekmekle et, başka birgün ekmekle süt, başka birgün ekmekle yağ,
başka birgün ekmekle zeytin, başka birgün ekmekle tuz, diğer birgün yavan ekmek
ye!' dedi. İşte normal yol budur. Et yemeye ve şehvetlere devam etmeye gelince,
bu israf ve ifrattır. Eti, tamamen terketmek ise yasaklanmış cimriliktir. Hz.
Ömer'in gösterdiği yol ise, ifrat ve tefrit tarafları arasında dosdoğru ve
normal yoldur. Allah herkesten daha iyi bilir!
43)Buhârî, Müslim
44)Beyhakî
45)Buhârî, Müslim
46)Ebu Dâvud, Tirmizî, Nesâî
47)Beyhakî
48)Müslim
*Evlenmeyi Terketmek Hususunda İnsana Düşen Vazifeler
Müridin işin başlangıcında nefsini evlenmekle meşgul etmemesi gerekir. Çünkü
evlenmek, insanı meşgul eden ve müridi seyr u sülûkten alıkoyan, kadınlara
yakınlaşmaya götüren bir durumdur. Oysa Allah'tan başkası ile yakınlaşan bir
kimse Allah'tan uzaktır! Sakın Hz. Peygamber'in çok evlenmesi müridi
aldatmasın. Çünkü Hz. Peygamber'in kalbini dünyada olanların hiçbiri Allah'tan
uzaklaştırmazdı. Bu bakımdan melekler hiçbir zaman demircilerle kıyas edilemez
ve bu sırra binaen Ebu Süleyman Dârânî şöyle demiştir: 'Evlenen bir kimse
dünyaya meyletmiştir'. Yine şöyle demiştir: Hiçbir mürid görmedim ki evlenip de
eski halinde dursun!'
Bir ara kendisine şöyle denildi: 'Senin kendisiyle yakınlık kuracak bir kadına
ihtiyacın var'. Cevap olarak 'Hayır! Allah nasip etmesin, evlenip kadına
yakınlaşmak Allah'tan uzaklaşmak demektir' demiştir. Yine şöyle demiştir:
'Çocuk, mal veya kadın, seni Allah'tan meşgul ediyorsa, o senin için
uğursuzdur'. Bu bakımdan Hz. Peygamber'den başkası, Hz. Peygamber'e nasıl kıyas
edilebilir? Oysa Hz. Peygamber'in Allah sevgisine dalması öyle bir raddeye
gelmişti ki bazen sevgi içerisinde cayır cayır yandığını hissederdi. Öyle bir
dereceye gelmişti ki bazı durumlarda bu sevginin bedenini paramparça etmesinden
korkulurdu. İşte bu sırra binaen Hz, Peygamber, elini zevcesi Âişe'nin oyluk
kemiği üstüne vurarak şöyle demiştir:
Ey Âişe! Benimle konuş!53
Hz. Peygamber bu sözü, içinde bulunduğu hâlet-i rûhiyenin ağırlığından Âişe'nin
konuşmasıyla bir zaman için -az da olsa-kurtulmak maksadıyla söylemişti. Çünkü
bedeninin buna tahammül edemeyeceğini düşünüyordu. Hz. Peygamber'in tabiatı,
Allah ile yakınlaşmaktı. Halk ile yakınlaşmak ise geçicidir. Sadece bedenine
acıdığı içindir. Sonra Hz. Peygamber, halk ile uzun zaman beraber oturmaya
katlanamazdı. Canı sıkıldığı zaman şöyle derdi:
Ey Bilâl! Bizi rahata kavuştur!54
Bunu, gözünün nûru olan namaz için ezan okuması anlamında söylerdi. Bu
bakımdan, zayıf bir kimse kendini bu şekilde ele alırsa aldanır. Çünkü
anlayışlar, Hz. Peygamber'in fiillerinin sırlarına vâkıf olmaktan âcizdir. Bu
bakımdan müridliğin şartı, marifette kuvvet buluncaya kadar, başlangıçta bekar
olmaktır. Tabiî bu da şehvet kendisine galebe çalmadığı zaman sözkonusudur.
Eğer şehvet kendisine galip gelirse, şehveti uzun bir açlık ve devamlı oruçla
kırmalıdır. Eğer şehvet buna rağmen eksilmezse ve gözünü (haramdan) koruyacak
derecede değilse -tenasül uzvunu koruyacak güçte olsa bile- evlenmek böyle bir
kimse için daha evlâdır ki şehveti sükûnet bulsun! Aksi takdirde gözünü
korumadığı müddetçe fikrini de koruyamaz. Böylece himmeti dağılır ve çoğu zaman
güç yetiremediği bir belâya düçar olur. Zaten göz zinası da küçük günahların
büyüklerindendir. Göz zinası, kısa bir zamanda fahiş olan büyük günaha (zinaya)
götürür. Gözünü haramdan korumaya gücü yetmeyen bir kimse, tenasül uzvunu
korumaya da güç yetiremez demektir.
Hz. İsa (a.s) şöyle demiştir: 'Haram bakıştan sakının! Çünkü haram bakış kalbe
şehvet tohumunu eker. Fitne olarak bu durum yeter de artar bile!'
Said b. Cübeyr şöyle demiştir: "Hz. Davud için fitne, ancak haram bakıştan
gelmişti ve bu sırra binaen Hz. Davud (a.s) şöyle dedi: 'Ey oğul! Arslan ve
yılanların arkasından git de bir kadının arkasında yürüme!' Hz. Yahya'ya (a.s)
şöyle soruldu: 'Zinanın başlangıcı nedir?' Cevap olarak 'Bakmak ve temenni
etmektir!' dedi".
Fudayl b. Iyaz şöyle demiştir: "İblis der ki: 'O benim eski okumdur. O
benim öyle bir okumdur ki onunla attığımda hedefi şaşırmam!' İblis bununla
'haram bakış'ı kastediyor".
Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:
Haram bakış, İblis'in oklarından zehirli bir oktur. Kim Allah'tan korkarak onu
terkederse, Allah Teâlâ ona öyle bir iman verir ki o imanın tadını kalbinde
hisseder...55
Ben kendimden sonra erkekler için kadınlardan daha zararlı bir fitne
bırakmadım.56
Dünya fitnesinden ve kadın fitnesinden sakının! Çünkü İsrail oğullarının
fitnesinin başlangıcı kadınlar tarafındandı.57
Allah Teâlâ da şöyle buyurmuştur:
Mü'min erkeklere söyle: 'Gözlerini haram bakıştan kapatsınlar!'(Nûr/30)
Hz, Peygamber şöyle buyurmuştur:
Her insanın zinadan nasibi vardır. Gözler zina ederler. Onların zinası
bakıştır. Eller zina ederler. Onların zinası tutmaktır. Ayaklar zina ederler.
Onların zinası (harama doğru) yürümektir. Ağız zina eder. Onun zinası öpmektir.
Kalp himmet eder veya temennide bulunur. Tenasül organı ise ya kalbi tasdikler
veya yalanlar.58
Ümmü Seleme şöyle anlatır: İki gözü kör olan İbn Ümmi Mektum (Abdullah b.
Kays), Hz. Peygamber'in huzuruna gelmek için izin istedi. Beri ve Hz.
Peygamber'in Meymune adlı zevcesi Hz. Peygamber'in yanında bulunuyorduk. Bunun
üzerine Hz. Peygamber ikimize 'Perdenin arkasına çekiliniz!' dedi. Hz.
Peygamber'e 'İbn Ümmi Mektum'un gözleri kör değil mi?' dedik. Hz. Peygamber
şöyle buyurdu:
Siz ikiniz onu görmüyor musunuz?59
Bu hadîs-i şerîf, kadınların, âmâ olan erkeklerle matem ve düğünlerde âdet
olduğu gibi beraber oturmalarının câiz olmadığına delâlet eder. Bu bakımdan âmâ
olan bir kimseye kadınlarla tenha bir yerde bulunmak haramdır. Kadına da âmâ
ile oturmak, ihtiyaç olmaksızın ona bakmak haramdır. Kadınların erkeklerle
konuşması ve erkeklere bakması sadece umumî ihtiyaç için câiz kılınmıştır. Bu
bakımdan kişi gözünü kadından tutmaya muktedir ise de tüysüz çocuklardan
tutmaya muktedir olmadığından dolayı evlenmek kendisi için daha iyidir. Çünkü
tüysüz çocuklar için fitne daha yaygındır. Zira kişinin kalbi bir kadına
meylederse, onunla evlenmek sûretiyle mübah bir şekilde ona ulaşabilir. Şehvet
ile tüysüz çocuğun yüzüne bakmak ise haramdır. Hatta kalbi tüysüz çocuğun
suretinin güzelliğiyle etkilenip; tüysüz çocuk ile sakallı arasında fark
olduğunu idrak eden kimsenin tüysüz çocuğa bakması helâl değildir.
İtiraz: Her his sahibi, şüphesiz güzel ile çirkin arasındaki farkı idrak eder
ve asr-ı saâdetten bu yana da tüysüz çocukların yüzleri açık bırakılmıştır.
Cevap: Ben ayırmaktan, sadece gözün ayırmasını kasdetmiyorum. Kişinin aradaki
farkı idrak etmesi, yemyeşil ağaçla kupkuru ağaç, saf su ile bulanık su
arasındaki farkı idrak etmesi gibi olmasını kastediyorum. Üzerinde çiçek ve
yapraklar bulunan ağaç ile çiçekleri dökülen ağaç arasındaki farkı idrak etmeyi
kastediyorum. Çünkü kişi bunların birisine, hem gözü, hem de tabiatiyle
meyleder. Fakat bu meylediş, şehvetten uzak bir meyildir ve bunun için de kişi
çiçeklere, güllere dokunup öpmek istemez. Saf suyu öpmeyi düşünmez. Güzel bir
genç de böyledir. Bazen göz ona meyleder. Onunla çirkin bir yüz arasındaki
farkı idrak eder. Fakat bu öyle bir farkediştir ki onda şehvet yoktur. Bu,
nefsin yaklaşması, dokunması ve meyletmesiyle bilinir. Ne zaman bu meyil
kişinin kalbinde bulunursa ve kişi güzel yüz, güzel bitkiler, nakışlı elbiseler
ve süslü tavanlar arasındaki farkı idrak ederse, kişinin o yüze bakması şehvet
bakışıdır ve haramdır. İşte bu husus, halkın gevşeklik gösterdiği bir husustur.
Bu gevşeklik, halkı bilmedikleri tehlikelere sürükler.
Âriflerden biri şöyle demiştir: 'Ben ibâdet eden bir genç için yırtıcı bir
canavarın, o gencin yanında oturan tüysüz bir çocuktan daha tehlikeli olduğunu
sanmıyorum'.
Süfyân es-Sevrî şöyle demiştir: 'Eğer bir kişi, ayaklarının parmaklarından
ikisiyle şehveti irade ederek bir tüysüz çocukla oynarsa bu yaptığı livata
sayılır!'
Selefin birinden rivayet ediliyor ki şöyle demiştir: 'Bu ümmette üç çeşit lûtî
olacaktır: Birincisi bakar. İkincisi el sıkar. Üçüncüsü de bu işi fiilen
yapar!'
Durum bu iken, o halde yeni yetişen tüysüzlere bakmanın âfeti büyüktür. Bu
bakımdan mürid, gözünü kapatmaktan, fikrini kontrol altına almaktan âciz olduğu
zaman, kendisi için güzel olan, evlenmek sûretiyle şehveti kırmaktır. Zira bazı
nefisler vardır ki onun şehveti aç bırakmakla kırılmaz.
Biri şöyle anlatıyor: "Benim şehvetim, güç yetiremiyeceğim derecede bana
galebe çaldı. Bu esnada ben çokça Allah'a yalvardım. Rüyamda bir şahıs göründü,
bana 'Sen neden böyle sızlanıyorsun?'dedi. Ona durumumu anlattım. 'Bana doğru
gel!' dedi. Ona doğru gittim. Elini göğsümün üzerine koydu. O elin serinliğini
ciğerimin ortasında ve bütün bedenimde hissettim. Sabahladığım zaman bendeki
şehvet kayboldu. Bir sene şehvetten uzak kaldım. Sonra şehvet tekrar geldi.
Yine Allah'a yalvardım. Rüyamda bir şahıs bana geldi ve dedi ki: 'Sendeki
şehvetin gitmesini, buna karşılık senin boynunu vurmamı ister misin?' Ben
'Evet! İsterim!' dedim. Bunun üzerine bana 'O halde boynunu uzat!' dedi. Ben de
boynumu uzattım. O şahıs, nûrdan yapılmış bir kılıcı kınından çekti ve onunla
boynumu vurdu. Sabahladığımda o şehvet benden gitmişti. Bir sene şehvetten uzak
kaldım. Sonra o şehvet veya ondan daha şiddetlisi tekrar geldi. Bu sefer
rüyamda bir şahıs kaburgamla göğsümün arasında durup bana hitap ederek şöyle
diyordu: 'Allah senden razı olsun! Allah'ın kaldırılmasını sevmediği bir şeyi
kaldırmak için Allah'a daha ne kadar yalvaracaksın'. Bunun üzerine evlendim,
şehvet de kesildi ve çocuğum da oldu!"
Mürid, evlenmeye muhtaç olduğu zaman, evlenirken ve evliliğin devamında
müridliğin şartını terketmemelidir. Nikâhın başlangıcında güzel niyetle,
devamında ise güzel ahlâk, yaşantının düzelmesi ve kadının haklarını yerine
getirmekle müridliğin şartını terketmiş olmaz. Nitekim biz bunları Nikâh Adabı
bölümünde tafsilatlı bir şekilde zikretmiştik. Onu tekrar etmekle kitabı
uzatmayacağız. İradenin doğruluğunun alâmeti, fakir ve dindar bir kadınla
evlenmek, zengin kadın aramamaktır. Adamın biri şöyle demiştir: "Zengin
kadınla evlenen bir kimse beş zorluk ile karşılaşır:
1.Mehrinin çok olması
2.Zifafın geciktirilmesi
3.Kadının kocasına hizmet etmekten kaçınması
4.Nafakanın çokluğu
5.Kişi zengin kadını boşamak istediği zaman, kadının malının elinden
gitmesinden korkarak bunu yapamaz. Fakir kadının durumu ise, bunun tam
aksinedir".
Yine adamın biri şöyle demiştir: "Kadının dört yönden erkekten daha düşük
olması uygundur, aksi takdirde kadın erkeği hakir görür. Bu dört şey şunlardır:
1.Yaşça erkekten küçük, olmalı
2.Boyca erkekten kısa olmalı
3.Malca erkekten fakir olmalı
4.Nesebce erkekten düşük olmalıdır.
Dört hasletle de erkekten üstün olması uygundur:
1.Güzellikte erkekten daha üstün olmalı
2.Terbiye açısından erkekten daha ilerde olmalı
3.Takvâda erkekten daha ilerde olmalı
4.Ahlâkça da erkekten daha üstün olmalıdır'"1.
Evliliğin devamında niyetin doğruluğunun alâmeti ahlâktır. Müridlerden biri bir
kadınla evlendi. Kadına o kadar hizmet etti ki kadın utanıp kocasını babasına
şikayet ederek şöyle dedi: 'Ben bu kişi hakkında hayrete düşüyorum. Senelerden
beri evindeyim. Tuvalete gittiğimde mutlaka benden önce suyu tuvalete götürüp
bırakıyor'.
Bir kimse güzel bir kadınla evlendi. Zifaf yaklaştığı zaman kadın çiçek
hastalığına tutuldu. Kadının ailesi bundan dolayı pek mahzun oldular. Kocasının
kendisini çirkin göreceğinden korktular. Bunun üzerine adam onlara gözünün
ağrıdığını, sonra da gözünün kör olduğunu bildirdi. Böylece zifafa girdi ve
onların üzüntüsü de gitti. O kadın, bu kocasının yanında yirmi sene kaldı,
sonra vefat etti. Adam yirmi sene kapadığı gözünü açtı. Kendisine 'Neden yirmi
seneden beri bu zahmete katlandın?' denildiğinde şu cevabı verdi: 'Hanımımın
ailesi üzülmesin diye bunu yaptım'. Kendisine 'Bu ahlâkınla sen, arkadaşlarını
geçtin!' dediler.
Sûfîlerden biri kötü huylu bir kadınla evlendi. Kadının her türlü eziyetine
sabrediyordu. Kendisine 'Neden bu kadını bozamıyorsun?' denildi. Cevap olarak 'Onun
eziyetlerine dayanamayacak birinin onu alarak zahmet çekmesinden korktuğum için
onu boşamıyorum' dedi.
Eğer mürîd evlenirse, işte böyle olması uygundur. Eğer evlenmeyi terketmeye
gücü yeterse, evlenmemek daha evlâdır. Fakat nikâhın faziletiyle, ahiret
yolunun seyr u sülûkünü bir arada tutmaya imkânı olmadığını ve evlenmenin,
kendisini bu durumdan alıkoyacağını anlarsa bekâr kalması daha iyidir.
Rivayet ediliyor ki Muhammed b. Süleyman el-Hâşimî'nin günlük geliri seksen bin
dirhemdi. Bu zat Basra halkına ve âlimlerine evlenmek hususunda bir mektup
yazdı. Bütün Basralılar, Rabiat'ul-Adevîye'nin uygun olduğuna karar verdiler.
Bunun üzerine Muhammed, Rabia Hâtun'a şu mektubu yazdı:
Rahman ve Rahim olan Allah'ın ismiyle başlarım!
Allah Teâlâ beni dünya kazancından günde seksen bin dirhem gelire sahip
kılmıştır. Pek fazla bir zaman geçmeden ben onu yüzbine çıkarırım. Ben bu
servetin bir mislini sana vereceğim. Bu bakımdan bana evlenmek hususunda müsbet
cevap ver!
Râbia Hâtun cevap olarak kendisine şu mektubu yazdı: Rahman ve Rahim olan
Allah'ın ismiyle başlarım.
Dünya hususundaki zâhidlik, kalbin ve bedenin rahatıdır. Dünyaya rağbet
göstermek, üzüntü ve gam getirir. Sana bu mektubum geldiği zaman, sen azığını
hazırla, âhiret için gönder. Kendi kendinin vasîsi ol. Başkalarını mirasını
taksim etmek için vasî yapma! Devamlı oruç tut! İftarın ölüm olsun! Bana
gelince, eğer Allah Teâlâ bana, sana verdiğinin birkaç mislini ve birkaç katını
verse bile, göz açıp kapayıncaya kadar da olsa Allah'tan başka birşey ile meşgul
olmak bana zor gelir.
Râbia Hâtunun bu sözü insanı Allah'tan başka şeyle meşgul eden her şeyin
noksanlık olduğuna işarettir. Bu bakımdan mürid, haline ve kalbine bakmalıdır.
Eğer halinin ve kalbinin bekarlıkta daha güzel olacağını anlarsa, bekarlık kendisi
için daha yaklaştırıcıdır. Eğer bundan âciz olursa evlenmek daha iyidir.
Bu illet ve hastalığın ilâcı üç şeydir.
1.Açlık
2.Gözü haramdan korumak
3.Kalbi meşgul eden bir vazife ile uğraştırmak
Eğer bu üç tedavi şekli fayda vermezse, o zaman bu hastalığın kökünü kesen
yegana ilâç evlenmektir ve bu sırra binaen selef erken evlenir ve kızlarını da
erken evlendirirlerdi .
Said b. Müseyyeb şöyle demiştir: "İblis herhangi bir kimseden ümitsiz
olduğu zaman, muhakkak kadın1ar kanalı1a ona yaklaşmak ister'.
Yine Said, seksen dört yaşında iken ve bir gözü kör olduğu, diğer gözü de
geceleyin görmediği halde şöyle demiştir: 'Bence şehvet yönünden kadınlardan
daha korkunç birşey yoktur!'
Abdullah b. Ebu Veda'dan şöyle rivayet edilir: "Ben Said b. Müseyyeb'in
sohbetine katılırdım. Bir müddet yanına gelmedim. Kendisine geldiğim zaman 'Sen
neredeydin?' diye sordu. 'Ailem vefat etti. Onunla meşguldüm!' dedim. Said
'Neden bize haber vermedin ki biz onun cenazesine iştirak ederdik' dedi. Sonra
kalkmak istedim. Bana 'Sen herhangi bir kadından söz aldın mı?' dedi. Ben ona
'Allah senden razı olsun! Kim bana kız verir. Ben iki veya üç dirhem paraya
sahibim!' dedim. Said 'Ben veriyorum!' dedi. Ben 'Sen mi kızını bana
veriyorsun?' dedim. Said 'Evet' dedi. Hemen Allah'a hamdetti. Hz. Peygamber'e
salât ve selâm okudu ve kızını iki veya üç dirhem mehir karşılığı bana
nikahladı. Ben sevincimden ne yapacağımı şaşırmış bir vaziyette ayağa kalktım.
Evime gittim. Parayı kimden alayım ve kime borç edeyim diye düşündüm. Sonra akşam
namazını kılarak evime döndüm, çırayı yaktım. Orucumu açmak için akşam yemeğini
getirdim. Yemeğim de ekmekle zeytindi. Birden kapı vuruldu. Ben 'Kimdir kapıyı
çalan?' dedim. Çalan 'Said'dir' dedi. Ben Müseyyeb'in oğlu Said hariç, ismi
Said olan herkesi kalbimden geçirdim. Çünkü Müseyyeb'in oğlu Said, kırk seneden
beri evi ile mescidin arasından başka bir yeri görmüş değildi. Kapıya çıkınca
Said b. Müseyyeb'i gördüm. Kızı hakkında aklına birşey geldi de onu bana
söylemek için geldiğini zannettim. 'Ya Ebu Muhammed! Keşke sen bana haber
verseydin de ben sana gelseydim' dedim. Said 'Hayır! Ben sana gelmeye daha
müstehakım!' dedi. Ben 'O halde emrin nedir?1 diye sorunca, Said 'Sen yeni
evlenmiş bir kimsesin. Ben senin bu gece tek başına sabahlamanı çirkin gördüm.
İşte senin hanımın!' dedi. Baktım ki kızı arkasında ayakta duruyor. Sonra kızın
elini tuttu. Kızı kapıdan içeri itti ve kapıyı kapattı. Kız hayâ ve
utangaçlıktan yere düştü. Ben de kapıya tutundum. Sonra içinde ekmekle zeytin
bulunan çömleğe gittim. Kız onu görmesin diye çıranın gölgesinde gizledim.
Sonra evin damına çıktım. Komşulara taş atarak haber verdim. Bana gelerek 'ne
oldu?' diye sordular. Onlara 'Allah sizden razı olsun! Said b. Müseyyeb kızını
bugün benimle evlendirdi ve benim haberim olmaksızın bu gece getirdi!' dedim.
Onlar Said mi sana kızını verdi?' dediler. Ben'Evet!' dedim. Onlar 'Kız evde
mi?' dediler. Ben 'Evet!' dedim. Komşular kızın yanına iniverdi. Haber anneme
gitti. Annem gelip 'Ben kızı hazırlayıncaya dek kıza dokunursan yüzüm senin
yüzüne haram olsun' dedi. Üç gün sonra zifafa girdik. Baktım ki kız, bir kadın
güzelidir. Allah'ın Kitabı'nı herkesten daha güzel hıfzetmiş, Hz. Peygamber'in
sünnetini herkesten daha iyi bilir, kocanın hakkını herkesten daha iyi anlar
bir kadındı. Bir ay ne ben Said'e gittim ne de o bana geldi. Bir aydan sonra
ona gittim. Ders halkasındaydı. Ona selâm verdim. Selâmımın karşılığını verdi.
Halk dağılıp gidinceye kadar benimle konuşmadı. Sonra bana 'O kimsenin (kızını
kastediyor) hâli nedir?' diye sordu. Ben cevap olarak 'Ey Ebu Muhammed!
Hayırlıdır; dostu sevindirecek ve düşmanı kızdıracak bir durum üzeredir' dedim.
Said bana 'Eğer onun herhangi bir şeyi seni şüphelendirme, bastona yapış!'
dedi. Ben evime döndüm. Said bana yirmi dirhem gönderdi".
Abdullah b. Süleyman şöyle anlatıyor: 'Said b. Müseyyeb'in bu kızını Abdülmelik
b. Mervan, oğlu Velid'i veliahd yaptığı zaman istedi. Fakat Said, kızını
Velid'e vermedi. Abdülmelik o günden sonra Said'in aleyhinde bir fırsat
kolluyordu. Hatta soğuk bir günde Said'e yüz sopa vurdurup başına bir testi su
döktü ve kendisine ceza olarak yünden yapılmış bir cübbe giydirdi'. İşte ey
okuyucu! Said'in o gece zifaf hususunda acele etmesi, şehvet felaketinin ne
olduğunu sana bildirmekte ve dinde şehvet ateşini evlenmekle söndürmenin vâcib
oluşunu sana haber vermektedir. Allah ondan razı olsun ve onu rahmetine
kavuştursun!
52) Nikâh bölümünde geçmişti
53)Irâkî tarafından aslına rastlanılmamıştır.
54)Namaz bölümünde geçmişti.
55)Nikâh bölümünde geçmişti.
56)Buhârî, Müslim
57)Müslim
58)Buhârî, Müslim
59)Ebu Dâvud, Nesâî,Tirmizi
*Ferc'in (Tenasül Uzvu'nun) Şehveti
Cinsî ilişkinin şehveti, iki faydadan ötürü insanoğluna verilmiştir.
Birinci Fayda
Cima'nın zevkini anlayıp âhiret zevklerini ona kıyas etsin diye verilmiştir.
Çünkü cima'nın zevki, eğer devam ederse bedenlerin en büyük zevki olur. Nitekim
ateşin eleminin, bedenin en büyük eleminden olduğu gibi... Teşvik etmek ve
korkutmak ise, insanları saadete sevk eder. Bu sevketmek ameliyesi ancak
hissedilir bir elem, hissedilir ve idrak edilir bir zevk ile mümkündür. Çünkü
zevk ile idrak edilmeyen birşeye karşı insanın iştiyakı kabarmaz.
İkinci Fayda
Neslin bekâsı ve varlığın devamıdır. İşte bu da cima'nın faydasıdır. Fakat
cinsî ilişkide din ve dünyayı yok eden âfetler vardır. O âfetler eğer kontrol
altına alınmaz ve normal hâle getirilmezse bu tehlike sözkonusudur. Nitekim
'Ey rabbimiz! Güç yetiremiyeceğimiz şeyi bize yükletme!' (Bakara/286) ayet-i
celîlesinin tevilinde, bunun mânâsının şehvetin serkeşliği olduğu söylenmiştir.
İbn Abbas 'Karanlığı çöktüğü zaman gecenin şerrinden' (Felâk/3) ayetinin
tefsirinde 'tenasül uzvunun intişarıdır' demiştir. Bazı râviler bu sözü Hz.
Peygamber'e isnad etmişlerdir. Ancak Hz. Peygamber 'İzâ vekabe' ayetinin
tefsirinde ibareyi 'Tenasül uzvu girdiği zaman' şeklinde tefsir etmiştir.
'Kişinin tenasül uzvu intişar ettiği zaman, aklının üçte ikisi gider'
denilmiştir. Hz. Peygamber duasında derdi ki:
Ey Allahım! Kulağımın, gözümün, kalbimin, (tenasül uzvumun) ve menimin
şerrinden sana sığınıyorum.49
Kadınlar şeytanın tuzaklarıdır. Eğer bu şehvet olmasaydı kadınların erkekler
üzerindeki saltanatı olmazdı.50
Rivayet ediliyor ki, Musa (a.s) bir mecliste oturuyordu. Ansızın İblis
çıkageldi. Sırtında renkli bir bornoz vardı. Musa (a.s) ona şöyle sordu:
-Sen kimsin?
-Ben İblisim!
-Allah seni yaşatmasın! Niçin geldin (işin nedir?)
-Allah nezdindeki yüksek derece ve makamından ötürü sana selâm vermek için
geldim.
-Senin sırtında gördüğüm nedir?
-Bir bornozdur. Onunla Âdemoğullarının kalplerini çelerim.
-İnsanoğlu ne gibi bir fiilde bulunursa sen ona galebe çalarsın?
-Kendini beğenir, amelini çok görür ve günahını unutursa,ona galebe çalarım.
(Ya Musa!) Seni üç şeyden sakındırırım:
1.Nikâhı sana düşen bir kadınla tek başına kalma. Çünkü nikâhı düşen bir
kadınla başbaşa kalan bir erkeğin arkadaşı benim. Onu o kadınla, o kadını da
onunla kötülüğe sevkedinceye kadar arkadaşlığıma devam ederim!
2.Allah'a verdiğin bir sözü mutlaka yerine getir.
3. Ayırdığın sadakayı, muhakkak ver. Çünkü, kişi ayırdığı sadakayı vermediği
zaman yanına sokulur, kendisiyle sadaka arasına girer, ona engel olurum.
Bunları söyledikten sonra İblis, dönüp giderken şöyle dedi: 'Eyvah! Musa
insanoğlunu sakındıracak şeyleri bulmuş oldu'.
Said b. Müseyyeb der ki: 'Allah Teâlâ, ne zaman bir peygamber göndermişse,
İblis onu kadınlar vasıtasıyla helâk etmekten ümidini kesmemiştir ve benim
nezdimde kadınlardan daha korkunç bir tehlike yoktur. Medine-i Münevvere'de
kendi evimle kızımın evi hariç hiçbir eve girmem. Kızımın evinde cuma günü
yıkanır, sonra cumaya giderim'.
Seleften biri şöyle diyor: Şeytan, kadına şöyle der: 'Sen benim askerimin
yansısın! Sen, atıp da yanılmayan okumsun. Sen sırrımın yerisin. Sen
ihtiyaçlarım için gönderdiğim elçimsin'. Bu bakımdan şeytanın ordusunun yarısı
şehvet, yarısı da öfke ve gazabdır. Şehvetlerin en büyüğü ise kadın şehvetidir!
Bu şehvetin de ifrat, tefrit ve normal diye (üç) derecesi vardır. İfrat
derecesi, aklı mağlûp edip erkeklerin himmetini kadınlar ve cariyelerle zevk
sürmeye yöneltir. Böylece kişiyi âhiret yolunun yolculuğundan mahrum eder veya
dinini zayıflatır. Sonunda insanı fuhşiyatları yapmaya sürükler. Şehvetin ifrat
derecesi, bazen bir grubu iki kötü şeye sevkeder.
Bir
Cinsî gücünün artması için şehvetini takviye edici şeyleri almaya sevkeder.
Nitekim insanların bir kısmının midenin takviyesi için birtakım ilâçlar aldığı
gibi... Bu ilâçları, midenin yemeğe karşı arzusu artsın diye alırlar! Bunun
misâli, yırtıcı canavar ve yılanlarla karşı karşıya kalan bir kimsenin misâline
benzer. Bu adam bazen uyuyup kendisini parçalamaktan veya sokmaktan gafil olan
o yırtıcı canavarı ve yılanları yeniden ürkütür sonra onları yatıştırmak ve
ellerinden kurtulmak için uğraşır durur. Yemek ve cinsî ilişkinin şehveti, bir
hastalıktır ki insan onlardan kurtulursa büyük bir zevk duyar. Eğer Hz.
Peygamber'in (s.a) bu konuda Cebrail'e sorduğu şu hadîsi hatırlatacak olursan;
Cebrâil'e, cinsî ilişkideki zâfiyetimden şikayet ettim. Bana herîse denilen
yemeği yememi tavsiye etti.51
Bil ki Hz. Peygamber'in nikâhı altında dokuz kadın vardı ve onların zevkini
tatmin etmek sûretiyle iffetlerini muhafaza etmek Hz. Peygamber'in görevi idi.
Onları boşasa bile, başkasının onlarla evlenmesi haram olduğu için Hz.
Peygamber'in bu hususta kuvvet araması zevk için değil, bu durumun düzelmesi
içindir.
İki
Bu şehvet bir kısım insanları aşk sapıklıklarına kadar vardırır. Bu ise, cinsî
gücün verilmesinin hikmetinden son derece câhil olmak demektir ve aynı zamanda
hayvanlıkta hayvanların aşağısına düşmektir. Çünkü bu yapmacık aşık, şehvetini
teskin etmekle yetinmez. Oysa bu, şehvetlerin en kötüsüdür. Her şehvetten daha
fazla bu şehvetten utanmak gerekir ki kişi şehvetin ancak birşeyle tatmin
edileceğine inanır! Hayvan ise, şehvetini tatmin eder ve onunla yetinir. Bu
aşık ise, belirli biriyle yetinmez, bunun için zillet üzerine zillet, kulluk
üzerine kulluk yükü altına girer. Sonra bununla da yetinmez, aklı şehvetin
hizmetinde kullanır! Oysa aklı, kendisine hizmet edilsin diye yaratılmış,
şehvete hizmetçi olsun ve şehvetin hatırı için hilekârlık yapsın diye
yaratılmamıştır. Aşk, şehvet ifratının kaynağıdır. Hiçbir hedefi olmayan ve boş
olan kalbin hastalığıdır. Ancak daimî bakış ve bu husustaki düşünceyi terketmek
sûretiyle onun önüne geçmek gerekir. Aksi takdirde yerleştiğinde sökülmesi
zorlaşır. Mal, mülk, rütbe ve evlât aşkı da böyledir. Hatta kuşlarla oynamak,
zar atmak, satranç oynamak alışkanlığı da böyledir. Çünkü bütün bu şeyler,
birtakım insanları öyle yakalar ki onların din ve dünyalarını perişan eder.
Onlar asla bunlarsız duramazlar. Aşkın kabarmasını ilk gelişmesinde kıran bir
kimsenin misâli, bir kapıdan girmek için yönelen serkeş hayvanın dizginini
tutup onu çeviren bir kimsenin misâline benzer. Hayvanın dizginini tutup
çekerek onu istediği yere girmekten menetmek kolaydır. Yerleştikten sonra aşkın
gücünü kırmak isteyen bir kimsenin misali de hayvanın başını kapıdan girip
kapıyı geçinceye kadar bırakan, girdikten sonra hayvanın kuyruğuna yapışıp
gerisin geriye çekip çıkarmak isteyen bir kimsenin misâline benzer. Bu iki işin
-zorluk ve kolaylık hususunda- aralarındaki ayrılık çok büyüktür. Bu bakımdan
işlerin başlangıçlarında ihtiyatlı davranmak gerekir.İşin sonuna gelindiğinde,
artık öldürecek derecede yorucu bir çalışma ile ancak tedaviyi kabul
ettirebiliriz. Bu bakımdan şehvetin ifratı, aklı bu şekilde mağlup etmesi
demektir. Böyle olması ise gerçekten çok kötüdür.
Şehvetin tefriti ise, iktidarsız olmak veya hiç evlenmemektir ki bu da kötüdür.
Güzel olan ve övülen ise, şehvetin mûtedil olması, frenlemesinde ve bırakmasında
akla ve şeriata itaatkâr olmasıdır. Şehvet ne zaman ifrata kaçarsa, onun
kırılması açlık ve evlenmekledir.
Nitekim Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur.
Ey gençler! Evleniniz! Evlenmeye gücü yetmeyen kimse oruç tutsun; çünkü oruç
şehveti kırar.52
49)Dualar bölümünde geçmişti.
50)İsfehânî
49)Dualar bölümünde geçmişti.
50)İsfehânî
51)Ukaylî, Zuafa; Taberânî, Evsat
*Göz ile Tenasül Uzvunun Şehvetine Muhalefet Eden Kimselerin Fazileti
İnsan için bu şehvet, şehvetlerin en zorlusudur. Heyecan anında akla en fazla
karşı çıkan bu şehvettir. Ancak neticesi çok çirkindir ve insan onun açığa
çıkmasından utanır ve onu yapmaktan korkar. İnsanların çoğunun o şehvetin
isteğinden kaçınması ya acizliğinden, ya korktuğundan, ya utandığından veya
bedenini koruduğundandır. Bu sebeplerin hiçbirisinde sevap yoktur. Çünkü böyle
yapmak, nefsin isteklerinden birini diğerine tercih etmek demektir. Evet! Güç
yetirememek de ismet ve korunmaktandır. Bu bakımdan bu engellerde bir fayda
vardır. O da günahın defi ve ber taraf edilmesidir. Çünkü zinayı terkeden bir
kimseden -hangi sebeple terkederse etsin- zinanın günahı düşer. Ancak fazilet
ve büyük sevap, zinaya gücü yettiği, engeller ortadan kalktığı ve sebepler
kolaylaştığı halde terketmektedir. Şehvetin -bütün imkânlar bulunduğu halde-
sırf Allah rızası için terkedilmesi daha da üstün olur, Bu derece sıddîkların
derecesidir ve bunun için Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:
Kim (nikâhı kendisine helâl olana) aşık olursa, iffetine bürünüp aşkını gizler
ve dolayısıyla ölürse, o şehiddir.60
Hz. Peygamber 'Yedi. sınıf vardır: Kıyamet gününde Allah'ın arşının gölgesinden
başka gölge olmadığı günde Allah Teâlâ onları arşının gölgesinden
gölgelendirir'61 buyurarak bu yedi sınıftan biri olarak da, güzel ve soylu bir
kadın tarafından zinaya davet edilen ve bu davete karşılık 'Ben âlemlerin rabbi
olan Allah'tan korkarım' diyen kişiyi saymıştır. Hz. Yusuf (a.s) kıssası,
kudreti olmasına ve Zeliha'nın davetine rağmen zinadan kaçınması çok meşhurdur.
Allah Teâlâ, bu durumundan dolayı Kur'an'da Hz. Yusuf'u övmektedir. Hz. Yusuf
(a.s) bu büyük şehvet hususunda şeytanla mücahede etmekte muvaffak olan
herkesin önderi ve imamıdır.
Rivayet ediliyor ki Süleyman b. Yesar62 yüz bakımından insan güzeliydi. Bir
kadın onun yanına gelerek kendisini cinsî münasebete davet etti. O da bu davete
icabet etmekten kaçındı. Evinden çıkıp kaçtı ve kadını içerde bıraktı. Süleyman
diyor ki: "O gece rüyamda Hz. Yusuf'u (a.s) gördüm. Sanki ben ona 'Sen
Yusuf musun?' diye soruyordum. O da 'Evet! Ben o Yusuf'um ki Zeliha'ya
niyetlendim. Sen de o Süleyman'sın ki seni davet eden kadına meyletmedin'
dedi".63 Hz. Yusuf, bu sözüyle şu ayete işaret etmiştir.
Andolsun kadın onu arzu etmişti. Eğer rabbinin burhânını görmemiş olsaydı, o da
onu arzu etmişti.(Yusuf/24)
Yine Süleyman, Medine'den hacca gitmek üzere yola çıktı. Beraberinde bir
arkadaşı vardı. Mekke ile Medine arasında bulunan Ebvâ veya Iva denilen yerde
konakladılar. Süleyman'ın arkadaşı kalkıp yemek sofrasını aldı, bir şeyler
satın almak için pazara gitti. Süleyman ise çadırda oturdu. Süleyman, erkek
güzeli ve çok muttakî bir kimseydi. Dağın başından bedevî bir kadın Süleyman'ı
gördü. Dağdan inip çadırının yanına geldi. Çadırın önünde durdu. Yüzü peçeli,
elleri eldivenli idi. Yüzünden peçeyi kaldırdı. Sanki ay parçasıydı. Süleyman'a
'Beni rahata kavuştur!' dedi. Süleyman, kadının yemek istediğini zannetti.
Sofralarından arta kalan yemeklere doğru gidip kadına vermek istedi. Kadın
'Hayır! Ben bunu istemiyorum. Ben erkeğin karısıyla yaptığı şeyi istiyorum!'
dedi. Süleyman, kadına 'Seni İblis süsleyip bana göndermiştir' dedi. Sonra
başını dizlerinin arasına eğerek hüngür hüngür ağladı. O, bu şekilde ağlayınca
kadın peçesini kapattı ve dönüp gitti. Süleyman'ın arkadaşı pazardan geldi.
Süleyman'ın ağlamaktan gözlerinin şiştiğini ve sesinin kısıldığını gördü ve
'Seni ağlatan nedir?' diye sordu. Süleyman 'Hiçbir şey... Küçük kızımı
hatırladım da..' dedi. Arkadaşı 'Hayır! Yemin ederim ki öyle değildir. Senin
başından bir hâdise geçmiş. Çünkü sen kızından üç gün önce ayrıldın' dedi.
Böylece, Süleyman'dan hâdiseyi öğreninceye kadar ısrar etti. Bu sefer arkadaşı
sofrayı yere bırakıp şiddetli bir şekilde ağlamaya başladı. Süleyman,
arkadaşına 'Peki! Sen niçin ağlıyorsun?' dedi. Arkadaşı 'Ben ağlamaya daha
müstehakım. Çünkü ben senin yerinde olsaydım, o kadına karşı belki de
sabretmezdim' dedi. Bu sefer ikisi beraber ağlamaya devam ettiler. Süleyman
Mekke'ye uğradığı zaman Safa ile Merve arasında say etti. Kâbe'ye ziyarette
bulundu. Sonra Hicr-i İsmail'e gelerek elbisesi ile örtündü. Bu arada uykusu
gelerek uyudu. Rüyasında parlak yüzlü, güzel işaretli ve güzel bir zat gördü.
Süleyman ona şöyle sordu:
-Sen kimsin? Yoksa sen Sıddîk olan Yusuf musun?
-Evet! Ben Yusuf um!
-Seninle Aziz'in hanımı arasında geçen olay çok müthiş!
-Senin Ehvâ'daki kadınla olan durumun daha müthiş!Abdullah b. Ömer Hz.
Peygamber'den şöyle rivayet ediyor:
Sizden önceki ümmetlerden üç kişi yola çıktı.: Akşam olunca bir mağaraya
girdiler. O arada dağdan bir taş koparak mağaranın kapısına gelip kapattı.
Onlar aralarında şöyle konuştular: 'Bizi bu taştan, Allah'ı sâlih amellerimizle
çağırmamız kurtarabilir!' Bunun üzerine içlerinden birisi "Ey Allahım! Sen
biliyorsun ki benim ihtiyar bir annem ile ihtiyar bir babam vardı. Ben onlardan
önce ne zevceme, ne de kölelerime yedirip içirmezdim. Birgün odun peşinde
koşarak geciktim. Akşam dönünce onları uyur buldum. Onlar için akşam sütlerini
sağıp getirdim. Uykuya daldıklarını görünce, onlardan önce aile efradıma ve
kölelerime yedirip-içirmek istemedim. Süt kabı elimde olduğu halde fecr
doğuncaya kadar onların uyanmasını bekledim. Çocuklarım, açlıktan ağlaşmakta
idiler. Onların ikisi uyandılar ve sütlerini içtiler. Ey Allahım! Eğer ben bunu
senin hatırın için yapmışsam bu taştan dolayı içinde bulunduğumuz sıkıntıyı
bizden gider" diye dua etti. Bu duadan sonra taş mağranın kapısından biraz
uzaklaştı. Fakat o yarıktan çıkamazlardı. Bir diğeri "Ey Allahım! sen
biliyorsun ki benim amcamın bir kızı vardı. Benim nezdimde insanların en
sevimlisiydi. Onunla gayr-i meşrû yaşamak istedim. O bundan kaçındı. Bir müddet
sonra, kıtlık senelerinden biri gelip çattı. O bana gelerek yardım istedi. Ben
de yüz yirmi dinar karşılığında nefsini bana teslim etmek şartıyla vermek
istedim. O da bu şarta razı oldu. Onunla cinsî ilişki kuracağım zaman bana dedi
ki: 'Allah'tan kork! Mührü ancak hakkıyla boz (nikâh etmek sûretiyle yaklaş)'.
Bu söz üzerine onunla cinsî münasebette bulunmaktan sakındım ve kendisinden
uzaklaştım. Oysa, o benim nezdimde insanların en sevimlisiydi ve vermiş olduğum
altınları da ondan geri almadım. Ey Allahım! Eğer ben bunu senin vech-i kerîmin
için yapmışsam, içinde bulunduğumuz sıkıntıyı bizden gider" diye dua etti.
Bu dua üzerine taş biraz daha öteye kaydı. Ancak onlar açılan delikten yine
çıkamıyorlardı. Bu sefer üçüncüsü şöyle dua etti: "Ey Allahım! Ben ücretle
amele çalıştırır ve onların ücretlerini verirdim. Ancak bir kişi payına düşen
ücreti bırakıp gitti. Ben onun parasını çalıştırdım. Sonunda o ücretten mallar
çoğaldı. O bir zaman sonra bana geldi ve dedi ki: 'Ey Allah'ın kulu! Benim
ücretimi ver!' Ben ona 'Senin gördüğün herşey, deve, sığır, koyun, köle senin
ücretinden meydana geldi, hepsini al, götür' dedim. O bana 'Ey Allah'ın kulu!
Sen benimle alay mı ediyorsun?' dedi. Ben "Hayır! Seninle alay etmiyorum.
Al!
Gördüğün mallar senindir' dedim, Bu söz üzerine malları sürdü ve hepsini alıp
hiçbir şey bırakmaksızın götürdü. Ey Allahım! Eğer ben bunu senin vechin
(rızân) için yaptımsa içerisinde bulunduğumuz sıkıntıyı bizden gider!7' Bu dua
akabinde taş tamamen uzaklaştı ve onlar çıkıp gittiler.64
İşte bu, şehvetlerinin isteğini yerine getirme gücünde olduğu halde iffete
bürünüp şehvete dalmayan kimselerin faziletidir. Göz şehvetinin isteğini yerine
getirmeye imkânı olduğu halde, gözünü haramdan koruyan bir kimse de buna yakındır.
Çünkü harama bakma, zinanın başlangıcıdır. Gözün muhafazası mühimdir. Hafif
sayıldığından ve korkusu pek büyük kabul edilmediğinden dolayı korunması pek
çetindir. Oysa âfetlerin tamamı gözden kaynaklanır. Birinci bakış kasten
yapılmazsa, kişi ondan sorumlu tutulmaz. Tekrar tekrar bakmaya gelince, kişi
ondan ötürü hesaba çekilir. Nitekim Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur.
Birinci bakış senin lehinde, ikinci bakış ise aleyhindedir.65
Ebu Nasr Ulâ b. Zeyyad 63 şöyle demiştir: 'Gözünü kadının el-bisesine dikip
arkasından bakma! Çünkü nazar, kalbe şehvet tohumunu eker'. Bakışında, gözü
kadın ve tüysüz çocuklara ilişmeyen çok az insan vardır. İnsan gördüğünün
güzelliğini düşündükçe tekrar tekrar bakmayı ister. İşte böyle bir anda insan
nefsine şöyle demelidir: 'Tekrar tekrar bakman, cehâletin tâ kendisidir'. Çünkü
tekrar tekrar bakıp güzel olduğunu anlarsan şehvetin kabarır. Fakat birşey de
yapamazsın, hasretini çekip üzülmekten başka elinde birşey kalmaz. Eğer hoşuna
gitmez, çirkin gelirse zevk almaz, güzel görmek için bakarken çirkin gördüğün
için canın sıkılır. Bu bakımdan iki durumda da günah, elem ve hasret çekmekten
kurtulamazsın. Ne zaman ki gözünü haram bakıştan korursan, kalbinden âfetlerin
çoğu silinir. Harama baktığı halde kişinin kendisini koruması, büyük bir güçle
mümkün olabilir.
Ebubekir b. Abdullah Müzenî'den şöyle rivayet ediliyor: "Bir kasap
komşularından birinin kızına tutuldu. Kızın ailesi, ihtiyaç dolayısıyla kızı
başka bir köye gönderdi. Kasap arkasından giderek yolda kızla cinsî ilişkide
bulunmak istedi. Kız, kasaba 'Bunu yapma! Çünkü ben, senin bana aşık olmandan
daha çok sana aşığım. Fakat buna rağmen Allah'tan korkuyorum' dedi. Kasap 'Sen
Allah'tan korkuyorsun da ben mi korkmuyorum?' diyerek geri döndü. Yolda
gelirken ölüm derecesinde susadı. O arada İsrail peygamberlerinden birisinin
elçisine rastladı. Elçi kendisine 'Neden böyle oldun?' diye sordu. Kasap
'Susuzluk beni bu hale koydu' dedi. Elçi 'Gel Allah'a dua edelim de köye
varıncaya kadar bize bir bulutla gölgelik yapsın!' dedi. Kasap 'Benim sâlih bir
amelim yok ki Allah'a dua edeyim! Bu bakımdan sen dua et!' dedi. Elçi 'Ben dua
edeyim, sen de âmin de' dedi. Bunun üzerine elçi dua etti, kasap da âmin dedi
ve böylece köye varıncaya kadar bir bulut kendilerini gölgelendirdi. Köye vardıkları
zaman, kasap yerine giderken bulut onunla beraber kaydı. Elçi 'Hani sen benim
sâlih bir amelim yok diyordun? Dua eden ben, âmin diyen sendin. Dolayısıyla
bulut bizi gölgelendirdi. Şimdi seninle gelmektedir. Mutlaka bana durumunu
haber vereceksin' dedi. Bunun üzerine kasap başından geçeni elçiye anlattı.
Elçi "Tevbe eden bir kimse, Allah nezdinde öyle bir mertebededir ki hiç
kimse oraya varamaz' dedi".
Ahmed b. Said el-Âbid babasından şöyle rivayet ediyor: "Kûfe'de bizim
yanımızda ibâdet eden bir genç bulunuyordu. Bu genç cum'a namazı kılınan
mescidden çıkmıyordu. Neredeyse mescidi terketmez hale gelmişti. Güzel yüzlü,
boyu bosu yerinde, güzel ahlâklıydı. Güzel ve akıllı bir kadın ona aşık oldu.
Bu aşk uzun bir zaman devam etti. Birgün kadın bu gencin yolu üzerinde durdu.
Genç camiye gitmek istiyordu. Kadın ona 'Ey genç! Seninle konuşmak istiyorum.
Sonra istediğini yap!' dedi. Buna rağmen genç, kadını dinlemeden ve onunla
konuşmadan yoluna devam etti. Sonra kadın yine evine gitmek isteyen gencin önüne
çıktı ve ona 'Ey genç! Seninle konuşmak istediğim birkaç kelimeyi benden
dinle!' dedi. Genç, başını eğerek bir müddet düşündü ve 'Bu durum itham edilme
durumudur. Ben ise töhmete fırsat vermek istemiyorum' dedi. Kadın, gence şöyle
dedi: 'Allah'a yemin ederim, ben senin durumunu bilmiyor değilim. Âbid
kimselerin böyle bir durumu benden görmelerinden Allah'a sığınıyorum. Siz
âbidlerin billûr gibi olup leke kabul etmeyeceğini bilirim. Sana
söyleyeceklerimin hulâsası şudur; Bütün azalarım seninle meşguldür. Benim ve
senin işinde Allah'tan kork!' Genç, evine gitti. Namaz kılmak istedi. Fakat
nasıl namaz kılacağını bilemedi. Bunun üzerine eline bir kâğıt aldı ve yazdı.
Sonra evinden çıktı. Baktı ki kadın hâlâ yerinde durmaktadır. Mektubu kadının
yanına attı ve evine döndü. Mektupta şunlar yazılıydı:
Rahman ve Rahîm olan Allah'ın ismiyle başlarım! Ey kadın! Allah Teâlâ, kulu
kendisine ilk isyan ettiği zaman halîm olur. Kulu ikinci defa günaha döndüğü
zaman, kulunun kusurunu örter. Kul, günahın elbisesini tamamen giydiği zaman,
Allah Teâlâ nefsi için öyle bir şekilde gazaba gelir ki O'nuı gazabından
gökler, yer, dağlar, ağaçlar ve hayvanlar korkarlar. Allah'ın gazabına kim güç
yetirebilir? Eğer benim söylediklerim bâtıl ise, ben sana öyle bir günü
hatırlatıyorum ki gök o günde eritilmiş kurşun gibi, dağlar o günde atılmış
pamuk gibi olur. Azim ve Cebbâr olan Allah'ın savleti önünde ümmetler diz
çökerler. Yemin ederim ki nefsimi ıslah etmekten zayıf düştüm. Nerede kaldı
başkasını ıslah edeyim. Eğer benim söylediklerim hak ise (ki haktır) ben sana
bir hidayet doktoru göstereyim ki o doktor, hasta eden yaraları ve göz
kamaştıran acıları tedavi eder..O doktor, âlemlerin rabbi olan Allah'tır. Doğru
istemek sûretiyle Allah'a yönel! Benden sana fayda yok. Çünkü ben Allah Teâlâ'nın
şu âyetiyle meşgulüm.
Onları yaklaşan güne karşı uyar. Zira (o gün) yürekler (korkudan âdeta yerinden
sökülüp) gırtlaklara dayanmıştır; yutkunur dururlar. Zâlimlerin ne bir dostu,
ne de sözü tutulur bir aracıları yoktur. (Allah) gözlerin hâin bakışını da,
kalplerin gizlediğini de bilir.
(Mü'min/18-19)
Acaba bu ayet-i celîlenin ifade ettiği hakikatlerden nereye kaçılır?
Birkaç gün sonra kadın tekrar geldi, yolun üzerinde durdu. Genç, kadını uzaktan
görünce onu görmemek için evine dönmek istedi. Kadın ona 'Ey genç Geri dönme!
Artık bugünden sonra dünyada karşılaşmayacağız. Karşılaşmamız yarın Allah'ın
huzurunda olacaktır' dedikten sonra şiddetli bir şekilde ağladı ve devamla
'Senin kalbinin anahtarı elinde bulunan Allah'tan, çetin olan işimi kolaylaştırmasını
talep ediyorum' dedi. Sonra kadın, gencin arkasından gelerek 'Bana her an
gözönünde bulunduracağım ve amel edeceğim bir öğüt ver' dedi. Genç, kadına
şöyle dedi: Sana, nefsinin şerrinden nefsini korumayı tavsiye eder ve Allah
Teâlâ'nın şu ayet-i celîlesini hatırlatırım:
O'dur ki sizleri geceleri uyutarak ölü gibi yapıyor. Gündüz de yaptığınız
işleri biliyor. Sonra takdir edilen ömür tamamlansın diye sizi gündüz
uyandırıyor. Nihayet dönüşünüz O'nadır. Sonra O, dünyada yapmış olduğunuz
işleri size haber verecektir.(En'âm/60)
Kadın başını eğerek ilk ağlayışından daha şiddetli bir şekilde ağladı. Sonra
başını kaldırıp evine çekilerek, ibâdete başladı. Aşk ateşi içinde ölünceye
kadar ibâdetten ayrılmadı. Bu genç, kadının ölümünden sonra kadını anar ve
ağlardı. Kendisine 'Neden ağlıyorsun? Oysa sen kadını kendi nefsinden ümitsiz
ettin!' denildiği zaman 'Ben onun isteğini işin başında kestim. Ondan
ayrılmayı, Allah nezdinde kendime azık edindim ve Allah'tan, O'nun nezdine azık
olarak gönderdiğim birşeyi geri almaya utandım!' dedi".
Allah'ın hamdi ve keremiyle bu bölüm burada tamamlanmış bulunuyor. Bunun
ardından -inşaallah- Kitabu Âfât'il-Lisan (Dilin Âfetleri) adlı bölüm
gelecektir.
Evvelde ve âhirde, zahirde ve bâtında hamd Allah'a mahsustur. Allah'ın salât ve
selâmı, efendimiz ve insanların en hayırlısı Hz. Muhammed'in ve yerde ve
göklerde bulunan seçkin kulların üzerine olsun! Yâ rabbî! Onlara çokça salât ve
selâm eyle!
*Midenin Şehvetini Kırmakta Riyazet Yolu
Midesi ve yiyeceği hususunda müridin dört vazifesi vardır:
Birinci Vazife
Helâlden başkasını yememesidir; çünkü haram yemekle yapılan ibâdet, denizin
dalgaları üzerine inşa edilen bina gibidir. Daha önce Helâl vc Haram Kitabı'nda
takvânın gözetilmesi gereken derecelerini zikretmiştik. Bu bakımdan yemek
hususunda geriye sadece üç vazife kalmaktadır. Bunlar da çokluk ve azlık
bakımından yemeğin miktarını belirlemek, erken veya geç yeme hususunda vaktini,
iştahın çektiği yiyeceklerden hangilerinin yenilip hangilerinin terkedilmesi
hususunda cinsini tayin etmektir.
Az yeme hususundaki birinci vazifeyle ilgili riyazet yolu aşamalıdır. Bu
bakımdan çok yemeyi âdet edinen kimse, bir anda az yemeye kalkışırsa bünyesi
buna tahammül edemez. Zayıf düşüp sıhhati bozulur ve çeşitli sıkıntılara düçar
olur. O halde buna yavaş yavaş ve azar azar alışmak gerekir. Şöyle ki, mutad
olan yemeğinden azar azar eksiltmeli; mesela, günde iki ekmek yiyor da nefsini
bir ekmek yemeye alıştırmak istiyorsa, hergün ekmeğin yedide birinin dörtte
birini terketmelidir. Bu da yirmisekiz parçadan bir parçayı veya otuz parçadan
birkaç parçayı terketmek demektir. Böylece iki ekmeğin bir ekmeğe
dönüştürülmesi bir ayda gerçekleşmiş ve kendisi de bu şekilde zarar görmemiş
olur. Bunu da ister tartarak yapar, isterse de müşâhede ve tahminle yapar.
Böylece hergün, bir önceki günden bir lokma daha az yemek sûretiyle midesini
istediği miktara alıştırmış olur.
Bu durumda, yani yemeğin azaltılmasında dört derece ve mertebe vardır:
Birinci Derece
Bu derecelerin en yükseği, nefsi artık daha aşağısıyla idare edemeyeceği en az
miktara alıştırmaktır ki bu, sıddîkların âdetidir.
Bu, Sehl et-Tüsterî'nin seçmiş olduğu yoldur; zira o şöyle demiştir: 'Allah
Teâlâ, mahlukatı üç şeyle kul edinmiştir ki bunlar hayat, akıl ve kuvvettir.
Kul, hayatına veya aklına bir zarar geleceğinden korkarsa yer, oruçlu ise
orucunu bozar, fakir ise, yiyecek elde etmek için çaba sarfeder ve kendisini
zorlar. Şayet bu ikisinden değil de kuvvetinin gitmesinden korkuyorsa, buna
aldırmaması ve bundan korkmaması daha uygundur; namazı ancak oturarak
kılabilecek hâle gelse bile böyledir'.
Sehl et-Tüsterî, kişinin, namazını açlıktan kaynaklanan zayıflıktan dolayı
oturarak kılmasının, çok yemek sûretiyle ayakta kılmasından daha üstün olduğunu
savunmuştur. (Bu, Sehl'in kendi görüşüdür. Diğer müctehidlerin ictihadı ise
farklıdır).
Sehl et-Tüsterî'ye seyru sülûkünün başlangıcı ve o zamanki gıdası sorulduğunda
şöyle cevap vermiştir: 'Benim bir senelik gıdam için üç dirhem kâfiydi. Bunun
bir dirhemi ile pekmez, bir dirhemi ile pirinç ve üçüncü dirhemi ile de yağ
satın alırdım. Sonra da bunları karıştırır; meydana gelen karışımdan
üçyüzaltmış top yaparak her gece bir tanesiyle iftar ederdim'. Kendisine Teki
şu anda nasıl yiyorsun?' denildiğinde ise 'Hudutsuz ve vakitsiz yiyorum'
demiştir.
Rivayet olunduğuna göre ruhbanlardan bazıları nefislerini bir dirhemlik
yiyeceğe alıştırmışlardır.
İkinci Derece
Riyazet vasıtasıyla nefsi bir gün ve gecede yarım müdd (avuç) yiyeceğe
alıştırmaktır. Yarım müdd, menin dörtte biri kadar miktardan yapılan bir küsur
ekmek demektir. Bu miktar, birçok kimseler için midenin üçte birini dolduracak
miktardır. Nitekim Hz. Peygamber (s.a) bunu zikretmiştir. Bu birkaç lokmadan
biraz fazladır; çünkü hadîste geçen Lükaymat terimi, cemî'de (çoğulda) azlık
için ve on'dan aşağı olan sayılar için kullanılır. Hz. Ömer birşey yediği zaman
yedi veya dokuz lokma yerdi.
Üçüncü Derece
Nefsi bir avuç miktarı yiyeceğe alıştırmaktır. Bu da ikibuçuk ekmek yapar. Bu
birçok kimsenin karnının üçte birinden fazlasını doldurur. Hatta neredeyse üçte
ikisini doldurmaya yaklaşır. Geri kalan üçte biri de su içindir; zikir için ise
hiçbir şey kalmaz. Hadîsin bazı lafızlarında 'Karnın üçte biri teneffüs
içindir' yerine 'zikir içindir' diye geçmektedir.
Dördüncü Derece
Bir avuçtan bir men'e kadar arttırılmasıdır. Men'den fazlası israf sayılır ve
birçok kimse için Allah Teâlâ'nın İsraf etmeyiniz' (A'raf/31) emrine muhâlif
olur. Çünkü ihtiyaç duyulan yemek miktarı yaşa, şahsa ve yapılan işe göre
değişir.
Burada beşinci bir yol daha vardır ki bunda herhangi bir takdir ve tahdid
yoktur. Fakat burası yanıltıcıdır. Müslüman gerçekten acıktığı zaman yemeli ve
henüz iştahı olduğu halde yemekten elini çekmelidir. Nefsi için bir veya iki
ekmeği tayin ve tahdid edemeyen bir kimse doğru acıkmanın hududunu da bilemez.
Böylelerinin doğru acıkması, yalan şehvetle karışır. Doğru acıkmanın birçok
alâmetleri vardır. Bunlardan biri de nefsin katık istememesi ve hangi çeşit
olursa olsun, önüne getirilen ekmeği iştahla yemesidir. Nefsin, muayyen bir
ekmek ve yanısıra katık istediği acıkma, doğru acıkma değildir. Doğru acıkmanın
alâmetlerinden biri de tükürüldüğü zaman karasineklerin tükrüğe konmamasıdır;
yani tükrükte yağımsı maddelerin kalmamasıdır ki bu da midenin boş olduğuna
delâlet eder. Bu bakımdan mürid için yemek hususunda en doğru yol, nefsiyle
yapmakta olduğu ibâdetlerde kendisini zayıf düşürmeyecek miktarı tayin ve
takdir etmesidir. Bu miktara ulaştığında ise, iştahı olsa bile durmalıdır.
Kısacası yemeğin takdir ve tahdidi mümkün değildir. Bu, durumlara ve şahıslara
göre değişir. Ashâb-ı kirâmın bir kısmının bir haftalık gıdası, bazen bir sa'
(dört avuç) buğday; yahut birbuçuk sa' hurma olurdu. Buğdayın birsa'ı dört
avuçtur. Bu duruma göre, her güne yaklaşık olarak yarım avuç düşmektedir ki bu
da söylediğimiz gibi midenin üçte birini dolduracak miktardır. Çekirdekleri
düşürüldüğü için hurmadan birbuçuk sa' hesaplanmıştır.
Ebu Zer Gıfârî (r.a) şöyle derdi: 'Hz. Peygamber zamanında bir haftalık
yemeğim, bir sa' arpadan ibaretti. Allah'a yemin ederim ki Hz. Peygamber'e
kavuşuncaya kadar da bunu artırmayacağım; çünkü ben onun şöyle dediğini duydum:
Kıyâmet gününde meclis (derece) bakımından bana en yakın olanınız ve nezdimde
en sevimliniz, bugün (asr-ı saâdette) üzerinde bulunduğu hâl üzere ölüp Allah'a
kavuşanınızdır.31
Ebu Zer Gıfârî, ashâb-ı kirâmdan bazılarını kınayarak şöyle buyurmuştur: 'Siz
Hz. Peygamber zamanındaki hâlinizi değiştirdiniz. Bakıyorum da sizin için arpa
unu eleniyor. Oysa Hz. Peygamber zamanında unun elenmesi diye birşey yoktu. Siz
ince ekmekler pişiriyor, sofranızda iki katık bulunduruyorsunuz. Sizin için
çeşit çeşit yemekler hazırlanıyor. Bazılarınız sabahleyin bir elbise, akşam
başka bir elbise giyiyor. Oysa siz Hz. Peygamber zamanında böyle değildiniz'.
Ashâb-ı Suffe'den iki kişinin bir günlük gıdası, bir avuç hurma idi. Buradaki
avuç, bir tam ve üçte bir Bağdad batmanı demektir. (Bu batman, yirmisekiz küsur
dirhemdir). Bu hurmalardan çekirdekler de düşürülürdü.
Hasan Basrî şöyle derdi: 'Müslüman, koyun ve keçi gibidir; bir avuç basit
hurma, bir parça kavut ve bir yudum su ona kâfi gelir. Münâfık ise yırtıcı
hayvan gibidir. Çok yer ve midesini tıkabasa doldurur. Karnını komşusu için aç
bırakmaz ve zarurî ihtiyacından fazla olan malları hususunda müslüman kardeşini
nefsine tercih etmez. Ey iman edenler! Zarurî ihtiyacınızdan fazla olanı, azık
olarak önden gönderiniz'.
Sehl et-Tüsterî de şöyle buyurmuştur: 'Dünya tamamen kan olsa, müslümanın
yedikleri yine de helâl olurdu; çünkü müslüman zaruret anında ancak hayatını
devam ettirebilecek kadar yer'.
İkinci Vazife
Yemeğin vakti ve tehir süresi hakkındadır. Bunda da dört derece vardır:
Birinci Derece
Bu derecelerin en büyüğü üç gün veya daha fazla aç kalmamasıdır. Bazı müridler
riyazeti, takdir ve tahdid etmeksizin aç kalma şekline dönüştürmüştür. Hatta
içlerinde otuz-kırk gün aç duranları olmuştur. Âlimlerden de büyük bir cemaat
bu dereceye ulaşmıştır. Muhammed b. Amr el-Karânî, Abdurrahman b. İbrahim
Rühaym, İbrahim et-Teymî, Haccac b. Ferasife, Hâfız Âbid Misisî, Müslim b.
Said, Züheyr, Süleyman Havvas, Sehl b. Abdullah et-Tüsterî, İbrahim b. Ahmed
el-Havvas bunlardandır. Ebubekir Sıddîk (r.a) altı gün aç dururdu. Abdullah b.
Zübeyr ile İbn Abbas'ın arkadaşı Ebu'l-Cevza da yedi gün birşey yemezdi.
Rivayet edildiğine göre, Süfyan es-Sevrî ile İbrahim b. Edhem'in karnına üç gün
üstüste hiçbir şey girmezdi. Bu zatlar âhiret yolunda yürüme hususunda açlıktan
yardım umarlardı.
Âlimlerden biri şöyle buyurmuştur: 'Kırk gün Allah rızası için açlık çeken
kimse için melekût âleminin kapıları açılır; yani ilâhî sırların bir kısmı ona
âyân olur'. Sûfînin biri, bir rahib'e müslüman olarak, içinde bocalayıp durduğu
gururu terketmesini teklif etti ve bu hususta onunla uzun uzadıya konuştu.
Sonunda rahib kendisine 'Mesih (a.s) kırk gün aç kalırdı. Bu ise ancak bir
peygamberin veya bir sıddîkîn mucizesi olabilir' dedi. Bunun üzerine sûfi
râhib'e şöyle dedi:
- Eğer ben elli gün aç kalırsam, şu anda üzerinde bulunduğun dini terkedip
İslâm'a girer misin? İslâm dininin hak ve üzerinde bulunduğun dînin de bâtıl
olduğuna inanır mısın?
-Evet
Bu söz üzerine sûfî oturdu; elli günü bu şekilde dolduruncaya kadar ancak
râhibin görebileceği yerlere gidip geldi. Elli günden sonra 'Bundan daha
fazlasını da yapabilirim' dedi ve böylece altmışa tamamlayıncaya kadar açlığa
devam etti. Bunun üzerine râhib çok şaşırdı ve 'Hiç kimsenin bu hususta Hz,
İsa'yı geçeceğini sanmazdım' diyerek müslüman oldu. Bu büyük bir derecedir.
Buna ancak keşfe mazhar olan sabırlı kimseler erişebilir. Böyle kimseler,
tabiat ve âdetinden kestiği şeylerin müşahedesiyle meşgul olup nefsine açlığını
ve ihtiyacını unutturmuştur.
İkinci Derece
İkinci derece, mideyi iki ya da üç gün aç bırakmaktır. Bu ise görülmemiş birşey
değildir. Ciddiyet ve mücahede ile bu dereceye varmak mümkündür.
Üçüncü Derece
Bu üçüncü derece, derecelerin en aşağısı olup yirmidört saatte bir defa yemekle
yetinmektir. Bu derece, açlık çekme hususundaki en küçük derecedir. Bunu geçen
miktarsa israf ve oburluktur. Öyle ki böyle yapan kimseler artık açlık diye
birşey bilmez. Bu ise zevk ve safâya dalan kimselerin fiilidir, kimselerin
fiilidir. Böyle bir kimse Sünnet'ten uzaktır; çünkü Ebu Said Hudrî'nin rivayet
ettiğine göre Hz. Peygamber, kahvaltı ettiği gün akşam yemeği yemez; akşam
yemeği yediği zaman da kahvaltı etmezdi.32 Selef-i Sâlihîn de hergün bir defa
yerlerdi. Hz. Peygamber bir keresinde Aişe vâlidemize şöyle buyurmuştur:
İsraftan kaçın! Günde iki öğün yemek israf; iki günde bir defa yemek ise
cimriliktir. Günde bir öğün yemek, bu ikisi arasındaki normal durumdur. Allah'ın
Kitabı'nda övülen durum da budur.33
Günde bir öğün yemekle yetinen kimsenin, fecrin doğuşundan önce (sahur
vaktinde) yemesi müstehabdır. Bu şekilde yemek, teheccüd namazından sonra ve
sahab namazından önce yenilmiş olur. Böylece gündüzleyin çekilen açlık, oruç
için; geceleyin çekilen açlık ise, ibâdet ve kalp huzuru ve midenin boş
olmasından dolayı fikrin incelmesi, gayretin artması, nefsin bildiği şeylere
ısınması için çekilmiş olur. Hem nefis de artık vakti gelmezden önce insan ile
çekişmez.
Âsım b. Küleyb'in babasından rivâyet ettiğine göre Ebu Hüreyre şöyle demiştir:
Hz. Peygamber'in gece ibâdeti sizinki gibi değildi. O geceleyin kalktığı zaman
iki ayağı şişinceye kadar ibâdet ederdi. Yine o sizin gibi geceli gündüzlü
iftar ederek oruç tutmazdı. Ancak (bazı zamanlar) iftarını sahur vaktine kadar
ertelerdi.34
Aişe vâlidemiz de Hz. Peygamber (bazen) orucunu sahur vaktine kadar devam
ettirirdi' demiştir. Bu bakımdan eğer akşam namazından sonra canı yemek
isteyecek ve bu durum da teheccüd için gereken kalp huzurunu bozacaksa en iyisi
oruçlunun, yemeğini ikiye ayırmasıdır. Mesela günde iki ekmek yiyorsa, birini
iftar, diğerini de sahur vaktinde yemelidir ki nefsi sükûnet bulsun ve teheccüd
ibâdetinde bedeni hafifleşsin; gündüz de sahurda yediğinden dolayı çok fazla
acıkmasın. Böylece birinci ekmekle gece ibâdetine, ikinci ekmekle de gündüz
tuttuğu orucuna yardım etmiş olur. Bir gün oruç tutup bir gün iftar eden
kimsenin, oruç tutmadığı gün öğle vaktinde, oruç tuttuğu gün de sahur vaktinde
yemesinde herhangi bir beis yoktur. Buraya kadar belirtilen yollar; yemeğin
vakitleri ve bu vakitler arasındaki uzaklık ya da yakınlık hakkındaki
yollardır.
Üçüncü Vazife
Üçüncü vazife, yemeğin Çeşidi, katığın terkedilmesi ve yemeklerin en âlâsının
buğday özü olduğu hakkındadır. Buğday özünün elenmesi ise israfın son haddidir.
Ortancası elenmiş arpa ekmeği; normali ise elenmemiş arpa ekmeğidir. Katıkların
en âlâsı da et ve tatlı maddelerdir. En düşüğü de tuz ile sirkedir. Ortancası
ise etsiz, yağlı maddelerdir. Âhiret yolcularının âdeti, daimî olarak katık
yemekten ve şehvetlerden kaçınmaktır; çünkü insanoğlunun iştahının çektiği
herşey, mutlaka onu baştan çıkarmaya yöneliktir. Bunlar insanın kalbini
katılaştırır ve onun dünya lezzetlerine alışıp dalmasına yol açar. Böylece kişi
artık ölümden ve Allah'ın huzuruna gitmekten hoşlanmaz. Böyle bir kimse için,
dünya bir cennet, ölüm ise hapishane olur. Nefsini şehvetlerinden ve
zevklerinden mahrum bırakan ve ona lezzet yollarını daraltan kimse içinse dünya
bir hapishane ve daracık bir zindan kesilir. Böylelerinin nefsi dünyadan bir an
önce kurtulmak ister; zira ölüm onun için hürriyetine kavuşmak demektir.
Yahya b. Muaz er-Râzî'nin şu sözleri de buna işaret etmektedir: 'Ey sıddîklar!
Firdevs-i âlânın velimesine (ziyafetine) konmak istiyorsanız dünyada
nefislerinizi aç bırakınız; çünkü yemeğe karşı duyulan iştah, nefsin aç
bırakılmasıyla orantılıdır'.
Tıkabasa yemenin ve tokluğun, saydığımız bütün âfetleri, şehvetlerin, tadılan
zevk ve lezzetlerin hepsi için geçerlidir. Bu bakımdan onları yeniden sayarak
sözü uzatmak istemiyoruz. Mübah olan şehvetlerin terkinde çok büyük sevap
olduğu gibi onları yapmakta da çok büyük tehlikeler sözkonusudur. Hatta Hz.
Peygamber şöyle buyurmuştur:
Ümmetimin en kötüleri, buğday özü yiyenleridir.35
Bu hadîs, buğday özü yemeyi haram kılmış değildir. Bilakis buğdayın özünden bir
veya iki defa yiyen kimse âsi olmadığı gibi, devamlı olarak yiyen kimse de âsi
olmaz. Fakat nefsini nimetle besleyerek dünyaya ve lezzetlere alıştırmış olur!
Bunun sonucunda nefis, lezzetleri elde etmek için çaba harcar ve bu çaba da onu
gü-naha sokar. Dolayısıyla onlar ümmetin en kötüleridirler; çünkü buğdayın özü,
onları birtakım şeylere zorlar ki bunlar günahlardır. Nitekim Hz. Peygamber
şöyle buyurmuştur:
Ümmetimin en kötüleri, çeşit çeşit yiyecekler yemek suretiyle vücutlarını
semizletenleridir. Bunların çeşit çeşit yiyecekler yemekten ve çok çeşitli
elbiseler giymekten başka gayeleri yoktur. Konuştuklarında da avurtlarını
yırtarcasına bağırıp çağırırlar.36
Allah Teâlâ, Hz. Musa'ya şöyle vahyetmistir: 'Kabre gireceğini düşün! Bu seni
şehvetlerin birçoğundan alıkoyacaktır'.
Selef-i sâlihîn yemeklerin lezzetini tadmaktan ve nefsi bunlara alıştırmaktan
sakınma hususunda çok titiz davranırlardı. Selef boyle yapmayı şekâvet alâmeti,
Allah Teâlâ'nın kulunu böyle yap-maktan alıkoymasını da saadetin zirvesi olarak
görmekteydi.
Vehb b. Münebbih şöyle anlatır: "Dördüncü gökte karşılaşan iki melekten
biri diğerine 'Nereden geliyorsun?'' diye sorar, ikinci melek 'Filan yahudinin
(Allah'ın laneti onun üzerine olsun) canı balık yemek istemişti. Ben de
denizden balığı sürmekle emrolundum. Şimdi oradan geliyorum' cevabını verir.
Bunun üzerine soru soran melek 'Ben de filan âbidin canının çektiği
zeytinyağını dökmekle emrolundum' der".
Bu kıssa, şehvetlerin sebeplerinin kolaylaştırılmasının hayır alâmetlerinden
olmadığına dikkat çekmektedir. İşte bunun içindir ki Hz. Ömer, soğuk bal
şerbetini içmekten kaçınarak 'Bunun hesabını benden uzaklaştırınız!'
buyurmuştur. Bu bakımdan Allah için, şehvet ve zevklerin terki hususunda nefse
muhalefet etmekten daha büyük bir ibâdet yapılmış değildir. Bunu Nefsin
Riyazeti kitabında da zikretmiştik.
Nâfî şöyle anlatıyor: İbn Ömer (r.a) hastalanmıştı. Canı taze balık yemek
istedi. Bunun üzerine çıkıp Medine-i Münevver'nin çarşılarında balık aradım;
ama bulamadım. Aradan bir müddet geçtikten sonra bir yerde balığa rastladım ve
bir buçuk dirhemlik balık aldım. Balığı ateşte kızartıp bir ekmekle birlikte
İbn Ömer'e götürdüm. O esnada kapıya bir dilenci geldi. Bunun üzerine İbn Ömer,
hizmetçisine "Balığı ekmeğe sar ve şu dilenciye ver!' dedi. Hizmetçi
'Allah senden razı olsun! Bunca günden beri canın balık istiyor. Onu zor
bulduk. Bulduğumuz zaman da bir buçuk dirheme satın aldık. Dilenciye balığı
değil de parasını verelim' karşılığını verdi. İbn Ömer'se 'Onu ekmeğe sar ve
dilenciye ver!' diye emretti. İbn Ömer'in bu emrinden sonra hizmetçi, dilenciye
dönerek 'Sana bir dirhem vereyim de bunu götürme, razı mısın?' dedi. Dilenci de
razı oldu. Bunun üzerine hizmetçi, dilenciye bir dirhem verdi. Kızartılmış
balığı alarak geri getirdi ve İbn Ömer'in önüne bırakarak 'Dilenciye bir dirhem
vererek bunları kendisinden geri aldım!' dedi. Bu söz üzerine İbn Ömer
hizmetçiye şunları söyledi: 'Balığı ekmeğe sar ve yine o dilenciye ver! Vermiş
olduğun dirhemi de alma; çünkü ben Hz. Peygamber'in şöyle buyurduğunu işittim:
Canının çektiği herhangi bir şey hususunda başkasını nefsine tercih eden
kimseyi Allah Teâlâ affeyler.37
Açlık köpeğini (şehveti) bir ekmek ve bir testi berrak su ile yola getirdiğin
zaman, dünya içindekilerle birlikte helâk olsa dahi perva etmezsin!38
Hz. Peygamber bu hadîsiyle yemekten maksadın açlığın ve susuzluğun elemini
gidermek ve zararlarını defetmek olup, dünya lezzetlerini tatmak olmadığına
işaret etmektedir.
Yezid b. Ebî Süfyan'ın (Muaviye'den önce Şam valisiydi) çeşit çeşit yemekler
yediğini haber alan Hz. Ömer, kölesine 'Yezid akşam sofrasını hazırlattığında
gel bana haber ver!' dedi. Köle haber verdiğinde. Hz. Ömer Yezid'in yanına
girdi. Sofraya önce tirid getirildi. Hz. Ömer, Yezid'le birlikte bundan yedi.
Sonra kızartılmış et getirildi. Yezid elini ete uzattığında Hz. Ömer onun
bileğinden tutarak 'Ey Ebu Süfyan'ın oğlu Yezidî Allah'tan kork Allah'tan!
Yemekten sonra yemek olur mu? Ömer'in nefsini kudret elinde tutan Allah'a yemin
ederim ki eğer selefin sünnetinden aynlırsanız, bu ayrılık sizi O'nun yolundan
da saptırır' buyurdu.
Yesar b, Umeyr şöyle diyor: 'Hz. Ömer için ne zaman un elemişsem bunu mutlaka
ondan habersiz yapmışımdır',
Utbet'ül-Gulâm, ununu bizzat kendisi hamur yapar ve sonra da bunu güneşte
kuruturdu. Bundan yediğindeyse 'Âhiretin o güzel kebapları ve yemekleri
hazırlanana kadar bir parça (kuru) ekmekle az bir tuz kâfidir' derdi. Yine o su
testisini, bütün gün güneş altında kalmış bir küpe daldırarak doldururdu.
Cariyesi kendisine 'Ey Utbe! Ununu bana versen de sana ekmek yapsam, suyunu
soğutsam olmaz mı?' dediğindeyse 'Ey cariye! Ben açlık köpeğini (şehveti)
kendimden uzaklaştırdım' karşılığını verirdi.
Şakîk b. İbrahim şöyle anlatıyor: Bir gün Mekke'nin Leyl çarşısında, Hz.
Peygamber'in doğduğu evin civarında İbrahim b. Edhem'e rastladım. Kendisi yolun
kenarına oturmuş ağlıyordu. Gidip yanma oturdum ve 'Ey Ebu İshak! Niçin
ağlıyorsun?' diye sordum. 'Hayırdır!' karşılığını verdi. Ben ısrar edince de
'Ey Şakîk! Ayıbımı örteceğine dair bana söz verir misin?)' dedi. Ben de 'Ey
kardeşim! İstediğini söyle! (İfşâ etmem)' dedim. Bunun üzerine şunları söyledi:
"Nefsim otuz seneden beri yayla çorbası istemekteydi. Ben de dün geceye
kadar onu bu isteğinden alıkoydum. Dün akşamsa oturuyordum, bir ara uyku
bastırdı. Bu sırada bir genç gördüm. Elinde yeşil bir tabak vardı; tabaktan
buğular yükseliyor ve yayla çorbası kokusu geliyordu. Bunun üzerine bütün
gayretimle ondan uzaklaştım. Gençse bana yaklaşarak 'Ey İbrahim! Ye!' dedi.
'Hayır yemem; çünkü ben onu Allah için terkettim'. dedim. Genç 'Allah Teâlâ
bunu sana yedirir. Ye!' diye üsteledi. Bu ısrar karşısında ağlamaya başladım.
Fakat o tekrar ve ısrarla 'Allah sana rahmet eylesin, ye!' dedi. Bunun üzerine
ona 'Biz midemize ancak nereden geldiğini bildiğimiz yiyecekleri almakla
emrolunduk' dedim. O da bana şunları söyledi: "Allah sana afiyet versin,
ye! Bu bana verildi ve 'Ey Hızır! Bunu götür! İbrahim b. Edhem'in nefsine
.yedir; çünkü Allah Teâlâ ona uzun zamandır nefsini isteğinden alıkoyma
hususunda göstermiş olduğu sabırdan dolayı merhamet etmiştir' denildi. Ey
İbrahim! Ben meleklerin 'Kendisine birşey verildiğinde almayan kimse sonunda
isteyecek, fakat bu kez de verilmeyecektir!' dediklerini duydum". Bu ısrar
karşısında '(Ey Hızır)! Eğer durum böyle ise, ben senin huzurunda Allah ile
yapacağım akid için bulunmaktayım' dedim. Sonra dönüp baktığımda Hızır'ın
yanında başka bir gencin durmakta olduğunu gördüm. Bu yeni genç, Hızır'a birşey
uzatarak 'Ey Hızır! Sen İbrahim'in ağzına lokmaları koy!' dedi. Bu söz üzerine,
hapşırıp uyanıncaya kadar Hızır ağzıma lokmaları koymaya devam etti.
Uyandığımda tadı hâlâ damağımda idi.
Şakîk şöyle anlatıyor: "Birgün İbrahim b. Edhem'e 'Bana avucunu göster!'
dedim. Avucunu gösterdiğinde de onu tutup öptüm ve 'Ey şehvetleri aç olanları
-dürüst bir şekilde şehvetlerinin gereğinden çekildikleri zaman- doyuran Allah!
Ey kalplerde yakîn nurunu parlatan Allah! Ey kalplere, muhabbeti ile şifa
bahşeden Allah! Acaba Şakîk'in de senin yanında bir kıymeti var mıdır?' dedim.
Sonra da İbrahim'in avucunu göklere doğru kaldırarak şunları söyledim: 'Şu
avucun ve sahibinin, nezdindeki kıymetinin hürmetine, -her ne kadar müstehak
değilse de- senin faziletine, ihsanına ve rahmetine muhtaç olan şu kuluna
(bana) ihsanda bulun!' Sonra İbrahim yerinden kalktı. Kâbe'ye kadar birlikte
yürüdük".
Rivâyet edildiğine göre Malik b. Dinar, iştahı çektiği halde tam kırk sene süt
içmemiştir. Birgün kendisine yaş hurma hediye edildi. Arkadaşlarına 'Siz
yeyiniz; ben tam kırk seneden beri yaş hurma yemedim' dedi.
Ahmed b. Ebu'l-Havarî şöyle anlatıyor: "Ebu Süleyman Dârânî'nin canı
tuzlu, sıcak ekmek yemek istemişti. Kendisine böyle bir ekmek götürdüğümde
ondan bir lokma aldı. Sonra bunu atarak ağlamaya başladı ve 'Uzun sûre
mücâhededen sonra hemen şehvetime yapıştım. Ey şekâvetim (bedbahtlığım) hazır
ol; zira zamanın gelmiştir. Ey Allahım! Ben bu yaptığımdan tevbe ettim. Bundan
dolayı beni affeyle!' dedi. Bu olaydan sonra onun ölünceye kadar tuz yediğini
görmedim".
Mâlik b. Deygam şöyle anlatıyor: "Birgün Basra çarşısından geçiyordum.
Sebzelere bakan nefsim bana 'Keşke, bu gece bu sebzelerden bana yedirsen' dedi.
Bunun üzerine kırk gece sebze yemeyeceğime dair yemin ettim".
Mâlik b. Dinar Basra'da elli sene kaldı. Bu zaman zarfında Basra ahalisinin ne
yaş ve ne de kuru bir tek hurmasını yemedi. Birgün çıkıp şöyle dedi: 'Ey
Basralılar! İçinizde elli sene yaşadım. Bu arada ne yaş ve ne de kuru bir tek
hurmanızı yemedim. Bu bakımdan benden eksilen sizi artırmadı; sizden artan da
beni ek-siltmedi. Elli seneden beri dünyayı boşamışımdır. Nefsim kırk seneden
beri süt istemektedir. Yemin ederim ki Allah'a kavuşuncaya kadar da ona süt
içirmeyeceğim'.
Hammad b. Ebî Hanife şöyle anlatıyor: "Bir keresinde Davud Tâî'nin evine
gitmiştim. Kapı kapalıydı ve içerden ses geliyordu. Dinlediğimde Davud'un şöyle
dediğini duydum: 'Ey nefsim! Havuç istedin, sana yedirdim. Sonra hurma istedin.
Yemin ederim ki artık sana ebediyyen hurma yedirmeyeceğim'. Bu sözlerden sonra
selâm vererek içeri girdim. Kendisi tek başına oturuyordu".
Ebu Hâzım (Seleme b. Dinar) birgün çarşıdan geçerken bir meyve görüp canı
çekti. Bunun üzerine oğluna 'Şu dalından koparılmış ve ambalajlanmış meyveden
bize biraz al! İnşaallah dalından kopmayan ve hiç kimseye yasaklanmayan
meyvelere de kavuşuruz' dedi. Oğlu meyveden alıp kendisine getirdiği zaman
nefsine şöyle hitab etti: 'Ey nefis! Beni aldattın. Dolayısıyla o meyveye
baktım ve ondan iştahım çekti. Onu satın alıncaya kadar da bana galebe çaldın. Allah'a
yemin ederim ki onu tadamayacaksın!' Sonra o meyveyi fakir yetimlere gönderdi.
Musa el-Eşec şöyle demiştir: 'Yirmi seneden beri nefsim öğütülmüş tuz
istemektedir'.
Ahmed b. Halife ise 'Nefsim yirmi seneden beri istekli olduğu halde benden kana
kana su içmekten başka birşey istememiştir. Buna rağmen ona kana kana su
içirmedim' demiştir.
Utbet'ul-Gulam'ın canı tam yedi sene et yemeyi arzuladı. Yedi seneden sonra
kendi kendisine 'Yedi seneden beri her sene nefsimi bir sonraki seneye havale
etmeye utanır oldum' diyerek bir parça et satın aldı. Bunu kızartıp bir ekmeğin
içerisine koydu. Tam o sırada bir çocuğa rastladı. Ona 'Sen ölen falan adamın
oğlu değil misin?' diye sordu. Çocuğun 'Evet! Ben onun oğluyum' demesi üzerine
de eti ona verdi. Bu olayı anlatan Utbet'ul-Gulâm sonunda hüngür hüngür
ağlamaya başlayarak şu ayet-i celîleyi okumuştur:
'Yoksula, yetime, esire sevdikleri yemekleri yedirirler'. (İnsan/8) Bu olaydan
sonra, Utbet'ul-Gulâm bir daha et yememiştir.
Utbet'ul-Gulâm'ın canı, uzun seneler hurma yemek istedi. Birgün bir kıratlık
hurma satın aldı ve bunu iftar için akşama kadar bekletmeye karar verdi. Bu
arada şiddetli bir rüzgar esmeye başladı. Öyle ki dünya kapkaranlık kesildi.
Halk dehşete kapıldı. Bunun üzerine Utbet'ul-Gulâm kendi nefsine şöyle dedi.
'Bu, dünyayı kasıp kavuran rüzgar, sana karşı gösterdiğim cüretten ve aldığım o
bir kıratlık hurmadan ileri geliyor! Kanaatime göre bütün insanlar senin
günahından dolayı cezalandırılmaktadır. O halde andolsun ki bu hurmadan
tadmayacaksın'.
Dâvud et-Tâî, yarım fülüslük sebze ile bir fülüslük sirke satın aldığı bir
günün gecesinde kendi kendisine 'Ey Dâvud! Yazıklar olsun sana! Kıyamet gününde
senin hesabın çok uzun olacaktır' deyip durdu. O günden sonra da sadece
katıksız ekmek yedi.
Utbet'ul-Gulâm birgün Abdülvahid b. Zeyd'e 'Filan adam kendisini o şekilde
vasıflandırıyor ki ben bu vasıfları kendi nefsimde göremiyorum' dedi.
Abdülvahid de ona 'Çünkü sen ekmeğinle birlikte hurma da yiyorsun. O ise yavan
ekmekle yetiniyor' karşılığını verdi. Utbet'ul-Gulâm 'Eğer ekmekle birlikte
yediğim hurmayı terkedersem o mertebeye erişebilir miyim?' dediğinde de
Abdülvahid 'Evet! Hatta daha ilerisini de elde edebilirsin' cevabını verdi. Bu
söz üzerine Utbet'ul-Gulâm hüngür hüngür ağlamaya başladı. Arkadaşlarından
birinin ona 'Allah seni ağlatmasın! Hurmayı terkedeceğin için mi ağlıyorsun?'
demesi üzerine de Abdülvahid şöyle dedi: 'Utbe'yi kendi haline bırakın; çünkü
nefsi onun birşeyi terketme hususundaki azminin kuvvetini daha önceden
bilmektedir. O herhangi birşeyi bir defa terketti mi artık bir daha ona
dönmez'.
Câfer b. Nasr39 şöyle anlatıyor: Cüneyd Bağdâdî, bana kendisi için vezir inciri
satın almamı emretti. İstediği inciri satın aldım. İftar vaktinde bunlardan
birini ağzına aldı. Sonra da çıkarıp atarak ağlamaya başladı ve bana 'Al
bunları götür!' dedi. Kendisine 'Niçin yemiyorsun?' diye sorunca da şöyle dedi:
"Gaibden bir ses bana 'Utanmıyor musun? Hani incir yemeyi benim hatırım
için bırakmıştın. Şimdi ise sözünden cayıp yemeye yelleniyorsun!' diye
seslendi".
Sâlih el-Murrî şöyle anlatıyor: Birgün Atâ es-Sülemi'ye 'Eğer geri çevirmezsen
sana bir ikramda bulunacağım' dedim. O da kabul etti. Bunun üzerine oğlumla
kendisine kavut, yağ ve baldan yapılmış bir şerbet gönderdim; oğluma da 'Bu
şerbeti içinceye kadar onun yanından ayrılma!' diye tembihledim. Ertesi gün de
yine aynı şerbetten gönderdim. Fakat bu sefer geri çevirdi, içmedi. Ben de
kendisini kınayarak 'Sübhânallah! Sen nasıl olur da benim ikramımı geri
çevirirsin?' dedim. Gerçekten kırıldığımı anlayınca bana şöyle dedi: 'Sakın bu
yaptığım seni üzmesin! İnan ki böyle bir şerbeti hayatımda ilk defa içiyorum.
Nefsimi ikinci defa içmesi için zorladıysam da olmadı. Her içmek istediğimde
aklıma şu ayet-i celîle geldiğinden yapamadım:
Onu yutmaya çalışır; fakat boğazından geçiremez. Her taraftan kendisine ölüm
geldiği halde yine ölemez. Bunun arkasından da şiddetli ve ağır bir azab
(cehennemde ebedî kalış) vardır.
(İbrahim/17)
Bunun üzerine ağlayarak kalbimden şöyle dedim: 'Sen bir vadide, bizse ayrı bir
vadide bulunuyoruz'.
Sırrî es-Sakatî şöyle demiştir: 'Otuz seneden beri nefsim benden pekmeze
batırılmış havuç istemektedir. Hâlâ da onun bu isteğini yerine getirmiş
değilim'.
Ebubekir Celâ (veya Cilâ) şöyle demiştir: "Ben bir kişi tanıyorum ki nefsi
kendisine 'Ben on gün senin emrini dinleyip açlık çekeyim; sen de bu on günden
sonra bana canımın çektiği birşeyi yedir' demekte; o ise nefsine 'Ben senden on
gün aç kalmanı değil, açlık çektiğinde isteyeceğin şeyi terketmeni istiyorum!'
karşılığını vermektedir".
Bir âbid, bazı arkadaşlarını davet ederek onlara ekmek ikram etti.
Arkadaşlarından biri seçmek için ekmekleri evirip çevirmeye başladı. Bunu gören
âbid, bu arkadaşına 'Yavaş ol! Ne yapıyorsun?' diye çıkıştı ve devamla şunları
söyledi: 'Beğenmediğin ekmekte ne kadar hikmet bulunduğunu ve onun bu hale
gelmesi için kaç kişinin çalıştığını biliyor musun? Suyu (yağmuru) getiren
bulut, buğdayı bitiren toprak, sulayan su, rüzgar, toprak, çalıştırılan
hayvanlar ve (çalışan) insanlar; bunların hepsi ekmeği bu hâle getirmek için
çalışmışlardır. Bütün bunlardan sonra sen hâlâ onu evirip çeviriyor,
beğenmiyorsun'.
Bir haberde geçtiğine göre ekmek, sofraya gelinceye kadar otuzaltı sanatçının
elinden geçer ki bunların ilki Mikâil'dir. Mikâil, yağmuru rahmet hazinelerinden
ölçülü olarak göndermekle görevlidir. Sonra bulutları sevk ve idare eden
meleklerle güneş, ay, felekler, hava melekleri ve yeryüzündeki hayvanlar gelir,
En sonuncusu ise fırıncıdır.
Eğer Allah'ın bunca nimetim teker teker saymaya kalkarsanız sayamazsınız.
Gerçekten insan çok zâlim ve çok nankördür.
(İbrahim/34)
Seleften biri şöyle anlatıyor: Kasım Cûî'ye40 'Zühd nedir?' diye sordum. O da
bana Peki sen zühd hakkında neler duydun?' diye sordu. Kendisine zühd hakkında
duymuş olduğum şeyleri söylediğimde sustu. 'Sen ne dersin?' diye ısrar etmem
üzerine de şunları söyledi: 'Bilmiş ol ki mide, kulun dünyasıdır. Bu bakımdan
kul midesinin ne kadarına sahip ise, zühdün de o kadarını elinde bulunduruyor
demektir. Diğer taraftan midesi onun ne kadarını tasarrufu altına almışsa,
dünya da o nisbette kendisine hâkim sayılır'.
Bişr el-Hafî hastalanmıştı; meşhur doktor Abdurrahman'a gidip uygun yiyecekleri
sordu. Bunun üzerine Abdurrahman kendisine şöyle dedi:
-Sen benden ilâç istiyorsun. Fakat söylersem kabul etmez-sin.
-Söyle bakalım neymiş?
-Sekencebin (sirke ve baldan yapılan bir macundur) ilâcını içecek; ayva
emeceksin. Ondan sonra da izfidbac yiyeceksin.
-Acaba sekencebinden daha hafif ve onun yerini tutacak bir macun biliyor musun?
-Hayır!
-O halde ben söyleyeyim.
-Nedir?
-Sirke ile hindiba... Ey doktor! Ayvanın yerini tutacak ve ondan daha hafif
birşey biliyor musun?
-Hayır!
-Ben biliyorum!
-Nedir?
-Harnub-i Şami (Keçiboynuzu)... Peki izfidbacdan daha hafif ve onun yerini
tutacak birşey biliyor musun?
-Hayır!
-Ben biliyorum!
-Nedir?
-İnek yağı ile kavrulmuş nohut unu...
-Sen tıb ilmini benden daha iyi biliyorsun. O halde benden ne soruyorsun?
Bütün bu anlattıklarımızdan anlaşılmıştır ki bahsi geçen kimseler, nefsin
şehvetlerinden tıkabasa yeyip midelerini doldurmaktan kaçınmışlardır. Bunu da
zikrettiğimiz faydaları temin için yapmışlardır. Ancak bu durum daimi değil
bazı vakitlerde olmuştur; çünkü bu kişiler her vakit helâli elde edemezlerdi.
Bundan dolayı da zaruri miktarla yetinmişlerdir. Şehvetler ise, zaruri miktara
dahil değildir.
Ebu Süleyman Dârânî şöyle demiştir: Tuz şehvettir; çünkü yavan ekmekten
fazladır. Ekmeğin dışındaki şeyler şehvete dahildir'. (Bu bakımdan böyle şeyler
ancak helâlden olursa alınır). Bu hâl takvânın en son haddidir. O halde buna
gücü yetmeyen kimse nefsinden gafil olmamalı ve ulu orta şehvetlere
dalmamalıdır. Kişinin her bulduğunu yemesi ve nefsinin her isteğini yerine
ge-tirmesi, israf olarak yeter de artar bile. Bu bakımdan kişinin devamlı
olarak et yememesi en uygunudur. Nitekim Hz. Ali şöyle demiştir: 'Kırk gün et
yemeyenin ahlâkı ve çehresi kötüleşir (bozulur); kırk gün üst üste et yemeye
devam edenin de kalbi katılaşır!'
'Et, devamlı yiyenlerde tıpkı şarap gibi alışkanlık yapar' denilmiştir. Aç
olduğu halde helâliyle cinsî münâsebette bulunmak isteyen kimsenin, her iki
(yeme ve cinsî münâsebette bulunma) isteğini de yerine getirmek suretiyle
nefsini takviye etmesi doğru değildir; çünkü nefis, çoğu zaman daha fazla cinsî
ilişkide bulunmak için yemeyi arzulamaktadır! Tok olarak uyumamak müstehabdır.
Böyle yapıldığı takdirde iki gaflet bir araya getirilmiş olur. Dolayısıyla
insan gevşekliğe alışır ve kalbi de bundan dolayı katılaşır. O halde karnı tok
olan kimse ya namaz kılmalı veya oturup Allah'ı anmalıdır; çünkü bu, nimetin
şükrünü eda etmeye en yakın olan durumdur. Bir hadîs-i şerifte şöyle
buyurulmuştur:
Yediklerinizi zikir yapmak ve namaz kılmakla eritiniz. Tok karnına da
uyumayınız ki kalbiniz katılaşmasın!41
Yemeği hazmetmek için en azından dört rek'at namaz kılmalı veya yüz tesbih
çekmeli ya da yemeğin akabinde Kur'an'dan bir cüz okumalıdır.
Süfyân es-Sevrî doyasıya yediği gün namaz üzerine namaz kılar ve vaktini
zikirle geçirirdi. Kendisi şöyle derdi: 'Siyah köleyi doyur ve sonra da
çalıştırmak sûretiyle yorgun düşür!' Başka bir zaman da şöyle demiştir:
'Merkebi doyur; arkasından da çalıştırmak sûretiyle yorgun düşür'.
Canı, yemekle birlikte güzel bir meyve isteyen kimse, ekmeği bırakıp onun
yerine canının çektiği meyveyi yemelidir ki o şey kendisine azık olsun, çerez
olmasın! Böylece de nefsi için âdet ile şehveti biraraya getirmemiş olur.
Sehl et-Tüsterî, elinde ekmekle hurma bulunan İbn Sâlim'e42 şöyle demiştir:
'Önce hurmayı ye! Eğer bu, ihtiyacına kâfi gelirse ne âlâ! Aksi takdirde ondan
sonra ihtiyacın kadar ekmek yersin'.
Farklı iki yemeğe sahip olan kimse önce lezzetli olandan başlamalıdır; çünkü
lezzetli bir yemekten sonra gelen kaba bir yemek, artık iştahı çekmez. Kaba
yemeği önce yiyen kimse ise lezzetli yemeği açlıktan değil, lezzetinden dolayı
yer.
Bazı zâtlar arkadaşlarına şöyle derlerdi: "(Nefsin zaruri gıdadan başka
istediği şeyleri) yemeyiniz. Yeseniz bile aramayınız. Eğer ararsanız
sevmeyiniz. Ekmeğin bazı çeşitlerini aramak şehvettir".
İbn Ömer şöyle diyor: 'Irak'da bize ekmekten daha sevimli gelen bir meyve
yoktu'. Dikkat edilirse görülür ki İbn Ömer, ekmeği meyve yerine koymaktadır.
Kısacası nefsi, mübah şehvetlerde ve her durumda o şehvetlerin peşinde gitmek
hususunda ihmal etmeye yol (ruhsat) yoktur. Kul, şehvetinden ne kadarını elde
ederse, kıyamet gününde ona 'Sen zevkleri dünya hayatında yaşamış ve hayatını
onunla geçirmişsin' denilmesinden korkulur. Kişi âhiret zevklerinden ve
nimetlerinden, nefsiyle mücâhede edip şehvetleri terkettiği nisbette
yararlanır.
Basra ahalisinden bir zât şöyle buyurmuştur: 'Nefsim benden pirinç unundan
yapılmış ekmekle balık isteyip durmaktadır. Ben de onun bu isteğini yerine
getirmedim. Onun isteği şiddetlendikçe benim de mücâhedem şiddetlendi. Bu durum
tam yirmi senedir böyle devam ediyor'.
Bu zatın ölümünden sonra âriflerden biri onu rüyasında görür ve 'Allah Teâlâ
sana nasıl davrandı?' diye sorar. O da şöyle cevap verir: Allah Teâlâ'nm bana
ihsan etmiş olduğu nimet ve ikramları kelimelerle anlatamam. Fakat şu kadarını
söyleyeyim ki Allah Teâlâ bana ilk olarak pirinç ekmeği ile balık ikram ederek
şöyle buyurdu: "İşte bugün hesapsız ve sorgusuz olarak nefsinin dünya-daki
arzusunu yerine getir!"
Yeyin, için! Afiyet olsun! (Dünyadaki) geçmiş günlerde yaptığınız sâlih
amellere karşılık olarak...
(Hâkka/24)
Zira onlar dünyada iken şehvetleri terketmişlerdi. Bu sırra binaendir ki Ebu
Süleyman Dârânî şöyle demiştir: 'Şehvetlerden birini terketmek, kalp için bir
sene oruç tutup ibâdet etmekten daha yararlıdır'. Allah Teâlâ bizi kendisini
razı edecek ameller işlemeye muvaffak eylesin!
31) Ahmed, Ebu Nuaym
32)Irâkî tarafından aslına rastlanılmamıştır.
33)Beyhakî, Şitab 'ul-İman
34) Bu hadîsi 'Hz. Peygamber'in fiili olarak' görmüş değilim. Ancak Hz.
Peygamber'in sözüdür. (Buhârî, Ebu Said'den), [Irâkî
35) Irâkî tarafından aslına rastlanılmamıştır
36) İbn Adiy, Kâmil
37)İbn Hibban
38)Deylemî
39) Bu zat Bağdadlıdır ve Hicrî 348 senesinde Bağdad'da vefat etmiştir
40) Dimeşkli Osman'ın oğludur. Çoğu zaman aç kaldığından dolayı kendi-sine Cûî
mahlası verilmiştir.
41)İbn Sinnî, Taberânî
42)Ebu Hasan Ali b. Sâlim. Basralı olup Ebu Tâlib el-Mekkî'nin şeyhidir
*Yemeği Azaltan ve Şehvetleri Terkeden Bir Kimseye Ansızın Gelen Riya'nın Âfeti
Şehveti terkedenin kalbine iki büyük âfet girebilir ki ikisi de tehlike yönünden
her istediğini yemekten daha tehlikelidir.
Birinci Afet
O âfetlerin birincisi, nefsin bir kısım yemekleri terketmeye gücünün yetmemesi
ve iştahı onlara çekmesidir. Fakat buna rağmen canının bunları çektiğinin
bilinmesini istemez. Böylece şehvetini gizlemeye çalışır. İnsanların yanında
yemediklerini tenhada yer.
İşte gizli şirk budur. Âlimlerin birine bir zâhidin durumu soruldu. O âlim
sustu. Kendisine denildi ki:
-Onun bir kötülüğü olduğunu mu biliyorsun?
-Cemaatle beraber yemediğini tek başına kaldığında yemektedir.
Bu ise büyük bir âfettir. Aksine kulun yapması gereken şey, yemeden
vazgeçemediği ve yemeklere duyduğu arzuyu, müptelâ olduğu ve şehvetlerin
sevgisinde bulunduğu zaman açığa vurmaktır. Çünkü böyle yapması durumunun
doğruluğunu gösterir. Bu ise amellerle yapılan mücâhedelerin karşılığıdır.
Çünkü kusurunu gizleyip, olgun olduğunu göstermek, katmerli iki noksanlıktır;
gizlemekle beraber iki defa yalan söylemektir. Bu bakımdan böyle olan bir kimse
iki azaba müstehak olur ve Allah böyle bir kimseden ancak iki sadık tevbe
yaparsa razı olur. Bu sırra binaen Allah Teâlâ, münâfıkların hakkında şiddet
göstererek şöyle buyurmuştur:
Muhakkak ki münâfıklar cehennemin en aşağı tabakasındadırlar.(Nisâ/145)
Çünkü kâfir, küfredip küfrünü açıklar. Münâfık ise kâfir olduğu halde küfrünü
gizler. Küfrünü gizlemesi de ikinci bir küfürdür. Çünkü böyle yapan bir
münâfık, Allah'ın, kendisinin kalbini bildiğini hafife almakta, insanların
kendisini bilmesini ise büyütmektedir. İşte bunun için küfrünü gizler. Ârif
kimseler ise şehvetlere, hatta günahlara müptelâ olurlar. Fakat riya, hile ve
kusurlarını gizlemeye müptelâ olmazlar. Hatta ârifin kemâli, Allah için
şehvetleri terketmek ve içinden şehvete taraftar olması keyfiyetini
açıklamaktır. Bunu da halkın kalbinden mertebesini düşürmek için yapmalıdır.
Çünkü selef-i sâlihînden biri, yiyecekleri satın alır ve evine asardı. Oysa
kendisi onları yeme iştiyâkını öldürmüştü. O halde, bunları satın alıp asmaktan
gayesi, halini gizlemektir ki gafillerin kalbi kendisinden uzaklaşsın, gafiller
hal-lerini bozmasınlar. Zâhidliğin son noktası, zâhidlikte zâhid olmak, onun
zıddını göstermek sûretiyle bunu başarmaktır. Böyle yapmak, sıddîkların
amelidir. Çünkü böyle yapmak, iki doğruyu bir araya getirmek demektir. Nitekim
daha öncekinin, iki yalanı bir araya getirmek olduğu gibi... Bu kimse, nefsine
iki ağır yük yüklemiş, nefsine sabrın acısını iki defa; arzu ettiği şeyden
nefsini alıkoyarak ve nefsinin hoşuna giden gösterişten uzak durarak
tattırmıştır. Şüphe yok ki sabrettiklerinden dolayı onlara iki defa ecir
verilir. Bu, kendisine verilen sadakayı açıkça alıp ve gizlice o sadakayı geri
götürüp verene iade eden ve açıkça almak sûretiyle nefsini zilletle, gizlice
geri vermek sûretiyle de nefsini fakirlikle kıran kimselerin yoludur.
Bunu yapamayan hiç olmazsa yemeklere duyduğu arzuyu ve eksikliğini açığa vurmak
ve bu hususta doğru hareket etmek fırsatını kaçırmasın. Şeytanın 'Sen eğer bunu
açığa vurursan başkası da sana uyar. Bu bakımdan başkasının ıslahı için bu
durumunu gizli tut!' demesine sakın aldanmasın. Çünkü kendi nefsinin ıslahı,
başkasının ıslahından daha önemlidir. Bu bahane ise katıksız riyadır. Şeytan
onu bu riyaya başkasının ıslahı kisvesi altında teşvik eder ve bu sırra binaen
de kusurunun açığa çıkması kendisine gayet ağır gelir. Her ne kadar kusurunu
bilen kimsenin, fiiline uyulacak bir kimse olmadığını veya kendisinin bunları
terketmesine inanmasından dolayı aksini görse de, ürkmeyeceğini bilse de yine
durum değişmez!
İkinci Âfet
Şehvetleri terketmeye gücü yetmesine rağmen bunları terkettiğinin bilinmesine
sevinir. Böylece şehvetlerden çekinmekle şöhret bulur. Böyle kimse zayıf bir
şehvet olan yemek şehvetine engel olabilir, fakat daha şerli olan rütbe
şehvetine boyun eğer. Gizli şehvet ise, zaten bu ikincisidir. Ne zaman kişi,
böyle bir şehvete taraftar olduğunu hissederse, bu şehveti kırmak, yemek
şehvetini kırmaktan daha önemlidir. Bu bakımdan yemesi daha evlâdır.
Ebu Süleyman Dârânî şöyle demiştir: 'Sana hoşuna giden bir yemek ikram edildiği
zaman -sen de onu daha önce terketmişsen-ondan az bir şey al! Fakat nefsine son
derecesine kadar arzusunu verme. Böyle yaptığın takdirde, nefsinin arzusunu
gidermiş olursun ve aynı zamanda onun arzusunu tam olarak kendisine
vermediğinden dolayı onu perişan etmiş olursun'.
Câfer-i Sâdık (r.a) şöyle demiştir: 'Bana bir yemek hediye edildiği zaman
nefsime bakarım. Eğer arzu duyarsa o takdim edilen şeyden ona yediririm ve
yedirmek onu menetmekten daha üstündür. Eğer arzusunu gizlerse, o takdim edilen
şeyden çekindiğini belirtirse, ona vermemek sûretiyle cezalandırırım ve ona
yedirmem'.
İşte bu yol, bu gizli şehvetten dolayı nefsin cezalandırılma yoludur. Kısacası,
yemek şehvetini terkedip de riyâ şehvetine düşen kimse, akrepten kaçarak yılana
sarılan kimse gibidir; çünkü riyânın şehveti, yemeğin şehvetinden çok daha
zararlıdır. Tevfîk ve hidayet Allah'tandır!