SİVİL ÖRÜMCEĞİN AĞINDA
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
RAND HER YERDE!
ANSAV Genel Başkanı'nın açıklamalarından, "siyasal ahlak"
toplantısının Abant'ta yapıldığını ve bu toplantıya Hudson
Instituteden William Huber Hudmıt adlı bir 'uzmanın' katıldığını
öğreniyoruz. Ayrıca Genel Başkan'ın, bu eski belediyeci W.H.
Hudnut'a ABD'nin tutumundan yakındığını, Türkiye hakkında insan
haklan raporları düzenleme haklarının bulunmadığı eleştirisini
ilettiğini öğreniyoruz.
Hudnut, ABD'ye dönünce, Kongre'nin Dışişleri Alt Komitesi
Başkanı Senatör Richard Green Lugar'a bir mektup yazarak,
Türklerin bu yakınmasını bildirdiğini de öğreniyoruz.[146] Genel
Başkan, 'siyasal ahlak' gibi, konferansların ne iyi işlere yaradığını
gösterirken, devletin "milyonlarca dolar vererek yapamayacağını"
gerçekleştirdiklerini belirtiyor.
Doğrusu bir senatöre bir mektup yazdırmak zor iştir. Hem
sonra, Hudnut'm Lugar'a yolladığı "July 22, 1994" tarihli mektuptan
sonra ABD'nin Türkiye'ye karşı tavrı değişmiş ve insan hakları ve din
hürriyeti raporları Türkiye'nin lehine (!) yazılır olmuş mudur? Bunu
ancak 'partner' bilebilir.
Aynı zamanda NED yönetim kurulu üyesi olan ve
Venezuela'da asker-sivil darbesini tezgahlayanları destekleyen
Lugar'ı sonraya bırakarak, yerli "subgrantee"lerin ne gibi kuruluşlarla
"işbirliği" ya da proje "ortaklığı" yaptıklarına bir örnek olması
bakımından Abant konferansçısı Hudnut, mektubunu "Hudson
Institute"ün resmi kağıdına yazmış. Mektubun bir kopyası Herman
Kahn Center adlı kuruluşa iletilmiş.
Bu merkezi kısaca tanıyalım. Hudson Institute, 1962 yılında, New York banliyölerinden Croton-on-Hudson'da, Herman Kahn tarafından kurulmuştur. Kahn daha öğrenciyken RAND'ın fizik bölümünde işe başlamış; nükleer yakıtlı uçaklar, nükleer strateji ve sivil savunma alanında çalışmıştır. 1961 yılında RAND'dan ayrılan Kahn, 1962'de RAND benzeri bir merkez kurmuş ve adını "Hudson Institute" koymuş. ABD Savunma 146 Lugar, 1990'da Irak'a müdahale lobisinin başını çekti. Lugar, seanto seçimlerinde kendisine parasal destek veren tarım şirketi Eli Lilly Co.(1876'da Albay Eli Lilly tarafından kuruldu)'nin özellikle Orta ve Güney Amerika ilişkilerine aracılık etti. Bu şirket, insulin ve Prozac hapının en büyük satıcısıdır. (Charles Levvis, The Buying of The President, s.164, 166-167.) Lugar, Ağustos 2003'de ABD Senato heyetinin başında Ankara'ya geldi ve üst derecede kabul gördü. Genel Kurmay Başkanı ile görüşme yaptılar.Bakanlığına, Sivil Savunma Bürosu'na, başkaca devlet kuruluşlarına ve özel şirketlere hizmet vermeye başlayan 'ınstitute' adlı şirketin, 1970'e gelindiğinde devamlı uzman sayısı 40'a, danışman ve araştırmacı sayısı 100'e ulaşmış. Çalışma alanı da o denli genişlemiş; füze savunma sistemleri, nükleer strateji, Vietnam savaş stratejisi gibi...[147] Devletin küçülmesi, devletin sosyal işlevinin azaltılması politikalarına destek bir çalışma yürütmesinin yanında hemen hemen her Amerikan "Institute" ünde olduğu Amerikan dış politikasını yönlendirmek üzere bir "Milli Güvelik Çalışmaları" bölümüne sahiptir.
Bölümün başında Emekli Tuğg. William Odom görevlendirilmiştir. W. Odom, son derece deneyimli bir eski devlet görevlisidir. Odom, Afganistan mücahitlerini desteklemek üzere kurulmuş olan ARC'nin yönetiminde bulunmuş, Reagan politikalarını desteklemek üzere oluşturulan "Center for Democracy" adlı örgütte yer almıştır. Hudson Institute, ulusal güvenlikle ilgili sempozyumlar düzenler. Bu sempozyumlara katılanlardan birisi var ki, onu Türkiye yakından tanıyor: RAND Corporation'dan Paul Henze. 1980 öncesindeki, karışık dönemlerde kanlara bulanmış çatışma kenti İstanbul'da CIA İstasyon Şefliği yapmış olan, hani Abdi İpekçi ile öldürülmesinden kısa süre önce görüşen; Ağca'nın Papa suikastından sonra yanlış bilgilendirme yayınlarını yöneten ve 1990'da Türkiye'ye gelerek, NED tarafından finanse edilen "Türki Cumhuriyetler'e birlikte girme toplantılarına katılan Paul Henze. [148] Henze’nin, RAND'dan ayrılan elemanlarca kurulan "Hudson Institute"e yararı olmuştur kuşkusuz. Çünkü bu kuruluşun en önemli çalışma bölümü, Orta Avrupa ve Asya'dır.
Zaten, yaygın adlandırmayla 'Avrasya çalışma grubu' olmayan Amerikan kuruluşu yok gibidir. Amerika'da muhafazakâr çekirdek olarak adlandırılan, birkaç örgütten biri olan Hudson Institute'e bir yılda yapılan bağış 9,3 milyon dolardır. Görüldüğü üzere, Abant'ta ya da Sheraton'da "değer" verilerek çağrılan adamların kurumları, öyle yabana atılır kurumlar değildir. Ne ki, yerli "sivil" toplum vakıflarının siyasal ahlak ya da belediyeler, yani Türkiye'nin idari yapısının parçalarını oluşturan kurumlarla ilgili ve özellikle yerel işlerin özelleştirilmesi yani liberal, yani herkese açık bir duruma getirilmesinde başvurmaktan çekinmedikleri bu "Institute"ün hesapları, GAO (General Accounting Office/Genel Hesap Bürosu) tarafından uygun bulunmuş ve 147 James A. Smith, Idea Broakers, s. 154-155 148 Megmet Ali Ağca, 13 Mayıs 1981'de Roma'da düzenlenen saldırıda, Papa II. Jean Paul'ü tabanca ile vurmuştu. Ağca hemen yakalanmışsa da, bu girişim sırasında ona yardım ettiği ileri sürülen Oral Çelik, kaçmayı başarmıştı. JeanMarie Stoerkel, Mesih Papa'yı Neden Vurdu? - Bir Suikastın Romanı, s. 111- 114.kuruluşun devletten aldığı işlerin hacmi azalmaya başlamıştır.
Örgütün ayrıcalıklı sözleşme imzalama olanaklarının kalkmasıyla birbiri ardı sıra gelen parasal bunalımlarla borç batağına saplanılmış. Kahn'ın 1983'de ölümünden sonra Lilly Endowment çevresindeki İndianapolisli işadamlarının ve vakıfların ortak girişimiyle desteklenmeye başlanan Hudson Institute, devlete bağlı Deniz Analiz Merkezi'nin yönetimini kapsayan, 21 milyon dolarlık bir iş alınca, kendine gelmiş. Hudson Institute'ün şimdiki merkezi Indianapolis'de; şubeleri ise Washington,DC, Kanada ve Belçika'dadır. Bu muhafazakâr örgüt, devletin eğitimden, finanstan el çekmesini savunuyor. Ron Unz, Chester Finn gibi tutucuların görüşlerine göre çalışıyor. Lamar Alexander'ın başkanlığını yürüttüğü Civic Reneıval, National Commission on Philanthropy'yi parasal olarak desteklerken, Education Excellence Network (Mükemmel Eğitim Şebekesi)'nin eşgüdümünü yürütür.[149] Bütün bunların yanında dikkat çekici bir nokta daha bulunuyor. NED tasarımcılarına göre Alman siyasal partilerinden Sosyal demokrat partinin uzantısı olan Friedrick Ebert Stiftung'un Türkiye'deki bir vakfa, Türk Lirası ile katkıda bulunması, isterseniz "bağış" istemezseniz "ortak çalışma payı" ve her ne derseniz deyin, Almanların Türk Lirası'na güvenleri şaşırtıcı. Ama her şeye karşın ANSAV başkanının "tacizlerle" karşılaşınca "yabancılarla ortak iş" yapmaktan caydıklarını açıklaması, "tacizler" gerekçesi bir yana bırakılırsa, son derece olumlu bir gelişmedir[150] ve sağduyunun egemen olacağı umudunu içinde taşımaktadır. Bu nedenle Vakıf Başkanı'nın ülkeye yararlı bir açıklamada bulunduğu söylenebilir. Aynı sağduyunun, senaryonun tümü ve dış ilintileri görüldükçe, öteki "sivil" örgütlerde de er ya da geç egemen olacağını ummaktan başka çıkar yol yok. Bu arada belirtmeliyiz ki, bu tür 'sivil' sıfatlı vakıf ya da dernekler, ilişki kurdukları yabancıların nitelikleri ve ilişkileri üstüne iyice bilgilenme yolunu seçselerdi, bu işlerin bir ucunun yabancı devletin dışişleri ya da başkaca bir resmi kurumuyla bağlantılı olabileceğini görebilirler. Umulan odur ki, kimlikler ve ilişkiler bilinseydi, vakıf ya da dernek yöneticileri ve üyeleri daha özenli davranırlardı.
DOKSAN YILLIK PROJE: ADEMİ MERKEZİYETÇİLİK
Yabancıların parasıyla işleyen demokrasi atölyeleri kurulurken, Türkiye, Erbakan'ın elinden Amerikalı İslami cemiyetin 149 mediatransparency.org/stories/faithbased.htm 150 Gökhan Çapoğlu, M. Hukuk, a g.y. (Islamic Society of North America-ISNA) 1998 Eylül'ünde belirttiği gibi, "Islamic democracy" yi tatmaktadır. Türkiye'de, irticaydı, devrim yasalarıydı derken, atölyelerdeki çalışmalarla yeni bir demokratik ortam örülmeye başlanmıştı. Bu atölyelerde 1998'e dek süren imalat sürecini, alt bağış alıcı vakıfları bir yana bırakıp, atölyelerin asıl sahibi IRI'nin proje sunuş bölümünden okuyalım: "Politik parti Eğitimi ve Belediye(lerin) Gelişmesi : Mart 1998-Mart 1999 /Para kaynağı: NED 1993 yılında başlatılan IRI'nin Türkiye programı, Türk demokrasisinin türlü kurumları, yerel yönetimler, politik partiler ve bağımsız sivil örgütler gibi anahtar kurumlarının güçlendirilmesine yardım edecek yolları aramıştır. (..)
En başarılı programların çoğu, 1998'den önce Türk sivil örgütleriyle yakın işbirliği içinde gerçekleştirildi. IRI ile birlikte çalışmalarını sürdüren bir Türk kuruluşu, Türkiye'nin yerel yönetim yasalarında değişiklik yapılmasını amaçlayan bir milli destek programının örgütlenmesinde (IRI ile birlikte) yer almıştır." "Ne var bunda?" diyecek olan, küreselleşme kuramı sevdalılarına diyecek bir şey yok! Yok, ama demez misiniz ki, Amerika'nın adamları, işi gücü bırakmışlar, Türkiye'nin beceriksiz(l) halkına önderlik eden 'sivil' Örgütlerle yasal değişiklikler hazırlıyorlar. Parası da, elemanları da onlardan... Asıl önemli olan içeriktir, diyecek çok "demokrat" insan da bulunabilir. IRI, bu kişileri tatmin etmeye o denli kararlıdır. IRI'nin proje hedefinden kısa bir alıntı durumu aydınlatıyor: "Projenin ana hedefi, yerel yöneticilere, daha büyük mali özerklik olanağı verecek araçları sağlayarak, yönetim erkini merkezden uzaklaştırmak." O zamanlar, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Reisi Recep Tayyip Erdoğan, Gaziantep'te, dualarla başlayan "Refah Partili Belediye Reisleri Koordinasyon Toplantısı" sırasında, Gaziantep Belediye Başkanı Celal Doğan'a gitmiş ve "yerel yönetimlerin güçlendirilmesi projesi"nin amacını açıkça belirten bir eylem çağrısında bulunmuştu: "Halka iyi hizmet vermek gerekiyor. Ancak, merkezi idare nedeniyle bu oldukça zor.
Sayın başkanım, siz önder olun, RP, CHP, ANAP, MHP ve DYP'li belediye başkanları olarak, hep birlikte, yerel iktidar için, arabalarımıza atlayarak Ankara'ya gidelim."[151] Amaç halka hizmet için, şu "ya da bu düzenlemenin yapılması mı, yoksa, "hizmet" gösterisiyle, bilerek ya da bilmeyerek, "yerel iktidarların" kuruluş hazırlığı mı? Kuşkunun nedeni yeterince açık; 151 "Başkan'dan Ankara'ya sefer çağrısı" Hürriyet, 23-11-1997 148 görülüyor ki, her boydan ve soydan, siyasal düşünceye sahip olan siyasi partilerin reisleri, aralarındaki derin ayrılıkları bir yana itmişler ve "yerel iktidar" amacında buluşuyorlar. Kent hizmetlerinden sorumlu olan ve T.C yasalarına göre seçilerek göreve getirilmiş bulunan belediye başkanları, "merkezi idare"yi ayak bağı olarak görüyor ve bulundukları yerlerde "iktidar" kurmaya soyunuyorlar. Bu satırlar yeterince şaşırtıcı olmasa bile, Recep Tayyip Erdoğan'ın "yerel iktidar" merakını pekiştiren şu tarihsel açıklama emeli dışa vuruyor olabilir: "Bu durumda belki Osmanlı eyaletler sistemi benzeri bir şey yapılabilir. Eyaletler içinde bir sistem olabilir diyorum. (..) Türkiye'nin yarınında artık 'Kemalizm'e' veya başkaca herhangi bir resmi ideolojiye yer yoktur. Kemalizm'in yeniden kendini üretmesi söz konusu değildir.(..) Aradan 70 yıl geçti. Artık, militarist ve sivil bürokrasi 'devleti biz kurduk, korumak kollamak görevi de bizimdir' diyemez. Çünkü insanlar böyle bir devleti istemiyor. En önemlisi de bu düşüncelerini açıkça dile getiriyorlar. "[152] Şimdi bir an durup şu soruyu sormak gerekiyor: Yerel iktidar için o ayrı partilerin belediye reislerini yan yana getiren irade nedir, ya da nerededir? Şimdi uçları yan yana getirecek olan, atölyecileri biraz daha yakından tanıyabilmek için, Amerikan partisinin örgütü IRI'nin siyasal partilere yönelik çalışmalarına yakından bakmayı gerektiriyor. IRI, Amerika'dan gelip Türk siyasal partilerine biçim vermenin bir başka örneğini açıklıyor: "IRI'nin desteklediği bir başka Türk örgütü, Türk politik partilerinin kuruluş ve yönetmelikleriyle ilgili ek yasa tasarısının meclis tarafından kabul edilmesine yönelik uzun dönemli bir proje geliştirmektedir. Bu projenin amacı, partilerin daha geniş katılıma - örneğin gençlik ve kadınlara - açmak ve partilerin işleyişini şeffaflaştırmaktır."
ADI SAKLI TUTULAN ÖRGÜTLER
Bu satırlardaki "Bir başka Türk örgütü"nün adının gizlenmesi "project democracy" ilkelerine de bilgi toplumu saydamlığına da uymuyor. Yarı açık operasyon alışkanlığından kalma bir tutum herhalde. 'Şeffaflık' diye başlayıp, demokrasinin bulandırılmış sularında yüzenlerin, "Bunda bir şey yok ki! İçeriğine bakmak gerek!.." diyeceklerin ve akıl denetimini ele vermiş olanların sayısı az değil. Onlara dönüp, "Şu IRI'ciler bize kendi ülkelerinin üst yönetiminin ve Röportaj:
"Recep Tayyip Erdoğan: Demokrasi amaç değil araçtır," Metin Sever-Can Dizdar, 2. Cumhuriyet Tartışmaları, Başak Yayınları, Ankara, Ağustos 1993, s.422. seçkinler kulüplerinin toplantılarını ve yuvarlak masa buluşmalarında konuşulanları açıklasalar" dense de tutumlarında bir değişme olmayabilir. Onlar "demokrasi bir şeffaflık rejimi söylemimizdeki şeffaflık' bu denlisini kaldırmıyor" derlerse, o zaman yeni sorulara da hazır olmalılar. Buna olanak yok, denmemeli. Açık rejimlerde gizemli işlere yer olmadığına inanmaktayız. Haydi biz açıklamaya çalışalım, yanlışımız varsa düzeltilmesi güvencesiyle ve özgün belgelerle yola çıkmanın aydınlatıcılığıyla. Hem de hiç ara vermeden, IRI'nin 1998 sonrasında Türk siyasal yaşamına karışma operasyonunun yeni evresiyle ilgili açıklamasına dönelim: "IRI'nin en yeni programı, merkezden uzaklaştırmayı kabul ettirme ve milli (yereli politik partiler yasasında reform yapılması çabalarını sürdürürken, Türk politik partileriyle doğrudan çalışmaya daha büyük bir öncelik verdi."
IRI, açıkça diyor ki, sivil örgütleri aracı yaparak epeyce yol aldık, şimdi sıra partilerle doğrudan çalışmaya geldi. Öyle ya, açık işlem başarıyla sürmektedir. Türkiye'nin sağcılarıyla solcuları, aynı davaya inanmışlardır artık. Halk, Türk siyasal yaşamına tepki duymanın da ötesinde, partilerden ve seçilmişlerden nefret etmeye başlamıştır. Şimdi sıra, tarihsel geçmişten akıp gelen siyasal örgütlenmenin önünü kesip, geçmişle bağlarını koparmaya gelmiştir. IRI'nin proje tanıtımı, parti içi muhalefet ilişkisini açıkça belirtiyor: "IRI, partilerin bizzat içinde demokratikleşmeyi geliştirmek isteyen, reformcu eylemcileri beslemeye çalışıyor." Bu noktada durmalı ve partilerde, Türkiye'yi her yönüyle güvenli bir geleceğe hazırlayacak plan ve programlar oluşturulacağı yerde, yıllardır parti içi demokrasi tartışmaları yapıldığına, bu çatışmaların sonunda da partilerin içinde, parti yandaşlarını da bezdirecek, politik katılımdan giderek uzaklaştıracak denli çok sayıda 'hizbin' ortaya çıkışını da anımsamalı. IRI, şeffaflıkta yarar görüyor ve partilerin içinde, "reformcu" dediği kişileri desteklediğini söylüyor. Bununla da kalmıyor, 'IRI, 18 Nisan 1999 seçimlerinden önce, partilerin yerel örgütlerinden yüzlerce kişiyi, seçmen örgütlenmesi ve yerel kampanya tasarımı ve uygulanması alanında eğitti(ğini)," belgeliyor. [153] IRI'nin siyasal partiler projesine en önemli katkı, TESEV'den geliyor. TESEV'de Mehmet Kabasakal, Tarhan Erdem, Ali Çarkoğlu, Ömer Faruk Gençkaya eşgüdümünde başlatılıyor. Projenin adı: "Siyasal Partiler Kanununda Parti içi Demokrasiyi Geliştirmeye Yönelik Düzenlemeler.
Türkiye'de Temsil Adaleti: illerin TBMM'de Sandalye Paylaşımında Gelişmeler. 153 IRI: Around The Globe; IRI in Turkey, Project Overvievv/ri.org'dan kopya baskı. 150 Siyasetin Finansmanı ve Şeffaflık. Parti örgütünde çalışan Üyeler." Bu iş için IRI'nin NED'den bağış aldığı, TESEV ve TBB'nin de "alt bağış alıcı" olduğu görülüyor. Proje tutarının 450,000 $ olduğu ayrıca belirtilmiş. Proje kapsamında, tabana yayılma yolu tutuluyor. Ayrıca “yerel yönetimler” ile “yerel işadamları” ve “yerel gençlik” örgütlenmesinde de görüleceği gibi, dalga dipten yakalanacaktır. Tepeden inme kurulduğu ileri sürülen Cumhuriyet, demokrasiye bir güzel uydurulacaktır. Projenin bu çizgisinden olmak üzere, 10 Aralık 1998'de Gaziantep'te, 17 Aralık 1998'de Konya'da, 12 Ocak 1999'da Mersin'de, 28 Ocak 1999'da Bursa'da toplantılar düzenlenir. İllerin konumları göz önüne alındığında işin rastlantıya bırakılmadığı görülüyor. Toplantı yapma özgürlüğüne yine bir diyecek yok. Ne ki, TESEV "faaliyet" raporunda "Ek projenin kaynağı(nı), IRI(nin) sağladı(ğı)" bilgisi ve IRI'nin niçin ve hangi amaçla destek sağladığının yanı sıra, bu örgütün ABD hazinesinden para aldığı bilinse ve bu bilgiye IRI'nin devlet deneyimli yöneticilerinin geçmişleri de eklenseydi, bu kaynak kabul edilir miydi?" sorusu da eklense, yanıt bulmak yine de zor. Böyle bir açıklama yapılsaydı, belki de her biri işgali yaşamış bu kentlerin insanları, durup dururken el parasıyla yapılan siyasete tepki göstermeden bu durumu benimsemeyebilirlerdi ya da IRI'ye parayı verenin NED olduğunu, NED'in başkanının Türkiye'ye ambargo koyduran bir Yunan asıllı olduğunu da bilebilselerdi, durum belki değişebilirdi
ABD BAŞKANINDAN "BÜYÜK GÖREV" VE "BÜYÜK TEŞVİK
"ABD Başkanı Bili Clinton, AGIT zirvesinin ilk gününde programının yoğunluğuna rağmen Türkiye'den altı sivil toplum örgütünün liderleriyle bir araya geldi ve '15 dakika' olarak öngörülen toplantıda yarım saat kaldı. (..) Başkanın dinlediği konular Kürt meselesinden çevre sağlığına kadar uzanırken verdiği asıl mesaj 'Sivil toplumun etkinliği çok önemli. Demokrasinin ilerlemesi için size büyük görev düşüyor' oldu." [154] 18 Kasım 1999 tarihli Milliyet'teki haberinde ABD Başkanının lütuflarını vurgulayan, kendi yorumuna uygun gördüğü başlığı yazarken, Yasemin Çongar, Türkiye'de yıllarca izlenen bir diziyi anımsattığını düşünmüş müydü, bilinmez. Çongar'ın bu yazısına kalınlaştırılmış harflerle dizilmiş olan, "Göreviniz büyük" başlığını uygun görmüş olması, kimileri için bir "mesaj" niteliğinde olabilirdi. "Göreviniz büyük" başlığı ve yorumu, bir tehlikeli geleceği mi gösteriyordu, dersiniz ya da "stratejik ortaklığın" onuru muydu, gündeme taşınmak istenen? Öyleyse, onurlardan onur beğenebiliriz; biraz bakalım, kimlermiş onurlananlar. Türkiye, Amerika ilintili "görev" denildiğinde, televizyonda yıllarca izlenmiş olan "görevimiz tehlike" dizisini anımsamalıydı.
Ne yazık ki, yeni tür "siviller" Türkiye'de, 1947-1980 arasında aslı oynanan "görevimiz tehlike" dizisini çabucak unutmuşlardı anlaşılan. Bu nedenledir ki, Çongar'ın yorumladığı, Başkan Clinton'la yapılan toplantıya, MAZLUMDER'den Yılmaz Ensaroğlu, İnsan Hakları Vakfı'ndan Sezgin Tanrıkulu, TEMA'dan Ümit Yaşar Gürses, AKUT'tan Nasuh Mahruki, KADER'den Zülâl Kılıç ve ARI derneğinden Kemal Köprülü, William Jefferson Clinton ile 15 dakika yerine, 30 dakika görüşebilmişler. Ayaküstü toplantıya, son on dakikada, Dışişleri Bakanı Madeleine Korbel Albright da katılmıştı. Şimdi, 30 dakikadan son 10 dakikayı çıkarırsak geriye kalır 20 dakika. Sivil örgüt başına düşer üç küsur dakika. Haydi küsuratlar, "Goodmorning Mister President! How are you Sir? Glad to meet you, my dear NGO's! Are you okay?" gibi sözlerle harcanmış olsun; geriye kalır sivil örgüt başına üçer dakika. Amerikan bar muhabbeti 154 Yasemin Çongar, "Göreviniz Büyük" Milliyet, 19 Kasım 1999.usulünde ayaküzeri yapılan bir görüşmede, ülkeleri hakkında bilgi sunmak için "sivil" örgüt başına üçer dakika! Türklerin kendisiyle üçer dakika görüşmekten onur duymalarına William Jefferson Clinton bile şaşırmıştır. Çünkü Clinton, daha birkaç gün önce, Türkiye Büyük Millet Meclisi kürsüsünden, milletvekillerimize, "yasaları çıkaracağınızdan eminim" demişti. Daha da ilginci, Clinton, fıldır fıldır dönen boncuk mavi gözleriyle Türkiye Cumhuriyeti'nin milletvekillerinin kara gözlerine baka baka, "Eski Cumhurbaşkanımız Turgut Özal'ın vizyonu, Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel ve Başbakan Ecevit'in devam eden liderliği ve Türk insanının dinamizmi sayesinde Türkiye, bölgesel büyümenin motoru haline gelmiştir," diyerek övgülerini sunduktan sonra, şunları da eklemişti: "İyi veya kötü, o zamanların olayları, Osmanlı İmparatorluğunun dağılması ve yeni Türkiye'nin yükselmesiyle, bu yüzyılın tüm tarihini şekillendirdi.
O imparatorluğun yıkıntılarından, Bulgaristan'dan Arnavutluk'a İsrail'e, Arabistan'a ve Türkiye'nin kendisine kadar, yeni uluslar ve yeni ümitler doğdu; ancak, eski düşmanlıkların kaybolması zor oluyor. Sınırların değiştirilmesi ve gerçekleşmeyen iddiaların karışımından bir asır süren çelişkiler oluştu; bunlar, Birinci Balkan Savaşı ve Birinci Dünya Savaşıyla başladı, Ortadoğu ve eski Yugoslavya'da bugünkü çelişkilere kadar uzadı." Clinton, böyle demişti, demesine de Büyük Başkan'ı heyecanla dinlemekte olan vekiller, başkanın 'sınırların değiştirilmesi' demekle nereye işaret ettiğini', "Süren çelişkiler" diyerek de nereden alıp nereye koyduğunu akıllarına getiremezler miydi? Korumakta titizlik gösterdikleri 'manevi' şahsiyetlerini göz önüne alabilirler ve Türkiye Cumhurbaşkanının korumalarının bile silahla giremedikleri meclise CIA elemanlarının silahla girmelerine engel olabilirler, yukardan konuşan Clinton'u, nezaket sınırlarını aşan bir coşkuyla, uzun uzun alkışlamayabilirlerdi. İş bununla kalmamış; vekillerin bazıları, canhıraş meclis kapısına koşmuş, 'oval office-sex' skandalı mağduru ABD Başkanı'nı yolculamak için kalabalık arasında, itişip kakışmamışlar mıydı? Hatta koşuşturanların içlerinde eski Bakanlar bile yok muydu? Amerikan Başkanı gibi, büyük bir şahsiyetle aynı canlı video karesine, dahası televizyon tüpüne girmekten daha önemli ne olabilirdi? "Kareye giren kazanır" gibi bir şey! Milletin vekilleri, 1964'de Türkiye'yi tehdit edip İsmet Paşa'yı bile pes ettiren, mektupçu ABD başkanı Johnson ile fotoğraf karesine girmenin siyasal yararlarını unutmamış da olabilirler! İçlerinden, "Tecrübeyle sabittir; kareye girenin bahtı açılıyor, başbakan bile oluyor," diye geçirmemişlerdir kuşkusuz. [155]
KOH'TIN SOFRASINDAN DAHA ÖTEYE
Bu büyük sevgi gösterisinden aldığı güvenle, NGO sivillerini, otelde ayaküstü ağırlayan William Jefferson Clinton, AGİT toplantısında, Yeltsin'e "Seni biz iktidara getirdik, öyle böbürlenip durma!" diye bağırmak gibisinden önemli işleri olduğundan, ayağına dek gelmiş olan "sivilleri" oracıkta, Türkiye'yi yol edinen Harold Hongju Koh'a bırakıverdi. ABD Uluslararası Din Hürriyeti - İnsan Hakları Bürosu'ndan sorumlu Harold Hongju Koh, Hotel Conrad'da, sofraya oturan "sivil' yönetici ve temsilcilerin akıllarına, daha iki ay önce Türkiye aleyhinde yazılmış 'Din Hürriyeti' raporunun ayrıntılarını, 'İnsan Hakları' raporunda "şeriat" isteyenlere sahip çıkılmış olmasının nedenlerini, Türkiye topraklarından bir bölümünü ayırmak isteyenlere sahip çıkılmış olmasının "stratejik" inceliklerini sormak gelmemişti. Bunu doğal karşılamak gerekir. Çünkü "siviller" ABD'nin büyük yöneticileriyle, aynı sofrada olmaktan mutlu görünüyor ve de yabancı devlet adamına yurtlarıyla ilgili önemli sorunları iletiyorlardı. O zamanlar Milliyet'te çalışan Zeynep Oral'ın yazdığınca, Clinton'un ağzından dökülen "işleviniz çok önemli" sözünü içlerine sindirmiş, "işlevi(n)" ve "büyük görevi(n)" ne olduğunu iyice kavramış mıydı, dersiniz? Bu sorunun yanıtı, izleyen olaylarda görülecekti...[156] Ayaküstü ve sofra oturumlu toplantının ardından en önde gelen "sivil" örgüt ARI Grubu Derneği Başkanı Kemal Köprülü, uygun sözlerle görüşmeleri özetliyordu: "Clinton özellikle deprem sonrasında sivil toplumun gösterdiği etkinliği takdir etti.
Bu toplantı sadece katılan 6 kişinin değil Türkiye'deki bütün sivil toplum girişimlerinin desteklenmesi anlamındaydı ve bize büyük bir teşvikti."[157] Dernek başkanı Kemal Köprülü, bir gerçeği mi dillendiriyordu? Depremde yalnızca kurtarma çalışmaları yapılmamış mıydı? Devlet yönetimini beceriksizlikle, yetersizlikle suçlayan ilk kampanyaların ardından, konu her olayda olduğu gibi, önce T.C'nin köhnemişliğine, sonra da rejim karalamasına, Cumhuriyet'in inkârına uzanmış, kimin başardığı bilinmeyen olağanüstü bir örgütlenmeyle, yüzden fazla örgüt, devleti kınayan bir bildiriyi, gazetelerde tam sayfa ilânlarla dünyaya bildirmişti. Neredeyse bildiriye imza atmayan 155 Zamanında, Adalet Partisi kongresi öncesi dağıtılmış olan "Johnson-Demirel" fotoğrafının kongre sonucunda Demirel'e yaradığı yazılıp çizilmişti. Demirel, bu kongre sonunda A.P Genel Başkanı seçilmiş ve kısa süre sonra da Başbakan olmuştu. 156 Zeynep Oral, "İşleviniz çok önemli" Milliyet, 19 Kasım 1999. 157 Yasemin Çongar, a.g.y. örgüt yok gibiydi. [158] Ne ki, Koh ile yemekte buluşmayı küçümseyenler de vardı. İKKDVKK (İstanbul Kafkas Kültür Demek ve Vakıfları Koordinasyon Kurulu) adına yazan Ekrem Atbakan, önemli olanın yemek değil, resmi buluşma olduğunu şu açıklamayla belirtiyordu: "Heyetimiz, akredite delege sayısı ve gayretleriyle toplantıların en göze çarpan NGO'su olmuştur. ABD Başkanı Clinton ile çok önceden planı ve belirlemeleri yapılan 6 Türk NGO'su (Türkiye'nin iç meseleleri ile ilgili) görüşmüş, ABD'nin insan haklarından sorumlu Dışişleri Bakan Yardımcısı Koh ile yemekli randevu ile bir araya gelmişlerdir. Ancak toplantılar sırasında, randevu alarak Bakan yardımcısı Koh ile görüşebilen tek NGO, heyetimiz olmuştur."[159] İstanbul AGİT öncesindeki olaylar Türkiye'nin kaderini değiştirecek niteliktedir. Bu gelişmeleri bir solukta anımsamakta yarar var: ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı Koh'un Güneydoğu Anadolu gezisi ve sarsıcı açıklamaları, Kuzeybatı Marmara bölgesinde deprem'in felaketi, 9 Eylül'de ABD Din Hürriyeti raporunun açıklanması, Harold Hongju Koh'un yanı sıra, Cumhurbaşkanı ve Başbakanın Merve Kavakçı'nın' ifadesini almaya çalışan Cumhuriyet Savcısını kınamaları, Koh'un Türkiye'deki yasama çalışmalarını doğrudan yönlendirmeye dönük açıklamaları...
Bir soluk daha alıp o iki ayı anımsamayı sürdürelim. Prof. Ahmet Taner Kışlalı'nın öldürülmesi, ABD'li ve İngiliz siyasetçilerden Ankara ve İstanbul'da "siyasal ahlak-demokrasi" dersleri alınması, Clinton'a, Lozan Antlaşması'nın değiştirilmesine yönelik Kongre raporunu hazırlayan Migdalowitz tarafından Türkiye raporu sunulması. Bu olayları "project democracy" ağını güçlendirdiği sırası gelince görülecektir. Bu olayların içinde doğal felaketin "sivil" harekete katkısıysa gelecek yıllarda araştırmalara konu olacak niteliktedir. Deprem çalışmaları o denli sivilleşmişti ki, orduya güvenilip güvenilmediğini soruşturan yabancılara, din örgütlerinin kışkırtıcı etkinlikleri eşlik etmişti. Ordu birlikleri, maden işçileri en yoğun kurtarma çalışmalarını sürdürürlerken, medya yayınlarında yer alamamışlar, halkın kurumlarına güveni sarsılması için propaganda geliştirilmişti. Generaller, televizyon kameralarını kendi çalışmalarına çağırıyorlar, ama gelen giden olmuyordu. Hatta komutanın "tutup kollarından getirin" emri verdiği de nice sonra duyulmuştu. İşte o depremden iki hafta önce Türkiye'ye gelen Koh, Güneydoğu Anadolu'ya gitmiş, basma kapalı ev görüşmeleri, belediye toplantıları yapmış; yöre halkının özgürlüklerine sahip 158 Kamuoyuna, Cumhuriyet, 1 Eylül 1999 Ekrem Atbakan, "AGİT(OSCE) İstanbul Toplantılan'nın Değerlendirilmesi," ), 159 marje.net/dernek/agit-koor.html (Koyultma tarafımızca yapıldı. MY) çıkmıştı. Bu arada, Türkiye'deki laiklik rejimini de eleştirmiş, sıkmabaş başörtüsü eylemcilerine destek çıkmıştı. ABD'nin Türkiye'ye ilişkin Din Hürriyeti Raporu, deprem günlerinde, Koh'un gezisinden bir ay sonra, 9 Eylül 1999'da yayımlanmıştı. ABD Dışişleri Bakanlığı'nca düzenlenen raporda, Recep Tayyip Erdoğan'a, Necmettin Erbakan'a, Refah Partisi'ne, "türban" eylemcilerine, Malatya'da cuma namazı sonrası göstericilerine, imam hatip okullarına sahip çıkılmıştı.
Koh'un gezisi yararlı olmuştu kuşkusuz. Depremle karışık psikolojik savaş propagandasını, Başbakanın ve Cumhurbaşkanı'nın, Merve Kavakçı'ya acilen sahip çıkmaları ve Cumhuriyet savcısı hakkında soruşturma açılması izlemişti. Profesör Ahmet Taner Kışlalı işte o arada öldürülmüştü. [160] Hukukçu, (e) Hakim Albay M. Emin Değer'in, Nelson Rockefeller'in ABD Başkanı'na yazdığı mektubundan aktardığı gibi, "Türkiye oltaya yakalanmış balıktır ve yeme gereksinmesi yoktur" [161] denebilir mi? Belki eskiden öyleydi. Türkiye olta iğnesinde uzun yıllar çırpındıktan sonra, şimdilerde karaya fırlatılmış, oradan yakalandığı derin WEB'in yani örümcek ağının içinde zar zor soluklanarak yaşam kavgası verirken, üstüne çullanan her türlü sürüngenin ve olta zamanlarında gövdesinin en küçük hücrelerine dek yerleşmiş bakterilerin saldırısıyla baş etmeye çalışıyordu.[162] İşte Türkiye'nin böylesine çırpındığı günlerde, Clinton, babacan, mavi gülüşlü, sevecen tavrıyla yüreklere su serpmiş ve "arkanızdayız" demişti. Türkiye insanına göre, "Dost dediğin insanın yanında olur, arkasında değil," der... Ama dostluğun kapsamı, şekli- şemaili yoktan küreselleşmiş ve "dünya lideri'ne göre değişmiş de olsa," insan" ve "dost" kavramları yine de eski anlamını yitirmemeli.
Denilecektir ki, 1947 -1980 arasında imzalanmış olan Türkiye-ABD ortak güvenlik anlaşmaları geride kalmıştır. Artık, yabancı devlet adamları, uzaktan değil, yakından markaj yapıyordu. Arabanın direksiyonunu sürücünün arkasından öne uzanan güçlü eller tutuyordu da sürücü yine de arabayı kendisinin sürdüğünü 160 Ahmet Taner Kışlalı'nın öldürülmesi olayı, ABD'nin Ocak 2000'de açıklanan insan hakları raporunda "Gazeteci A.Taner Kışlalı'nın öldürülmesinden sonra dindarlara baskı arttı" sözleriyle geçilmişti. 161 M.Emin Değer, Oltadaki Balık Türkiye, s. 16. 162 … Oltanın iğnesinden kurtulmak kolay olamazdı. T.C ni kuran parti, aradan on yıl geçmesine ve küçük Amerika düşünün sonuçlarını görmesine karşın, atılan oltayı öylesine indirmişti ki, 1958'de TBMM'de şöyle savunuyordu: "Türkiye muhtemel komünist tehlikesine karşı Başkan Truman'ın belirttiği gibi, askeri kudreti ile Batılı devletlerin en sağlam ve en yakın desteği olması bakımından gerek milli müdafaası ve gerekse milli ekonomıısinin kalkınma zarureti ile en fazla yardıma muhtaç bir memlekettir. Türkiye'de sarf olunacak bir tek dolar, en aşağı Amerika'da sarf olunacak bir Amerikan doları kadar hürriyet mücadelesinin şerefle tahakkukuna çalışan Batı bloğuna fayda sağlayacağını ABD'ye ikna edici şekilde anlatmak icap eder." (İktisadi Kalkınma, s. 74.)sanıyordu. Böyle bir durumda da adamın yanında değil ancak arkasında olunabilir... Bu da bir görüş, ama dostluk "etiğine" uymayan bir sapma da sayılmaz mı? Bu gerçeği anlayanlar, geriye değil ileriye bakmayı biliyorlardı, bu açıdan, Kemal Köprülü belki de çok haklıydı! ABD "sivillere büyük teşvik" vermekteydi. Çünkü "Göreviniz çok büyük" diyen William Jefferson Clinton, "project democracy" yardımının başarılarını sağlama almak istiyordu! "
INSTİTUTE" VE "STİFTUNG" AKLIYLA
Son yirmi yıldır yarı-açık ilişkilerle, Amerikan devletinin resmi kasasından beslenen "sivil" proje, ilk kez bir ülkenin meclisinin içine doğrudan ve açıktan girebilecek denli büyük bir destek bulmuştu Depremden bile yararlanmayı biliyorlardı. Yeni Demokrasi Hareketi ile başlayan II. Cumhuriyet girişimi zafere doğru ilerliyordu. Siviller" biraz daha gayretli olmalıydı. Bu gereksinimi en iyi anlatan da Zeynep Oral oldu. Clinton ile yerli "Siviller"i konu eden Zeynep Oral, 19 Kasım 1999 tarihli Milliyet'te, haber-yorum başlısına, Clinton'un "yapacak daha çok iş var" sözünü koyuyordu. Söz doğru mu yoksa eğri mi? Sorgulamaya değer. Türkiye Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal'in bağımsızlık savaşı ve cumhuriyetin kuruluş tarihini belgeleriyle anlattığı konuşmasının sonunda, gençliğe seslenirken, kalelerin ele geçirilmesini, tersanelere girilmesini, olabilecek en kötü durumun ilk aşamaları olarak nitelemesini andırırcasına gelişen olaylar, neredeyse kapitülasyon dönemlerini ve işgal günlerini aratacak özellikle boy atmakta. Bu değerlendirmeyi kabul etmeyip de "Hayır değil!" diyebileceklere, bir örnekle yardımcı olalım. NED'in çekirdek örgütlerinden NDI'nin yetkilisi Ledsky'nin "TBMM Anayasa Komisyonu ile de çalışmalarımız oldu," demesi, yeterli bir yanıttır aslında. Ledsky'nin açıklamasına karşılık.
Türkiye'den herhangi bir tepki duyulmadı. Tepkinin kötü olması da gerekmezdi. Birileri, işin iyi yanını, "Vallahi, görüldüğü üzere, kendi başımıza anayasa tasarısı hazırlama işlerinden anlamadığımızı saptadık. Demokrasinin ve hürriyetin beşiği ABD'ye, ezelden beri güvendiğimizden, işin ustalarını çağırıp anayasayı birlikte değiştirelim. Şunun şurasında müttefikiz ne de olsa, dedik" türünden bir açıklama da yapabilirlerdi. Yabancı, kendisine aşırı güvendiğinden mi, yoksa arkasında durduğu insanlara şeffaflık göstermek istediğinden bilinmez, onca dolar harcadıkları projeyi açıklamakta bir yanlışlık bulsaydı, durumu öğrenemeyecektik. Ledsky'nin "birlikte çalışmak" dediği, öyle rakı- viski-çay ile karışık, ilginç istihbarat anılarıyla ya da 12 Eylül 1980 öncesinin "Our boys" işlerinin itiraflarıyla bezenmiş bir söyleşi olmasa gerek. Ledsky, açıkça söylemese de Amerikan fonlarının demokrasinin iyice yerleşmesi için desteklediği "sivil toplum" örgütleri ve vakıflar, büyük "organizasyonlarla" Türkiye cumhuriyeti anayasasının değişimine yaptıkları katkı da unutulmamalıdır elbet. Dernekler ve vakıflar, IRI ve NDI'nin açtığı yolda, NED destekçisi Alman örgütlerini de başkente ve TBMM'ye taşıdılar.[163] 163 Darbe üstüne yazılanlarda, çoğunlukla "Our boys" denince darbeciler çağrıştırılmaktadır. Bize göre başkan "our boys" derken kendi ülkesinde kullanıldığı gibi, kendi operatörlerinin başarısından duyduğu mutluluğu belirtmek üzere "our boys (bizim çocuklar) başardı," demiştir. Bu gerçek elbette "our boys" ile "bizim adamların" doğrudan işbirliği yaptıklarını göstermez. Çünkü "our boys" operasyon için ortam hazırlar, yönlendirir, açık deliller bırakacak türden ve doğrudan ilişkiye girmez, ara yönlendiriciler kullanabilir.
RABITAT-UL STİFTUNG VE ANAYASA DERSİ
"Rabıta Örgütü'nün Türkçe karşılığı 'Dünya İslam Birliği' İngilizcesi Müslim World League' Arapçasının Türkçe okunuşu da şöyle: Rabutat al- Alam al-İslam" Uğur Mumcu, 19.3.1987[164] DGM savcısı, Alman vakıfları hakkında soruşturma başlattıktan kısa süre sonra, İstanbul'daki üniversitelerden birinde Alman vakıflarını desteklemek üzere yapılan salon toplantısında mahkeme gününde, "sivil" hareketi desteklemek üzere Ankara DGM'nin önünde yığınsal gösteri yapılması önerilir. Bu arada DGM savcısı bir 'video' kaydı ile 'seks' görüntüleri içinde gösterilir. Savcı görevden DGM'deki görevinden alınır. Ne ki, işin böyle olacağı önceden belli olmuştur. Zamanın T.C Adalet Bakanı Aysel Çelikel, yabancı devletin Türkiye'de şubeler açmasının yasallığını tartışmayı bir yana bırakmış ve T.C savcısını sıkıştırmayı seçmiştir. Bakan, aynen şöyle der: "Ben dosyayı görmedim. Türkiye'nin uluslararası ilişkilerini de ilgilendiren böyle hassas bir davanın sağlam delillerle, sağlam hukuki zeminde açılması gerekirdi. Umarım bu sağlanmıştır. Bende bakan olmadan önce Alman vakıflarına ilişkin böyle bir bilgi yoktu. Umarım savcı iddiasını sağlam delillere dayandırmıştır."[165]
Adalet Bakanı görmediği dosya üstünde yorum yapmaktan kaçınmayınca, Alman Büyükelçisi de işin ardını bırakmamıştır. Türkiye’de "WEB" ilmiklerinde etkinlik gösteren örgütlerini korumaya kararlıdır. Büyükelçi Adalet Bakanının açıklamasından gerekli gücü almıştır. Açık savunmaya geçer ve aylar önce bir TV programında gerekeni yapamamanın hıncı alırcasına içerden sıkıştırır: "Alman vakıfları, dünyada 100'e yakın ülkede faaliyet göstermektedir. Ancak sadece Türkiye'de böyle bir suçlamayla karşılaştılar."[166] Artık sıra T.C Başbakanı'na kalmıştır. O, bu konularda deneyimlidir. Türkiye'nin ABD ile arasının açılmaması için gerekeni yaparak, aynı savcıya karşı Merve Kavakçı'yı korumuş ve adalet bakanınca savcı hakkında birkaç kez soruşturma açılmasına göz 164 U Mumcu, Rabıta, s.329 165 "Çelikel tedirgin oldu" Radikal, 26/10/2002. 166 'Casusluk davası' Almanya'yı şaşırttı" Radikal, 26/10/2002. yumduğu ve Fethullah Gülen davalarında da "yargıya müdahale" edilmez ilkesini bir yana bırakıp açıklamalar yapmaktan kaçınmamıştır. Başbakanın bu işleri "demokrasi" ve "açık toplum" ilkelerine inancı doğrultusunda yaptığı büyük bir olasılıktır. Alman vakıflarını korumak için de aynını yapar ve T.C. Başbakanı olarak Alman Büyükelçisi Rudolf Schmidt'in açıklamalarından bir gün sonra, basın açıklamasında elçinin sözlerini yineler: "Sürmekte olan dava hakkında konuşmak olmaz.(..) Almanya'nın sabırlı olmasını, Türk adaletine güvenmesini dilerim. (..) Söz konusu Alman vakıfları, ülkemizde olduğu gibi dünyada 100 kadar ülkede de çalışmalarını sürdürmektedir.
Bildiğimiz kadarıyla benzer şikâyetlere hiçbir ülkede rastlanmamıştır."[167] T.C Başbakanının "bildiği kadarıyla" kendi ülkesinin mahkemelerine müdahalede bulunan yabancı ülke temsilcisinin sözlerini yineleme hakkı kendisine ait olmakla birlikte, yönettiği devletin organlarına gerekli emirleri verip araştırma yaptırması daha iyi olabilirdi . Ne ki, o bu görevi yerine getirmeyi bir yana bırakmış ve "yabancı en demokrattır" anlayışını kanıtlamak istercesine gerekeni yapmayı seçmiştir. Bu öykünün arkası pekiyi olmamıştır. Alman vakıflarının Bergama Ovacık'ta altın madeni işletilmesine karşı oluşturulan hareketin ardında Alman vakıflarının varlığını anlatan kitabın yazarı Necip Hablemitoğlu bir akşam, evinin önünde son derece deneyimli olduğu anlaşılan bir tetikçi tarafından başına sıkılan iki kurşunla öldürüldü. Başta Cumhurbaşkanı olmak üzere, devlet yetkilileri üzüntülerini bildirdiler. Necip Hablemitoğlu'nun "Atatatürkçü ve laiklik savunucusu" olduğunu ileri süren bu görevliler, onun Alman vakıfları ve benzeri yabancı kuruluşların Türkiye'de kitleleri içerden yönlendirmek üzere örgütlenmeler yarattıklarını sergilediğinden söz etmemişlerdir. Elbette onların haklı nedenleri ve gerekçeleri vardır. Ne ki, birkaç yıl öncesinde yaşanan bir toplantı ve sonrası bu tür açıklamaların yapılmasına engel olmuş olabilir. Yargıyı geleceğe bırakarak, geçmişin bilimsel konferanslarında T.C'nin önüne sürülen büyük ufku görelim. ANAP ile ilişkili kişilerin yönetimindeki Türk Demokrasi Vakfı mı başı çekti, yoksa ABD'de yetişmiş ARI'ların genç ve yetenekli liderleri mi, bilinmez!
Bu yetenekli Özalistler, Alman Hıristiyan Demokrat Parti bağlantılı örgüt, Konrad Adenauer Stiftung'u alıp, Ankara'ya getirdiler.[168] Stiftung ve NED'in Forum Konseyi'nden Türk 167 "Almanlara sabır diledi" Hürriyet, 27 EKİM 2002; "Ecevit'ten Alman vakıflarına övgü" Radikal 26/10/2002. 168 Alman siyasal partileri, dış ülkelere yönelik çalışmalarını yönlendirebilmek üzere kendilerine bağlı vakıflar örgütlediler. Konrad Adenauer Stiftung (KAS), üyeleri, Anayasa konusu hakkında bir güzel konferans düzenlediler. Açış konuşmasını Cumhurbaşkanı yaptı. Stiftung'un Türkiye temsilcisi Dr. Schönbohm, vakıflarının meşruiyet kazanışını işte bu değerli konuklara bağlıyordu: "... Yeni seçilen Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, Türkiye Cumhuriyeti Adalet Bakanı Hikmet Sami Türk ve Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı Yıldırım Akbulut'un kongrenin açılışı ile ilgili olarak Türkiye Büyük Millet Meclisindeki siyasi bir takdim konuşması yapmaları konunun önemini vurgulamış ve etkinliği düzenleyenleri ve katılanları onore etmiştir"[169 / 170] Türkiye Cumhuriyeti nereden nereye gelmişti? İlk kurulduğu yıllarda, zamanın Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal, büyük bir gururla Ankara Hukuk Fakültesi'ni açmış ve ilk dersleri sıralarda, Cumhuriyeti emanet ettiği gençlerle birlikte izlemişti. Yüzünde meraklı bir öğrenci ciddiyeti, bakışlarında geleceğe duyduğu güvenin ışıltısı. Cumhuriyet devletinin okullarından büyük hukukçular yetişecekti. Çağdaşlaşmanın öncü kadroların arasına katılarak, yurtlarında kalıcı bir adalet düzeni kuracak olan bu genç hukukçular, önce ülkelerine, sonra da dünyaya hizmet edeceklerdi. "
DİGİTAL" REJİM, KİME İHRAÇ EDİLECEK?
TDV ve ARI Hareketi (Derneği) ile Konrad Adenauer Stiftung'un ortaklaşa kotardıkları anayasa konferansında konuşan ARI Hareketi (Derneği) Genel Koordinatörü (Başkanı) Kemal Köprülü, ülke kaderini etkileyecek böyle bir toplantıda; genel hukuk ya da anayasa ilkelerinden ya da tarihsel ve toplumsal gelişme 1984'de Türkiye'ye geldi; Çankaya (Ankara)'da bir şube açtı. Şubenin Yöneticileri: Max George Meier ve Lars Peter Schmidt idi. 169 Türkiye'de Anayasa Reformu Prensipler ve Sonuçlar, Konrad Adenauer Vakfı Yayını, s. 5. 170 "Toplantının öteki katılımcıları: Ertuğrul Yalçınbayır (TBMM Anayasa Komisyonu Başkanı, o zamanlar ANAP milletvekili, AKP Abdullah Gül hükümeti Devlet Başbakan Yardımcısı), Bülent Akarcalı (TDV Başkanı, ANAP İstanbul Milletvekili), Nejat Arseven (TBMM Anayasa Reform Komisyonu 2. Başkanı, Anayasa Uyum Komisyonu Başkanı, ANAP Milletvekili, daha sonra İnsan Haklarından sorumlu Devlet Bakanı ve Vakıflar Yasası değişikliğinin rnimarlarından), Prof. Dr. Ahmet Mumcu (Başkent Üniversitesi, Hukuk Fak. öğr. Üyesi, TBMM Bilim-Kültür Danışman, Prof, Dr. Kay Hailbronner (Konstans Üniversitesi,...), Prof. Dr. Füsun Arsava (Ankara Ü SBF Dekan Yardımcısı), Prof. Dr. Ergun Özbudun (Bilkent Ünv. Öğr.üyesi, TBMM Başkanlık Hukuk Danışmanı, ANAP Merkez Yönetim Kurulu üyesi-5 Ağustos-2001, NED Enternasyonal Forum Konseyi üyesi, NED Journal of Democracy Yayın Kurulu üyesi, ANAP M.Y.K. üyesi-2003), Sami Selçuk (Yargıtay Başkanı), Prof. Dr. Zafer Gören (YÖK üyesi), Prof. Dr. Karoly Bard (Budapeşte Ü.) Türkiye'de Anayasa Reformu Prensipler ve Sonuçlar, KAV.sürecinden değil de Clinton'un ilan ettiği "digital devrim"in Microsoft penceresinden bakıyordu.
Petro-gaz enerji kaynakları egemenliğinden bağımsız görmemeyi, ya da görüp de söylememeyi ilke edinenlerin yaptığı gibi, küreselleşme denilen şey Köprülü için, Türkiye anayasasının da temeli olmalıydı: ''Bilgi toplumuna geçişte dijital devrim sürecinde, düşünce ve ifade özgürlüğü sınırsız olmalı, bireyin egemen olacağı yeniçağda hakları genişletilmelidir." Böyle diyordu Köprülü; dünyaya bireyler egemen olacaktı. Oysa TBMM duvarlarında "Egemenlik kayıtsız koşulsuz bireyindir" diye yazmıyordu. ARI lideri, bir-iki yüzyıldır Londra'dan pişirilip dünyaya sürülen, "birey egemenliğini yeni bir şeymiş gibi, sunuyordu. Egemen olacak olanlar, herhangi bir insan birey mi, Amerikan bireyler mi, yoksa Rockefeller gibi, petro-bireyler mi, ya da İmparatorlukların bankeri Rothschildler'in adamları gibi, para piyasaları cambazı bireyler mi? İşte orası belli değil. Köprülü, "siyasi aktörlerin hukuka, ahlaka ve etik değerlere saygısı ve bağlılığı esastır," derken, kendisini siyasi aktörlerden saymıyor olmalıydı. Aslında şu "ahlak" ve "etik" sanırsınız ki, hareketçiler ve 'stiftungen' tarafından icat edilmiştir. Sanmaya gerek yok, dünyanın düzeni yüzyıllardır Batı'nın efendileri tarafından tutturulmuyor muydu? 'Ahlak" gibi şeyler, pek doğaldır ki, bağış alıcı etikçileri ilgilendirmemektedir. Onları ilgilendiren, olsa olsa ülkelerine bağış alıcılık önermektir! ARI Derneği Başkanı lideri Köprülü, Türkiye Cumhuriyeti Devleti yetkililerinin gözlerine bakarak açıklıyordu: "Türkiye 21. yüzyılda liderliği, bölge ülkelerine değerler ihracını gerçekleştirerek yakalayacaktır."[171] Bunca "ahlak" ve bunca "etik" dersine muhtaç gördükleri Türkiye, durup dururken değer ihracatçısı olacaktı. Değerler de aynen şöyle: "Bu değerler özetle; hukuk devleti, piyasa ekonomisi, demokrasi, dünya kurumları ve normlarıyla bütünleşmeyi kapsamaktadır. Bölgede tüm ülkeler arasında bu değerlerin yerleşmesini sağlayabilecek tek ülke Türkiye'dir."
Şimdi bir çeviri yapsak ve "Batı dünyasının ekonomik düzeniyle bütünleşmiş ve yine Batı dünyasının kurumsal hizmetine girmiş bir Türkiye, Ortadoğu'daki Batı egemenliğinin kurulmasına, bölgenin piyasa olmasına yardımcı olacak ve dahi bekçilik yapacak tek ülkedir!" desek yeridir. Amerikan "Public Relations" üslubuyla yaratılan göz boyama tekniğinden temizlendiğinde önerilen işte budur. Fakat projenin bir amacı vardır ve Türkiye anayasası öyle bir değişmelidir ki, Türkiye durup dururken o bağımsızlık ilkesini ihraca kalkmasın! ARI Derneği Başkanı bu isteği şöyle açıklıyordu: 171 Türkiye'de Anayasa Reformu Prensipler ve Sonuçlar, KAV, s.29 162 "..Türkiye sadece rejimiyle değil, anayasasında yer vereceği bu değerler itibariyle de bölge ülkelerine örnek olmalıdır." Öneri açık: Anayasaya "Türkiye'nin iktisadı temel ilkesi, piyasa ekonomisidir ve dünya ile bütünleşmek esastır" gibi bir madde konulması öneriliyor. Bu durumda işin içinden çıkmak olanaksız. Türkiye, varoluş ilkelerini ihraç etse, tam bağımsızlık ilkesini ihraç etmiş olacak. O zaman hareketin eşgüdümcüsünün buyurduğu bütünleşme, ABD - İsrail -Türkiye bütünleşmesi başta olmak üzereparçalanmaya dönecek. Öyleyse eşgüdümcünün "günümüz dünyasında demokrasi dahi, dijital ortama taşınmaktadır" demeli ve toplumsal katılımcılığı Amerikan "software" dünyasına indirgedikleri gibi yapmalı. Sonra da "Anayasalar yeni bir taşeron rejimi mi yaratmalı ?" diye sormalı, orunun yanıtını, ARI'ların "faaliyetleri’ne bırakıp, devletin yönetilcilerinin şöyle ya da böyle katkı koyduğu toplantının önemli ortaklarından Alman "Stiftung" etkinliklerinin bir ikisine görelim.
ALMANDAN "ATATÜRK'E DUR" DERSİ
Almanların Hıristiyan Demokrat Partisi'nin uzantısı olan 'stiftung'u temsil eden Türkiye şubesi sorumlusu Dr. Wulf Schönbohm[172] "project democracy" operasyonun ana hedefi olan, her türden partinin kurulmasına açık bir anayasal düzenlemeyi öngörüyor ve "Örneğin Alman Anayasası, Weimar Cumhuriyeti ve Nazi döneminde edinilen siyasi tecrübeler ile şekillenmiştir. Türkiye'nin 1982 Anayasası, Eylül 1980 olayları ile şekillenmiştir," diyordu.[173] Bu benzetme hiç de fena kaçmamış doğrusu. 1982 anayasasını oluşturan koşulları, o koşulları oluşturan ön olayları ve darbeyi anımsıyor muydu bu Schönbohm? Ayrıca darbeyi kimlerin desteklediğini de anımsıyor muydu? Bu soruları ona soran olmayacaktı elbette! Alman muhafazakârlarının temsilcisi Schönbohm, Türkiye'ye demokrasiyi de, anayasayı da öğretmeye kararlıydı.
"Örneğin" diyor ve ekliyor : "Bugün Alman Anayasası yeniden yazılacak olsa, partilerin yasaklanması imkânı muhtemelen yasa içerisinde öngörülmezdi, zira demokrasimiz 1949 yılına kıyasla bu yönteme ihtiyaç duymayacak şekilde sağlamlaşmıştır." Bu sözlerden ne anlıyoruz? İlginç bir kurnazlıkla, kendi 172 Dr.Wulf Schönbohm, CDU'da ve Konrad Adenauer Stiftung'da yönetici olarak çalıştı. 1997'den bu yana Türkiye'de K.A.V. Temsilcisi olarak görev yapmaktadır. Alman Vakıflarının etkinlikleri ve "sivil" ilişkileri için bk. Necip Hablemitoğlu, Alman Vakıfları ve Bergama, s. 11-50. ; Wulf Schönbohm, "Alman-Türk Dostluğunu Güçlendirme" Cumhuriyet 23. 7. 1999. 173 KAV, a.g.k, s.5 164 anayasalarının parti kapatma kararı alınabileceğini mi anlatmak istiyor Schönbohm? Yabancılarla Türkiye anayasasını tartışmaya bunca hevesli olan yerli katılımcıların aklı fikri başka yerde olduğundan olsa gerek, Almanya'da "etnik" grupların özerklik, bağımsızlık isteklerini programlarına alan ya da dinsel hukuka dayalı yeni bir devlet oluşturma peşinde koşan siyasi partilerin kurulup, kurulamayacağını sormamışlardı. Böyle yapsalardı, yabancı eline merakla kurulan dünya yıkılır mıydı? Yoksa Alman konuklarına ve dostlarına ayıp mı olurdu? Schönbohm, onların kendisini sıkıntıya sokmayacak denli konuksever olduğunu bilerek şöyle diyor: "Zira, bir partinin yasaklanmasının, bir ülkenin demokratik hayatına ağır bir müdahaleyi teşkil ettiğini ve bu nedenle parti yasağının diğer batılı demokrasilerde bulunmadığını unutmamamız gerekir.'"
Stiftung temsilcisi Schönbohm açıkça, Türkiye'de şu parti kurulabilir ve bu partinin kapatılması iyi değildir, diyebilirdi. Ama demiyor. Bu tür açıklamaları, Türkiye'ye anayasa ilkeleri önerdikleri böylesine önemli bir günde ve böylesine önemli konukların önünde açıklamak uygun düşmezdi! Türkiye Cumhuriyeti'nde yıllarca etnik ayrıştırma ve dinsel azınlık yaratma işini, Alevi kimliği altında T.C yurttaşlarını devletle çelişkisi bulunan topluluk konumuna indirgemenin her çeşit manevrasının, Almanya'da hazırlanmış olduğunu unutmak ne mümkün? Unutmak ne mümkün ki, Almanya'da yasaklı bir hareketin, oluşumun değil pankartını ya da bayrağını, o oluşumun simgesi renkleri üstünde başında bulundurmak bile yasaktır. Almanya'da şu ya da bu eyaletin ayrılması için savaşan bir örgütü beğenen sözler etmek bir yana, ayrılmayı çağrıştıracak herhangi bir şey söylemek bile ceza konusudur. Türkiye sivilleri bunları sorgulayacak durumda değildir, ama yabancıya salonları açıp, ulusa ders verdirtmek bir başka "sivil" iş olmaktadır.
"KEMALİST MİLLİYETÇİLİK"İN ALMANCA YORUMU
Oysa aynı Wulf Schönbohm, Stiftung'un Almanya'da düzenlenen Ağustos 1998 sergisinde, Türkiye'ye yol gösteriyor ve tıpkı ABD Resmi Din Hürriyeti raporlarında vurgulandığı gibi, Türkiye demokrasisinin önündeki engeli açıklıkla saptıyordu. Ona göre, Türkiye Cumhuriyeti, kuruluşundan günümüze İslâmın inanç esaslarını ve dinsel duyguların ifadesini ezmekteydi. Dr. Wulf 'un bu düşüncelerini TBMM'deki toplantıda, bu açıklıkta duymak elbette olanaklı değildi. Türkiye'nin anayasasının değiştirilmesiyle ilgili konferansa katılan T.C yöneticileri, Dr. Christian Rumpf'un konferans üstüne yaptığı değerlendirmeleri beğenirler mi, bilinmez. Dr. Rumpf, 'ulusal egemenliği' bireyin egemenliğine dönüştüren anayasa toplantısını yüksek düzeyde katılımın önemini şu sözlerle belirtiyor: "Adalet Bakanı'nın yanı sıra, Cumhurbaşkanı'nın da vakit ayırıp ilk yarım gün katılmaları, kongrenin organizasyonunun siyasal iktidar tarafından ne derece önemsendiğinin göstergesidir,"[174] Alman Profesör, konferanstan o denli mutludur ki, Mustafa Kemal ile bağların koparılmasını isteyebilmekte ve bu bağın Avrupa Birliği'ne girişin önündeki en önemli engel olduğunu ileri sürmektedir. Bununla kalsa iyi kendi kendine "Kemalist milliyetçiliği" deyip bu ilkenin "çağın gerisinde" kaldığını da söyleyebilmektedir, Dikkatle okuyalım: "Konuşmalarda ve tartışmalarda buna karşılık devlet ideolojisine değinilmemiştir.(..) Buna karşın Kemalist prensiplerin ideolojiden koparılması talep edilmelidir. Burada kesinlikle Cumhuriyetin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk'ün liyakatlarını temelde sorgulamak söz konusu olmamakla beraber, kendisini ve o zamanki partisinin temel düşüncelerini bugünkü Avrupa'nın entegrasyon gelişmeleriyle bağdaştırmak zorunludur.(..) özellikle Kemalist milliyetçiliğin çağın gereksinimlerine aykırı olan yorumu, AB'ye entegrasyonun beraberinde getirdiği(,) milliyetçi strüktürlerin bir kısmının tasfiyesine çelişki arzetmektedir," Dr. Rumpf, toplantı katılımcılarının bir türlü açıkça söyleyemediklerini yazıvermesi, asıl amacı belirlemektedir. Ne var ki, Alman avukat da işin altını göstermemektedir. Atatürk'e saygımız ve hayranlığımız sonsuz, ama kendisinin çağı geçmiştir, demeye getiriyor. ''Kemalist milliyetçiliğin" hangi yorumunun "çağın gereksinimlerine aykırı" olduğunu açıkça belirtmiyor. Batı'nın bu tür bulanık söylemine "diplomatik nezaket" deyip geçiyorlar. Anayasa toplantısının amacı, Rumpf un, "AB'ye entegrasyonun" gereği olarak "milliyetçi strüktürlerin (kurumların) bir kısmının tasfiyesi" olarak değerlendirmesinden daha açık anlatılamazdı. Çok düşünülerek kurulduğu belli olan tümcenin anlamı aslında kısa ve yalın: AB ile bütünleşmenin yolu "Kemalist milliyetçiliğin" tasfiyesinden geçer. Anayasa da işte bu nedenle değiştirilmelidir. 'Açık toplum' yolunda ve 'saydam yenidünya düzeninde böylesine karışık, örtülü sözlere yer olamamalıydı.
Belki de, saydamlığın zamanı daha gelmemişti. Bir söz vardır "Benim oğlum bina okur; döner, döner, yine 174 'KAV, a.g.k, s. 129-143 okur." İşte o hesap; "Stiftung" Almanlarının da yutturmaya çalıştıkları saydam "demokrasi" safsatasının altından sonsuz özgür demokratik ortamda, sonsuz özgür siyasal örgütlenme yatmaktadır. Rumpf'a kulak verelim: "Bir 'laikleştirme tartışması' Türkiye'de 150 yıldan fazla bir zamandır yapılmaktadır. Atatürk'le birlikte bu "laiklik" tartışması dönüşmüştür ve burada sadece din ve devleti birbirinden ayırmaktan fazlası söz konusudur." IRI ve TDV'nin "partner" dedikleri Almanlar, "Siyasal parti kurma özgürlüğü" derken, dinsel ve etnik temele dayalı partileri kolluyorlar ve dil konusunda gerçeği açıkça tersyüz ediyorlar. Bu "fazlası" denen şeyin ne olduğunu fazlaca düşünmek yersiz. Bu "fazlası" denen şey, sonraki bölümlerde göreceğimiz gibi, Almanya'nın, Türkiye'de ulusal bütünleşme sürecini 'dinsel kimlik' projesiyle, 'etnik kimlik' oluşturma operasyonunun "üssü" olduğu gerçeğine uymaktadır. Rumpf, bu durumu utangaçça açıklıyor: "Daha 1982 Anayasası'nda ve sonra da Özal hükümeti sırasında İslami harekete imtiyazlar tanıma yönünde yumuşamalar görüldüğü dikkate alınırsa, Kemalist lâiklik prensibi de bir Avrupa lâikliği anlamındaki rasyonel açılıma engel oluşturmamalıdır." İşte bu açıklama. Fazilet Partisi'nin ABD Uluslararası Din Hürriyeti yetkilileriyle görüştükten sonra, "Biz de lâiklik isteriz, ama Amerika'daki gibi," türünden sözlerine, "Lâiklik isteriz, ama Avrupa'daki gibi," türünden eklentiler yapmalarını yeterince açıklıyor. Rumpf, daha sonra, "azınlık hakları" konusunda konuşmacılardan Zafer Gören'e tercümanlık yaparken de açık sözlü davranmıyor: "Gören, Kopenhag kriterlerinin azınlık 'haklarının' değil azınlıkların 'korunmasının' garantisini istediği hususuyla önemli bir konuya değinmiştir. (..)Türk Anayasa Teorisi açısından da azınlıkların korunması, azınlık statüsüne bağlanan haklarının sağlanması sorunudur. Bu doktrine göre (,) Kürtçenin anadil olarak öğrenilip öğretilmesi gerektiği hususu ya siyasi takdire ya da eşitlik prensibinin yorumuna bağlıdır. Schönbohm tarafından birkaç kez altı çizilerek dile getirilen Kürtçe yayın yapan televizyonlar hakkında sorun buna göre sadece kanuni platformda tanımlanan düşünce özgürlüğünün çerçevesi ve sınırını ilgilendiren bir sorundur." Toplantıyı düzenleyen dernekçilerin ve vakıfçıların, Rumpf un bu sözleri karşısında sustukları kesin. Lozan anlaşmasındaki "azınlıklar" tanımının "Müslüman azınlıklar" tanımına evirilmesine kalkıp da itiraz etseler, Almanlar karşısında ayıp etmiş olacaklar; o da olmadı, ağızlarındakini yutup gidecekler. , Öyle olmasaydı, "Dr. Rumpf! Biz bilimsel bir hukuk konferansı düzenlediğimizi sanıyorduk. Oysa siz, Lozan anlaşmasındaki tanımıyla, Türkiye'de azınlık haklarının garantisi olmadığınıöğretmeye çalışıyorsunuz. Bu bilimsel bir çalışma değil, olsa olsa 'manipülasyon' yani kurcalayıp-yönetmedir. Kusura bakmayın, bunları konuşacağınız yer Berlin ya da Brüksel olabilir, ama Türkiye Cumhuriyeti'nin egemenlik alanı olamaz!" derler ve eklerlerdi; "Kürtçe'nin anadil olarak öğrenilip öğretilmesi yasak mı ki?!" Ama bunu sormayacaklardı. Çünkü onlar, Rumpf'tan, Türkiye'de ordunun kışlasına itilmesi' gerektiğini açıkça belirten NDI (National Democracy Institute) ile "işbirlik" işlerini çağın gereği saymaktadırlar. Haksız da sayılmazlar. Çünkü Rumpî, ordu konusunda, şunları söylüyor: "Ordunun Türk anayasa düzeni içerisindeki rolü, sıkça Türkiye'nin gizli iktidarı olarak görülen Milli Güvenlik Kurulu'yla bağlantılı olarak dile getirilmiştir. (..) Gerçekten bugüne kadar Milli Güvenlik Kurulu'nun tüm tavsiyelerinin yerine getirildiğini ve 28 Şubat 1997 tarihli köktenciliğe karşı mücadele hususundaki 'tavsiyelerinin' çok ağır gerçekleştirilmesinin de o zamanki Erbakan hükümetinin sonu olduğu görülmüştür."[175] Yabancıların bu girişimleri, ulusal güvenliğe karışmadır, diyecekler olabilir. Bu gibi kişiler anımsamalıdır ki, ülkelerin Başkentleri'ne dışardan gelip adres edinenlerin, ulusal savunma kurumlarını açıktan eleştirme özgürlüğü, ABD'de ve Batı Avrupa'da Kopenhag kriterleri kapsamında değil, ulusal güvenlik kapsamında değerlendirilir.
"ADAM KAZANMAK" : BİR ÇEVİRİ HATASI MI?
"Konferanslar ne işe yarar?" diye sormanın gereği yok. Konferanslar "democracy promotion" adı altında yeni dostluklar kurmaya yarar. Tıpkı Konrad Adenauer Stiftung'un açıkladığı gibi: "Partnerimiz TDV sayesinde, Ankara'daki Alman Büyükelçiliği ile birlikte organize edilen 'Almanya'nın Birleşmesinin 10. Yılı' konulu etkinlikte olduğu gibi geçen yıl düzenlediğimiz etkinlikler için konuşmacı olarak önemli siyasetçiler kazanılmıştır. Bahsi geçen bu etkinlik için, Almanya birleşmesini Türk bakış açısından inceleyen Başbakan yardımcısı Mesut Yılmaz kazanılabilmiştir."[176] Hemen belirtelim ki, T.C'nin eski başbakanının "kazanıldığını" belirtmek, kendini üstün gören bir yabancının sözcük sürçmesi olabilir. Türk politikacı da bunu böyle kabul etmiş olamaz. Kuşkusuz bu yazılanlara karşı bir tepki göstermiş ya da yabancının böyle 175 a.g.e. 176 Konrad Adenauer Vakfının Türkiye'deki Faaliyetleri,
2. Uluslararası kongreler, Konrad Vakfı, Yıl 2000. Ayrıca aynı belgeden Hablemitoğlu, Necip, a.g.k. s.29.saçma yakıştırmalarına değer vermemiştir. NED'in, "demokrasi promosyonu" adını verdiği "projecf'i parasal olarak destekleyenler arasında bulunan bu Alman vakfının, yerli "işbirlik" kapsamında Türkiye'ye taşınmasında, düşünce açıklama özgürlüğü yönünden hiçbir sakınca yoktur. Çünkü Türkiye, her yabancının kendi emellerine uygun gri propagandayı sarıp sarmalayıp, sonra cilalayıp, rahatça sunabildiği bir 'açık toplum' ülkesi olmuştur. Wulf, Reichstag üyesi Roth gibilerinin T.C'nin Başkenti'nin göbeğinde, Kızılay'da megafon elde eylem çağrısı yapmasının ardından sınır dışı edilmemiş olmasını dikkate almıştır kuşkusuz. Wulf, Freulein Roth'un İstanbul'da bir de büro açtığına bakarak, dergilerde yazdıklarına boş verip, rahatça TBMM'ye gelmiş ve T.C Cumhurbaşkanı'ndan Anayasa dersi almıştır. Bu işleri yapmak Türklerin dışında her Avrupalının hakkı olduğuna göre, söylenecek fazla bir şey yok. Ne de olsa Türkiye, dünyanın en saydam, en geçirgen ve de en demokratik ülkesidir. Ancak Türk ulusunun da bu Almanların dergilerde yazdıklarını bilme hakkı vardır. Onlarla "işbirlik" yapan demokrasi vakıfçılarının da bu kişiyi tanıtırken, hiç olmazsa, birkaç satırla, onların kimliklerini ve Almanya'da yaptıklarını, halka olmasa bile en azından toplantıya katılan devlet görevlilerine iletme sorumlulukları olmalıydı.
Almanlarla anayasa (reformu) değiştirilmesi konferansı düzenleyenlerden TDV başkanı Bülent Akarcalı imzasıyla K.A. Stiftung'a gönderilen 17.02.2000 tarihli bir yazı işbirliğinin derinliğini sergiliyor: "Sayın Wulf, Anayasa kongresinin 20.000 DM'lık bir faturası elinizde bulunmaktadır. Bu fatura Türk Demokrasi Vakfı tarafından karşılanacağına dair bir ibareyle vakfımıza iletilmiş bulunmaktadır. Arkadaşlarımız bizim bütçenin negatif olduğunu ve şu anda bütçede hiç para bulunmadığına işaret ettiler. Üstelik Türkiye Projesi için üç aylık bir ödeme ertelenmiş bulunmaktadır." Yazının sonu, Rabıtaul Stiftung içindeki para-demokrasi bağının ruhsal boyutunu ortaya koyuyor: "Devlet Başkanı ve Parlamento Başkanı açılışımıza davet edildi ve ben kongreyi yöneten kişi olarak görevimizi yerine getirdiğimiz kanaatindeyim"[177] Bu yazının bulunduğu yapıtta yer alan 10.05.2001 tarihli K.A. Stiftung yazısı rabıtayı kanıksatacak türdendir: "Sayın Akarcalı, bugün öğrendiğim üzere Almanya'da 177 Ergün Poyraz, AKPapa'nın Temel içgüdüsü, s.317. bulunan merkezimizin önerimi dikkate alarak Türk Demokrasi Vakfı 2001 bütçesini 25.000 DM artırılmasını uygun bulmuştur, buna şahsen çok sevindim. Yakında bu değişikliği içeren yeni partner sözleşmesi size gönderilecektir.Sizden ayrıca Türk Demokrasi Vakfı olarak yaz dönemine kadar ve ikinci dönem içinde anlamlı toplantılar yapılmasını sağlamanızı rica etmek isterim." Rabıta-ul Stiftung mektubundaki ruhsal boyut, parayı verenle alan arasındaki derece ayrımını da sergileyecek niteliktedir. Söz konusu rica satırının hemen sonrasını okuyalım: "..çünkü Nisan hesabından görüleceği üzere Türk Demokrasi Vakfı eğitim etkinliklerine sadece 6.000 DM harcanmasına rağmen(,) maaş ve işletme gideri olarak toplam 7.000 DM harcamada bulunmuştur.Bu oran (fark) ise hiçbir kabul edilebilir bir oran (fark)değildir. Saygılarımla, Dr. Wulf Schönbohm"[178] TDV başkanının "Türkiye ihbarcılar cennetidir" diyerek rabıtaları sergileyenleri onurlandırdığını anımsanırsa, saydamlıkla gizlilik, ulusal onurla teslimiyet arasındaki sınırın başlayıp bittiği yerin karıştığı görülmektedir, karışmıştır. Oysa bu sınır tarihsel bilincin ışığında apaçıktır. Söz konusu olan, Stiftung elemanlarının evlerinde kahve sohbeti değil, Türkiye'nin başkentinde anayasa görüşmesidir. Türkiye'ye demokrasi taşıma savındaki yabancıların açık niyetlerini görmemek olanaksızdır.
TÜRKİYE VE TÜRK ULUSU YAPAYDIR
Demokrasi - özgürlük ve bilgilenme hakkı adına, ARI, Konrad Adenauer Stiftung[179] ve T.D.V'nın "işbirlik" toplantısına katılanlar, 178 Ergün Poyraz, a.g.k. s.316-317. Aynı kitapta Stiftung ve TDV arasındaki yıllık 350.000 DM tutarındaki ilişki para akış tablosuyla gösterilmekte ve yazışmalar da birçok gerçeği açıklamaktadır. 179 Alman CDU 'nun uzantısı Konrad Adenauer Vakfı'nın Türkiye şubesi 1984'te açıldı. Bu vakfın yerel yönetimlerin güçlendirilmesi projelerine ilgisi yüksektir. Alman Sosyal demokratlarının partisi SPD'ye bağlı Friedrich Ebert Vakfı 1988'de İstanbul'da şube açtı, öncelikle CHP birlikte çalıştı. FES, CHP gençlerine eğitim düzenledi. CHP üst yönetiminin uçak paralarını karşılayarak Almanya'ya konferanslara çağırdı. Alman FDP 'nin liberal vakfı Friedrich Naumann Stiftung ise 1991'de İstanbul'a yerleşti. Liberallerle, ARI-TDV gibi yerli "siviller" ile ortak çalışmalar yürütüyor. Alman Yeşiller Partisi'nin örgütü Heinrich Böll Stiftung da 1995/96'da İstanbul çalışmaya başladı. Robert Bosch Stiftung ise, 2000 yılında yerleşti İstanbul'a. (..) Bu vakıfların tümü, Alman devletinin Politik Eğitim Fonu'ndan para almaktadır. Alman Dışişleri'nin yayınlarında, ülkelerin iç siyasetlerine göze batmadan, karışmanın uygulanabilir yöntemleri verilmekte ve "diyalog programları ile yapıcı bir rol oynayacakları" açıklanmaktadır." (Tamer Stiftung'un Alman devlet kurumlarıyla ilişkilerine aldırmamış olabilirler. Ama onların, şu bilgiye değer vermeleri beklenebilirdi.. Türkiye'ye yönelik gri-propaganda, Doğu-Batı Enstitüsü'nde pişirilir. Konrad Adenauer'un Türkiye danışmanı Udo Steinbach, Doğu-Batı Enstitüsü'nde müdürlük yapmaktadır. Eski asker Steinbach, Alman devletine sadık bir görevlidir. Almanya'nın Paris Büyükelçiliği'nde askeri ateşe olarak da bulunmuştur. Buraya dek, bizi ilgilendiren bir şey yok. Ne ki, Almanya'dan baktığımızda göreceğimiz, duyacağımız ilginç sözler olacaktır. Steinbach'ın 15 Eylül 1998, saat 18.00 ile 21.00 arasında, Katolik Kilisesi örgütünün Lingen-Holthausen'deki LudwigWindthorst-Haus'da, "Die Bedeutung des Islams für Europa" başlıklı sözlü tebliği, yabancı kuruluşlarla "işbirlik" yapanların arasında hasbelkader bulunabilecek, bazı yurttaşları ilgilendirebilirdi. Bu sorumlu yurttaşlar, belki okuyacakları bu satırlarla uyanırlar. Uyanmalılar çünkü, Steinbach adlı bu görevli, konferansta şunları söyleyivermişti: "Türkiye yapaydır. Gerçekte varolan Türkiye, bir adamın, önemli bir adamın, tarihsel öneme (sahip)bir adamın dikte ettirmesiyle yaratılmış bir yapay oluşumdur. Bunu (yapan kişinin) adı Mustafa Kemal Atatürk'tür. Bu adam, tek (başına) bir devlet yaratmıştır. Ve Türkiye'nin bugünkü sorunu, işte budur. Bu adam(Mustafa Kemal), yapay olan bir devlet yaratmıştır.
Bugün, Türk cumhuriyetinin temeli olarak, Kemalizm'in iki unsuru, laiklik - dinin ve siyasetin (birbirinden) ayrılması - ve Türk ulusalcılığı, gerçekle bağdaşmamaktır. Türk devleti yeniden yapılanmaya zorlandı. Mustafa Kemal Atatürk, islam'ı bir kalemde silebilirdi (silebileceğini düşündü). Yirmi yılın sonunda (Kemalizm'in) ikilisi (bu süreç) öldü. Böylece bu olay hallolmuştu. Ama bu (Kemalizm) hiçbir şeyi değiştiremedi. Çünkü Anadolu, bin yıl içinde İslamileşmişti. Bu bir şey değiştirmedi; çünkü Türkiye, Kemalistlerin büyük Osmanlı geçmişinin bir devamıydı. Ve öteki, iyi ve güzel Türk milliyetçiliği, Ermenileri kovdu, öldürdü ve katletti. Yunanlıları mübadele etti. Fakat birçok halk grubu (etni) ve kültürler (Anadolu'da) kaldı.
Örneğin Kürtler, her nasılsa (hâlâ) yok edilemediler. "[180] Stiftung elemanına göre her şey çok açıktır. Türkiye'de ulus yapaydır. Zorlamayla bir devlet kurulmuştur. Bu konuda denebilir ki, Bacınoğlu, "Türkiye'de Alman Vakıflarının Marifetleri, Cumhuriyet, 6 Temmuz 1999.) 180 Die Bedeutung des Islams für Europa" Akademieabaden am 15. September 1998 von 18. 00-21.00 Uhr im Ludwig-Windthorst-Haus in Lingen-Holthausen (Abschrift des smitschnitts-./caf/7.de / akademie /lwh /archiv/politik/steinbach.htm ;ayrıca aynı ……………….tan Tamer Bacınoğlu, "Türkiye'de Alman Vakıflarının Marifetleri" Cumhuriyet, 6 Temmuz 1999.yabancıların bu tür düşüncelerinin varlığı bilinmektedir. Türk-Kürt uzlaşmasını savunanlar da dolaylı olarak T.C.'nin yapaylığını ileri sürüyorlardı. CIPE'nin Türkiye bürosunda
2. Direktör ve TDV kurucusu Ergun Özbudun'un derlediği belgede, bu sava şu derin açıklamayla katılınmakta: "Olan şey, Mustafa Kemal'in var olmayan farazi bir varlığı,Türk Milleti'ni ayağa kaldırarak ona hayat vermesiydi. O'nun girişmiş olduğu projenin gerçek boyutlarını bize veren ve düşüncesinin ütopyacı niteliğini ortaya çıkaran, olmayan bir şey için sanki varmış gibi çalışması ve onu var etme yolundaki kabiliyetidir."[181] Türkiye Cumhuriyeti devletinin "yapay bir ulus" yani gerçekte olmayan bir ulusa dayanılarak kurulduğu savıyla yola çıkanlar, Türkiye'yi olabildiğince kategorikleştirmeye çalışırlarken, ipin ucunu iyice kaçırmışlardır. Stiftung'larda, "Alevi-Sünni-Kemalist-Kürt-Türk" kimlik çatışmalarına uzanan tezler üretilmektedir. Almanya'da ülkemize yönelik girişimin bir parçası olarak ve "Türkiye Kürtlerinin etnik uyanışında, Almanya üs görevi görmüştür," diyerek onayladıktan sonra, "Türkiye'de 90'lı yıllarda yükselişe geçen Alevi rönesansının merkezi Almanya olmuştur," açıklamaları, "Project Democracy" ağının Batı Avrupa'dan Türkiye'ye atılmakta olan ilmiğini açıklıyor.[182 / 183] Bu arada belirtmeliyiz ki, 'Alevilik' inancına sahip yurttaşları, Avrupa kültürü içinde, ayrı bir topluluk olarak değerlendirmek ve bu yöntemle Türkleri bölme anlayışı çok yeni değildir. 'Alevi' inancının Hıristiyan inancına yakın olduğu, Protestanlığın kiliselerinin kapılarının baskı(!) altındaki yurttaşlara her zaman açık olduğu düşüncesi Almanya'dan yayılmaktadır. [184]
'Alevi' inançlı yurttaşların arasında Anadolu Rumları bulunduğu düşüncesi Yunanistan kaynaklıdır. Karamanlıların Rum olduğu üstüne bilgi yayılması da bir başka "sivil" derinliktir. Almanların sözleriyle uyanmayanlara, Prof. Udo Steinbach'ın ve Alman siyasal partileriyle ilişkili olmaları doğal olan 'stiftung' örgütlerinin, Türkiye'de devlet ile toplum arasında uçurum oluşturmak üzere "Alevilik dini" yaratılmasıyla ortaya çıkarılacak yeni bir ayrılmadan mutlu olmaları olağandır. Çünkü, Amerika'dan tetiklenip, Avrupa Birliği enstitülerinde teorileştirilen, insan haklarını azınlık 181 Ali Kazancıgil ve Ergun Özbudun'un makalelerinin Fahri Unan tarafından yapılan çevirisiden aktaran Şerif Mardin, Türkiye'de din ve Siyaset, s.65. 182 Ayşe Yıldırım / Almanya, "Almanca Alevilik dersi talebi önce kiliselerden geldi!" Aydınlık, 30 Temmuz 2000, s. 13 183 Almanya'dan Türkiye'ye uzanan Alevi örgütlenmesi ve Alman devletinin çabaları için geniş bilgi: Mehmet Demiray, Understanding The Alevi Revival: A Transnational Perspectiv, MS Tezi, The Department of Political Science and Public Administration, Bilkent Unv. Feb. 2004. 184 Mustafa Balbay, "Alevilerin sağlam duruşu..." Cumhuriyet, 6-5-2002 haklarına eviren şifre çözücülerin "devlet - Alevilik" ve "KemalizmDindarlar" çatışması örtüsü altında, doğrudan çokuluslu devlet kışkırtması peşinde olmaları da olağandır. Bu örgütlerin devlet ve karteller tarafından desteklenmeleri ve işin A.B boyutunu derinleştirmesiyse daha da olağandır.[185]
ÖZELLEŞTİRME PROPAGANDASINA VE ANAP'A DIŞ DESTEK
1999'da yapılan Stiftung ortaklı anayasa konferansını onurlandıran devlet büyükleri, bu katılımlarıyla, söz konusu ayrıştırıcı politikaları oluşturan "stiftung" etkinliklerini ulusumuz gözünde meşrulaştırmışlardır. Bunun adına "demokratik işbirlik" ya da "saydamlık" deniliyor olabilir. Benzeri etkinlikler, Amerika'da ya da Almanya'da, bırakınız konferansı, küçük bir toplantı düzeyinde gerçekleştirilse ne olur? Bir şey olamaz. Çünkü bu örgütlerin kendi ülkelerinde siyasal çalışma yapmaları yasaktır. Bunu anlamak için yasa karıştırmaya gerek yok. Stiftung ya da Foundation adlı örgütlerin etkinlik raporlarına bakmak yeterlidir. Bu tür incelemeyi ciddiye alacak bilim oltası peşinde koşanların, oralara dek uzanıp, kimin etnik azınlık, kimin çoğunluk olduğuna ve devletin egemenliğini güvence altına alan ceza yasalarına bir bakmalıdırlar. Demokrasi ve azınlık hakları pazarlayıcısı vakıflarla, 'think tank' denenlerle "işbirlik"[186] yapan Türk Demokrasi Vakfı'nın[187] 1991 yılında, CİPE adlı Amerikan işadamları örgütü aracılığıyla NED fonundan sağlanan 80.000 dolar destekli projesini, NED raporundan aktaralım. Ve bu parasal desteğin, 1998'de nelere yaradığını yakından görelim ve bir kez daha değerlendirme olanağını bulalım. Proje özet raporu diyor ki: "Yardımı alan: Turkish Democracy Foundation (TDV) Konu: iş ve Ekonomi Program Özeti: Türk Demokrasi Vakfı'nın Türkiye'de 185 Bu konu ve Batı'nın Islama ve inanç özgürlüğüne sahip çıkma taktiklerinin altındaki ırkçı-dağıtıcı yaklaşımın özü için bk. "İslam için bk. Tamer Bacınoğlu, "Der Fail Türkei in deı deutschen Publizistik. Ein Feinbild besonderer art" ya da İngilizce çeviri: "The makıng of Turkish Bogeyman, A unique Case of Mispresentation in German Journalism" Graphis Yayınları, İst. 1998 ve Tamer Bacınoğlu, Modern Alman Oryantami Alman Yayıncılığının Türkiye Tablosu, ASAM yayınlan, Ankara, 2001 " 186 "işbirlik" nitelemesi, TDV'nin etkinliklerini tanıttığı Web-sitesindeki "işbirlikler" başlığından aynen alınmıştır. (M.Y) 187 TDV, 1987 yılında Ankara'da kuruldu. "Yönetim Kurulu: Ergun Özbudun (CIPE, temsilcisi, NED Journal of Democracy Yayın Kurulu üyesi), Bülent Akarcalı Nurten Tahta, Mehmet Cavit Kavak, Cem Kozlu, Işın Çelebi, Üstün Ergüder (Boun TESEV), Mehmet N. Gök, Erdal Türkan. 1995'de üye sayısı: 65. 1994 yılı bütçesi: 15 000.000 TL. Dış ülkelerde temas kuruluşları: Konrad Adenauer Foundation, Projection Education on Democracy" NonGovermental Organizations Guide, s.80, st.2. özelleştirme ile ilgili 18 aylık programının desteklenmesi." Aynı raporda, Türk Demokrasi Vakfı'na ek olarak verilen 26.100 doların proje gerekçesi daha da açık: "İki kitabın ve dört aylık bültenin dört sayısının yayımını desteklemek." Biraz hesap yapmaya değer. 80.000 artı 26.100 eder 106.100 dolar. Sanırsınız ki, ANAP üyelerinin kurduğu vakıf parasızlıktan kırılıyor. ANAP'ı destekleyen, Özalizme bağlı, hali vakti yerinde onca yurttaş dururken, sen kalk ellerin adamlarından, dahası ellerin devletinin kasasından bu denli küçük bir destek al. ANAP destekçisi işadamlarımızdan ve yurttaşlarımızdan istenseydi, bu para elbette bulunabilir ve ellere muhtaç olunmazdı. Gerekçesi anlaşılmaz, çetrefilli bir iş. Bir yanda papatyalardan günümüze uzanan "zengini seven" zihniyet, bir yanda da hepsi hepsi yüz -altı- bin -yüz ABD doları! Günahlarını almamak gerek. Vakıf, elektronik ağ (internet) açılımında belirttiği sözcükle bu tür "işbirlik" masraflarını Amerikan kuruluşlarından yalnızca başlangıçta almış olabilir ve işler rayına oturunca kendi kaynaklarına dönmüş de olabilir. Vakfın bu tutumu, şunca akıllı, becerikli adamlardan kurulu, Özal gibi bir "deha" önderin elleriyle özene bezene örgütlenmiş bir siyasal partiye yakışmıyor doğrusu. Ne ki, partinin de aşağı kalır yanı yok. ABD muhafazakârlarının, yani yabancı bir devletin siyasal örgütü IRI, vakıfla kurduğu "işbirlik" işlerine Anavatan Partisi'ni de katmış. IRI'nin 2000 yılı faaliyet raporunda aynen şöyle deniliyor: "IRI, Türkiye'nin Anavatan Partisi'ne, ilk kez yapmakta olduğu, Nisan 1999 seçimleri için aday belirleme işlerinin esasını oluşturan çalışmalarda yardımcı oldu." "Olacak iş mi bu?" denilemez, çağ-atlatıcı bir dünya önderinin ardılları, seçimlerde aday belirleme işini pek çağdaş bulmamış ya da liderlerini aşmak inancını içlerinde o denli büyütmüş olmalılar ki, bir yabancı devletin siyasal örgütünden "Acaba ne etsek de, milletvekili adaylarını doğru dürüst seçsek. En iyisi bu işi Amerikalılara soralım," diye düşünmüş olabilirler. Bu aşamada, aynanın öteki yüzünde görüneni yansıtmak gerekiyor. Yabancının emellerine hizmet eden askeri darbeler sonrasında, bir ülkenin yurttaşları, siyasal örgütleri, aydınları budandıkça varılacak nokta, -siyasal yaşamın boşluğu kaldırmayacağı kuralına uygun olarak- yabancılar tarafından doldurulur. Ve onlarla işbirliği yapanların da katkısıyla tarihsel birikim, hem siyasal hem de kültürel yönden yıkılır. Bu yıkım, yukarıda örneklerini gördüğümüz türden uluslararası dayanışmalarla daha da etkin oluyor. Ne ki, onları tanımadan önce Rabıtat-ül Stiftung işlerinin, hükümetlerin, medyanın, başbakanın, bakanların desteğine karşın T.C adaleti karşısında düştükleri durumu özetleyelim:Bergama Altın Dosyası kitabı nedeniyle Konrad Adenauer Stiftun'un açtığı dava 8 Ekim 2002'de, Friedrich Ebert Stiftung'un açtığı dava 1 Mayıs 2003'de, Heinrich Böll Stiftung'un açtığı dava 4 Aralık 2003'de karara bağlanmış ve Necip Hablemitoğlu lehinde sonuçlanmıştır.[188] 188 Dava karar kopyaları için bknz. Ekler
IRI - ARI - SOROS VE LİSELİ GENÇLİK ÖRGÜTLENMESİ
"Senaryonun bütününü görmeden içinde olma oğlum."[189] 12 Mayıs 2001 İstanbul Princess Hotel'deki konuşmacı, T.C'nin devlet düzeninin iflasını salondaki gençlere şu sözlerle bildiriyordu: "Siz gençler Ankara'yı tamamen unutun. Bu sistem iflas etti. (..) Ankara'dakilerin sizden korkmalarının bir sebebi de, eğer siz meydanlarda yürürseniz hükümet üç günde düşer. İşçi ve memur haklarını satın alıyor. Ama sizin istediğiniz geleceğiniz.. (..)"Eğitim ve münazara enstitüsü kurmak istiyoruz. Bu iki enstitümüzün hedefi artık üniversiteler değil, liseler olacaktır.(..) Derviş'in belirttiği ekonomik değil, siyasi bir tespitti. Sübjektif hukuk devleti anlayışı olan Yılmaz, Ecevit ve Demirel anlayışının geçersiz olduğunu sizler biliyorsunuz. Artık objektif hukuk devleti anlayışının zamanı geldi. (..) Sizlere güvenerek, eski unsurların tasfiyesi için çalışmalarımıza başlıyoruz."[190] Böyle diyordu, ARI Hareketi (Derneği)'nin Başkanı Kemal Köprülü. Türkiye'nin meclisteki siyasal partileri neredeyse emir üzerine yasa değiştirirken, ARI Başkanı, gençleri eyleme çağırıyordu. 500 genç, Amerikan Cumhuriyetçi Parti'nin uzantısı "project democracy"nin dört ana örgütünden bir olan IRI (International Republican Institute) tarafından tasarımlanan liderlik projesi kapsamında, iki yıl süren çalışmanın sonunda, Akşam Gazetesi'nin de desteğiyle, Princess Hotel'de toplanmışlardı. Toplantıya katılanlardan ÇYDD Başkanı Türkan Saylan da bir konuşma yapmıştı. 1999 yılında, İngiliz Mori Ltd.'in Türkiye kanadı Strateji Mori Ltd. tarafından 18 ilde gerçekleştirilen gençlik araştırmasıyla başlayan çalışmalar, daha sonra, ARI Derneği yöneticilerinin çeşitli illerdeki örgütlenme çabalarıyla ve gençlik toplantılarıyla sürdürülmüş. 189 Bu sözler, 1965-1971 arasında öğrencilik döneminde gençlik olaylarını yakından yaşamış bir mühendis babanın basına yansıyan mektubundan alınmıştır. 190 ARI Genel Başkanı Kemal Köprülü, 12 Mayıs 2001, Maslak Princess Oteli, IRI -ARI -AKŞAM Gençlik Kongresi, istanbul ARI dernekçilerinin açıklamalarından, II. Cumhuriyetçi Yeni Demokrasi Hareketi'nin ardından yepyeni liderler önderliğinde bir siyasal hareket oluşturulduğu anlaşılıyor. Hem de, Amerika'dan İsrail'e, Berlin'den Selanik'e dış ilişkileri ve devlet üst yöneticilerinden, medyaya iç desteği denk getirilmiş bir hareket. "Toplum yararına" çalışan "sivil" kuruluşların ya da Vakıflar Genel Müdürlüğü'nce denetlenen vakıfların, gençleri siyasal eyleme çağırmaları pek görülmüş şey değil. Ancak, bir siyasal hareket yapabilir bunu. Oysa ARI Derneği başkanının, düşürülmesini istediği hükümetin liderleri ve bakanları, daha iki yıl önce bu dernekçileri kutlayan iletiler yollamışlardı. O zaman kutlamaktan kendilerini alamadıkları adamlar, şimdi hükümetlerini düşürmek için eylem çağrısında bulunuyor. Bu çağrı, elbette özgürlükler, demokrasi ve şeffaflık kapsamındadır. Ulusal onur ve gurur sahibi işadamlarının, çiftçilerin, öğretmenlerin, mühendislerin, gençlerin, yaşlıların, bağımsızlığı savunan her kesimden insanın görüşlerine yer vermeyen yayın ortamı, şeffaflığı bir yana bırakıp, tek yanlı olarak ve ARI türünden örgütlerin dış ilişkileri üstüne bir bilgi vermeden, onların sesine de, görüntüsüne de çokça yer ayırmakla önemli bir katkıda bulunmaktadır. Bir derneğin üç yıl içinde nerelerden nerelere geldiğini görmek için, "project democracy" Ağı'nın sıkı örülmüş bir bölümüne bakmadan önce, geçmişin unutulup giden, cumhuriyeti değiştirme girişimini anımsamalıyız.
ANAP VE YDH ÇEVRESİNDE ARILAR
Cem Boyner ile Kemal Derviş'in Yeni Demokrasi Hareketi, sönüp gitmişti ama, onun yerini alacak bir başka hareket hem Türkiye'de hem Avrupa'da ve hem de Amerika'da kurduğu ilişkilerle neredeyse Türkiye Cumhuriyeti'nin dışişleri misyonunu yüklenmiş; genç liderler kampanyasıyla devletin geleceğini de güvenceye almıştır. Bu hareket, 1994'de oluşturuldu, 1997'de ARI Grubu (Derneği)[191] ve 1999'da ARI Hareketi (Derneği) olarak ortaya çıktı. 191 ARI Kurucuları: Ahmet Özkara (Y.K üyesi; İşadamı, Mersin), Can Fuat Gürlesel (Y.K, İst.), Haluk Hami önen (Y.K; İşadamı, İstanbul), Hayrullah Zafer Aral (Y.K; İşadamı, İstanbul), İbrahim Taşkan (Y.K; Avukat Üsküdar), Mahmut Reha Akın (Y.K; Mühendis, Bursa), Mehmet Dursun Şafak (Y.K; İstanbul), Mustafa Alagöz (İşadamı, Konya Postası Gazetesi Sahibi ve Yön. Kur. Bşk, Konya Inter Genç Holding Y.K.Bşk, 1983 ANAP Konya Merkez İlçe Başkanı, Konya Genç İşadamları Derneği Bşk,.Konya), Veysel Celal Beysel (Kimya Mühendisi, Bursa), Mehmet Zeki Kaba (işadamı, Eskişehir), Emre Ergun (işletmeci, İstanbul) 2000-2001 Y.K) Murat Bekdik (Bşk), Şerif Kaynar (Bşk. V.), Günseli Tarhan (Bşk. V.), Dr. Can Fuat Gürlesel (Genel Sekreter), Zeynep Damla Gürel, (Sayman), Emre Ergun, Ayşen Laçinel, Uzunca bir süre ANAP içinde etkinlik göstermişlerdi ama, 1999 başlarında her nedense ANAP yönetimiyle araları açıldı. [192] ARl'lar, bu ayrılıştan sonra ANAP yönetimiyle aralarındaki sınırı, Türkiye'nin 1990'a dek çok iyi yönetildiği ama, daha sonraki yıllarda ehliyetsiz ellere kaldığını ileri sürerek koymaya başladılar. Onların yolu belli ki, Özalizm yoluydu. Yeni çıkışlarını ABD'nin IRI'si ve Almanya'dan FNS (Friedrich Naumann Stiftung)'un finansmanı ve desteğiyle düzenledikleri İstanbul Konferansı ile taçlandırdılar. Yayın dünyasının, pompaladığı yeni bir misyonla Cem Boyner'in liderliğinde oluşturulan Yeni Demokrasi Hareketi (YDH-yaygın adıyla II. Cumhuriyetçi hareket) ile özdeşleştirildiler. Yeni çıkışlarını 27 Temmuz 1999'da Özalvari bir "imajla" gösterdiler. Grubun (derneğin) kurucuları arasında adı geçmeyen ama, derneğin kendi anlatımıyla, "Hareket’e geçinceye dek ARI'ların tüm etkinliklerinde başı çeken Kemal Köprülü, evinde büyük bir 'davet' verdi. Bu davete katılanlar arasında, ANAP'lı bakanlar, CHP temsilcileri, iş ve yayın dünyasının seçkinleri bulundu. Akit'den gazeteci-yazar Abdurrahman Dilipak da davetteydi. Yeni demokrasi hoşgörüsüne uygun bu toplantıyı, Kemal Köprülü, "Özal döneminin tüm eğilimlerini birleştiren" bir atmosfer olarak tanımlamıştı. ARI örgütleyicisi, hemen hemen hiç kimseyi dışarda bırakmamıştı. Türkiye tarihinde rastlamayacak bir olaydır yaşanan. Bir derneğin bu denli ünlüyü yan yana getirebilmesi azımsanacak bir başarı olamaz.[193] Mehmet Şafak, Müge Telatar. Denetleme Kurulu: Işık Boğ, Nilgün Kıdeyş, Cüneyt Kurtbay, Haluk Önen, Alp Halil Yörük. 192 Murat Sabuncu. "Dipten gelen Özal hareketi-Arı" Milliyet, 28 Temmuz 1999 193 ARI'nın davetine katılan ünlülerden bazıları: Rahmi Koç, Mustafa Koç, Ali Koç, Ahmet Özal, Besim Tibuk (Liberal Demokrat Parti Genel Başkanı), Ahmet Vefik Alp (Mimar, MHP İstanbul Belediye Başkan Adayı), Ali Talip Özdemir (ANAP eski milletvekili, eski bakanlardan, İstanbul Belediye Başkan Adayı), Bedrettin Dalan (ANAP eski yöneticilerinden, istanbul eski Belediye Başkanı), Burhan Karaçam (Yapı Kredi Bankası eski G. Mdr.), Bülent Akarcalı (ANAP Milletvekili, TDV Genel Başkanı), Can Kıraç (Koç Holding eski koordinatörü, İşadamı), Celal Bayar (Eski Cumhurbaşkanı Celal Bayar'ın torunu), Cem Boyner (Altınyıldız sahibi, Yeni Demokrasi Hareketi kurucu genel başkanı, işadamı), Cem Duna (ANAP eski yöneticilerinden, THY Eski Genel Mdr. Emekli Büyükelçi), Cemal Kutay ("Atatürk Araştırmacısı, Profesör;" (Milliyet Cemal Kutay'a profesör ve Atatürkçü unvanı vererek onurlandırmış)), Enver Ören (İHLAS Holding sahibi, Işıkçılar Tarikatının kurucusu Hilmi Işık'ın damadı), Mücahit Ören (işadamı), Hüsamettin Kavi (İSO Başkanı), İlhan Kesici (ANAP'lı eski milletvekili, Demirellerin damadı), İlhan Kılıç (Org. Hava Kuvvetleri Komutanı), Lütfullah Kayalar (ANAP'lı milletvekili, eski bakan), Osman Birsen (İMKB Başkanı), Rüştü Saraçoğlu (TCMB eski başkanı), Semahat Arsel (Koç grubu), Sezen Cumhur Önal, Şule Bucak (CHP Üyesi), Yavuz Canevi (Eski hazine Müsteşarı, Eski TCMB Başkan yardımcısı), Yayın ortamının "promotiv" yani yüceltici etkinliğiyle ARI'lar güçlenmeye başladılar. Onları övmeyen, konuk etmeyen köşe yazıcısına az rastlanır. Halka ve demokratik kitle örgütlerine değer vermeyen devlet görevlilerini, ARI'ların toplantılarında, kokteyllerinde görmemek olanaksızdır. ARI'ların dış bağlantılarına bakılırsa, içerdeki 'promosyon'un hafif kaldığı görülür. Nedenini anlayabilmek için, ARI'cıların sınır ötesi ilişkilerine, etkinliklerine göz atmak gerekiyor. ARI'cılar, 1-8 Kasım 1997'de ABD'ne uçtular ve Renaissance Foundation'a konuk oldular. Vakıf onları ABD senatörleriyle, kongre üyeleriyle, IMF, Hazine Bakanlığı, 'loby' grupları ve NGO'larla görüştürdü. Bu ilk geziden sonra, Amerika Birleşik Devletleri, ARI'lar için komşu kapısı oldu. 23-27 Şubat 1998: ARI'cılar, Amerikan Türk Cemiyetleri Topluluğu'nun konuğu oldular. Arayı soğutmadan, 30-31 Mart 1998 arasında Kuzey Yunanistan Endüstri Federasyonu ve Amerikan-Yunan Odası tarafından düzenlenen "Balkanlar" konulu 5. Selanik Forumu'na uçtular. Hemen ardından, ARI'lar, İsrail'i destekleyen en büyük örgüt AIPAC (American Israel Public Affairs Committee / Amerikan İsrail Halk İşleri Komitesi)'nin çağrısıyla yeniden ABD'ye uçtular ve örgütün konferansına katıldılar. [194] ARI'lar, artık dünyada Türkiye'yi temsile başladılar. Ürdün ve İsrail'de New Atlantic Initiative (Yeni Atlantik Girişimi)'nin düzenlediği toplantıya katıldılar. Bu arada, AIPAC ile ilgili kısa bilgi, ARI'cıların hangi güçlü örgütlerle ilişki kurduğuna iyi bir örnek olacaktır.[195]
İSRAİL DESTEKÇİSİ ÖRGÜTLERLE BİRLİKTE
AIPAC, 1951'de kurulmuştur, Bütçesi 30 milyon dolardır. Yaşar Okuyan (ANAP milletvekili, Çalışma Bakanı) ve Abdurrahman Dilipak (Akit Yazarı) 194 ABD'de Yahudi (Musevi yurttaşlarımıza bu adla anmadığımız bilinmeli) örgütlerinin başında AlPAC'ın yanısıra AJC (American Jevvish Committee), A.J. Congress (American Jevvish Congress), JINSA ve Washinton Institute for Near East (WINEP) gelir. Öteki örgütler B'Nai B'rith Anti-Defamation League (ADL), Institute for Jevvish Policy Planning and Research, Jevvish National Fund, Jevvish Study Center, Jevvish War Veterans, National Council of Jevvish Women and Hadassah, International Association of Jevvish Lavvyers and Jurists. AIPAC destekçisi Religious Action Center of Reform Judaism Direktörü Haham David Saperstein, 22 Haziran 1999'da ABD Başkanı Clinton tarafından Uluslararası Din Hürriyeti Komisyonu (The US Commission on International Religious Freedom) başkanlığına atandı. AJ C ise T.C Başbakanı R.T.Erdoğan'a Ocak 2004 ABD gezisi sırasında "Profiles in Courage ( Cesaret Karakteri)" ödülü verdi. 195 Bu örgüt NATO'nun genişleme planlarına entelektüel güç sağlamak üzere, Freedom House bünyesinde kurulmuştur. 55.000 üyesi bulunan örgüt, ABD ile İsrail Devleti ilişkilerini düzenler. 200 üniversitede stajyer öğrenci programı uygular. Bu stajlarla, 1979 ile 1996 arasında 18.000 öğrenci "yasama süreci, dış politika, siyasi işler, grass roots (örgütleme) ve siyasal liderlik konularında eğitim" görmüştür. Öğrencilerin arasından seçilenler, ABD yönetim kademelerinde çalışmaya başlarlar.[196] Bu gerçeği görebilmek için özellikle, ABD Dışişleri istihbarat ve siyasi bürolarındaki kadrolara bakmak yeterlidir. AIPAC, ABD- İsrail ticaret ilişkilerinin İsrail lehine değiştirilmesinde, ortak askeri programların gerçekleştirilmesinde önemli bir etkiye sahiptir. AIPAC, askeri yardımlarda da çok etkindir. Örneğin, 1986'da ABD Dışişleri Bakanı Shultz'un AIPAC a bizzat yazıyla başvurarak, İsrail'e yollanacak silah türleri ve yardım paketleri konusunda görüş istemesi örgütün gücünü gösteriyor. İsrail'e yapılan yardımlar, 1985'den sonra, AIPAC sayesinde, karşılıksız hale gelmiştir.[197] İsrail destekçisi örgütlerin en tepesinde yer alan ADL of B'nai Brith (ADL)'in ABD'deki örgütsel gücünün boyutu, özellikle Araplar, İsrail politikalarına muhalefet eden Yahudiler, İsrail'in çıkarlarına aykırı davranan politikacılar hakkında planlı programlı istihbarat dosyalaması ve bu istihbaratı FBI gibi iç güvenlik örgütlerine iletmesi, MOSSAD hizmeti vb. etkinliklerle derinleşmektedir. 1993 yılında polisin ADL'nin San Fransisko ve Los Angeles bürolarında yaptığı aramalarda, 950 siyasal grup ve 12.000 birey hakkında dosyalama yapıldığı saptanmıştır.[198] İlişkilerin Güney Afrika ırkçılarına dek uzandığı görülmüştür. ADL görevlisi ve aynı zamanda FBI muhbiri olan ve Güney Afrika yönetimine de çalışan Roy Bullock'a, bir zamanlar ADL bölge yöneticiliği yapmış olan Beverly Hills avukatlarından Bruce Hochman aracılığıyla 25 yıl ödeme yapıldığı ortaya çıkarılmıştı. San Fransisko polislerinden Tom Gerard'ın imha edilmesi gereken bini aşkın dosyayı Bullock'a ilettiği de soruşturma 196 Tayyar Arı, Amerika'da Siyasal Yapı Lobiler ve Dış Politika, s.247-251 197 ABD'nin israil'e yardımı son 50 yılda günde 15 milyon doları bulmaktadır. Yardımın %60'ı ABD'nin silah şirketlerine gitmektedir. Yalnızca 1997-2002 arasında Lockheed Mardtimn şirketinin kasasına giren para 5 milyar dolardır; bunun 2,5 milyarı 50 tane F-16 için, 2 milyarı yedek parça, alçak irtifa ve kızılötesi gece görüş hedef sistemleri ve çoklu roket fırlatma rampaları için ödenmiştir. Boeing israil'e Apache helikopterleri, United Technologies Blackhawk helikopteri, Raytheon şirketi patriot füzeleri, Northrop Grumman radar satarken, Exxon/Mobil jet yakıtı satmaktadır. "Jordan Green, 'Arming the Occupation: A Chronology of U.S. Military Aid and Weapons Contracts to Israel, 1995-present,' Institute for Southern Studies (Durham, North Carolina) April 4, 2002" den CAQ, Number 74 Fail 2002, s. 13. 198 Rachelle Marshall, "Spy Case Update: The Anti-Defamation League Fights Back" Washington Report on Middle East Affairs, July/August 20, 1993.dosyasında yerini almıştı. [199] Bazı Türkiye Cumhuriyeti devlet görevlilerince kimi zaman "lobi" kuruluşu ya da "Ermeni Soykırım" yasa tasarısını engelledikleri savıyla en üst düzeyde kabul gören bu örgütün casusluk etkinliği de göz önüne alınırsa "sivil" toplumcuların ne denli hoş güçlere sahip olabileceği de ortaya çıkacaktır.[200] AIPAC ve öteki İsrail destekçisi örgütler, ADL örgütünün etkinlikleri de dikkate alınırsa, ABD kongre üyeleri üstünde önemli bir baskı oluşturabilme gücünü ele geçirmişlerdir. Bu örgütle Arap ülkelerine hoşgörüyle bakan kongre üyelerinin seçimlerini bile etkilerler, İsrail aleyhinde davranan siyasal parti üyelerini yalıtırlar. Yahudi örgütleri, 1989-1990'da senatörlere, Temsilciler meclisi üyelerine 7,6 milyon dolar, 1985-1990 arasında Senato Dış İlişkiler Komitesi üyelerine 1,2 milyon dolar, yine aynı dönemde Temsilciler Meclisi Dış İlişkiler Komitesi üyelerine, 1,2 milyon dolar bağışta bulunmuşlardır. Ayrıca, Dış Operasyonlar Alt Komitesi'nin 13 üyesine 1 milyon dolar bağışlanmıştır.[201] ARI'lar, bu örgütlerle ilişki kurarken, kendi açıklamalarında sıkça belirttikleri biçimde "bilgiye dayalı politika" yürütme amaçlarına uygunluk görmüş olabilirler. Daha başka ne gibi yararlar görüldüğünün şeffaflıkla açıklanacağını ummaktan başka çare yoktur diyerek, ARI uçuşlarına dönebiliriz.
3 GÜNDE 19 TOPLANTI
Bir zamanlar, Prof. Dr. Necmettin Erbakan, "ABD gezisi verimli geçmiştir, dört günde 36 toplantı yaptık" demişti. Eski Başbakan'ın hızına şimdilik erişen yok ama yaklaşan var. ARI'ları izleyelim: ARIcılar, ABD'yi fethettikten sonra, yerinde eğitime katıldılar. 1999 yılı başında, İsrail Dışişleri Bakanlığı'ndan alınan çağrıyla, 5 Ocak 1999 ile 8 Şubat 1999 arasında MASHAV (İsrail Dışişleri Bakanlığı Uluslararası İşbirliği Merkezi)'nin düzenlediği "Hükümet Dışı Örgütler (NGO)'in Yönetimi ve Demokrasi Eğitimi" kursuna, üyeleri Mehmet Dönmez'i yolladılar. Bu kursa, Doğu Avrupa, Balkanlar, Ortadoğu ve Afrika'dan 22 kişi daha katılmıştı. ARI'lar programlarında "bilgiye dayalı dünya siyaseti" sözüyle süsledikleri amaçlarına uygun ve saydam davranıyorlardı. Türkiye 1999'da, bir kez daha erken seçime giderken, ARI dernekçileri yerel partilere hiç benzemeyen bir yöntemle işe girişti. Seçime doğru 199 Dan Evans, "Spy-guy Bullock wove web of intrigue" 777e Examiner,04/01/2002. 200 R.T.Erdoğan'ın ilginç ilişkileri için bkz. Ergün Poyraz, Patlak Ampul, 129-131. 201 Edvvard Roeder, "Pro-lsrael Groups Know Money Talks in Congress" The Washington Times, Sept. 18, 1991,s. A-7'den aktaran Tayyar Arı, a.g.k., s. 250 ilişkileri uluslararası boyutlara yükselttiler ve çağı yakaladılar. ARI Derneği, 13 Şubat 1999'da Liberal Demokrat Parti, Toplum Ekonomi Enstitüsü, Amerika'dan IRI ve Almanya'dan Friedrich Naumann Stiftung (FNS) ile yan yana geldiler ve seçim ortamında önemli bir konuyu, "Kampanya Stratejileri"ni görüştüler. Bu kampanyaya, 'yardım kampanyası' diyenler de olabilir ama, aslında konu seçim kampanyası stratejisidir. Amerikan Cumhuriyetçi Partisi ile Alman ultra-liberal örgütüyle seçim kampanyası işlerinin ilmi değerlendirmesini yapmak az şey değildir kuşkusuz. Bu toplantının ardından oluşturulan ARI Derneği, ABD'ye gitti. ACYLP (American Council of Young Political Leaders / Genç Liderler Amerika Konseyi) ile yapılan anlaşma gereği incelemelerde bulundu. Kampanya stratejilerinin görüşülmesinden sonra bir değişim yaşandı ve ARI grupluktan "Hareket’e dönüştü.[202] "Hareket"te her zaman bereket vardır. Ama, bereket için de hareket gereklidir. ARI Hareketi Derneği yöneticileri de bu hesaba uyup, soluğu yeniden Amerika'da aldılar. Kendi nitelemeleriyle, "3 gün içerisinde 19 toplantı" yaptılar. Bu hızlı toplantılar, Merve Kavakçı'nın meclise yürüyüşü kargaşasında gözlerden kaçtı. Merve Kavakçı'nın, İran'da değil de, Amerika'da yetişmiş olmasının yarattığı şaşkınlık ve az biraz tepki ortamında, ARI Derneği'nin gözlerden uzakta kalması yararlı olmuştur, denebilir. 4 Mayıs 1999 ile 8 Mayıs 1999 arasında ARIcıların Amerika eylemlerine kısaca bakıp, ülkeye katkılarının hakkını vermekte yarar var. ABD'nin Demokrat Partisi'ne ve İngiltere'nin İşçi Partisi'ne danışmanlık yapan Progressive Policy Institute (PPI / İleri Politika Enstitüsü) ile Amerika çalışmalarına başlayan ARI'cılar, Nazi sempatizanlarıyla kurdukları ilişkiyle tanınan, Cumhuriyetçi Parti yan kuruluşu aşırı tutucu Heritage Foundation, CATO Institute ve Washington Institute for Near East (W. Yakındoğu Enstitüsü)[203] ile buluştular.[204] 202 ARI ile ABD'nin uluslarası çıkarlarına uygun genç liderler örgütlemek üzere kurulmuş olan ACYLP 1997 yılında ortak çalışma anlaşması yapmıştı. 203 Amerikan Yahudilerinin İsrail ve ABD dayanışmasını geliştirmek, Ortadoğu operasyonlarına politik destek sağlamak, Ortadoğu ülkelerinde ABD-israil güvenlik stratejilerine, çıkarlarına uygun politikaları benimsetmek üzere 1985'de kuruldu. Enstitüde Türkiye'nin yakından tanıdığı eski Dışişleri istihbarat bürosu görevlisi Alan Makowsky direktörlük yapmaktadır. VVINEP, başta Turgut Özal olmak üzere birçok Türkiye büyüğünü konuk etmiştir. 204 CATO Institute, ABD'nin en büyük rafinericilerinden Koch ailesi tarafından kuruldu. Koch ailesi, özellikle yerlilerin bölgelerindeki petrol toplama işinde ölçmelerde eksik gösteren sayaçlar kullanmakla suçlandılar. Kansas VVichita'da yerleşik Koch, 1946'da ABD'nin ultra-sağcı örgütü John Birch Society'i kurmuştu. ABD Cumhuriyetçi Parti'yi büyük parlarla destekleyen ve 21 milyon dolarla kurdukları CATO ile entelektüel bir ortam yaratarak devleti yönlendirmeyi başaran Koch'lar yolsuzluk ve dolandırıcılıktan so-ruşturuldularsa da, ARI'cılar bu toplantılarda, "ABD'nin önde gelen kanaat önderleri ile Türkiye'deki seçim(in) sonuçlarını analiz ettiklerini" açıklıyorlar ama, bu Türkiye seçimlerinin analizlerinin ABD'deki örgütlerle yapılma gerekçesi bilinmiyor. ARI'cılar Türkiye'ye şekil vermeye öylesine kararlılar işte. Amerikalı "kanaat önderleri" herhalde "bundan iyisi can sağlığı, biz de şu Türkiye'de olan biteni bu arı gibi genç liderlerden öğrenebiliyoruz, ne iyi ettiler de geldiler," demişlerdir. ARI'cılar, Amerikan örgütleriyle "Güneydoğu Sorunu'nu , Türkiye-ABD ilişkilerini" ve "NATO'nun Kosova'ya müdahalesini" de görüşmüşler. ARIcılar, zamanın ABD Başkan Yardımcısı Al Gore'un siyasi danışmanı Maurice Daniel'le buluştular. Daniel, ARI'cıları, ABD seçim kampanyasının açılışına çağırıp, bir ARI'nın ABD seçim kampanyaları boyunca stajyer olarak yanlarında bulunmasını önerdi. Bu öneriyi ne yaptıklarını ARI'cıların yayınlarında göremiyoruz. ARIcılar Türkiye'deki Kürt hareketi sempatizanı Edward Kennedy ile akşam yemekte görüştüler. Kennedy ile yemekte "ARI Hareketi ve Türkiye'deki siyasi portre" yi konuşan ARIcıların hakkı nasıl ödenir bilinmez ama, onlardaki bu yetenek ve arkalarındaki bu destek varoldukça Türkiye politikacılarının fazlaca yerel kalacakları kesindir. Zaten Türkiye'deki politikacıların hangisi ya da hangileri bu denli geniş konularda görüşmeler yapabilirler ki? Oysa, dünya yeni düzeninin kuruculuğuna aday olan ARI'cılar, yakın geleceğin liderleri olduklarını kanıtlayacak engin ufuklara sahiptirler. Ufuk enginliği, IASPS (Institute for Advance Strategic and Political Studies / ileri Stratejiler ve Siyasi incelemeler Enstitüsünden Paul Michael Wihbey ile "Baku-Ceyhan boru hattı ve Ortadoğu politikaları" üzerine görüşme yaptıracak denli 'Hazar Havzası' boyutludur. YAHUDİ ÖRGÜTLERİ VE DERVİŞ[205] ARI'cılar, ABD'de Türk Dışişlerine katkıyı olanca güçleriyle artırmaya çabalamaktadırlar. "Musevi lobisinin önde gelen kuruluşları olan ve Ortadoğu Politikaları'nda Türkiye'ye verdikleri büyük destekle Cumhuriyetçiler Clinton'un yolsuzlukları ve Monica Levvensky soruşturması karşılığında Koch soruşturmasının rafa kaldırılmasını sağladılar. Koch'lar aynı zamanda, 30 milyon dolar harcayarak Council for a Sound Economy örgütünü kurdular ve "think tank" örgütlerine milyonlarca dolar yatırdılar. CATO ve öteki örgütlerle ABD'nin Margareth Teatcheri' olarak bilinen ultra-liberal Newt Gingrich'in "Conract for America" programını oluşturdular. 1994 seçimlerinde Gingrich'in seçilmesi için çalıştılar. Greg Palast, The Best Democracy Money Can Buy, s. 149-151 205 "Yahudi" sözcüğü orijinal metinlerde ve örgütlerin kendi yayınlarındaki "Jewish" karşılığında kullanılmaktadır ve bir aykırı niteleme düşünülmemiştir. Türkiye'de yurttaşlar ırklarına göre ayrımcılıkla nitelenmemekte ve inanca göre "Musevi" denildiği anımsanmalıdır. tanınan" diye niteledikleri, AIPAC, JINSA, B'nai B'rith örgütleriyle toplandılar. Büyük övünçle tanıttıkları Yahudi örgütleriyle, "Türkiye'nin İsrail ve ABD ile oluşturduğu güç birliği üzerine" konuştular. İşte bu son toplantıda sözü edilen, Musevilerin Ortadoğu'da Türkiye'ye verdiği "büyük desteğin" ve "ABD, Türkiye ve İsrail arasındaki güçbirliği"nin içeriğini merak etmemek mümkün değil. Hele bu kuruluşları yöneten Musevilerin, ABD'nin askeri kurumları ve dışişleri istihbarat görevlilerinden oluştuğu düşünülürse, bu merak daha da büyüyor. Yeri gelmişken Yahudi örgütlerinin en önemlilerinden JINSA'yı da biraz tanıyalım: JINSA (Jewish Institute for National Security Affairs / Milli Güvenlik İşleri Yahudi Enstitüsü): 1973 Arap-İsrail (Yomkipur) savaşından sonra, Washington'da kuruldu. 17.000 destekçisi bulunan JINSA, "Amerikanın savunma ve dışişleri birimlerini İsrail’in Akdeniz ve Ortadoğu'daki demokratik çıkarlarını korumaktaki önemini bildirmek" gibi bir görev üstlendiğini açıklamaktadır. Bu açıklamanın dolaylı söylemini bir yana bırakırsak, JINSA, İsrail'in Akdeniz ve Ortadoğu'da ABD çıkarlarının bir ileri karakolu olduğunun unutulmaması için ABD askeri ve diplomatik kurumlarında etkinlik gösterdiğini belirtmektedir. JINSA'nın danışma kurulunda görev yapan kişilerin kimliği bile bu işin sıradan bir düşünce yayma işini aştığını göstermektedir. Danışmanlar arasında, ABD Hava Kuvvetleri'nden 8, Deniz Kuvvetlerinden 6, Deniz Piyadelerinden 3, Kara Kuvvetlerinden 7 emekli general bulunmaktadır. Askerlerin yanı sıra ABD Dışişleri'nin eski operatörlerinden "karanlıklar prensi" sanına layık Richard Perle, Reagan'ın saldırgan politikalarının mimarlarından ve IRI kurucularından Jeanne J. Kirkpatrick ile eski istihbaratçılar yer almaktadır. Bu danışmanlara bakıldıkta, JINSA'nın İsrail'in ABD'deki savunma ve dışişleri merkezi dense yeridir. JINSA, Amerika federal hükümetinde bazen çoğunluğu sağlayıcı, bazen da çoğunluğa yakın İsrail yanlısı Musevi kökenli bakan, bakan yardımcısı ve müsteşarla yakın ilişkide bulunabilmektedir. Örneğin, 2001 yılında Savunma Bakan yardımcılığı görevine getirilen Paul Wolfowitz, İsrail ordusunun 2002'de Filistin'e girerek yıkım işine başlamasının ardından İsrail aleyhinde esen havayı dağıtmak üzere Capitol Hill'e yürüyen Amerikan Yahudilerine karşı yaptığı konuşmada "Başkan ve biz sizinle beraberiz," diyecek denli açık davranabilmiştir. Türkiye, Wolfowitz'i yakından tanımaktadır. Wolfowitz, 2001 yılında İsrail destekçisi WINEP'de yapılan "Özal'ı anma toplantısında” Kemal Derviş'le yakın arkadaşlıklarını ve Derviş'in iyi bir memur olduğunu ilan etmişti. Wolfowitz, T.C. devletinin Irak'a müdahalede ABD'ye yardımcı olması için yoğun çaba göstermiş ve hatta Koçların evinde, Kemal Derviş, Mehmet Ali Bayar gibi yeni siyasi yıldızların katıldığı özel yemeklerde buluşmuştu. JINSA, onun bu hizmetlerinden mutlu olmalı ki, onu "JINSA 2002 Jackson" ödülü törenine onur konuğu olarak çağırmıştır. Amerika'daki İsrail denebilecek olan JINSA, Security Affairs, National Security Quarterly\ Vieuupoints, Arap yayınlarının analizini yapan Middle East Media Survey gibi dergi ve gazeteleri yayınlamanın yanı sıra, The Gottesman Lecture Series monografilerini de çıkarmaktadır. JINSA her yıl, emekli ABD subaylarını İsrail'e götürür; İsrail'de Amerikan Deniz Akademisinden, Wespoint Harp Akademisi'nden ve Hava Kuvvetleri'nden öğrencilerin ve subayların eğitimlerini örgütler ve finanse eder. JINSA, Amerikan Genelkurmayı görevlileriyle Yahudi liderlerinin karşılıklı değişim programını gerçekleştirir, Milli Harb Akademilerinde ve önde gelen Milli Güvenlik topluluklarında dersler ve konferanslar düzenler. Bu örgüt, çok yüksek sayıda güvenlik uzmanına, savunma bakanlığına, devlet yönetimine, ABD Kongresi'ne, medyaya ve JINSA üyelerine istihbarat, analiz yardımı sunar. JINSA, temel olarak Amerikan-İsrail güvenlik konularında işbirliğinin her iki ülke yararına olduğunu kanıtlayacak bir program uygular. 1999 İsrail-Türkiye savuma sanayi işbirliğinden sonra JINSA ile Türkiye arasındaki ilişkiler de yoğundur. T.C Genel Kurmay II. Başkanı, Nisan 2000'de, Washington'da, JINSA yönetim kurulu üyeleriyle ve davetli gelen JİNSA üyesi Emekli ABD Generalleriyle bir toplantı yapmıştır. JİNSA danışmanları arasında bir başka ünlü de dikkat çekiyor: James Woolsey. Eski CIA başkanı (1993-95) Woolsey, aynı zamanda Kuzey Irak Kürtleri'nin içinde bulunduğu ABD güdümlü Irak muhalefet örgütünün danışmanlığını yapan Shea Gardner adlı şirkette görevlidir. 11 Eylül 2001 ikiz kule saldırısından sonra Woolsey, terör olayında Irak yönetiminin parmağı bulunduğuna dair kanıtlar aramakla görevlendirilmiş ve medyatik yanlış bilgilendirme ve yönlendirme işine başlamıştır.[206 / 207] Görüldüğü gibi JİNSA deyince, orada biraz durmak gerekiyor. Şimdi şu soru sorulabilir: ARI'cılar Türkiye'nin Ortadoğu ilişkilerini ve güvenliğini ilgilendiren hassas konuları içeren bu görüşmelerden ne ölçüde bilgilenmiştir? Görüşmeler yarı resmi örgütlerle yapıldığına göre, Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri bakanlığı, bu görüşmelerde bir 206 Michele Steinberg, "Can the Brzezinski-Wolfowitz Cabal's War Game Be Stopped?" EIR, Dec. 7, 2001. 207 ABD'nin Kuzey Irak Kürtleriyle ilişkisi kuşkusuz yeni değildir. Şah döneminde Iran ile işbirliği yapan CIA, Kuzey Irak dağlarında Kürt isyanı başlatmıltı. Irak 1975 yılında bu isyan ile uğraşırken Basra körfezine çıkış bölgesi olan Şat al Arab, iran'ın eline geçmişti. CIA Kürt isyanı için 16 milyon dolar harcamıştı. Ami Chen Mills, ag.k. s. 15 ve Philip Agee, "The Gulf Crisis and the Cold War", a letter to CAIB, Jan 1991, s.3.temsilci bulundurmuş mudur? Bu tür sorular yadırganmalı. Çünkü, yaklaşım çağ dışı ve art niyetlidir! Yeni demokratik düzende, politika oluşturma görevi "sivil" toplum örgütlerine verilmiştir. T.C devletinin en üst düzey yöneticilerinin bile "bütün umudu" sivil toplum örgütleridir. ABD "sivil" toplum örgütlerinin çoğunda, her ne kadar devlete bağlı CIA ve ordudan emeklilerle ABD Milli güvenlik danışmanları görevliyse de, bu durum, yeni değerlere uygun kabul edilmelidir. Bugüne bugün ABD, dünyayı demokratlaştırma ve buna direnen ulus devletleri ehlileştirme görevini üstlenmiştir. ABD "derin devlet" deneyimi elbette "sivil" örgütlere de geçecektir. Sivil örgüt ARI Derneği öylesine saydam davranıyor ki, raporlarında ABD'ye gidişlerinin önemini "ARI'nin 'Hareket'e geçişinden sonraki ilk Amerika seyahati olması ve 99 Genel Seçimleri'nin hemen ardından düzenlenmesi, Washington ziyaretinin en önemli iki özelliğini oluşturuyordu," diyerek belirtiyorlardı. Oysa aynı ARI dernekçileri, daha önce de Amerika'ya gitmişlerdi. Neden bu denli önemli oluyordu şu Amerika'ya, bir kez daha gitmek? Bir yandan 1999 seçimleriyle Türkiye'de Din Hürriyeti senaryosunun bir test niteliğine dönüştürüldüğü bir dönemde yapılmasının yanı sıra, ARI'cıların "grup" olmaktan çıkıp "harekete geçmeleriyle ilişkili olabilir bu önemseme. Ama, belki de bu önem, ilişki kurulan kişi ya da kurumlarla ilgilidir. ARI'cıların açıklamalarına bakalım: "Bu bağlamda, her toplantının ana teması, Arı Hareketi'nin yeni yapısı, Hareket oluş nedenleri, hedefleri ve bağlantılı olarak seçim sonuçlarının analizi şeklinde gelişti. Türkiye'de yaymak ve yerleştirmek istedikleri, 'bilgiye dayalı dünya siyaseti yapma' anlayışını anlatan Arı Hareketi üyeleri, yeni siyasi anlayış çerçevesinde Türkiye'de yaşanan siyasi tıkanıklığı giderme konusunda ürettikleri çözüm Önerileri hakkında bilgi verdiler." ARI dernekçilerinin yaklaşımı, son derece doğru görünüyor. Birincisi, Türkiye'de siyasi tıkanıklık olduğunu 2000 yılından önce saptıyorlar. Bir örgütün kendisini "project democracy" yapımcılarına beğendirmesinin yeterli desteği almakta ne denli önemli olduğu da ikinci bir gerçek! ARI'cıların yönetici çoğunluğu, her ne kadar Türkiye'den çıkmış görünüyorsa da, asıl kadrolarının Türkiye'den değil, uzak ülkeden çıkacağını bilincinde görünüyorlar. Tıpkı, Türkiye'den 'hicret' edenlerin bildikleri gibi. Kendilerine "genç" bir hareket demeleri, ya da geleceğin "liderleri" demeleri yanıltmasın. ARI'cılar da, her hareketin bilebildiği gibi, yönlendirilecek kuşağa yöneliyorlar.
"AÇIK TOPLUM ENSTİTÜSÜ" VE GENÇLİK ÖRGÜTÜ
Türk gençliğinin örgütlenme deneyi, siyasi katılım deneyi olmadığından mı, yoksa Türk gençliğinin 'globelleşme' hattına katılacak "project democracy" operasyonunda başı çekecek etkin bir güç olarak yetiştirilmesi gerektiğinden mi yapılmaktadır sorusunun yanıtını ve IRI projeleri kapsamında, gençliği örgütleme çabalarının Amerika ayağının önemini, kendilerinden öğrenelim: "Ana hedeflerinden biri Türkiye nüfusunun en büyük oranını oluşturan gençliğin Türk siyasetine ve ülke sorunlarına sahip çıkması olan ve bu doğrultuda bünyesindeki Genç Arı kanalı ile gençlere yönelik siyaset üretme çalışmalarını sürdüren Arı Hareketi, Amerika'da, üniversite gençliğinin ortak bir iletişim ağında birleşerek, gerek ABD bünyesindeki çeşitli lobi kuruluşu, vakıf ve siyasilerin yanında görev alıp lobicilik konusunda Türkiye'ye yeni bir soluk getireceklerine, gerekse ülkelerine dönüp Türk siyasetinde söz sahibi olarak Türkiye'nin 21. Yüzyıl siyasetine yepyeni bir boyut kazandıracaklarına inanmaktadır." İlginç olan, Amerika'da okumaya giden Türk gençlerinin Amerika'da hangi siyasilerin yanında yer almaları gerektiğini de açıklamalarıdır. Önemli olan 'lobici' Türk gençlerin IRl'nin yanında mı, yoksa NDI'nin yanında mı çalışacakları, yoksa her ikisinde de mi yer alacaklarıdır. Zaten TÜSİAD bile bu gerçeği kavramış, 2002 yılında Türk gençlerinin ABD senatörlerinin yanında staj görmesi için burs vereceğini ilan etmiştir. ARI'cılar işini biliyorlar ve Georgetown Üniversitesi'nde toplanıyorlar. 'Georgetown' denince, orada durmakta yarar var. RAND raportörü, eski CIA'cı Fuller'in yakın dostu Sabri Sayarı, "Turkish Studies" merkezini burada kurmuştu.[208] Ayrıca, tüm doğu ülkelerinin, bu arada elbette Türkiye'nin devlet-din ilişkisini çatışma boyutunda inceleyen, yönlendiren John Lee Esposito'nun kurmuş olduğu CMCU da bu devlet üniversitesindedir. Georgetown'da Esposito'nun düzenlediği konferanslarda, Merve (Kavakçı) Yıldırım'ı, T.C rejimi muhalifi Wilfred Murad Hoffman ile Nurcuları konuk ettiğini ve Nisan 2001'de de Fethullah Gülen için özel ve 208 The Institute of Turkish Studies: Yönetim Kurulu: Baki ilkin (VVashinton Belci, Onursal Başkan), Donald Quateert (Yk Bşk.; Binghamton U. Prof. Tarih), Kathleen R.F. Burrill (Sayman; Columbia U. Director Turkish Studies Center), Richard Barkley ( Eski Ankara B.elçi-1994, Key Officer: Almanya -1972-1974, 1988-1990, Güney Afrika-1985-1988), Ahmet Ertegün (Atlantic Records Corporation-Sahip ve Bşk.), Halil İnalcık (Bil-kent U. ; The Unv. of Chicago; Bk. d.n U Mumcu), Bemard Levvis (Princeton U. Prof. Yakın Doğu Tarihi), Heath W. Lovvry (Princeton U. Yakındoğu Araştırmaları Bşk), Seymour J. Rubin (USAID ve Int. Soop. Adm. Genel Danışman, American Society of Int. Law- Uluslararası Danışman ve eski Bşk.Yrd.; CFR üyesi), Paul Wolfowitz (John Hopkins U. Nitze School of Advanced Int. Studies-eski dekan; Endonezya-Büyükelçi; Savunma Bakan Yrd. (2001 GW Bush dönemi) Tümü için bk. Ek 17. özgün bir konferansta ClA'nın deneyimli ustalarının yanı sıra Fransa'dan ve Amerika'dan ne denli Nurculuk uzmanlarını bir araya toplandığını, Merve (Kavakçı) Yıldırım'ın da bir konuşma yaptığı ve Erbakan için "O bizim başkumandanımızdır" toplantıda, Necmettin Erbakan'ın tanıtıldığını anımsatalım. Bu konuya sonraki bölümlerde özel bir önem vererek döneceğiz. Georgetown Üniversitesi'nde gençleri toplayan ARI dernekçileri, niyetlerini şu sözlerle açıklıyorlardı: "Bu nedenle ABD'deki Türk öğrencilerin lobi gücüne büyük önem veren Arı, her ziyaretinde buradaki öğrenciler ile toplantı yaparak görüş alışverişinde bulunmaya ve geleceğe yönelik projeler üzerinde konuşmaya özen göstermektedir." Ne demek lobi gücü? Türkiye'de ana-babalar, bin bir güçlüğe göğüs gererek çocuklarını yabancı ülkeye eğitime değil de, Amerikan tipi göz boyama siyasetçiliğine soyunsunlar diye mi göndermişlerdi? Onların, "Lobi" adı altında, bir başka devletin siyasetçileriyle içli dışlı olmalarını mı düşünmüşlerdi? Elbette böyle düşünmüş olan bir, iki ana-baba olabilir. Ama, o tür ana-babalar, zaten kendileri bu işlerin içinde değiller midir? Ailelerinin gözbebeği gençler, işi gücü bırakacaklar, "Amerikan-İsrail-Türkiye" güç birliği, ya da "petrol boru hatları" alanlarında "faaliyet" gösterecekler.
ABD-İSRAİL ÇIKARLARINA VE IRAK İŞGALİNE UYUM
Bu gelişmelere bakıldıktan sonra, vatan-ulus önceliğini savunan eski takıntılar ne denli yersiz görünüyor. ARI'cılar bu yersizliği göstermek istercesine, gezilerini sürdürdüler; olumlu sonuçlar da aldılar. WINEP'in uzmanı Alan Makowsky'yi, 8 Haziran 1999da, sıcağı sıcağına İstanbul'da konuk ettiler.[209] Alan Makowsky, uzun yıllar ABD Dışişleri Bakanlığı İstihbarat 209 WINEP (Washington Institute for Near East Policy): İsrail'in ve ABD'nin Ortadoğu girişimlerine siyasal ve düşünsel taban oluşturmak üzere kuruldu. T.C. yöneticileri bu örgüte sık sık konuk olur. VVINEP'in bir ayağı İstanbul'dan eksik olmaz. VVINEP her yıl Özal'ı anar ve onun Ortadoğu'da uyguladığı "aktif politikayı yad eder. A. Makovsky, ABD ordusunun Ortadoğu eylemlerinde danışmanlık görevi yapmıştır. İstanbullu Musevi, istihbarat görevlisi, Kürt destekçisi Henry Barkey (Fuller ile Apo'yu görmek üzere italya yollarına düşmüştü) de etkindir Henry Barkey evinde siyasal yaşamımızın değişen dinci siyasetçilerini konuk etmiş, ABD Deniz (Kuv.) Kulübünde, ABD'deki Nurculuk uzmanlarını, Sabancı Ü. öğretim üyesini, RAND danışmanı Sabri Sayan'yi yemekte buluşturmuştu. VVINEP Türkiye Araştırmaları Bölümü'nün başına 2003 yılında Soner Çağaptay getirildi. Danışmanlığa ise eski Ankara Büyükelçisi Mark Parris getirildi VVINEP 2001-2004 döneminde eğitim konukları arasında Türkiye'den Albay, Yarbay, Yüzbaşı rütbesinde subaylar, Güvenlik görevlisi, Bilkent Üniversitesi'nden Dr. Duygu Sezer bulunuyordu. ve Araştırma Bürosu'nda, Güney Avrupa Yakındoğu şefi olarak çalışmış, Körfez savaşı sırasında ABD ordusuna siyasi danışmanlık yapmıştı. Daha sonra WINEP'de Türkiye masasının başına getirilen Makowsky, Türkiye ile ilgili konularda olağanüstü çalıştı. Türkiye'den başbakanları, bakanları, WINEP'de konuk edip konuşma yapmalarını sağladı. İşte böylesine becerikli bir uzman olan Makovsky, ARI'ların "kanaat önderleri" sınıfına giren cinstendi. Ne ki, Makowsky'den, bağımsız bir bilimci tavrıyla, Türkiye-Ortadoğu, Türkiye-ABD ilişkilerini inceleyip, makaleler yazması beklenemezdi. Onun işi, görevlisi olduğu devletin milli çıkarlarına uygun işler yapmaktı. Makowsky ile gerçekleştirilen ön görüşmenin ardından, ARl'ların ilk büyük konferansı İstanbul'da, The Marmara Oteli'nde başladı. "Doğu Akdeniz'de Güvenlik ve işbirliği Konferansı'nı BESA (Begin Sedat Stratejik Araştırmalar Merkezi) ve Almanya'dan FSN (Friedrich Naumann Stfitung) ile birlikte düzenlediler. ARI'nın hareketi böylece, yetkililer katında tam bir kabul görme onurunu elde etti. Başbakan Ecevit, Başbakan yardımcısı Devlet Bahçeli, Milli Savunma Bakanı Sabahattin Çakmakoğlu, Dışişleri Bakanı İsmail Cem İpekçi, İçişleri bakanı Sadettin Tantan, Devlet Bakanı Şükrü Sina Gürel birer telgraf yolladılar. ABD Başkonsolosu ve İsrail Başkonsolosu da toplantıda konuştular. Konferansın finansmanını, Amerikan örgütü IRI, Alman örgütü FNS ve Cerrahoğlu karşılamıştı. [210] Ev sahibi ARI Derneği'nin koordinatörü Kemal Köprülü, "Batı ile, özellikle Amerika Birleşik Devletleri ile bağlantılı istikrar sağlayıcı faktörler olarak Türkiye ve İsrail’in bölgedeki rolü gerçekten büyük önem taşımaktadır," diyerek, ABD'nin belirleyici önderliğini ve Ortadoğu'da Türkiye'ye düşen rolü vurguladı. Köprülü, "..bu konferansı düzenlemekteki temel amacımız; bölgedeki sorunların irdelenmesini sağlamak ve dünyadaki siyasi şekillenmelere Türkiye adına katkıda bulunmak olacaktır," diye ekleyerek, ARI'cıların Türk dış politikasındaki önemini de ortaya koydu. WINEP'den Alan Makowsky konuşmasında, Özal'ı derin bir saygıyla andı. [211] İster 'demokrat' ister 'Cumhuriyetçi' her ABD'li görevlinin teslim ettiği gibi, Makowsky'e göre de, Türkiye'nin dış politikasında etkinlik, Özal ile başlamıştır. Körfez savaşının ABD 210 Zehra Güngör, Milliyet. 15 Haziran 1999 211 Özal'ın Amerikan örgütleri ile ilişkileri iyidir. Osman Cengiz Çandar, ABD'de iş bulabilmek için Özal'a başvurduğunu açıklar: "özal'dan bir telefon gelir: "Yüzümü kızartarak sizden bir talepte bulunmak istiyorum. Amerika'da çok prestijli durumdasınız. "Hamil’i kart yakînimdir" gibi bir araştırma veya 'think thank' kuruluşuna tavsiye mektubu yazarsanız onun açamayacağı kapı yoktur' dedim. O da 'Ben sana benimle çalışmanı önerecektim' dedi. " Fakat Çandar, Özal danışmanlığından aldığı para ile geçinemediğinden bir süre sonra basına tekrar dönmek ister." Cemal A. Kalyoncu "Kod adı Osman Öğretmen" Aksiyon 2 Aralık 2000, Sayı: 313ordu danışmanı istihbaratçı Makovsky, Türkiye'yi komşularına, özellikle Irak'a karşı kışkırttı. Makovsky'ye göre Türkiye, her zaman ve her daim ABD ve İsrail'in yandaşı olmalıdır. Çünkü, Türkiye'nin kimi komşularında kitle imha silahları vardır ve bunlar Türkiye için tehdittir. Doğal olarak "Peki, İsrail'deki kitle imha silahlarının ve Ortadoğu'nun en büyük, en modern araçlarla donatılmış İsrail ordusunun durumu nedir?" diye soran olmayacaktır. Vakıf-Institutethink tank-hareket(derneği) eliyle yürütülen konferans buluşmalarının gizi işte buradadır. Yabancılar gelecektir, ABD Milli Güvenlik Komitesi'nin onayından geçirilmiş tehdit değerlendirilmesine dayalı yönlendirmeyle Türkiye'yi "aktif olmak için ikna edeceklerdir. Tıpkı Özallı yıllarda olduğu gibi. Konferansta kimse de kalkıp, "Türkiye'nin komşuları, Türkiye'yi nasıl tehdit ediyorlar? Bu 'aktiflik' dediğiniz hangi petrol işine bağlanıyor?" diye sormamıştır da! Böyle soruların gereği de yoktur. Sonra bir başkası kalkar ve "Irak, ABD'yi tehdit etmiş miydi?" diye soruverir. Belki de bir başka acı soru daha yöneltirdi bu art niyetli kişi: "Irak'ın silahlanmasında kimin payı var?" Daha bir başka münafık da, "Bir koyup üç alalım dedik, nerede üç? Nerede Özal ve aktifliğin sonu? Bölge istikrarı illaki, ABD ve Avrupa petrol kartellerinin ve İsrail'in egemenliğine mi bağlı?" diye de sorulabilirdi. Ne ki, bunları sormak için birazcık "milli" ve çokça da "Yurtta barış, dünyada barış" ilkesini içtenlikle savunuyor olmak gerekiyor. İyi de, böylelerini bu tür toplantılara kabul ederler mi dersiniz?
"STİFTUNG "DAN ABD-İSRAİL GÜVENLİĞİ VE RİCHARD PERLE
Bu konferansın "Project Democracy" ile doğrudan ilişkisini anlayabilmek için düzenleyicilerden, Alman FNS'un Türkiye temsilcisi Dr. Wilhelm Hummen'e kulak vermek gerekiyor. Temsilci öncelikle, 'Stiftung'un 16 ülkede "faaliyet" gösterdiğini belirtti. Onun derdi, Ortadoğu'dan çok, Türkiye'ye demokrasiyi öğretmek. Bunun ardından da, Türkiye'ye demokrasiyi yerleştirmektir. Bunu sağlayacak olan da liberallerdir, kendi deyimleriyle, "Bireycilik ve politik tolerans." Stiftung sözcüsü Hummen, Türklere her ne olursa olsun liberalliği de, demokrasiyi de, öğretmeye kararlıdır. Hummen çok açık sözlü: "Seminerler ve çeşitli çalışmalarla Türkiye'de liberal düşünceyi tanıtmayı ve yerleştirmeyi amaçlıyoruz. Türkiye'de özellikle Liberal Demokrat Parti, Arı Hareketi ve genç girişimcilerle ortak çalışmalar yapıyoruz. Amacımız, Türkiye'de etkin bir sivil toplum örgütü yaratabilmek; çünkü sivil toplum bütün alternatifler içerisinde en iyisidir." Ne denebilir ki?! Türkiye'ye demokrasiyi yerleştirme görevi, Türklerin becerebileceği bir iş sayılmıyor olmalıydı ki, elin adamı geliyor; "sivil toplum örgütü eğitimi" adı altındaki "atölye" çalışmalarıyla, "etkin bir sivil toplum örgütü yaratmayı" hedeflediğini açıkça ve övünçle söylüyor. Bu çalışmaların suyunun kaynağı da, NED oluyor. NED kaynaklarından beslenen IRI'lerin açtığı alanda, "kanaat önderleri"nin çizdiği rotada, İsrail kurslarının eğiticiliğinde, şu Türklere her bir şey öğretilecektir. Alman temsilci, hızını alamıyor "Bu noktada; gerek Friedrich Naumann Vakfı, gerekse Arı Hareketi, Türkiye'deki liberal düşüncenin köşe taşları olacaktır," sözleriyle demokrasi projesinin taşlarını yerli yerine oturtmaya çalışacaktır. ARI ve İsrail destekçisi örgütlerin ortak konferansında, oturum başkanlığını Alarko Holding Yönetim Kurulu Başkanı İshak Alaton'un yaptığı "Doğu Akdeniz'de Bölgesel Güvenlik" paneli daha da ilginçtir. Panelin "Stratejik Konular" başlığı bölümünde konuşan AEI (Amerika Girişimciler Enstitüsünden eski operatör Richard Perle[212], ABD, İsrail ve Türkiye ilişkilerine değindi. Karanlıklar prensi olarak ünlenen Perle, tam bir yönlendirme ustası olduğunu gösteriyordu: "Doğu Akdeniz'de güvenlik ' konusunda Türkiye-İsrail ve ABD'nin inisiyatifinden bahsedildiği zaman, her üç ülkede de hükümetler demokrasi ile yönetiliyor ve yöneticiler halk tarafından seçiliyor. Her üç ülkede de kanun hakim. Her üç ülkede serbest piyasa ekonomisi uygulanıyor. Bu üç ülkenin demokratik toplumlar savaş çıkarmaz ve şiddet yanlısı değildir. Türkiye, İsrail ve ABD, terörizmden etkilenen ülkeler olarak ortak çalışarak, harekete geçilmesi gereken yerlerde birbirlerine destek vereceklerdir. " "Karanlıklar prensi" sanına uygun işler yapan Perle, 2002 Eylülünde bu üstün öngörüsünü öyle bir kerteye ulaştıracaktır ki, Irak'ta 11 Eylül 2001 saldırısını gerçekleştirenlerin Irak devlet başkanı ile görüştüğünü kanıtlamak için çırpınıp duracaktır. Ne ki, bu işlerin bir de öncesi vardı. Anımsatalım ki, "sivil" panel adı altında yapılan propagandanın geçmişi biraz da olsun aydınlansın. Richard Perle'nin İsrail desteği yalnızca ARI'cıların paneline 212 Richard Perle: George Soros'un önemli adamlarından Paul Reichmann, önceleri Olympia-York noteridir. Macaristan doğumlu bir Musevi olan Reichmann, Soros'un gayrimenkul fonu, Quantum Realty'nın ortağı ve aynı zamanda İngiliz-Kanada yayın grubu "Hollinger" şirketinin yönetim kurulu üyesidir. Henry Kissinger ve ingiltere Dışişleri eski Bakanı Lord Carrington da, Hollinger'ın yönetim kurulu üyeleridir. Lord Carrington, aynı anda, Kissinger Associates (New York)'in de, yönetim kurulu üyesidir. Hollinger, Kanada'da London Daily Telegraph ile israil'de yayınlanan Jerusalem Post gazetelerinin sahibidir. Bu gazeteler, İsrail'in bölgesel egemenlik politikalarını destekleyen yayınlar yapar. Hollinger'in bir başka ünlü yöneticisi de, Richard Perle'dir. Deneyimli istihbaratçı Perle, 2001 yılında, Pentagon'da Savunma Politikası Yönetimi (Defence Policy Board )'nde görevlendirilmiş ve Irak yönetimine karşı müdahaleyi onaylatmak üzere propagandayı yönetmektedir.. özgü bir "düşünce" ya da "beyin fırtınası"ndan ibaret olamazdı. [213] Perle'nin İstanbul'a dek gelerek, ABD-İsrail-Türkiye koalisyonu lehinde ikna edici konuşma yapması da rastlantı olamaz kuşkusuz. Çünkü ustalar, işi rasgele, salt "think" ve "tank" olsun diye ele almazlar. Richard Perle, ARI'cılara konuk olmadan 3 yıl önce, 8 Temmuz 1996'da İsrail Başbakanı Benjamin Netenyahu'ya, yeni bir politika öneren yazılı bir belge sunmuştu. Bu belgeye göre İsrail, barışa gitmeli ama, karşılığında toprak almalı, böylece Gazze'nin tümüne el koymalı ve daha sonra Saddam Hüseyin rejimini yıkmalıydı. Bu amaca ulaşmak için Suriye, Lübnan, Arabistan ve İran'da düzensizlik yaratmalıydı. EIR'e göre, bu belge, Washington, DC'de, IASPS (Advance Strategic and Political Studies / İleri Stratejik ve Siyasi Araştırmalar) tarafından hazırlanmıştı. "A Clean Break: A New Strategy for Securing The Realm (Temiz Bir Ara: Egemenlik Alanının Güvencesi için Yeni Bir Strateji) " adını taşıyan belgenin altında, Perle ile birlikte, şimdilerde Savunma Bakan Yardımcısı olan Dışişleri'nin silah denetim görüşmecisi Bakan Yardımcısı John Bolton'un ve "project democracy"nin ünlü destekçisi Hudson Institute Ortadoğu Siyaseti yöneticisi Meyrav Wurmser'in imzası vardı. [214] Anımsanacaktır, ARI, ABD'de 3 günde 19 toplantı yaparken IASPS ile "Baku-Ceyhan Boru Hattı"nı ve "Hazar Havzası'nı görüşmüştü. Anlaşılıyor ki, "Doğu Akdeniz Güvenliği" salt Akdeniz'in Lübnan, İsrail sınırlarıyla ilgili değildi, güvenliğin ucu Hazar'a dek uzanıyordu. Her neyse, yine İsrail'e barış karşılığında topraklara el koymasını öneren Richard Perle'ye dönelim. Richard Perle, Hudson Institute'ün mütevelli heyeti üyesidir. Perle, AEl'de, dış politika programında öteki Reagan dönemi memurlarından Michael Ledeen ve Jeanne J. Kirkpatrick ile birlikte çalışmaktadır.[215] Bu programın "Middle East Studies" bölümünün başkanı da David Wurmser'dir. AEI'de, Perle ve Wurmser'in yardımcısı Michael Rubin'dir. Rubin aynı zamanda İsrail destekçisi WINEP'de çalışmaktadır. AEI'den Lurie Mylroie de, bu ağ içinde ABD'nin Ortadoğu müdahalesine ortam hazırlayacak kitap yazmış ve hatta 1993'de WTC (Dünya Ticaret Merkezi)'ne yapılan bombalı saldırının arkasında Irak'ın bulunduğunu kendince kanıtlamaya çalışmıştır.[216] Ama yazılanların en önemlisi, D. Wurmser'in 213 Türkiye "sivilleri örgütlenmelerin adlarını olduğu gibi terimlerini de olduğu gibi aktarmaktadırlar. "Brain Storming" terimi de "beyin fırtınası" olarak ithal edilmiş; hatta, TRT program adı olmuştur. Bir konunun karşılıklı değerlendirilmesi, görüşülmesinden başka bir şey değildir. (MY) 214 "This Pollard Affair Nevrr Ended!" EIR, Vol. 1, No: 27 215 James A. Smith, The Idea Brokers, s.272. 216 Laurie Mylroie'nın kitabı: "Saddam Hussein's Unfinished VVar Against America (Saddam Hüseyin'in Amerika'ya Karşı Bitmeyen Savaşı)" "Tyranny's AUy: America's Failure to Defeat Saddam Hussein" kitabıdır. Kitabın önsözünü Richard Perle yazmıştı. [217 / 218] David Wurmser'in eşi Meyrav Wurmser ise, MEMRI (Middle East Media Research Institute)'yi İsrail Askeri İstihbaratı'nın eski elemanlarından Albay Yigal Carmon ile kurmuş ve anti-Arap yayınlar yapmaktadır.[219] Bayan Wurmser, aynı zamanda MEF (Middle East Forum)'de çalışmaktadır. Laurie Mylroie de MEF'de çalışır. MEF'in tanıtım sayfasında da maça olarak "Amerika'nın Ortadoğu çıkarlarını korumak" denilmektedir. Bu arada, MEF' in New York yönetim kurulunda Murat Köprülü adına rastlıyoruz. Bu ilginç ve ilginç olduğu denli "sivil" girişimlerin ve ilişkilerin, Ortadoğu'da ve Türkiye'de yol gösterici gücünü sonraya bırakalım ve ARI'ların 1999 'panel'ine dönelim. Panelde söz alan Begin-Sadat Stratejik Etüdler Merkezi (BESA)'nden Prof. Barry Rubin şu noktalara dikkat çekti: "Rusya ve ABD'nin bölgedeki rolünü iyi görmek lazım. Türkiye-İsrail yakınlaşmasının yanı sıra Amerika'nın barışa desteği de son derece önemli, ABD, Irak konusunda kredibilite kaybetmiştir. ABD-Suriye ilişkilerinde, Amerika'nın yumuşak metodu hiçbir sonuç vermemiştir. Bu konuda Türkiye'nin izlediği politika çok daha etkili olmuştur. Bölge için şu fırsatlar vardır: Radikal ülkelerin çoğu zayıf, soğuk savaş bitti ve Türkiye son 70 yılda inanılmaz bir değişim ve ilerleme gösterirken Arap ülkeleri tüm zenginliklerine karşın oldukları yerde kaldı. Belki bundan bir ders alınmıştır." İsrail'in önemli ideologlarından Rubin'e bir şey anlatmaya gerek yoktur. Onun yerli lsivil" aracılığıyla sağlanan olanakla ilettiği şudur: ABD sertleşmelidir ve bu Ortadoğu işlerini bir çırpıda bitirmelidir. Çünkü bölge ülkelerinin insanları, para pul bolluğuna karşın bir türlü adam olmayacak denli beceriksiz, akılsızdırlar. Sözlerdeki cilayı sıyırıp atarsak, Batı'nın üstün insanlarından bir ders daha almak kaçınılmaz görülüyor. Anti-Arap ve dahası, Anti- 217 Brian VVhitaker, "US think tanks give lessons in foreign policy", Guardian Unlimited World Dispatch, Monday August 19, 2002. 218 Perle Irak'a açılan savaşın mimarlarındandı. İşgalden sonra biraz geri çekildi ama ABD tarafından atanan Irak Yönetim Konseyi üyesi Ahmet Çelebi ile ilişkilerini sürdürdü. Perle Türkiye ile ilişkilerini bozmadı. 30 Eylül 2003 akşamı Ankara'da bir yemek düzenlendi. Katılımcılar: Richard Perle, Oktay Vural, Işın Çelebi, Mehmet Emin Karamehmet, İlhan Kesici, Hikmet Çetin, Recep Tayyip Erdoğan'ın danışmanı Cüneyt Zapsu. (Hürriyet, Cinnah Fısıltıları, 3-10-2003.) Bu gazete haberinde yer alamayan bir katılımcı daha vardı: ANAP eski milletvekili, eski Bakan Halil Şıvgın. 219 Biran Whitaker, "Selective Memri" Guardian Unlimited Worid Dispatch, Monday August 12, 2002.Doğu ruhu içine işlemiş Rubin'e, İngilizlerin bölgeye asker çıkarma planını, ABD ve Batı desteğinde tarihsel akışı hiçe sayıp İsrail üsdevletini kurmalarını, bu gelişmelere direnen ulusalcı Mısır yönetimini dize getirmek üzere, Mısır'ı bombalamalarını, CIA-İngiliz istihbaratının "direy Word" operasyonuyla, seçimle gelmiş İran yönetimini devirerek, ulusalcı gelişmelerin önünü kesmelerini, bölge ülkelerini esaret altına alıp, Arap prensleriyle en küçük demokratik oluşumun önüne geçilmesini kim sorabilirdi? Dahası, İsrail ve Amerika'nın koruyucu kanatları altında yetiştirilen HAMAS'ın bağımsız, laik Filistin devletinin kuruluş sürecindeki işlevini soran çıkabilir miydi? Bu soruları öne çıkaracak herhangi bir bilim adamının, sözde "think tank" toplantılarına, "global forum"a çağrılması olanaklı olamaz elbette. Böyle bir olanak yaratmak, "düşünce özgürlüğü" şampiyonlarına uymamaktadır. Onlara uyan, sözde bilimsel toplantılarda, medya kampanyalarıyla Türkiye'yi yönetenleri yönlendirmek! Bu iş için uyumlu yorumları içerden de almak. Bu uyumu iyi sergileyecek olan Ankara Üniversitesi Siyasal Bilimler Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Hasan Koni, Akdeniz jeopolitiği ve imparatorlukların etkilerini anlattığı konuşmasında şunları söyledi: "Doğu Akdeniz'de güvenlik, Karadeniz, Ege ve Doğu Akdeniz'deki güvenlikle ilgili ise, Türkiye çok önemli bir konumda, Ortadoğu ile Batı dünyası arasında ayrıca bir enerji köprüsü. Ayrıca laik rejimi ile İslami kökten dinciliğe dinamik bir alternatif oluyor. Rusya, Türkiye'yi dengeliyorsa, Türkiye de Rusya'yı dengeliyor. Kafkas ve Orta Asla ülkeleri ile olan ilişkiler ve problemlerde Rusya'nın etkisini hissetmek mümkün. Barış sürecinin gelişmesi bölgedeki ekonomik gelişme ve stabilite açısından çok önemli. Körfez Savaşı ile Türkiye yalnız olarak değil, aynı zamanda terörizmin yayılması konularında büyük zarar gördü. Körfez savaşından, Türkiye'nin tek kazancı, İsrail ile yakınlaşma ve işbirliğinin ilerlemesi oldu." Ne yazık ki, konferanslarda Türkiye'nin dışişlerinde ve önemli davalarında uzmanlaşmış bilim adamlarına yer yoktur. Ama, ne denli ünlü ABD-İsrail yönlendirme uzmanı varsa, hemen hepsi İstanbul'dadır. Doğu Akdeniz dendi mi, elbette bir Yunanlı olmazsa olmaz! ARI'ların "faaliyet" raporlarında adından söz edilmemekle, Amerikan Yunanlısı John Sitilides'e haksızlık yapılmıştır. Bu tutum Amerika'da yetişmiş, "modern" ve "moderate" ARI'cılara gerçekten yakışmamıştır.[220] 220 moderate: (Ing) Ilımlı. ABD raporlarında 'siyasal islam' örgütleri ve F.Gülen gibi kişiler için "moderate Islamic Leader" olarak kullanılmaktadır.
Star Gazete, 29 Kasım 2003
Bu merkezi kısaca tanıyalım. Hudson Institute, 1962 yılında, New York banliyölerinden Croton-on-Hudson'da, Herman Kahn tarafından kurulmuştur. Kahn daha öğrenciyken RAND'ın fizik bölümünde işe başlamış; nükleer yakıtlı uçaklar, nükleer strateji ve sivil savunma alanında çalışmıştır. 1961 yılında RAND'dan ayrılan Kahn, 1962'de RAND benzeri bir merkez kurmuş ve adını "Hudson Institute" koymuş. ABD Savunma 146 Lugar, 1990'da Irak'a müdahale lobisinin başını çekti. Lugar, seanto seçimlerinde kendisine parasal destek veren tarım şirketi Eli Lilly Co.(1876'da Albay Eli Lilly tarafından kuruldu)'nin özellikle Orta ve Güney Amerika ilişkilerine aracılık etti. Bu şirket, insulin ve Prozac hapının en büyük satıcısıdır. (Charles Levvis, The Buying of The President, s.164, 166-167.) Lugar, Ağustos 2003'de ABD Senato heyetinin başında Ankara'ya geldi ve üst derecede kabul gördü. Genel Kurmay Başkanı ile görüşme yaptılar.Bakanlığına, Sivil Savunma Bürosu'na, başkaca devlet kuruluşlarına ve özel şirketlere hizmet vermeye başlayan 'ınstitute' adlı şirketin, 1970'e gelindiğinde devamlı uzman sayısı 40'a, danışman ve araştırmacı sayısı 100'e ulaşmış. Çalışma alanı da o denli genişlemiş; füze savunma sistemleri, nükleer strateji, Vietnam savaş stratejisi gibi...[147] Devletin küçülmesi, devletin sosyal işlevinin azaltılması politikalarına destek bir çalışma yürütmesinin yanında hemen hemen her Amerikan "Institute" ünde olduğu Amerikan dış politikasını yönlendirmek üzere bir "Milli Güvelik Çalışmaları" bölümüne sahiptir.
Bölümün başında Emekli Tuğg. William Odom görevlendirilmiştir. W. Odom, son derece deneyimli bir eski devlet görevlisidir. Odom, Afganistan mücahitlerini desteklemek üzere kurulmuş olan ARC'nin yönetiminde bulunmuş, Reagan politikalarını desteklemek üzere oluşturulan "Center for Democracy" adlı örgütte yer almıştır. Hudson Institute, ulusal güvenlikle ilgili sempozyumlar düzenler. Bu sempozyumlara katılanlardan birisi var ki, onu Türkiye yakından tanıyor: RAND Corporation'dan Paul Henze. 1980 öncesindeki, karışık dönemlerde kanlara bulanmış çatışma kenti İstanbul'da CIA İstasyon Şefliği yapmış olan, hani Abdi İpekçi ile öldürülmesinden kısa süre önce görüşen; Ağca'nın Papa suikastından sonra yanlış bilgilendirme yayınlarını yöneten ve 1990'da Türkiye'ye gelerek, NED tarafından finanse edilen "Türki Cumhuriyetler'e birlikte girme toplantılarına katılan Paul Henze. [148] Henze’nin, RAND'dan ayrılan elemanlarca kurulan "Hudson Institute"e yararı olmuştur kuşkusuz. Çünkü bu kuruluşun en önemli çalışma bölümü, Orta Avrupa ve Asya'dır.
Zaten, yaygın adlandırmayla 'Avrasya çalışma grubu' olmayan Amerikan kuruluşu yok gibidir. Amerika'da muhafazakâr çekirdek olarak adlandırılan, birkaç örgütten biri olan Hudson Institute'e bir yılda yapılan bağış 9,3 milyon dolardır. Görüldüğü üzere, Abant'ta ya da Sheraton'da "değer" verilerek çağrılan adamların kurumları, öyle yabana atılır kurumlar değildir. Ne ki, yerli "sivil" toplum vakıflarının siyasal ahlak ya da belediyeler, yani Türkiye'nin idari yapısının parçalarını oluşturan kurumlarla ilgili ve özellikle yerel işlerin özelleştirilmesi yani liberal, yani herkese açık bir duruma getirilmesinde başvurmaktan çekinmedikleri bu "Institute"ün hesapları, GAO (General Accounting Office/Genel Hesap Bürosu) tarafından uygun bulunmuş ve 147 James A. Smith, Idea Broakers, s. 154-155 148 Megmet Ali Ağca, 13 Mayıs 1981'de Roma'da düzenlenen saldırıda, Papa II. Jean Paul'ü tabanca ile vurmuştu. Ağca hemen yakalanmışsa da, bu girişim sırasında ona yardım ettiği ileri sürülen Oral Çelik, kaçmayı başarmıştı. JeanMarie Stoerkel, Mesih Papa'yı Neden Vurdu? - Bir Suikastın Romanı, s. 111- 114.kuruluşun devletten aldığı işlerin hacmi azalmaya başlamıştır.
Örgütün ayrıcalıklı sözleşme imzalama olanaklarının kalkmasıyla birbiri ardı sıra gelen parasal bunalımlarla borç batağına saplanılmış. Kahn'ın 1983'de ölümünden sonra Lilly Endowment çevresindeki İndianapolisli işadamlarının ve vakıfların ortak girişimiyle desteklenmeye başlanan Hudson Institute, devlete bağlı Deniz Analiz Merkezi'nin yönetimini kapsayan, 21 milyon dolarlık bir iş alınca, kendine gelmiş. Hudson Institute'ün şimdiki merkezi Indianapolis'de; şubeleri ise Washington,DC, Kanada ve Belçika'dadır. Bu muhafazakâr örgüt, devletin eğitimden, finanstan el çekmesini savunuyor. Ron Unz, Chester Finn gibi tutucuların görüşlerine göre çalışıyor. Lamar Alexander'ın başkanlığını yürüttüğü Civic Reneıval, National Commission on Philanthropy'yi parasal olarak desteklerken, Education Excellence Network (Mükemmel Eğitim Şebekesi)'nin eşgüdümünü yürütür.[149] Bütün bunların yanında dikkat çekici bir nokta daha bulunuyor. NED tasarımcılarına göre Alman siyasal partilerinden Sosyal demokrat partinin uzantısı olan Friedrick Ebert Stiftung'un Türkiye'deki bir vakfa, Türk Lirası ile katkıda bulunması, isterseniz "bağış" istemezseniz "ortak çalışma payı" ve her ne derseniz deyin, Almanların Türk Lirası'na güvenleri şaşırtıcı. Ama her şeye karşın ANSAV başkanının "tacizlerle" karşılaşınca "yabancılarla ortak iş" yapmaktan caydıklarını açıklaması, "tacizler" gerekçesi bir yana bırakılırsa, son derece olumlu bir gelişmedir[150] ve sağduyunun egemen olacağı umudunu içinde taşımaktadır. Bu nedenle Vakıf Başkanı'nın ülkeye yararlı bir açıklamada bulunduğu söylenebilir. Aynı sağduyunun, senaryonun tümü ve dış ilintileri görüldükçe, öteki "sivil" örgütlerde de er ya da geç egemen olacağını ummaktan başka çıkar yol yok. Bu arada belirtmeliyiz ki, bu tür 'sivil' sıfatlı vakıf ya da dernekler, ilişki kurdukları yabancıların nitelikleri ve ilişkileri üstüne iyice bilgilenme yolunu seçselerdi, bu işlerin bir ucunun yabancı devletin dışişleri ya da başkaca bir resmi kurumuyla bağlantılı olabileceğini görebilirler. Umulan odur ki, kimlikler ve ilişkiler bilinseydi, vakıf ya da dernek yöneticileri ve üyeleri daha özenli davranırlardı.
DOKSAN YILLIK PROJE: ADEMİ MERKEZİYETÇİLİK
Yabancıların parasıyla işleyen demokrasi atölyeleri kurulurken, Türkiye, Erbakan'ın elinden Amerikalı İslami cemiyetin 149 mediatransparency.org/stories/faithbased.htm 150 Gökhan Çapoğlu, M. Hukuk, a g.y. (Islamic Society of North America-ISNA) 1998 Eylül'ünde belirttiği gibi, "Islamic democracy" yi tatmaktadır. Türkiye'de, irticaydı, devrim yasalarıydı derken, atölyelerdeki çalışmalarla yeni bir demokratik ortam örülmeye başlanmıştı. Bu atölyelerde 1998'e dek süren imalat sürecini, alt bağış alıcı vakıfları bir yana bırakıp, atölyelerin asıl sahibi IRI'nin proje sunuş bölümünden okuyalım: "Politik parti Eğitimi ve Belediye(lerin) Gelişmesi : Mart 1998-Mart 1999 /Para kaynağı: NED 1993 yılında başlatılan IRI'nin Türkiye programı, Türk demokrasisinin türlü kurumları, yerel yönetimler, politik partiler ve bağımsız sivil örgütler gibi anahtar kurumlarının güçlendirilmesine yardım edecek yolları aramıştır. (..)
En başarılı programların çoğu, 1998'den önce Türk sivil örgütleriyle yakın işbirliği içinde gerçekleştirildi. IRI ile birlikte çalışmalarını sürdüren bir Türk kuruluşu, Türkiye'nin yerel yönetim yasalarında değişiklik yapılmasını amaçlayan bir milli destek programının örgütlenmesinde (IRI ile birlikte) yer almıştır." "Ne var bunda?" diyecek olan, küreselleşme kuramı sevdalılarına diyecek bir şey yok! Yok, ama demez misiniz ki, Amerika'nın adamları, işi gücü bırakmışlar, Türkiye'nin beceriksiz(l) halkına önderlik eden 'sivil' Örgütlerle yasal değişiklikler hazırlıyorlar. Parası da, elemanları da onlardan... Asıl önemli olan içeriktir, diyecek çok "demokrat" insan da bulunabilir. IRI, bu kişileri tatmin etmeye o denli kararlıdır. IRI'nin proje hedefinden kısa bir alıntı durumu aydınlatıyor: "Projenin ana hedefi, yerel yöneticilere, daha büyük mali özerklik olanağı verecek araçları sağlayarak, yönetim erkini merkezden uzaklaştırmak." O zamanlar, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Reisi Recep Tayyip Erdoğan, Gaziantep'te, dualarla başlayan "Refah Partili Belediye Reisleri Koordinasyon Toplantısı" sırasında, Gaziantep Belediye Başkanı Celal Doğan'a gitmiş ve "yerel yönetimlerin güçlendirilmesi projesi"nin amacını açıkça belirten bir eylem çağrısında bulunmuştu: "Halka iyi hizmet vermek gerekiyor. Ancak, merkezi idare nedeniyle bu oldukça zor.
Sayın başkanım, siz önder olun, RP, CHP, ANAP, MHP ve DYP'li belediye başkanları olarak, hep birlikte, yerel iktidar için, arabalarımıza atlayarak Ankara'ya gidelim."[151] Amaç halka hizmet için, şu "ya da bu düzenlemenin yapılması mı, yoksa, "hizmet" gösterisiyle, bilerek ya da bilmeyerek, "yerel iktidarların" kuruluş hazırlığı mı? Kuşkunun nedeni yeterince açık; 151 "Başkan'dan Ankara'ya sefer çağrısı" Hürriyet, 23-11-1997 148 görülüyor ki, her boydan ve soydan, siyasal düşünceye sahip olan siyasi partilerin reisleri, aralarındaki derin ayrılıkları bir yana itmişler ve "yerel iktidar" amacında buluşuyorlar. Kent hizmetlerinden sorumlu olan ve T.C yasalarına göre seçilerek göreve getirilmiş bulunan belediye başkanları, "merkezi idare"yi ayak bağı olarak görüyor ve bulundukları yerlerde "iktidar" kurmaya soyunuyorlar. Bu satırlar yeterince şaşırtıcı olmasa bile, Recep Tayyip Erdoğan'ın "yerel iktidar" merakını pekiştiren şu tarihsel açıklama emeli dışa vuruyor olabilir: "Bu durumda belki Osmanlı eyaletler sistemi benzeri bir şey yapılabilir. Eyaletler içinde bir sistem olabilir diyorum. (..) Türkiye'nin yarınında artık 'Kemalizm'e' veya başkaca herhangi bir resmi ideolojiye yer yoktur. Kemalizm'in yeniden kendini üretmesi söz konusu değildir.(..) Aradan 70 yıl geçti. Artık, militarist ve sivil bürokrasi 'devleti biz kurduk, korumak kollamak görevi de bizimdir' diyemez. Çünkü insanlar böyle bir devleti istemiyor. En önemlisi de bu düşüncelerini açıkça dile getiriyorlar. "[152] Şimdi bir an durup şu soruyu sormak gerekiyor: Yerel iktidar için o ayrı partilerin belediye reislerini yan yana getiren irade nedir, ya da nerededir? Şimdi uçları yan yana getirecek olan, atölyecileri biraz daha yakından tanıyabilmek için, Amerikan partisinin örgütü IRI'nin siyasal partilere yönelik çalışmalarına yakından bakmayı gerektiriyor. IRI, Amerika'dan gelip Türk siyasal partilerine biçim vermenin bir başka örneğini açıklıyor: "IRI'nin desteklediği bir başka Türk örgütü, Türk politik partilerinin kuruluş ve yönetmelikleriyle ilgili ek yasa tasarısının meclis tarafından kabul edilmesine yönelik uzun dönemli bir proje geliştirmektedir. Bu projenin amacı, partilerin daha geniş katılıma - örneğin gençlik ve kadınlara - açmak ve partilerin işleyişini şeffaflaştırmaktır."
ADI SAKLI TUTULAN ÖRGÜTLER
Bu satırlardaki "Bir başka Türk örgütü"nün adının gizlenmesi "project democracy" ilkelerine de bilgi toplumu saydamlığına da uymuyor. Yarı açık operasyon alışkanlığından kalma bir tutum herhalde. 'Şeffaflık' diye başlayıp, demokrasinin bulandırılmış sularında yüzenlerin, "Bunda bir şey yok ki! İçeriğine bakmak gerek!.." diyeceklerin ve akıl denetimini ele vermiş olanların sayısı az değil. Onlara dönüp, "Şu IRI'ciler bize kendi ülkelerinin üst yönetiminin ve Röportaj:
"Recep Tayyip Erdoğan: Demokrasi amaç değil araçtır," Metin Sever-Can Dizdar, 2. Cumhuriyet Tartışmaları, Başak Yayınları, Ankara, Ağustos 1993, s.422. seçkinler kulüplerinin toplantılarını ve yuvarlak masa buluşmalarında konuşulanları açıklasalar" dense de tutumlarında bir değişme olmayabilir. Onlar "demokrasi bir şeffaflık rejimi söylemimizdeki şeffaflık' bu denlisini kaldırmıyor" derlerse, o zaman yeni sorulara da hazır olmalılar. Buna olanak yok, denmemeli. Açık rejimlerde gizemli işlere yer olmadığına inanmaktayız. Haydi biz açıklamaya çalışalım, yanlışımız varsa düzeltilmesi güvencesiyle ve özgün belgelerle yola çıkmanın aydınlatıcılığıyla. Hem de hiç ara vermeden, IRI'nin 1998 sonrasında Türk siyasal yaşamına karışma operasyonunun yeni evresiyle ilgili açıklamasına dönelim: "IRI'nin en yeni programı, merkezden uzaklaştırmayı kabul ettirme ve milli (yereli politik partiler yasasında reform yapılması çabalarını sürdürürken, Türk politik partileriyle doğrudan çalışmaya daha büyük bir öncelik verdi."
IRI, açıkça diyor ki, sivil örgütleri aracı yaparak epeyce yol aldık, şimdi sıra partilerle doğrudan çalışmaya geldi. Öyle ya, açık işlem başarıyla sürmektedir. Türkiye'nin sağcılarıyla solcuları, aynı davaya inanmışlardır artık. Halk, Türk siyasal yaşamına tepki duymanın da ötesinde, partilerden ve seçilmişlerden nefret etmeye başlamıştır. Şimdi sıra, tarihsel geçmişten akıp gelen siyasal örgütlenmenin önünü kesip, geçmişle bağlarını koparmaya gelmiştir. IRI'nin proje tanıtımı, parti içi muhalefet ilişkisini açıkça belirtiyor: "IRI, partilerin bizzat içinde demokratikleşmeyi geliştirmek isteyen, reformcu eylemcileri beslemeye çalışıyor." Bu noktada durmalı ve partilerde, Türkiye'yi her yönüyle güvenli bir geleceğe hazırlayacak plan ve programlar oluşturulacağı yerde, yıllardır parti içi demokrasi tartışmaları yapıldığına, bu çatışmaların sonunda da partilerin içinde, parti yandaşlarını da bezdirecek, politik katılımdan giderek uzaklaştıracak denli çok sayıda 'hizbin' ortaya çıkışını da anımsamalı. IRI, şeffaflıkta yarar görüyor ve partilerin içinde, "reformcu" dediği kişileri desteklediğini söylüyor. Bununla da kalmıyor, 'IRI, 18 Nisan 1999 seçimlerinden önce, partilerin yerel örgütlerinden yüzlerce kişiyi, seçmen örgütlenmesi ve yerel kampanya tasarımı ve uygulanması alanında eğitti(ğini)," belgeliyor. [153] IRI'nin siyasal partiler projesine en önemli katkı, TESEV'den geliyor. TESEV'de Mehmet Kabasakal, Tarhan Erdem, Ali Çarkoğlu, Ömer Faruk Gençkaya eşgüdümünde başlatılıyor. Projenin adı: "Siyasal Partiler Kanununda Parti içi Demokrasiyi Geliştirmeye Yönelik Düzenlemeler.
Türkiye'de Temsil Adaleti: illerin TBMM'de Sandalye Paylaşımında Gelişmeler. 153 IRI: Around The Globe; IRI in Turkey, Project Overvievv/ri.org'dan kopya baskı. 150 Siyasetin Finansmanı ve Şeffaflık. Parti örgütünde çalışan Üyeler." Bu iş için IRI'nin NED'den bağış aldığı, TESEV ve TBB'nin de "alt bağış alıcı" olduğu görülüyor. Proje tutarının 450,000 $ olduğu ayrıca belirtilmiş. Proje kapsamında, tabana yayılma yolu tutuluyor. Ayrıca “yerel yönetimler” ile “yerel işadamları” ve “yerel gençlik” örgütlenmesinde de görüleceği gibi, dalga dipten yakalanacaktır. Tepeden inme kurulduğu ileri sürülen Cumhuriyet, demokrasiye bir güzel uydurulacaktır. Projenin bu çizgisinden olmak üzere, 10 Aralık 1998'de Gaziantep'te, 17 Aralık 1998'de Konya'da, 12 Ocak 1999'da Mersin'de, 28 Ocak 1999'da Bursa'da toplantılar düzenlenir. İllerin konumları göz önüne alındığında işin rastlantıya bırakılmadığı görülüyor. Toplantı yapma özgürlüğüne yine bir diyecek yok. Ne ki, TESEV "faaliyet" raporunda "Ek projenin kaynağı(nı), IRI(nin) sağladı(ğı)" bilgisi ve IRI'nin niçin ve hangi amaçla destek sağladığının yanı sıra, bu örgütün ABD hazinesinden para aldığı bilinse ve bu bilgiye IRI'nin devlet deneyimli yöneticilerinin geçmişleri de eklenseydi, bu kaynak kabul edilir miydi?" sorusu da eklense, yanıt bulmak yine de zor. Böyle bir açıklama yapılsaydı, belki de her biri işgali yaşamış bu kentlerin insanları, durup dururken el parasıyla yapılan siyasete tepki göstermeden bu durumu benimsemeyebilirlerdi ya da IRI'ye parayı verenin NED olduğunu, NED'in başkanının Türkiye'ye ambargo koyduran bir Yunan asıllı olduğunu da bilebilselerdi, durum belki değişebilirdi
ABD BAŞKANINDAN "BÜYÜK GÖREV" VE "BÜYÜK TEŞVİK
"ABD Başkanı Bili Clinton, AGIT zirvesinin ilk gününde programının yoğunluğuna rağmen Türkiye'den altı sivil toplum örgütünün liderleriyle bir araya geldi ve '15 dakika' olarak öngörülen toplantıda yarım saat kaldı. (..) Başkanın dinlediği konular Kürt meselesinden çevre sağlığına kadar uzanırken verdiği asıl mesaj 'Sivil toplumun etkinliği çok önemli. Demokrasinin ilerlemesi için size büyük görev düşüyor' oldu." [154] 18 Kasım 1999 tarihli Milliyet'teki haberinde ABD Başkanının lütuflarını vurgulayan, kendi yorumuna uygun gördüğü başlığı yazarken, Yasemin Çongar, Türkiye'de yıllarca izlenen bir diziyi anımsattığını düşünmüş müydü, bilinmez. Çongar'ın bu yazısına kalınlaştırılmış harflerle dizilmiş olan, "Göreviniz büyük" başlığını uygun görmüş olması, kimileri için bir "mesaj" niteliğinde olabilirdi. "Göreviniz büyük" başlığı ve yorumu, bir tehlikeli geleceği mi gösteriyordu, dersiniz ya da "stratejik ortaklığın" onuru muydu, gündeme taşınmak istenen? Öyleyse, onurlardan onur beğenebiliriz; biraz bakalım, kimlermiş onurlananlar. Türkiye, Amerika ilintili "görev" denildiğinde, televizyonda yıllarca izlenmiş olan "görevimiz tehlike" dizisini anımsamalıydı.
Ne yazık ki, yeni tür "siviller" Türkiye'de, 1947-1980 arasında aslı oynanan "görevimiz tehlike" dizisini çabucak unutmuşlardı anlaşılan. Bu nedenledir ki, Çongar'ın yorumladığı, Başkan Clinton'la yapılan toplantıya, MAZLUMDER'den Yılmaz Ensaroğlu, İnsan Hakları Vakfı'ndan Sezgin Tanrıkulu, TEMA'dan Ümit Yaşar Gürses, AKUT'tan Nasuh Mahruki, KADER'den Zülâl Kılıç ve ARI derneğinden Kemal Köprülü, William Jefferson Clinton ile 15 dakika yerine, 30 dakika görüşebilmişler. Ayaküstü toplantıya, son on dakikada, Dışişleri Bakanı Madeleine Korbel Albright da katılmıştı. Şimdi, 30 dakikadan son 10 dakikayı çıkarırsak geriye kalır 20 dakika. Sivil örgüt başına düşer üç küsur dakika. Haydi küsuratlar, "Goodmorning Mister President! How are you Sir? Glad to meet you, my dear NGO's! Are you okay?" gibi sözlerle harcanmış olsun; geriye kalır sivil örgüt başına üçer dakika. Amerikan bar muhabbeti 154 Yasemin Çongar, "Göreviniz Büyük" Milliyet, 19 Kasım 1999.usulünde ayaküzeri yapılan bir görüşmede, ülkeleri hakkında bilgi sunmak için "sivil" örgüt başına üçer dakika! Türklerin kendisiyle üçer dakika görüşmekten onur duymalarına William Jefferson Clinton bile şaşırmıştır. Çünkü Clinton, daha birkaç gün önce, Türkiye Büyük Millet Meclisi kürsüsünden, milletvekillerimize, "yasaları çıkaracağınızdan eminim" demişti. Daha da ilginci, Clinton, fıldır fıldır dönen boncuk mavi gözleriyle Türkiye Cumhuriyeti'nin milletvekillerinin kara gözlerine baka baka, "Eski Cumhurbaşkanımız Turgut Özal'ın vizyonu, Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel ve Başbakan Ecevit'in devam eden liderliği ve Türk insanının dinamizmi sayesinde Türkiye, bölgesel büyümenin motoru haline gelmiştir," diyerek övgülerini sunduktan sonra, şunları da eklemişti: "İyi veya kötü, o zamanların olayları, Osmanlı İmparatorluğunun dağılması ve yeni Türkiye'nin yükselmesiyle, bu yüzyılın tüm tarihini şekillendirdi.
O imparatorluğun yıkıntılarından, Bulgaristan'dan Arnavutluk'a İsrail'e, Arabistan'a ve Türkiye'nin kendisine kadar, yeni uluslar ve yeni ümitler doğdu; ancak, eski düşmanlıkların kaybolması zor oluyor. Sınırların değiştirilmesi ve gerçekleşmeyen iddiaların karışımından bir asır süren çelişkiler oluştu; bunlar, Birinci Balkan Savaşı ve Birinci Dünya Savaşıyla başladı, Ortadoğu ve eski Yugoslavya'da bugünkü çelişkilere kadar uzadı." Clinton, böyle demişti, demesine de Büyük Başkan'ı heyecanla dinlemekte olan vekiller, başkanın 'sınırların değiştirilmesi' demekle nereye işaret ettiğini', "Süren çelişkiler" diyerek de nereden alıp nereye koyduğunu akıllarına getiremezler miydi? Korumakta titizlik gösterdikleri 'manevi' şahsiyetlerini göz önüne alabilirler ve Türkiye Cumhurbaşkanının korumalarının bile silahla giremedikleri meclise CIA elemanlarının silahla girmelerine engel olabilirler, yukardan konuşan Clinton'u, nezaket sınırlarını aşan bir coşkuyla, uzun uzun alkışlamayabilirlerdi. İş bununla kalmamış; vekillerin bazıları, canhıraş meclis kapısına koşmuş, 'oval office-sex' skandalı mağduru ABD Başkanı'nı yolculamak için kalabalık arasında, itişip kakışmamışlar mıydı? Hatta koşuşturanların içlerinde eski Bakanlar bile yok muydu? Amerikan Başkanı gibi, büyük bir şahsiyetle aynı canlı video karesine, dahası televizyon tüpüne girmekten daha önemli ne olabilirdi? "Kareye giren kazanır" gibi bir şey! Milletin vekilleri, 1964'de Türkiye'yi tehdit edip İsmet Paşa'yı bile pes ettiren, mektupçu ABD başkanı Johnson ile fotoğraf karesine girmenin siyasal yararlarını unutmamış da olabilirler! İçlerinden, "Tecrübeyle sabittir; kareye girenin bahtı açılıyor, başbakan bile oluyor," diye geçirmemişlerdir kuşkusuz. [155]
KOH'TIN SOFRASINDAN DAHA ÖTEYE
Bu büyük sevgi gösterisinden aldığı güvenle, NGO sivillerini, otelde ayaküstü ağırlayan William Jefferson Clinton, AGİT toplantısında, Yeltsin'e "Seni biz iktidara getirdik, öyle böbürlenip durma!" diye bağırmak gibisinden önemli işleri olduğundan, ayağına dek gelmiş olan "sivilleri" oracıkta, Türkiye'yi yol edinen Harold Hongju Koh'a bırakıverdi. ABD Uluslararası Din Hürriyeti - İnsan Hakları Bürosu'ndan sorumlu Harold Hongju Koh, Hotel Conrad'da, sofraya oturan "sivil' yönetici ve temsilcilerin akıllarına, daha iki ay önce Türkiye aleyhinde yazılmış 'Din Hürriyeti' raporunun ayrıntılarını, 'İnsan Hakları' raporunda "şeriat" isteyenlere sahip çıkılmış olmasının nedenlerini, Türkiye topraklarından bir bölümünü ayırmak isteyenlere sahip çıkılmış olmasının "stratejik" inceliklerini sormak gelmemişti. Bunu doğal karşılamak gerekir. Çünkü "siviller" ABD'nin büyük yöneticileriyle, aynı sofrada olmaktan mutlu görünüyor ve de yabancı devlet adamına yurtlarıyla ilgili önemli sorunları iletiyorlardı. O zamanlar Milliyet'te çalışan Zeynep Oral'ın yazdığınca, Clinton'un ağzından dökülen "işleviniz çok önemli" sözünü içlerine sindirmiş, "işlevi(n)" ve "büyük görevi(n)" ne olduğunu iyice kavramış mıydı, dersiniz? Bu sorunun yanıtı, izleyen olaylarda görülecekti...[156] Ayaküstü ve sofra oturumlu toplantının ardından en önde gelen "sivil" örgüt ARI Grubu Derneği Başkanı Kemal Köprülü, uygun sözlerle görüşmeleri özetliyordu: "Clinton özellikle deprem sonrasında sivil toplumun gösterdiği etkinliği takdir etti.
Bu toplantı sadece katılan 6 kişinin değil Türkiye'deki bütün sivil toplum girişimlerinin desteklenmesi anlamındaydı ve bize büyük bir teşvikti."[157] Dernek başkanı Kemal Köprülü, bir gerçeği mi dillendiriyordu? Depremde yalnızca kurtarma çalışmaları yapılmamış mıydı? Devlet yönetimini beceriksizlikle, yetersizlikle suçlayan ilk kampanyaların ardından, konu her olayda olduğu gibi, önce T.C'nin köhnemişliğine, sonra da rejim karalamasına, Cumhuriyet'in inkârına uzanmış, kimin başardığı bilinmeyen olağanüstü bir örgütlenmeyle, yüzden fazla örgüt, devleti kınayan bir bildiriyi, gazetelerde tam sayfa ilânlarla dünyaya bildirmişti. Neredeyse bildiriye imza atmayan 155 Zamanında, Adalet Partisi kongresi öncesi dağıtılmış olan "Johnson-Demirel" fotoğrafının kongre sonucunda Demirel'e yaradığı yazılıp çizilmişti. Demirel, bu kongre sonunda A.P Genel Başkanı seçilmiş ve kısa süre sonra da Başbakan olmuştu. 156 Zeynep Oral, "İşleviniz çok önemli" Milliyet, 19 Kasım 1999. 157 Yasemin Çongar, a.g.y. örgüt yok gibiydi. [158] Ne ki, Koh ile yemekte buluşmayı küçümseyenler de vardı. İKKDVKK (İstanbul Kafkas Kültür Demek ve Vakıfları Koordinasyon Kurulu) adına yazan Ekrem Atbakan, önemli olanın yemek değil, resmi buluşma olduğunu şu açıklamayla belirtiyordu: "Heyetimiz, akredite delege sayısı ve gayretleriyle toplantıların en göze çarpan NGO'su olmuştur. ABD Başkanı Clinton ile çok önceden planı ve belirlemeleri yapılan 6 Türk NGO'su (Türkiye'nin iç meseleleri ile ilgili) görüşmüş, ABD'nin insan haklarından sorumlu Dışişleri Bakan Yardımcısı Koh ile yemekli randevu ile bir araya gelmişlerdir. Ancak toplantılar sırasında, randevu alarak Bakan yardımcısı Koh ile görüşebilen tek NGO, heyetimiz olmuştur."[159] İstanbul AGİT öncesindeki olaylar Türkiye'nin kaderini değiştirecek niteliktedir. Bu gelişmeleri bir solukta anımsamakta yarar var: ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı Koh'un Güneydoğu Anadolu gezisi ve sarsıcı açıklamaları, Kuzeybatı Marmara bölgesinde deprem'in felaketi, 9 Eylül'de ABD Din Hürriyeti raporunun açıklanması, Harold Hongju Koh'un yanı sıra, Cumhurbaşkanı ve Başbakanın Merve Kavakçı'nın' ifadesini almaya çalışan Cumhuriyet Savcısını kınamaları, Koh'un Türkiye'deki yasama çalışmalarını doğrudan yönlendirmeye dönük açıklamaları...
Bir soluk daha alıp o iki ayı anımsamayı sürdürelim. Prof. Ahmet Taner Kışlalı'nın öldürülmesi, ABD'li ve İngiliz siyasetçilerden Ankara ve İstanbul'da "siyasal ahlak-demokrasi" dersleri alınması, Clinton'a, Lozan Antlaşması'nın değiştirilmesine yönelik Kongre raporunu hazırlayan Migdalowitz tarafından Türkiye raporu sunulması. Bu olayları "project democracy" ağını güçlendirdiği sırası gelince görülecektir. Bu olayların içinde doğal felaketin "sivil" harekete katkısıysa gelecek yıllarda araştırmalara konu olacak niteliktedir. Deprem çalışmaları o denli sivilleşmişti ki, orduya güvenilip güvenilmediğini soruşturan yabancılara, din örgütlerinin kışkırtıcı etkinlikleri eşlik etmişti. Ordu birlikleri, maden işçileri en yoğun kurtarma çalışmalarını sürdürürlerken, medya yayınlarında yer alamamışlar, halkın kurumlarına güveni sarsılması için propaganda geliştirilmişti. Generaller, televizyon kameralarını kendi çalışmalarına çağırıyorlar, ama gelen giden olmuyordu. Hatta komutanın "tutup kollarından getirin" emri verdiği de nice sonra duyulmuştu. İşte o depremden iki hafta önce Türkiye'ye gelen Koh, Güneydoğu Anadolu'ya gitmiş, basma kapalı ev görüşmeleri, belediye toplantıları yapmış; yöre halkının özgürlüklerine sahip 158 Kamuoyuna, Cumhuriyet, 1 Eylül 1999 Ekrem Atbakan, "AGİT(OSCE) İstanbul Toplantılan'nın Değerlendirilmesi," ), 159 marje.net/dernek/agit-koor.html (Koyultma tarafımızca yapıldı. MY) çıkmıştı. Bu arada, Türkiye'deki laiklik rejimini de eleştirmiş, sıkmabaş başörtüsü eylemcilerine destek çıkmıştı. ABD'nin Türkiye'ye ilişkin Din Hürriyeti Raporu, deprem günlerinde, Koh'un gezisinden bir ay sonra, 9 Eylül 1999'da yayımlanmıştı. ABD Dışişleri Bakanlığı'nca düzenlenen raporda, Recep Tayyip Erdoğan'a, Necmettin Erbakan'a, Refah Partisi'ne, "türban" eylemcilerine, Malatya'da cuma namazı sonrası göstericilerine, imam hatip okullarına sahip çıkılmıştı.
Koh'un gezisi yararlı olmuştu kuşkusuz. Depremle karışık psikolojik savaş propagandasını, Başbakanın ve Cumhurbaşkanı'nın, Merve Kavakçı'ya acilen sahip çıkmaları ve Cumhuriyet savcısı hakkında soruşturma açılması izlemişti. Profesör Ahmet Taner Kışlalı işte o arada öldürülmüştü. [160] Hukukçu, (e) Hakim Albay M. Emin Değer'in, Nelson Rockefeller'in ABD Başkanı'na yazdığı mektubundan aktardığı gibi, "Türkiye oltaya yakalanmış balıktır ve yeme gereksinmesi yoktur" [161] denebilir mi? Belki eskiden öyleydi. Türkiye olta iğnesinde uzun yıllar çırpındıktan sonra, şimdilerde karaya fırlatılmış, oradan yakalandığı derin WEB'in yani örümcek ağının içinde zar zor soluklanarak yaşam kavgası verirken, üstüne çullanan her türlü sürüngenin ve olta zamanlarında gövdesinin en küçük hücrelerine dek yerleşmiş bakterilerin saldırısıyla baş etmeye çalışıyordu.[162] İşte Türkiye'nin böylesine çırpındığı günlerde, Clinton, babacan, mavi gülüşlü, sevecen tavrıyla yüreklere su serpmiş ve "arkanızdayız" demişti. Türkiye insanına göre, "Dost dediğin insanın yanında olur, arkasında değil," der... Ama dostluğun kapsamı, şekli- şemaili yoktan küreselleşmiş ve "dünya lideri'ne göre değişmiş de olsa," insan" ve "dost" kavramları yine de eski anlamını yitirmemeli.
Denilecektir ki, 1947 -1980 arasında imzalanmış olan Türkiye-ABD ortak güvenlik anlaşmaları geride kalmıştır. Artık, yabancı devlet adamları, uzaktan değil, yakından markaj yapıyordu. Arabanın direksiyonunu sürücünün arkasından öne uzanan güçlü eller tutuyordu da sürücü yine de arabayı kendisinin sürdüğünü 160 Ahmet Taner Kışlalı'nın öldürülmesi olayı, ABD'nin Ocak 2000'de açıklanan insan hakları raporunda "Gazeteci A.Taner Kışlalı'nın öldürülmesinden sonra dindarlara baskı arttı" sözleriyle geçilmişti. 161 M.Emin Değer, Oltadaki Balık Türkiye, s. 16. 162 … Oltanın iğnesinden kurtulmak kolay olamazdı. T.C ni kuran parti, aradan on yıl geçmesine ve küçük Amerika düşünün sonuçlarını görmesine karşın, atılan oltayı öylesine indirmişti ki, 1958'de TBMM'de şöyle savunuyordu: "Türkiye muhtemel komünist tehlikesine karşı Başkan Truman'ın belirttiği gibi, askeri kudreti ile Batılı devletlerin en sağlam ve en yakın desteği olması bakımından gerek milli müdafaası ve gerekse milli ekonomıısinin kalkınma zarureti ile en fazla yardıma muhtaç bir memlekettir. Türkiye'de sarf olunacak bir tek dolar, en aşağı Amerika'da sarf olunacak bir Amerikan doları kadar hürriyet mücadelesinin şerefle tahakkukuna çalışan Batı bloğuna fayda sağlayacağını ABD'ye ikna edici şekilde anlatmak icap eder." (İktisadi Kalkınma, s. 74.)sanıyordu. Böyle bir durumda da adamın yanında değil ancak arkasında olunabilir... Bu da bir görüş, ama dostluk "etiğine" uymayan bir sapma da sayılmaz mı? Bu gerçeği anlayanlar, geriye değil ileriye bakmayı biliyorlardı, bu açıdan, Kemal Köprülü belki de çok haklıydı! ABD "sivillere büyük teşvik" vermekteydi. Çünkü "Göreviniz çok büyük" diyen William Jefferson Clinton, "project democracy" yardımının başarılarını sağlama almak istiyordu! "
INSTİTUTE" VE "STİFTUNG" AKLIYLA
Son yirmi yıldır yarı-açık ilişkilerle, Amerikan devletinin resmi kasasından beslenen "sivil" proje, ilk kez bir ülkenin meclisinin içine doğrudan ve açıktan girebilecek denli büyük bir destek bulmuştu Depremden bile yararlanmayı biliyorlardı. Yeni Demokrasi Hareketi ile başlayan II. Cumhuriyet girişimi zafere doğru ilerliyordu. Siviller" biraz daha gayretli olmalıydı. Bu gereksinimi en iyi anlatan da Zeynep Oral oldu. Clinton ile yerli "Siviller"i konu eden Zeynep Oral, 19 Kasım 1999 tarihli Milliyet'te, haber-yorum başlısına, Clinton'un "yapacak daha çok iş var" sözünü koyuyordu. Söz doğru mu yoksa eğri mi? Sorgulamaya değer. Türkiye Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal'in bağımsızlık savaşı ve cumhuriyetin kuruluş tarihini belgeleriyle anlattığı konuşmasının sonunda, gençliğe seslenirken, kalelerin ele geçirilmesini, tersanelere girilmesini, olabilecek en kötü durumun ilk aşamaları olarak nitelemesini andırırcasına gelişen olaylar, neredeyse kapitülasyon dönemlerini ve işgal günlerini aratacak özellikle boy atmakta. Bu değerlendirmeyi kabul etmeyip de "Hayır değil!" diyebileceklere, bir örnekle yardımcı olalım. NED'in çekirdek örgütlerinden NDI'nin yetkilisi Ledsky'nin "TBMM Anayasa Komisyonu ile de çalışmalarımız oldu," demesi, yeterli bir yanıttır aslında. Ledsky'nin açıklamasına karşılık.
Türkiye'den herhangi bir tepki duyulmadı. Tepkinin kötü olması da gerekmezdi. Birileri, işin iyi yanını, "Vallahi, görüldüğü üzere, kendi başımıza anayasa tasarısı hazırlama işlerinden anlamadığımızı saptadık. Demokrasinin ve hürriyetin beşiği ABD'ye, ezelden beri güvendiğimizden, işin ustalarını çağırıp anayasayı birlikte değiştirelim. Şunun şurasında müttefikiz ne de olsa, dedik" türünden bir açıklama da yapabilirlerdi. Yabancı, kendisine aşırı güvendiğinden mi, yoksa arkasında durduğu insanlara şeffaflık göstermek istediğinden bilinmez, onca dolar harcadıkları projeyi açıklamakta bir yanlışlık bulsaydı, durumu öğrenemeyecektik. Ledsky'nin "birlikte çalışmak" dediği, öyle rakı- viski-çay ile karışık, ilginç istihbarat anılarıyla ya da 12 Eylül 1980 öncesinin "Our boys" işlerinin itiraflarıyla bezenmiş bir söyleşi olmasa gerek. Ledsky, açıkça söylemese de Amerikan fonlarının demokrasinin iyice yerleşmesi için desteklediği "sivil toplum" örgütleri ve vakıflar, büyük "organizasyonlarla" Türkiye cumhuriyeti anayasasının değişimine yaptıkları katkı da unutulmamalıdır elbet. Dernekler ve vakıflar, IRI ve NDI'nin açtığı yolda, NED destekçisi Alman örgütlerini de başkente ve TBMM'ye taşıdılar.[163] 163 Darbe üstüne yazılanlarda, çoğunlukla "Our boys" denince darbeciler çağrıştırılmaktadır. Bize göre başkan "our boys" derken kendi ülkesinde kullanıldığı gibi, kendi operatörlerinin başarısından duyduğu mutluluğu belirtmek üzere "our boys (bizim çocuklar) başardı," demiştir. Bu gerçek elbette "our boys" ile "bizim adamların" doğrudan işbirliği yaptıklarını göstermez. Çünkü "our boys" operasyon için ortam hazırlar, yönlendirir, açık deliller bırakacak türden ve doğrudan ilişkiye girmez, ara yönlendiriciler kullanabilir.
RABITAT-UL STİFTUNG VE ANAYASA DERSİ
"Rabıta Örgütü'nün Türkçe karşılığı 'Dünya İslam Birliği' İngilizcesi Müslim World League' Arapçasının Türkçe okunuşu da şöyle: Rabutat al- Alam al-İslam" Uğur Mumcu, 19.3.1987[164] DGM savcısı, Alman vakıfları hakkında soruşturma başlattıktan kısa süre sonra, İstanbul'daki üniversitelerden birinde Alman vakıflarını desteklemek üzere yapılan salon toplantısında mahkeme gününde, "sivil" hareketi desteklemek üzere Ankara DGM'nin önünde yığınsal gösteri yapılması önerilir. Bu arada DGM savcısı bir 'video' kaydı ile 'seks' görüntüleri içinde gösterilir. Savcı görevden DGM'deki görevinden alınır. Ne ki, işin böyle olacağı önceden belli olmuştur. Zamanın T.C Adalet Bakanı Aysel Çelikel, yabancı devletin Türkiye'de şubeler açmasının yasallığını tartışmayı bir yana bırakmış ve T.C savcısını sıkıştırmayı seçmiştir. Bakan, aynen şöyle der: "Ben dosyayı görmedim. Türkiye'nin uluslararası ilişkilerini de ilgilendiren böyle hassas bir davanın sağlam delillerle, sağlam hukuki zeminde açılması gerekirdi. Umarım bu sağlanmıştır. Bende bakan olmadan önce Alman vakıflarına ilişkin böyle bir bilgi yoktu. Umarım savcı iddiasını sağlam delillere dayandırmıştır."[165]
Adalet Bakanı görmediği dosya üstünde yorum yapmaktan kaçınmayınca, Alman Büyükelçisi de işin ardını bırakmamıştır. Türkiye’de "WEB" ilmiklerinde etkinlik gösteren örgütlerini korumaya kararlıdır. Büyükelçi Adalet Bakanının açıklamasından gerekli gücü almıştır. Açık savunmaya geçer ve aylar önce bir TV programında gerekeni yapamamanın hıncı alırcasına içerden sıkıştırır: "Alman vakıfları, dünyada 100'e yakın ülkede faaliyet göstermektedir. Ancak sadece Türkiye'de böyle bir suçlamayla karşılaştılar."[166] Artık sıra T.C Başbakanı'na kalmıştır. O, bu konularda deneyimlidir. Türkiye'nin ABD ile arasının açılmaması için gerekeni yaparak, aynı savcıya karşı Merve Kavakçı'yı korumuş ve adalet bakanınca savcı hakkında birkaç kez soruşturma açılmasına göz 164 U Mumcu, Rabıta, s.329 165 "Çelikel tedirgin oldu" Radikal, 26/10/2002. 166 'Casusluk davası' Almanya'yı şaşırttı" Radikal, 26/10/2002. yumduğu ve Fethullah Gülen davalarında da "yargıya müdahale" edilmez ilkesini bir yana bırakıp açıklamalar yapmaktan kaçınmamıştır. Başbakanın bu işleri "demokrasi" ve "açık toplum" ilkelerine inancı doğrultusunda yaptığı büyük bir olasılıktır. Alman vakıflarını korumak için de aynını yapar ve T.C. Başbakanı olarak Alman Büyükelçisi Rudolf Schmidt'in açıklamalarından bir gün sonra, basın açıklamasında elçinin sözlerini yineler: "Sürmekte olan dava hakkında konuşmak olmaz.(..) Almanya'nın sabırlı olmasını, Türk adaletine güvenmesini dilerim. (..) Söz konusu Alman vakıfları, ülkemizde olduğu gibi dünyada 100 kadar ülkede de çalışmalarını sürdürmektedir.
Bildiğimiz kadarıyla benzer şikâyetlere hiçbir ülkede rastlanmamıştır."[167] T.C Başbakanının "bildiği kadarıyla" kendi ülkesinin mahkemelerine müdahalede bulunan yabancı ülke temsilcisinin sözlerini yineleme hakkı kendisine ait olmakla birlikte, yönettiği devletin organlarına gerekli emirleri verip araştırma yaptırması daha iyi olabilirdi . Ne ki, o bu görevi yerine getirmeyi bir yana bırakmış ve "yabancı en demokrattır" anlayışını kanıtlamak istercesine gerekeni yapmayı seçmiştir. Bu öykünün arkası pekiyi olmamıştır. Alman vakıflarının Bergama Ovacık'ta altın madeni işletilmesine karşı oluşturulan hareketin ardında Alman vakıflarının varlığını anlatan kitabın yazarı Necip Hablemitoğlu bir akşam, evinin önünde son derece deneyimli olduğu anlaşılan bir tetikçi tarafından başına sıkılan iki kurşunla öldürüldü. Başta Cumhurbaşkanı olmak üzere, devlet yetkilileri üzüntülerini bildirdiler. Necip Hablemitoğlu'nun "Atatatürkçü ve laiklik savunucusu" olduğunu ileri süren bu görevliler, onun Alman vakıfları ve benzeri yabancı kuruluşların Türkiye'de kitleleri içerden yönlendirmek üzere örgütlenmeler yarattıklarını sergilediğinden söz etmemişlerdir. Elbette onların haklı nedenleri ve gerekçeleri vardır. Ne ki, birkaç yıl öncesinde yaşanan bir toplantı ve sonrası bu tür açıklamaların yapılmasına engel olmuş olabilir. Yargıyı geleceğe bırakarak, geçmişin bilimsel konferanslarında T.C'nin önüne sürülen büyük ufku görelim. ANAP ile ilişkili kişilerin yönetimindeki Türk Demokrasi Vakfı mı başı çekti, yoksa ABD'de yetişmiş ARI'ların genç ve yetenekli liderleri mi, bilinmez!
Bu yetenekli Özalistler, Alman Hıristiyan Demokrat Parti bağlantılı örgüt, Konrad Adenauer Stiftung'u alıp, Ankara'ya getirdiler.[168] Stiftung ve NED'in Forum Konseyi'nden Türk 167 "Almanlara sabır diledi" Hürriyet, 27 EKİM 2002; "Ecevit'ten Alman vakıflarına övgü" Radikal 26/10/2002. 168 Alman siyasal partileri, dış ülkelere yönelik çalışmalarını yönlendirebilmek üzere kendilerine bağlı vakıflar örgütlediler. Konrad Adenauer Stiftung (KAS), üyeleri, Anayasa konusu hakkında bir güzel konferans düzenlediler. Açış konuşmasını Cumhurbaşkanı yaptı. Stiftung'un Türkiye temsilcisi Dr. Schönbohm, vakıflarının meşruiyet kazanışını işte bu değerli konuklara bağlıyordu: "... Yeni seçilen Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, Türkiye Cumhuriyeti Adalet Bakanı Hikmet Sami Türk ve Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı Yıldırım Akbulut'un kongrenin açılışı ile ilgili olarak Türkiye Büyük Millet Meclisindeki siyasi bir takdim konuşması yapmaları konunun önemini vurgulamış ve etkinliği düzenleyenleri ve katılanları onore etmiştir"[169 / 170] Türkiye Cumhuriyeti nereden nereye gelmişti? İlk kurulduğu yıllarda, zamanın Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal, büyük bir gururla Ankara Hukuk Fakültesi'ni açmış ve ilk dersleri sıralarda, Cumhuriyeti emanet ettiği gençlerle birlikte izlemişti. Yüzünde meraklı bir öğrenci ciddiyeti, bakışlarında geleceğe duyduğu güvenin ışıltısı. Cumhuriyet devletinin okullarından büyük hukukçular yetişecekti. Çağdaşlaşmanın öncü kadroların arasına katılarak, yurtlarında kalıcı bir adalet düzeni kuracak olan bu genç hukukçular, önce ülkelerine, sonra da dünyaya hizmet edeceklerdi. "
DİGİTAL" REJİM, KİME İHRAÇ EDİLECEK?
TDV ve ARI Hareketi (Derneği) ile Konrad Adenauer Stiftung'un ortaklaşa kotardıkları anayasa konferansında konuşan ARI Hareketi (Derneği) Genel Koordinatörü (Başkanı) Kemal Köprülü, ülke kaderini etkileyecek böyle bir toplantıda; genel hukuk ya da anayasa ilkelerinden ya da tarihsel ve toplumsal gelişme 1984'de Türkiye'ye geldi; Çankaya (Ankara)'da bir şube açtı. Şubenin Yöneticileri: Max George Meier ve Lars Peter Schmidt idi. 169 Türkiye'de Anayasa Reformu Prensipler ve Sonuçlar, Konrad Adenauer Vakfı Yayını, s. 5. 170 "Toplantının öteki katılımcıları: Ertuğrul Yalçınbayır (TBMM Anayasa Komisyonu Başkanı, o zamanlar ANAP milletvekili, AKP Abdullah Gül hükümeti Devlet Başbakan Yardımcısı), Bülent Akarcalı (TDV Başkanı, ANAP İstanbul Milletvekili), Nejat Arseven (TBMM Anayasa Reform Komisyonu 2. Başkanı, Anayasa Uyum Komisyonu Başkanı, ANAP Milletvekili, daha sonra İnsan Haklarından sorumlu Devlet Bakanı ve Vakıflar Yasası değişikliğinin rnimarlarından), Prof. Dr. Ahmet Mumcu (Başkent Üniversitesi, Hukuk Fak. öğr. Üyesi, TBMM Bilim-Kültür Danışman, Prof, Dr. Kay Hailbronner (Konstans Üniversitesi,...), Prof. Dr. Füsun Arsava (Ankara Ü SBF Dekan Yardımcısı), Prof. Dr. Ergun Özbudun (Bilkent Ünv. Öğr.üyesi, TBMM Başkanlık Hukuk Danışmanı, ANAP Merkez Yönetim Kurulu üyesi-5 Ağustos-2001, NED Enternasyonal Forum Konseyi üyesi, NED Journal of Democracy Yayın Kurulu üyesi, ANAP M.Y.K. üyesi-2003), Sami Selçuk (Yargıtay Başkanı), Prof. Dr. Zafer Gören (YÖK üyesi), Prof. Dr. Karoly Bard (Budapeşte Ü.) Türkiye'de Anayasa Reformu Prensipler ve Sonuçlar, KAV.sürecinden değil de Clinton'un ilan ettiği "digital devrim"in Microsoft penceresinden bakıyordu.
Petro-gaz enerji kaynakları egemenliğinden bağımsız görmemeyi, ya da görüp de söylememeyi ilke edinenlerin yaptığı gibi, küreselleşme denilen şey Köprülü için, Türkiye anayasasının da temeli olmalıydı: ''Bilgi toplumuna geçişte dijital devrim sürecinde, düşünce ve ifade özgürlüğü sınırsız olmalı, bireyin egemen olacağı yeniçağda hakları genişletilmelidir." Böyle diyordu Köprülü; dünyaya bireyler egemen olacaktı. Oysa TBMM duvarlarında "Egemenlik kayıtsız koşulsuz bireyindir" diye yazmıyordu. ARI lideri, bir-iki yüzyıldır Londra'dan pişirilip dünyaya sürülen, "birey egemenliğini yeni bir şeymiş gibi, sunuyordu. Egemen olacak olanlar, herhangi bir insan birey mi, Amerikan bireyler mi, yoksa Rockefeller gibi, petro-bireyler mi, ya da İmparatorlukların bankeri Rothschildler'in adamları gibi, para piyasaları cambazı bireyler mi? İşte orası belli değil. Köprülü, "siyasi aktörlerin hukuka, ahlaka ve etik değerlere saygısı ve bağlılığı esastır," derken, kendisini siyasi aktörlerden saymıyor olmalıydı. Aslında şu "ahlak" ve "etik" sanırsınız ki, hareketçiler ve 'stiftungen' tarafından icat edilmiştir. Sanmaya gerek yok, dünyanın düzeni yüzyıllardır Batı'nın efendileri tarafından tutturulmuyor muydu? 'Ahlak" gibi şeyler, pek doğaldır ki, bağış alıcı etikçileri ilgilendirmemektedir. Onları ilgilendiren, olsa olsa ülkelerine bağış alıcılık önermektir! ARI Derneği Başkanı lideri Köprülü, Türkiye Cumhuriyeti Devleti yetkililerinin gözlerine bakarak açıklıyordu: "Türkiye 21. yüzyılda liderliği, bölge ülkelerine değerler ihracını gerçekleştirerek yakalayacaktır."[171] Bunca "ahlak" ve bunca "etik" dersine muhtaç gördükleri Türkiye, durup dururken değer ihracatçısı olacaktı. Değerler de aynen şöyle: "Bu değerler özetle; hukuk devleti, piyasa ekonomisi, demokrasi, dünya kurumları ve normlarıyla bütünleşmeyi kapsamaktadır. Bölgede tüm ülkeler arasında bu değerlerin yerleşmesini sağlayabilecek tek ülke Türkiye'dir."
Şimdi bir çeviri yapsak ve "Batı dünyasının ekonomik düzeniyle bütünleşmiş ve yine Batı dünyasının kurumsal hizmetine girmiş bir Türkiye, Ortadoğu'daki Batı egemenliğinin kurulmasına, bölgenin piyasa olmasına yardımcı olacak ve dahi bekçilik yapacak tek ülkedir!" desek yeridir. Amerikan "Public Relations" üslubuyla yaratılan göz boyama tekniğinden temizlendiğinde önerilen işte budur. Fakat projenin bir amacı vardır ve Türkiye anayasası öyle bir değişmelidir ki, Türkiye durup dururken o bağımsızlık ilkesini ihraca kalkmasın! ARI Derneği Başkanı bu isteği şöyle açıklıyordu: 171 Türkiye'de Anayasa Reformu Prensipler ve Sonuçlar, KAV, s.29 162 "..Türkiye sadece rejimiyle değil, anayasasında yer vereceği bu değerler itibariyle de bölge ülkelerine örnek olmalıdır." Öneri açık: Anayasaya "Türkiye'nin iktisadı temel ilkesi, piyasa ekonomisidir ve dünya ile bütünleşmek esastır" gibi bir madde konulması öneriliyor. Bu durumda işin içinden çıkmak olanaksız. Türkiye, varoluş ilkelerini ihraç etse, tam bağımsızlık ilkesini ihraç etmiş olacak. O zaman hareketin eşgüdümcüsünün buyurduğu bütünleşme, ABD - İsrail -Türkiye bütünleşmesi başta olmak üzereparçalanmaya dönecek. Öyleyse eşgüdümcünün "günümüz dünyasında demokrasi dahi, dijital ortama taşınmaktadır" demeli ve toplumsal katılımcılığı Amerikan "software" dünyasına indirgedikleri gibi yapmalı. Sonra da "Anayasalar yeni bir taşeron rejimi mi yaratmalı ?" diye sormalı, orunun yanıtını, ARI'ların "faaliyetleri’ne bırakıp, devletin yönetilcilerinin şöyle ya da böyle katkı koyduğu toplantının önemli ortaklarından Alman "Stiftung" etkinliklerinin bir ikisine görelim.
ALMANDAN "ATATÜRK'E DUR" DERSİ
Almanların Hıristiyan Demokrat Partisi'nin uzantısı olan 'stiftung'u temsil eden Türkiye şubesi sorumlusu Dr. Wulf Schönbohm[172] "project democracy" operasyonun ana hedefi olan, her türden partinin kurulmasına açık bir anayasal düzenlemeyi öngörüyor ve "Örneğin Alman Anayasası, Weimar Cumhuriyeti ve Nazi döneminde edinilen siyasi tecrübeler ile şekillenmiştir. Türkiye'nin 1982 Anayasası, Eylül 1980 olayları ile şekillenmiştir," diyordu.[173] Bu benzetme hiç de fena kaçmamış doğrusu. 1982 anayasasını oluşturan koşulları, o koşulları oluşturan ön olayları ve darbeyi anımsıyor muydu bu Schönbohm? Ayrıca darbeyi kimlerin desteklediğini de anımsıyor muydu? Bu soruları ona soran olmayacaktı elbette! Alman muhafazakârlarının temsilcisi Schönbohm, Türkiye'ye demokrasiyi de, anayasayı da öğretmeye kararlıydı.
"Örneğin" diyor ve ekliyor : "Bugün Alman Anayasası yeniden yazılacak olsa, partilerin yasaklanması imkânı muhtemelen yasa içerisinde öngörülmezdi, zira demokrasimiz 1949 yılına kıyasla bu yönteme ihtiyaç duymayacak şekilde sağlamlaşmıştır." Bu sözlerden ne anlıyoruz? İlginç bir kurnazlıkla, kendi 172 Dr.Wulf Schönbohm, CDU'da ve Konrad Adenauer Stiftung'da yönetici olarak çalıştı. 1997'den bu yana Türkiye'de K.A.V. Temsilcisi olarak görev yapmaktadır. Alman Vakıflarının etkinlikleri ve "sivil" ilişkileri için bk. Necip Hablemitoğlu, Alman Vakıfları ve Bergama, s. 11-50. ; Wulf Schönbohm, "Alman-Türk Dostluğunu Güçlendirme" Cumhuriyet 23. 7. 1999. 173 KAV, a.g.k, s.5 164 anayasalarının parti kapatma kararı alınabileceğini mi anlatmak istiyor Schönbohm? Yabancılarla Türkiye anayasasını tartışmaya bunca hevesli olan yerli katılımcıların aklı fikri başka yerde olduğundan olsa gerek, Almanya'da "etnik" grupların özerklik, bağımsızlık isteklerini programlarına alan ya da dinsel hukuka dayalı yeni bir devlet oluşturma peşinde koşan siyasi partilerin kurulup, kurulamayacağını sormamışlardı. Böyle yapsalardı, yabancı eline merakla kurulan dünya yıkılır mıydı? Yoksa Alman konuklarına ve dostlarına ayıp mı olurdu? Schönbohm, onların kendisini sıkıntıya sokmayacak denli konuksever olduğunu bilerek şöyle diyor: "Zira, bir partinin yasaklanmasının, bir ülkenin demokratik hayatına ağır bir müdahaleyi teşkil ettiğini ve bu nedenle parti yasağının diğer batılı demokrasilerde bulunmadığını unutmamamız gerekir.'"
Stiftung temsilcisi Schönbohm açıkça, Türkiye'de şu parti kurulabilir ve bu partinin kapatılması iyi değildir, diyebilirdi. Ama demiyor. Bu tür açıklamaları, Türkiye'ye anayasa ilkeleri önerdikleri böylesine önemli bir günde ve böylesine önemli konukların önünde açıklamak uygun düşmezdi! Türkiye Cumhuriyeti'nde yıllarca etnik ayrıştırma ve dinsel azınlık yaratma işini, Alevi kimliği altında T.C yurttaşlarını devletle çelişkisi bulunan topluluk konumuna indirgemenin her çeşit manevrasının, Almanya'da hazırlanmış olduğunu unutmak ne mümkün? Unutmak ne mümkün ki, Almanya'da yasaklı bir hareketin, oluşumun değil pankartını ya da bayrağını, o oluşumun simgesi renkleri üstünde başında bulundurmak bile yasaktır. Almanya'da şu ya da bu eyaletin ayrılması için savaşan bir örgütü beğenen sözler etmek bir yana, ayrılmayı çağrıştıracak herhangi bir şey söylemek bile ceza konusudur. Türkiye sivilleri bunları sorgulayacak durumda değildir, ama yabancıya salonları açıp, ulusa ders verdirtmek bir başka "sivil" iş olmaktadır.
"KEMALİST MİLLİYETÇİLİK"İN ALMANCA YORUMU
Oysa aynı Wulf Schönbohm, Stiftung'un Almanya'da düzenlenen Ağustos 1998 sergisinde, Türkiye'ye yol gösteriyor ve tıpkı ABD Resmi Din Hürriyeti raporlarında vurgulandığı gibi, Türkiye demokrasisinin önündeki engeli açıklıkla saptıyordu. Ona göre, Türkiye Cumhuriyeti, kuruluşundan günümüze İslâmın inanç esaslarını ve dinsel duyguların ifadesini ezmekteydi. Dr. Wulf 'un bu düşüncelerini TBMM'deki toplantıda, bu açıklıkta duymak elbette olanaklı değildi. Türkiye'nin anayasasının değiştirilmesiyle ilgili konferansa katılan T.C yöneticileri, Dr. Christian Rumpf'un konferans üstüne yaptığı değerlendirmeleri beğenirler mi, bilinmez. Dr. Rumpf, 'ulusal egemenliği' bireyin egemenliğine dönüştüren anayasa toplantısını yüksek düzeyde katılımın önemini şu sözlerle belirtiyor: "Adalet Bakanı'nın yanı sıra, Cumhurbaşkanı'nın da vakit ayırıp ilk yarım gün katılmaları, kongrenin organizasyonunun siyasal iktidar tarafından ne derece önemsendiğinin göstergesidir,"[174] Alman Profesör, konferanstan o denli mutludur ki, Mustafa Kemal ile bağların koparılmasını isteyebilmekte ve bu bağın Avrupa Birliği'ne girişin önündeki en önemli engel olduğunu ileri sürmektedir. Bununla kalsa iyi kendi kendine "Kemalist milliyetçiliği" deyip bu ilkenin "çağın gerisinde" kaldığını da söyleyebilmektedir, Dikkatle okuyalım: "Konuşmalarda ve tartışmalarda buna karşılık devlet ideolojisine değinilmemiştir.(..) Buna karşın Kemalist prensiplerin ideolojiden koparılması talep edilmelidir. Burada kesinlikle Cumhuriyetin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk'ün liyakatlarını temelde sorgulamak söz konusu olmamakla beraber, kendisini ve o zamanki partisinin temel düşüncelerini bugünkü Avrupa'nın entegrasyon gelişmeleriyle bağdaştırmak zorunludur.(..) özellikle Kemalist milliyetçiliğin çağın gereksinimlerine aykırı olan yorumu, AB'ye entegrasyonun beraberinde getirdiği(,) milliyetçi strüktürlerin bir kısmının tasfiyesine çelişki arzetmektedir," Dr. Rumpf, toplantı katılımcılarının bir türlü açıkça söyleyemediklerini yazıvermesi, asıl amacı belirlemektedir. Ne var ki, Alman avukat da işin altını göstermemektedir. Atatürk'e saygımız ve hayranlığımız sonsuz, ama kendisinin çağı geçmiştir, demeye getiriyor. ''Kemalist milliyetçiliğin" hangi yorumunun "çağın gereksinimlerine aykırı" olduğunu açıkça belirtmiyor. Batı'nın bu tür bulanık söylemine "diplomatik nezaket" deyip geçiyorlar. Anayasa toplantısının amacı, Rumpf un, "AB'ye entegrasyonun" gereği olarak "milliyetçi strüktürlerin (kurumların) bir kısmının tasfiyesi" olarak değerlendirmesinden daha açık anlatılamazdı. Çok düşünülerek kurulduğu belli olan tümcenin anlamı aslında kısa ve yalın: AB ile bütünleşmenin yolu "Kemalist milliyetçiliğin" tasfiyesinden geçer. Anayasa da işte bu nedenle değiştirilmelidir. 'Açık toplum' yolunda ve 'saydam yenidünya düzeninde böylesine karışık, örtülü sözlere yer olamamalıydı.
Belki de, saydamlığın zamanı daha gelmemişti. Bir söz vardır "Benim oğlum bina okur; döner, döner, yine 174 'KAV, a.g.k, s. 129-143 okur." İşte o hesap; "Stiftung" Almanlarının da yutturmaya çalıştıkları saydam "demokrasi" safsatasının altından sonsuz özgür demokratik ortamda, sonsuz özgür siyasal örgütlenme yatmaktadır. Rumpf'a kulak verelim: "Bir 'laikleştirme tartışması' Türkiye'de 150 yıldan fazla bir zamandır yapılmaktadır. Atatürk'le birlikte bu "laiklik" tartışması dönüşmüştür ve burada sadece din ve devleti birbirinden ayırmaktan fazlası söz konusudur." IRI ve TDV'nin "partner" dedikleri Almanlar, "Siyasal parti kurma özgürlüğü" derken, dinsel ve etnik temele dayalı partileri kolluyorlar ve dil konusunda gerçeği açıkça tersyüz ediyorlar. Bu "fazlası" denen şeyin ne olduğunu fazlaca düşünmek yersiz. Bu "fazlası" denen şey, sonraki bölümlerde göreceğimiz gibi, Almanya'nın, Türkiye'de ulusal bütünleşme sürecini 'dinsel kimlik' projesiyle, 'etnik kimlik' oluşturma operasyonunun "üssü" olduğu gerçeğine uymaktadır. Rumpf, bu durumu utangaçça açıklıyor: "Daha 1982 Anayasası'nda ve sonra da Özal hükümeti sırasında İslami harekete imtiyazlar tanıma yönünde yumuşamalar görüldüğü dikkate alınırsa, Kemalist lâiklik prensibi de bir Avrupa lâikliği anlamındaki rasyonel açılıma engel oluşturmamalıdır." İşte bu açıklama. Fazilet Partisi'nin ABD Uluslararası Din Hürriyeti yetkilileriyle görüştükten sonra, "Biz de lâiklik isteriz, ama Amerika'daki gibi," türünden sözlerine, "Lâiklik isteriz, ama Avrupa'daki gibi," türünden eklentiler yapmalarını yeterince açıklıyor. Rumpf, daha sonra, "azınlık hakları" konusunda konuşmacılardan Zafer Gören'e tercümanlık yaparken de açık sözlü davranmıyor: "Gören, Kopenhag kriterlerinin azınlık 'haklarının' değil azınlıkların 'korunmasının' garantisini istediği hususuyla önemli bir konuya değinmiştir. (..)Türk Anayasa Teorisi açısından da azınlıkların korunması, azınlık statüsüne bağlanan haklarının sağlanması sorunudur. Bu doktrine göre (,) Kürtçenin anadil olarak öğrenilip öğretilmesi gerektiği hususu ya siyasi takdire ya da eşitlik prensibinin yorumuna bağlıdır. Schönbohm tarafından birkaç kez altı çizilerek dile getirilen Kürtçe yayın yapan televizyonlar hakkında sorun buna göre sadece kanuni platformda tanımlanan düşünce özgürlüğünün çerçevesi ve sınırını ilgilendiren bir sorundur." Toplantıyı düzenleyen dernekçilerin ve vakıfçıların, Rumpf un bu sözleri karşısında sustukları kesin. Lozan anlaşmasındaki "azınlıklar" tanımının "Müslüman azınlıklar" tanımına evirilmesine kalkıp da itiraz etseler, Almanlar karşısında ayıp etmiş olacaklar; o da olmadı, ağızlarındakini yutup gidecekler. , Öyle olmasaydı, "Dr. Rumpf! Biz bilimsel bir hukuk konferansı düzenlediğimizi sanıyorduk. Oysa siz, Lozan anlaşmasındaki tanımıyla, Türkiye'de azınlık haklarının garantisi olmadığınıöğretmeye çalışıyorsunuz. Bu bilimsel bir çalışma değil, olsa olsa 'manipülasyon' yani kurcalayıp-yönetmedir. Kusura bakmayın, bunları konuşacağınız yer Berlin ya da Brüksel olabilir, ama Türkiye Cumhuriyeti'nin egemenlik alanı olamaz!" derler ve eklerlerdi; "Kürtçe'nin anadil olarak öğrenilip öğretilmesi yasak mı ki?!" Ama bunu sormayacaklardı. Çünkü onlar, Rumpf'tan, Türkiye'de ordunun kışlasına itilmesi' gerektiğini açıkça belirten NDI (National Democracy Institute) ile "işbirlik" işlerini çağın gereği saymaktadırlar. Haksız da sayılmazlar. Çünkü Rumpî, ordu konusunda, şunları söylüyor: "Ordunun Türk anayasa düzeni içerisindeki rolü, sıkça Türkiye'nin gizli iktidarı olarak görülen Milli Güvenlik Kurulu'yla bağlantılı olarak dile getirilmiştir. (..) Gerçekten bugüne kadar Milli Güvenlik Kurulu'nun tüm tavsiyelerinin yerine getirildiğini ve 28 Şubat 1997 tarihli köktenciliğe karşı mücadele hususundaki 'tavsiyelerinin' çok ağır gerçekleştirilmesinin de o zamanki Erbakan hükümetinin sonu olduğu görülmüştür."[175] Yabancıların bu girişimleri, ulusal güvenliğe karışmadır, diyecekler olabilir. Bu gibi kişiler anımsamalıdır ki, ülkelerin Başkentleri'ne dışardan gelip adres edinenlerin, ulusal savunma kurumlarını açıktan eleştirme özgürlüğü, ABD'de ve Batı Avrupa'da Kopenhag kriterleri kapsamında değil, ulusal güvenlik kapsamında değerlendirilir.
"ADAM KAZANMAK" : BİR ÇEVİRİ HATASI MI?
"Konferanslar ne işe yarar?" diye sormanın gereği yok. Konferanslar "democracy promotion" adı altında yeni dostluklar kurmaya yarar. Tıpkı Konrad Adenauer Stiftung'un açıkladığı gibi: "Partnerimiz TDV sayesinde, Ankara'daki Alman Büyükelçiliği ile birlikte organize edilen 'Almanya'nın Birleşmesinin 10. Yılı' konulu etkinlikte olduğu gibi geçen yıl düzenlediğimiz etkinlikler için konuşmacı olarak önemli siyasetçiler kazanılmıştır. Bahsi geçen bu etkinlik için, Almanya birleşmesini Türk bakış açısından inceleyen Başbakan yardımcısı Mesut Yılmaz kazanılabilmiştir."[176] Hemen belirtelim ki, T.C'nin eski başbakanının "kazanıldığını" belirtmek, kendini üstün gören bir yabancının sözcük sürçmesi olabilir. Türk politikacı da bunu böyle kabul etmiş olamaz. Kuşkusuz bu yazılanlara karşı bir tepki göstermiş ya da yabancının böyle 175 a.g.e. 176 Konrad Adenauer Vakfının Türkiye'deki Faaliyetleri,
2. Uluslararası kongreler, Konrad Vakfı, Yıl 2000. Ayrıca aynı belgeden Hablemitoğlu, Necip, a.g.k. s.29.saçma yakıştırmalarına değer vermemiştir. NED'in, "demokrasi promosyonu" adını verdiği "projecf'i parasal olarak destekleyenler arasında bulunan bu Alman vakfının, yerli "işbirlik" kapsamında Türkiye'ye taşınmasında, düşünce açıklama özgürlüğü yönünden hiçbir sakınca yoktur. Çünkü Türkiye, her yabancının kendi emellerine uygun gri propagandayı sarıp sarmalayıp, sonra cilalayıp, rahatça sunabildiği bir 'açık toplum' ülkesi olmuştur. Wulf, Reichstag üyesi Roth gibilerinin T.C'nin Başkenti'nin göbeğinde, Kızılay'da megafon elde eylem çağrısı yapmasının ardından sınır dışı edilmemiş olmasını dikkate almıştır kuşkusuz. Wulf, Freulein Roth'un İstanbul'da bir de büro açtığına bakarak, dergilerde yazdıklarına boş verip, rahatça TBMM'ye gelmiş ve T.C Cumhurbaşkanı'ndan Anayasa dersi almıştır. Bu işleri yapmak Türklerin dışında her Avrupalının hakkı olduğuna göre, söylenecek fazla bir şey yok. Ne de olsa Türkiye, dünyanın en saydam, en geçirgen ve de en demokratik ülkesidir. Ancak Türk ulusunun da bu Almanların dergilerde yazdıklarını bilme hakkı vardır. Onlarla "işbirlik" yapan demokrasi vakıfçılarının da bu kişiyi tanıtırken, hiç olmazsa, birkaç satırla, onların kimliklerini ve Almanya'da yaptıklarını, halka olmasa bile en azından toplantıya katılan devlet görevlilerine iletme sorumlulukları olmalıydı.
Almanlarla anayasa (reformu) değiştirilmesi konferansı düzenleyenlerden TDV başkanı Bülent Akarcalı imzasıyla K.A. Stiftung'a gönderilen 17.02.2000 tarihli bir yazı işbirliğinin derinliğini sergiliyor: "Sayın Wulf, Anayasa kongresinin 20.000 DM'lık bir faturası elinizde bulunmaktadır. Bu fatura Türk Demokrasi Vakfı tarafından karşılanacağına dair bir ibareyle vakfımıza iletilmiş bulunmaktadır. Arkadaşlarımız bizim bütçenin negatif olduğunu ve şu anda bütçede hiç para bulunmadığına işaret ettiler. Üstelik Türkiye Projesi için üç aylık bir ödeme ertelenmiş bulunmaktadır." Yazının sonu, Rabıtaul Stiftung içindeki para-demokrasi bağının ruhsal boyutunu ortaya koyuyor: "Devlet Başkanı ve Parlamento Başkanı açılışımıza davet edildi ve ben kongreyi yöneten kişi olarak görevimizi yerine getirdiğimiz kanaatindeyim"[177] Bu yazının bulunduğu yapıtta yer alan 10.05.2001 tarihli K.A. Stiftung yazısı rabıtayı kanıksatacak türdendir: "Sayın Akarcalı, bugün öğrendiğim üzere Almanya'da 177 Ergün Poyraz, AKPapa'nın Temel içgüdüsü, s.317. bulunan merkezimizin önerimi dikkate alarak Türk Demokrasi Vakfı 2001 bütçesini 25.000 DM artırılmasını uygun bulmuştur, buna şahsen çok sevindim. Yakında bu değişikliği içeren yeni partner sözleşmesi size gönderilecektir.Sizden ayrıca Türk Demokrasi Vakfı olarak yaz dönemine kadar ve ikinci dönem içinde anlamlı toplantılar yapılmasını sağlamanızı rica etmek isterim." Rabıta-ul Stiftung mektubundaki ruhsal boyut, parayı verenle alan arasındaki derece ayrımını da sergileyecek niteliktedir. Söz konusu rica satırının hemen sonrasını okuyalım: "..çünkü Nisan hesabından görüleceği üzere Türk Demokrasi Vakfı eğitim etkinliklerine sadece 6.000 DM harcanmasına rağmen(,) maaş ve işletme gideri olarak toplam 7.000 DM harcamada bulunmuştur.Bu oran (fark) ise hiçbir kabul edilebilir bir oran (fark)değildir. Saygılarımla, Dr. Wulf Schönbohm"[178] TDV başkanının "Türkiye ihbarcılar cennetidir" diyerek rabıtaları sergileyenleri onurlandırdığını anımsanırsa, saydamlıkla gizlilik, ulusal onurla teslimiyet arasındaki sınırın başlayıp bittiği yerin karıştığı görülmektedir, karışmıştır. Oysa bu sınır tarihsel bilincin ışığında apaçıktır. Söz konusu olan, Stiftung elemanlarının evlerinde kahve sohbeti değil, Türkiye'nin başkentinde anayasa görüşmesidir. Türkiye'ye demokrasi taşıma savındaki yabancıların açık niyetlerini görmemek olanaksızdır.
TÜRKİYE VE TÜRK ULUSU YAPAYDIR
Demokrasi - özgürlük ve bilgilenme hakkı adına, ARI, Konrad Adenauer Stiftung[179] ve T.D.V'nın "işbirlik" toplantısına katılanlar, 178 Ergün Poyraz, a.g.k. s.316-317. Aynı kitapta Stiftung ve TDV arasındaki yıllık 350.000 DM tutarındaki ilişki para akış tablosuyla gösterilmekte ve yazışmalar da birçok gerçeği açıklamaktadır. 179 Alman CDU 'nun uzantısı Konrad Adenauer Vakfı'nın Türkiye şubesi 1984'te açıldı. Bu vakfın yerel yönetimlerin güçlendirilmesi projelerine ilgisi yüksektir. Alman Sosyal demokratlarının partisi SPD'ye bağlı Friedrich Ebert Vakfı 1988'de İstanbul'da şube açtı, öncelikle CHP birlikte çalıştı. FES, CHP gençlerine eğitim düzenledi. CHP üst yönetiminin uçak paralarını karşılayarak Almanya'ya konferanslara çağırdı. Alman FDP 'nin liberal vakfı Friedrich Naumann Stiftung ise 1991'de İstanbul'a yerleşti. Liberallerle, ARI-TDV gibi yerli "siviller" ile ortak çalışmalar yürütüyor. Alman Yeşiller Partisi'nin örgütü Heinrich Böll Stiftung da 1995/96'da İstanbul çalışmaya başladı. Robert Bosch Stiftung ise, 2000 yılında yerleşti İstanbul'a. (..) Bu vakıfların tümü, Alman devletinin Politik Eğitim Fonu'ndan para almaktadır. Alman Dışişleri'nin yayınlarında, ülkelerin iç siyasetlerine göze batmadan, karışmanın uygulanabilir yöntemleri verilmekte ve "diyalog programları ile yapıcı bir rol oynayacakları" açıklanmaktadır." (Tamer Stiftung'un Alman devlet kurumlarıyla ilişkilerine aldırmamış olabilirler. Ama onların, şu bilgiye değer vermeleri beklenebilirdi.. Türkiye'ye yönelik gri-propaganda, Doğu-Batı Enstitüsü'nde pişirilir. Konrad Adenauer'un Türkiye danışmanı Udo Steinbach, Doğu-Batı Enstitüsü'nde müdürlük yapmaktadır. Eski asker Steinbach, Alman devletine sadık bir görevlidir. Almanya'nın Paris Büyükelçiliği'nde askeri ateşe olarak da bulunmuştur. Buraya dek, bizi ilgilendiren bir şey yok. Ne ki, Almanya'dan baktığımızda göreceğimiz, duyacağımız ilginç sözler olacaktır. Steinbach'ın 15 Eylül 1998, saat 18.00 ile 21.00 arasında, Katolik Kilisesi örgütünün Lingen-Holthausen'deki LudwigWindthorst-Haus'da, "Die Bedeutung des Islams für Europa" başlıklı sözlü tebliği, yabancı kuruluşlarla "işbirlik" yapanların arasında hasbelkader bulunabilecek, bazı yurttaşları ilgilendirebilirdi. Bu sorumlu yurttaşlar, belki okuyacakları bu satırlarla uyanırlar. Uyanmalılar çünkü, Steinbach adlı bu görevli, konferansta şunları söyleyivermişti: "Türkiye yapaydır. Gerçekte varolan Türkiye, bir adamın, önemli bir adamın, tarihsel öneme (sahip)bir adamın dikte ettirmesiyle yaratılmış bir yapay oluşumdur. Bunu (yapan kişinin) adı Mustafa Kemal Atatürk'tür. Bu adam, tek (başına) bir devlet yaratmıştır. Ve Türkiye'nin bugünkü sorunu, işte budur. Bu adam(Mustafa Kemal), yapay olan bir devlet yaratmıştır.
Bugün, Türk cumhuriyetinin temeli olarak, Kemalizm'in iki unsuru, laiklik - dinin ve siyasetin (birbirinden) ayrılması - ve Türk ulusalcılığı, gerçekle bağdaşmamaktır. Türk devleti yeniden yapılanmaya zorlandı. Mustafa Kemal Atatürk, islam'ı bir kalemde silebilirdi (silebileceğini düşündü). Yirmi yılın sonunda (Kemalizm'in) ikilisi (bu süreç) öldü. Böylece bu olay hallolmuştu. Ama bu (Kemalizm) hiçbir şeyi değiştiremedi. Çünkü Anadolu, bin yıl içinde İslamileşmişti. Bu bir şey değiştirmedi; çünkü Türkiye, Kemalistlerin büyük Osmanlı geçmişinin bir devamıydı. Ve öteki, iyi ve güzel Türk milliyetçiliği, Ermenileri kovdu, öldürdü ve katletti. Yunanlıları mübadele etti. Fakat birçok halk grubu (etni) ve kültürler (Anadolu'da) kaldı.
Örneğin Kürtler, her nasılsa (hâlâ) yok edilemediler. "[180] Stiftung elemanına göre her şey çok açıktır. Türkiye'de ulus yapaydır. Zorlamayla bir devlet kurulmuştur. Bu konuda denebilir ki, Bacınoğlu, "Türkiye'de Alman Vakıflarının Marifetleri, Cumhuriyet, 6 Temmuz 1999.) 180 Die Bedeutung des Islams für Europa" Akademieabaden am 15. September 1998 von 18. 00-21.00 Uhr im Ludwig-Windthorst-Haus in Lingen-Holthausen (Abschrift des smitschnitts-./caf/7.de / akademie /lwh /archiv/politik/steinbach.htm ;ayrıca aynı ……………….tan Tamer Bacınoğlu, "Türkiye'de Alman Vakıflarının Marifetleri" Cumhuriyet, 6 Temmuz 1999.yabancıların bu tür düşüncelerinin varlığı bilinmektedir. Türk-Kürt uzlaşmasını savunanlar da dolaylı olarak T.C.'nin yapaylığını ileri sürüyorlardı. CIPE'nin Türkiye bürosunda
2. Direktör ve TDV kurucusu Ergun Özbudun'un derlediği belgede, bu sava şu derin açıklamayla katılınmakta: "Olan şey, Mustafa Kemal'in var olmayan farazi bir varlığı,Türk Milleti'ni ayağa kaldırarak ona hayat vermesiydi. O'nun girişmiş olduğu projenin gerçek boyutlarını bize veren ve düşüncesinin ütopyacı niteliğini ortaya çıkaran, olmayan bir şey için sanki varmış gibi çalışması ve onu var etme yolundaki kabiliyetidir."[181] Türkiye Cumhuriyeti devletinin "yapay bir ulus" yani gerçekte olmayan bir ulusa dayanılarak kurulduğu savıyla yola çıkanlar, Türkiye'yi olabildiğince kategorikleştirmeye çalışırlarken, ipin ucunu iyice kaçırmışlardır. Stiftung'larda, "Alevi-Sünni-Kemalist-Kürt-Türk" kimlik çatışmalarına uzanan tezler üretilmektedir. Almanya'da ülkemize yönelik girişimin bir parçası olarak ve "Türkiye Kürtlerinin etnik uyanışında, Almanya üs görevi görmüştür," diyerek onayladıktan sonra, "Türkiye'de 90'lı yıllarda yükselişe geçen Alevi rönesansının merkezi Almanya olmuştur," açıklamaları, "Project Democracy" ağının Batı Avrupa'dan Türkiye'ye atılmakta olan ilmiğini açıklıyor.[182 / 183] Bu arada belirtmeliyiz ki, 'Alevilik' inancına sahip yurttaşları, Avrupa kültürü içinde, ayrı bir topluluk olarak değerlendirmek ve bu yöntemle Türkleri bölme anlayışı çok yeni değildir. 'Alevi' inancının Hıristiyan inancına yakın olduğu, Protestanlığın kiliselerinin kapılarının baskı(!) altındaki yurttaşlara her zaman açık olduğu düşüncesi Almanya'dan yayılmaktadır. [184]
'Alevi' inançlı yurttaşların arasında Anadolu Rumları bulunduğu düşüncesi Yunanistan kaynaklıdır. Karamanlıların Rum olduğu üstüne bilgi yayılması da bir başka "sivil" derinliktir. Almanların sözleriyle uyanmayanlara, Prof. Udo Steinbach'ın ve Alman siyasal partileriyle ilişkili olmaları doğal olan 'stiftung' örgütlerinin, Türkiye'de devlet ile toplum arasında uçurum oluşturmak üzere "Alevilik dini" yaratılmasıyla ortaya çıkarılacak yeni bir ayrılmadan mutlu olmaları olağandır. Çünkü, Amerika'dan tetiklenip, Avrupa Birliği enstitülerinde teorileştirilen, insan haklarını azınlık 181 Ali Kazancıgil ve Ergun Özbudun'un makalelerinin Fahri Unan tarafından yapılan çevirisiden aktaran Şerif Mardin, Türkiye'de din ve Siyaset, s.65. 182 Ayşe Yıldırım / Almanya, "Almanca Alevilik dersi talebi önce kiliselerden geldi!" Aydınlık, 30 Temmuz 2000, s. 13 183 Almanya'dan Türkiye'ye uzanan Alevi örgütlenmesi ve Alman devletinin çabaları için geniş bilgi: Mehmet Demiray, Understanding The Alevi Revival: A Transnational Perspectiv, MS Tezi, The Department of Political Science and Public Administration, Bilkent Unv. Feb. 2004. 184 Mustafa Balbay, "Alevilerin sağlam duruşu..." Cumhuriyet, 6-5-2002 haklarına eviren şifre çözücülerin "devlet - Alevilik" ve "KemalizmDindarlar" çatışması örtüsü altında, doğrudan çokuluslu devlet kışkırtması peşinde olmaları da olağandır. Bu örgütlerin devlet ve karteller tarafından desteklenmeleri ve işin A.B boyutunu derinleştirmesiyse daha da olağandır.[185]
ÖZELLEŞTİRME PROPAGANDASINA VE ANAP'A DIŞ DESTEK
1999'da yapılan Stiftung ortaklı anayasa konferansını onurlandıran devlet büyükleri, bu katılımlarıyla, söz konusu ayrıştırıcı politikaları oluşturan "stiftung" etkinliklerini ulusumuz gözünde meşrulaştırmışlardır. Bunun adına "demokratik işbirlik" ya da "saydamlık" deniliyor olabilir. Benzeri etkinlikler, Amerika'da ya da Almanya'da, bırakınız konferansı, küçük bir toplantı düzeyinde gerçekleştirilse ne olur? Bir şey olamaz. Çünkü bu örgütlerin kendi ülkelerinde siyasal çalışma yapmaları yasaktır. Bunu anlamak için yasa karıştırmaya gerek yok. Stiftung ya da Foundation adlı örgütlerin etkinlik raporlarına bakmak yeterlidir. Bu tür incelemeyi ciddiye alacak bilim oltası peşinde koşanların, oralara dek uzanıp, kimin etnik azınlık, kimin çoğunluk olduğuna ve devletin egemenliğini güvence altına alan ceza yasalarına bir bakmalıdırlar. Demokrasi ve azınlık hakları pazarlayıcısı vakıflarla, 'think tank' denenlerle "işbirlik"[186] yapan Türk Demokrasi Vakfı'nın[187] 1991 yılında, CİPE adlı Amerikan işadamları örgütü aracılığıyla NED fonundan sağlanan 80.000 dolar destekli projesini, NED raporundan aktaralım. Ve bu parasal desteğin, 1998'de nelere yaradığını yakından görelim ve bir kez daha değerlendirme olanağını bulalım. Proje özet raporu diyor ki: "Yardımı alan: Turkish Democracy Foundation (TDV) Konu: iş ve Ekonomi Program Özeti: Türk Demokrasi Vakfı'nın Türkiye'de 185 Bu konu ve Batı'nın Islama ve inanç özgürlüğüne sahip çıkma taktiklerinin altındaki ırkçı-dağıtıcı yaklaşımın özü için bk. "İslam için bk. Tamer Bacınoğlu, "Der Fail Türkei in deı deutschen Publizistik. Ein Feinbild besonderer art" ya da İngilizce çeviri: "The makıng of Turkish Bogeyman, A unique Case of Mispresentation in German Journalism" Graphis Yayınları, İst. 1998 ve Tamer Bacınoğlu, Modern Alman Oryantami Alman Yayıncılığının Türkiye Tablosu, ASAM yayınlan, Ankara, 2001 " 186 "işbirlik" nitelemesi, TDV'nin etkinliklerini tanıttığı Web-sitesindeki "işbirlikler" başlığından aynen alınmıştır. (M.Y) 187 TDV, 1987 yılında Ankara'da kuruldu. "Yönetim Kurulu: Ergun Özbudun (CIPE, temsilcisi, NED Journal of Democracy Yayın Kurulu üyesi), Bülent Akarcalı Nurten Tahta, Mehmet Cavit Kavak, Cem Kozlu, Işın Çelebi, Üstün Ergüder (Boun TESEV), Mehmet N. Gök, Erdal Türkan. 1995'de üye sayısı: 65. 1994 yılı bütçesi: 15 000.000 TL. Dış ülkelerde temas kuruluşları: Konrad Adenauer Foundation, Projection Education on Democracy" NonGovermental Organizations Guide, s.80, st.2. özelleştirme ile ilgili 18 aylık programının desteklenmesi." Aynı raporda, Türk Demokrasi Vakfı'na ek olarak verilen 26.100 doların proje gerekçesi daha da açık: "İki kitabın ve dört aylık bültenin dört sayısının yayımını desteklemek." Biraz hesap yapmaya değer. 80.000 artı 26.100 eder 106.100 dolar. Sanırsınız ki, ANAP üyelerinin kurduğu vakıf parasızlıktan kırılıyor. ANAP'ı destekleyen, Özalizme bağlı, hali vakti yerinde onca yurttaş dururken, sen kalk ellerin adamlarından, dahası ellerin devletinin kasasından bu denli küçük bir destek al. ANAP destekçisi işadamlarımızdan ve yurttaşlarımızdan istenseydi, bu para elbette bulunabilir ve ellere muhtaç olunmazdı. Gerekçesi anlaşılmaz, çetrefilli bir iş. Bir yanda papatyalardan günümüze uzanan "zengini seven" zihniyet, bir yanda da hepsi hepsi yüz -altı- bin -yüz ABD doları! Günahlarını almamak gerek. Vakıf, elektronik ağ (internet) açılımında belirttiği sözcükle bu tür "işbirlik" masraflarını Amerikan kuruluşlarından yalnızca başlangıçta almış olabilir ve işler rayına oturunca kendi kaynaklarına dönmüş de olabilir. Vakfın bu tutumu, şunca akıllı, becerikli adamlardan kurulu, Özal gibi bir "deha" önderin elleriyle özene bezene örgütlenmiş bir siyasal partiye yakışmıyor doğrusu. Ne ki, partinin de aşağı kalır yanı yok. ABD muhafazakârlarının, yani yabancı bir devletin siyasal örgütü IRI, vakıfla kurduğu "işbirlik" işlerine Anavatan Partisi'ni de katmış. IRI'nin 2000 yılı faaliyet raporunda aynen şöyle deniliyor: "IRI, Türkiye'nin Anavatan Partisi'ne, ilk kez yapmakta olduğu, Nisan 1999 seçimleri için aday belirleme işlerinin esasını oluşturan çalışmalarda yardımcı oldu." "Olacak iş mi bu?" denilemez, çağ-atlatıcı bir dünya önderinin ardılları, seçimlerde aday belirleme işini pek çağdaş bulmamış ya da liderlerini aşmak inancını içlerinde o denli büyütmüş olmalılar ki, bir yabancı devletin siyasal örgütünden "Acaba ne etsek de, milletvekili adaylarını doğru dürüst seçsek. En iyisi bu işi Amerikalılara soralım," diye düşünmüş olabilirler. Bu aşamada, aynanın öteki yüzünde görüneni yansıtmak gerekiyor. Yabancının emellerine hizmet eden askeri darbeler sonrasında, bir ülkenin yurttaşları, siyasal örgütleri, aydınları budandıkça varılacak nokta, -siyasal yaşamın boşluğu kaldırmayacağı kuralına uygun olarak- yabancılar tarafından doldurulur. Ve onlarla işbirliği yapanların da katkısıyla tarihsel birikim, hem siyasal hem de kültürel yönden yıkılır. Bu yıkım, yukarıda örneklerini gördüğümüz türden uluslararası dayanışmalarla daha da etkin oluyor. Ne ki, onları tanımadan önce Rabıtat-ül Stiftung işlerinin, hükümetlerin, medyanın, başbakanın, bakanların desteğine karşın T.C adaleti karşısında düştükleri durumu özetleyelim:Bergama Altın Dosyası kitabı nedeniyle Konrad Adenauer Stiftun'un açtığı dava 8 Ekim 2002'de, Friedrich Ebert Stiftung'un açtığı dava 1 Mayıs 2003'de, Heinrich Böll Stiftung'un açtığı dava 4 Aralık 2003'de karara bağlanmış ve Necip Hablemitoğlu lehinde sonuçlanmıştır.[188] 188 Dava karar kopyaları için bknz. Ekler
IRI - ARI - SOROS VE LİSELİ GENÇLİK ÖRGÜTLENMESİ
"Senaryonun bütününü görmeden içinde olma oğlum."[189] 12 Mayıs 2001 İstanbul Princess Hotel'deki konuşmacı, T.C'nin devlet düzeninin iflasını salondaki gençlere şu sözlerle bildiriyordu: "Siz gençler Ankara'yı tamamen unutun. Bu sistem iflas etti. (..) Ankara'dakilerin sizden korkmalarının bir sebebi de, eğer siz meydanlarda yürürseniz hükümet üç günde düşer. İşçi ve memur haklarını satın alıyor. Ama sizin istediğiniz geleceğiniz.. (..)"Eğitim ve münazara enstitüsü kurmak istiyoruz. Bu iki enstitümüzün hedefi artık üniversiteler değil, liseler olacaktır.(..) Derviş'in belirttiği ekonomik değil, siyasi bir tespitti. Sübjektif hukuk devleti anlayışı olan Yılmaz, Ecevit ve Demirel anlayışının geçersiz olduğunu sizler biliyorsunuz. Artık objektif hukuk devleti anlayışının zamanı geldi. (..) Sizlere güvenerek, eski unsurların tasfiyesi için çalışmalarımıza başlıyoruz."[190] Böyle diyordu, ARI Hareketi (Derneği)'nin Başkanı Kemal Köprülü. Türkiye'nin meclisteki siyasal partileri neredeyse emir üzerine yasa değiştirirken, ARI Başkanı, gençleri eyleme çağırıyordu. 500 genç, Amerikan Cumhuriyetçi Parti'nin uzantısı "project democracy"nin dört ana örgütünden bir olan IRI (International Republican Institute) tarafından tasarımlanan liderlik projesi kapsamında, iki yıl süren çalışmanın sonunda, Akşam Gazetesi'nin de desteğiyle, Princess Hotel'de toplanmışlardı. Toplantıya katılanlardan ÇYDD Başkanı Türkan Saylan da bir konuşma yapmıştı. 1999 yılında, İngiliz Mori Ltd.'in Türkiye kanadı Strateji Mori Ltd. tarafından 18 ilde gerçekleştirilen gençlik araştırmasıyla başlayan çalışmalar, daha sonra, ARI Derneği yöneticilerinin çeşitli illerdeki örgütlenme çabalarıyla ve gençlik toplantılarıyla sürdürülmüş. 189 Bu sözler, 1965-1971 arasında öğrencilik döneminde gençlik olaylarını yakından yaşamış bir mühendis babanın basına yansıyan mektubundan alınmıştır. 190 ARI Genel Başkanı Kemal Köprülü, 12 Mayıs 2001, Maslak Princess Oteli, IRI -ARI -AKŞAM Gençlik Kongresi, istanbul ARI dernekçilerinin açıklamalarından, II. Cumhuriyetçi Yeni Demokrasi Hareketi'nin ardından yepyeni liderler önderliğinde bir siyasal hareket oluşturulduğu anlaşılıyor. Hem de, Amerika'dan İsrail'e, Berlin'den Selanik'e dış ilişkileri ve devlet üst yöneticilerinden, medyaya iç desteği denk getirilmiş bir hareket. "Toplum yararına" çalışan "sivil" kuruluşların ya da Vakıflar Genel Müdürlüğü'nce denetlenen vakıfların, gençleri siyasal eyleme çağırmaları pek görülmüş şey değil. Ancak, bir siyasal hareket yapabilir bunu. Oysa ARI Derneği başkanının, düşürülmesini istediği hükümetin liderleri ve bakanları, daha iki yıl önce bu dernekçileri kutlayan iletiler yollamışlardı. O zaman kutlamaktan kendilerini alamadıkları adamlar, şimdi hükümetlerini düşürmek için eylem çağrısında bulunuyor. Bu çağrı, elbette özgürlükler, demokrasi ve şeffaflık kapsamındadır. Ulusal onur ve gurur sahibi işadamlarının, çiftçilerin, öğretmenlerin, mühendislerin, gençlerin, yaşlıların, bağımsızlığı savunan her kesimden insanın görüşlerine yer vermeyen yayın ortamı, şeffaflığı bir yana bırakıp, tek yanlı olarak ve ARI türünden örgütlerin dış ilişkileri üstüne bir bilgi vermeden, onların sesine de, görüntüsüne de çokça yer ayırmakla önemli bir katkıda bulunmaktadır. Bir derneğin üç yıl içinde nerelerden nerelere geldiğini görmek için, "project democracy" Ağı'nın sıkı örülmüş bir bölümüne bakmadan önce, geçmişin unutulup giden, cumhuriyeti değiştirme girişimini anımsamalıyız.
ANAP VE YDH ÇEVRESİNDE ARILAR
Cem Boyner ile Kemal Derviş'in Yeni Demokrasi Hareketi, sönüp gitmişti ama, onun yerini alacak bir başka hareket hem Türkiye'de hem Avrupa'da ve hem de Amerika'da kurduğu ilişkilerle neredeyse Türkiye Cumhuriyeti'nin dışişleri misyonunu yüklenmiş; genç liderler kampanyasıyla devletin geleceğini de güvenceye almıştır. Bu hareket, 1994'de oluşturuldu, 1997'de ARI Grubu (Derneği)[191] ve 1999'da ARI Hareketi (Derneği) olarak ortaya çıktı. 191 ARI Kurucuları: Ahmet Özkara (Y.K üyesi; İşadamı, Mersin), Can Fuat Gürlesel (Y.K, İst.), Haluk Hami önen (Y.K; İşadamı, İstanbul), Hayrullah Zafer Aral (Y.K; İşadamı, İstanbul), İbrahim Taşkan (Y.K; Avukat Üsküdar), Mahmut Reha Akın (Y.K; Mühendis, Bursa), Mehmet Dursun Şafak (Y.K; İstanbul), Mustafa Alagöz (İşadamı, Konya Postası Gazetesi Sahibi ve Yön. Kur. Bşk, Konya Inter Genç Holding Y.K.Bşk, 1983 ANAP Konya Merkez İlçe Başkanı, Konya Genç İşadamları Derneği Bşk,.Konya), Veysel Celal Beysel (Kimya Mühendisi, Bursa), Mehmet Zeki Kaba (işadamı, Eskişehir), Emre Ergun (işletmeci, İstanbul) 2000-2001 Y.K) Murat Bekdik (Bşk), Şerif Kaynar (Bşk. V.), Günseli Tarhan (Bşk. V.), Dr. Can Fuat Gürlesel (Genel Sekreter), Zeynep Damla Gürel, (Sayman), Emre Ergun, Ayşen Laçinel, Uzunca bir süre ANAP içinde etkinlik göstermişlerdi ama, 1999 başlarında her nedense ANAP yönetimiyle araları açıldı. [192] ARl'lar, bu ayrılıştan sonra ANAP yönetimiyle aralarındaki sınırı, Türkiye'nin 1990'a dek çok iyi yönetildiği ama, daha sonraki yıllarda ehliyetsiz ellere kaldığını ileri sürerek koymaya başladılar. Onların yolu belli ki, Özalizm yoluydu. Yeni çıkışlarını ABD'nin IRI'si ve Almanya'dan FNS (Friedrich Naumann Stiftung)'un finansmanı ve desteğiyle düzenledikleri İstanbul Konferansı ile taçlandırdılar. Yayın dünyasının, pompaladığı yeni bir misyonla Cem Boyner'in liderliğinde oluşturulan Yeni Demokrasi Hareketi (YDH-yaygın adıyla II. Cumhuriyetçi hareket) ile özdeşleştirildiler. Yeni çıkışlarını 27 Temmuz 1999'da Özalvari bir "imajla" gösterdiler. Grubun (derneğin) kurucuları arasında adı geçmeyen ama, derneğin kendi anlatımıyla, "Hareket’e geçinceye dek ARI'ların tüm etkinliklerinde başı çeken Kemal Köprülü, evinde büyük bir 'davet' verdi. Bu davete katılanlar arasında, ANAP'lı bakanlar, CHP temsilcileri, iş ve yayın dünyasının seçkinleri bulundu. Akit'den gazeteci-yazar Abdurrahman Dilipak da davetteydi. Yeni demokrasi hoşgörüsüne uygun bu toplantıyı, Kemal Köprülü, "Özal döneminin tüm eğilimlerini birleştiren" bir atmosfer olarak tanımlamıştı. ARI örgütleyicisi, hemen hemen hiç kimseyi dışarda bırakmamıştı. Türkiye tarihinde rastlamayacak bir olaydır yaşanan. Bir derneğin bu denli ünlüyü yan yana getirebilmesi azımsanacak bir başarı olamaz.[193] Mehmet Şafak, Müge Telatar. Denetleme Kurulu: Işık Boğ, Nilgün Kıdeyş, Cüneyt Kurtbay, Haluk Önen, Alp Halil Yörük. 192 Murat Sabuncu. "Dipten gelen Özal hareketi-Arı" Milliyet, 28 Temmuz 1999 193 ARI'nın davetine katılan ünlülerden bazıları: Rahmi Koç, Mustafa Koç, Ali Koç, Ahmet Özal, Besim Tibuk (Liberal Demokrat Parti Genel Başkanı), Ahmet Vefik Alp (Mimar, MHP İstanbul Belediye Başkan Adayı), Ali Talip Özdemir (ANAP eski milletvekili, eski bakanlardan, İstanbul Belediye Başkan Adayı), Bedrettin Dalan (ANAP eski yöneticilerinden, istanbul eski Belediye Başkanı), Burhan Karaçam (Yapı Kredi Bankası eski G. Mdr.), Bülent Akarcalı (ANAP Milletvekili, TDV Genel Başkanı), Can Kıraç (Koç Holding eski koordinatörü, İşadamı), Celal Bayar (Eski Cumhurbaşkanı Celal Bayar'ın torunu), Cem Boyner (Altınyıldız sahibi, Yeni Demokrasi Hareketi kurucu genel başkanı, işadamı), Cem Duna (ANAP eski yöneticilerinden, THY Eski Genel Mdr. Emekli Büyükelçi), Cemal Kutay ("Atatürk Araştırmacısı, Profesör;" (Milliyet Cemal Kutay'a profesör ve Atatürkçü unvanı vererek onurlandırmış)), Enver Ören (İHLAS Holding sahibi, Işıkçılar Tarikatının kurucusu Hilmi Işık'ın damadı), Mücahit Ören (işadamı), Hüsamettin Kavi (İSO Başkanı), İlhan Kesici (ANAP'lı eski milletvekili, Demirellerin damadı), İlhan Kılıç (Org. Hava Kuvvetleri Komutanı), Lütfullah Kayalar (ANAP'lı milletvekili, eski bakan), Osman Birsen (İMKB Başkanı), Rüştü Saraçoğlu (TCMB eski başkanı), Semahat Arsel (Koç grubu), Sezen Cumhur Önal, Şule Bucak (CHP Üyesi), Yavuz Canevi (Eski hazine Müsteşarı, Eski TCMB Başkan yardımcısı), Yayın ortamının "promotiv" yani yüceltici etkinliğiyle ARI'lar güçlenmeye başladılar. Onları övmeyen, konuk etmeyen köşe yazıcısına az rastlanır. Halka ve demokratik kitle örgütlerine değer vermeyen devlet görevlilerini, ARI'ların toplantılarında, kokteyllerinde görmemek olanaksızdır. ARI'ların dış bağlantılarına bakılırsa, içerdeki 'promosyon'un hafif kaldığı görülür. Nedenini anlayabilmek için, ARI'cıların sınır ötesi ilişkilerine, etkinliklerine göz atmak gerekiyor. ARI'cılar, 1-8 Kasım 1997'de ABD'ne uçtular ve Renaissance Foundation'a konuk oldular. Vakıf onları ABD senatörleriyle, kongre üyeleriyle, IMF, Hazine Bakanlığı, 'loby' grupları ve NGO'larla görüştürdü. Bu ilk geziden sonra, Amerika Birleşik Devletleri, ARI'lar için komşu kapısı oldu. 23-27 Şubat 1998: ARI'cılar, Amerikan Türk Cemiyetleri Topluluğu'nun konuğu oldular. Arayı soğutmadan, 30-31 Mart 1998 arasında Kuzey Yunanistan Endüstri Federasyonu ve Amerikan-Yunan Odası tarafından düzenlenen "Balkanlar" konulu 5. Selanik Forumu'na uçtular. Hemen ardından, ARI'lar, İsrail'i destekleyen en büyük örgüt AIPAC (American Israel Public Affairs Committee / Amerikan İsrail Halk İşleri Komitesi)'nin çağrısıyla yeniden ABD'ye uçtular ve örgütün konferansına katıldılar. [194] ARI'lar, artık dünyada Türkiye'yi temsile başladılar. Ürdün ve İsrail'de New Atlantic Initiative (Yeni Atlantik Girişimi)'nin düzenlediği toplantıya katıldılar. Bu arada, AIPAC ile ilgili kısa bilgi, ARI'cıların hangi güçlü örgütlerle ilişki kurduğuna iyi bir örnek olacaktır.[195]
İSRAİL DESTEKÇİSİ ÖRGÜTLERLE BİRLİKTE
AIPAC, 1951'de kurulmuştur, Bütçesi 30 milyon dolardır. Yaşar Okuyan (ANAP milletvekili, Çalışma Bakanı) ve Abdurrahman Dilipak (Akit Yazarı) 194 ABD'de Yahudi (Musevi yurttaşlarımıza bu adla anmadığımız bilinmeli) örgütlerinin başında AlPAC'ın yanısıra AJC (American Jevvish Committee), A.J. Congress (American Jevvish Congress), JINSA ve Washinton Institute for Near East (WINEP) gelir. Öteki örgütler B'Nai B'rith Anti-Defamation League (ADL), Institute for Jevvish Policy Planning and Research, Jevvish National Fund, Jevvish Study Center, Jevvish War Veterans, National Council of Jevvish Women and Hadassah, International Association of Jevvish Lavvyers and Jurists. AIPAC destekçisi Religious Action Center of Reform Judaism Direktörü Haham David Saperstein, 22 Haziran 1999'da ABD Başkanı Clinton tarafından Uluslararası Din Hürriyeti Komisyonu (The US Commission on International Religious Freedom) başkanlığına atandı. AJ C ise T.C Başbakanı R.T.Erdoğan'a Ocak 2004 ABD gezisi sırasında "Profiles in Courage ( Cesaret Karakteri)" ödülü verdi. 195 Bu örgüt NATO'nun genişleme planlarına entelektüel güç sağlamak üzere, Freedom House bünyesinde kurulmuştur. 55.000 üyesi bulunan örgüt, ABD ile İsrail Devleti ilişkilerini düzenler. 200 üniversitede stajyer öğrenci programı uygular. Bu stajlarla, 1979 ile 1996 arasında 18.000 öğrenci "yasama süreci, dış politika, siyasi işler, grass roots (örgütleme) ve siyasal liderlik konularında eğitim" görmüştür. Öğrencilerin arasından seçilenler, ABD yönetim kademelerinde çalışmaya başlarlar.[196] Bu gerçeği görebilmek için özellikle, ABD Dışişleri istihbarat ve siyasi bürolarındaki kadrolara bakmak yeterlidir. AIPAC, ABD- İsrail ticaret ilişkilerinin İsrail lehine değiştirilmesinde, ortak askeri programların gerçekleştirilmesinde önemli bir etkiye sahiptir. AIPAC, askeri yardımlarda da çok etkindir. Örneğin, 1986'da ABD Dışişleri Bakanı Shultz'un AIPAC a bizzat yazıyla başvurarak, İsrail'e yollanacak silah türleri ve yardım paketleri konusunda görüş istemesi örgütün gücünü gösteriyor. İsrail'e yapılan yardımlar, 1985'den sonra, AIPAC sayesinde, karşılıksız hale gelmiştir.[197] İsrail destekçisi örgütlerin en tepesinde yer alan ADL of B'nai Brith (ADL)'in ABD'deki örgütsel gücünün boyutu, özellikle Araplar, İsrail politikalarına muhalefet eden Yahudiler, İsrail'in çıkarlarına aykırı davranan politikacılar hakkında planlı programlı istihbarat dosyalaması ve bu istihbaratı FBI gibi iç güvenlik örgütlerine iletmesi, MOSSAD hizmeti vb. etkinliklerle derinleşmektedir. 1993 yılında polisin ADL'nin San Fransisko ve Los Angeles bürolarında yaptığı aramalarda, 950 siyasal grup ve 12.000 birey hakkında dosyalama yapıldığı saptanmıştır.[198] İlişkilerin Güney Afrika ırkçılarına dek uzandığı görülmüştür. ADL görevlisi ve aynı zamanda FBI muhbiri olan ve Güney Afrika yönetimine de çalışan Roy Bullock'a, bir zamanlar ADL bölge yöneticiliği yapmış olan Beverly Hills avukatlarından Bruce Hochman aracılığıyla 25 yıl ödeme yapıldığı ortaya çıkarılmıştı. San Fransisko polislerinden Tom Gerard'ın imha edilmesi gereken bini aşkın dosyayı Bullock'a ilettiği de soruşturma 196 Tayyar Arı, Amerika'da Siyasal Yapı Lobiler ve Dış Politika, s.247-251 197 ABD'nin israil'e yardımı son 50 yılda günde 15 milyon doları bulmaktadır. Yardımın %60'ı ABD'nin silah şirketlerine gitmektedir. Yalnızca 1997-2002 arasında Lockheed Mardtimn şirketinin kasasına giren para 5 milyar dolardır; bunun 2,5 milyarı 50 tane F-16 için, 2 milyarı yedek parça, alçak irtifa ve kızılötesi gece görüş hedef sistemleri ve çoklu roket fırlatma rampaları için ödenmiştir. Boeing israil'e Apache helikopterleri, United Technologies Blackhawk helikopteri, Raytheon şirketi patriot füzeleri, Northrop Grumman radar satarken, Exxon/Mobil jet yakıtı satmaktadır. "Jordan Green, 'Arming the Occupation: A Chronology of U.S. Military Aid and Weapons Contracts to Israel, 1995-present,' Institute for Southern Studies (Durham, North Carolina) April 4, 2002" den CAQ, Number 74 Fail 2002, s. 13. 198 Rachelle Marshall, "Spy Case Update: The Anti-Defamation League Fights Back" Washington Report on Middle East Affairs, July/August 20, 1993.dosyasında yerini almıştı. [199] Bazı Türkiye Cumhuriyeti devlet görevlilerince kimi zaman "lobi" kuruluşu ya da "Ermeni Soykırım" yasa tasarısını engelledikleri savıyla en üst düzeyde kabul gören bu örgütün casusluk etkinliği de göz önüne alınırsa "sivil" toplumcuların ne denli hoş güçlere sahip olabileceği de ortaya çıkacaktır.[200] AIPAC ve öteki İsrail destekçisi örgütler, ADL örgütünün etkinlikleri de dikkate alınırsa, ABD kongre üyeleri üstünde önemli bir baskı oluşturabilme gücünü ele geçirmişlerdir. Bu örgütle Arap ülkelerine hoşgörüyle bakan kongre üyelerinin seçimlerini bile etkilerler, İsrail aleyhinde davranan siyasal parti üyelerini yalıtırlar. Yahudi örgütleri, 1989-1990'da senatörlere, Temsilciler meclisi üyelerine 7,6 milyon dolar, 1985-1990 arasında Senato Dış İlişkiler Komitesi üyelerine 1,2 milyon dolar, yine aynı dönemde Temsilciler Meclisi Dış İlişkiler Komitesi üyelerine, 1,2 milyon dolar bağışta bulunmuşlardır. Ayrıca, Dış Operasyonlar Alt Komitesi'nin 13 üyesine 1 milyon dolar bağışlanmıştır.[201] ARI'lar, bu örgütlerle ilişki kurarken, kendi açıklamalarında sıkça belirttikleri biçimde "bilgiye dayalı politika" yürütme amaçlarına uygunluk görmüş olabilirler. Daha başka ne gibi yararlar görüldüğünün şeffaflıkla açıklanacağını ummaktan başka çare yoktur diyerek, ARI uçuşlarına dönebiliriz.
3 GÜNDE 19 TOPLANTI
Bir zamanlar, Prof. Dr. Necmettin Erbakan, "ABD gezisi verimli geçmiştir, dört günde 36 toplantı yaptık" demişti. Eski Başbakan'ın hızına şimdilik erişen yok ama yaklaşan var. ARI'ları izleyelim: ARIcılar, ABD'yi fethettikten sonra, yerinde eğitime katıldılar. 1999 yılı başında, İsrail Dışişleri Bakanlığı'ndan alınan çağrıyla, 5 Ocak 1999 ile 8 Şubat 1999 arasında MASHAV (İsrail Dışişleri Bakanlığı Uluslararası İşbirliği Merkezi)'nin düzenlediği "Hükümet Dışı Örgütler (NGO)'in Yönetimi ve Demokrasi Eğitimi" kursuna, üyeleri Mehmet Dönmez'i yolladılar. Bu kursa, Doğu Avrupa, Balkanlar, Ortadoğu ve Afrika'dan 22 kişi daha katılmıştı. ARI'lar programlarında "bilgiye dayalı dünya siyaseti" sözüyle süsledikleri amaçlarına uygun ve saydam davranıyorlardı. Türkiye 1999'da, bir kez daha erken seçime giderken, ARI dernekçileri yerel partilere hiç benzemeyen bir yöntemle işe girişti. Seçime doğru 199 Dan Evans, "Spy-guy Bullock wove web of intrigue" 777e Examiner,04/01/2002. 200 R.T.Erdoğan'ın ilginç ilişkileri için bkz. Ergün Poyraz, Patlak Ampul, 129-131. 201 Edvvard Roeder, "Pro-lsrael Groups Know Money Talks in Congress" The Washington Times, Sept. 18, 1991,s. A-7'den aktaran Tayyar Arı, a.g.k., s. 250 ilişkileri uluslararası boyutlara yükselttiler ve çağı yakaladılar. ARI Derneği, 13 Şubat 1999'da Liberal Demokrat Parti, Toplum Ekonomi Enstitüsü, Amerika'dan IRI ve Almanya'dan Friedrich Naumann Stiftung (FNS) ile yan yana geldiler ve seçim ortamında önemli bir konuyu, "Kampanya Stratejileri"ni görüştüler. Bu kampanyaya, 'yardım kampanyası' diyenler de olabilir ama, aslında konu seçim kampanyası stratejisidir. Amerikan Cumhuriyetçi Partisi ile Alman ultra-liberal örgütüyle seçim kampanyası işlerinin ilmi değerlendirmesini yapmak az şey değildir kuşkusuz. Bu toplantının ardından oluşturulan ARI Derneği, ABD'ye gitti. ACYLP (American Council of Young Political Leaders / Genç Liderler Amerika Konseyi) ile yapılan anlaşma gereği incelemelerde bulundu. Kampanya stratejilerinin görüşülmesinden sonra bir değişim yaşandı ve ARI grupluktan "Hareket’e dönüştü.[202] "Hareket"te her zaman bereket vardır. Ama, bereket için de hareket gereklidir. ARI Hareketi Derneği yöneticileri de bu hesaba uyup, soluğu yeniden Amerika'da aldılar. Kendi nitelemeleriyle, "3 gün içerisinde 19 toplantı" yaptılar. Bu hızlı toplantılar, Merve Kavakçı'nın meclise yürüyüşü kargaşasında gözlerden kaçtı. Merve Kavakçı'nın, İran'da değil de, Amerika'da yetişmiş olmasının yarattığı şaşkınlık ve az biraz tepki ortamında, ARI Derneği'nin gözlerden uzakta kalması yararlı olmuştur, denebilir. 4 Mayıs 1999 ile 8 Mayıs 1999 arasında ARIcıların Amerika eylemlerine kısaca bakıp, ülkeye katkılarının hakkını vermekte yarar var. ABD'nin Demokrat Partisi'ne ve İngiltere'nin İşçi Partisi'ne danışmanlık yapan Progressive Policy Institute (PPI / İleri Politika Enstitüsü) ile Amerika çalışmalarına başlayan ARI'cılar, Nazi sempatizanlarıyla kurdukları ilişkiyle tanınan, Cumhuriyetçi Parti yan kuruluşu aşırı tutucu Heritage Foundation, CATO Institute ve Washington Institute for Near East (W. Yakındoğu Enstitüsü)[203] ile buluştular.[204] 202 ARI ile ABD'nin uluslarası çıkarlarına uygun genç liderler örgütlemek üzere kurulmuş olan ACYLP 1997 yılında ortak çalışma anlaşması yapmıştı. 203 Amerikan Yahudilerinin İsrail ve ABD dayanışmasını geliştirmek, Ortadoğu operasyonlarına politik destek sağlamak, Ortadoğu ülkelerinde ABD-israil güvenlik stratejilerine, çıkarlarına uygun politikaları benimsetmek üzere 1985'de kuruldu. Enstitüde Türkiye'nin yakından tanıdığı eski Dışişleri istihbarat bürosu görevlisi Alan Makowsky direktörlük yapmaktadır. VVINEP, başta Turgut Özal olmak üzere birçok Türkiye büyüğünü konuk etmiştir. 204 CATO Institute, ABD'nin en büyük rafinericilerinden Koch ailesi tarafından kuruldu. Koch ailesi, özellikle yerlilerin bölgelerindeki petrol toplama işinde ölçmelerde eksik gösteren sayaçlar kullanmakla suçlandılar. Kansas VVichita'da yerleşik Koch, 1946'da ABD'nin ultra-sağcı örgütü John Birch Society'i kurmuştu. ABD Cumhuriyetçi Parti'yi büyük parlarla destekleyen ve 21 milyon dolarla kurdukları CATO ile entelektüel bir ortam yaratarak devleti yönlendirmeyi başaran Koch'lar yolsuzluk ve dolandırıcılıktan so-ruşturuldularsa da, ARI'cılar bu toplantılarda, "ABD'nin önde gelen kanaat önderleri ile Türkiye'deki seçim(in) sonuçlarını analiz ettiklerini" açıklıyorlar ama, bu Türkiye seçimlerinin analizlerinin ABD'deki örgütlerle yapılma gerekçesi bilinmiyor. ARI'cılar Türkiye'ye şekil vermeye öylesine kararlılar işte. Amerikalı "kanaat önderleri" herhalde "bundan iyisi can sağlığı, biz de şu Türkiye'de olan biteni bu arı gibi genç liderlerden öğrenebiliyoruz, ne iyi ettiler de geldiler," demişlerdir. ARI'cılar, Amerikan örgütleriyle "Güneydoğu Sorunu'nu , Türkiye-ABD ilişkilerini" ve "NATO'nun Kosova'ya müdahalesini" de görüşmüşler. ARIcılar, zamanın ABD Başkan Yardımcısı Al Gore'un siyasi danışmanı Maurice Daniel'le buluştular. Daniel, ARI'cıları, ABD seçim kampanyasının açılışına çağırıp, bir ARI'nın ABD seçim kampanyaları boyunca stajyer olarak yanlarında bulunmasını önerdi. Bu öneriyi ne yaptıklarını ARI'cıların yayınlarında göremiyoruz. ARIcılar Türkiye'deki Kürt hareketi sempatizanı Edward Kennedy ile akşam yemekte görüştüler. Kennedy ile yemekte "ARI Hareketi ve Türkiye'deki siyasi portre" yi konuşan ARIcıların hakkı nasıl ödenir bilinmez ama, onlardaki bu yetenek ve arkalarındaki bu destek varoldukça Türkiye politikacılarının fazlaca yerel kalacakları kesindir. Zaten Türkiye'deki politikacıların hangisi ya da hangileri bu denli geniş konularda görüşmeler yapabilirler ki? Oysa, dünya yeni düzeninin kuruculuğuna aday olan ARI'cılar, yakın geleceğin liderleri olduklarını kanıtlayacak engin ufuklara sahiptirler. Ufuk enginliği, IASPS (Institute for Advance Strategic and Political Studies / ileri Stratejiler ve Siyasi incelemeler Enstitüsünden Paul Michael Wihbey ile "Baku-Ceyhan boru hattı ve Ortadoğu politikaları" üzerine görüşme yaptıracak denli 'Hazar Havzası' boyutludur. YAHUDİ ÖRGÜTLERİ VE DERVİŞ[205] ARI'cılar, ABD'de Türk Dışişlerine katkıyı olanca güçleriyle artırmaya çabalamaktadırlar. "Musevi lobisinin önde gelen kuruluşları olan ve Ortadoğu Politikaları'nda Türkiye'ye verdikleri büyük destekle Cumhuriyetçiler Clinton'un yolsuzlukları ve Monica Levvensky soruşturması karşılığında Koch soruşturmasının rafa kaldırılmasını sağladılar. Koch'lar aynı zamanda, 30 milyon dolar harcayarak Council for a Sound Economy örgütünü kurdular ve "think tank" örgütlerine milyonlarca dolar yatırdılar. CATO ve öteki örgütlerle ABD'nin Margareth Teatcheri' olarak bilinen ultra-liberal Newt Gingrich'in "Conract for America" programını oluşturdular. 1994 seçimlerinde Gingrich'in seçilmesi için çalıştılar. Greg Palast, The Best Democracy Money Can Buy, s. 149-151 205 "Yahudi" sözcüğü orijinal metinlerde ve örgütlerin kendi yayınlarındaki "Jewish" karşılığında kullanılmaktadır ve bir aykırı niteleme düşünülmemiştir. Türkiye'de yurttaşlar ırklarına göre ayrımcılıkla nitelenmemekte ve inanca göre "Musevi" denildiği anımsanmalıdır. tanınan" diye niteledikleri, AIPAC, JINSA, B'nai B'rith örgütleriyle toplandılar. Büyük övünçle tanıttıkları Yahudi örgütleriyle, "Türkiye'nin İsrail ve ABD ile oluşturduğu güç birliği üzerine" konuştular. İşte bu son toplantıda sözü edilen, Musevilerin Ortadoğu'da Türkiye'ye verdiği "büyük desteğin" ve "ABD, Türkiye ve İsrail arasındaki güçbirliği"nin içeriğini merak etmemek mümkün değil. Hele bu kuruluşları yöneten Musevilerin, ABD'nin askeri kurumları ve dışişleri istihbarat görevlilerinden oluştuğu düşünülürse, bu merak daha da büyüyor. Yeri gelmişken Yahudi örgütlerinin en önemlilerinden JINSA'yı da biraz tanıyalım: JINSA (Jewish Institute for National Security Affairs / Milli Güvenlik İşleri Yahudi Enstitüsü): 1973 Arap-İsrail (Yomkipur) savaşından sonra, Washington'da kuruldu. 17.000 destekçisi bulunan JINSA, "Amerikanın savunma ve dışişleri birimlerini İsrail’in Akdeniz ve Ortadoğu'daki demokratik çıkarlarını korumaktaki önemini bildirmek" gibi bir görev üstlendiğini açıklamaktadır. Bu açıklamanın dolaylı söylemini bir yana bırakırsak, JINSA, İsrail'in Akdeniz ve Ortadoğu'da ABD çıkarlarının bir ileri karakolu olduğunun unutulmaması için ABD askeri ve diplomatik kurumlarında etkinlik gösterdiğini belirtmektedir. JINSA'nın danışma kurulunda görev yapan kişilerin kimliği bile bu işin sıradan bir düşünce yayma işini aştığını göstermektedir. Danışmanlar arasında, ABD Hava Kuvvetleri'nden 8, Deniz Kuvvetlerinden 6, Deniz Piyadelerinden 3, Kara Kuvvetlerinden 7 emekli general bulunmaktadır. Askerlerin yanı sıra ABD Dışişleri'nin eski operatörlerinden "karanlıklar prensi" sanına layık Richard Perle, Reagan'ın saldırgan politikalarının mimarlarından ve IRI kurucularından Jeanne J. Kirkpatrick ile eski istihbaratçılar yer almaktadır. Bu danışmanlara bakıldıkta, JINSA'nın İsrail'in ABD'deki savunma ve dışişleri merkezi dense yeridir. JINSA, Amerika federal hükümetinde bazen çoğunluğu sağlayıcı, bazen da çoğunluğa yakın İsrail yanlısı Musevi kökenli bakan, bakan yardımcısı ve müsteşarla yakın ilişkide bulunabilmektedir. Örneğin, 2001 yılında Savunma Bakan yardımcılığı görevine getirilen Paul Wolfowitz, İsrail ordusunun 2002'de Filistin'e girerek yıkım işine başlamasının ardından İsrail aleyhinde esen havayı dağıtmak üzere Capitol Hill'e yürüyen Amerikan Yahudilerine karşı yaptığı konuşmada "Başkan ve biz sizinle beraberiz," diyecek denli açık davranabilmiştir. Türkiye, Wolfowitz'i yakından tanımaktadır. Wolfowitz, 2001 yılında İsrail destekçisi WINEP'de yapılan "Özal'ı anma toplantısında” Kemal Derviş'le yakın arkadaşlıklarını ve Derviş'in iyi bir memur olduğunu ilan etmişti. Wolfowitz, T.C. devletinin Irak'a müdahalede ABD'ye yardımcı olması için yoğun çaba göstermiş ve hatta Koçların evinde, Kemal Derviş, Mehmet Ali Bayar gibi yeni siyasi yıldızların katıldığı özel yemeklerde buluşmuştu. JINSA, onun bu hizmetlerinden mutlu olmalı ki, onu "JINSA 2002 Jackson" ödülü törenine onur konuğu olarak çağırmıştır. Amerika'daki İsrail denebilecek olan JINSA, Security Affairs, National Security Quarterly\ Vieuupoints, Arap yayınlarının analizini yapan Middle East Media Survey gibi dergi ve gazeteleri yayınlamanın yanı sıra, The Gottesman Lecture Series monografilerini de çıkarmaktadır. JINSA her yıl, emekli ABD subaylarını İsrail'e götürür; İsrail'de Amerikan Deniz Akademisinden, Wespoint Harp Akademisi'nden ve Hava Kuvvetleri'nden öğrencilerin ve subayların eğitimlerini örgütler ve finanse eder. JINSA, Amerikan Genelkurmayı görevlileriyle Yahudi liderlerinin karşılıklı değişim programını gerçekleştirir, Milli Harb Akademilerinde ve önde gelen Milli Güvenlik topluluklarında dersler ve konferanslar düzenler. Bu örgüt, çok yüksek sayıda güvenlik uzmanına, savunma bakanlığına, devlet yönetimine, ABD Kongresi'ne, medyaya ve JINSA üyelerine istihbarat, analiz yardımı sunar. JINSA, temel olarak Amerikan-İsrail güvenlik konularında işbirliğinin her iki ülke yararına olduğunu kanıtlayacak bir program uygular. 1999 İsrail-Türkiye savuma sanayi işbirliğinden sonra JINSA ile Türkiye arasındaki ilişkiler de yoğundur. T.C Genel Kurmay II. Başkanı, Nisan 2000'de, Washington'da, JINSA yönetim kurulu üyeleriyle ve davetli gelen JİNSA üyesi Emekli ABD Generalleriyle bir toplantı yapmıştır. JİNSA danışmanları arasında bir başka ünlü de dikkat çekiyor: James Woolsey. Eski CIA başkanı (1993-95) Woolsey, aynı zamanda Kuzey Irak Kürtleri'nin içinde bulunduğu ABD güdümlü Irak muhalefet örgütünün danışmanlığını yapan Shea Gardner adlı şirkette görevlidir. 11 Eylül 2001 ikiz kule saldırısından sonra Woolsey, terör olayında Irak yönetiminin parmağı bulunduğuna dair kanıtlar aramakla görevlendirilmiş ve medyatik yanlış bilgilendirme ve yönlendirme işine başlamıştır.[206 / 207] Görüldüğü gibi JİNSA deyince, orada biraz durmak gerekiyor. Şimdi şu soru sorulabilir: ARI'cılar Türkiye'nin Ortadoğu ilişkilerini ve güvenliğini ilgilendiren hassas konuları içeren bu görüşmelerden ne ölçüde bilgilenmiştir? Görüşmeler yarı resmi örgütlerle yapıldığına göre, Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri bakanlığı, bu görüşmelerde bir 206 Michele Steinberg, "Can the Brzezinski-Wolfowitz Cabal's War Game Be Stopped?" EIR, Dec. 7, 2001. 207 ABD'nin Kuzey Irak Kürtleriyle ilişkisi kuşkusuz yeni değildir. Şah döneminde Iran ile işbirliği yapan CIA, Kuzey Irak dağlarında Kürt isyanı başlatmıltı. Irak 1975 yılında bu isyan ile uğraşırken Basra körfezine çıkış bölgesi olan Şat al Arab, iran'ın eline geçmişti. CIA Kürt isyanı için 16 milyon dolar harcamıştı. Ami Chen Mills, ag.k. s. 15 ve Philip Agee, "The Gulf Crisis and the Cold War", a letter to CAIB, Jan 1991, s.3.temsilci bulundurmuş mudur? Bu tür sorular yadırganmalı. Çünkü, yaklaşım çağ dışı ve art niyetlidir! Yeni demokratik düzende, politika oluşturma görevi "sivil" toplum örgütlerine verilmiştir. T.C devletinin en üst düzey yöneticilerinin bile "bütün umudu" sivil toplum örgütleridir. ABD "sivil" toplum örgütlerinin çoğunda, her ne kadar devlete bağlı CIA ve ordudan emeklilerle ABD Milli güvenlik danışmanları görevliyse de, bu durum, yeni değerlere uygun kabul edilmelidir. Bugüne bugün ABD, dünyayı demokratlaştırma ve buna direnen ulus devletleri ehlileştirme görevini üstlenmiştir. ABD "derin devlet" deneyimi elbette "sivil" örgütlere de geçecektir. Sivil örgüt ARI Derneği öylesine saydam davranıyor ki, raporlarında ABD'ye gidişlerinin önemini "ARI'nin 'Hareket'e geçişinden sonraki ilk Amerika seyahati olması ve 99 Genel Seçimleri'nin hemen ardından düzenlenmesi, Washington ziyaretinin en önemli iki özelliğini oluşturuyordu," diyerek belirtiyorlardı. Oysa aynı ARI dernekçileri, daha önce de Amerika'ya gitmişlerdi. Neden bu denli önemli oluyordu şu Amerika'ya, bir kez daha gitmek? Bir yandan 1999 seçimleriyle Türkiye'de Din Hürriyeti senaryosunun bir test niteliğine dönüştürüldüğü bir dönemde yapılmasının yanı sıra, ARI'cıların "grup" olmaktan çıkıp "harekete geçmeleriyle ilişkili olabilir bu önemseme. Ama, belki de bu önem, ilişki kurulan kişi ya da kurumlarla ilgilidir. ARI'cıların açıklamalarına bakalım: "Bu bağlamda, her toplantının ana teması, Arı Hareketi'nin yeni yapısı, Hareket oluş nedenleri, hedefleri ve bağlantılı olarak seçim sonuçlarının analizi şeklinde gelişti. Türkiye'de yaymak ve yerleştirmek istedikleri, 'bilgiye dayalı dünya siyaseti yapma' anlayışını anlatan Arı Hareketi üyeleri, yeni siyasi anlayış çerçevesinde Türkiye'de yaşanan siyasi tıkanıklığı giderme konusunda ürettikleri çözüm Önerileri hakkında bilgi verdiler." ARI dernekçilerinin yaklaşımı, son derece doğru görünüyor. Birincisi, Türkiye'de siyasi tıkanıklık olduğunu 2000 yılından önce saptıyorlar. Bir örgütün kendisini "project democracy" yapımcılarına beğendirmesinin yeterli desteği almakta ne denli önemli olduğu da ikinci bir gerçek! ARI'cıların yönetici çoğunluğu, her ne kadar Türkiye'den çıkmış görünüyorsa da, asıl kadrolarının Türkiye'den değil, uzak ülkeden çıkacağını bilincinde görünüyorlar. Tıpkı, Türkiye'den 'hicret' edenlerin bildikleri gibi. Kendilerine "genç" bir hareket demeleri, ya da geleceğin "liderleri" demeleri yanıltmasın. ARI'cılar da, her hareketin bilebildiği gibi, yönlendirilecek kuşağa yöneliyorlar.
"AÇIK TOPLUM ENSTİTÜSÜ" VE GENÇLİK ÖRGÜTÜ
Türk gençliğinin örgütlenme deneyi, siyasi katılım deneyi olmadığından mı, yoksa Türk gençliğinin 'globelleşme' hattına katılacak "project democracy" operasyonunda başı çekecek etkin bir güç olarak yetiştirilmesi gerektiğinden mi yapılmaktadır sorusunun yanıtını ve IRI projeleri kapsamında, gençliği örgütleme çabalarının Amerika ayağının önemini, kendilerinden öğrenelim: "Ana hedeflerinden biri Türkiye nüfusunun en büyük oranını oluşturan gençliğin Türk siyasetine ve ülke sorunlarına sahip çıkması olan ve bu doğrultuda bünyesindeki Genç Arı kanalı ile gençlere yönelik siyaset üretme çalışmalarını sürdüren Arı Hareketi, Amerika'da, üniversite gençliğinin ortak bir iletişim ağında birleşerek, gerek ABD bünyesindeki çeşitli lobi kuruluşu, vakıf ve siyasilerin yanında görev alıp lobicilik konusunda Türkiye'ye yeni bir soluk getireceklerine, gerekse ülkelerine dönüp Türk siyasetinde söz sahibi olarak Türkiye'nin 21. Yüzyıl siyasetine yepyeni bir boyut kazandıracaklarına inanmaktadır." İlginç olan, Amerika'da okumaya giden Türk gençlerinin Amerika'da hangi siyasilerin yanında yer almaları gerektiğini de açıklamalarıdır. Önemli olan 'lobici' Türk gençlerin IRl'nin yanında mı, yoksa NDI'nin yanında mı çalışacakları, yoksa her ikisinde de mi yer alacaklarıdır. Zaten TÜSİAD bile bu gerçeği kavramış, 2002 yılında Türk gençlerinin ABD senatörlerinin yanında staj görmesi için burs vereceğini ilan etmiştir. ARI'cılar işini biliyorlar ve Georgetown Üniversitesi'nde toplanıyorlar. 'Georgetown' denince, orada durmakta yarar var. RAND raportörü, eski CIA'cı Fuller'in yakın dostu Sabri Sayarı, "Turkish Studies" merkezini burada kurmuştu.[208] Ayrıca, tüm doğu ülkelerinin, bu arada elbette Türkiye'nin devlet-din ilişkisini çatışma boyutunda inceleyen, yönlendiren John Lee Esposito'nun kurmuş olduğu CMCU da bu devlet üniversitesindedir. Georgetown'da Esposito'nun düzenlediği konferanslarda, Merve (Kavakçı) Yıldırım'ı, T.C rejimi muhalifi Wilfred Murad Hoffman ile Nurcuları konuk ettiğini ve Nisan 2001'de de Fethullah Gülen için özel ve 208 The Institute of Turkish Studies: Yönetim Kurulu: Baki ilkin (VVashinton Belci, Onursal Başkan), Donald Quateert (Yk Bşk.; Binghamton U. Prof. Tarih), Kathleen R.F. Burrill (Sayman; Columbia U. Director Turkish Studies Center), Richard Barkley ( Eski Ankara B.elçi-1994, Key Officer: Almanya -1972-1974, 1988-1990, Güney Afrika-1985-1988), Ahmet Ertegün (Atlantic Records Corporation-Sahip ve Bşk.), Halil İnalcık (Bil-kent U. ; The Unv. of Chicago; Bk. d.n U Mumcu), Bemard Levvis (Princeton U. Prof. Yakın Doğu Tarihi), Heath W. Lovvry (Princeton U. Yakındoğu Araştırmaları Bşk), Seymour J. Rubin (USAID ve Int. Soop. Adm. Genel Danışman, American Society of Int. Law- Uluslararası Danışman ve eski Bşk.Yrd.; CFR üyesi), Paul Wolfowitz (John Hopkins U. Nitze School of Advanced Int. Studies-eski dekan; Endonezya-Büyükelçi; Savunma Bakan Yrd. (2001 GW Bush dönemi) Tümü için bk. Ek 17. özgün bir konferansta ClA'nın deneyimli ustalarının yanı sıra Fransa'dan ve Amerika'dan ne denli Nurculuk uzmanlarını bir araya toplandığını, Merve (Kavakçı) Yıldırım'ın da bir konuşma yaptığı ve Erbakan için "O bizim başkumandanımızdır" toplantıda, Necmettin Erbakan'ın tanıtıldığını anımsatalım. Bu konuya sonraki bölümlerde özel bir önem vererek döneceğiz. Georgetown Üniversitesi'nde gençleri toplayan ARI dernekçileri, niyetlerini şu sözlerle açıklıyorlardı: "Bu nedenle ABD'deki Türk öğrencilerin lobi gücüne büyük önem veren Arı, her ziyaretinde buradaki öğrenciler ile toplantı yaparak görüş alışverişinde bulunmaya ve geleceğe yönelik projeler üzerinde konuşmaya özen göstermektedir." Ne demek lobi gücü? Türkiye'de ana-babalar, bin bir güçlüğe göğüs gererek çocuklarını yabancı ülkeye eğitime değil de, Amerikan tipi göz boyama siyasetçiliğine soyunsunlar diye mi göndermişlerdi? Onların, "Lobi" adı altında, bir başka devletin siyasetçileriyle içli dışlı olmalarını mı düşünmüşlerdi? Elbette böyle düşünmüş olan bir, iki ana-baba olabilir. Ama, o tür ana-babalar, zaten kendileri bu işlerin içinde değiller midir? Ailelerinin gözbebeği gençler, işi gücü bırakacaklar, "Amerikan-İsrail-Türkiye" güç birliği, ya da "petrol boru hatları" alanlarında "faaliyet" gösterecekler.
ABD-İSRAİL ÇIKARLARINA VE IRAK İŞGALİNE UYUM
Bu gelişmelere bakıldıktan sonra, vatan-ulus önceliğini savunan eski takıntılar ne denli yersiz görünüyor. ARI'cılar bu yersizliği göstermek istercesine, gezilerini sürdürdüler; olumlu sonuçlar da aldılar. WINEP'in uzmanı Alan Makowsky'yi, 8 Haziran 1999da, sıcağı sıcağına İstanbul'da konuk ettiler.[209] Alan Makowsky, uzun yıllar ABD Dışişleri Bakanlığı İstihbarat 209 WINEP (Washington Institute for Near East Policy): İsrail'in ve ABD'nin Ortadoğu girişimlerine siyasal ve düşünsel taban oluşturmak üzere kuruldu. T.C. yöneticileri bu örgüte sık sık konuk olur. VVINEP'in bir ayağı İstanbul'dan eksik olmaz. VVINEP her yıl Özal'ı anar ve onun Ortadoğu'da uyguladığı "aktif politikayı yad eder. A. Makovsky, ABD ordusunun Ortadoğu eylemlerinde danışmanlık görevi yapmıştır. İstanbullu Musevi, istihbarat görevlisi, Kürt destekçisi Henry Barkey (Fuller ile Apo'yu görmek üzere italya yollarına düşmüştü) de etkindir Henry Barkey evinde siyasal yaşamımızın değişen dinci siyasetçilerini konuk etmiş, ABD Deniz (Kuv.) Kulübünde, ABD'deki Nurculuk uzmanlarını, Sabancı Ü. öğretim üyesini, RAND danışmanı Sabri Sayan'yi yemekte buluşturmuştu. VVINEP Türkiye Araştırmaları Bölümü'nün başına 2003 yılında Soner Çağaptay getirildi. Danışmanlığa ise eski Ankara Büyükelçisi Mark Parris getirildi VVINEP 2001-2004 döneminde eğitim konukları arasında Türkiye'den Albay, Yarbay, Yüzbaşı rütbesinde subaylar, Güvenlik görevlisi, Bilkent Üniversitesi'nden Dr. Duygu Sezer bulunuyordu. ve Araştırma Bürosu'nda, Güney Avrupa Yakındoğu şefi olarak çalışmış, Körfez savaşı sırasında ABD ordusuna siyasi danışmanlık yapmıştı. Daha sonra WINEP'de Türkiye masasının başına getirilen Makowsky, Türkiye ile ilgili konularda olağanüstü çalıştı. Türkiye'den başbakanları, bakanları, WINEP'de konuk edip konuşma yapmalarını sağladı. İşte böylesine becerikli bir uzman olan Makovsky, ARI'ların "kanaat önderleri" sınıfına giren cinstendi. Ne ki, Makowsky'den, bağımsız bir bilimci tavrıyla, Türkiye-Ortadoğu, Türkiye-ABD ilişkilerini inceleyip, makaleler yazması beklenemezdi. Onun işi, görevlisi olduğu devletin milli çıkarlarına uygun işler yapmaktı. Makowsky ile gerçekleştirilen ön görüşmenin ardından, ARl'ların ilk büyük konferansı İstanbul'da, The Marmara Oteli'nde başladı. "Doğu Akdeniz'de Güvenlik ve işbirliği Konferansı'nı BESA (Begin Sedat Stratejik Araştırmalar Merkezi) ve Almanya'dan FSN (Friedrich Naumann Stfitung) ile birlikte düzenlediler. ARI'nın hareketi böylece, yetkililer katında tam bir kabul görme onurunu elde etti. Başbakan Ecevit, Başbakan yardımcısı Devlet Bahçeli, Milli Savunma Bakanı Sabahattin Çakmakoğlu, Dışişleri Bakanı İsmail Cem İpekçi, İçişleri bakanı Sadettin Tantan, Devlet Bakanı Şükrü Sina Gürel birer telgraf yolladılar. ABD Başkonsolosu ve İsrail Başkonsolosu da toplantıda konuştular. Konferansın finansmanını, Amerikan örgütü IRI, Alman örgütü FNS ve Cerrahoğlu karşılamıştı. [210] Ev sahibi ARI Derneği'nin koordinatörü Kemal Köprülü, "Batı ile, özellikle Amerika Birleşik Devletleri ile bağlantılı istikrar sağlayıcı faktörler olarak Türkiye ve İsrail’in bölgedeki rolü gerçekten büyük önem taşımaktadır," diyerek, ABD'nin belirleyici önderliğini ve Ortadoğu'da Türkiye'ye düşen rolü vurguladı. Köprülü, "..bu konferansı düzenlemekteki temel amacımız; bölgedeki sorunların irdelenmesini sağlamak ve dünyadaki siyasi şekillenmelere Türkiye adına katkıda bulunmak olacaktır," diye ekleyerek, ARI'cıların Türk dış politikasındaki önemini de ortaya koydu. WINEP'den Alan Makowsky konuşmasında, Özal'ı derin bir saygıyla andı. [211] İster 'demokrat' ister 'Cumhuriyetçi' her ABD'li görevlinin teslim ettiği gibi, Makowsky'e göre de, Türkiye'nin dış politikasında etkinlik, Özal ile başlamıştır. Körfez savaşının ABD 210 Zehra Güngör, Milliyet. 15 Haziran 1999 211 Özal'ın Amerikan örgütleri ile ilişkileri iyidir. Osman Cengiz Çandar, ABD'de iş bulabilmek için Özal'a başvurduğunu açıklar: "özal'dan bir telefon gelir: "Yüzümü kızartarak sizden bir talepte bulunmak istiyorum. Amerika'da çok prestijli durumdasınız. "Hamil’i kart yakînimdir" gibi bir araştırma veya 'think thank' kuruluşuna tavsiye mektubu yazarsanız onun açamayacağı kapı yoktur' dedim. O da 'Ben sana benimle çalışmanı önerecektim' dedi. " Fakat Çandar, Özal danışmanlığından aldığı para ile geçinemediğinden bir süre sonra basına tekrar dönmek ister." Cemal A. Kalyoncu "Kod adı Osman Öğretmen" Aksiyon 2 Aralık 2000, Sayı: 313ordu danışmanı istihbaratçı Makovsky, Türkiye'yi komşularına, özellikle Irak'a karşı kışkırttı. Makovsky'ye göre Türkiye, her zaman ve her daim ABD ve İsrail'in yandaşı olmalıdır. Çünkü, Türkiye'nin kimi komşularında kitle imha silahları vardır ve bunlar Türkiye için tehdittir. Doğal olarak "Peki, İsrail'deki kitle imha silahlarının ve Ortadoğu'nun en büyük, en modern araçlarla donatılmış İsrail ordusunun durumu nedir?" diye soran olmayacaktır. Vakıf-Institutethink tank-hareket(derneği) eliyle yürütülen konferans buluşmalarının gizi işte buradadır. Yabancılar gelecektir, ABD Milli Güvenlik Komitesi'nin onayından geçirilmiş tehdit değerlendirilmesine dayalı yönlendirmeyle Türkiye'yi "aktif olmak için ikna edeceklerdir. Tıpkı Özallı yıllarda olduğu gibi. Konferansta kimse de kalkıp, "Türkiye'nin komşuları, Türkiye'yi nasıl tehdit ediyorlar? Bu 'aktiflik' dediğiniz hangi petrol işine bağlanıyor?" diye sormamıştır da! Böyle soruların gereği de yoktur. Sonra bir başkası kalkar ve "Irak, ABD'yi tehdit etmiş miydi?" diye soruverir. Belki de bir başka acı soru daha yöneltirdi bu art niyetli kişi: "Irak'ın silahlanmasında kimin payı var?" Daha bir başka münafık da, "Bir koyup üç alalım dedik, nerede üç? Nerede Özal ve aktifliğin sonu? Bölge istikrarı illaki, ABD ve Avrupa petrol kartellerinin ve İsrail'in egemenliğine mi bağlı?" diye de sorulabilirdi. Ne ki, bunları sormak için birazcık "milli" ve çokça da "Yurtta barış, dünyada barış" ilkesini içtenlikle savunuyor olmak gerekiyor. İyi de, böylelerini bu tür toplantılara kabul ederler mi dersiniz?
"STİFTUNG "DAN ABD-İSRAİL GÜVENLİĞİ VE RİCHARD PERLE
Bu konferansın "Project Democracy" ile doğrudan ilişkisini anlayabilmek için düzenleyicilerden, Alman FNS'un Türkiye temsilcisi Dr. Wilhelm Hummen'e kulak vermek gerekiyor. Temsilci öncelikle, 'Stiftung'un 16 ülkede "faaliyet" gösterdiğini belirtti. Onun derdi, Ortadoğu'dan çok, Türkiye'ye demokrasiyi öğretmek. Bunun ardından da, Türkiye'ye demokrasiyi yerleştirmektir. Bunu sağlayacak olan da liberallerdir, kendi deyimleriyle, "Bireycilik ve politik tolerans." Stiftung sözcüsü Hummen, Türklere her ne olursa olsun liberalliği de, demokrasiyi de, öğretmeye kararlıdır. Hummen çok açık sözlü: "Seminerler ve çeşitli çalışmalarla Türkiye'de liberal düşünceyi tanıtmayı ve yerleştirmeyi amaçlıyoruz. Türkiye'de özellikle Liberal Demokrat Parti, Arı Hareketi ve genç girişimcilerle ortak çalışmalar yapıyoruz. Amacımız, Türkiye'de etkin bir sivil toplum örgütü yaratabilmek; çünkü sivil toplum bütün alternatifler içerisinde en iyisidir." Ne denebilir ki?! Türkiye'ye demokrasiyi yerleştirme görevi, Türklerin becerebileceği bir iş sayılmıyor olmalıydı ki, elin adamı geliyor; "sivil toplum örgütü eğitimi" adı altındaki "atölye" çalışmalarıyla, "etkin bir sivil toplum örgütü yaratmayı" hedeflediğini açıkça ve övünçle söylüyor. Bu çalışmaların suyunun kaynağı da, NED oluyor. NED kaynaklarından beslenen IRI'lerin açtığı alanda, "kanaat önderleri"nin çizdiği rotada, İsrail kurslarının eğiticiliğinde, şu Türklere her bir şey öğretilecektir. Alman temsilci, hızını alamıyor "Bu noktada; gerek Friedrich Naumann Vakfı, gerekse Arı Hareketi, Türkiye'deki liberal düşüncenin köşe taşları olacaktır," sözleriyle demokrasi projesinin taşlarını yerli yerine oturtmaya çalışacaktır. ARI ve İsrail destekçisi örgütlerin ortak konferansında, oturum başkanlığını Alarko Holding Yönetim Kurulu Başkanı İshak Alaton'un yaptığı "Doğu Akdeniz'de Bölgesel Güvenlik" paneli daha da ilginçtir. Panelin "Stratejik Konular" başlığı bölümünde konuşan AEI (Amerika Girişimciler Enstitüsünden eski operatör Richard Perle[212], ABD, İsrail ve Türkiye ilişkilerine değindi. Karanlıklar prensi olarak ünlenen Perle, tam bir yönlendirme ustası olduğunu gösteriyordu: "Doğu Akdeniz'de güvenlik ' konusunda Türkiye-İsrail ve ABD'nin inisiyatifinden bahsedildiği zaman, her üç ülkede de hükümetler demokrasi ile yönetiliyor ve yöneticiler halk tarafından seçiliyor. Her üç ülkede de kanun hakim. Her üç ülkede serbest piyasa ekonomisi uygulanıyor. Bu üç ülkenin demokratik toplumlar savaş çıkarmaz ve şiddet yanlısı değildir. Türkiye, İsrail ve ABD, terörizmden etkilenen ülkeler olarak ortak çalışarak, harekete geçilmesi gereken yerlerde birbirlerine destek vereceklerdir. " "Karanlıklar prensi" sanına uygun işler yapan Perle, 2002 Eylülünde bu üstün öngörüsünü öyle bir kerteye ulaştıracaktır ki, Irak'ta 11 Eylül 2001 saldırısını gerçekleştirenlerin Irak devlet başkanı ile görüştüğünü kanıtlamak için çırpınıp duracaktır. Ne ki, bu işlerin bir de öncesi vardı. Anımsatalım ki, "sivil" panel adı altında yapılan propagandanın geçmişi biraz da olsun aydınlansın. Richard Perle'nin İsrail desteği yalnızca ARI'cıların paneline 212 Richard Perle: George Soros'un önemli adamlarından Paul Reichmann, önceleri Olympia-York noteridir. Macaristan doğumlu bir Musevi olan Reichmann, Soros'un gayrimenkul fonu, Quantum Realty'nın ortağı ve aynı zamanda İngiliz-Kanada yayın grubu "Hollinger" şirketinin yönetim kurulu üyesidir. Henry Kissinger ve ingiltere Dışişleri eski Bakanı Lord Carrington da, Hollinger'ın yönetim kurulu üyeleridir. Lord Carrington, aynı anda, Kissinger Associates (New York)'in de, yönetim kurulu üyesidir. Hollinger, Kanada'da London Daily Telegraph ile israil'de yayınlanan Jerusalem Post gazetelerinin sahibidir. Bu gazeteler, İsrail'in bölgesel egemenlik politikalarını destekleyen yayınlar yapar. Hollinger'in bir başka ünlü yöneticisi de, Richard Perle'dir. Deneyimli istihbaratçı Perle, 2001 yılında, Pentagon'da Savunma Politikası Yönetimi (Defence Policy Board )'nde görevlendirilmiş ve Irak yönetimine karşı müdahaleyi onaylatmak üzere propagandayı yönetmektedir.. özgü bir "düşünce" ya da "beyin fırtınası"ndan ibaret olamazdı. [213] Perle'nin İstanbul'a dek gelerek, ABD-İsrail-Türkiye koalisyonu lehinde ikna edici konuşma yapması da rastlantı olamaz kuşkusuz. Çünkü ustalar, işi rasgele, salt "think" ve "tank" olsun diye ele almazlar. Richard Perle, ARI'cılara konuk olmadan 3 yıl önce, 8 Temmuz 1996'da İsrail Başbakanı Benjamin Netenyahu'ya, yeni bir politika öneren yazılı bir belge sunmuştu. Bu belgeye göre İsrail, barışa gitmeli ama, karşılığında toprak almalı, böylece Gazze'nin tümüne el koymalı ve daha sonra Saddam Hüseyin rejimini yıkmalıydı. Bu amaca ulaşmak için Suriye, Lübnan, Arabistan ve İran'da düzensizlik yaratmalıydı. EIR'e göre, bu belge, Washington, DC'de, IASPS (Advance Strategic and Political Studies / İleri Stratejik ve Siyasi Araştırmalar) tarafından hazırlanmıştı. "A Clean Break: A New Strategy for Securing The Realm (Temiz Bir Ara: Egemenlik Alanının Güvencesi için Yeni Bir Strateji) " adını taşıyan belgenin altında, Perle ile birlikte, şimdilerde Savunma Bakan Yardımcısı olan Dışişleri'nin silah denetim görüşmecisi Bakan Yardımcısı John Bolton'un ve "project democracy"nin ünlü destekçisi Hudson Institute Ortadoğu Siyaseti yöneticisi Meyrav Wurmser'in imzası vardı. [214] Anımsanacaktır, ARI, ABD'de 3 günde 19 toplantı yaparken IASPS ile "Baku-Ceyhan Boru Hattı"nı ve "Hazar Havzası'nı görüşmüştü. Anlaşılıyor ki, "Doğu Akdeniz Güvenliği" salt Akdeniz'in Lübnan, İsrail sınırlarıyla ilgili değildi, güvenliğin ucu Hazar'a dek uzanıyordu. Her neyse, yine İsrail'e barış karşılığında topraklara el koymasını öneren Richard Perle'ye dönelim. Richard Perle, Hudson Institute'ün mütevelli heyeti üyesidir. Perle, AEl'de, dış politika programında öteki Reagan dönemi memurlarından Michael Ledeen ve Jeanne J. Kirkpatrick ile birlikte çalışmaktadır.[215] Bu programın "Middle East Studies" bölümünün başkanı da David Wurmser'dir. AEI'de, Perle ve Wurmser'in yardımcısı Michael Rubin'dir. Rubin aynı zamanda İsrail destekçisi WINEP'de çalışmaktadır. AEI'den Lurie Mylroie de, bu ağ içinde ABD'nin Ortadoğu müdahalesine ortam hazırlayacak kitap yazmış ve hatta 1993'de WTC (Dünya Ticaret Merkezi)'ne yapılan bombalı saldırının arkasında Irak'ın bulunduğunu kendince kanıtlamaya çalışmıştır.[216] Ama yazılanların en önemlisi, D. Wurmser'in 213 Türkiye "sivilleri örgütlenmelerin adlarını olduğu gibi terimlerini de olduğu gibi aktarmaktadırlar. "Brain Storming" terimi de "beyin fırtınası" olarak ithal edilmiş; hatta, TRT program adı olmuştur. Bir konunun karşılıklı değerlendirilmesi, görüşülmesinden başka bir şey değildir. (MY) 214 "This Pollard Affair Nevrr Ended!" EIR, Vol. 1, No: 27 215 James A. Smith, The Idea Brokers, s.272. 216 Laurie Mylroie'nın kitabı: "Saddam Hussein's Unfinished VVar Against America (Saddam Hüseyin'in Amerika'ya Karşı Bitmeyen Savaşı)" "Tyranny's AUy: America's Failure to Defeat Saddam Hussein" kitabıdır. Kitabın önsözünü Richard Perle yazmıştı. [217 / 218] David Wurmser'in eşi Meyrav Wurmser ise, MEMRI (Middle East Media Research Institute)'yi İsrail Askeri İstihbaratı'nın eski elemanlarından Albay Yigal Carmon ile kurmuş ve anti-Arap yayınlar yapmaktadır.[219] Bayan Wurmser, aynı zamanda MEF (Middle East Forum)'de çalışmaktadır. Laurie Mylroie de MEF'de çalışır. MEF'in tanıtım sayfasında da maça olarak "Amerika'nın Ortadoğu çıkarlarını korumak" denilmektedir. Bu arada, MEF' in New York yönetim kurulunda Murat Köprülü adına rastlıyoruz. Bu ilginç ve ilginç olduğu denli "sivil" girişimlerin ve ilişkilerin, Ortadoğu'da ve Türkiye'de yol gösterici gücünü sonraya bırakalım ve ARI'ların 1999 'panel'ine dönelim. Panelde söz alan Begin-Sadat Stratejik Etüdler Merkezi (BESA)'nden Prof. Barry Rubin şu noktalara dikkat çekti: "Rusya ve ABD'nin bölgedeki rolünü iyi görmek lazım. Türkiye-İsrail yakınlaşmasının yanı sıra Amerika'nın barışa desteği de son derece önemli, ABD, Irak konusunda kredibilite kaybetmiştir. ABD-Suriye ilişkilerinde, Amerika'nın yumuşak metodu hiçbir sonuç vermemiştir. Bu konuda Türkiye'nin izlediği politika çok daha etkili olmuştur. Bölge için şu fırsatlar vardır: Radikal ülkelerin çoğu zayıf, soğuk savaş bitti ve Türkiye son 70 yılda inanılmaz bir değişim ve ilerleme gösterirken Arap ülkeleri tüm zenginliklerine karşın oldukları yerde kaldı. Belki bundan bir ders alınmıştır." İsrail'in önemli ideologlarından Rubin'e bir şey anlatmaya gerek yoktur. Onun yerli lsivil" aracılığıyla sağlanan olanakla ilettiği şudur: ABD sertleşmelidir ve bu Ortadoğu işlerini bir çırpıda bitirmelidir. Çünkü bölge ülkelerinin insanları, para pul bolluğuna karşın bir türlü adam olmayacak denli beceriksiz, akılsızdırlar. Sözlerdeki cilayı sıyırıp atarsak, Batı'nın üstün insanlarından bir ders daha almak kaçınılmaz görülüyor. Anti-Arap ve dahası, Anti- 217 Brian VVhitaker, "US think tanks give lessons in foreign policy", Guardian Unlimited World Dispatch, Monday August 19, 2002. 218 Perle Irak'a açılan savaşın mimarlarındandı. İşgalden sonra biraz geri çekildi ama ABD tarafından atanan Irak Yönetim Konseyi üyesi Ahmet Çelebi ile ilişkilerini sürdürdü. Perle Türkiye ile ilişkilerini bozmadı. 30 Eylül 2003 akşamı Ankara'da bir yemek düzenlendi. Katılımcılar: Richard Perle, Oktay Vural, Işın Çelebi, Mehmet Emin Karamehmet, İlhan Kesici, Hikmet Çetin, Recep Tayyip Erdoğan'ın danışmanı Cüneyt Zapsu. (Hürriyet, Cinnah Fısıltıları, 3-10-2003.) Bu gazete haberinde yer alamayan bir katılımcı daha vardı: ANAP eski milletvekili, eski Bakan Halil Şıvgın. 219 Biran Whitaker, "Selective Memri" Guardian Unlimited Worid Dispatch, Monday August 12, 2002.Doğu ruhu içine işlemiş Rubin'e, İngilizlerin bölgeye asker çıkarma planını, ABD ve Batı desteğinde tarihsel akışı hiçe sayıp İsrail üsdevletini kurmalarını, bu gelişmelere direnen ulusalcı Mısır yönetimini dize getirmek üzere, Mısır'ı bombalamalarını, CIA-İngiliz istihbaratının "direy Word" operasyonuyla, seçimle gelmiş İran yönetimini devirerek, ulusalcı gelişmelerin önünü kesmelerini, bölge ülkelerini esaret altına alıp, Arap prensleriyle en küçük demokratik oluşumun önüne geçilmesini kim sorabilirdi? Dahası, İsrail ve Amerika'nın koruyucu kanatları altında yetiştirilen HAMAS'ın bağımsız, laik Filistin devletinin kuruluş sürecindeki işlevini soran çıkabilir miydi? Bu soruları öne çıkaracak herhangi bir bilim adamının, sözde "think tank" toplantılarına, "global forum"a çağrılması olanaklı olamaz elbette. Böyle bir olanak yaratmak, "düşünce özgürlüğü" şampiyonlarına uymamaktadır. Onlara uyan, sözde bilimsel toplantılarda, medya kampanyalarıyla Türkiye'yi yönetenleri yönlendirmek! Bu iş için uyumlu yorumları içerden de almak. Bu uyumu iyi sergileyecek olan Ankara Üniversitesi Siyasal Bilimler Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Hasan Koni, Akdeniz jeopolitiği ve imparatorlukların etkilerini anlattığı konuşmasında şunları söyledi: "Doğu Akdeniz'de güvenlik, Karadeniz, Ege ve Doğu Akdeniz'deki güvenlikle ilgili ise, Türkiye çok önemli bir konumda, Ortadoğu ile Batı dünyası arasında ayrıca bir enerji köprüsü. Ayrıca laik rejimi ile İslami kökten dinciliğe dinamik bir alternatif oluyor. Rusya, Türkiye'yi dengeliyorsa, Türkiye de Rusya'yı dengeliyor. Kafkas ve Orta Asla ülkeleri ile olan ilişkiler ve problemlerde Rusya'nın etkisini hissetmek mümkün. Barış sürecinin gelişmesi bölgedeki ekonomik gelişme ve stabilite açısından çok önemli. Körfez Savaşı ile Türkiye yalnız olarak değil, aynı zamanda terörizmin yayılması konularında büyük zarar gördü. Körfez savaşından, Türkiye'nin tek kazancı, İsrail ile yakınlaşma ve işbirliğinin ilerlemesi oldu." Ne yazık ki, konferanslarda Türkiye'nin dışişlerinde ve önemli davalarında uzmanlaşmış bilim adamlarına yer yoktur. Ama, ne denli ünlü ABD-İsrail yönlendirme uzmanı varsa, hemen hepsi İstanbul'dadır. Doğu Akdeniz dendi mi, elbette bir Yunanlı olmazsa olmaz! ARI'ların "faaliyet" raporlarında adından söz edilmemekle, Amerikan Yunanlısı John Sitilides'e haksızlık yapılmıştır. Bu tutum Amerika'da yetişmiş, "modern" ve "moderate" ARI'cılara gerçekten yakışmamıştır.[220] 220 moderate: (Ing) Ilımlı. ABD raporlarında 'siyasal islam' örgütleri ve F.Gülen gibi kişiler için "moderate Islamic Leader" olarak kullanılmaktadır.
Star Gazete, 29 Kasım 2003