ADAB-U TİLAVET'İL KUR'AN
İmamı Gazali
Giriş
Kuran okumanın adabı Kuranı Kerim Rahmân ve Rahîm olan Allah'ın adı ile başlarız. Hamd Allah'a mahsustur. O, Allah ki, kullarına, peygamber gönderip Kitab'ı indirmiştir. O kitâb ki hakkında 'Ona ne önünden, ne ardından (hiçbir suretle) bâtıl yaklaşamaz, o herkes tarafından öğülen ve hikmet sâhibi olan Allah tarafından indirilmedir' (Fussılet/42) ayeti vârid olmuştur.
Öyle ki; ondaki kıssa ve haberler sayesinde düşünenler için ibret yolu oldukça genişlemiştir. Yine o kitabda tafsilatıyla beyân edilen ahkâm sayesinde dosdoğru yolda nasıl gidileceği, herkese bâriz bir şekilde görünmüştür. O kitâb, helâl ile harâmı ayırdı. Bu bakımdan o kitâb, ziyâ ve nurdur. O kitabın sayesinde insanoğlu gururundan kurtulur. O kitabda kalb(in mânevî) hastalıklarının şifası vardır. O kitaba muhalefet eden herhangi bir kaynaktan ilim arayanları, Allah Teâlâ dalâlete götürür. O kitâb Allah'ın kopmaz ipidir, apaçık nurdur. En sağlam kulpu ve insanı hedefine yetiştirici en sağlam tutanağıdır. O kitâb, azı çoğu, küçüğü büyüğü, kısacası bütün hakikati kendinde toplayan bir kitabdır. O kitabın içindeki hikmetler bitmez ve tükenmez...
Onun beşer takatinin üstündeki beyanâtı sonsuzdur. İlim sahipleri yanında onun faydaları hudutsuzdur. Kur'ân çok okumakla eskimez. Öncekileri ve sonrakileri irşâd eden o kitabdır. Cinler o kitabı dinledikten sonra hemen kavimlerini Allah'ın azabından korkutmak gayesiyle döndüler ve 'dediler ki: Biz çok hoş bir Kur'ân dinledik. Hidayete erdiriyor. Biz de ona imân ettik. Bundan böyle Rabbimize asla hiç kimseyi ortak koşmayacağız' (Cin/1-2). Öyle ise, o kitaba iman eden bir kimse muvaffak olmuştur. Onunla söyleyen, doğru söylemiştir. Ona yapışan, hidayete ermiştir. Onunla amel eden, zaferi elde etmiştir.
Nitekim Allah Teâlâ Kur'an-ı Kerîm'de o kitâb hakkında şöyle buyurmaktadır: 'Hiç kuşkusuz Kur'an'ı biz indirdik ve muhakkak ki onu biz koruyacağız'. (Hicr/
Kalplerde ve mushaflarda korunmasının sebeplerinden birisi de, devamlı okumak, âdabı ve şartlarına riayet ederek tedkîkine devam etmek, ondaki zahirî adabı ve bâtınî amelleri muhafaza etmektir. Bunun beyan ve tefsiri gerekir. Maksad ve hedefleri dört bölümde toplanmıştır.
Birinci Bölüm: Kur'ân ve Kur'ân Ehli'nin Fazileti, Gafletle Kur'ân Okuyanların Kötülenmesi
İkinci Bölüm: Kur'ân Okumanın Zâhirî Adabı
Üçüncü Bölüm: Kur'ân Okunurken Riayet Edilmesi Gereken Bâtınî Ameller
Dördüncü Bölüm: Kur'an'ın Anlaşılması, Şahsî Görüşle (Rey'le) ve Başka Yollarla Tefsir Edilmesi
Gafletle Kur'an Okuyanların Zemmi
Enes b. Malik (ra) şöyle der: 'Kur'an okuyan çok kimseler vardır ki Kur'an onlara lanet eder'.
Meysere el-Eşcâi şöyle demiştir: 'Asıl garip olan, fâcirin ezberindeki Kur'an'dır'.
Ebû Süleyman ed-Dârânî der ki: 'Zebaniler, putperestlerden önce (veya putperesti tutmasından daha şiddetli) Allah'a isyan eden Kur'an okuyucularını tutup azaba çekerler!'
Bazı alimler de şöyle demiştir: Ademoğlu Kur'an'ı okuduktan sonra günah ile karışık hareketlerde bulunursa, sonra dönüp yine de Kur'an'ı okursa, kendisine (Allah tarafından) denilir ki: 'Sen nerede, benim kelamım nerede?'
İbn Rimah (Ümeyr b. Me'mun) şöyle buyurmuştur: Kur'an'ı ezberlediğim için (korkudan) nedâmet getirdim. Çünkü bana şöyle bir haber gelmiştir: 'Kür'an'ı hıfzedenler kıyâmet gününde peygamberler neden sorulursa aynı şeyden sorulurlar'.
İbn Mes'ud şöyle der: 'Kur'ân hafızına en uygun ve en yakışan hareket insanların uyuduğu zamanda geceyi uykusuz, insanların dünya meşgalelerine dalıp ifrat ettikleri zamanda da gününü uyanıklıkla geçirmektir. İnsanların sevinip eğlendiği zamanda üzülmek, insanların gülüp oynadıkları zamanda ağlamak, insanların dünya kelâmına dalıp gaflete düştükleri zamanda sükût edip düşünmek ve insanların onu bunu kandırmaya çalıştıkları zamanda da Allah'tan korkmaktır. Yine Kur'ân hafızına en yakışan hareket, yumuşaklıktır. Katı kalpli olmak, mücadeleci olmak, bağırıp çağırmak ve şiddetli olmaksa hiç de Kur'ân hâmiline yaraşmayan sıfatlardır'.
-Hadîsler-
Hz. Peygamber (sa) şöyle buyurmuştur: Bu ümmetin münafıklarının çoğu, Kurrâ (Kur'ân okuyucuları)dır.[79]
Kur'an seni yasaklardan alıkoyduğu müddetçe Kur'an'ı oku. (O zaman onu okumuş sayılırsın). Eğer Kur'an, seni yasaklardan alıkoymazsa onu okumuş sayılmazsın.[80]
Kur'an'ın haram ilan ettiklerini helal bilen bir kimse, Kur'an'a iman etmemiştir.[81]
Seleften bir zat şöyle buyurmuştur: 'Kul, Kur'an'ın herhangi bir suresini açtığında, melekler onun üzerine, o sureyi bitirinceye kadar salavat-ı şerife getirirler. Başka bir kul da Kur'an'ın herhangi bir suresini açıp okur, onu bitirinceye kadar melekler kendisine lanet ederler. Bu söz üzerine o kimseye soruldu: 'Bu nasıl olur?'. Şöyle cevap verdi: 'Kişi, Kur'an'ın helâl ilân ettiklerini helâl; ve haram ilân ettiklerini de haram olarak bildiği zaman, melekler onun üzerine salâvat getirirler. Aksi takdirde de lânet ederler'.
Bir âlim şöyle buyurmuştur: "Kul, Kur'an'ı okur ve bilmediği halde kendi kendisine lanet eder. Şöyle ki: İyi bilin ki Allah'ın laneti zâlimlerin üzerinedir' der; oysa kendisi zâlimdir. 'İyi bilin ki Allah'ın laneti yalancıların üzerinedir' der; oysa kendisi yalancılardandır".
Hasan Basrî (ra) şöyle der: 'Siz Kur'an'ın okunmasını konaklar edinmişsiniz, geceyi de deve... O deveye biner, onunla konakları geçersiniz. Oysa, sizden öncekiler Kur'an'ı Rablerinden risaleler ve fermanlar olarak görürlerdi. Geceleyin sabahlara kadar Kur'an'ı düşünür ve gündüzleyin onun ahkâmını uygularlardı'.
İbn Mes'ud (ra) da şöyle demiştir: 'Kur'an insanlara onunla amel etmeleri için nazil oldu. İlk insanlar ise, Kur'an'ı amel etmek için okudular. Sizin herhangi biriniz ise, Kur'an'ı başından sonuna kadar okur, tek bir harfini dahi bırakmaz. Oysa onunla amel etmeyi tamamen terketmiştir'.
İbn Ömer ve Cündüb'ün hadisinde şöyle vârid olmuştur: 'Biz uzun bir zaman yaşadık. Bizden herhangi biri Kur'an'dan önce imanı elde ederdi. Muhammed Mustafa'ya (sa) Kur'an'dan bir sure nâzil oluyordu. Biz onun helâlini, haramını, emrini, yasağını ve onun neresinde durmak gerekiyorsa onu öğreniyorduk. Sonra bazı kişileri gördük ki, onlar imandan evvel Kur'an'ı elde ederler. Kitabın başlangıcından sonuna kadar okuduğu halde hangi ayet kendisine emretmektedir, hangi ayet kendisini sakındırmakdadır, bilmediği gibi, nerede duracağını da bilmez. Âdeta çürük hurmaları savurduğu gibi, ayetleri savurup geçer'.[82]
Tevrat'ta, şöyle vârid olmuştur: Ey kulum! Benden utanmaz mısın? Bazı arkadaşlarından sana bir mektup geldiğinde, yolda yürüdüğün halde, yolun bir kenarına çekilip, o mektubu okumak için oturup, onu harf be harf tetkik edip bir noktasını dahi gözden kaçırmazsın. İşte bu benim kitabımdır, sana indirdim. Dikkat et ki o kitapta senin için ne kadar hüküm beyan etmişim ve orada enine boyuna düşünmen için nice ahkâmı senin için tekrarlamışım! Bütün bunlardan sonra yine de sen o kitaptan yüz çeviriyorsun. Acaba ben birtakım arkadaşlarından senin yanında daha mı kıymetsizim ki, böyle yapıyorsun? Ey kulum! Senin bazı arkadaşların yanında oturduğu zaman, bütün varlığınla ona dönersin. Bütün kalbinle onun konuşmasını dinlersin. Eğer o konuşurken başka birisi konuşmak ister veya onun konuşmasından seni meşgul eden herhangi bir engel çıkarırsa, derhal o ikinci konuşmacıya işaret ederek onun susmasını istersin. Dikkat et! İşte ben sana yönelmiş, seninle konuşuyorum. Oysa sen kalbinle benden uzaklaşıyorsun. Acaba beni bazı arkadaşlarından daha mı ehven telakki ediyorsun?
Kur'an'dan Okunacak Miktar
Kuran Kuran nasıl okunur Kurandan ne kadar okunmalı Kur'ân okuyucularının uzun veya kısa okumak hususunda çeşitli âdetleri vardır; Kur'ân okuyucularından bazıları bir gün, bir gecede Kur'an'ı bir defa, bazıları iki defa, hatta bazıları üç defa hatmetmeye kadar ileri götürürler.
Bazı Kur'ân okuyucuları da ayda bir defa hatmederler. Fakat takdirleri hususunda başvurulan en sağlam kaynak Hz.
Peygamberin (s.a) şu hadîsi şerifidir: Kim üç günden az bir müddette Kur'an'ı okuyup hatmederse o Kur'an'ın mânâsını anlamamıştır.16
Bunun hikmeti şudur: Çünkü üç günden az bir müddette Kur'an'ı hatmetmek hevesine kapılmak, tertil (kelimelerin üzerine basa basa, harflerin hakkını vere vere okumak) ile okumaya mânidir. Aynı mânânın Hz. Aişe'den de vârid olduğunu görmekteyiz.
Şöyle ki: Âişe validemiz (r.a), Kur'an'ı çarçabuk kelimeleri birbirine bitiştirmek suretiyle okuyan birisini dinlediği zaman 'Bu adamcağız, ne Kur'ân okuyor, ne de susuyor' buyurmuştur.
Hz. Peygamber (s.a) Amr'ın oğlu Abdullah'a haftada bir defa Kur'an'ı hatmetmesini emretmiştir.17
Ashabdan bir cemaat de aynen bu şekilde haftada bir defa Kur'an'ı hatmederdi. Osman b. Affan, Zeyd b. Sâbit, İbn Mes'ud ve Ubey b. Ka'b bu gruba dahil olan zatlardır. Bu bakımdan Kur'an'ı hatmetmekte dört derece vardır: A) Yirmidört saatte bir defa hatmetmek ki âlimlerden bir grup bunu kerih görmüşlerdir. B) Ayda bir defa hatmetmek ki, her günde bir cüz okumak suretiyle yapılır. Bu şekilde okumak ise, müddetin uzunluğu hususunda mübalâğa etmektir. Nitekim birincisinin de müddeti kısalığı ve Kur'an'ı çok okumak hususunda mübalâğalı olduğugibi. Bu iki derecenin arasında iki mutedil derece vardır. C) Haftada bir defa hatmetmek. D) Haftada iki defa hatmetmek. Bu durumda bir hatim üç güne yakın bir müddette yapılmış olur. En sevimlisi, geceleyin ayrı hatim, gündüzleyin de ayrı hatimdir. Gündüz okunan hatmin pazartesi günlerinin sabah namazında bitirilmesi, gece okunan hatminde Cuma gecesinin akşam namazının iki rek'at sünnetinin içinde veya ondan sonra bitirilmesi daha evlâ ve daha uygundur ki bu şekilde günün evveliyle gecenin evvelini Kur'ân hatmetmekle karşılamış olsun.Zira Allah'ın melekleri eğer Kur'an'ı akşamleyin hatmederse sabaha kadar, eğer sabahleyin hatmederse akşama kadar onun için salât ü selâm okurlar.
Bu bakımdan hatmin bereketi böylece bütün gece ve gündüzleri kapsamış olur.
Kur'ân'dan okunacak miktar hakkındaki tafsilâta gelince, eğer kişi âhiret amellerinin yolcusu bulunan âbidlerden ise, haftada en az iki hatim yapmalıdır. Eğer kalbî amellerin ve düşünce çeşitlerinin yolcularından veya ilmi neşretmekle meşgul olanlardansa, o zaman haftada bir hatim okumakla yetinmesinde beis yoktur. Eğer Kur'an'ın mânâlarına fikren nüfuz eden bir kimseyse, o zaman çokça ayetleri tekrar ettiğinden ve düşündüğünden ötürü ayda bir defa Kur'an'ı hatmetmesi kâfidir.
16)Sünen sahipleri, (Abdullah b. Amr'dan) 17)Müslim ve Buharî, (Abdullah b. Amr'dan
Kur'an'ı Açıktan Okumak
Kuran Kuran okuma Hiç kuşkusuz kişi, Kur'ân okurken en azından kendisi duyacak kadar sesli okumalıdır. Çünkü okumak, harfleri biri diğerinden ayırdedilecek bir sesin kesişmesinden ibarettir. Bu nedenle ses lâzımdır. Sesin en azı da kendisinin duyacağı kadardır. Eğer kişi kendi duyacak kadar bile sesli okumazsa, o vakit namazı sahih değildir. Başkasına duyuracak derecede sesli okumaya gelince, bir yönden güzel, diğer bir yönden de mekruhtur. Kur'an'ı başkasına duyurmayacak derecede gizli okumanın güzel olduğuna şu hadîs-i şerif delâlet eder:
Gizli okuyuşun alenî okuyuştan üstünlüğü, gizli sadakanın açıkça verilen sadakadan üstünlüğü gibidir.24 Hadîsin diğer bir rivayeti şöyledir: Kur'an'ı açıkça okuyan, sadakayı açıkça veren gibidir. Kur'an'ı gizlice okuyan ise, sadakasını gizlice veren gibidir. Gizlice yapılan amelin açıkça yapılan amelden yetmiş derece üstünlüğü vardır'.25
Bu hadîs gibi, Rasûlullah'ın şu hadîsi de gizli okumanın müstehab olduğunu isbatlayıcı delillerdendir:
Rızkın en hayırlısı, insana yetenidir. Zikrin de en hayırlısı gizlice yapılanıdır.26 Akşam ile yatsı arasında sizden bâzıları diğerlerine duyuracak derecede Kur'ân'ı sesli okumasın.27 Said b. Müseyyeb, bir gece Rasûlullah'ın mescidinde namazda açıktan Kur'ân okuyan Ömer b. Abdülâziz'i ki sesi çok da güzeldi dinledi. Said b. Müseyyeb hizmetkârına dedi ki: 'Şu namaz kılan adama git, sesini biraz kısmasını söyle'. Hizmetçinin 'Mescid bizim değil ki? Onun da orada hakkı var' demesi üzerine, Said sesini yükselterek şöyle bağırdı: 'Ey namaz kılan! Eğer namazınla Allah'ın rızasını murâd ediyorsan sesini biraz alçalt, yok eğer namazınla insanların dikkatini çekmek) istiyorsan; bilmiş ol ki, insanların Allah katında sana ne zerre kadar yararları, ne de zararları vardır'. Bunun üzerine Ömer b. Abdülaziz sustu. Kıldığı rek'atı çarçabuk bitirdi. Selâm verir vermez nalınlarını alıp oradan çıkıp gitti. Halbuki kendisi o dönemde Medine'nin valisi idi.
Kur'an'ı açıktan okumanın müstehab olduğuna şu hadîsi şerif delâlet etmektedir: Hz. Peygamber (s.a), geceleyin namazlarında sesli olarak Kur'ân okuyan sahâbîlerin bir cemaatini dinleyip onların bu hareketlerini tasvip etmiştir. Çünkü kendisi daha önce şöyle buyurmuştur:
Herhangi biriniz geceleyin kalkıp namaz kıldığı zaman, sesli okusun. Çünkü melekler ve evin içinde bulunan cinnîler okumasını dinlerler ve onun namazıyla namaz kılarlar.28
Hz. Peygamber (s.a), Kur'ân okumak hususunda çeşitli hâllerde bulunan üç sahabînin yanından geçti: Hz. Ebubekir Sıddîk'ın yanından geçti, baktı ki gizli okuyor. Kendisinden gizli okuyuşunun hikmetini sorunca Hz. Ebubekir şu cevabı verdi: 'O zât ki, ona münâcâatta bulunuyorum, (gizli de okusam) işitir, Hz. Ömer'in yanından geçti. Baktı ki o da sesli okumaktadır. Hz. Ömer'den sesli okumasının hikmetini sorunca şu cevabı aldı: 'Sesli okumakla uykulu bedenimi uyandırıyorum ve şeytanı da uzaklaştırıyorum'. Bilâl-i Habeşî'nin yanından geçti. Baktı ki Bilâl şu sûreden bir ayet, öbür sûreden başka bir ayet okumak suretiyle devam ediyor. Hz. Peygamber (s.a), Bilâl'den bu çeşit okumanın hikmetinin ne olduğunu sorunca Bilâl şu cevabı verdi: 'Güzel kokuyu güzel kokuya karıştırıyorum'. Bu manzara karşısında iki ci-han serveri (s.a) şöyle buyurmuştur:Hepiniz güzel yaptınız ve isabet ettiniz!29
Bu bakımdan şu geçen hadîslerin telifi (aralarındaki zahirî tezâdm kaldırılması) şöyledir: Gizlice okumak riya ve gösterişten daha uzak olduğu için, riya ve gösterişten korkan bir kimse için gizli okumak daha efdaldir. Eğer kişi riya ve gösterişten korkmuyor, sesli okuyuşuyla da başka birisini namazında şaşırtmıyorsa onun için sesli okumak daha efdaldir.
Çünkü sesli okumakta daha fazla külfet vardır. Bir de sesli okumanın faydası sadece okuyana münhasır değildir. Sadece yapana inhisar etmeyen ve başkasına da faydalı olan hayrın, daha üstün olduğu açık bir hakikattir. Bir de sesli okumak, okuyucunun kalbini uyandırır, onu Kur'an'ı düşünmeye daha fazla sevkeder. Kulağını başka şeyleri dinlemekten men edip sadece Kur'ân ile meşgul olmasını temin eder. Aynı zamanda sesli okunuşla uyku-nun kaçtığı da bir hakikattir. Sesli okuyuş, insanı daha fazla okumaya teşvik ettiği gibi tembelliği de önler. Bir de sesli okuyuş uykuda olan birisinin uyanmasına vesile olabilir ve böylece o uyanan kişinin de geceyi ihyâ etmesine sebep olur. Bir de sesli okuyan adamı, tembel ve gafil bir kimse görüp gayrete gelebilir. Allah Teâlâ'nın hizmetine aşk ile sarılmaya teşvik edilir. Bu bakımdan kişide bu saydığımız niyetlerden birşey varsa sesli okumak onuniçin daha iyi ve efdâldir. Eğer bütün bu niyetler kişide varsa o zaman sesli okumaktan dolayı sevabı kat kat olur. Çünkü niyetlerin çokluğu ile iyilerin amelleri gelişir ve ecirler kat kat olur. Eğer tek bir amelde on niyet varsa, aynı amelde on ecir var demektir. İşte bunun için deriz ki, mushaflardan Kur'ân okumak ezbere oku-maktan daha efdâldir. Zira mushaftan okumakta mushafa bak-mak ameli de vardır. Mushafm yüzünden okurken ayetlerin mâ-nâsını daha iyi düşünmek, cümleleri daha güzelce tesbit etmek imkânları da mevcuttur. Bütün bu sebeplerden dolayı ecir de artar.
Denilmiştir ki: 'Kur'an'ın yüzünden okunan bir hatm-i şerîf, ezberden okunan yedi hatm-i şerife bedeldir. Çünkü Kur'an'a bakmak da ibadettir'. Hz. Osman (r.a), Kur'an'ı yüzünden çokça okuduğu için, iki mushaf eskitmiştir. Sahabe-i kiram'ın birçoğu ezberden değil, yüzünden Kur'ân okuyordu. Kur'an'ın sahifelerine bakmadıkları günleri iyi gün olarak saymazlardı. Mısır fakihlerinden bazıları, seher zamanında İmam Şafiî'nin huzuruna girdiler. Önündeki Kur'an'ı açık ve yüzünden okuduğunu gördüklerinde İmam Şafiî şöyle buyurmuştur: 'Fıkıh sizi Kur'ân okumaktan meşgul etmektedir. Bense yatsı namazını kıldıktan sonra mushafı önüme açar,sabahnamazına kadarkapatmam'.
23) Ebû Mensur el-Muzaffer b. Hüseyin el-Ercânî ve Ebubekir b. Dehhâk 24) Ebû Dâvûd, Nesâî, Tirmizî 25) Beyhâkî, Şuab'ul-îman, (Hz. Aişe'den 26) Ahmed b. Hanbel ve İbn Hibban, (Sa'd b. Ebî Vakkas'dan) 27) Ebû Dâvûd 28) Müslim ve Buharî, (Hz. Aişe'den bir benzeri); Bezzaz ve Makdisî, (Muaz b. Cebel'den hadîsin son bölümünü). Ebû Şu'ca'ya göre, hadis münker dır. 29) Namaz bölümünde geçmişti
Kur'an'ı Güzel Sesle Okumak
Kuran Kuran okumak Kuranı güzel okumak Kur'an'ın nazmını bozacak derecede aşırıya gitmeksizin sesi yükseltip ahenkli bir şekilde tertil ile güzelce okumak, sünnet-i seniyyedir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: Kur'an'ı seslerinizle süsleyiniz.30 Başka bir hadîs: 'Allah Teâlâ güzel sesle Kur'ân okumaya müsaade ettiği gibi, hiçbir şeye müsaade etmiş değildir'.31 Başka bir hadîs: Kur'ânı! gereği gibi teganni ile okumayan bir kimse bizden değildir. Bazıları 'Buradaki teganni, istiğna mânâsındadır' demişler, bazıları da 'Burada teganni ile terennüm (sesin kıvraklığı) kastedilmiştir' demişlerdir. Bu son yorum lûgat ehlinin nezdinde gerçeğe daha yakındır. Hz. Peygamber (s.a) bir gece Âişe validemizi bekliyordu. Fakat Âişe hazretleri geç geldiler. Rasûlullah Hz. Âişe'ye 'Seni geciktiren nedir?' diye sorunca, Hz. Âişe 'Ey Allah'ın Rasûlü! Ben bir kişinin okuyuşunu dinliyordum ki, ondan daha güzelini işitmedim'. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a) kalktı, gidip o kişiyi uzun uzun dinledi ve sonra dönüp gelerek şöyle dedi:
Bu okuyan kişi Ebû Huzeyfe'nin âzâdlısı Sâlim'dir. Ümmetimden Sâlim gibilerini çıkaran Allah'a hamdede-rim.32 Yine Hz. Peygamber (s.a), bir gece beraberinde Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer olduğu halde Abdullah b. Mes'ud'u dinledi. Abdullah b. Mes'ud'u dinlerken uzun uzun durup beklediler. Sonra Rasûlullah (s.a) şöyle buyurdu:
Kim Kur'an'ı indiği gibi ter u taze bir şekilde okumak istiyorsa İbn Ümmi Abd'in kıraatiyle okusun.33
Hz. Peygamber (s.a) bir ara İbn Mes'ud'a şöyle demiştir: -Bana Kur'ân oku. -Ey Allah'ın Rasûlü! Ben mi sana Kur'ân okuyacağım? Halbuki Kur'ân sana inmiştir? -Ben, Kur'an'ı başkasından dinlemeyi severim. Bunun üzerine İbn Mes'ud Kur'ân okudu, Rasûlullah'm gözlerinden yaşlar akmaya başladı.34 Hz. Peygamber (s.a) bir ara Ebû Musa el- Eş'arî'yi dinledikten sonra şöyle buyurmuştur: 'Suna Âl-i Davud'un mizmarlarından verilmiş...'35 Rasûlullah'ın bu sitayişini işiten Ebû Musa dedi ki: 'Ey Allah'ın Rasülü! Eğer senin dinlediğini bilseydim daha güzel okurdum'. Meşhur kurrâ Heysem b. Hamid el-Gassânî, Resulûllah'ı rüyasında görür. Allah Rasûlü (s.a) ona 'Kur'an'ı sesiyle süsleyen Heysem sen misin?' der. 'Evet yâ Rasûlullah!' diye cevap verince, Hz. Peygamber şöyle buyurur: 'Allah Teâlâ, sana hayırlar ihsan eylesin'. Rivayet olunduğuna göre, Hz. Peygamber'in ashabı bir araya geldikleri zaman, aralarından birisine Kur'ân'dan bir sûre okumayı emrederlerdi. Hz. Ömer, Ebû Musa el-Eş'arî'ye 'Rabbimizi bize hatırlat' der, bunun üzerine Ebû Musa, Hz. Ömer'in nezdinde Kur'ân okur. O kadar uzun okur ki, nerede ise, namazın vakti geçer. Bunun üzerine ashâbdan birisi 'Ey emîrel mü'minîn! Namaz, namaz' diye hatırlatır. Hz. Ömer'de 'Acaba biz namazda değil miyiz?' diye karşılık vererek Allah Teâlâ'nın şu ayetine işâret eder: Muhakkak ki, Allah'ı zikretmek daha büyüktür. (Ankebût/45) Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:
Allah Kitabı'ndan tek bir ayeti cân-ü gönülden dinleyen kimse için, o ayet kıyâmet gününde bir nur oluverir.36
Rivayete göre 'Bir ayeti dinleyen için on hasene yazılır7. Dinlemenin sevabı ne kadar büyürse, ona sebep olan okuyucu da o sevapta dinleyenle ortaktır. Ancak okuyucunun gayesi riya ve gösteriş ise, o zaman hüküm değişir.
30) Ebû Dâvûd, Nesâî, İbn Mâce, ibn Hibbân ve Hâkim, (Berrâ b. Âzibden) 31) Müslim ve Buharî, (Ebû Hüreyre'den) 32) İmam Ahmed, Nesâî, Tirmizî, İbn Mâce 33) Müslim ve Buharî 34) Müslim ve Buharî, (Ebû Musa'dan) 35) Nesâî, (Hz. Aişe'den) 36) İmam Ahmed, (Ebû Hüreyre'den)
Kur'an'ın Fazileti
Kuran Kuran ile ilgili hadisler Hadîsler Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: Kim Kur'an'ı okuduktan sonra herhangi bir kimsenin kendisine verilen nimetten daha üstün bir nimete sahip olduğunu düşünürse, muhakkak o, Allah Teâlâ'nın bü yüttüğü nimeti küçümsemiş olur.1
Hiçbir şefaatçı yoktur ki, Allah nezdinde mertebesi Kur'an'ın mertebesinden daha efdal ve üstün olsun. Ne peygamberlerin, ne melek ve ne de başkasının, (yani en büyük şefaatçı Kur'an'dır).2
Eğer Kur'ân bir deride bulunursa, ateş o deriyi yakmaz.3
Ümmetimin en üstün ibadeti, Kur'ân okumaktır.4
Allah Teâlâ, mahlûkunu yaratmazdan bin yıl önce, Tâhâ ve Yâsîn sûrelerini okudu, Melekler Allah Teâlâ'nın Kur'ân okuyuşunu dinlediklerinde dediler ki, cennet o ümmete olsun ki, bu okunan kelâm onun üzerine nâzil olacaktır. Cennet o göğüslere olsun ki, bunu yüklenecektir ve cennet o dillere olsun ki, bununla konuşacaktır.5
Ey ümmetim! Sizin en hayırlınız, Kur'an'ı öğrenen ve öğreteninizdir.
Allah Teâlâ bir hadîs-i kudsî'de şöyle buyurmaktadır: Kur'an'ı okumak, herhangi bir kimseyi bana yalvarmaktan ve benden ihtiyacını istemekten alıkoyuyorsa, o kimseye şükredenlerin en faziletli ve en yüce sevabını ihsan ederim.6
Üç zümre vardır. Onlar kıyâmet gününde simsiyah miskten meydâna gelmiş bir tepenin üzerinde otururlar. Kıyametin korkunç manzarası onları korkutmaz. Onlar şunlardır: a) Sadece Allah'ın cemâlini elde etmek ve onun rızâsını gözetmek gayesiyle Kur'ân okuyan kişi, b) Kendisinden râzı olan bir cemaate Kur'ân okuyarak cemaatle namaz kıldıran kişi... (Metinde, üçüncü zümreden bahsedilmemiştir).7
Kur'ân ehli, Allah'ın ehli ve havâss kullarıdır.
'Demir paslandığı gibi, kalpler paslanır' demesi üzerine Hz. Peygambere şöyle soruldu: 'Ey Allah'ın Rasûlü! O halde kalplerin cilâsı nedir?' Hz. Peygamber 'Kur'an'ı okumak ve ölümü hatırlamak' diye cevap verdi.9
Muhakkak ki, Allah Teâlâ, Kur'ân okuyucusunu, cariyesinin şarkısını dinleyen kimseden daha fazla dinler.10
Ashab'ın ve Alimlerin Sözleri Ebû Umâme el-Bâhilî şöyle buyurmuştur: 'Kur'an'ı okuyunuz. Sakın bu duvarlarda asılı bulunan mushaflar sizi aldatmasın. Çünkü Kur'an'a kap olan bir kalbi Allah Teâlâ azaba uğratmaz'. İbn Mes'ud (r.a) şöyle demiştir: 'İlmi istediğiniz zaman, Kur'an'ı inceleyiniz. Çünkü öncekilerin ve sonrakilerin ilmi Kur'an'dadır'.
Yine İbn Mes'ud (r.a) şöyle der: 'Kur'an'ı okuyunuz. Çünkü sizlere, Kur'an'ın her harfi için on sevab verilir. Dikkat ediniz! Ben 'Elif, lam, mim' bir harftir demiyorum. Elif ayrı, Lâm ayrı ve Mim de ayrı harflerdir'.
Yine İbn Mes'ud (r.a) şöyle demiştir: 'Herhangi birinizin kendi durumunu yoklamasına gerek yoktur. Eğer o kişi Kur'an'ı sever ve ona hayranlık duyarsa, bilmiş olsun ki Allah'ı ve Rasûlü'nü de se-ver. Eğer Kur'an'a buğzediyorsa, muhakkak Allah'a ve Rasûlü'ne de buğzediyor demektir'.
Amr b. el-As 'Kur'an'm her ayeti, cennetin bir derecesi ve evinizin de lambasıdır' demiştir.
Yine Amr b. el-Âs şöyle der: 'Kur'ân okuyan bir kimse, nübüv-veti kaburgalarının arasına koymuş demektir. Ancak şu kadar var ki; bu kimseye vahiy gelmez'.
Ebû Hüreyre (r.a) şöyle der: 'Herhangi bir evde Kur'ân oku-nursa, şeksiz ve şüphesiz o ev (mânen) aile efradı için genişler, hayrı çoğalır, oraya melekler dolar ve şeytanlar kaçar. O ev ki, içinde Kur'ân okunmaz, aile efradı üzerine daralır, hayrı azalır, melekler oradan çıkıp şeytanlar dolar'. Ahmed b. Hanbel (r.a) şöyle der: "Allah Teâlâ'yı rüyamda gördüm ve kendisine sordum: 'Ey Rabbim! Sana yakınlaşmak isteyenlerin, bu gayeye ulaşmaları için en iyi yol nedir?' Allah (cc) 'Yâ Ahmed! Kelâm'dır (Kur'an'dır)' dedi. 'Yârab! İster anlasın, ister anlamasın, her okuyan insan bu dereceye varır mı?' dedim. 'İster anlasın, ister anlamasın, varır' buyurdu".
Muhammed b. Ka'b el-Kurzî şöyle buyurmuştur: 'İnsanlar, kıyâmet gününde Allah Teâlâ'dan Kur'an'ı dinledikleri zaman, (öyle bir aşka gelirler ki) sanki Kur'an'ı hiç dinlememişlerdir'.
Fudayl b. İyâz şöyle der: 'Kur'ân ile amel edene en yakışan hareket, hiç kimseye hatta sultanlara ve rütbece onlardan daha küçük olan diğer idarecilere de muhtaç olup el açmamasıdır! Bu bakımdan Kur'ân hâmilinin insanlara muhtaç olmaması, aksine insanların ona muhtaç olması, ona daha uygun ve yaraşır bir harekettir'.
Yine Fudayl b. İyâz şöyle der: 'Kur'an'ın taşıyıcısı, İslâm bayrağının taşıyıcısıdır. Bu bakımdan ağır başlı olup oynayanlarla beraber oynamamalı ve unutanla beraber unutmamalı, gevezelik yapanlarla teşrik-i mesâi etmemelidir. Bütün bunları yüce Kur'an'm tazimine binaen yapmamalıdır'.
Süfyan es-Sevri (r.a) şöyle demiştir: 'Kişi Kur'an'ı okuduğu zaman, melek onun gözlerinin ortasından öper'.
Amr b. Meymûn (r.a) şöyle demiştir: Sabah namazını kıldığı zaman Kur'an'ı açıp yüz ayet okuyan bir kimseyi, bütün insan-ların yaptığı hayırlı amelleri yapmış bir kimse gibi, Allah Teâlâ yüceltir'.
Hâlid b. Ukbe Allah Rasûlü'ne (s.a) gelip, 'Ey Allah'ın Rasûlü! Bana Kur'ân oku!' diye teklifte bulununca, Hz. Peygamber şu ayeti okudu: 'Muhakkak ki Allah adaleti, ihsanı ve akrabaya vermeyi emrediyor' (Nahl/90). Bunun üzerine Hâlid, Rasûlullah'a 'Ne olur, aynı ayeti tekrar et' diye yalvarınca, o da aynı ayeti yeniden okudu.
Hâlid 'Allah'a yemin ederim ki Kur'an'ın halâveti vardır. Kur'an'ın üzerinde pırıl pırıl parlayan bir nur vardır. Onun altı yapraklı, üstü ise meyve vericidir. Beşer böyle bir sözü asla söyleyemez'.11
Hasan Basrî (r.a) şöyle demiştir: 'Allah'a yemin ederim, Kur'ân dan daha üstün bir zenginlik olmadığı gibi, ondan mahrum olmaktan da daha fakirlik yoktur3.
fudayl b. Iyaz şöyle der: 'Haşr sûresinin son ayetlerini sabahladığında okuyup aynı günde ölen bir kimsenin defteri, şehidler defterinin mührü ile mühürlenir. Akşamleyin aynı sûrenin son ayetlerini okuyup o gecede ölen bir kimsenin de defteri şehidlerin defterlerini sonuçlandıran mühürle mühürlenir'.
Kasım b. Abdurrahman şöyle der: Abidlerden birine dedim ki 'Senin oturduğun bu halvethanede kendisiyle arkadaşlık edeceğin kimse yok herhâlde'. Bunun üzerine elini mushafa uzatıp dizlerinin üzerine koydu ve dedi ki: 'İşte arkadaşım budur'.
Hz. Ali şöyle demiştir: 'Üç şey vardır ki, insanın zekâsına kuvvet verir ve balgamı söker: a) Misvak kullanmak, b) Oruç tutmak, c) Kur'ân okumak'.
1) Taberânî, (Abdullah b. Amr'dan zayıf bir senedle) 2) Abdülmelik b. Habib ve 3) Taberânî ve İbn Hibban 4) Ebû Nuaym, (Nu'man b. Beşir'den zayıf bir senedle) 5) Dârimî, (Ebû Hüreyre'den zayıf bir senedle) 6) Buharî, (Hz. Osman'dan) 7) Tirmizî, (Ebû Said'den) 8) Nesâî, İbn Mâce ve Hâkim, (Enes'ten hasen bir senedle) 9) Beyhâkî, {zayıf bir senedle İbn Ömer'den) 10) İbn Mâce, İbn Hibban ve Hâkim, (Fudale b. Ubeyd'den) 11)İbn Abdilberr, İstiâb; Beyhakî, Şuab'ul-İman
Kur'an'ın Kısım Kısım Okunması
Kuran Kuran nasıl okunur Kuranı okuma usulu Hizbe (bölüme) ayırmalıdır. Çünkü ashâb (r.a), Kur'an'ı hiziplere ayırmıştır. Haftada bir hatim indiren bir kimseye gelince, Kur'an'ı yedi kısma ayırmalıdır.
Rivayet ediliyor ki, Hz. Osman (r.a) Cuma gecesi Bakara sûresinden başlayarak, Mâide sûresinin sonuna kadar okuyordu. Cumartesi gecesi En'am sûresinden Hûd sûresine kadar okuyordu. Pazar gecesi Yûsuf sûresinden Meryem süresine kadar okuyordu. Cumartesi gecesi Taha sûresinden Hz. Musa ile Firavun'dan bahseden Kasas sûresine kadar okuyordu. Çarşamba gecesi Zümer sûresinden,Rahmân sûresine kadar okuyup,Kur'an'ı hatmediyordu.
İbn Mes'ud ise, Hz. Osman'ın tertibinden başka bir tertib üzere Kur'an'ı taksim ederek her gecede bir kısmınıokumaktaydı. Denildi ki, Kur'anın hizibleri yedidir:
Birinci hizib, üç sûreden, İkinci hizib, beş sûreden, Üçüncü hizib, yedi sûreden, Dördüncü hizib, dokuz sûreden, Beşinci hizib, onbir sûreden, Altıncı hizib, onüç sûreden oluşmaktadır, Yedinci hizib ise, Kaf süresinden sonuna kadardır.
İşte sâhabe-i kirâm (r.a), böylece Kur'an'ı hiziblere ayırmıştı ve bu tertib üzere okurlardı. Bu hususta Hz. Peygamberin bir hadîs-i şerifi de vardır. Bütün bunlar, Kur'an'daki humus (beşte bir), öşür (onda bir) ve cüzler belirtilmezden önce idi. Bunların dışında kalan durak yerleri, cüzlerin belirtilmesi, hiziblerin yazılması ve benzerleri daha sonra yapılmıştır.
Kur'an'ın Tertîli
Kuran Kuran'da tertil Kuran'ı okumak Kur'an'ın okunuşunda tertil, müstehabdır. Çünkü biz gelecekte beyan edeceğiz ki, Kur'ân okumaktan gaye, mânâsını düşünmektir. Bu bakımdan tertil ile okumak bu hususa yardımcıdır. işte bu sırra binaendir ki, müslümanların annesi Ümmü Seleme (r.a) Hz. Peygamberin kıraatini belirttiği zaman, baktılar ki, harf be harf tefsir edilen bir kıraati belirtiyor.18
İbn Abbas şöyle buyurmuştur: 'Bakara ve Alu İmrân sûrelerini tertil ile okuyup mânâlarını düşünmek, bence bütün Kur'an'ı bir çırpıda okumaktan daha iyidir'.
Yine İbn Abbas şöyle der: 'Mânâsını düşünerek Zilzâl ve Kaaria sûrelerini okumak Bakara ve Alu İmrân sûrelerini hızlı bir şekilde okumaktan bence daha sevimlidir'. Namazda kıyamda kalma süreleri bir olan, ancak biri sadece Bakara sûresini, diğeri ise bütün Kur'an'ı kırâet etmiş iki kişinin hâli sorulduğunda, Mücâhid şöyle cevap vermiştir: 'Bunların ikisi ecir bakımından eşittir'. Tertil, sadece Kur'an'ın mânâsını düşünmek için müstehab değildir. Zira Kur'an'm mânâsını anlamayan ve Arap olmayan bir kişi için de Kur'ân okurken yavaş yavaş okumak ve tertîle riayet etmek müstehabdır. Öyleyse tertil ile Kur'ân okumak, Kur'an'a hürmet etmeye ve tazimde bulunmaya daha yakın bir harekettir. Aynı zamanda acele okumaktan da daha fazla kalbe tesir eder.
Kur'an'ın Yazımı
Kuran'ı yazmak Kur'an'ı güzelce yazmak ve açık açık harflerini belirtmek müstehabdır. Kur'an'ın noktalarını, belirtilerini ve diğer alâmetlerini kırmızı boya ile yazmakta herhangi bir sakınca yoktur. Çünkü böyle yazmak Kur'an'ı süslendirmek ve açıkça yazmak demektir ve aynı zamanda okuyanı yanlış okumak ve lahin yapmaktan korumak demektir.
Hasan Basrî ve İbn Şirin (r.a), Kur'an'da humuslar, öşürler ve cüzlerin yazılmasını münker görürlerdi. Şa'bî ve İbrahim Nehâî'den de, noktaların kırmızı ile yazılmasını ve buna karşılık ücret alınmasını kerih gördükleri rivayet edilmektedir.
Selef-i sâlihin şöyle derdi: 'Kurân'ı her fazlalıktan tecrîd ediniz'. Selef-i sâlihin bu kapının açılmasıyla Kur'an'da başka ziyadelerin yapılmasından korktukları için buna izin vermemişler ve böylece bu sahadaki fitnenin önünü kesmek istemişlerdir. Gayeleri Kur'an'ı zamanla herhangi bir değişme ve bozulmadan korumaktır ve onların bu hareketini böylece yorumlamak yerinde bir tefsir olur. Fakat Kur'ân'daki kırmızı noktalar gibi fazlalıklar selefin düşündüğü mahzurlara ümmeti sevketmediği ve onlarla 'Kur'ân daha iyi bilinir' kanâati istikrar bulduğu takdirde, böyle hareket etmekte herhangi bir sakınca olmaması gerekir. 'Bu şeyler sonradan ihdâs edilmiştir' diye, ister iyi olsun ister olmasın, mutlaka menedilmelidir şeklinde bir hüküm verilmemelidir.
Zira nice sonradan ortaya çıkan şeyler vardır ki güzeldir. Nitekim terâvih namazının cemaatle kılınması, Hz. Ömer'in ihdâs ettiği bir husustur ve aynı zamanda 'Bid'at-ı hasene dir Zemmedilen bid'at ise, köklü bir sünnet-i seniyye ile tezâd teşkil eden veya öyle bir sünneti ortadan kaldıran bid'attır. Bir âlim de şöyle demiştir: 'Ben noktalanmış mushafları okurum, fakat kendim bunu yapmam'.
Evzâî, Yahya b. Ebi Kesir'den şöyle rivayet eder: Kur'ân, mushaflarda mücerred olarak yazılı idi. Kur'an'da ilk ihdas ettikleri B ve T harflerinin noktalarıdır. Ulema bu harfleri noktalamakta sakınca olmadığını söylemiştir. Çünkü nokta, bu harflerin (veya Kur'an'ın) nurudur. Bu noktalardan sonra, ayetlerin sonuna büyük noktalar konuldu. Ulema bunun da zararlı bir hareket olmadığını söyledi. Çünkü bununla ayetlerin başları bilinmektedir. Daha sonra, sûrelerin sonlarına ve başlangıçlarına konan işaretler ihdas edildi.
Hz. Ebubekir el-Huzelî şöyle anlatır: Hasan Basrî'ye Kur'an'ın kırmızı ile noktalanması meselesini sorduğumda, 'O da ne demektir?' dedi. 'Kelimeyi arapçaya görei'rab etmektir'deyince, 'Kur'an'm i'rab edilmesinde herhangi bir sakınca yoktur' buyurdu. Hâlid b. Mehran el-Huzâî (r.a) şöyle anlatır: İbn Sirîn'in huzuruna girdiğimde noktalanmış bir mushaftan okuduğunu gördüm. Oysa İbn Sirîn'in Kur'an'm noktalanmasına karşı olduğu biliniyordu.
Kur'an'ın noktalanmasını ilk ihdâs edenin Haccac-ı Zâlim olduğu söylenir. Haccac kurrâ'yı bir araya getirdi. Kurrâ, Kur'an'ın kelime ve harflerini sayarak cüzlerini eşit bir şekilde takdir ederek otuz cüz'e taksim ettiler ve aynı zamanda başka kısımlar da (hizibler gibi) taksimat yaptılar.
Kur'ân Okumanın Zâhirî Adabı
Kuran Kuran okumanın adabı Bu edebler on tanedir: I. Kur'ân Okuyucusunun Hâli Kur'ân okuyan abdestli olmalı, edebli ve sâkin bir şekilde durmalı. İster ayakta isterse oturarak kıbleye yönelmelidir. Başını önüne eğmeli, bağdaş kurarak veya yaslanarak oturmamalıdır. Aynı zamanda mütekebbir bir şekilde de oturmamalıdır. Hocasının huzurunda iken nasıl oturması gerekiyorsa, tek başına Kur'ân okurken de aynen o şekilde oturması uygundur. Kur'ân okumak için, en faziletli ve uygun hâl, namazda ayakta iken ve camide okumaktır. Amellerin en faziletlisi bu şekilde okumaktır. Eğer yatağında uzandığı ve abdestsiz olduğu halde ezberinden Kur'ân okursa, yine fazileti varsa da, ayakta iken, namazda ve camide okuması kadar fazileti yoktur.
Çünkü Allah Teâlâ (cc) Kur'an-ı Hakîm'de 'Sağ duyulular o kimselerdir ki, ayakta iken otururken ve yatarken Allah'ı anarlar. Göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde düşünürler...' (Alu İmran/191) buyurmuştur.
Görüldüğü gibi, Allah Teâlâ burada hangi halde Kur'ân okursa okusun, Allah'ı ananları övmektedir. Fakat şu kadar var ki önce ayakta okumayı, sonra oturarak, sonra da uzanarak okumayı tavsiye buyurmaktadır.
Hz. Ali (r.a) şöyle buyurmaktadır: 'Ayaktayken namazda Kur'ân okuyan bir kimse için her harfe karşılık yüz sevap yazılır. Oturarak namazda Kur'ân okuyan için, her harfe karşılık elli, namazın dışında abdestli olarak okuyan için de yirmibeş ve abdestsiz olarak okuyan için ise on sevap vardır. Geceleyin ibadet etmek daha efdaldir. Çünkü o gece, kalbin herşeyden boşalmasına daha elverişlidir'.
Ebû Zer el-Gıfârî (r.a) şöyle der: 'Gündüzleyin çok secde etmek ve geceleyin de uzun uzun namaz kılmak daha efdaldir',
Kur'ân Okumaya Başlamadan Önce İstiâze Yapmak
Kuran Kuran okumadan önce Kuran okurken Kur'ân okumaya başlamadan önce şu duayı okumalıdır: 'Rahmetten uzaklaştırılan şeytanın şerrinden, semî ve alîm olan Allah'a sığınırım. Ey rabbim! Şeytanların dört yanımı sarıp iğva etmesinden de sana sığınırım'. Duadan sonra Nâs sûresi ile Fâtiha-i Şerîfe'yi okumalıdır. Bunlardan sonra Kur'ân okumaya başlamalıdır. Okuması sona erdikten sonra da şu duayı etmelidir: Allah doğru söyledi. O'nun Rasûlü de onun emirlerini tebliğ etti. Yâ rabbî! Bizi Kur'ân ile menfaatdâr eyle ve Kur'ân'da bizler için bereket ihsan eyle. Hamd, âlemlerin rabbi olan Allah'a mahsustur. Diri ve kayyum olan Allah'tan bağışlanma dilerim.
Kur'ân okurken teşbihi emreden bir ayeti okuduğu zaman, Allah'ı tesbih etmeli ve tekbir getirmelidir. Duâ ve istiğfarı emreden ayetleri okuduğunda duâ edip istiğfarda bulunmalıdır. Eğer ümit veren bir ayeti okursa Allah Teâlâ'dan istekte bulunmalıdır. Korkutan bir ayet okuduğu zaman da, istiâze edip Allah'a sığınmalıdır. Bütün bunları lisanıyla veya kalbiyle yapmalı ve şöyle demelidir: Allah her eksiklikten münezzehtir. Allah'a sığınırız. Ey rabbimiz! Bize rızık ver. Ey rabbimiz! Bize rahmet eyle!
Huzeyfe b. Yeman (r.a) şöyle anlatmaktadır: Hz. Peygamberle beraber namaz kıldım. Rasûlullah Bakara sûresine başlayarak okudu. Rahmet ayetlerini okuyunca Allah'ın rahmetini diliyor, azap ayetlerini okurken de istiâze edip Allah'a sağmıyordu. Allah'ı tenzih eden herhangi bir ayeti okuduğu zaman Allah'ı tesbih ediyordu'.22
Kişi okumasını bitirdiği zaman; Hz. Peygamberin hatm-i Kur'ân'ın sonunda okuduğu şu duayı okumalıdır; Ey Allahım! Kur'ân sayesinde bana rahmet eyle, Kur'an'ı bana iman, nur, hidayet ve rahmet kıl. Ey Allahım! Kur'an'dan unuttuklarımı bana hatırlat, bilmediklerimi bana öğret. Gece gündüz (yani bütün vakitlerde) Kur'ân okumayı bana nasib eyle. Ey âlemlerin rabbi! Kur'an'ı bana hüccet kıl!23
22) Müslim 23) Ebû Mensur el-Muzaffer b. Hüseyin el-Ercânî ve Ebubekir b. Dehhâk
Kur'ân Okunurken Riayet Edilmesi Gereken Bâtınî ameller
Kuran Kuran okumak Kuran okurken Bunlar da on tanedir.
I.Kelâm'ın Aslını Anlamak II.Tâzim III.Kalp Huzuruyla Okumak IV.Tedebbür (Düşünmek) V.Tefehhüm (Anlamaya Çalışmak) VI.Tecerrüd (Anlamayı Engelleyen Herşeyden Uzaklaşmak) VII.Tahsis (Kendine Hitap Edildiğini Bilmek) VIII.Teessür (Müteessir Olmak) IX.Terakki X.Teberri
Kalp Huzuruyla Okumak
huşu ile Kuran okumak Kuran 'Ey Yahya! Kitab'ı kuvvetle tut' (Meryem/12) ayeti 'ciddiyet ve kuvvetle Kitab'a sarıl' şeklinde yorumlanmıştır. 'Ciddiyetle kitaba sarılmanın mânâsı; kitâbî okurken himmeti herşeyden kitaba çevirmek ve kişinin kendisini sadece ona hasretmesi demektir'. Âlimlerden birine 'Kur'an'ı okuduğun zaman, nefsine herhangi birşey gelince vesvese ediyor musun?' denildiğinde şöyle cevap vermiştir: 'Benim nezdimde Kur'an'dan daha sevimli bir şey var mıdır ki kalbime gelsin'. Seleften bazısı, bir ayeti okuduğu zaman, eğer kalbi o ayette mutmain olup onun mânâsını anlamamışsa ikinci bir defa onu tekrar ederdi. İşte bu sıfat bir önceki ayetin taziminden doğan sıfattır. Zira kişi, okuduğu kelâmı tazim ederse okudukça onunla müjdelenir, aralarında yakınlaşma olur ve okuduğundan gafil olmaktan uzaklaşır. Bu bakımdan Kur'an'da kalbin ünsiyet edeceği mânâlar mevcuttur, yeter ki okuyucu bu işin ehli olsun. O halde Kur'an'ı okuyan bağ ve bahçelerde gezintiye çıkmış gibidir. Bu durumda nasıl olur da onun gayrisini düşünüp de onunla meşgul olabilir. Böyle zevk ve sefa yerlerinde dolaşan bir kimse elbette onlardan başkasını düşünmez. Denildi ki: Kur'an'da meydanlar, bostanlar, kasırlar, gelinler, ipekliler, bahçeler ve hanlar vardır. Mim harfleri Kur'an'ın meydanları, R harfleri Kur'an'ın bostanları, H harfleri sarayları/köşkleri, tesbih ve tenzihi bildiren ayetler gelinleri, Ha Mimler ipeklileri (gelinlikleri), mufassal sûreler bahçeleri, diğer kısımları ise hanlarıdır. Bu bakımdan okuyucu meydanlara girdiği, bostanlardan biçtiği, saraylara yerleştiği, gelinleri gördüğü, ipeklileri giydiği, bahçelerde dolaştığı ve hanların odalarında kaldığı zaman, tamamen bu zevkin tesirinde kalır. Artık Allah'tan başkası ile meşgul olmaz. Kalbi başka yerlere gitmediği gibi, fikri de dağılmaz.
Kelâm'ın Aslını Anlamak
kelam Kuranı anlamak Kuranı Kerim Kelâm'm azametini ve yüceliğini Allah Teâlâ'nın celâl arşından mahlukâtının anlayış derecesine inmek suretiyle yapmış olduğu lütuf ve fazileti bilmek gerekir. Kur'ân okuyan; Allah Teâlâ'nın zâtî ile kaim bulunan ve kadîm bir sıfatı olan kelâmının mânâlarını lûtfuyla insanların anlayışına ne şekilde müsait kıldığına dikkatle bakmalıdır ve yine dikkat etmelidir ki, Allah Teâlâ'nın o kadîm sıfatı, harflerin kıvrımlarında ve seslerin arasında nasıl tecelli etmiştir? Oysa harflerle sesler, beşer sıfatlarıdır. Çünkü beşer kendi sıfatlarının vasıtasıyla olmazsa, Allah Teâlâ'nm sıfatlarını arılamaktan aciz kalırdı. Aynı za-manda eğer Allah Teâlâ kelâmının yüceliğinin hakîkatini harf-lerle örtmeseydi, onu dinlemek ne arşın ne de fersin kârı olurdu. Onun saltanatının azametinden ve nurunun kıvılcımlarından arş ile fersin arasında her ne varsa bilcümlesi yanıp kül olacaktı. Eğer Allah Teâlâ (ce) Musa (a.s)ya sebatkârlık ihsan etmeseydi Hak Teâlâ'nın tecellisinin başlangıçlarına güç yetiremeyen dağ gibi, Musa (a.s) da onun kelâmını dinlemeye güç yetiremeyecekti Dağın paramparça oluşu gibi, o da yok olup gidecekti. Allah Teâlâ'nın kelâm-ı kibriyâsının yüceliğini anlatmak ancak bâzı misaller vermek suretiyle mümkün olabilir.
Çünkü halk ancak bu şekilde an-lar. İşte bunun için ariflerden bazıları kelâm-ı kibriyânın azametini şöyle dile getirmişlerdir: Levh-i Mahfuzda, bulunan kelâmullah'n her harfi, Kaf dağından daha büyüktür. Bütün melekler bir araya gelseler, tek bir harfini kaldırmaya tâkat getiremezler. Tâ ki, levhin âmiri bulunan İsrâfil (a.s) gelir, o harfi, kaldırır ve Allah'ın izni ve rahmetiyle yerinden kıpırdatır. Bu da İsrafil'in kuvvet ve takatiyle değil Allah Teâlâ'nın lûtfuyladır. Hükemâdan biri, Allah kelâmının derecesinin yüceliğine ve insan anlayışının kusurluluğuna rağmen nasıl insan anlayışına varıp da orada sebat kıldığının hakikatini ince ve lâtif bir tâbir ile ifade edip bütün hakikatini belirten bir misâl vererek şöyle dedi: Bir hakîm, padişahlardan birisini peygamberlerin şeriatına davet etti. Padişah, o hakimden birkaç sual sordu. Hakîm, padişahın ta'katının yeteceği ve anlayacağı bir tarzda o sualleri cevaplandırdı. Bunun üzerine pâdişah, hakîme dedi ki: 'Bana söyle bakalım, peygamberlerin getirdiğinin, insan kelâmı olmayıp, Allah'ın kelâmı olduğunu iddia ediyorsun, bu takdirde insanoğlu Allah kelâmını kaldırmaya ve anlamaya nasıl güç yetirebilir?' Hakîm de şöyle cevap verdi: Biz insanları görüyoruz ki, bazı hayvanlara ve kuşlara maksadlarını anlatmak istedikleri zaman, yani o hayvanların ileri ve geri gitmesini, dönüp bakmasını veya ilerlemesini kasdettikleri zaman, bakıyorlar ki, hayvanlar, insanların akıl nurlarından çıkan insan kelâmının anlamını ayırdetmekten acizdirler. Oysa o kelâm gayet güzel, gayet süslü ve intizamlıdır. Bu durumu gören insanlar, hayvanların kalbine, hayvanlara uygun bir tarzda ıslık gibi sesler ihdâs ederek ve onların seslerine yakın bulunan ıslığı çalarak gayelerini onlara anlatırlar ki hayvanlar, insanın kendi seviyesine inip seslenmesi sayesinde insanın gayesini anlasın ve iradesini, cüz'i de olsa tatbik etsin. İşte insanlar da böylece Allah Teâla'nın kelâm-ı ilâhîsinin hakikatini ve sıfatlarının kemâlini olduğu gibi anlatıldığı takdirde anlamaktan acizdirler. Bu bakımdan aralarında hikmetin bilinmesi için, kullandıkları seslere tıpkı insanın maksadını hayvana anlatmak için kullandığı ıslık sesi gibi oldular. Bu durum, o sıfatlarda gizli bulunan hikmetin mânâlarına mâni değildir. Beşer sesleri, altında gizli olan hikmetlerin şerefi için şereflendi ve o mânâların büyüklüğüyle büyüdü. Bu bakımdan insanın sesi, hikmetin cesedi ve dışı mesabesindedir. Hikmet de, insan sesinin nefsi ve ruhtan ötürü aziz ve şerefli olduğu gibi, kelâmın telâffuz ve sesleri de altındaki hikmetten ötürü o derecede şerefli olur. Kelâmın mertebesi çok yüce ve derecesi büyüktür. Saltanatı herşeyi kahredici, hükmünün gerek hakta, gerekse bâtılda geçerli ve belirleyici olduğu muhakkaktır. Adaletle hükmeden O, emreden ve yasaklayan, hükmüne muhakkak rıza gösterilen ve herşeyi görüp ona göre hükmeden O! Bâtıl, hikmetli kelâmın yanında dimdik durmaya güç yetiremez. Gölgenin güneşin ışınları önünde durmaya güç yetirmediği gibi...
Beşerin hikmetin derinliklerine nüfuz etmeye takati yoktur. Nitekim gözleriyle güneşe nüfuz edip bakmaya güçleri olmadığı gibi...
Fakat buna rağmen gözlerinin görmesine vesile olan güneş ışınlarından da mahrum değillerdir. Ancak o ışınlarla ihtiyaçlarını temin edebiliyorlar. Bu bakımdan Allah'ın kelâmı yüzü perdeli ve emri yerine getirilen bir pâdişah gibidir. Galib ve görünen güneş gibi, esas maddesi gözle görünmez. Pırıl pırıl parlayan yıldızlar gibidir. Onların seyrine vâkıf olmayan bir kimse de onlarla yolunu tâyin eder. Bu bakımdan nefis cevherlerin hazinelerinin anahtarı o kelâmdır. O kelâm, aynı zamanda öyle bir hayat suyudur ki, ondan içen ölmez. Öyle bir hastalık devâsıdır ki, ondan bir defa alan artık hiçbir zaman hastalanmaz... Hakimin, Allah kelâmının mânâsını anlatmak için zikrettiği misâl, o hakikatten bir nebzedir. Bundan daha fazlasının Muamele İlmi bölümünde zikredilmesi uygun değildir. Bu bakımdan bununla yetinmek gerekir.
Kur'an'ı Anlamak ve Nakle Başvurmadan Sadece Rey
Kuran Kuran'ı anlamak rey ile Kuranı tefsir etmek Aklına şu tür sualler gelebilir: Geçen bölümde Kur'an'ın sırlarını anlamak ve temiz kalp sahiplerine keşfolunan Kur'ân mânâları hakkında çok sitayişkâr konuştun. Bu nasıl olur? Oysa Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: Kur'an'ı kendi reyiyle tefsir eden bir kimse ateşteki yerini hazırlamış olur. Bu bakımdan tefsirin zahirî ilmini bilenler, Kur'ân kelimelerini İbn Abbas ve diğer müfessirlerden naklolunan mânâ hilâfına te'vil eden mutasavvıf müfessirlere hücum etmişlerdir. Hatta mutasavvıfların anlayışına göre Kur'an'ı tefsir etmenin küfür olduğuna bile hükmetmişlerdir.
Bu bakımdan eğer tefsir âlimlerinin dediği doğru ise, Kur'an'ın anlaşılması zâhir bir tefsirini hıfzetmekten başka ne olabilir? Eğer zâhir âlimlerinin dedikleri doğru değilse, o vakit Rasûlullah'ın 'Kur'an'ı kendi reyiyle tefsir eden bir kimse ateşteki yerini hazırlasın' hadîsinin mânâsı nedir?
İşte şimdi bu suâllerin cevabını dinle: 'Kur'an'm zahirî tefsirinden başka mânâsı yoktur' diyen bir kimse, sadece kendi bilgisinin hududundan haber vermektedir. Böyle bir kimse, kendi nefsinin haber verdiği şeyde doğrudur. Fakat bütün insanları kendi kapasitesine sokup da orada bocalatmaya hakkı olmadığı için bu bakımdan da yanlıştır. Haberler ve eserler, Kur'an'm mânâlarının irfan erbabı için çok geniş olduğuna delâlet ederler. Nitekim Hz. Ali 'Allah Teâlâ'nın kuluna verdiği Kur'ân hususundaki üstün anlayış müstesna'buyurmuştur. Eğer İbn Abbas ve benzeri müfessirlerden naklolunan yorumlardan başka Kur'an'm mânâsı olmasaydı acaba Hz Ali'nin söylediği o anlayış ne olacaktı?
Üstelik Hz. Peygamber (s,a): 'Kur'an'ın zahiri, bâtınî, haddi ve matla'ı vardır' buyurmuştur. Bu hadîs tefsir ulemasından İbn Mes'ûd'dan mevkuf olarak rivayet edilmektedir. Acaba eğer Kur'an'ın müfessirlerden nakledilen zahirî yorumlarından başka mânâsı olmasaydı, bu hadîsi şerifteki 'zahir5, 'bâtın', 'hadd' ve 'matla' diye vârid olan terimlerin mânâsı ne olurdu?
Hz. Ali şöyle buyurmuştur: 'Eğer isteseydim sadece Fâtiha-i şerifenin tefsirinden yetmiş deve yükü kitâb yazardım'. Eğer Kur'an'm zahiri mânâsından başka mânâsı olmasaydı, acaba Hz. Ali'nin bu konuşmasının mânâsı ne olabilirdi? Ebû Derdâ: 'Kişi Kur'an'a birkaç yön vermedikçe fakih olamaz5 buyurmuştur. Âlimlerden biri de 'Her ayetin altmışbin mânâsı vardır. Aynı ayetin çözülmeyen mânâları çözülen bu altmışbinden de daha fazladır' demiştir. Başkaları da şöyle der: 'Kur'ân yetmişyedibin ikiyüz ilmi ihâta etmektedir. Çünkü her kelime bir ilimdir. Sonra dört ile çarpılır. Zira her kelimenin zahiri, bâtını, haddi ve matla'ı vardır5 Hz. Peygamber'irı (s.a) Besmele-i Şerîfe yi yirmi defa tekrar etmesi de herhalde onun bâtınî mânâlarını düşünüp çözmek için olsa gerek. Aksi takdirde besmelenin tercüme ve tefsiri bellidir. Onu bilmek için bu kadar tekrara ihtiyaç yoktur.İbn Mes'ud şöyle demiştir: 'Geçmiş ve geleceklerin ilimlerini elde etmek isteyen bir kimse, Kur'an'ı düşünsün. Çünkü o ilimleri elde etmek için, sadece Kur'an'm zahirî tefsiriyle iktifa etmek kâfi değildir'. Kısaca ilimlerin tamamı, Allah Teâlâ'nın fiil ve sıfatlarına dahildir. Kuranda ise, Allah'ın zâtı, fiil ve sıfatları şerhedilmiştir. Bu ilimlerin ise sonu yoktur. Kur'an'da bütün bu ilimlere ve bütün bu mânâlara işaret vardır. Bunların tefsirine dalmak Kur'an'ın mânâsına dahildir. Zahirî tefsirin mücerredi ise, buna işaret etmez. Belki daha ileri giderek deriz ki: Mütefekkirler için çözülmesi güç olan, hakikatini bilmek hususunda insanların ihtilâf ettikleri, gerek nazarî ve gerek aklî olan bütün ilimlere Kur'an'da işâret ve delâlet vardır. Sadece fehm sahipleri onları Kur'ân'dan idrâk edebilir. O halde Kur'an'ın zahirini tercüme ve tefsir eden ilim, nasıl bütün bunları kapsayabilir? Bu sırra binaen Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:
Kur'an'ı okuyun. Onun garâib ve acâiblerini araştırıp anlayın.46 Hz. Ali'nin rivayet ettiği bir hadîste Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmaktadır:
Beni Hak peygamber olarak gönderen Allah'a yemin ederim; gelecekte ümmetim (dininin ve cemâatinin aslını anlamak hususunda) yetmişiki gruba ayrılacaktır. Hepsi dalâlette olduğu gibi, dalâlete götürücü olarak insanları ateşe davet edecektir. Bu durum meydana geldiği zaman, Allah 'iri Kitabına yapışınız.Çünkü Allah'ın Kitabı'nda sizden önce ve sonra gelenlerin haberleri vardır ve aynı zamanda sizin aranızdaki hüküm de orada mevcuttur. Diktatörlerden kim, o kitaba muhalefet ederse Allah Teâlâ onun belini kırar. Kim Allah'ın kitabından başka herhangi bir yerde ilim ararsa Allah Teâlâ onu dalâlette bırakır. O kitâb Allah'ın kopmaz ipidir. Allah'ın apaçık nurudur ve Allah Teâlâ'nın her derde deva olan şifasıdır. O kitap kendisine yapışanlar için her çeşit felâketten koruyucudur.
Kendisine tâbi olanın kurtarıcısıdır. Kur'ân haktan sapmaz ki düzeltilsin. Kur'ân eğilmez ki doğrultulmasma ihtiyaç olsun. O kitabın acaib ve garâibleri bitmez ve tükenmez bir hazinedir. O kitâb çok okumakla eskimez...47 Hz. Huzeyfe, Hz. Peygamberin (s.a) kendisinden sonra ümmetinin ihtilâf ve ayrılığa düşeceğini kendisine haber verdiği zaman, Rasûlullah'a şöyle sorduğunu rivayet etmektedir: 'Ey Allah'ın Rasûlü! O hâlde, o samana yetişirsem, ne yapmamı bana emredersin?' Hz. Peygamber 'Allah'ın Kitabını öğren ve onun içindeki hükümlerle amel et. Zira seni o hercümerçten çıkaracak ancak Allah'ın Kitabı'dır.
Huzeyfe şöyle diyor: Ben bu suâlimi üç defa tekrar ettim. Hz. Peygamber de her defasında şöyle buyurdu: 'Allah'ın Kitabını öğren ve onun içindekilerle amel et. Zira kurtuluş ancak ondadır'. Hz. Ali şöyle buyurmaktadır: 'Kur'an'ı anlayan bir kimse onunla ilmin cümlesini tefsir etmiştir'. İmam Ali, bu sözüyle işaret eder ki, Kur'an-ı Hakîm bütün ilimlere işaret etmekte ve ışık tutmaktadır. İbn Abbas 'Kime hikmet verilmişse, muhakkak ona çok hayır verilmiştir' (Bakara/269) ayetinin tefsirinde 'Allah dilediğine fayda veren ilmi ihsan eder' demiştir; yani Allah, Kur'an'ı anlamayı ona ihsan eder. Yine İbn Abbas 'Biz o meselenin hükmünü Süleyman'a bildirdik.
Bununla beraber herbirine bir hüküm ve bir ilim vermiştik' (Enbiya/79) ayetinin tefsirinde 'Allah, Dâvûd ile Süleyman'a (a.s) vermiş olduğu nimete ilim ve hikmet ismini verdi ve sadece Hz. Süleyman'a zekâsıyla çözebildiği ihsana da fehm ismini taktı. Fehmi hikmet ile ilim den daha üstün kıldı' buyurmuştur. Bütün bunlar, Kur'an'ın mânâlarının anlaşılmasında geniş bir meydan ve sonsuz bir vüs'atm olduğuna delâlet eder ve yine delâlet eder ki, tefsirin zahirinden naklolunan mânâ, bu vadideki idrâkin sonu değildir, Hz. Peygamber'in (s,a) 'Kur'ânı reyiyle tefsir eden bir kimse' şeklindeki sözü ve bu şekilde tefsir etmenin yasaklanması, Hz. Ebubekir Sıddık'm 'Eğer kendi reyimle Kur'an'ı tefsir edersem hangi arz beni taşır, hangi semâ beni gölgelendirir?' sözü ve daha buna benzer rivayetlerde Kur'an'ın rey ile tefsir edilmesini yasaklayan sözler, ya a) Bu sözlerden gaye; sadece nakil yoluyla gelen ve işitilen tefsirlerle iktifa edip kalmak, müstakil olarak Kur'ân'ı anlamak ve ondan ahkâm çıkarmaktan kaçınmak demektir, veya b) Bu sözlerden gaye başka bir şeydir. Birinci ihtimal tamemen bâtıldır. Çünkü hiç kimsenin işittiğinden başka Kur'an'ın açıklaması hakkında konuşmaması şu gelen hikmetlerden ötürü fâsid bir hükümdür:
1.Dışına çıkmak câiz olmayanrivayetlerin bizzat Rasûlullah'tan dinlenilmesi ve ona isnâd ettirilmesi gerekir. Bu ise, ancak Kur'an'm bir kısmı hakkında düşünülebilir, İbn Abbas ve İbn Mes'ud'un yorumları ise, kendilerinden olduğu için bu biçimden addolunmaması gerekir ve onların yorumlarına da, Hz. Peygamber'den dinlemedikleri için 'rey ile tefsirdir' demek lâzım gelir. Onlar gibi, diğer ashâb-ı kirâm'm yorumlarına da böyle bakmak gerekir.
2 Gerek sahâbîler ve» gerekse müfessirler bazı ayetlerin tefsi rinde ihtilâf ederek o ayetler hakkında çeşitli te'viller yapmışlardırki, bu te'villeri bir arayagetirmek vebütün bu te'villeri Rasûlullah'tan dinlemişlerdir, demek muhaldir. Eğer o mânâlardan birisi faraza Rasûlullah'tan işitilmişse diğerlerinin reddedilmesi gerekir! Bu nedenle kesinlikle anlaşıldı ki, her müfessir çalışmasının neticesinde kendi görüşüyle mânâyı tebârüz etmiştir. Hatta müfessirler sûrelerin başlarında gelen harfler hakkında yedi çeşit tefsir ileri sürmüşlerdir ki, bu yedi tefsiri bir araya getirmek mümkün değildir. Nitekim Elif, Lâm, Râ hakkında 'Bunlar Rahmân sıfatının harfleridir'denilmiştir. Bâzıları da 'Elif Allah'tan, Lâm. Lâtiften, Râ da Rahim'den alınmıştır' demiştir. Bazıları ise, daha başka şeyler söylemişlerdir. Bütün bunları biraraya getirmek mümkün değildir, o halde bütün bunların Rasûlullah'tan dinlenilmiş olması nasıl mümkün olabilir?
3.Hz. Peygamber (s.a), İbn Abbas için duâ ederek şöyle buyurmuştur:
Ey Allahım! Onu dinde fakih yap, ona te'vil ilmini ihsan buyur!48 Eğer iddia edildiği gibi te'vil ilmi de tenzil gibi Rasûlullah'tan dinlenilmiş olsaydı ve tenzil gibi hıfzedilmesi gerekseydi, o vakit hususî olarak İbn Abbas'a yapılan bu duanın ne mânâsı kalırdı?
4.Allah Teâlâ (cc) şöyle buyurmuştur: Oysa o haberi peygambere ve aralarında buyruk sahiplerine götürselerdi, içlerinden işin iç yüzünü araştırıp çıkaranlar, onun ne olduğunu bilirlerdi (Nisâ/83) İşte bu ayetle, Allah Teâlâ (cc) Kur'an'dan hüküm istihraç etmeyi ilim ehline bıraktı. Herkesin malumudur ki, Kur'an'dan hüküm istihracı Rasûlullah'tan dinlemenin ötesinde bir şeydir.
Kısaca Fehm-i Kur'ân hakkında naklettiğimiz rivayetlerin bu kadarı da 'Kur'ân sadece nakil ile tefsir edilir' hayâlini temelinden yıkmış olur. Bu bakımdan Kur'ân te'vilinde Rasûlullah'tan işitmeyi şart koşmanın da böylece asılsız olduğu meydana çıkmış olur. O halde herkes için kendi anlayışı ve aklının kavrayışı nisbetinde (İslâm'ın esasına muhalif düşmemek kayıt ve şartıyla) Kur'an'dan istinbât etmek caizdir.
46) Ebû Yala ve Beyhakî, (Ebû Hüreyre den zayıf bir senedle) 47) Tirmizî
Müfessirîn Bilmesi Gereken Hususlar
Kuran Kuran'ı tefsir etmek müfessir Kur'an'ın anlaşılması için öğrenilmesi gereken incelikler oldukça çoktur. Onlardan birisi hazf ve izmar yoluyla yapılan i'cazdır. Biz Semûd'a (açık bir mûcize olarak) dişi deveyi verdik, o zulmetmelerine sebep oldu. (İsrâ/59) Gramerin zahirine bakan zanneder ki bu ayetten murâd 'Biz Semûd'a kör olmayan deveyi verdik' demektir. Bilmez ki nefislerine veya başkasına ne ile zulmettiler. (Ayette 'açık bir mûcize' tâbiri ve 'inkâr edip öldürdüler' tâbirleri hazf ve izmar edilmiştir). Çünkü küfürleri sebebiyle kalplerine buzağı (sevgisi) içiriîmişti. (Bakara/93) Bu ayette [sevgisi] kelimesi hazfedilmiştir,
O takdirde dünya ve âhiret azabını iki kat olarak sana muhakkak tattıracaktık. (İsrâ/75) Bu ayette 'azâb' kelimesi, hem 'hayat' tâbirinden önce, hem de 'memât' tâbirinden önce mahfuzdur. Bu bakımdan azâb kelimesi hazfonulunarak düşürüldü, 'hayat' ve 'memat' zikredilerek 'ehya ve mevta' yerine kaim oldu. Bütün bunlar fasih Arapçada caiz olan kaidelerdir...
Hem bulunduğumuz şehre sor. Hem içinde geldiğimiz kervana... (Yûsuf/82)
Yani 'şehir halkına ve kervan halkına sor' demektir. Bu bakımdan 'ehil' kelimesi iki yerde de 'mukadder' (takdir edilmiş)tir. O, göklere de yere de ağır gelmiştir. (A'raf/187) Gökler ve yerin ehline gizlenmiştir. Çünkü birşey gizli oldu mu ağırlaşır. Bu bakımdan burada 'lâfız' değiştirilerek 'Fî' kelimesi 'alâ' kelimesi yerine kaim olmuş ve 'ehl' kelimesi de hazfolunmuştur. (Kur'an'dan istifade edeceğiniz yerde) rızkınızı yalanlamanızdan ibaret mi kılıyorsunuz? (Vâkıa/82) 'Rızkınıza şükretmeyi' demektir.
Ey rabbimiz! Bize, elçilerine va'dettiğini ver! (Alu İmran/194) Yani 'Peygamberlerin lisanı üzerine' bize va'dettiğin sevabı ver'. Bu bakımdan 'lisan' kelimesi burada hazfolunmuştur.
Biz onu Kadir gecesinde indirdik. (Kadir/l)
Burada 'onu' zamirinden Kur'ân irâde edilmektedir. Oysa daha önce (aynı sürede) Kur'an'ın bahsi geçmiş değildir. Perde ile örtülünceye kadar. (Sâd/32)
Burada 'güneş'i kastediyor. Oysa daha önceden güneşin bahsi geçmiş de değildir.
O'ndan başka veliler edinerek 'Biz bunlara, sırf bizi Allah'a daha fazla yaklaştırsınlar diye tapıyoruz' dediler. (Zümer/3) Yani onlar diyorlar ki; 'Biz onlara./. İşte bu ayette de 'Diyorlar ki' tâbiri takdir edilmiştir.
Fakat bu topluluğa ne oluyor ki, Kur'an'ı anlamaya yanaşmıyorlar? Sana gelen her iyilik Allah'ın lûtfudur ve sana gelen her fenalık da kendindendir. (Nisâ/78-79)
Ayetin mânâsı, -dediğimiz gibi- 'anlamaya yanaşmıyorlar' şeklindedir. Oysa ibarenin zahirine bakılırsa 'onlar yaklaşmazlar. Kur'an'ın mânâsını anlarlar' şeklinde anlaşılır. 'Sana gelen her iyilik Allah'ın lûtfudur' cümlesi öncesinde de 'Derler' tabiri takdir edilmiştir. Çünkü ayette 'derler' tabiri takdir edilmezse, Nisâ sûresinin 78. ayetinin 'De ki: hepsi Allah'tandır' cümlesiyle tezâd teşkil edecektir. İşte bundan da Kaderiyye mezhebi hatıra gelir.
O inceliklerden biri de 'yer değiştirmek ve yerinden nakledilmek'tir. Tîn sûresinde 'Tûr-i Sina' yerine 'Tûr-i Sinîn', Sâffât sû-resinin 130. ayetinde 'Alâ İlyâs' yerine 'Alâ Âl-i Yasin' tabiri kul-lanıldığı gibi...
Müfessirlerden bazıları "Âl-i Yâsîn' den murâd 'İlyâs' değil, 'İdris' (peygamber)dir, demişlerdir. Çünkü İbn Mes'ûd'un mushafmda 'Âl-i Yâsîn' yerine 'İdrâsîn' yazılmıştır. O inceliklerden birisi de, zahirde kelâmın bitişik olmasını önlemek için tekrar edilenlerdir.
Allah'tan başkasına tapanlar dahi gerçekte Allah'a koştukları ortaklara tâbî olmuyorlar. Ancak zanna tâbi oluyorlar. (Yûnus/66) Ayetin mânâsı 'Allah'tan başkasına tapanlar ancak zanna tâbi oluyorlar' şeklindedir. Ancak 'in yettebiûne' tâbiri zahirde kelâmı birleştirmek için mükerrer olarak kullanılmıştır. Salih'in kavminden imana gelmeyip kibirlenenler, içlerinden iman eden zayıf kimseler için alay yoluyla şöyle derler. (A'raf/75)
Yani 'Kibirlenenler iman eden zayıf kimselerle alay ederek şöyle diyorlar'. Halbuki 'limen' kelimesi yerine 'lillezîne' kelimesi kullanılmıştır. O inceliklerden biri de 'Mukaddem' ve 'Muahhar'dır. Burada birçok kimse yanılabilir. Eğer rabbinden bir hüküm geçmiş olmasaydı, elbette onlara azap dokunurdu. Tâyin edilmiş bir vakit vardır. Yani 'Eğer rabbinden bir hüküm ve tâyin edilmiş bir vakit olmasaydı' demektir. (Yani ayetteki 'Ve ecelün müsemmâ' esasında 'mukaddem'dir. 'Lekâne lizâmen' tabiri de 'muahhar'dır). Böyle olmasaydı o vakit (ecelün) kelimesi (nasb) -üstün- ile okunurdu. Sanki sen onu biliyormuşsun gibi sana soruyorlar. (A'raf/187) Bu ayeti celîlede 'anha' kelimesinin yeri 'Yes'elûneke'den sonradır. Fakat tehir edilmiştir. (Aynı zamanda 'Bihâ' kelimesi de takdir edilmiştir). Onlara rableri katında dereceler, mağfiret ve tükenmez nimet var. Rabbin seni, hak uğrunda evinden çıkardığı zaman... (Enfâl/4-5) İşte bu ayet, muttasıl (bitişik) değildir. 'Rabbin seni hak uğrunda evinden çıkardığı gibi' cümlesi birinci ayetin 'De ki: Bu ganimetlerin taksimi Allah'a ve Rasûlune aittir' cümlesiyle ilgilive ona aittir. Yani 'De ki: Bu ganimetlerin taksimi Allah'a ve Rasûlü'ne aittir. Nitekim rabbin seni hak uğrunda evinden çıkardığı gibi../
Yani sen çıkmaya razı olduğundan, onlar ise razı olmadıklarından ganimetlerin taksimi sana aittir. Bu bakımdan bu kelâmın (hükmün) arasına ara cümlesi olarak takvayı emreden cümle ve diğerleri girmişlerdir.
Mümtehine sûresinin dördüncü ayeti de bu nevidendir. Siz Allah'ın birliğine iman etmedikçe sizi (dininizi tanımıyoruz. Sizinle aramızda ebedî düşmanlık ve kin başgösterdi. Ancak İbrahim'in babası için şöyle demesi müstesna olmuştur: Elbette senin için.. O inceliklerden birisi Mübhem div: Mübhem demek, birkaç mânâya gelen kelime veya harf demektir. Birkaç mânâya gelen kelime ise Şey, Karin, Ümmet, Ruh ve benzeri kelimelerdir.
Allah şunu misal vermektedir: Hiç bir tasarrufa gücü yetmeyen bir köle, bir de tarafımızdan kendisine güzel bir rızık verilip de ondan gizli ve âşikâre harcayan kimse... (Nahl/75) İşte bu ayet-i celîledeki Şey kelimesi 'nafaka' mânâsına gelmektedir. Allah şu iki adamı da misâl getirdi: Bunlardan biri dilsizdir. Hiçbir şeye gücü yetmez (Nahl/76) Buradaki Şey 'adalet ve istikametle emretmek' demektir. (Hızır) dedi ki: O hâlde bana tâbi olacaksan, ben anlatıncaya kadar (yaptığım) hiçbir şey hakkında bana soru sorma! (Kehf/70) Buradaki Şey rubûbiyet sıfatlarıdır. Bunlar öyle ilimlerdir ki, ârif gereken vakitte bunları tatmadıkça, sual ile cevaplarını sıhhatli şekilde alma imkânı yoktur. Yoksa kendileri hiçbir şey olmadan mı yaratıldılar? Yoksa yaratanlar kendileri raidir? (Tûr/35) Bu ayetteki 'şey' kelimesi 'hâlik' mânâsmdadır. Fakat çok kimseler tarafından zannedilir ki, bu ayet-i celîle de hiçbir şeyin başka birşeyden olmadıkça yaratılmaması sözkonusudur. (Oysa kainatı Allah yoktan varetmiştir). 'Karin' kelimesine gelince: Bu kelimenin de birkaç mânâya geldiğine dair misâller verilebilir: Beraberindeki arkadaşı 'Bu yanımdaki hazırdır' dedi. Atın cehenneme her inkârcı kâfiri... (Kaf/23) Buradaki Kariı* den (arkadaştan) murâd 'insanoğlunu kontrol eden melek'tir. Arkadaşı şöyle der: 'Ey rabbimiz! Onu ben azdırmadım. Fakat kendisi uzak bir sapıklık içinde idi'. (Kaf/27) Buradaki Karinden murâd ise 'şeytan'dır. 'Ümmet' kelimesine gelince: Bu kelime sekiz mânâya gelmektedir:
1.Cemaat Kuyunun başında hayvanlarını sulayan bir ümmet buldu. (Kasas/23) Yani bir 'cemaat' buldu.
2.Peygamberlere Tâbi Olanlar 'Biz Muhammed ümmetindeniz' sözü bu anlamdadır.
3.Hayırlar İşlemede Önder Olan Kişi Gerçekten İbrahim hak dine yönelen, Allah'a itaat üzere bulunan bütün hayırlı hasletleri kendisinde toplayan bir ümmetti. (Nahl/120) Yani önderdi
4.Din Hayır! (Onların aklî ve naklî hiç bir delilleri yoktur. Ancak) şöyle dediler: 'Biz atalarımızı bir ümmet (din) üzerinde bulduk. Biz de onların izlerince giderek hidayet buluruz'. (Zuhruf/22)
5.Zaman Belirli bir ümmete kadar... (Hûd/8) Yani zamana kadar... Bir ümmetten/zamandan sonra (Yûsuf u ve kendisine söylediklerini) hatırladı da dedi ki: 'Ben size onun tâbirini haber veririm. Hemen beni gönderin' (Yûsuf/45)
6.Kamet/Endam Nitekim filân adam 'güzel ummetli; yâni 'endamlı' denir.
7.Tek Başına Bir Dine İnanan Kişi Nitekim Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: Zeyd b. Amr b. Nufeyl tek bir ümmet olarak haşrolunacaktır. 8.Anne Nitekim 'Şu kadıncağız Zeyd'in ümmeti/anasıdır' denir. Ruh kelimesi de ümmet kelimesi gibi Kur'an'da birçok mânâlarda kullanılmıştır. Biz o misalleri zikretmekle kitabımızı uzat-mak istemiyoruz.
Kelimeler gibi harflerde de ibhâm vaki olabilir. Tıpkı şu ayeti celîlede olduğu gibi: Nihayet onunla toz duman koparanlara, böylece onunla düşman topluluğu arasına girenlere ki... (Âdiyât/4-5) İşte buradaki 'onunla' şeklinde tefsir edilen birinci zamir, taşlara basmak suretiyle kıvılcım çıkaran atların tırnaklarından kinayedir. Yani o atlar tırnaklarıyla toz duman koparırlar. İkinci zamir ise 'hücum'dan kinayedir. O atlar sabahleyin hücum ede-rek, o hücumlarıyla düşman toplulukları arasına girmektedir ve böylece müşriklerin topluluklarını dağıtmaktadırlar. Onunla su indirir ve onunla türlü türlü meyveler çıkarırız. (A'raf/57) Birinci zamir olan 'onunla' bulut'tan kinayedir. İkinci zamir olan 'onunla' su'dan kinayedir. Bunun benzeri Kur'an'da çoktur. O inceliklerden biri de beyanda tedrîcdir. Tıpkı şu ayetteki gibi: O sayılı günler Ramazan ayıdır ki, Kur'ân o ay içinde indirilmiştir'. (Bakara/185) Bu ayet-i celîle ile Kur'an'm o ayın gündüzlerinde mi gecelerinde mi indirilmiş olduğu keyfiyeti açıklanmamıştır.
Fakat bu keyfiyet Duhan sûresinin 3. ayetinde şöyle belirtilmiştir: 'Gerçekten biz onu mübârek bir gecede indirdik'. Duhan sûresinin bu ayet-i celîlesiyle de Kur'an'ın inişine mahal olan gecenin hangi gece olduğu belirtilmemiştir. Ancak bu da Kadir sûresinin birinci ayetiyle belirtilmiştir: 'Şüphesiz onu (Kur'an'ı) Kadir gecesinde biz indirdik'. Çok zaman zahire bakılırsa bu ayet-i celîlelerin arasında ihtilâf varmış gibi görünür. Oysa gerek bu, gerekse benzeri ayetlerin hakikî tahlili ancak nakil ve sema'a (işitmeye) bağlıdır. Bu bakımdan Kur'ân baştan sona kadar bu tip inceliklerle doludur. Çünkü Kur'ân arap lûgatiyle inmiştir.
O halde Arap kelamının İ'caz, Tatvil, İzmar, Hazf, İbdaî, Takdim ve Te'hir gibi çeşitli inceliklerini kendinde toplamıştır ki bu şekilde inen Kur'ân Arab ediblerini susturabilsin ve onlar için mu'ciz olsun. Bu bakımdan kim Kur'an'm zahirî manâsıyla yetinip çarçabuk tefsirine taraftar olup bu emirlerde nakil ve işitmeye önem vermeyip keyfî hareket ederse, işte o kimse Kur'an'ı kendi reyiyle tefsir edip cehennemde yerini hazırlayanlardan olur. Meselâ, Kur'an'daki 'ümmet' teri-minden sadece herkesin malûmu olan en meşhur mânâyı anlayıp o mânâya meyledip ve reyi de o mânâya çekip orada durması gibi. O kelimeyi başka bir yerde dinlediği zaman meşhur manâsına reyiyle meyledip bu terimin birçok mânâları hakkındaki nakle önem vermeyen bir kimsenin tefsiri yasaklanan tefsir kısmına dahil olabilir. Çünkü daha önce de geçtiği gibi, bu kimse, Kur'ân mânâlarının sırlarını çözmeden tefsirine girişmiş olur. Oysa bunları dinlemek suretiyle elde ettiği zaman, kelimelerin tercümesi olan Kur'an'ın zahirî tefsirini bilmiş olur. Oysa bu zahirî tefsir, mânâ-ların hakikatini anlamaya yeterli değildir. Zahirî tefsir ile mânâ-ların hakikatleri arasındaki fark, bir misâl ile idrâk olunabilir.
Ey rasûlüm! Attığın zaman sen atmadın, Allah attı. (Enfal/17) Bunun zahirî tefsiri açıktır. Fakat mânâsının hakîkati çok derindir. Zira ayet-i celîlede, Rasûlullah'm atışı isbat edildiği gibi, aksi de isbat edilmektedir. Oysa bunların ikisi zahirde zıttırlar. Bir arada bulunmaları mümkün değildir. Ancak bu zıddiyet şöyle ortadan kalkabilir.
Rasûlullah'ın bir taraftan atıcı olduğunu ve diğer taraftan atıcı olmadığını bilmek gerektir. Atıcı olmadığı tarafta atan Allah Teâlâ olur. İşte Allah Teâlâ'nın şu ayeti de bunun gibi tefsir edilmelidir: Onlarla muharebe edin ki, Allah sizin ellerinizle onları (öldürsün ve böylece) azap etsin. Onları perişan etsin... (Tevbe/14) Âyet-i celîlenin muhatabı bulunan müslümanlar öldürücüler ise, nasıl o kafirlere azap verici Allah Teâlâ olur? Eğer Allah Teâlâ müslümanlarm ellerini kıpırdatmak suretiyle azap verici ise, o vakit 'onlarla savaşınız' diye emir vermesinin mânâsı nedir? İşte bu ayetin hakîkati ancak mükâşefe ilimlerinin derin ve engin denizinden yardım almak suretiyle çözülebilir ki, bu mânâyı zahirî tefsir vermemektedir.
Şöyle ki: Fiillerin hâdise ve kudret ile irtibat durumu bilinmelidir ve aynı zamanda o hâdis kudretin Allah'ın kudretiyle olan irtibat durumu da bilinmelidir ki, engin ve çözülmesi çok zor olan mânâlar keşfolunsun. Böylece Allah Teâlâ'nın 'Ey Rasûlüm! Attığın zaman sen atmadın, Allah attı' (Enfâl/17) ayetinin doğruluğu meydana çıkar... Umulur ki, bu mânânın sırlarını keşfetmeye insan bütün ömrünü sarfetse ve bu mânâ ile ilgili mukaddimeler ve lahikaların çözümüne bütün hayatını harcasa, yine de bu mânânın bütün lahikaları çözülmezden önce hayatı sona erip gider.
Kur'an'ın bütün kelimelerinin tahkiki için bir ömre ihtiyaç vardır. Bunlar ancak ilmin sırlarında Allah Teâlâ tarafından kendilerine engin bilgiler ihsan edilmiş, kalpleri saflaşmış, düşünce kabiliyetleri çok yüksek olan ve kendilerini sadece araştırmaya adayan râsih âlimlere görünür. Râsih âlimlerin her birisinin de terakkide bir hududu vardır. Bütün hududları geçip de terakkinin zirvesine çıkmak ise, belki de hiç kimseye nasib olmayan bir keyfiyettir. Eğer denizler mürekkep, yeryüzündeki ağaçlar da kalem olsa, yine de Allah Teâlâ'nın kelimelerinin esrârının sonunu getiremezler.
Denizler biter yine de Allah'ın kelimeleri tükenmez. İşte böylece tefsirin zahirini bilmekte müşterek olan insanların anlayışta ayrı ayrı derecelere sahip oldukları meydana çıkar. Tefsirin zahiri ise, insanı tam hakikate vardıramaz. Bunun misâli; kalp erbabından bazılarının Hz. Peygamber'in secdesindeki şu duasından farklı birşey anlamış olmalarıdır:
Öfkeden rızâna sığınırını. Ukubetinden (azabından) mükafatına (affına) sığınırım. Senden sana sığınırım. Senin zâtına yapmış olduğun hamd ü senâ gibi, seni senâ etmekten âcizim. Ona 'secde et, yaklaş' denildi, diye anlamışlardır. Peygamber de yakınlaşmayı secdede buldu. Böylece sıfatlarına baktı. O sıfatların bir kısmından kaçarak diğer bir kısmına sığındı. Çünkü rızâ ve saht (öfke) Allah'ın vasıflarıdır. (Saht'ta.n rızâya sığınır). Sonra gittikçe birinci yaklaşma arttı. Böylece sıfatlardan zâta terakki etti ve 'Senden sana sığınırım' dedi. Sonra kurb (yaklaşmak) döşeği üzerinde, istiâze (sığınmak) sayesinde elde ettiği feyiz ile git-tikçe yaklaşması daha da arttı. Bu sefer Allah'ın medh ü senasına sığınarak 'senanı sayamam' diye hamdetmeye başladı. Sonra bunun kusur olduğunu bilerek şöyle dedi: 'Kendi kendini medh ü senâ ettiğin gibisin'. İşte bu gibi tefsirler, kalp erbabına açılan feyiz kapılarıdır. Sonra bunların da ötesinde nice derinlikler vardır. O da yaklaşmanın mânâsını anlatmak ve secde ile elde edilmesini bilmek demektir. Bir sıfattan diğerine ve zâttan zâta sığınmanın mânâşî da o enginliklerdir.
Bu sırlar sayılmayacak kadar çoktur. Lâfzın zahirî tefsiri katîyyen buna delâlet etmez. Evet, o zahirî tefsir bunlara delâlet etmediği gibi, aralarında zahirî tefsir ile ters düşecek bir keyfiyet de sözkonusu değildir. Belki o sırların deşilmesi, zahirî tefsir için bir nevi kemâldir. Zahirden onun özüne varmaktır, Bu sırları deşmekten gayemiz zahirî tefsire ters düşsün diye değildir. Aksine bâtınî mânâlarının anlaşılması için, bütün bu misâlleri getirdik. Allah herkesten daha iyisini bilir.
Burada Kitabu Adabı Tilâvet'il-Kur'an (Kur'ân Okumanın Adabı) bölümü sona erdi. Hamd, âlemlerin rabbi olan Allah'a mahsustur. Salât ve selâm, peygamberlerin sonuncusu Hz. Muhammed'e ve âlemlerden seçilmiş her kula ve Hz. Muhammed'in âline ve ashâbmadır!
Bu bölümün ardından -inşâallah- Kitabu'z-Zikr ve'Da'âvât (Zikirler ve Dualar) bölümü gelecektir. Yardım edici olan sadece Allah'tır. Ondan başka rab yoktur!
Rey ile Kur'an'ı Tefsir Etmeyi Yasaklayan Hadîs
Kuran Kuranı yanliş tefsir etmek rey ile Kuranı tefsir etmek 1. Kişinin herhangi birşey hakkında bir fikri vardır. Tabiatı, ona meyletmekte, hevâsı da onu istemektedir. Bu gayesinin doğru olduğuna delil göstermek için, Kur'an'ı kendi rey ve hevâsına göre te'vil etmektedir. Eğer o rey ve hevasına uymasaydı, asla Kur'an'dan o mânâ kendisine görünmeyecekti. Bu kabil te'vil, bazen ilimle beraber olmaktadır. Meselâ birisinin ihdâs ettiği bid'atın doğruluğuna Kur'an'ın bazı ayetlerini delil olarak göstermesi gibi... Oysa o kişi bilir ki, ayetin gayesi onun iddia ettiği mânâ değildir. Fakat ayeti o şekilde te'vil etmek suretiyle hasmını şaşırtmak istemektedir. Bu kabil te'vil, bazen de cehaletle beraber yürümektedir. Fakat ayetin birçok mânâya gelmesi muhtemel olduğu zaman, kendi gayesine uygun düşen tarafa meyledip rey ve hevâsıyla o tarafı tercih eder ve böylece kendi reyiyle tefsir etmiş olur. Yani kendisini böyle bir tefsire zorlayan reydir. Eğer bu zorlayıcı rey olmasaydı, onun yanında böyle bir te'vil tercih edilmeyecekti. Bazen de doğru bir hedefi olur. O hedefini takviye edici bir delili Kur'an'da arar ve hedefine varmak için aynı mânâyı ifade etmeyen bir ayetle istidlâl eder. Tıpkı seher zamanında istiğfar etmeye insanları dâvet eden Hz. Muhammed Mustafa'nın 'Sahura kalkınız. Zira sahurda bereket vardır' sözüyle istidlâl edip, bu hadîs seher zamanında istiğfar etmeyi emreder demesi gibi...
Evet, bu kimse hadîs-i şerifteki 'tesahharu' tabirinden gaye 'seher de zikir'dir' der. Oysa kendisi de bilir ki, burada sahur zamanında yenen yemek kastedilmektedir. Biri de çıkıp katı kalple mücadele etmeye çağırır ve delil olarak Allah Teâlâ'nın 'Firavun'a git. Çünkü o, hakîkaten azdı' (Tâhâ/İ4) ayetindeki 'Firavun' kelimesi 'kalb'e işarettir der. Bu kabil te'villeri, vaizlerden bazısı doğru gayelerde konuşmasını süslemek ve dinleyenleri teşvik etmek için kullanmaktadırlar.
Oysa böyle bir hareket dinen yasaktır. Aynı zamanda bâtınîler de, halkı aldatmak ve bâtıl mezheblerine davet etmek için, fâsid gayelerinin tahakkuku için aynı te'villeri kullanıp böylece Kur'an'ı rey ve mezheblerirıe göre kesinlikle Kur'an'ın gayesi olmadığını bildikleri birtakım işlere hamlederler. İşte bu tip te'viller, rey ile yapılması menedilen tefsirin kısımlarından birisidir. O halde hadîste menedilen rey ile tefsîr, nefsin hevasına uygun düşen fâsid rey ile yapılan tefsirdir. Çalışma neticesinde elde edilen sahih ictihâd ile olan tefsir değildir. Çünkü rey, sahih ictihâdî içine aldığı gibi, fâsid ve nefsin hevasına uygun düşen reyi de kapsar. Hattâ bu tâbir bazen sadece nefsin hevasına uygun düşen reye tahsis edilmektedir.
2. İkinci vecih ise. nakilden ve Kur'an'ın garip meseleleriyle ilgili rivayetlerden kuvvet almaksızın sadece gramer ilminin zahirine göre, çarçabuk Kur'an'ı tefsîr etmeye yönelip acelecilik yapmaktır. Kur'an'ın mübhem ve tebdil olunan lâfızlarındaki mânâya, Kur'an'daki ihtisar, hazf, izmar, takdim ve tehirine bakmaksızın hemen gramerine bakarak sathî bir nazarla tefsir etmeyi çarçabuk yapmaktır. Bu bakımdan Kur'ân tefsirini, zahirini güzelce bilmeden sadece grameri bilmek suretiyle Kur'ân mânâlarını tez elden öne çıkarmaya yeltenen bir kimsenin yanlışları çoğalır ve aynı zamanda Kur'an'ı kendi reyiyle tefsir edenlerin zümresine dahil olur.
O halde evvelâ Kur'an'm zahirî tefsirinde nakl ve sema'a önem vermelidir ki bu sayede yanılmadan korunmuş olsun. Buna riayet ettikten sonra düşünme ve ahkâm çıkarma kabiliyeti gittikçe genişler. Ancak dinlemekle anlaşılabilecek garib meseleler, Kur'ân'da oldukça çoktur. Biz bunların bazılarına işaret edelim ki, okuyucu diğerlerine de bu sayede muttali olup istidlâl edebilsin ve aynı zamanda bilsin ki, herşeyden evvel Kur'an'ın zahirî tefsirinde ihmalkârlık göstermek câiz olmadığı gibi, zahirî tefsiri güzelce bilmeden önce Kur'an'm bâtınına nüfûz etmenin de mümkün olmadığını anlamış olsun.
Kur'an'ın zahir tefsirini güzelce bilmeden evvel Kur'an'ın esrarını anladığını iddia eden bir kimse tıpkı kapıdan girmeden evin üst kısmına vardığını iddia eden bir kimseye veya Türkçeyi bilmediği halde Türklerin konuşmalarındaki maksatlarını bildiğini iddia eden bir kimseye benzer. Zira tefsirin zahirî kısmı, Kur'an'm esrarını bilmek için öğrenilmesi gereken lûgatın yerine geçer.
48) İlim bölümünde geçmişti.
Tahsis (Kendine Hitap Edildiğini Bilmek)
Kuran Kuran okumak Kuran okurken dikkat edilmesi gerekenler Bu bakımdan kişi, Kur'an'ın bir emrini veya bir yasağını dinlediği zaman, o yasağın ve emrin kendisine tevcih edildiğini takdir etmelidir. Bir va'd veya vaîdi işittiği zaman, yine boyle takdir etmelidir ki, burada müsamere ve hikaye kastolunmaz. Bunlardan gaye geçmişlerin durumundan ibret almak ve okuyanın bu hâdiselerden kendi ihtiyacını idrâk etmesi kastolunmaktadır. Çünkü Kur'an'm hiçbir kıssası yoktur ki, o, Rasülullah ve ümmeti hakkında bir fayda temin etmek için sevkedilmemiş olsun. İşte bu sırra binaen Allah (cc) 'Peygamberlerin haberlerinden senin kalbini sağlamlaştıracak her haberi sana anlatıyoruz' (Hûd/120) buyurmuştur. Bu bakımdan kul, Allah Teâlâ'nın Kur'an'da bahsettiği peygamberlerin hâlleriyle ezâ ve cefâya karşı olan sabırlarıyla, Allah'ın yardımını beklemek için dindeki sebatkârlıklarıyla kendisinin de kalbini sabit kılmak istediğini anlamalıdır. Kul nasıl bunu böyle takdir etmeyecektir? Oysa Kur'ân sadece Hz. Muhammed'e mahsus olarak inmiş değildir. Belki bütün âlemlere nur, rahmet ve şifadır. Zaten Allah Teâlâ'nın, Kur'ân nimetinin karşılığında şükretmeyi bütün beşeriyete emretmesi de bu mânâdan doğar... Allah'ın üzerinizdeki nimetini ve size öğüt vermek için indirdiği Kur'an'ı ve ondaki hikmeti düşünün. Allah'tan korkun ve bilin ki, Allah herşeyi kemâliyle bilicidir. (Bakara/231)
Size öyle muazzam bir kitâb indirmişiz ki, (iman ettiğiniz takdirde) bütün şerefiniz ondadır. Hâlâ akıllanmıyacak mısınız? (Enbiyâ/10)
(Onları) açık delillerle ve kitaplarla (gönderdik); sana da bu zikri (Kur'an'ı) indirdik ki, kendilerine indirileni insanlara açıklayasın, ta ki düşünüp öğüt alsınlar. (Nahl/44)
İşte Allah, onların durumlarını, insanlara böyle anlatır. (Muhammed/3)
Haberiniz olmayarak ansızın tepenize azap inmeden önce rabbinizden size indirilenin en güzeline tâbî olunuz. (Zümer/55)
Bu Kur'ân, insanlara hak ölçüleri gösteren nurlardan ibarettir ve şüphesiz iman edecek bir cemâat için hidayet rehberidir. (Câsiye/20)
Bu, insanlara bir açıklama, korunanlara yol gösterme ve öğüttür. (Alu İmran/138)
Allah Teâlâ ilahî hitabıyla bütün insanları kasdettiği zaman elbette onun içinde fertleri de kasteder. İşte okuyucu da kasdolunan bir ferd'dir. Bu bakımdan ona ve diğer insanlara ne olmuş ki kendilerini Kur'an'a muhâtab saymazlar? O halde okuduğu Kur'anla kendisinin kasdolunduğunu takdir etmelidir. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
Bana şu Kur'ân vahyolundu ki? onunla hem sizi ve hem de kime ulaşırsa onu korkutayım. (En'am/109)
Muhammed b. Ka'b el-Kurazî şöyle buyurmaktadır: 'Kur'ân kime tebliğ edilirse sanki onunla Allah Teâlâ konuşur. Bunu böylece takdir ettiği zaman Kur'an'ı herhangi birşey okur gibi okuyamaz. Kölenin efendisinden gelen bir mektubu okuduğu gibi okur ki, düşünüp içindeki emirlerle gereğince amel etsin'. Bu sırra binâen âlimlerden bâzıları: 'Şu Kur'ân rabbimiz tarafından bize gelen mektuplar mecmuasıdır. O mektuplar rabbimizin ahidlerini bize hatırlatıyor. Biz de namazlarımızda onu düşünerek okuyoruz. Tenha yerlerde onun üzerinde duruyoruz. İbadetlerimizde ve gidişatımızda onu tatbik ediyoruz' demişlerdir
Mâlik b. Dinar şöyle buyurmaktadır: 'Ey Kur'ân ehli! Kur'ân sizin kalbinize ne gibi bir tohum ekti? Biliniz ki yağmur yeryüzünün baharı olduğu gibi, Kur'ân da mü'minin baharıdır'. Katâde şöyle demiştir: 'Şu Kur'ân ile herhangi bir kimse dizdize gelip oturmuşsa mutlaka ya eksiklik veya fazlalıkla kalkmış olur. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurur 'Biz Kur'an'dan öyle ayetler indirmekteyiz ki, mü'minler için şifa ve rahmettir. Zâlimlerin de ancak sapıklığını artırır'. (İsrâ/82)
Teberrî
Kuran Kuran okumak Teberri den maksat, Kur'an'ı okuyan kişinin varlık ve kuvvetinden teberri (uzaklaşarak) ederek nefsine katiyyen rıza ve temizlenmiş gözüyle bakmamasıdır.
Sâlihleri medhedip onlara Allah'ın çeşitli nimetlerini va'deden ayetleri okuduğu zaman nefsini onlardan saymamalı, belki o vasıflara lâyık olarak ibâdet edenleri ve o sahada doğru olanları görmeli, onların kervanına katılmak için Allah Teâlâ'dan niyazda bulunmalıdır. Âsiler ve kusurluları yeren ve zemmeden ayetleri okuduğu zaman nefsini onlarla beraber görmeli ve kendisinin muhâtab olduğunu takdir ederek korkmalıdır.
İşte bu sırra binâen İbn Ömer (r.a) 'Ey Allahım! Ben zulmümden ve küfrümden/nankörlüğümden ötürü senden af dilerim' dediğinde kendisine sorulur: 'Zulüm malûm ve fakat küfür ne demek?' Bunun üzerine İbn Ömer şu ayeti okur: Gerçekten insan çok zâlimdir, çok keffardır (nankördür). (İbrahim/34) Yusuf b. Esbat'a 'Kur'an'ı okuduğun zaman nasıl dua ediyorsun?' diye sorulduğunda, 'Nasıl dua edeyim? Kusurumdan ötürü yetmiş defa Allah Teâlâ'dan af diliyorum...' diye cevap verir. Bu bakımdan kişi Kur'ân hakkında nefsini böyle kusurlu görürse, onun bu görüşü Allah'ın rahmetine yaklaşmasına sebep olur. Çünkü yakınlıkta uzaklık gören bir kimse, kendisinde beliren korkudan ötürü yakınlıkla taltif ediliyor ve bu korku o yakınlığın ardından gelen diğer bir yakın dereceye onu çekip götürür. Kim uzaklıkta yakınlığı görüyorsa, aldanır. Aldanışı da onu uzaklığından daha uzak bir dereceye çekip götürür. Kişi nefsini Allah nezdinde razı olunmuş gözüyle görürse, bu şekilde gördüğü nefsi kendisine perde olur. Nefsine iltifat etmek hududunu geçtiği ve okuduğunda Allah'tan başkasını müşâhede etmediği zamanda melekût aleminin sırrı kendisine keşfolunur. Ebû Süleyman ed-Dârânî şöyle anlatır: İbn Sevban bir dostuna akşamleyin evinde iftara geleceği va'dinde bulunur. Buna rağmen kendisini bekleyen dostunun evine şafak sökünceye kadar gelmez. Dostu ertesi gün kendisiyle karşılaşınca sorar: 'Hani akşamleyin bizde iftar edecektin? Va'detmiştin? Va'dinde de durmadın'. O da şöyle der: 'Eğer sana söz vermemiş olsaydım, beni gelmekten men eden sebebi açıklayamazdım. Fakat kalbinin mutmain olması için açıklayayım: Yatsı namazını kıldığım zaman sana gelmeden önce bari vitir namazını da kılayım dedim. Çünkü ölümden emîn değilim. Ne zaman vitir namazının duasına başladım, bana cenne-tin rengârenk çiçekleriyle bezenmiş bir bahçesi gösterildi. Ona baka baka bir de ne göreyim sabah oldu. İşte gelmeyişimin hikmeti budur'.
Bu mükâşefeler ancak nefisten teberri, ne nefse, ne de hevâsına iltifat etmekten uzaklaşınca görünmeye başlar. Sonra bu mükâşefeler keşif sahibinin haline göre değişir. Keşif sahibi reca ve ümit ayetlerini okuduğu zaman müjde hali kendisine galip gelir, cennetin sureti belirir. Sanki onu gözüyle görüyor gibi seyreder. Eğer korku hâli kendisine galip gelirse kendisine cehennem gösterilir. Hatta onun azabının çeşitlerini müşahede eder. Çünkü Allah Teâlâ'nın kelâm-ı ilâhîsi lâtif kolaylıklarla çetin şiddetleri, ümit ve korkuları derleyici bir kelâmdır. Bu ise okuyucunun hâllerine göre değişir; zira o sıfatların bazıları rahmet ve lütuf, bazıları da intikam ve şiddettir.
Bu bakımdan kelimeler ve sıfatların müşahedesi hasebiyle olur. Okuyanın kalbi hâllerin değişiklikleri arasında durmadan değişmektedir. Her hâle göre kalp, ona mahsus mükâşefeye hazırlanıp yaklaşır. Çünkü dinlenen çeşitli oldu mu dinleyenin aynı hâlde durması muhaldir. Zira dinlenenin içinde razı olanın kelâmı olduğu gibi, öfkelinin kelâmı, nimet verenin kelâmı, intikamcının kelâmı, hiçbir şeyden çekinmeyerek ve perva etmeyerek hüküm veren mütekebbir ve cebbarın kelâmı, ihmâl etmeyen, şefkat ve merhamette bulunanın kelâmı da bulunmak-tadır.
42) Müslim ve Buharî, (Cürıdeb b. Abdullah el-Becelî'den)
Tecerrüd (Anlamayı Engelleyen Herşeyden Uzaklaşmak)
Kuran Kuran okurken dikkat edilmesi gerekenler Kuran'ı anlamak Kur'ân anlayışına mâni olan şeylerden kaçınmak gerekir; zira insanların çoğu, şeytanın kalplerine gerdiği perde ve sebeplerden ötürü Kur'an'ın mânâlarını anlamaktan menedilmişlerdir. Böylece Kur'ân sırlarının hikmetleri kendileri için perdelenmiş ve basiretleri onu göremez olmuştur. Nitekim Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:
Eğer şeytanlar, Ademoğullarının kalpleri etrafında cirid atmasaydılar, Ademoğulları melekûta bakabilecekti.40 Kur'an'ın mânâları melekût aleminin cümlesindendir. Zahirî duyulardan gizlenip ancak basiret nuruyla müşahede edilen herşey de melekût alemindendir.
Kur'an'ı Anlamaya Perde Olan Hususlar
1. Kalbi, harflerin mahreçlerinden çıkmaya yönelmesidir. Böyle bir kimseyi, Kur'ân okuyucularını Allah kelâmının mânâlarını anlamaktan alıkoymakla görevli bulunan bir şeytan sevk ve idare eder. Şeytan daima onları harfleri tekrar etmeye yöneltir. Ona daima 'harf mahrecinden çıkmadı' vesvesesini verip durur. Bu bakımdan böyle bir kimsenin düşüncesi yalnızca harflerin mahreçleri üzerine teksif edilmiş olur. O halde böyle bir kimseye nasıl olur da mânâlar inkişâf eder, Bu gibi bir vesveseye itâat edip kurban giden bir kimse, şeytan için en büyük oyuncaktır! (Allah korusun).
2. Uyduğu bir mezhebe mukallid olup da sadece taklid ettiği mezheb üzerine titremek, nefsinde dinlediğine sadece taassub yoluyla yer verip ısrar etmek, basiret ve müşâhede ile ona ulaşmaya yanaşmamaktır. İşte böyle bir kimseyi inancı bağlamış bulunur ve bir türlü inanç bağlarından kurtulup ötelere adım atamaz.
İnandığından başka bir şeyin kalbine gelmesi adeta imkansızdır. Böyle bir kimsenin görüşü sadece dinlediklerine münhasırdır. Uzakta kendisine bir ışık görünüp dinlediklerine muhalif düşen mânâlardan herhangi bir mânâ baş gösterirse, taklid şeytanı derhal kendisine hücum ederek şöyle der: 'Nasıl olur da böyle bir mânâ kalbine gelebilir? Oysa bu senin ecdadının inandıklarına muhaliftir!' Bu bakımdan kişi, bu mânânın şeytandan gelen bir gurur olduğunu zanneder, ondan uzaklaşır ve benzerinden sakınır. İşte bu gibiler için sûfîler İlim perdedir' demişlerdir. Sûfîlerin buradaki 'ilim'den kastettikleri; insanların mücerred taklid ile üzerinde ısrar ettikleri inançlardır veya mezheb mutaassıblarmın mücadele kelimelerinin mücerrediyle yazmış oldukları ve geride gelenlere bıraktıkları mânâsız ibarelerdir. Basiret nuruyla müşahede edilen ve keşfolunan hakîki ilme gelince, o, istenenin en sonu ve hedefi, olmak hasebiyle nasıl olur da perde olabilir?
Bu gibi taklid, bazan bâtıl olur ve aynı zamanda hakikatlerin bilinmesine de mâni olur. Meselâ arş üzerindeki istiva'dan orada temekkün ve istikrar etmeye inananın akidesi gibi... Eğer böyle bir kimseye, meselâ Allah Teâlâ'nın 'elKuddûs' isminden 'Allah insanlar için câiz olan herşeyden mukaddestir' mânâsı başgösterirse, eski taklidi bir türlü bu mânânın kalbine yerleşmesine imkân vermez. Oysa bu mânâ onun kalbine yerleşirse ikinci ve üçüncü keşiflere kapı açarak onu çekebilir ve böylece keşifler biri diğerini takip ederek çözülmeye başlar. Fakat bu hakîkat, onun bâtıl taklidiyle çarpıştığı için, derhal o taklid bu hakîkati onun kalbinden uzaklaştırır. Bazen de taklid hak olduğu halde yine de Kur'an'ın mânâsının anlaşılmasına ve keşfine mâni olmaktadır. Çünkü insanların inanmakla mükellef oldukları hak, birkaç mertebe ve dereceye ayrılır. Onun başlangıcı ve zahiri vardır. Bir de bâtınının derinliği vardır. Tabiatı zâhir üzerinde dondurmak, elbette bâtının derinliğine dalmaktan insanı meneder. Nitekim bunu zâhir ve bâtın ilimlerinin arasındaki fark hususundaki Kavâid'ul-Akaid bölümünde zikretmiştik.
3. Kişinin bir günâhta ısrar etmesi veya mütekebbir olması, az da olsa itaat olunan dünya hevesiyle mübtelâ bulunmasıdır. Çünkü böyle bir durum kalbin kararmasına ve paslanmasına vesile olur. Bu durum, tıpkı aynanın yüzündeki pas gibidir. Hakkın tecellisine mâni olur. Bu durum ise, kalp için en büyük perdedir. İşte insanların çoğu bu perde ile hakikati görmekten perdelenmişlerdir. Şehvetler ne kadar kalbin üzerinde yerleşirse Allah kelâmının mânâları da o kadar perdelenir. Kalpten dünya ağırlıkları ne kadar kalkarsa o derecede de mânânın o kalpte tecelli etmesi yakınlaşır. Kısacası kalp ayna gibidir, şehvetler de pas... Kur'an'ın mânâları da aynada görünen sûretler gibidir. Şehvetleri sökmek suretiyle kalbin temizlenmesi aynanın parlatılması gibidir. İşte bu hikmete binaen Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:
Ümmetim dinar ve dirhemi (serveti) yücelttiği zaman, onlardan İslâm'ın heybet ve azameti sökülüp alınır. Emri hi'l-Ma'rufu ve Nehy-i an'il-Münkefi (iyiliği emredip ve kötülüğü yasaklamayı) terkettikleri zaman da, vahyin bereketinden mahrum olurlar.41
Fudayl b. İyaz (r.a) 'Vahyin bereketinden mahrum olmak Kur'an'ı anlamaktan mahrum olmaktır' demiştir. Allah Teâlâ (ce) Kur'an'm anlaşılır ve hatırlatıcı oluşunda Allah'a dönüşü şart kılarak şöyle buyurmuştur: Bütün bunları hakka ve hakîkate dönen her kul için bir ihtar ve bir ibret dersi olsun diye yaptık. (Kaf/8) Fakat ancak küfürden dönen (Allah'ın alâmetlerinden ibret alır ve gerçeği) anlar. (Mümin/13) Ancak akıl sahipleri anlar. (Ra'd/19) Dünya aldanışını âhiret nimetlerine tercih eden bir kimse akıllılardan olamaz ve bu hikmetten ötürü kitabın sırları kendisine açılmaz!
4. Zâhirî bir yorumu okuyup 'Kur'ân kelimelerinin mânâları ancak İbn Abbas, Mücâhid ve benzeri müfessirlerden nakledilen mânâlardır' şeklindeki inanıştır. 'Bunların ötesindeki mânâlar rey ve şahsi düşünce ile verilen mânâlardır ve Kur'an'ı kendi reyiyle tefsir eden ateşte yerini hazırlamış olur' kanaatine varmaktır. İşte bu kanaat de Kur'ân mânâlarının önüne çekilen büyük bir sed ve perdedir. Biz rey lie Kur'an'ın tefsir edilmesinin mânâsını dördüncü bölümde beyân edeceğiz ve bunun Hz. Ali'nin 'Ancak Allah'ın kuluna verdiği anlayış ve idrak müstesna' şeklindeki sözüne zıd düşmediğini kaydedip diyeceğiz ki; eğer Kur'an'ın mânâsı sadece İbn Abbas, Mücâhid ve benzeri müfessirlerden nakledilen zahir mânâlar olsaydı, âlim olan insanlar Kur'an'ın mânâsında ihtilâfa düşmezlerdi.
40) Namaz bölümünde geçmişti. 41) İbn Ebî Dünya
Tedebbür (Düşünmek)
Düşünme, kalp huzurunun ötesinde bir mânâdır. Zira insanoğlu bazen Kur'an'dan başka şey düşünmez. Fakat buna rağmen sadece Kur'an'ı dinlemekle yetinir, mânâlarını düşünce süzgecinden geçirmez. Oysa okumaktan gaye düşünmektir. İşte düşünmeyi teinin etmek için, Kur'an'ı tertîl ile okumak sünnet olmuştur. Çünkü Kur'an'ın zahirini tertîl ile okumak bâtınında tedebbür (düşünme) imkânını bahşeder. Hz. Ali şöyle buyurmuştur: 'İçinde anlayış bulunmayan bir ibadette hayır olmadığı gibi, içinde düşünme olmayan okumanın da hayrı yoktur'.
Eğer kişi ancak ayetleri tekrar etmek suretiyle düşünme imkânına kavuşabiliyorsa, o zaman ayetleri tekrar ediversin. Ancak bir imama uymuş ise, ayetleri tekrar etmeyi terketmek gerektir. Zira imama uyan bir kimse bir ayeti düşünmeye koyulduğu takdirde imam başka bir ayete geçer, o zaman imamı dinlememiş olur ve böylece günahkar olur. Hâli, tıpkı muhatabının bir kelimesi hoşuna gidip de onunla meşgul olan, konuşmasının diğer bölüm-lerini anlamayan bir kimsenin hâline benzemiş olur... Rükûa vardığında, rükûdan önce okuduğu bir ayetin mânâsını düşünmekte olup rükûda okunan teşbihlerin ne demek olduğundan gafil bulunan bir kimsenin hâli de böyledir. Zira bu hâl, artık vesveseden başka bir şey değildir.
Amr b. Abdülkays 'Namaz içinde beni vesvese kaplıyor' dediğinde kendisine sorulur: 'Seni saran vesvese dünya işlerindeki vesvese midir?' O da şöyle cevap verir: "Bedenimin mızrak darbesiyle delik deşik oluşu, namazda dünya vesvesesinin beni kaplamasından daha sevimli gelir bana. Böyle bir hâl yoktur. Ancak kalbim rabbimin huzurundaki duruşumla meşgul oluyor. Ben nasıl bu huzurdan ayrılacağım diye düşünüyor ve vesveselere kapılıyorum. (Bu huzurdan Allah katında makbul olanlardan olarak mı ayrılacağım, yoksa merdûd olanlardan mı?)'
İşte o böyle bir düşünceyi vesvese olarak kabul ediyordu. Hakîkatte de bu düşünce vesvesedir. Çünkü bu düşünce, insanı yaptığı fiilin mânâsından uzaklaştırır. Şeytan, bu mertebeye varan bir kimseyi, ancak dinî bir maksadla böyle meşgul edebilir. Yani onu daha faziletli bir dinî vazifeden bu şekilde menetmeye muvaffak olur. Hasan Basrî'ye Âmir b. Abdülkays'ın bu hali söylendiği zaman şöyle dedi: Eğer siz Âmir'den naklettiğiniz bu sözde doğru iseniz bilin ki, Allah Teâlâ böyle birşeyi bizde yaratmış değildir.
Hz. Peygamber (s.a) Besmele'yi okuyup yirmi defa tekrar etmiştir,37 Rasûlullah'ın (s.a) Besmele'yi tekrar etmesi, mânâsını düşünmek içindir. Ebû Zer Gıfâri'den şöyle rivayet edilir: Hz. Peygamber (s.a) bir gece önümüzde namaza durdu. Şu ayeti tekrar tekrar okudu: 'Eğer onlara azap edersen, şüphe yok ki onlar senin kullarındır ve eğer kendilerini bağışlarsan, yine şüphe yok ki sen mutlak galibsin ve hükmünde hikmet sahibisin'. (Mâide/118)38 Temim ed-Dârî bir gece sürekli şu ayeti tekrar etti: 'Yoksa o kötülükleri işleyip duranlar kendilerini iman edip, sâlih amel işleyenler gibi mi yapacağımızı, hayat ve ölümlerini bir tutacağımızı mı sandılar? Ne fena hüküm veriyorlar'. (Câsiye/21) Said b. Cübeyr bir gece şu âyeti tekrarladı: 'Ey günahkârlar! Bugün mü'minlerden ayrılın'. (Yasîn/49)
Âlimlerden biri 'Herhangi bir sûreyi açıyorum. O sûrede gördüğüm bazı hakikatler akşamdan sabaha kadar o sûreyi bitirmekten beni alıkoyuyor' buyurmuştur.
Bir âlim de şöyle der: 'Mânâsını anlamadığım ve kalbimin nasibi içinde bulunmayan bir ayeti okuduğum zaman, ondan sevap elde ettiğime inanmıyorum'. Ebû Süleyman ed-Dârânî'den şöyle hikâye edilir: 'Ben bir ayeti okuyorum, bazan dört veya beş gece o ayeti tekrar edip duruyorum. Buna rağmen eğer o ayet hakkındaki düşüncemi kesmezsem, başka bir ayete geçme imkânı bulamıyorum'. Seleften biri altı ay Hûd sûresini tekrar edip durur. Bir türlü bu zaman zarfında o sûrenin mânâsını düşünmekten kendisini kurtaramaz. Ariflerden biri şöyle der: 'Her cuma, her ay ve her sene bir hatmim vardır. Aynı zamanda otuz seneden beri başlattığım bir hatmim vardır ki, hâlâ onu bitirmiş değilim'.
İşte bütün bunlar düşünce ve tedkik derecelerine göre cereyan etmektedir. Bu zatlar, aynı zamanda şunu da söylemişlerdir: 'Kur'an'ı okurken nefsimi ameleler yerine koyuyorum. Bazen günü gününe çalışıyorum, bazen aylık, bazen haftalık, bazen de senelik çalışıyorum'.
37) Ebûzer el-Herevî, (Ebû Hüreyre'den zayıf bir senedle) 38) Nesâî ve İbn Mâce, (sahih bir senedle)
Teessür (Müteessir Olmak)
Kuran Kuran okurken üzülmek Teessür, kalbin çeşitli eserlerden, ayetlerin değişikliğinden ötürü çeşitli renkler alması demektir. Bu bakımdan kalp, her hâlin anlatılışına göre hâllenir. O halden ötürü üzüntü, korku, ümit ve daha nice sıfatlarla sıfatlanır. Kişinin marifeti tamam oldukça, korkusu o nisbette kalpte çoğalır. Çünkü tazyik, Kur'ân ayetlerinde diğer durumlardan daha fazladır. Kişi mağfiret ve rahmetin ancak ariflerin elde edebileceği şartlara bağlandığını görür. Nitekim şu ayette aynı durum mevcuttur: Bununla beraber şüphe yok ki, ben, tevbe eden, iman edip sâlih amel işleyen, sonra da hak yolunda sebat gösteren kimse için çok bağışlayıcıyım. (Tâhâ/82)
Görülüyor ki, bu ayette çok bağışlayıcıyım cümlesi dört şart ile takip ettirilmiştir: a) Tevbe, b) îman, c) Amel-i Sâlih, d) Hak Yolunda Sebat
Şu ayette de aynı durum vardır: Andolsun asra ki, gerçekten insan ziyandadır. Ancak iman edip sâlih ameller işleyenler, birbirine hakkı ve sabrı tavsiye edenler müstesnadır. (Asr/1-3)
Allah Teâlâ burada da dört şart zikretmektedir. Bu dört şartı zikretmediği ayetlerde de onları kapsayıcı ve derleyici bir şartı zikretmektedir. Muhakkak ki ihsan (iyilik) yapanlara, Allah'ın rahmeti pek yakındır. (A'raf/56)
Ayetteki 'ihsan', bütün şartları içine alan bir şarttır. İşte böylece Kur'an'ı başından sonuna kadar tedkik eden ve anlayan bir kimseye en uygun düşen durum korku ve üzüntüdür. Bu sırra binaen Hasan Basrî şöyle der: 'Allah'a yemin ederim, bugün hiçbir kul yoktur ki Kur'an'ı okuyup, Kur'ân'a iman etsin de hüznü ferahından daha çok olmasın ve yine ağlaması çok olup gülmesi azalmasın. Yorgunluğu ve meşguliyeti çoğalıp istirahat ve tembelliği azalmasın'.
Vüheyb b. Verd şöyle buyurmuştur: 'Bütün hâdiselere, va'z ve nasihatlere dikkatle baktık ve Kur'an'ın dışında kalpleri hassas yapan ve kalplere hüzün ve üzüntüyü celbeden bir şeye tesadüf etmedik'. Bu bakımdan kulun tilâvet ile müteessir olması, okuduğu ayetin bahsettiği sıfat ile sıfatlanması demektir. Vaîd ve şartlarla kayıtlı bulunan mağfiret ayetlerini okuduğu zaman eğer mânâyı anlamışsa ölürcesine korkusundan küçülür. Allah Teâlâ'nın geniş rahmetinden bahsedip mağfireti va'deden ayetleri okuduğunda, sevincinden uçarcasına müjdelenir. Allah'ın zikrini, sıfat ve isimlerini belirten ayetleri okuduğunda celâl-i ilâhînin önünde başını eğer ve azametini hatırlar. Kâfirlerden bahseden ve Allah hakkında muhâl olan sıfatları Allah'a nisbet ettiklerini beyan eden ayetleri okuduğu zaman sesini kısar, onların sözlerinin çirkinliğinden ötürü içinden hayâ ederek kırılır. Meselâ, onların Allah'a 'çocuk' veya 'eş? nisbet ettikleri gibi durumlarda, ulûhiyyet sânına yakışmayan sözlerinden iç âleminde infiale kapılır ve derhal sesinin hızını keserek ezik bir hâl alır. Cennetin vasfını okuduğu zaman, içinde cennete karşı bir iştiyak duygusu belirir. Cehennemin vasfını okuduğu zaman da korkudan azalan tirtir titremeye başlar.
Hz. Peygamber (s.a) İbn Mes'ud'a 'Bana Kur'ân oku!' dediği zaman îbn Mes'ud Nisâ süresini açarak okur ve 'Her ümmetten birer şahid getirdiğimiz ve seni de onlar üzerine bir şâhid yaptığımız zaman, bakalım kâfirlerin hâli ne olacak?' (Nisâ/41) ayetine vardığı zaman Rasülullah'ın iki gözünden yaşlar aktığını görür. Rasûlullah kendisine 'kâfi' der. Bunun hikmeti; o hâlin müşahedesinin Rasûlullah'ın kalbini tamamen ihâta etmesidir.
Allah'tan korkanların bir kısmı, vâid ayetlerini okudukları zaman, baygınlık geçirirlerdi. Bazıları da bu ayetleri dinlediğinde ölürdü. Bu bakımdan okuyanın bu hallerle hallenmesi, onu Allah Teâlâ'nın kelâmını hikaye edercesine okumaktan çıkarmış olur. Bu hallerle hallenen bir kimse: 'De ki: Eğer ben rabbime isyan edersem cidden büyük bir günün azabından korkarım' (En'am/15) ayetini okuduğu zaman, eğer korkmazsa, sadece ayeti hikâye etmiş olur.
'Ey rabbimiz! Ancak sana tevekkül ettik, sana ibadete koyulduk ve yalnız sanadır dönüş' (Mümtahine/4) ayetini okuduğu zaman, eğer Allah'a tevekkül edip ona dönüş yapmamış ise, sadece bu ayeti hikaye etmiş olur.
'Elbette bize yaptığınız eziyetlere sabredeceğiz' (İbrâhim/12)
ayetini okuduğu zaman, eğer hâli sabretmek veya gelecek eziyetlere karşı sabretmeye niyetlenmeyip de tilavetin halâvetine varmamışsa, evet, eğer bu sıfatlarla sıfatlanmamış, kalbi bu durumlar arasında titrememişse onun şu ayetleri okumaktan nasibi sadece dilini kıpırdatmaktır. Bununla beraber kendine açıkça şu ayetlerde lânet edilmiştir:
İyi bilin ki Allah'ın laneti zâlimler üzerinedir. (Hûd/18)
Yapmayacağınız şeyi söylemeniz Allah katında buğz bakımından çok büyüktür. (Sâf/3)
İnsanların hesapları yaklaştı, fakat onlar hâlâ gaflet içinde yüz çevirmektedirler, (Enbiyâ/l)
Onun için (ey rasûlüm) sen bizim Kur'an'ımızdan yüz çevirip de yalnız dünya hayatını isteyen kimselere bakma! (Necm/29)
Kim de tevbe etmezse işte onlar kendilerine zulmedenlerdir. (Hucurât/11)
O kişi aynı zamanda Allah Teâlâ'nm şu ayetinin hükmüne de dahil olur: Onlar içinde okuma ve yazma bilmeyenler vardır ki Tevrat'ı bilmezler. Ancak birtakım kuruntu yığını uydurmalar düzer, sadece şüphe ve zanda bulunurlar. (Bakara/78) '
Yani onlar mücerred tilâvetle iktifa ederler. Aynı zamanda o kişi şu ayetin de şümulüne dâhil olmuş olur: Göklerde ve yerde nice ayet(ler) var ki, onların yanından yüzlerini çevirerek geçerler. (Yusuf/1'05)
Çünkü Kur'ân, yer ve göklerdeki Allah Teâlâ'nm varlık ve birliğine delâlet eden bütün alâmetleri beyan buyurmaktadır. Kur'ân ayetlerini okuyup onlardan ibret almayan, o ayetlerden yüzçeviriyor demektir. Bu hikmete binâen denildi ki:
'Kur'an'ın beyan buyurduğu sıfatlarla muttasıf olmayan bir kimse Kur'an'ı okuduğu zaman Allah Teâlâ ona 'Sen nerede, benim kelâmım nerede...
Sen ki benden yüzçevirmiş bir kimsesin, bana dönüş yapıncaya kadar kelâmımı bırak, okuma!' diye hitapta bulunur. Âsi bir kimsenin Kur'ân okuyup tekrar ettiği zamanki misâli, padişahın fermanını günde birkaç defa okuyan bir kimsenin haline benzer. Padişah bu kimseye fermanında memleketini imâr etmeyi emretmektedir. Oysa o, memleketin tahribi ile meşguldür ve bütün yaptığı sadece fermanı okumaktan ibarettir.
Eğer bu kişi padişahın emrine muhalefet etmesiyle beraber fermanını okumayı da terkederse padişah ile alay etmekten ve bundan dolayı da cezaya çarpılmaktan kurtulamaz.
Bu sırra binâen Yusuf b. Esbât dedi ki: 'Ben Kur'ân okumaya niyetleniyorum. Fakat içindeki ahkâmı hatırladığım zaman, Allah'ın azabından korkarak onu bırakıyor, tesbih ve istiğfar ile meşgul olmayı tercih ediyorum'. Kur'an'ı okuyup ahkâmıyla amel etmekten yüz çeviren bir kimse şu ayet de kastolunan kimselerdendir: Onlar ise, o söz ve teminatı sırtlarının arkasına attılar. Böylece karşılığında biraz para aldılar. Bu ne kötü bir alışveriştir. (Alu İmran/187) İşte bu sırra binaen de Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:
Kalbiniz Kur'ân üzerinde ittifak ettikçe ve derileriniz onun için yumuşadıkça Kur'ân okuyunuz; (ancak o zaman okumuş sayılırsınız). Ne zaman ki Kur'ân ile çelişirseniz, demek oluyor ki siz Kur'an'ı okumuyorsunuz.42
Bazı rivayetlerde de 'Kur'ân ile çeliştiğiniz takdirde Kur'an'ı bırakıp kalkınız' denilmektedir. Nitekim Allah Teâlâ da Enfâl sûresinin ikinci ayetinde
'Gerçek mü'minler yalnız o kimselerdir ki; Allah anıldığı zaman kalpleri korkarak ürperir. Onlara ayetleri okunduğu zaman imanlarını artırır ve onlar yalnız rablerine tevekkül ederler' buyurur.
Hz. Peygamber (s.a) başka bir hadîsinde şöyle buyurur: İnsanlardan Kur'an'ı en güzel sesle okuyan o kimsedir ki onun Kur'ân okuduğunu dinlediğin zaman, onu Allah'tan korkar bir kimse görürsün.43
Allah'tan korkan bir kimseden dinlenen Kur'an'dan daha sevimli olarak, hiç kimseden dinlenilmez,44
Anlaşıldı ki, Kur'ân, sadece bu halleri kalbe celbetmek ve ahkâmıyla amel etmek için okunur. Eğer Kur'an'ın okunmasmdaki gaye bu değilse, sadece harflerin ve dilin kıpırdaması külfeti ise, bu önemsiz bir şeydir. Bu hikmete binâen kurrâ'dan biri şöyle anlatır: Bir üstadımın yanında Kur'ân okudum. İkinci bir defa okumak istediğimde beni şiddetle reddederek dedi ki: 'Kur'an'ı benim üzerime okuyup beni meşgul ediyorsun. Git, Allah Teâlâ'ya oku ve dikkat et ki, Allah Teâlâ sana neyi emretmekte ve seni nelerden sakındırmaktadır?'
İşte sahâbe-i kiramın (r.a) meşguliyetleri böyle Kur'anla hallenmek ve onun ahkâmıyla amel etmekti, Hz. Peygamber (s.a) vefat ettiği zaman yirmibin sahâbîsi vardı.45
Oysa onlardan sadece altı kişi Kur'an'ı tamamen hıfzetmişti. Bu altı kişinin ikisi hakkında da ihtilâf vardır. Sahâbîlerin çoğu bir veya iki sûreyi hıfzederdi. Bakara ve En'am sûresini hıfzedenler, sahâbîlerin âlimleriydi. Birisi Kur'an'ı öğrenmek için huzur-i saadete geldiğinde Allah Teâlâ'nın 'Zirâ kim zerre miktarı bir hayır işlerse onun mükâ-fatını görecek, kim de zerre miktarı bir kötülük işlerse onun cezasını görecektir' (Zilzal/7-8) ayetinin okunduğunu duyar ve 'Bukadarı bana kâfidir' diyerek gider. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s,a) hazır bulunanlara 'Bu kişi Kur'an'ın mânâsını anlayarak gitti' buyurur.
Ancak ayetin mânâsını anladıktan sonra müzminin kalbine Allah tarafından ihsan edilen bu hâl ve benzerleri nâdir attandır. Sadece dilin kıpırdatılmasma gelince onun faydası pek azdır. Belki sadece diliyle okuyup, okuduğunun hükümleriyle amel etmeyen bir kimse şu ayetin hedefi olmaya namzettir: 'Her kim de benim zikrimden (Kur'an'ımdan) yüz çevirirse ona dar bir geçim vardır ve onu kıyâmet günü kör olarak hasrederiz.
(Kur'an'dan yüz çeviren kimse) şöyle der: Ey rabbim! Beni niçin kör olarak hasrettin? Oysa ben (dünyada) iken görüyordum. Allah şöyle buyurur: Cezan böyle! Sana ayetlerimiz geldi de onları unuttun. İşte bugün de böylece unutulursun. (Tâhâ/124-126) Yani o ayetleri terkedip onları düşünmedin ve onlara ihtimam göstermedin! Çünkü işinde kusurlu olan kimse için 'o, işi unutmuş' denir. Kur'an'ın hakkıyla okunması; lisan, akıl ve kalbin ortaklaşa okuması demektir. Bu okumaktan lisanın payı; tertil ile okuyup harfleri tasrih etmektir. Aklın payı da mânâları tefsir etmek, kalbin payı ise, onlardan ibret alıp yasaklardan çekinmek, emirlere uymaktır. Bu bakımdan lisan tertîlle okuyor, akıl onun okuduğunu tercüme ediyor, kalp ise ondan ibret alıyor.
42) Müslim ve Buharî, (Cürıdeb b. Abdullah el-Becelî'den) 43)İbn Mâce, zayıf bir senedle 44)Hâkim, (Ebû Kasım el Gafıkî'den) 45)Yirmibin kaydı belki de sadece Medine'de bulunanlar içindir. Zira Ebû Zur'a er-Râzî 'Resûlullah (s.a) vefat ettiği zaman yüzondörtbin sahâbi vardı' diyor. Bütün bunlar, ondan hadis dinleyen ve rivayet edenlerdir. Buharî veMüslim'de Enes'den rivayet edildiğine göre, Resûlullah'ın zamanında bütün Kur'an'ı hıfzedenler dört kişidir ve hepsi de Ensâr'dandır. 1.Ubey b. Ka'b, 2.Muaz b. Cebel, 3.Zeyd 4.Ebû Zeyd'dir. Bu hadisin senedinde za'f vardır.
Tefehhüm (Anlamaya Çalışmak)
Allah'ın fiilleri Kuran'ı anlamak peygamberi yalanlayanlar Tefehhüm, okuduğu her ayetten, gücü nisbetinde anlamaya çalışmak demektir. Zira Kur'ân, Allah'ın sıfatlarını, fiillerini, peygamberlerin hallerini, peygamberleri yalanlayanların hâllerini ve onların nasıl helâk olduklarını, Allah'ın emirlerini, yasaklarını, cennet ve cehennem zikrini ihtiva etmektedir.
Allah'ın sıfatlarını belirten bazı ayetler:
O göklerin ve yerin yaratıcısıdır. Size kendi cinsinizden çiftler yapmıştır. Davarlardan da çiftler... Sizi bu tarzda yaratıp üretiyor. O'nun misli gibi (ona benzer) tek birşey yoktur. O, bütün söylenenleri işitir bir semî'dir, bütün yapılanları gören bir basîr'dir.(Şûrâ/11) Melik 'tir (mülk ve saltanatı devamlı olandır), Kuddûs 'tür (yani her türlü noksanlık ve ayıplardan beridir, bütün âfet ve kederlerden salimdir), Mü'min dir (yâni emniyet verendir), Müheymin'dir (yani her şeyi gözetip koruyandır), Azîz dir (yani herşeye galibdir), Cebbâr'dır (yani kulların hallerini ve ihtiyaçlarını düzeltendir. Varlığı çok yücedir), Mütekebbir 'dir (azamet ve ululuk sahibidir). (Haşr/23) Bu bakımdan okuduğumuz bu isim ve sıfatların mânâlarını derin derin düşünmelidir ki, bunların sırları kendisine inkişâf etsin. Zira bu isim ve sıfatların altında öyle mânâlar saklıdır ki, o mânâlar ancak muvaffak olanlara belirir. Hz. Ali (r.a) şöyle demiştir: Hz. Peygamberin insanlardan gizleyip de sadece bana fısıldayıp söylediği birşey yoktur. Ancak Allah Teâlâ'nın, kitabı hususunda kuluna verdiği anlayış ve idrak müstesna!39
Bu nedenle okuyucu Kur'an'ın mânâsını anlamayı şiddetle aramalıdır. İbn Mes'ûd şöyle buyurmuştur: 'Öncekilerin ve sonrakilerin ilmini isteyen bir kimse, Kur'an'ı deşsin. Kur'an'ın en büyük ilimleri Allah Teâlâ'nın isim ve sıfatları altındadır. Çünkü insanların çoğu o isim ve sıfatlardan ancak kendi anlayışlarına uygun mânâlar çıkarmışlardır. Oysa onların derinlerine nüfûz etmemişlerdir.
Allah Teâlâ'nın Fiilleri
Gökleri, yeri ve onlardan başka varlıkları yarattığını zikretmesi gibi... Bu bakımdan okuyan bu mânâları taşıyan ayetlerden Allah'ın sıfatlarını ve celâlini anlamalıdır. Çünkü fiil, faile delâlet eder. Fiilin büyüklüğü failin büyüklüğüne delildir. Bu bakımdan fiilde, fiil değil fâil görünmelidir.
Hakkı bilen, herşeyde O'nu görür. Çünkü herşey haktandır. O'na dönecek, O'nunla kaim ve O'nun içindir. Bu bakımdan hakîkat açısından O, külldür. Yani herşey O'nun varlığını ilan etmektedir. Kim gördüğünde O'nu görmezse sanki O'nu tanımamıştır. O'nu tanıyan da O'ndan başka her ne varsa hepsinin bâtıl olduğunu tanımış demektir. O'nun zâtı hariç, herşey helâk olur. Bunun mânâsı herşey ikinci bir halde iptal olunacaktır demek değildir. Belki herşey el'ân, eğer zâtı, zât olarak itibar edilirse bâtıldır. Ancak Allah'ın var ettiği ve O'nun kudretiyle meydana geldiği cihetle eşyaya itibar edilirse, o vakit varlıkları bu mânâ ile sabit olur. Yani tâbi olmak yoluyla sâbit olurlar. İstiklâl yoluyla ise, mutlak bâtıldırlar.
İşte bu keyfiyet, mükâşefe ilminin başlangıçlarından bir başlangıçtır. Bu sırra binâen okuyucu şu ayetleri okuduğu zaman sadece su, ateş, ekin ve meni mânâlarına düşüncesini hasretmemelidir. Belki meninin biri diğerine benzer cüzlerden müteşekkil olduğunu düşünmeli, sonra bu meninin et, kemik, sinir ve damarlara nasıl taksim edildiğini, çeşitli şekilde baş, el, ayak, ciğer, kalp ve sâir âzâlar olarak meydana nasıl geldiğini, sonra buradaki kulak, göz, akıl ve sair şerefli sıfatlarının nasıl belirdiğini, sonra bunlardaki gazab şehvet, kibir, cehalet, yalanlamak ve mücadele gibi çirkin sıfatların nasıl olduğunu düşünmelidir.
Bahsi geçen ayetler şunlardır: Şimdi gördünüz mü o ektiğiniz tohumu? (Vâkıa/63) Şimdi gördünüz mü (rahimlere) döktüğünüz meni yi? (Vâkıa/58) Şimdi içmekte olduğunuz suyu bildirin bana! (Vâkıa/68) Şimdi çakıp yakmakta olduğunuz ateşi bana haber verin! (Vâkıa/71)
Evet, bu ayetleri söylediğimiz gibi düşünmelidir. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: O (inkarcı) insan görmedi mi? Biz onu bir nutfeden yarattık. Şimdi de âşikâr bir mücadeleci kesiliverdi. (Yâsin/77) Evet, bu hikmetleri düşünmelidir. Düşünmeli ki, o hikmetlerin acaipliklerine ulaşabilsin. Acaiplerin acaibi ise, bu acaiplerin kaynağı bulunan sıfatlardır. Bu bakımdan kişi, daima sanata bakmalıdır. Bakmalıdır ki, orada yaratanı görebilsin. Peygamberlerin Hâlleri
Kur'ân okuyan insan peygamberlerin yalanlandıklarını, nasıl vurulduklarını ve bazılarının nasıl öldürüldüklerini Kur'an'dan dinlediği zaman, bundan anlamalıdır ki; Allah (cc) peygamberlerden de, kendilerine peygamber gönderilen kimselerden de müstağnidir. Bu hâdiseler O'nun istiğna sıfatına delâlet eder. Eğer bütün beşeriyeti helâk ederse, bu hadise O'nun mülkünde zerre kadar menfi bir tesir icra edemez. Başka bir ayette peygamberlerin galip geldiklerini okuduğu zaman, Allah Teâlâ'nın kudretine ve hakka yardım etmek hususundaki irâdesine yorumlamalıdır.
Peygamberleri Tekzib Edenlerin Hâlleri
Ad, Semûd kavimleriyle onların başına gelen hadiseler gibi... Bu hadiseleri belirten ayetleri okuduğu zaman Allah'ın satvet ve intikam alışından korkmalıdır. Bu hadiseden kendi nefsi için ibret almalıdır. Eğer gafil olur sû-i edebde bulunur ve Allah Teâlâ'nın azabının gecikmesine aldanırsa 'Belki de Allah Teâlâ'nın azabı yakama yapışır ve hükm-i ilâhîsi benim hakkımda infaz edilir' diye düşünüp nasibdar olmalıdır. Böylece cennet ve cehennem ve Kur'an'ın diğer konularını dinlediği zaman, herbiri hakkında uygun şeyler düşünüp ibret almalıdır. Bunlardan ne gibi ibret alınır? Bunu saymaya imkân yoktur. Çünkü sonsuzluğa doğru uzanıp gider. Her kul, Allah Teâlâ kendisine bu sahada ne kadar nasib etmişse ancak o kadarını alabilir. Zira yaş ve kuru her ne varsa tamamı hâdiseleri apaçık beyân eden kitabda mevcuttur. İşte bu-nun delili olan ayet: De ki: Eğer rabbimin kelimeleri(ni yazmak) için bütün denizler mürekkeb olsa, muhakkak ki rabbimin kelimeleri tükenmeden denizler tükenirdi. Bir o kadar daha yardımcı getirsek bile... (Kehf/109) Yine bu sırra binâen Hz. Ali şöyle buyurmuştur: 'Eğer dileseydim sadece Fâtiha-i Şerîfe'nin tefsiri bahsinde yetmiş deve yükü kitap yazabilirdim'. Belirttiklerimizden gayemiz; Kur'an'ı anlamak yoluna işaret etmektir ki bu kapı okuyucunun önüne açılsın. Bu sahayı tamamen sayarak arzetmek hususuna gelince, bu, beşer takatinin üstünde bir şeydir. Kur'an'ın hakikatlerini anlamakta az da olsa, nasibi olmayan bir kimse şu ayetin mefhumuna dahil olur: O, münafıklardan seni dinlemeye gelen de var. Hatta senin yanından çıktıkları zaman (sahâbîlerden) kendilerine ilim verilmiş olanlara şöyle derler: 'O (Peygamber) demin ne söyledi?' (Böylece alay ederler) Bunlar öyle kimselerdir ki, Allah kalplerini mühürlemiştir de hep hevâlarına uymuşlardır. (Muhammed/16)
Bunların kalplerine vurulan mühür ise Kur'an'ı anlamalarına engel olan şeylerdir ki, gelecek bahislerde zikrettiğimiz zaman bilinecektir.
Denildi ki: 'Mürid, ancak Kur'an'da bütün isteklerini gören bir kimseye denir'. Demek ki, bütün isteklerini Kur'an'da görmeyen mürid olamaz. Mürid olan bir kimse, Kur'ân'dan eksik sıfatları tam sıfatlardan ayırdeder, mevlâsının lütfuyla kölelere muhtaç olmaktan müstağni olur.
39) Nesâî, (Ebû Hüreyre'den
Terakki
Kuran Kuran okuma dereceleri Terakkiden maksat, Kur'ân okuyan bir kimsenin hâlden hâle girip Kur'an'ı, nefsinden değil Allah'tan dinleyinceye kadar yükselmesidir. Bu bakımdan okumanın dereceleri üçtür:
A)En az derecesi, sanki Kur'an'ı Allah'a okur gibi okumaktır. Sanki Allah'ın huzurunda durmuş, Allah kendisine bakıyor ve okuduğu Kur'an'ı kendisinden dinliyor gibi düşünüp hissetmelidir. Kişi kendisini böyle düşündüğü zaman, onun hâli, Allah'tan istemek, yalvarmak ve yakarmak olur.
B)ikinci derecesi kalbiyle Allah'ı müşahede etmektir. Sanki Allah'ı görür ve onun lûtuflarına mazhar olarak ona hitâb eder, nimet ve ihsanlarına garkolarak onunla münâcatta bulunur. Böyle bir kimsenin durumu Allah'tan utanmak, onu tâzim etmek, ona kulak vermek ve kelâmını anlamaktır.
C) Kelâm'm içinde, konuşanı, kelimelerde de onun sıfatlarını görmektir. Bu bakımdan bu derecede olan bir okuyucu, ne nefsine, ne okuyuşuna ve ne de kendisiyle ilgili bulunan nimetlere kendisine verilmesi hasebiyle bakmaz. Bütün himmetini konuşana teksif eder. Fikri ve düşüncesi konuşan olur. Sanki konuşanı müşahede etmeye garkolmuş, artık başkasını görmez. Bu derece, mukarriblerin derecesidir. Bundan önceki derece ise, Eshâbu'l Yemînin derecesidir. Bunların dışında kalan derece ise, gafillerin dereceleridir.
Bu en yüce dereceden Cafer b. Muhammed es-Sâdık haber vererek şöyle buyurmuştur: 'Allah'a yemin ederim, Allah Teâlâ (cc) kelâmında halkına tecellî etmiştir. Ancak halk onu görmez'.
Yine kendisine 'Sana ne oldu ki, namaz içinde düşüp bayıldın?' diye sorulduğu zaman şöyle buyurmuştur: 'Kalbimde bir ayeti tekrarlayıp duruyordum. Tâ ki onu, onunla konuşandan dinledim. O zaman O'nun kudretinin görünmesine cismim güç yetiremedi ve düşüp bayıldım'. Böyle bir derecede kelâmın tadı büyüdükçe büyür. Lezzetin münâcâatı oldukça kabarır. Bu sırra binâen hükemâdan biri şöyle buyurmuştur: Ben daha önce Kur'an'ı okuyup ondan hiçbir tad alamıyordum. Öyle ki onu sanki Rasûlullah ashabına okuyor gibi dinleyinceye kadar... Sonra bu makamdan daha üst bir makama çıktım. Kur'an'ı sanki Cebrâil Hz. Peygamber'e telkin ediyor gibi dinleyip, okudum. Sonra Allah Teâlâ başka bir derecede tecelli etti. Bu bakımdan şu anda Kur'ân dili ile konuşan Allah'tan dinlercesine okuyorum. İşte böyle olunca Kur'an'ın lezzetini duydum. Öyle bir nimete gark olmuşum ki, onsuz bir an dahi yaşayamam.
Hz. Osman ve Huzeyfe b. Yeman şöyle demişlerdir: 'Eğer kalpler pâk ve tâhir olsa, elbette Kur'an'ın okunmasına doyamazlar. 'Çünkü kalpler temizlikle kelâmda sahibini müşâhede etmek derecesine yükselir'.
Bu hikmete binâen de Sâbit el-Benânî şöyle buyurmuştur: 'Yirmi sene Kur'an'ı meşakkat çekerek okudum. Yirmi sene de onunla nimettendim'. Kelâmın sahibinin (Allah Teâlâ'nın) müşahedesine garkolup Allah'tan başkasını göremeyecek hâle gelen kul Allah Teâlâ'nın şu emr-i celîline uymuş olur:
O halde hemen Allah'a kaçın! (Zâriyât/50)
Ve Allah ile beraber başka bir ilâh uydurmayın! (Zâriyât/52) Bu bakımdan herşeyde O'nu görmeyen, muhakkak O'nun gayrisini görmüş demektir. Kul, Allah'tan başka her neye iltifat ederse mutlaka onun o iltifatında gizli şirkten birşey vardır. Muhakkak katıksız Tevhid, herşeyde Allah'ı görmek demektir.
Tâzim
kelama saygı Kuran tazim etmek Kur'an'ı okuyan kişi, bu işe ilk başladığı zaman kalbinde konuşanın (Allah'ın) azametini hazır bulundurmalıdır.
Bilmeli ki, okuduğu beşer kelâmı değildir ve yine bilmelidir ki, Allah Teâlâ'nın kelâmını okumakta gayet tehlikeli bir durum mevcuttur. Çünkü Allah Teâlâ (cc) şöyle buyurmuştur: Kur'ân'a ancak temiz olan kimseler dokunabilir. (Vâkıa/79) Nasıl ki, mushafın cildine ve yapraklarına ancak abdestli ve pâk olan bir kimse el sürebiliyorsa, öylece mânânın bâtını da (Allah'ın hükmüyle) ancak kötülüklerden pâk olan kalbin bâtınına açıktır, Allah'ın azameti ve büyüklüğü ile nurlanan kalbe açıktır ancak. Nasıl ki, mushafın cildine her elin değmesi uygun değilse, öylece harflerinin okunmasına da her lisan ve mânâlarının idrâkine de her kalp uygun ve elverişli değildir. İşte bu tazimden ötürü İkrime b. Ebi Cehil, Kur'an'ı açtığı zaman baygınlık geçirir ve derdi ki: 'Şu, rabbimin kelâmıdır, şu, rabbimin kelâmıdır'. Bu bakımdan kelâma saygı göstermek, onun sahibine saygı göstermek demektir. Kişi konuşanın sıfatlarını, celâlini ve fiillerini düşünüp idrâk etmedikçe konuşanın azameti onun kalbinde yerleşmez. Ne zaman ki kişinin kalbinde, arş, kürsî, gökler ile yerler arasındaki cin, insan ve ağaçlar hazır bulunursa ve aynı zamanda bütün bunların yaradanı, bunlara güç yetiren, bunların rızkını verenin bir olduğu düşüncesi yerleşirse, bütün bunlar onun kudretinin kabzasında fazl ve rahmet, hikmet ve satveti arasında şaşkın şaşkın dönerler. Eğer nimet verirse faziletinden nimet vermiştir. Eğer azap ederse adaletiyle azap etmiştir, ruhunu idrak ederse ve yine şunlar cennete gitsin dediğinde onların cennete gitmesinden zerre kadar perva etmediğini, şunlar da cehenneme gitsin dediğinde, yine onların cehennemi boylamasından zerre kadar müteessir olmadığını kavrarsa, işte o zaman azamet ve yüceliğin hakikatini idrâk etmiş sayılır. Bu bakımdan bu gibi şeyleri düşünmek, önce konuşanın azametini, sonra da konuşulanın azametini okuyanın kalbine yerleştirir.
Kur'ân Okurken Ağlamak
Kuran Kuran okumak Kuran okurken ağlama Kur'an'ı okurken ağlamak müstehabdır. Çünkü Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: Kur'ân okuyunuz ve ağlayınız. Eğer ağlayamıyorsanız, ağlar gibi durunuz.19 Kur'an'ı duygulanarak okumayan bizden değildir.20
Salih el-Merrî şöyle anlatır: Rüyamda Hz. Peygamber'in yanında Kur'ân okudum. Dedi ki: 'Ey Sâlih! Bu okumaktır! Bu okumaktır. Fakat ağlamak nerede?' İbn Abbas (r.a) şöyle buyurmuştur: 'Sübhan sûresinin secde ayetini okuduğunuz zaman, sakın ağlamadan önce tilâvet secdesine varmayın. Eğer herhangi birinizin gözü damlamazsa bile mutlaka kalbi ağlasın'. Zorla ağlamanın yolu şöyledir: Kalbinde üzüntüyü hâzır bulunduracaktır. Üzüntüden ise, ağlamak neş'et eder. Nitekim Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:
Kur'ân hüzün ile nâzil olmuştur. O halde Kur'an'ı okuduğunuz zaman, mahzun olunuz.21
Hüznün kalbe gelmesinin yolu şöyledir: Kur'an'daki tehdid, vaîd, sözler ve ahidler inceden inceye düşünülmelidir. Sonra Allah'ın emir ve yasaklarına karşı, kusurlu olduğunu hatırlamalıdır. Böylece şübhesiz insan mahzûn olup ağlayacaktır.Eğer saf kalplerin sahiplerinde belirdiği gibi böyle bir kişiye hüzün ve ağlamak gelmezse, o zaman hüzün ve ağlama olmadığı için ağlamalıdır. Zira Kur'ân'dan ibret alıp mahzun olarak ağlamayan bir kimsenin musibetinden daha büyük bir musibet yoktur.
18) Ebû Dâvûd, Nesâî ve Tirmizî 19) İbn Mâce, (Sa'd b. Ebî Vakkas'dan) 20) Buharî, (Ebû Hüreyre'den) 21) Ebû Yala ve Ebû Nuaym, (İbn Ömer'den zayıf bir senedle)
Secde Ayetlerine Riayet Etmek
Kuran secde ayetleri tilavet secdesi Secdeyi emreden bir ayeti okuduğu zaman, derhal secde etmelidir. Secde ayetini başkasından da dinlediği zaman okuyan secdeye gittiği vakit, o da secdeye varmalıdır. Tilâvet secdesi ancak abdestli olarak yapılır, Kur'an'da ondört tane tilavet secdesi vardır. Hac sûresinde iki secde ayeti vardır. Sâd sûresinin secdesi ise, tilâvet secdesi değildir, (şükür secdesidir). Tilavet secdesinin en azı, alnını yere koymak suretiyle secde etmektir. En mükemmeli ise, tilâvet secdesine niyet edip tekbir alarak secdeye varmaktır. Secde ederek okuduğu ayete münâsib dualar yapmalıdır. Meselâ 'Bizim ayetlerimize öyle kimseler iman ederler ki, onlarla kendilerine öğüt verildiği zaman secdelere kapanırlar ve rablerine hamd ile tesbih ederler de kibirlenmezler' (Secde/15) ayetini okurken secdeye varır ve secdesinde şöyle dua eder: Ey Allahım! Senin yüzünün cemâline secde edenlerden eyle beni. Senin hamdinle tesbih yapanlardan eyle beni. Senin emrine veya dostlarına karşı kibir ve gurur gösterenlerden olmaktan sana sığınıyorum! 'Hem ağlayarak yüzleri üstü secdeye kapanırlar. Hem de bu Kur'an'ı işitmek onların kalp yumuşaklığını artırır' (İsrâ/109) ayetini okuyup secdeye vardığı zaman da şöyle duâ etmelidir: 'Ey Rabbim! Senin dergâhında ağlayanlardan ve senden korkanlardan eyle beni...' Bütün secdeler böyle olmalıdır. Namazın setr-i avret, istikbâl-i kıble, beden ve elbise temizliği gibi şartları, bu secdelerde de şarttır. Bu bakımdan abdestsiz olarak secde ayetini dinleyen bir kimse, ancak abdest aldığı zaman, o secdeyi yapmalıdır. Tilavet secdesinin en mükemmel şekilde yapılması hakkında şöyle denilmiştir: Tahrim tekbiri için de, ellerini kaldırıp secdeye varmak için de tekbir getirecektir. Bazı kimseler de 'Teşehhüd okunacaktır" demişlerse de bunun aslı yoktur. Ancak bunu namazdaki secdeye kıyas etmişler de böyle demişlerdir. Oysa bu kıyas da uzak bir kıyastır. Çünkü sadece tilâvet secdesi hakkında 'secde edilsin' diye emir vârid olmuştur. O halde emre uymak gerekir. Secdeye varmak için getirilen tekbir, başlangıca daha yakındır. Onun dışındaki tekbirler ise uzaktır. d Şafiî mezhebinin kaidelerinden uzaktır).
İmamın tilâvet secdesi yaptığı zamanda imama uyan cemaatin tilâvet secdesi yapması daha uygundur. Kişi imamın arkasında namazını edâ ediyorsa, kendisinin okuduğu tilâvet secdesi için secde edemez.