23 Mart 2015

“ABD’ye yönelik çok daha yıkıcı başka bir saldırı olabilir Talat Turhan IV


“ABD’ye yönelik çok daha yıkıcı başka bir saldırı olabilir 
Talat Turhan 
IV
Ah şu Amerikan karşıtları Salman Rüşdi Bize bunun uzun ve çirkin bir mücadele olacağını söylediler ve öyle de oldu. ABD’nin terörle savaşı ikinci safhasına girdi. Bu safhanın özellikleri X-Ray kampında esir alınan tutukluların durumları ve insani haklarıyla ABD’nin Usame bin Ladin’le Molla Ömer’i bulmaktaki başarısızlığı. Ayrıca, ABD şimdi teröristlere yataklık eden diğer ülkelere saldırmaya kalkarsa bunu tek başına yapacak. Askeri başarılarına rağmen ABD kendisini, yenmesi en az köktendinci İslam’ı yenmek kadar zor olan daha geniş tabanlı ideolojik bir düşmanın karşısında buldu: Her yerde gittikçe daha çok hissedilen Amerikan karşıtlığı. Taliban sonrası bu günler İslamcı köktendinciler için kötü günler. Bu iyi haber. Ölü ya da diri, Molla Ömer ve Usame bin Ladin başkalarını şehit olmaya sürüklerken kendileri dağa kaçan geçmişin ahlaksız savaşçıları olarak görülüyor. Ayrıca, eğer söylentilere inanırsak, Afganistan’daki terörist ağın çökertilmesi, Taliban benzeri askeri güçlerin ve istihbarat servislerinin (General Hamit Gül gibi korkunç kişilerin) Pakistan Devlet Başkanı Pervez Müşerref’e yönelik İslamcı bir suikastı önledi. Kendisi de bir melek olmayan Müşerref daha önce desteklediği Keşmirli terörist grupların liderlerini tutuklamaya da zorlandı. Bütün dünya Amerika’nın Afganistan’a müdahalesinden ders alıyor. Cihad artık geçen sonbaharda olduğu kadar ‘cool’ bir fikir değil. Terörizme destek verme zannı altında bulunan ülkeler birdenbire bazı kötü adamları yakalayarak iyi bir şeyler yapmaya çalışıyor. İran yeni Afgan hükümetini tanıdı. İslam fanatizmine diğer ülkelerden çok daha hoşgörülü yaklaşan Britanya bile ‘İslamfobi’ ile teröristlere yataklık etme arasında ayrım yapmaya başladı. ABD, Afganistan’da yapılması gerekeni başarıyla uyguladı. Fakat ne yazık ki bu başarılar ABD’ye Afganistan dışında yeni dostlar kazandırmadı. Hatta Amerikan kampanyasının başarısı dünyanın bazı bölgelerinin Amerika’dan eskisinden daha çok nefret etmesine sebep olmuş olabilir. Batı’da Afgan müdahalesini eleştirenler her adımda hatalıymış gibi gösterildikleri için kızgınlar: Hayır Amerikan güçleri Rus güçleri gibi aşağılanmadı; ve evet hava saldırıları işe yaradı; ve hayır, Kuzey ittifakı Kâbil’de insanları katletmedi; ve evet Taliban çok güçlü olduğu güney cephesinde bile düşüp parçalandı; ve hayır, teröristleri dağlardaki mağaralarından çıkarmak o kadar da zor olmadı; ve evet farklı güçler bir araya gelerek insanlar tarafından büyük destek gören yeni bir hükümet kurmakta başarılı oldu. Bu arada, Arap ve Müslüman dünyasında Amerika’yı kendi politik iktidarsızlıklarından dolayı suçlayanlar kendilerini eskisinden daha iktidarsız hissediyor. Her zaman olduğu gibi Amerikan karşıtı radikalizm Filistin meselesinden dolayı artan kızgınlıktan besleniyor ve Ortadoğu’da elde edilecek kabul edilebilir bir çözümün fanatiklerin programına her şeyden daha fazla darbe vuracağı hâlâ bir gerçek. Fakat bu çözüm ve anlaşmaya yarın da varılsa Amerikan karşıtlığı muhtemelen yok olmayacak. Çünkü bu Müslüman ülkelerin birçok hatasını -yozlaşma, iktidarsızlık, vatandaşların baskı altına alınması, ekonomik, bilimsel ve kültürel gerilik-örtmek için çok kullanışlı bir araç. Amerikan nefreti insanların dövünüp bayrak yakarak kendilerini iyi hissetmelerini sağlayan bir kimlik haline geldi. İçinde en çok arzuladığından nefret eden ve kendini küçük gören ikiyüzlülüğü barındırıyor. (‘Amerika’dan nefret ediyoruz çünkü o bizim yapamadığımız her şeyi yaptı.’) Amerika dar kafalılık, tek tipleştirme ve cehaletle suçlanıyor, onu suçlayanlar aynaya baksalar bu suçlamaların aynısını kendi yüzlerinde görecekler. Bugünlerde Amerika’yı suçlayan bu kişilerden İslam dünyasının içinde olduğu kadar dışında da var. Son beş ayda Britanya veya Avrupa’yı ziyaret etmiş ya da toplumdaki tartışmalara tanık olmuş herkes toplumun büyük kesimindeki Amerikan karşıtı hislerin derinliğinden şaşkına döner. Batılı Amerikan karşıtlığı İslami benzerinden çok daha kişisel ve çok daha hırçın. Müslüman ülkeler Amerika’nın gücünü, ‘kendini beğenmişliğini’ ve başarısını çekemiyor; fakat Amerikan karşıtı Batı’da asıl hedef Amerikalı vatandaşlar gibi görünüyor. Londra’da her gece insanların Amerikalıların tuhaflığıyla ilgili tartışmalarına tanık oldum. Bu tartışmalarda Amerika’ya yapılan saldırılar göz ardı ediliyordu. (‘Amerikalıları sadece kendi ölüleri ilgilendiriyor.’) Amerikan milliyetçiliği, Amerikalıların şişmanlığı, duygusallığı, bencilliği, tartışmaların odak noktasıydı. Şu anki düşmanlık ortamında Amerika’nın yapıcı eleştirileri göz önüne almaması çok kolay; daha da kötüsü bir süper güç olarak harekete geçip zaten kendine düşman gördüğü bir dünyanın sorunlarını göz ardı ederek kararlar alıp ağırlığını koymaya başlaması. Kamptaki esirlere yönelik tutum hayli kötü bir işaret. Dışişleri Bakanı Colin Powell’ın Cenevre Sözleşmesi’ne göre bu insanların savaş esiri olup olmadıklarının kararlaştırılmasını arzu etmesi, küresel bir baskıya bir devlet adamının vereceği doğal bir yanıt. Fakat Powell Başkan Bush ve Savunma Bakanı Donald Rumsfeld’i ikna edememişe benziyor. Bush yönetimi anlaşmaları hiçe sayan başlangıcından bu yana çok yol kat etti. Şimdi fikir birliği yapılanmasını bir kenara bırakmaması gerekiyor. Büyük güç ve büyük zenginlik belki hiçbir zaman popüler kavramlar değillerdi ama şu anda ABD’nin gücünü ve ekonomik kudretini sorumlu biçimde kullanmasına her zamankinden çok ihtiyaç var. Şimdi dünyanın geri kalanını göz ardı edip tek başına hareket etme zamanı değil. Böyle yapmak kazandıktan sonra kaybetme riskini göze almak olur. (The New York Times, 3 Ocak 2002) Durma Amerika, devam et Margaret Thatcher Milton’ın sözleri bugünün Amerika’sını mükemmel biçimde tasvir ediyor: “Tahayyülümde asil bir ülke görüyorum, uykudan uyanan güçlü bir adam gibi adeta, görünmez zincirlerini kırıyor.” 11 Eylül felaketinin ardından, dünya Amerika’nın gücünü toplamasına, müttefiklerini bir araya getirmesine, dünyanın yarısını aşarak düşmanına ve düşmanımıza karşı bir savaş başlatmasına tanık oldu. Amerika bir daha asla aynı Amerika olmayacak. Kendisine ve başkalarına dünyanın tek süper gücü olduğunu kanıtladı. Fiili ve muhtemel düşmanları karşısında bariz bir üstünlüğe sahip, modern tarihte eşi görülmemiş bir güç olduğunu gösterdi. Dolayısıyla Amerika dışındaki dünya da bir daha asla aynı olmayacak. ABD lider, lider kalacak Kuşkusuz başka yönlerden başka tehditler gelecek. Ancak teknolojik üstünlüğünü koruduğu sürece Amerika’nın başatlığına karşı bir mücadelenin başarılı olması için bir neden yok ortada. George W. Bush’un Amerikalılara hatırlattığı gibi kendinden memnun olmanın sırası değil. Amerika ve müttefikleri, hatta Batı dünyası ve değerleri hâlâ ölümcül bir tehlikeyle karşı karşıya. Bu tehdit ortadan kaldırılmalı. Şimdi de kararlı biçimde harekete geçme zamanı. Batı istihbarat servislerinin haber alma ve engelleme konusunda çektikleri güçlüklere karşın İslamcı terörle mücadelenin birçok bakımdan benzeri yok. Düşman elbette din değil, Müslümanların çoğu olanlardan üzüntü duymakta. Herhalde komünizmin erken evreleriyle paralellik kurmak çok mümkün. Bugünkü İslamcı köktendincilik tıpkı geçmişteki Bolşevik hareket gibi silahlı bir doktrin. Bağnaz, kendini bu uğurda adamış silahlı insanlarca sürdürülen saldırgan bir ideoloji. Ve komünizm gibi onu da yenilgiye uğratmak için geniş kapsamlı uzun vadeli bir stratejiye ihtiyaç var. Bu stratejinin ilk aşamasında Afganistan’daki düşmana askeri bir saldırı düzenlemek gerekiyordu. Oradaki yeni geçiş yönetiminin desteğe ihtiyacı olsa da, ABD’nin bu zalim topraklarda kendini ulus inşa etme işine kaptırmamakla doğru yaptığına inanıyorum. Bazıları bugünkü krizden alınacak dersin, başarısız ülkelerin ihmal edilmesinin terörizme neden olduğunu söyleyerek buna karşı çıkacak. Fakat bu basmakalıp bir sav. Hemen herkesin uygulanamaz gördüğü küresel bir müdahaleciliğe kadar uzanır ucu. Sosyal işleri bırak En önemli ders, Batı’nın Kaide’ye ve yatakçısı rejimlere saldırmakta geç kalmış olması. Uluslararası alandaki çabaları bir noktaya yoğunlaştırmak tercihe bağlı olduğundan dolayı ki, ABD’nin tek küresel süper askeri güç olarak enerjisini sosyal projelerden ziyade askeri alana yoğunlaştırması daha doğru. Afganistan’da sivil toplumun ve demokratik kurumların geliştirilmesinin başkalarına bırakılması da daha isabetli. Bu başkaları içinde Britanya’nın da yer almasından ötürü artık bizim de nelerin başarılıp nelerin başarılamayacağı konusunda gerçekçi olacağımızı umuyorum. Terörizme karşı savaşın ikinci aşaması, Afrika, Güneydoğu Asya ve başka yerlerde kök salmış İslamcı terör merkezlerini kapsamalı. Bu, birinci elden istihbarat, mekik diplomasisi ve sürekli bir askeri yoğunlaşma gerektirir. Üçüncü aşamada terörizme destek veren, kitle imha silahı satın alma ya da ticareti yapma peşindeki düşman devletler hedef alınmalı. İran, Suriye ve diğerleri İran ve Suriye, Usame bin Ladin’e, Taliban’a ve 11 Eylül saldırılarına keskin eleştiriler yöneltti. Yine de her iki ülke de Batılı değerlere ve Batı’nın çıkarlarına düşman. Her ikisi de etkin biçimde terörizmi destekledi. Daha kısa bir süre önce İran’ın İsrail’e yönelik şiddete silah temin ettiği ortaya çıktı. İran ayrıca nükleer savaş başlıkları ile donanabilecek uzun menzilli füzeler geliştiriyor. Libya hâlâ Batı’dan nefret etmekte ve bizden intikam almayı istemekte. Sudan ise İslam adına kendi vatandaşlarına yönelik bir soykırımı sürdürmekte. Kuzey Kore’ye gelince; Kim Jong İl rejimi her zamanki kadar akıldışı bir yönetim ve nükleer, kimyasal, biyolojik savaş başlıkları taşıyabilecek uzun menzilli balistik füzelerin dünya üzerindeki başdağıtıcısı. Tabii ki Irak Hiç kuşkusuz en namlı haydut, dün yarım bırakılmış işin yarın baş ağrıtacağının bir delili olan Saddam Hüseyin. Saddam, uymasını istediğimiz koşullara hep ayak diredi. Aslında amacı çok açık: Bizimle mücadele etmek için kitle imha silahları geliştirmek. Asıl önemli soru Saddam Hüseyin’i iktidardan edip etmemek değil, bu işin ne zaman ve nasıl yapılacağı. Yineliyorum, bu sorunu çözmek başarılı bir istihbarat çalışmasını gerektiriyor. Afganistan’da olduğu gibi iç muhalefetin seferber edilmesini gerektiriyor. Ayrıca yoğun bir kuvvet kullanımı da söz konusu olacak. ABD’nin müttefikleri, hepsinin de ötesinde Britanya, Bush’tan Irak’la ilgili kararlarında desteğini esirgememeli. 11 Eylül olayları, özgürlüğün her zaman tetikte olmayı gerektirdiğini hatırlatan korkunç olaylardı. Biz sonuçta, mesela kentlerimizi hedef alacak balistik füzelere karşı savunmasız haldeyiz. Bir füze savunma sistemi bu durumu değiştirecek. Ancak bu değişim daha da derinlere inmeli. Batı bir bütün olarak haydut devletler karşısındaki konumunu ve savunmasını güçlendirmeli. Ne mutlu ki ABD’nin bunu başarabilecek bir liderliği var. (The New York Times, 12 Şubat 2002) VIAvrupalıların Gözüyle 11 Eylül Çifte standarda alışalım! Tarık Ali Birkaç yıl önce Pakistan’a giderken, yolda eski bir generalle bölgedeki İslami militan gruplar hakkında konuşmuştum. Ona, Soğuk Savaş sırasında ABD’nin yardımını ve silahlarını seve seve kabul eden bu insanların, Amerika’ya karşı şimdi neden bu kadar öfke dolu olduğunu sordum. 1951’den beri sadakatle ABD ordusuna hizmet eden birçok Pakistanlı askerin, Washington’ın ilgisizliği karşısında kendilerini aşağılanmış hissettiklerini anlattı: “Pakistan, ABD’nin Afganistan’ın içine girmek için kullandığı prezervatifti!” dedi ve ekledi: “Biz amaca hizmet ettik, onlar bizim tuvalete atılabileceğimizi düşündü.” Eski prezervatif bir kere daha kullanılmak üzere, ama işe yarayacak mı? ‘Terörizme karşı oluşturulan yeni koalisyon’, Pakistan ordusunun desteğine ihtiyaç duyuyor, ancak ülke başkanı General Pervez Müşerref, son derece temkinli olmak zorunda. Washington’a fazla bağlılık, silahlı güçlerin bölünmesine ve Pakistan’da bir iç savaşa neden olabilir. Pakistan’da İslamiyet artık sadece toplumun desteğini görmüyor, devletin himayesine girdi. Fanatizm, Washington’ın ürünü Washington rejiminin ortodoks safsatacılarının sembolü Başbakan Tony Blair’in dışişlerindeki eski asistanı Robert Cooper rahatlıkla diyor ki: “Çifte standart fikrine alışmalıyız!” Bu sinisizmin altında yatan atasözü; düşmanlarımız suçları karşısında cezalandırılacak, dostlarımız ise suçları karşısında ödüllendirilecek. ‘Ceza’ onu uygulayanlar tarafından suçun azalmasına değil, beslenmesine neden oluyor. Körfez ve Balkan savaşları, seçici duyarlılığın ahlaki karşılıksız çekinin tıpatıp örnekleriydi. İsrail, BM’nin kararlarını hiçe sayıp ceza görmeyebilir, Türkiye Kürtleri ezebilir, Hindistan Keşmir’e eziyet edebilir, Rusya Grozni’yi yok edebilir, ancak Irak cezalandırılmalı ve Filistinliler acı çekmeye devam etmeli. Robert Cooper şöyle devam ediyor: “Postmodern ülkelere bir öğüt; hayatın bir gerçeği olarak çağdaş olmayana müdahale etmeyi kabul etmeliyiz. Bu müdahaleler problemi çözmeyebilir, ancak vicdanı rahatlatır. Ve olabileceklerin en kötüsü bu değildir.” Gel de bunu New York ve Washington’da hayatta kalanlara anlat. (The Guardian International, 15 Eylül 2001) Gelecek bombayla kurulmaz Tarık Ali Pakistan’daki askeri yönetim son üç hafta boyunca, hazırlanan felaketi önleme çabası içinde Taliban’ı Usame bin Ladin’i teslime ikna etmeye çalıştı. Fakat başaramadı. Bin Ladin, Taliban lideri Molla Ömer’in damadı olduğu için bu pek de şaşırtıcı değil aslında. Asıl merak uyandıran soru, Pakistan’ın askerlerini, resmi görevlilerini ve pilotlarını Afganistan’dan çektikten sonra, Taliban’ı bölmeyi ve kendine bağlı grupları örgütten koparmayı becerip beceremediği. Bu, askeri rejimin, ileride Kâbil’de oluşturulacak olan koalisyon hükümetinde nüfuz sahibi olabilmesi açısından kilit önemdeki amaçlarından biri olmalı. Pakistan ve Taliban arasındaki ilişkiler bu yıl pek gergindi doğrusu. Pakistan kardeşlik bağlarını perçinlemek için altı ay önce Afganistan’a dostluk maçı için bir futbol takımı gönderdi. Takımlar Kâbil stadyumuna daha ayak basar basmaz, güvenlik görevlileri sahaya girip Pakistan takımının ‘uygunsuz’ kılıklar içinde olduğunu söyledi. Afgan takımı dizin altına kadar uzanan şortlar giyerken, onlar kısa şort giymişlerdi. Belki de Pakistanlıların kımıl kımıl baldırlarının tamamı erkek olan izleyiciler arasında kargaşaya sebep olacağını düşündüler, kim bilir? Pakistan takımı tutuklandı, kafaları tıraş edildi ve stadyum ahalisi zorla Kuran’dan ayetler okurken onlar âlemin önünde kırbaçlandı. Molla Ömer’in Pakistan ordusunun kafasına kurşun sıkma yöntemi buydu işte. Taliban’ın gücü yok Kâbil ve Kandahar’ın ABD ve sadık müttefiki Britanya tarafından bombalanması, ‘Taliban eksi Pakistan grubu artı Bin Ladin’in kendisinin kurduğu Uluslararası Cihat’tan kalma Araplardan oluşan özel birliğinin savaş gücünü pek etkilemeyecektir, mesele asker sayısıysa tabii. Bu birleşik kuvvetin şimdilik 20-25 bin kıdemli savaşçıdan oluştuğu sanılıyor. Fakat Taliban son derece etkili bir biçimde kuşatıldı ve tecrit edildi. Yenilmeleri kaçınılmaz. Ülkenin iki önemli komşusu, hem Pakistan hem de İran onlara karşı. Birkaç haftadan fazla dayanmaları imkânsız. Bazı güçlerin dağlarda saklanacağını, Batı’nın tamamen çekilmesini bekleyeceğini, sonra da Roma’daki villasından çıkan seksenlik Kral Zahir Şah’ın Hotel Intercontinental’den başka yıkılmamış binanın kalmadığı Kâbil harabeliğinde kuracağı rejime saldıracağını öngörmek için ise kılavuza gerek yok. Batı’nın desteklediği Kuzey İttifakı’na gelince... Taliban kadar dindar değiller, ama başka işlerdeki sicilleri en az Taliban kadar feci. Geçen yıl eroin piyasasının büyük bölümünü ele geçirdiler. Blair’in “Bu savaş aynı zamanda uyuşturucuya karşı savaştır” iddiası alay konusu oldu böylece. Taliban’dan daha ileri oldukları düşüncesi, kargaları bile güldürür. Çünkü ilk arzuları düşmanlarından intikam almak olacaktır. Fakat bir zamanlar Batı’nın gözde ‘özgürlük savaşçısı’ olan, Beyaz Saray’da Reagan, Downing Street’te Thatcher tarafından ağırlanan Gülbeddin Hikmetyar’ın ayrılması, ittifakı biraz zayıflattı. Bu adam artık hainlere karşı Taliban’ı desteklemeyi kafasına koymuş. Evet, yerel ve bölgesel düşmanlıklar dikkate alındığında Afganistan’ı yeni bir ‘müşteri ülke’ olarak ‘elde var bir’ saymanın kolay olmadığı görülüyor. Batı bakar görmez Köşeye sıkışmış ve kendi ülkesinde yenilgiye uğramış Taliban’ın Pakistan’a yönelip, kentlerde ve sosyal yapılanmada huzursuzluğa sebep olması ihtimali de bir başka büyük endişe kaynağı. Böyle bir şey olursa, ‘zafer’ini kazanan Batı her zaman olduğu gibi gelişmeleri görmezden gelecektir. Operasyonun asıl amacına gelince... Bin Ladin’in yakalanması göründüğü kadar kolay olmayacaktır. Pamir dağlarında saklanıyor, ayrıca planlarını geçen üç hafta içinde yaptığından, pekâlâ ortadan kaybolmayı da seçebilir. Ama Batı yine zafer ilan edecek, vatandaşlarının kısa süreli hafızalarına güvenecektir. Ama durup bir de Bin Ladin’in öldürüldüğünü düşünelim. Bunun ‘terörizme karşı savaş’a ne faydası olacak acaba? Başkaları 11 Eylül saldırılarını farklı biçimlerde taklit edebilirler, daha da önemlisi odak noktasının Ortadoğu’ya kayması olacaktır. Gelelim Suudi Arabistan’a. Kraliyet ailesi içindeki hizip kavgası giderek derinleşiyor. Ölümü bekleyen Kral Fahd ve maiyeti saray içinde bir darbeden korkarak üç özel uçağa doluşup İsviçre’ye gitti. Böylece yönetimden sorumlu Veliaht Prens Abdullah ve rakibi Prens Sultan’ın arkaları zayıfladı. Suudi uzmanları Veliaht Prens’in Vahhabi mollalara yakın olduğunu söylüyor. Böyle bile olsa, öfkeli sokak gösterileriyle karşı karşıya kalacak. Tıpkı Mısır’daki Hüsnü Mübarek gibi. O da çok endişeli ve askerlerini kullandırtmayacağını söyleyerek NATO ittifakına mesafeli durmayı tercih etti. Kahire’de sokaklar öfke dolu. Bu iki ülkede halk galeyana gelirse, Washington’ın Filistin devletinin kuruluşu için bastırmaktan başka çaresi kalmayacak. Ancak 11 Eylül’ün sonuçlarını haritaya dökmek için henüz erken. (Znet, 8 Ekim 2001) Eğlencenin terörizmi bu Jean Baudrillard Prenses Diana’nın ölümünden Dünya Kupası’na kadar geçen süre içinde dünyada birçok olay oldu. Şiddet olayları ve kıyımlar... Ama dünyanın genel yapısına koşut olarak hiçbir olay gerçekleşmemişti. 1990’lı yıllarda yaşanan bu genel durgunluk boyunca adeta bir ‘olay grevi’ yaşandı. Ve bu grev sona erdi artık. New York Dünya Ticaret Merkezi’ne yapılan uçak saldırıları, şimdiye kadar görülmemiş türden bir olaydı. Tarihin ve gücün oyunu tersyüz oldu ve analizin koşulları da tabii. Hiç acele etmemek gerek şimdi. Çünkü olaylar durgunlaştıkları sürece buna karşı koymak ve onlardan daha hızlı gitmek gerekir. Onlar bize yetiştiğindeyse de yavaşlamak... Buna rağmen söylem yığınları ve savaşın karabulutları altında kalmamak, imaj bombardımanlarına tutulmamak gerekiyor. Bütün söylemler ve yorumcular, olayın dış tepkilerini dev boyutlarda ele verdiği gibi barındırdığı büyülenmeyi de ortaya çıkarıyor. Ahlaki yargılama, terörizme karşı oluşturulan kutsal birlik, bu süper dünya gücünün yıkıldığını görmenin, daha da ötesi, onun şu ya da bu biçimde kendini mahvederken, şaşaalı bir şekilde intihar ederken görmenin olağanüstü sevincine denk düşmekte. Çünkü o dayanılmaz gücüyle bütün bu yerleşik şiddeti ve haliyle (bilmeden de olsa) hepimizde yer etmiş olan bu terörist tahayyülü kışkırtan odur. Yaptılar işte Biz bu olayı hayal etmiştik, istisnasız herkes bunu hayal etmişti; çünkü bu noktada egemen olan herhangi bir gücün yıkımını kimse düşleyemiyordu, bu Batı’nın ahlaki bilinci için kabul edilemezdi; ama bu yine de bir olguydu, öyle ki bu olgu onu ortadan kaldırmak isteyen bütün söylemlerin içli şiddetiyle ölçülebiliyordu tam olarak. Sonuç olarak onlar bunu yaptılar ama bunu biz istedik. Eğer bunu gözden kaçırırsak, olay bütün simgesel boyutlarını yitirir. Bu olayı katıksız bir kaza, tamamıyla keyfi bir eylem; birkaç fanatiğin ölümcül fantazmagorisi olarak niteleyenlere göre sadece onları ortadan kaldırmak yeterli. Oysa bunun böyle olmadığını çok iyi biliyoruz. Kötülükten kurtuluşumuzun bütün kontrfobik taşkınlığı buradan ileri gelmekte, çünkü o her yerde, hazzın karanlık bir nesnesi gibi. Bu sıkı suç ortaklığı olmasaydı, olay bugünkü yankılarına ulaşamazdı bile ve kendi simgesel stratejileri içinde teröristler bu iğrenç suç ortaklığına güvenebileceklerini çok iyi biliyorlar. Dünya Ticaret Merkezi ikiz kulelerinin yıkılması tahayyül edilemez bir şey, ama bu durum ortaya gerçek bir olay çıkması için yeterli değil. Bir şiddet fazlalığı gerçekliğe götüremez bizi. Çünkü gerçeklik bir ilke ve yok olan da işte bu. Gerçek ve kurgu içinden çıkılamaz şeyler. Ve bu saldırının yarattığı şaşkınlık öncelikle imajın yarattığı şaşkınlık. Sevinç ve felaket duyguları uyandıran sonuçlar muazzam derecede imgeseldir. Bu durumda gerçek, terörün bir parçasıymış, fazladan bir korkuymuş gibi imaja katılır. Sadece korku verici olmakla kalmaz, aynı zamanda gerçektir de. Gerçeğin şiddeti ortaya çıktığı ve buna imajın yaydığı korku da eklendiği sürece, imaj ortaya çıkar ve gerçeğin yarattığı korkuyu kendine katar. Kurguya benzer bir şey gibi, kurguyu aşan bir kurgudur bu. Borges’in ardından Ballard da gerçeği bir son olarak yeniden yaratmaktan söz ediyordu ki son, en korkunç kurgudur. Bu terörist şiddet gerçekliğin ve tarihin geri dönüşü değil. Bu terörist şiddet ‘gerçek’ değil. Bir bakıma daha da kötü, çünkü simgesel. İçimizdeki şiddet kusursuz bir biçimde savunmasız ve sıradan olabilir. Tekilliğin tek yaratıcısı simgesel şiddettir. Ve bu tekil olayda, bu feci Manhattan filminde 20. yüzyılın iki büyülü kütle unsuru en yüksek noktada bir araya gelmekte: Sinemanın beyaz büyüsü ve terörizmin kara büyüsü. İsteyen istediği anlamı yükleyebilir ve istediği yorumu getirebilir, fakat bunun hiçbir anlamı ve yorumu bulunmamakta, çünkü eğlencenin radikalliği bu; orijinal ve hakkından gelinemez olan da eğlencenin katılığıdır. Terörizm eğlencesi, eğlencenin terörizmini ortaya çıkarmıştır. Bu ahlaksız büyülenme karşısında (evrensel bir ahlaki tepki ortaya koymuş olsa bile) politika düzeninin yapacak hiçbir şeyi yok. Ve bize kalan sadece vahşet tiyatromuz. Bu aynı zamanda gerçek bir şiddetin merkezinin parıltılı bir mikro modeli ve meydan okumanın en saf simgesel biçimi olan tarihsel ve politik düzene karşı çıkan bir model. Herhangi bir katliam affedilebilirdi ve eğer ki bir anlamı olsaydı tarihsel bir şiddet olarak da yorumlanabilirdi. İyiliksever şiddetin ahlaki aksiyomu böyledir. Herhangi bir şiddet affedilebilirdi, eğer ki medya tarafından yeri doldurulmamış olsaydı. (Terörizm medya olmadan kılını kıpırdatamaz.) Ama bunların hepsi aldatıcı. Medyanın doğru kullanılması diye bir şey yok. Medya olayların bir parçası. Terörün bir parçası. Orada veya burada var olurlar. Terörizmin gerçek zaferi Baskı altına alıcı eylem, terörist eylemle aynı belirsiz sarmal üzerinde hareket eder. Kimse onun nereye gittiğini, nerede duracağını ve nereden döneceğini bilemez. Haberleşme ve imajlar düzeyinde simge ve heyecan vericilik arasında bir fark yok. ‘Cinayet’ ve baskı arasında da bu anlamda bir fark yok. Ve işte geri dönülemezliğin denetlenemez öfkesi, terörizmin gerçek zaferi. Özgürlük düşüncesinin ki bu yenidir, geleneklerden ve bilinçlerden silinmek üzere olduğu, liberal globalleşmenin bunun tam tersi bir biçimde kendini ortaya koyduğu noktada, kolluk kuvvetlerinin, toplu bir denetimin, güvenlikçi bir terörün yönettiği bir globalleşme. Üretimin, tüketimin, spekülasyonun ve büyümenin (ama asla çürümenin değil) azalması: Hepsi sanki dünya sistemi bir stratejik geri çekilme yaşıyormuş gibi gerçekleşiyor, kendi değerlerinin yeniden gözden geçirilmesiyle birlikte. Panik tablosu Teröristlerin zaferinin bir başka yüzü de bütün diğer şiddet biçimlerinin onların yararına işlemesi: Enformatik terör, biyolojik terör, şarbon ve dedikodu terörizmi; bunların hepsi de Bin Ladin’e atfedilmiş durumda. Bin Ladin, meydana gelebilecek bazı doğal felaketleri de kendi hesabına yazabilir, bundan kimsenin kuşkusu olmasın. Her türlü düzensizlik ve dolaşım bozukluğundan yararlanıyor. Enformasyonun iradesiz terörizmiyle beslenen terörizmin otomatik yazısı gibi, dünyadaki bütün değiş tokuşların yapısı. Paniğin getirdiği bütün sonuçlarla birlikte ortaya şöyle bir tablo çıkıyor: Bütün bir sistem, herhangi bir saldırıya karşı kendini dayanıksız hale getiren kritik bir noktaya geldi, dayandı. Uç noktadaki bu durum için bir çözüm olasılığı yok ve savaş asla çözümlerden biri değil. Bu durum, aynı askeri güç tufanı, bilinmeyen istihbaratlarıyla bir deja vu’dan ibaret. Özetle hiç olmamış Körfez Savaşı gibi bu da hiç vuku bulmamış olan bir olay. Zaten bu olayın da ortaya çıkış nedeni şundan ileri gelmekte: Gerçek ve dört başı mamur, eşsiz ve tahmin edilemeyen bir olayın yerine tekrarlayan ve daha önceden görülmüş bir yalancı olayın yerleştirilmesi. Terörist saldırı her türlü yorum modellerinin üzerinde olayın devinmesine uygun düşmekte. Halbuki aptalca askeri ve teknolojik hale getirilen bu savaş tam tersine, modelin olay üzerindeki devinmesine uygun düşer, yani sahte bir beklentiye ve bir kovuşturmazlık kararına. Bu da siyasetin başka yollarla işler hale getirilmesini yok eden bir savaş anlamına gelmekte. (Le Monde, 3 Ekim 2001) 11 Eylül’ün izi Hiroşima’da John Berger Artık, Amerikan bombardımanları sonucu Afganistan’da hayatını kaybeden sivillerin sayısı, ikiz kulelerde hayatını kaybeden sivillerin sayısına eşitlendiğine göre, belki meseleyi daha az trajik olmamakla birlikte daha geniş bir perspektiften inceleyebilir ve şu soruyu sorabiliriz: Kasıtlı olarak öldürmek, sistematik olarak ve körlemesine öldürmekten daha şeytani ve ayıp mı? Sistematik diyoruz, çünkü ABD silahlı kuvvetlerinin bu stratejisi Körfez Savaşı’yla başladı. Sorunun cevabını bilmiyorum. Yerde, B-52 uçaklarının attığı bombaların arasında ya da Manhattan, Church Street’te yükselen boğucu kesif dumanın ortasında belki de etik karşılaştırmalar yapmak mümkün olmaz. 11 Eylül günü, televizyon seyrederken hemen 6 Ağustos 1945’i hatırladım. Biz Avrupa’da, Hiroşima’ya atılan bombanın haberini, aynı günün akşamı duymuştuk. İki olay arasında hemen kurulabilecek ortak noktalar: Duru bir gökyüzünde ansızın beliren bir ateş topu, sabah işlerine giderken saldırıya uğrayan siviller, açılmaya hazırlanan dükkânlar, derse başlamak üzere olan öğrenciler. Sonra da vücutların havada uçuşması, tüm bunların küle dönüşmesi ve her yerin moloz yığını haline gelmesi. Her iki olayda da o güne dek hiç kullanılmamış olan yepyeni bir silahın varlığı: 60 yıl önce atom bombası, geçen sonbaharda ise bir yolcu uçağı. Sarsıntının merkezinde, her şeyin ve herkesin üstünü örten kalın bir toz tabakası. İçerik ve ölçek farklılıkları elbette çok büyük. Manhattan’daki toz radyoaktif değildi. 1945 yılına gelindiğinde ABD, üç yıldır Japonya’yla savaş halindeydi. Bununla birlikte her iki saldırı da, birer duyuru olarak planlanmıştı. Her ikisine de tanık olanlar, dünyanın artık eskisi gibi olmayacağını, her yerde risk olduğunu, dupduru bir sabahta dünyanın tamamen değiştiğini biliyorlardı. Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan bombalar Amerika Birleşik Devletleri’nin bundan böyle dünyadaki süper silahlı güç olduğunu duyurmuştu. 11 Eylül saldırısı ise, bu gücün artık kendi evinde bile güvende olmadığını ilan etti. İki olay, tarihsel bir dönemin başlangıcını ve bitişini belirledi. Başkan Bush’un 11 Eylül’e tepkisi, önce ‘Sonsuz Adalet’, sonra ‘Kalıcı Özgürlük’ olarak adlandırılan ‘terörizme karşı savaş’ kavramı bir yana, geçtiğimiz altı ay içinde karşılaştığım en acıtıcı ve yaralayıcı yorum ve analizler Amerikan vatandaşlarınca yapıldı ve yazıldı. Şu anda Washington’da bulunan karar mercilerine karşı çıkanlarımıza yapılan ‘antiAmerikanizm’ suçlaması söz konusu politikalar kadar kısır. Halihazırda dayanışma içinde bulunduğumuz sayısız ‘anti-Amerikanizmci’ Amerikan vatandaşı var. Amerikalı aydınlar! Buna karşılık bu politikaları destekleyenler de var. Aralarında Francis Fukuyama ve Samuel Huntington gibi 60 entelektüelin de bulunduğu birçok Amerikan vatandaşı, geçenlerde bir ortak bildiriye imza atıp genel olarak ‘adil’ savaş kavramını, özel olarak da Afganistan’daki ‘Kalıcı Özgürlük’ harekâtını ve terörizme karşı sürdürülen savaşı akladı. Bildiri ABD’de birçok yayın organında yayımlandı, Le Monde’da ve başka Avrupa gazetelerinde de görüldü. Onlara göre, adil bir savaşın ahlaki gerekçesi, savaşın nedeninin masumları kötülere karşı korumak olmasıydı. Böyle bir savaşta, savaşa katılmayanların bağışıklığının da mümkün olduğunca korunması gerektiğini de belirtmişlerdi. Metni masumca okursak (ki elbette bu metin masumca ve spontane yazılmadı) insan şöyle bir hisse kapılıyor: Birtakım sakin, akıllı, efendi, usta bilim adamı, uzman, saygıdeğer kişi bir araya gelmiş, emirlerinde de muhteşem bir kütüphane varmış (hatta belki, ara verdikleri zamanlar kullandıkları güzel bir de havuz olabilir) bunlar huzurlu huzurlu, hiç acele etmeden tartışmışlar, konuşmuşlar sonunda bir karara varmışlar ve kararlarını da bize sunmuşlar. Sanki bu toplantı da sadece helikopterle ulaşılabilen, geniş bir araziye kurulu, çevresi çok çok yüksek duvarlarla çevrili, bu duvarların dibi nöbetçilerle dolu efsanevi bir altı yıldızlı otelde yapılmış. Yani düşünen adamlarla normal halk arasında hiçbir bağlantı yok. Birbirlerine rastlama ihtimali de yok. Sonuç olarak da, tarihte olanlar ve bu otelin duvarları arkasında olanlar kabul edilebilir ve bilinebilir şeyler değil. İzole edilmiş Delüks Turist Etiği. 1945 yazına dönelim. Napalm bombaları Japonya’nın en büyük kentlerinden 66’sını yakıp kavurmuş. Tokyo’da 1 milyon sivil evsiz kalmış, 100 bin kişi ölmüş. Bombalama harekâtının başındaki General Curtis Lemay’a göre ölenler ‘kavrulmuş, çıtır çıtır kızarmış.’ Başkan Franklin Roosevelt’in oğlu ve sırdaşı, “Japonların sivil halkının yarısından çoğunu imha edene kadar” bombalamanın sürmesi gerektiğini söylemiş. 18 Temmuz’da Japon İmparatoru, Roosevelt’in yerine gelen Başkan Truman’a telgraf çekerek bir kez daha barış istemiş. Bu mesaja hiç aldırış edilmemiş. Böyle buyurdu amiral Hiroşima’nın bombalanmasından birkaç gün önce Amiral Radford “Japonya, göçebe bir halkı olan, kentsiz bir ulus olacak” buyurmuştu. Kentin merkezindeki bir hastanenin tepesinde patlayan bomba yüzde 95’i sivil 100 bin kişiyi anında öldürdü. Bir diğer 100 bin kişi de yaralardan ve radyasyon etkilerinden, daha sonra öldü. Başkan Truman, “16 saat önce bir Amerikan uçağı, önemli bir askeri üs olan Hiroşima’ya bir bomba attı” diye duyurdu olayı. Bir ay sonra, Avustralyalı gazeteci Wilfred Burchett’in imzasını taşıyan ilk sansürsüz haber yayımlandı. Gazeteci, kentteki bir seyyar hastaneyi ziyareti sırasında tanık olduğu inanılmaz vahşeti anlatıyordu. Bombayı planlayan ve üreten Manhattan Projesi’nin başkanı General Groves, kongre üyelerine radyasyonun hiçbir şekilde ‘aşırı acı çekmeye’ neden olmadığını, hatta ‘söylenenlere göre, radyasyonla ölmenin zevkli bir şey olduğunu’ hararetle anlattı. 1946’da, Amerikan stratejik bombalama araştırması şu sonuca vardı: Atom bombası atılmasaydı da Japonya teslim olacaktı. Olayların gidişatını benim yaptığım gibi kısaca anlatmak elbette her şeyi fazlasıyla basitleştiriyor. Manhattan Projesi, 1942’de Hitler gücünün doruğundayken ve Alman bilim adamlarının atom bombasını üretme riski varken start almıştı. Bu risk artık yokken Amerika’nın Japonya’ya iki atom bombası atma kararı, Japon silahlı kuvvetlerinin Güneydoğu Asya’daki harekâtının ve Aralık 1941’de Pearl Harbor’a düzenlediği sürpriz saldırının ışığında değerlendirilmeli. Manhattan Projesi’nde çalışan ve Truman’ın kararına karşı çıkıp hiç değilse ertelemeye çalışan bazı kumandanlar ve bilim adamları da vardı. Yine de, her şey olup bittikten sonra, Japonya’nın 14 Ağustos’ta teslim olması uzun süredir beklenen bir zafer gibi kutlanmadı. Çünkü tam ortasında ıstırap ve körleştiren bir körlük vardı. Bu hikâyeyi, altı yıldızlı efsanevi otellerinde kalan 60 Amerikan düşünürünün kendi tarihlerinin gerçekliğinden bile ne kadar uzak olduklarını göstermek için anlattım. Ayrıca, 1945 yılında başlayan Amerikan ‘silahlı’ egemenliğinin, ABD’nin yörüngesi dışında kalan herkes için ne kadar mesafeli, umursamaz ve acımasız olduğunu hatırlatmak için. Başkan Bush, “Neden bizden nefret ediyorlar?” diye kendine sorduğunda, biraz da bunları düşünsün - ama o, altı yıldızlı otelin yöneticilerinden biri ve hiç dışarı çıkmıyor. (The Guardian, 1 Temmuz 2002) Bunun adı 4. Dünya Savaşı Eliot A. Cohen Siyasetçiler meselelere gerçek ismini koymayı pek sevmez. Gerçek, bilhassa savaş zamanlarında öyle tatsızdır ki, ondan kaçmaya, onu perdelerin ardına itmeye çalışırız. Böyle zamanlarda meselelere asıl ismini koymak hiç de kolay bir iş değildir. Şu an yürütülen savaşı ele alın. Bu savaşın, basının tanımladığı gibi bir ‘Afgan Savaşı’ndan başka bir şey olduğu son derece açık. Her şeyden önce en büyük çarpışma Amerikan topraklarında yaşandı ve ABD yönetimi bu savaşı küresel olarak, sadece Afganlarla sınırlı kalmadan yürüteceğine söz verdi. ‘11 Eylül Savaşı’ mı demeliyiz bunun ismine? Fakat savaş 11 Eylül’den önce başlamış ve Afrika’daki Amerikan elçiliklerinde, USS Cole destroyerinde, Somali’de ve Hobar Kuleleri’nde ölümler yaşanmıştı. ‘Usame bin Ladin’le Savaş mı’? Bunun tarihte öncülleri var (Kral Philip’in Savaşı, Pontiac’ın Savaşı veya hatta Jenkins’in Kulak Savaşı), fakat savaş Bin Ladin’le başlamadı ve onun ölümüyle de bitmeyecek. Ve bu ölüm, bizzat Bin Ladin’in beklediğinden bile erken gelebilir. Küresel, karışık, uzun ve ideolojik Daha nahoş, ama daha doğru isim ‘Dördüncü Dünya Savaşı’dır. Soğuk Savaş, Üçüncü Dünya Savaşı’ydı ve küresel çatışmaların sadece mültimilyarder adamların ordularından veya harita üzerindeki konvansiyonel cephe hatlarından menkul olmadığını bize göstermişti. Soğuk Savaş’la yapılacak bir benzetme şimdiki savaşın belirleyici niteliklerinden bazılarını ortaya koyacaktır: Her şeyden önce gerçekten küresel bir savaş bu. Artı, içinde şiddet içeren ve içermeyen çabaları bir arada barındırıyor; sadece tabur tabur askerin değil, yetenek, uzmanlık ve kaynakların da seferber edilmesini gerektiriyor. Artı, uzun sürmesi muhtemel. Ve artı, ideolojik kökleri var. Amerikalılar hâlâ bu savaşın ideolojik kökleri olduğu gerçeğinin etrafından dolaşıyor. Bu savaşta düşman, fantastik kitaplarda geçen saf kötü (deyin ki J. K. Rowling’in Lord Voldemort’u, Tolkien’in Sauron’u veya C. S. Lewis’in Beyaz Cadı’sı) mahiyetinde ‘terörizm’ değil, ‘militan İslam’dır. Düşmanın bir ideolojisi var. İnternette yapılacak bir saatlik bir gezinme, en azından sıradan insanların 2. ve 3. Dünya Savaşları’nda Hitler’in ‘Kavgam’ kitabında veya Lenin, Stalin ya da Mao’nun yazılarında ne bulmuş ve bu yazılardan ne gibi anlayışlar edinmiş olabileceklerini gösterecektir. Bu anlayışlar elbette Batı’da (anlaşılabilir, ama tehlikeli şekilde) sorunları daha idare edilebilir şekilde tanımlamayı tercih edenlerin bahanesi olmuştur. Mesela Almanya’nın Versailles Anlaşması’ndan duyduğu rahatsızlık veya Rus milli çıkarlarının abartılması gibi... Yahudi Soykırımı’ndan kurtulan birine sormuşlar, ‘1940’lardaki tecrübelerinden ne çıkardın’ diye. Şöyle demiş: “Eğer birisi size sizi öldürmek niyetinde olduğunu söylerse, ona inanın.” Kaide ve taraftarları, Müslüman fanatiklerden oluşuyor. Şuna hiç kuşku yok ki, ılımlı Müslümanlar arasında en az kâfirler kadar çok düşman belleyecekler, hatta onlara karşı daha acımasız davranacaklar. İnançlarının bu kalıba dökülmesine öfke duyan Müslümanlar arasında bir tepki dalgası oluşması umut edilir. Müslümanların teokratik bir kâbusu gerçekleştirmek için yürütülen bu savaşın doğuracağı felaketleri anlaması gerek. Ve bu hareketlere karşı savaşta, Hıristiyanlar, Yahudiler, Hindular ve ateistlerden en önce Müslümanların gayret göstermesi, taviz vermemesi beklenir. İki önemli hedef Afganistan Dördüncü Dünya Savaşı’nın sadece bir cephesini oluşturuyor. Orada yürütülen savaş da daha büyük bir savaşın parçası. ABD orada iki önemli hedefe ulaşmak üzere: Kaide örgütü ve lider kadrosunun ortadan kaldırılması ve böyle örgütlere kucak açan devletlere aynı akıbete uğrayacakları yönünde ders verilmesi. Ya sonrası? Aklıma üç şey geliyor: Birincisi, eğer bu savaşın bir cephesinde Müslüman dünyayı özgür ve ılımlı yönetimlere kavuşturmak varsa, ABD buralardaki Batı yanlısı ve yobazlık karşıtı güçlere arka çıkmalı. İran konusunda ABD’nin önünde acilen verilmesi gereken bir karar duruyor. İran’daki rejime, istihbarat paylaşımı, bazı terör örgütlerine verilen desteğin azaltılması karşılığında bazı ödünler verebiliriz. Veya mollaları ve iktidarlarını alaşağı edecek bir sivil toplum hareketine destek için elimizden geleni yaparız. İlkini tercih etmek akla yakın olanı, ama aynı zamanda bazı müttefiklerimiz açısından hiç hoş karşılanmaz. Bununla birlikte ilk teokratik devrimci Müslüman devleti yıkarak yerine ılımlı veya laik bir rejim kurmak da, Bin Ladin’in yok edilmesinden hiç de aşağı kalır bir zafer olmaz. Tabii ki Irak İkincisi, ABD terörizme destek veren rejimleri hedef bilmeyi sürdürmeli. Irak bu anlamda açıkça hedeftir. Çünkü Kaide’ye yardım etmekle kalmamış, Amerikalılara doğrudan saldırmış (Başkan Bush’a karşı bir suikast girişimi de dahil) ve kitle imha silahları geliştirmiştir. Bir kez daha Amerika’nın müttefikleri Irak meselesinden çekinecektir. Ordu da yarım bırakılan Körfez Savaşı zaferini gidip tamamlamak konusunda gönülsüz davranabilir. Fakat buna girişmemenin bedelleri ve başarı fırsatları göz önüne alındığında, sağduyu Irak’a yönelmeyi gerektiriyor. Irak ordusu zayıf. Amerika Arap dünyasındaki ezeli düşmanını ortadan kaldırırsa son 10 yıldır boş binaları vuran seyir füzelerinin yerle bir ettiği itibarını geri kazanabilir. Üçüncüsü, ABD kararlı hareket etmeli. Afganistan’da ulaşılan başarı (sadece iki ay içinde ülkedeki iktidar dengeleri kökünden değiştirilmiş, Taliban yönetimi devrilmiş ve Kaide’nin bir bölümü ortadan kaldırılmıştır), Amerikan ordusu ve istihbaratının bir soruna yoğunlaştığında neler yapabileceğinin kanıtı. Fakat Taliban işin en zor kısmı değil. Kandahar’la Kunduz’daki düşmana bomba atan uçakların bazıları pilotlarından daha yaşlı ve yedek parçası bile yok. Askeri dönüşüm Hedefi vuran silahlar, özel harekât güçleri ve karmaşık istihbarat toplama sistemleri bir araya getirildiğinde, Amerikan ordusunun hararetle ihtiyaç duyulan bir askeri dönüşümü başlattığı görülüyor. Fakat bu dönüşüm, bütçedeki savunma harcamalarını 20 milyar dolar artırmaktan fazlasına gerek duyacak. Benzer şekilde, gerçek yetkilerden yoksun bir iç güvenlik bakanlığı kurmak, hükümetin 11 Eylül’e yönelik kapsamlı soruşturmalar açmaktaki gönülsüzlüğü ve büyük, yaratıcı programların hazırlanmaması (mesela Batı’nın Körfez petrolüne bağımlılığını ortadan kaldıracak ciddi bilimsel araştırma programlarına eğilinmemesi), Washington’ın alışıldığı üzere ayak sürüdüğünü gösteriyor. Elbette işin daha başındayız ve Bush ekibinin meseleyi ciddiye aldığına dair pek çok işaret var (B-52’ler Taliban mevzilerini bombalarken, CIA timleri Afgan dağlarını tarıyor, Hastalık Kontrol Merkezleri’ne daha fazla kaynak ayrılırken, yabancı teröristler için askeri mahkemeler oluşturuluyor). Fakat yapacak daha çok şey var. Görevin kapsamı çizilmeli ve ona göre hakeret edilmeli. Velhasıl eğer Afganistan harekâtı bittikten sonra ABD yönetimi, istihbarat toplamaktan, tutuklamalardan ve terörist kamplarındaki etkisi güdük patlamalardan menkul bir rehavetin içine girerse, bu, meselelere gerçek ismini koymaktan kaçınmak olacaktır. (The Wall Street Journal, 21 Kasım 2001) 11 Eylül neyi değiştirdi ki? Niall Ferguson New York 11 Eylül 2011’de nasıl bir yer olacak? Dışında, Müslüman olmayanların sadece kimliklerinde özel damga varsa girebildiği bir Müslüman getto bulunan, bölünmüş bir şehir. Manhattan’a giden her tünel ve köprünün başında terörle mücadele ekiplerinin arabaları patlayıcı veya yasak zehirli maddeler için aramadan geçirmediği denetim noktaları... Trafik sıkışıklığını dert etmeyin. Çünkü 2011’de yaşanacak üçüncü ve son petrol kriziyle yollarda pek araba kalmayacak. Dünya Ticaret Merkezi’nin yıkılması sıcağı sıcağına Saraybosna suikastı ya da Pearl Harbor’un bombalanması gibi tarihe yeni bir yön veren o olaylardan biri gibi göründü. Bazı heyecanlı yorumcular kuleler çöker çökmez 3. Dünya Savaşı’ndan bahseder oldu. Bu ihtimallerden biri. Ama daha büyük ihtimal yukarıda çizilen kâbusun gerçekleşmesi. Çünkü bu kâbus senaryosunu 11 Eylül’den önceki gelişmelerden çıkarmak mümkün. Çok trajik ve çarpıcı olmasına rağmen 11 Eylül bir dönüm noktası olmaktan çok uzakta. Herhangi bir olaya çok fazla önem vermek konusunda dikkatli olmalıyız. 1. Dünya Savaşı’nı Gavrilo Princip tek başına başlatmadı. Robert Musil ‘The Man Without Qualities / Niteliksiz Adam’ adlı romanında tarihin bir bilardo topu gibi düz bir çizgide ilerleyip sadece çarpıldığında yön değiştirdiği fikrini reddeder. Musil’e göre tarih ‘bulutların geçişi’ gibiydi, sürekli hareket içinde, yönü kestirilemez. İşte tarihin bu niteliğinden ötürü 10 yıl sonra nerede olacağımızı bilmek imkânsızdır. Ancak Musil’in tarih ve bulut benzetmesi başka bir şeye daha ışık tutar. Hava durumunu tahmin etmek zor olsa bile havanın nasıl olacağına dair ihtimaller sonsuz değildir. Yarın yağmur yağmayabilir, ama biliriz ki eğer yağarsa yağan şey su olacaktır, kaynayan yağ değil. Hava dünkü kadar sıcak olmayabilir ama -50 derece de olamayacaktır. Başka bir deyişle, 11 Eylül şiddetli ve ani bir fırtınanın tarihi karşılığıydı. Fakat bu fırtına yazın yerini yavaşça sonbahara bıraktığı gerçeğini değiştirmedi. Aynı biçimde New York ve Washington’da olanlar ne kadar irkiltici olursa olsun derindeki tarihi akımların yönünü değiştirmedi. Birçok anlamda dünya bu saldırılar olmasaydı bile 2011’de, bu tarihi akımların etkisinde geçirdiği evrimle daha farklı bir yer olmayacaktı. ABD’yi de vururlar: Derindeki ilk akım yeterince açık: Terörizmin, yani hükümet dışı örgütlerin uç siyasi amaçlarına ulaşmak için şiddet kullanmasının, ABD’ye yayılması. Bu tür terörizm bir süredir ortalıkta. Uçak kaçırma ve kamikaze misyonları kesinlikle yeni şeyler değil. 11 Eylül’ün yeniliği denenmiş taktiklerin birleştirilip ABD’de kullanılmasıydı. Yenilik, evet, ama bir sürpriz değil. Terörizm, New York’un büyük kardeşi Londra da dahil olmak üzere yıllardır büyük şehirlerde hayatın bir parçası. Şaşırtıcı olan New York’un bu kadar uzun süre bundan nasibini almamış olmasıydı. Eğer ekonomi küreselleşebiliyorsa siyasi şiddet neden küreselleşmesin? Aslında ikisi birbiriyle bağlantılı. Yıllar geçtikçe küçük fanatik grupların büyük zararlar vermesi kolaylaşıyor çünkü bu zararları verecek imkânlar ucuzluyor ve daha kolay elde ediliyor. Kötü haber, teröristlere yataklık yapan ülkelere savaş açmanın terörist saldırıları asla engelleyemeyeceği. Batı Avrupa’nın solcu ve milliyetçi terörle deneyimi, terörizmle gerçek savaşın ülke içi istihbarat, polis ve güvenlik önlemleriyle yürütülebildiğini gösteriyor. Günlük güvenlik kontrollü, haftalık bomba korkulu ve yıllık patlamalı dünyaya hoş geldiniz. 10 yıl sonra New York’lu itfaiyeci ve Washington’lı postacılar kendilerini, IRA’nın bombalama kampanyaları sırasında Londralı meslektaşlarının hissettiği gibi yorgun ve bıkkın hissedecek. Ekonomik düşüş: 11 Eylül’ün değiştiremediği ikinci akım ekonomik düşüş... 1990 sonlarının yatırım balonu teröristler saldırmadan 1.5 yıl önce doruk noktasına ulaşmıştı. 11 Eylül borsanın çökmesine değil sadece bir süre kapanmasına yol açtı. Saldırılardan hemen sonra yatırımcılar fiyatların serbest düşüşe geçme tehditi karşısında dişlerini gıcırdattı. Fakat şimdiye kadar 1990 sonlarının yatırım balonundaki düşüş 1920’lerdeki balonu takip eden büyük çöküşle karşılaştırılınca hafif kaldı. Bu anlamda 11 Eylül olaylarının ekonomik olarak en önemli sonucu önemsizliği. İki zayıf nokta Yine de dünya ekonomisinin -11 Eylül öncesinden beri es geçilemeyecek iki zayıf noktası var: Birincisi, küreselleşmenin küresel karşıtı yapısı. Tam bütünleşmeden çok uzak olarak dünyadaki mal, sermaye ve iş piyasaları inanılmaz biçimde parçalanmış durumda. Bu yüzden Amerikan, Kanada ve Meksika ticaretinin aslan payı Kuzey Amerika Serbest Ticaret Bölgesi’nde gerçekleşirken, Avrupa ticaretinin aslan payı da Avrupa içinde gerçekleşiyor. 1913’te, uluslararası sermaye gerçekten uluslararasıydı: Doğrudan dış yatırımın yüzde 63’ü gelişmekte olan ülkelere gitti. Bu oran 1996’da sadece yüzde 28’di. İşgücü hareketi de bozuldu. ABD hem çeşitli vize programlarıyla Avrupa ve Asya ekonomilerinin en nitelikli ve yetenekli işçilerini seçiyor hem de arka kapısı Meksika’dan niteliksiz ve kaçak Latin kökenli işçileri ülkeye sokuyor. Bu, küreselleşme dediğimiz eğilimin ülkeler arası eşitsizliği artırmasının en önemli nedenlerinden biri. Ve bu eşitsizlik fakir ülkelerin en zengin ülke ABD’ye nefretini artırıyor. (Bu, Kaide gibi birçok üyesi hali vakti yerinde ailelerden gelen örgütlerin desteklenmesinin ana nedeni fukaralıktır demek değil). Daha da endişe verici olan küresel enerji kaynaklarının orta vadeli görünümü. Özel arabanın bir statü sembolü olarak yükselmesi Amerikalıların petrol kaynaklarından ne kadar hoşnut olduklarını gösteriyor. Oysa hiç hoşnut olmamalılar. Doğru, benzin fiyatları şu anda düşük. Fakat 1970’lerle 80’lerde fiyatların tavana vurmasının nedeni Ortadoğu’daki istikrarsızlıktı: Arap petrol ambargosu, İran devrimi ve İran-Irak savaşı. Buna benzer bir şey pekâlâ şimdi de olabilir. Bu yüzden özel arabanın günleri sayılı. Amerikalı araba üreticilerinin benzine alternatif ve ucuz bir enerji kaynağı bulabilmek için 10 yıldan daha az süreleri var. Eğer başarılı olmazlarsa dünya ekonomisi kendini 1970’lerde bulabilir. Gayriresmiden resmi emperyalizme: 10 yıldan daha uzun bir süredir kendini hissettiren üçüncü bir akım daha var: ABD’nin küresel gücünün örtülü emperyalizmden resmi emperyalizme dönüşmesi. 1945’ten beri ABD dünyayı dolaylı biçimde etkilemekle yetindi: Uluslararası şirketlerle ve IMF’yle ekonomiyi yönetti, ‘dost’ ilkel rejimlerle politikaya hâkim oldu. Fakat 19’uncu yüzyılda Britanya’nın keşfettiği gibi bu örtülü emperyalizmle elde edilebilecek şeyler sınırlı. Devrimler kukla yöneticileri devirebilir. Yeni rejimler borçlarını ödemeyip ticareti bozabilir, komşularıyla savaşa bilir hatta terörizme destek verebilirler. ABD yavaş yavaş uzak ülkelerin içişlerine karışarak bu tarz krizlere karşılık vermeye başladı. Evet bunu bir çokyanlılık perdesinin arkasında, BM ya da NATO adına hareket edermiş gibi yaptı. 1990’larda bu bölgeler yeni tarz bir sömürge haline geldi: ABD’nin askeri ve mali gücüyle denetimde tutulan ülkeler. Amerikan ekonomisinin gücü doğal emperyal bir hegemonyanın gücüyle boy ölçüşemeyebilir. Britanya İmparatorluğu büyük bir insan ve sermaye ihracına dayanıyordu ama Amerikan ekonomisi 1972’den beri sermaye ithal ediyor. ABD dünyanın her yerinden göçmenlerin tercih ettiği bir ülke, sömürge göçmenleri yaratıcısı değil. Ayrıca, Britanya altın çağında Elizabeth dönemine kadar uzanan bir emperyalist kültürden besleniyordu. Oysa ABD Britanya İmparatorluğu’yla savaşarak doğmuş bir ülke. Başka halkları yönetmekte hep isteksiz davranacak. Ama isteksizlik reddetmek demek değil. ABD’nin Britanya’nın resmi bir imparatorluk olarak deneyiminden çıkaracağı en açık ders, dünyanın en başarılı ekonomisinin teknolojik olarak daha geri toplumlara kendi değerlerini kolaylıkla aşılayabileceği. Ayrıca kimse, hiç değilse finansal anlamda, Amerikan imparatorluğunu genişletmenin Afganistan’daki gibi bir sürü küçük savaşı bile içerse çok pahalı olacağı için caydırıcı olacağını iddia edemez. Geçen yıl ABD’nin savunma bütçesi gayri safi milli hasılasının 2.9’uydu, 1948-98 arasında ise bu rakam yüzde 6.8’di. Batı-İslam çatışması: Üzerinde çok yorum yapılan başka bir akımdan, demokratik Batı’yla hoşgörüsüz bir İslam’ın çatışmasından henüz bahsetmedim. Bu bakış açısından 11 Eylül yeni bir yönelimden çok bir uyanıştı, Amerika Müslüman dünyanın yıllardır içinde olduğu bir mücadeleye yeni uyanmıştı. Ben buna inanmıyorum. Çünkü modern İslam’ın en karakteristik özellikleri heterojenliği ve coğrafi dağılımı. Etnik ve dini guruplar arasındaki şiddet dünyayı büyük bloklar halinde bölmüyor. Balkanlar’da gördüğümüz gibi (ki orada Müslümanların yanında olduğumuzu unutmayalım) eğilim daha çok var olan siyasi birimlerin parçalanmasından yana. Yani herhangi bir medeniyetler çatışmasının savaş meydanlarından çok Bosna gibi, hatta geçen yaz Müslüman gençliğin ayaklandığı İngiltere’nin Bradford’u gibi çokkültürlü bölgelerin sokaklarında yaşanması daha muhtemel. Bunu küreselleşememe olarak düşünün: Zamanımızın en büyük paradokslarından birisi ekonomik bütünleşmenin siyasi bölünmeyle karşılaşması. Sahra Afrika’sının dışında 1871’de dünyada 64 bağımsız devlet vardı, 1995’te 192. Bu bağlamda İslami köktendincilik gibi hareketlerin önemi merkezciliğinden çok merkezkaç etkilerinde olabilir. Monolitik uygarlıklar arasında bir çatışma beklemek yerine dini ve etnik çatışmalarla var olan entegre çokkültürlü ulus-devletlerin siyasi bir parçalanma yaşamaya devam etmelerini beklemeliyiz. Sonuçta 1945’ten beri en çok yaşanan savaş türü iç savaşlar: 2. Dünya Savaşı sonrası çatışmaların üçte ikisi ülkeler arası değil, ülkeler içinde gerçekleşti. Yugoslavya’dan Irak ve Afganistan’a ABD’nin sürekli karşılaşmak zorunda kaldığı şey birleşik bir İslam değil, iç savaşla parçalanmış bir takım yönetim biçimleri. (Aynı şey Somali, Sierra Leone ve Ruanda için de geçerli.) Ekonomik küreselleşme neden siyasi parçalanmayla karşılaştı? Bir açıklama küreselleşen piyasa güçlerinin geleneksel ulus-devletler içindeki bölgesel eşitsizlikleri artırması. Diğer bir açıklama, popüler kültürün yüzeysel biçimde homojenleşmesinin dini kimliklerin tepki olarak ön plana çıkmasına sebep olması. Fakat en iyi açıklama şu: Etnik olarak heterojen olan ülkeler Amerika’nın desteğiyle ekonomik açıklık ve siyasi demokrasi fikirlerine uymaya çalıştıkça mantıktan uzaklaşıyor. Merkezi hükümet ekonominin planlayıcısı olarak meşruluğunu kaybediyor ve etnik azınlıklar ayrılıkçı partilere oy veriyor. Bunlar 21. yüzyılın başlarını biçimlendiren dört akım. Kehanetlerimi tekrarlayayım. Terörizm günlük hayatın parçası olacak. Amerikan birlikleri Kâbil ve Kosova’da devriye gezecek. ABD’de ve dünyanın geri kalanında etnik ve dini guruplar arasındaki ayrılıklar daha belirginleşecek. Bunlar kötü haberler. Ya iyi haber? Caddeleri tıkayan daha az araba olacak. Beşinci bir kehanetle bitireyim. İnsanların çoğu bunları 10 yıl önceki terörist saldırıların doğrudan sonucu olarak algılayacak. New York Times Magazine’de 11 Eylül’ün modern tarihte bir dönüm noktası olduğuna dair bir yazı çıkacak. Yanlış. Kaçınılmaz gerçek şu: Bunların hepsi zaten olacaktı. (The New York Times Magazine, 2 Aralık 2001) ABD için savaşmamız isteniyor Robert Fisk Kendimiz söyleyip kendimiz inanıyoruz: Bin Ladin ve adamları saklanacak delik arıyor. Kendi adıma o kadar emin değilim. Bin Ladin’in şu an ne yaptığı hiç de belli değil. Aslında, biz Batı’nın, ne yaptığı da belli değil. Uçak gemilerimizin, savaş uçaklarımızın, ağır bombardıman uçaklarımızın ve birliklerimizin Körfez bölgesine yığıldığı ortada. SAS komandolarımız da hâlâ Şah Mesut güçlerinin denetimindeki Kuzey Afganistan dağlarında. İyi güzel de tam olarak planımız ne? Bin Ladin’i kaçırmak mı? Kamplarını basıp Bin Ladin ve yanındaki Cezayirli, Mısırlı, Ürdünlü, Suriyelilerin ve Körfez Araplarını öldürmek mi? Yoksa, Irak’ta Saddam Hüseyin’in devrilmesine, Lübnanlı Hizbullah’ın ortadan kaldırılmasına, Suriye’nin burnunun sürtülmesine, İran’ın madara edilmesine, İsrail ve Filistin’e hileli ‘barış süreci’ külfetinin yeniden yüklenmesine doğru genişleyecek yeni Ortadoğu maceramızın sadece ilk bölümü mü Bin Ladin? Eğer bu hayalperestlik gibi geliyorsa, Washington ve Tel Aviv’den yükselen seslere kulak vermelisiniz. New York Times’ın Pentagon kaynakları, ikinci bölümün Saddam olabileceğini öne sürerken; İsrailliler Şaron’un ‘uluslararası terörün merkezi’ dediği Lübnan’ı potaya sokmak istiyor, tabii bir ‘Bin Ladin hücresi’ keşfettikleri Yaser Arafat’ın çöplüğü Gazze’ye bir iki bomba da fena olmaz hani. Araplar da dünya terörünün sona ermesini istiyor elbette. Ama listeye birkaç isim de kendileri eklemek ister. Filistinliler, İsrail ordusunun eğittiği Lübnanlı müttefikler tarafından Sabra ve Şatila’da 1982’de gerçekleştirilen terörist katliamından sorumlu tuttukları Şaron’un tutuklandığını görmek istiyor. Oradaki 1800 ölü, 11 Eylül’de ölenlerin çeyreği kadar... Hama’daki Suriyeliler de aynı yıl Hama’da işlenen katliamın sorumlusu Rıfat Esat’ı terörist listesinde görmek ister; 20 bin ölü, 11 Eylül ölü sayısının iki mislinden fazla... Lübnanlılar, 1982’de Lübnan’ın işgalini planlayıp çoğu sivil 17 bin 500 kişinin ölümüne neden olan İsrailli subayları mahkemede görmek ister, ölü sayısı yine 11 Eylül’ün hayli üstünde. Sudanlı Hıristiyanlar, Başkan Ömer Beşir’in katliamla suçlanmasını ister. Fakat Amerikalılar açıkça belirttikleri gibi kendi terörist düşmanlarının peşinde, terörist dostları ya da Amerikan ‘ilgi alanı’ dışında kalan toplumları katleden teröristlerin değil. Hatta, Amerika’da serbestçe yaşayan, fakat Amerika’ya zarar vermemiş olanlar bile güvende: Örneğin, 1980’de güney Lübnan’da iki İrlandalı BM askerini öldüren, sonra da Tel Aviv’den rahatça uçağa atlayıp Detroit’e gidip yerleşen İsrail sempatizanı militanı alın. FBI ilgilenirse İrlandalılarda isim ve adresi var. Asıl niyet ne? Demek ki gerçekten de ‘dünya terörü’ne karşı savaşmamız istenmiyor. İstenilen, Amerika’nın düşmanlarıyla savaşmamız. Eğer bu, New York ve Washington’a yapılan iğrençliğin arkasındaki katilleri yakalamaksa pek itiraz eden çıkmaz. Ama akıllara şu soruyu getiriyor; niçin bu binlerce masum, diğer binlerce masumdan daha önemli ve çabamızı, belki de kanımızı diğerlerinden daha çok hak ediyor? Aynı zamanda çok daha rahatsız edici bir soru daha geliyor akla: 11 Eylül’de Amerika’da insanlığa karşı işlenen suça adaletle mi karşılık verilecek yoksa Ortadoğu’da Amerikan siyasi gücünü genişletmeye yönelik amansız bir saldırıyla mı? Her iki durumda da amaçları gizli kapaklı ve yanıltıcı bir savaşa katılmamız isteniyor bizden. Amerikalılar bize bu savaşın tüm diğerlerinden farklı olacağını söylüyor. Ama anlaşlılan o ki farklardan biri, kime karşı ne kadar süreyle savaşacağımızı bilmememiz. Açıkçası bu sonu belli olmayan çatışmaya ne yeni bir siyasi girişim, ne Ortadoğu’yla kurulan gerçek bir siyasi bağ ne de tarafsız adalet eşlik edecek. Ortadoğu insanının ıstırabı, umutsuzluğu ve aşağılanmışlığının yeri yok savaş emellerimizin içinde. Yalnızca Amerikalılarla Avrupalıların ıstırabı, umutsuzluğu ve aşağılanmışlığı var. Bin Ladin’e gelince nerede olduğunu Taliban’ın bilmediğine kim inanır? Tabii ki Afganistan’da. Peki hakikaten yeraltına çekildi mi? Ruslarla savaş sırasında, birdenbire ortaya çıkar, işgalcilerle çatışırdı. Altı kez yaralanmasına rağmen, müthiş bir pusu ustasıydı. Bu Ruslara pahalıya mal oldu. Şer ve şeytanilik bile, Amerika’daki kıyımı tanımlamaya yetmez. Ama, bu işi Bin Ladin’in yaptıysa duracağı anlamına gelmez. Dahası kendi sahasında savaşıyor olacak. Girebileceğimiz delik çok. Bize ateş edecek ucuz tüfek de. Buna hiç de ‘yeni tür bir savaş’ denemez. (The Independent, 23 Eylül 2001) İyiyle kötünün tiyatro oyunu Eduardo Galeano Meleğin şeytana karşı savaşımında nedense hep insanlar ölüyor. Teröristler, iyinin kötüye karşı verdiği savaşımda, New York ve Washington’da 50 ülkeden emekçiyi öldürdüler. İyiliğin adına kötülüğe savaş açan Başkan Bush, öç alma yemini etti. ‘Kötülüğü yeryüzünden kazıyacağız’ diye buyurdu. Kötülüğü kazımak? Kötülük olmadan iyilik ne işe yarar ki? Kendi çılgınlıklarını meşrulaştırmak için düşmana ihtiyaç duyanlar, sadece dinsel fanatikler değil. Silah endüstrisi ve ABD’nin devasa savaş makinesi de varlığını meşrulaştırmak için düşmana ihtiyaç duymakta. İyi ve kötü, kötü ve iyi: Yazarlarının arzularına göre aktörler maske değiştirir, kahramanlar canavar, canavarlar ise bir kahraman haline gelebilir. Bu da yeni bir şey değil. Alman bilim adamı Werner von Braun, Hitler’in Londra’yı bombalamakta kullandığı V2 füzelerini icat ettiğinde kötüydü, ama yeteneklerini ABD’nin hizmetine sunduğunda, iyi biri haline geliverdi. Stalin de, İkinci Dünya Savaşı’nda iyiydi ama, Şeytan İmparatorluğu’nun lideri haline gelince kötü oldu. Soğuk Savaş yıllarında John Steinbeck, “Belki de bütün dünyanın Ruslara ihtiyacı var, öyle sanıyorum ki, Rusya’da dahi Ruslara ihtiyaç var. Belki de Rusya’daki Ruslar Amerikalı sayılıyordur” diye yazmıştı. Daha sonra Ruslar bile iyi insanlar oldular. Bugün, ‘Kötülük mutlaka cezalandırılmalı’ korosuna artık Putin de rahatlıkla katılabilir. Saddam artık ikinci İranlılar ve Kürtlere karşı kimyasal silah kullanırken Saddam Hüseyin iyiydi ama, sonra kötü oldu. Amerika Panama işgalini sona erdirdiğinde, Kuveyt’i işgal etti diye Irak’ı işgal etmek için ona Şeytan Hüseyin demeye başladı. Kendisi başlı başına kötülüğe karşı bir savaş timsali olan Baba Bush, ailesini karakterize eden insancıl ve merhamet dolu hislerle, çoğunluğunu sivillerin oluşturduğu 100 binden fazla Iraklıyı katletti. Şeytan Hüseyin, olduğu yerde kaldı, fakat insanlığın bu bir numaralı düşmanı bir basamak gerileyerek insanlığın iki numaralı düşmanı oldu. Dünyanın bir numaralı baş belasına bugünlerde Usame bin Ladin deniyor. Ona terörizm hakkında bildiği her şeyi CIA öğretti: Bin Ladin, Afganistan’da komünizm karşıtı başlıca ‘özgürlük savaşçısı’ olarak ABD hükümetince korunup silahlandırıldı. Başkan Reagan bu kahramanlara ‘ABD’nin Kurucu Başkanlarıyla manevi eşitlik’ bahşederken, Baba Bush başkan yardımcısıydı. Hollywood da buna uydu ve Rambo 3 çevrildi: O günlerde, Afgan Müslümanları iyi çocuklardı. 13 yıl sonra bugün oğul Bush döneminde ise, kötünün de kötüsü oldular. Henry Kissinger, bu son trajediye ilk tepki verenlerden biri oldu. “Her kim ki destek sağlar, finanse eder yahut teröristlere ilham verir, bunlar, en az teröristler kadar suçludur” diye vurguladı. Bunlar, oğul Bush’un saatler sonra tekrarlayacağı sözlerdi. Eğer durum buysa, şimdiki acil görev, Kissinger’ı bombalamak olur. Kissinger’ın suç dosyası Bin Ladin ya da dünyadaki herhangi bir teröristten çok daha kabarık. Üstelik bu suçlar, dünyanın birçok ülkesinde işlendi. Endonezya, Kamboçya, İran, Güney Afrika, Bangladeş ve Akbaba Planı’nın [Plan Condor] kirli savaşından çok çekmiş bütün Güney Amerika ülkelerinde devlet terörüne ‘destek, finans ve ilham’ sağladı Kissinger. 11 Eylül 1973’te, önceki haftaki felaketten tamı tamına 28 yıl önce, Şili Başkanlık Sarayı’na hücum edilmişti. Kissinger, Allende ve Şili demokrasisinin mezar kitabesini, Şili’deki seçim sonuçlarını yorumlamadan çok daha önce yazmıştı: “Bir ülkenin, kendi halkının sorumsuzluğu yüzünden komünist olmasına neden göz yummamız ve tahammül etmemiz gerektiğini anlamıyorum.” Halkı aşağılamak Halkı aşağılamak, devlet ya da özel terörün ortak paydalarından biri. Bask ülkesinin bağımsızlığı için insan öldüren bir örgüt olan ETA’nın bir sözcüsünün dediği gibi: “Hakların, azınlık veya çoğunluk olmakla hiçbir alakası yoktur.” Düşük teknolojili terörizm ile yüksek teknolojili terörizm arasında, dinsel fanatiklerin terörizmi ile piyasa fanatiklerinin terörizmi arasında, umutsuzların terörizmi ile güçlülerin terörizmi arasında ve zincirinden boşalmış psikopatın terörizmi ile soğukkanlı üniformalı profesyonelin terörizmi arasında epey ortak nokta var. Hepsi, insan hayatını hiçe sayma noktasında buluşuyor: Kumdan kaleler misali yıkılan ikiz kulelerin altında ölen 5 bin 500 yurttaşın katilleri ve dünya gazete ve televizyonlarının ilgisini çekmeyen, çoğu yerli 200 bin Guatemalalının katilleri gibi. O Guatemalalılar, herhangi bir İslam fanatizmine kurban gitmediler, birbirini izleyen ABD hükümetlerinden ‘destek, finans ve ilham’ alan ölüm mangalarınca öldürüldüler. Bütün bu ölüm tapıcıları, sosyal, kültürel ve ulusal farklılıkları askeri terimlere indirgeme ihtiyacı konusunda da hemfikir. Kötülüğe karşı iyiliğin adına, Tek Hakikat adına, her şeyi önce öldürüp sonra sorarak çözümlüyorlar. Ve bu yöntemle, savaştıkları düşmanı güçlendiriyorlar. Başkan Fujimori’ye, bir terör rejimi kurabilmesi ve Peru’yu bir muz fiyatına satabilmesi için aradığı kitle desteğini Aydınlık Yol’un zalimlikleri sağladı. Cihat adına terörizm zeminini hazırlayan şey, ABD’nin Ortadoğu’daki zalimlikleridir. Her ne kadar, Uygar Dünya’nın liderleri yeni bir Haçlı Seferi için bastırsalar da, Allah, kendi adına işlenen suçlardan sorumlu değil. ‘Günün sonunda’ ne Tanrı Yahova’nın izleyicilerine karşı bir Soykırım yapılmasını, ne Yahova, Şabra ve Şatila katliamlarının yapılmasını emretti ve ne de Filistinlilerin topraklarından sürülmesini. Her şey bir yana, Allah, Tanrı ve Yahova aynı kutsallığın üç farklı adı değil mi ki? ‘Göze göz kör eder’ Hatalar trajedisi: Artık, kimin kim olduğunu hiç kimse bilemiyor. Patlamaların dumanları, hepimizi açık seçik görmekten alıkoyan çok daha kesif bir duman perdesinin bir parçasını oluşturmaktadır. İntikamdan intikama, terörizm bizi kendi mezarlarımızı kazmaya zorluyor. New York duvarlarındaki bir grafitinin geçenlerde basılmış bir fotoğrafında gördüm: “Göze göze bütün dünyayı kör eder!” Şiddet sarmalı, şiddet ve karışıklık doğurur: Acı, korku, hoşgörüsüzlük, nefret, çılgınlık. Bu yılın başlarında, Porto Alegre’de, Ahmet bin Bella, “Danayı bile delirten bu sistem, insanları da delirtiyor” uyarısında bulunmuştu. Ve bu delirmiş, nefretten çılgına dönmüş insanlar, kendilerini yaratanlar gibi davranıyorlar. Luca adında, üç yaşındaki bir çocuk, bana: “Dünya, evinin nerde olduğunu bilmiyor” demişti. O sırada bir haritaya bakıyordu. Bir gazeteciye de bakıyor olabilirdi. (La Jornada, 25 Eylül 2001) Tek şüpheli Ladin mi? Boris Kagarlitski New York’ta yaşanan terörist saldırı, Pearl Harbor baskını ve Kursk denizaltısının kaybıyla karşılaştırılıyor. Mihail Gorbaçov ise olayı Çernobil’e benzetiyor ki Amerikan yönetiminin yaşadığı şaşkınlık ve maruz kaldığı alçaklık açısından yerinde bir benzetme. Her iki olayda da yetersizlik, çaresizlik ve yetkililerin kendilerini aklama çabaları var. Pek kimsenin aklına gelmeyen bir benzetme daha var; Reichstag yangını. Yaygınlaşan Arap ve Müslüman karşıtlığı, 1930’larda yaşananları çağrıştırıyor. ABD otoriteleri suçluyu hemen Arapların arasından aradı. Diğer şüpheliler akılların bir köşesine itilirken, bin Ladin ilk ve en muhtemel şüpheli olarak görüldü. Daha ilk dakikalarda, saldırıları Arapların yaptığında herkes hemfikirdi. Buna rağmen Arap bağlantısını destekleyen deliller arttıkça, şüphe de arttı. Patlamalardan hemen sonra televizyonda ünlü âlim Viyaçeslav Nikonov suçluların kesinlikle bulunması, en azından açıklanması gerektiğini söyledi ve ekledi: “Eğer suçlu Taliban ve bin Ladin ise bu Rusya’nın işine gelir.” Yine televizyonda konuşan Aleksander Gordon, saldırganların Oklahoma’daki bombalama olayında olduğu gibi aşırı sağcı gruplar olabileceği görüşündeydi. Uzmanlar operasyonun uçakta bıçak tehdidiyle kokpite girmek gibi bireysel ayrıntılarının ne kadar basit olduğunu vurguluyor. 11 Eylül’de yapılan eylem çok sıkı bir yönetim, kontrol ve lojistik gerektiriyordu. İslami terörün gücü, eylemin basitliğinde ve beklenmedik oluşunda yatıyor. Her grup özerk biçimde çalışıyor. Çünkü Allah’ın savaşçılarından her biri, kendi başına hareket edebilecek kapasiteye sahip. New York ve Washington’a yapılan saldırılar çok iyi koordine edilmiş, her ayrıntı hiçbir hataya elvermeyecek kadar iyi planlanmıştı. Saldırı serbest dolaşım hakkına sahip ve şüphe altında olmayan insanlarca gerçekleştirilmiş gibi. Profesyonel olsalardı, eğitimlerini yeraltı terör gruplarında yapmazlardı. Saldırının Amerika içindeki güçlerce ve ciddi bir askeri deneyimi olan kişilerce gerçekleştirildiği göz önünde bulundurulmalı. Neden saldırının aşırı sağcı grupların bir komplosu olduğu ihtimali değerlendirilmiyor? Araplar saldırıyı yapmak için kullanılmış olamaz mı? Saldırıları kim yapmış olursa olsun, Rusya ve İsrail üzerinde Reichstag yangınına benzer bir rol oynadıkları gerçek. ‘Batı uygarlığı değerlerini destekleyen’ aşırı sağcı politikacılar zaten intikamdan söz ediyorlardı. Yine ve bir kez daha aynı şey tekrarlanıyor: “Müslümanlar barbar insanlardır ve onlarla pazarlık edilmez. Onlar bizler gibi değil, dolayısıyla bizim demokrasi ve insan hakları anlayışımızla bağdaşmazlar”. Kimileri “Halkın hoşlanmayacağı tedbirleri almakta çekinmeyelim”, kimileri de “Kendimizi demokrasi kurallarıyla sınırlamayalım” diyor. Kısa vadede gerekçesiz tutuklamalar, geniş çaplı aramalar ve toplu sınır dışı etme peşindeler. Amerika’dan İslami topluluklara karşı yapılan ırkçı saldırı haberleri geliyor. Uygulanan baskının toplu direnişlere yol açacağı gayet açık. Bu da düşman kazanmanın yolu. Bizi Müslümanların saldırılarıyla korkutmak isteyenler bunun farkında değiller mi? Kesinlikle farkındalar. Küresel çapta olmasa da en azından yerel bölgede alınabilecek kesin çözüm olasılığına inanıyorlar. Uzun vadede istedikleriyse etnik temizlik ve soykırım. (The Moscow Times, 18 Eylül 2001) Ortadoğu’nun tavrı ABD’ye bağlı Bernard Lewis Dünya Ticaret Merkezi ve Pentagon’a saldırılar çoğu yorumda Pearl Harbor ile ilişkilendirildi. Benzerlik saldırıların aniliği ve acımasızlığından daha ilerde. İki olay da münferit değil; zafere gitmesi umulan bir savaşın açılış vuruşu. Japonlar o zaman zenginliğine ve gücüne rağmen ABD’nin barışçı, hatta korkak olduğunu düşünüp, Asya’ya el atmaması için kolayca korkutulabileceğini hesaplıyordu. Son saldırıların arkasında da aynı türden bir hesap var. Amaçlarda da benzerlikler söz konusu: Amerikalıları, ekonomik uzantıları, kültürleri ve yerel yardakçılarını İslam dünyasından kovmak. Dostluk var dostluk var Hesap ilk bakışta mantıksız da değil. ABD’nin Vietnam’ı terk etmiş, Lübnan ve Somali’den terör tehdidi nedeniyle çabuk çekilmiş olması bu düşünceyi doğuruyor. Sözcülerin, dost sayılanlar dahil, diğer ülkelerin liderlerine seslenirkenki ikircikli, çekingen tutumu da bu fikri destekliyor. Dost ve dostluk kelimeleri, bireyler ve devletler arasında iki ayrı olguya işaret etmek için kullanılır: İlki, ortak ilke ve beklentilere dayalı karşılıklı bir taahhüt. İkincisi ortak menfaatler üzerinde yükselen geçici bir ortaklık. İlki kalıcıdır, değişimlerden etkilenmez; diğerinin ömrü ise ortak çıkar hesaplarıyla sınırlıdır. Siyasi anlamda ilki, bazı farklara rağmen, aynı ortak temelleri -hukuk devleti, seçilmiş hükümet vs.- paylaşan demokrasilerin ilişkilerini kast eder. İkinci, iktidar olduğu ve tutumunu değiştirmediği sürece otokratik bir yöneticiyle uzlaşmayı... Peki otoriter bir iktidar niye tutumunu değiştirir? Bu noktalardaki tartışmalarda sıkça, kamuoyu, seçim iklimi, seçmen kitlesi gibi Batı demokrasilerinin diline ait terimler kullanılır. Ancak bunlar otoriter rejimlerin sivil özgürlükler, ifade özgürlüğü gibi yabancı kavramları dert etmeyen siyasi dünyasında çok az şey ifade eder. Bir diktatörlükte siyaseten hayatta kalmanın kuralı basittir: Vagona atla. Bugünün koşullarında ortaya çıkan sorun, trafik karışıklığında bineceğiniz vagonu seçebilmekte. Çünkü yanlış bir seçim ölümcül olabilir. Anlamak zor değil Teröristler ve onları barındırıp koruyan hükümetlere yönelik tutumları anlamak o kadar da zor değil. Saddam Hüseyin komşularından üçüyle savaştı, ikisini işgal edip ağır hasara yol açtı. Açıkçası komşuları ne geçmişi unutabiliyor ne de geleceğe emin bir şekilde bakabiliyor. Başlıca istekleri Saddam’ın devrilip yerine daha az tehditkâr bir rejimin geçmesi. Ama Saddam’ı deviremeyip olsa olsa keyfini kaçıracak bir maceraya atılarak gazabına maruz kalmayı göze alamıyorlar. Bu noktada öncelikli ihtiyaçları, diktatörlerin ve teröristlerin siyaseti ve amaçlarını değerlendirmek değil; bunları biliyorlar. Asıl sorunları, ABD’nin siyaset ve amaçlarını anlamak. Bu daha çetin bir iş. Ellerinde iki kılavuz bulunuyor: Birincisi tarih. Ne yazık ki tarih pek de teşvik edici değil. İkincisi ise Amerikalı devlet adamları, asker ve diplomatlarla kurdukları ilişkiler. Ortadoğu ülkelerinin ABD’nin destek çağrısına nasıl yanıt verecekleri Amerikalıların tavrını nasıl değerlendireceklerine bağlı. Meselelerin, tarafların netleşmesi; siyasetin belirlenip uygulanmasında kararlılık lazım. Bunlar sağlandığında bile korku içindeki komşulardan gerekli desteğin alınacağı gibi bir kesinlik söz konusu değil, sadece bir olasılık bulunuyor. Ama şundan eminiz ki onlar olmadan başarısızlık kesin. (The Washington Post, 16 Eylül 2001) Küresel teröre karşı küresel toplum Edgar Morin Şiddetin karşıtı yumuşaklık değil fikirdir. Ettienne Baulieu, romancı Önce sözcüklere bir göz atalım. Terörizm. Terörizm kavramı, katliamlar yapan düzenleyen uluslararası cihat örgütü El Kaide için de kullanılıyor, kendisini demokratik yollarla ifade edemeyerek, şiddet kullanan ulusal direniş örgütleri için de. Naziler kendilerine direnen Avrupalılara terörist dedi. Çeçen direnişiyle karşı karşıya kalan Putin de. Tabii direnişe geçen bir toplumu hedef alan devlet terörü de terörün bir çeşidi. Kaide, terörizmin yeni bir biçimini oluşturdu. Teknik ve ekonomik alanda küreselleşme terörizmin de küreselleşmesine, dolayısıyla da küreselleşmenin dünyayı tehdit eder boyutlara ulaşmasına yol açtı. İslamcı. İslamcı kelimesi yanlış anlamalara neden oluyor. Batılılar İslam dininin ilkelerine inananları fanatik olarak değerlendirmeye başladı. Bu da fanatizmle terörizmin birbirine karışma riskini doğurdu. Aslında İslamcılık Kuran’a, şeriata dönüşü benimsediğinde Batı uygarlığının, demokrasinin ve siyasal liberalizimin reddini de benimsiyor. Ama, İslamcılık cihattan terörizme dönüşebilse de kendi içerisinde, cihadı ve terörü içermiyor. Uluslararası cihat örgütü Kaide’den bahsettiğimizde ise İslam dinine indirgeyemeyeceğimiz muazzam bir dinsel sapmayla karşı karşıya kalıyoruz. Ama İslamcı kelimesi, Batı medyasınca kullanılarak, bütün İslamcılara potansiyel bir terörist yaftası yapıştırılmasına neden oluyor. Bu da İslam’ın kendi içindeki karmaşık yönünü görmemize engel oluyor. Her fikri hata, eylem hatasına dönüşüyor, dolayısıyla da karşımızdaki tehditleri ağırlaştırıyor. Sadece kendi karmaşıklığıyla İslamı ele almak yetmez. İşin içine ABD, İsrail ve küreselleşmenin bütün anlamlarını, uyuşmazlıklarını da katmak gerek. O kadar basit değil ABD, dünyanın en eski demokrasisi, en açık, aynı zamanda da artık en kırılgan toplumu. Amerika, Avrupa’yı Nazizmin tehdidinden korudu, Bosna’da ve Kosova’da Müslüman halkı kolladı. Kanlı Irak-İran savaşının, Cezayir’deki terörün, Araplar arasındaki bütün çatışmaların sorumlusu ABD değil. Kültürü, McDonald’s’a veya Coca-Cola’ya indirgenemez. Bilim, edebiyat, film, caz, rock alanında da yaratıcı oldu. Avrupa ne kadar Amerikalaşıyorsa, Amerika da o kadar Avrupalılaşıyor. Ancak, ABD aynı zamanda hem silahlanma, hem de ekonomi alanında dünyanın süper gücü. Demokrasisi, kendi çıkarı söz konusu olduğunda diktatörleri desteklemesine engel teşkil etmez. İnsaniyeti, aynı zamanda kör bir insanlık karşıtı düşünceyi de içerir: Alman şehirlerini bombalamaktan geri kalmadı, Hiroşima ve Nagasaki’de yaptığını da unutmamak gerekiyor. Afganistan’ı bombalaması da, sivil halkın ölümüne neden olan bir başka terör eylemi. Çok uzaklardan sadece halkın üzerlerine bombalar yağdırarak, açlığa ve korkuya neden oldu. Dünya Ticaret Merkezi’nde 5 bin kişinin kurban olmasının acısıyla, Afgan halkını bombardımana tutarak, düşüncesizce insani felaketlere yol açtı. Terörizmle mücadele etmek için yaptığı bombardımanla terörizme neden olarak kendi içinde çelişkili davrandığının bilincinde değil. İki görkemli ‘kule’ gerçeklikten de öte aynı zamanda bir o kadar da simgeseldi. Amerikan gücünün, zenginliğin, kapitalizminin, yönetiminin, açılımının simgeleriydi. Yıkılmaları sadece bizim değil aynı zamanda bütün dünyanın Mahnattan’a bakış açısında delik açtı. Bazıları için, ABD’nin sömürgeciliği ve kapitalizmi yara aldı, diğerleri ise demokrasi ve uygarlığın bundan zarar görmesinden dolayı kızgınlıklarını saklayamıyor. Her iki düşünce birbirinin tamamlayıcısı. Çeşit çeşit kompleks Bununla birlikte ABD tüm dünyayı heveslendiriyor: Birçok insan ABD’ye gitmeye çalışırken birçok toplum da Amerikan uygarlığına ait olmaya çabalıyor. Vassalları ABD’den hem çekiniyor hem de saygı duyuyor. Avrupalılar da ABD’yle dayanışma içinde kalmayı tercih ediyor. Ancak refah ve zenginliği bir taraftan derin bir hayal kırıklığına yol açıyor. Dünyayı yönetmesi teknik bir aşağılık kompleksine (güney yarımküre için) neden olurken kültürel açıdan da yükseklik kompleksine (Avrupalılar için) yol açıyor. Birçok ülkenin gelişmemişliği, Amerikan ekonomisinin fazla gelişmişliğine bağlanıyor. Bir yanda yetersiz beslenme, yoksulluğa bağlı sağlık sorunları ve AIDS’ten mustarip geniş yığınlar, diğer yanda aşırı beslenen, aşırı sağlıklı Batılılar ve özellikle de ABD. İşte bu yüzden Amerikan dünyası eskinin antik ve zafer elde etmiş, bugünün ise kendini küçük gören ve tehdit altında hisseden kültürlerinde alerji ve saldırganlık uyandırıyor. Dünya pazarındaki liberalleşmenin olumsuz sonuçları, eşitsizliğin ve ekonomik krizlerin daha da büyük boyutlar kazanması, öfkeyi kabartıyor. Marksizm ve Leninizm’i bir ütopya olarak gören düşünceler için, kendi düşleri yıkılırken, Amerikan emperyalizmi ve kapitalizmin, yani kötünün ayakta kalması bir hayal kırıklığı kaynağı. Bu düşüncedekiler, Amerika’yı kapitalizm ve emperyalizmiyle şeytan gibi görürlerken, Komünist Sovyetler’in kapitalizmden beter olduğunun farkına varamadı. Demokrasi ile totalitarizmi ayırt edemediler. Amerikan emperyalizminin özellikle de Sovyetler’in başını çektiği eski emperyalizmden çok daha zararsız olduğunu göremediler. Birbirine zıt iki gerçek Bununla birlikte, gezegenin farklı yönlerinden yayılan inanılmaz düşmanlıklar ABD’yi gezegenin bütün kötülüklerinin sorumlusu olarak görmekte. Madem onlar bu dünyanın başındalar, demek ki bütün kötülüklerin sorumlusu da onlar, diye düşünülüyor. ABD, Batı’nın en kötüsü olarak değerlendiriliyor. Gerçi Batı 16’ncı yüzyıldan itibaren gerçekleştirdiği sömürgelerle, işgallerle, halklara uyguladığı soykırımla kendisine yönelik bakış açısını olumsuz hale getirmedi değil. Bununla birlikte, burada birbirine zıt iki ayrı gerçeği de vurgalamak gerekiyor. Batı’nın, insanlık tarihinin uzunca bir evresinde gezegene yapacağını yaptığı doğru. Ancak, sömürgecilik aynı zamanda Batı Avrupa’da insani değerlerin doğmasına da neden oldu: insan hakları, halkların hakları, millet hakkı, demokrasi, kadın hakları. Demokraside, insan haklarında, kadın haklarının uygulanmasında geç kalınmasının temel nedenini ancak dünyada halen var olan tehlikeli devletlere bağlayabiliriz. Tarih bize dini hoşgörünün, hem İslam’da, hem Hristiyanlık’ta, Yahudilik’te, Endülüs’ten Osmanlı’ya kadar birçok yerde bulunduğunu gösterdi. İslam, dünyanın en büyük uygarlığında, Bağdat Halifeliği zamanında doğdu. Ancak geçmişin zaferiyle yaşanırken, bir taraftan da diktatörlüklerin, yoz polis devleti ve askeri rejimlerin altında ezilen, sosyalizmin, komünizmin başarısızlığa uğramasıyla kalkınma umudunu yitiren bazı talihsiz kesimler kendilerine dini kimlik arayışına girdi. ABD-İsrail özdeşliği Bu hayal kırıklığı ortamı, aşağılanmayla daha da arttı, Filistinlilerin maruz kaldığı baskı ortamı yaşanılan günlük aşağılanmayı yüksek boyutlara ulaştırdı. İsrail-Filistin sorunu, Arap ülkelerinin güçsüzlüğüne bağlı olsa da olmasa da, adaletsiz bir ortam doğurdu. ABD’nin kayıtsızca İsrail’in yanında yer alması, İsrail’in ABD’nin, ABD’nin de İsrail’in ve Yahudilerin bir aracı gibi değerlendirilmesine yol açıyor. ‘Şaronizm’ ile daha da vahimleşen bu özdeşleştirme İsrail kadar ABD için de ölümcül. İçinde bulunduğumuz durumda, hayal kırıklığı, hınç, geçmişteki büyük uygarlığa özlem, uluslararası İslam toplumunu, yani 1 milyar Müslüman’ı etkilerken, cihadı da öne çıkarıyor. Mağrip’ten Pakistan’a kadar bütün bir gençlik için Bin Ladin, Babil’in kulelerini yerle bir eden inançlı bir süpermen. Ladin onlar için, İslam’ın dirilişini sağlayan, halifeliğin geri gelmesine yarayacak kişi. Bir anlamda bundan sonra nasıl gelişeceğini bilmediğimiz yeni bir mesih doğdu. Aynı zamada, Batı uygarlığının en iyi değerlerinden etkilenenler de var: kişisel özgürlükler, siyasi özgürlükler, eleştiri hakkı, kadın-erkek eşitliği. Gerçek savaş aslında, bir taraftan kendi kimliklerini koruyup geleneklerine saygı gösterilmesini bekleyen, diğer taraftan Batı’nın değerlerinden yararlanabilme hakkı isteyen İslamcıların düşüncelerinde yaşanıyor. Zaferi de kendi kültürel kimliğiyle gezegen vatandaşlığı arasında sentez yapabilenler yaşayacak. Bir yandan Yahudilerin haklarını ararken, öte yandan Filistinlilere kötü davranan, doğduğundan beri Arap komşularınca yok edilme tehdidiyle yaşayan, sonunda da askeri açıdan onlardan daha kuvvetli hale gelen, geleceğine ilişkin hâlâ şüpheler yaşarken Filistinlileri giderek daha fazla ezen İsrail’in varlığı ise Arapların düşmanlığıyla besleniyor. İsrail, Filistin devletini, 1967 sınırları dahilinde tanıma konusunda çelişki yaşıyor. Ataları 2 bin yıldır aşağılanan, katledilen Yahudiler sonunda bunun sorumluluğunu sivillere, ailelere yükleyerek, atalarının maruz kaldıklarının aynılarını Filistinlilerden çıkarmaya çalışıyor. Filistin devleti, hemen şimdi İsrail ve Filistin sorunu, sadece Ortadoğu’da değil, İslam-Batı dünyası arasında da bir kansere dönüşerek bütün gezegene yayıldı. Bir Filistin devletinin varlığı, doğuşunun güvenceye alınması artık bütün bir insanlık için acil bir gereklilik haline geldi. Son 10 yılda iletişim sayesinde bir küresel toplum oluştu, ekonomi küreselleşti. Ancak bu toplum, kontrolü kaybetti, suçu engelleyemiyor (mafya, uyuşturucu ve fahişelik). Şimdi bu küresel toplumun bir de terörizmi var. Ancak, bu küresel toplum ekonomiyi, polisi, siyaseti düzenleyecek güce, örgüte ve haklara ulaşamadı. Gezegen vatandaşlığına yönelik ortak bir bilinç halen oluşmadı. Terörizmin küreselleşmesi, küresel toplum düşüncesinin de bir anlamda oluşmuş olduğunu gösterir. Çünkü Kaide’nin ne ait olduğu bir devleti, ne ulusal sınırları var. Bir devlettten diğerine atlarken, ordusunun mali gücünün tamamen uluslararası olduğunu unutmamak gerekiyor. Bu örgüt göçebe ve hareketli olan bir merkeze sahip olarak bir devletten çok daha etkili davranabiliyor. Örgütün ağları, küresel toplumda mevcut. Yani küreselleşmesi mükemmel. Din savaşı da küresel toplumun içinde bir iç savaş misali. Bu sınır tanımayan, hayal kırıklıkları, umutsuzluklar ve inanılmaz bir inançla beslenen terör makinesi bir anlamda, en gelişmiş barbarlık yöntemlerini kullanan bir yıkıcı güç, öldürücü bir şiddete dönüştü. Kaide’nin mücadelesi, ülkeler arasında bir savaşı değil, polisi ve siyaseti harekete geçirmeliydi. Ancak metaforik bir savaş Afganistan’ın bombalanmasıyla, savaş kurbanlarına yol açan gerçek bir savaşa dönüştü. Oysa bu durumda gezegen karşıtı bir düşmana karşı daha karmaşık ve ortak bir gezegen eylemi gerçekleştirmek gerekirdi. 11 Eylül’ün dinamiği giderek hızlandıkça riskler de artıyor. Ekonomik riskler. Küresel pazarın kendine özgü karşılıklı bağımlılığı, düzenleyici sistemlerin yokluğuyla daha da ciddi hale gelen bir kırılganlık ve tıpkı 1929 krizinde totaliterlik için olduğu gibi, yeni diktatörlük kültürlerini besleyen tasarlanabilir bir genel kriz hali ortaya koyuyor. Gezegenleşmiş bir dönemde ortaya çıkan bu karşılıklı bağımlılık, aynı zamanda gezegenin kaderini de kırılgan hale getiriyor. Histeri riski. ABD’ye yönelik sürekli ve değişik düzeyli tehditler ve Amerikan karşıtı düşüncenin güçlenmesi histerik duyguları körüklemekten başka işe yaramaz. İsrail-Filistin kanseri giderek kötüleşiyor. Soruna acil çözüm bulunmadıkça kanser önüne geçilemez biçimde yayılıyor. İsrail karşıtı düşünce, hem Yahudi hem de Amerikan karşıtlığına yol açarken, düşüncelerle bedenleri de kirletiyor. Şaron’un gidişatı sadece kötü değil aynı zamanda, İsrail’i bir intihara sürükleyebilir. Bu intihar, Arap dünyasını da yok edebilecek bir düzeye gelebilir. ABD’nin, Avrupa ülkelerinin ve BM’nin iki bölgeyi 1967 yılı sınırlarına ayıracak bir uluslararası askeri müdahalede bulunmayı göze alamaması tarihi bir felakete neden olabilir. Bin Ladinci dalganın da etkisiyle, İslamcı rejimlerin demokrasiye doğru değil de dinci fanatizme yönelmeleri mümkün olabilecek. Zaten gezegeni etkileyebilecek nükleer, bakteriyolojik ve kimyasal risk, daha da görünür hale geldi. 20. yüzyılda iki ayrı barbarlık, ortaklık yapmaya başladı. Birinci barbarlık, ilk çağdan gelen katliam ve yıkım. Diğeri, kendi uygarlığımızın içinden gelen barbarlıktı. ‘Binladinizm’ işte bu iki barbarlığın yeni birlikteliğini oluşturuyor. Kendi uygarlığımızın içerisinde de, ölümü üreten güçler olduğunu, bir barbalığın var olduğunu unutmamak gerekiyor. Bizim bilimsel ve teknik anlamda çok fazla gelişmişliğimiz, etik ve düşünce açından az gelişmişlikle birleşiyor. Bununla birlikte uygarlığımızın içerisinde iki ayrı erdem de mevcut: Laiklik ve demokrasi. Batı gidip geliyor ABD, daha genel olaraksa Batı iki ayrı alanda gidip geliyor: Birincisi felakete neden olabilecek düzeyde çılgınlık. Diğeri ulaşması hayli zor bilgelik. Çılgınlık; Haçlı fikri, şeytani düşünceler, histerik bir savaş yaratarak, yığınların ölümüne neden olmak olarak açıklanabilir. Ancak bilgelik; insanlığın bilincini, gezegenin kaderini içinde taşıyor. Biz ne kadar, ‘Hepimiz Amerikalıyız’, ‘Hepimiz çocuğuz’, ‘Hepimiz dünya vatandaşıyız’, dersek, ABD’nin de o kadar ‘Hepimiz Amerikalı değiliz’ düşüncesini kabullenmesi gerekli. Paul Valery’nin de dediği gibi, Birinci Dünya Savaşı’nın ardından sadece bilinç değil, aynı zamanda gezegenin insanlığı da ölümsüzleşti. Bugünün bilinci, nefret karşısında tek alternatifin demokrasi olduğunu bize gösteriyor. Bu bilinç aynı zamanda, asgari bir etik düşüncesini de aşılıyor bize: Cahilce yöntemler kullanarak yüce bir dünya yaratamayız. ‘Küresel toplum kimliği’ bilinci mutlaka oluşmalı. Sadece bir küresel toplum, terör toplumuna karşılık verebilir. Sadece bir küresel toplum küresel pazarı düzenleyebilir. Yeni bir barış Bu yeni tip savaş yeni tip bir barış da gerektiriyor. Terörizmle mücadele ederken, Müslümanları radikal köktenci fanatiklerden ayırarak, aynı zamanda İslam’la da barış yapılmalı. Bu da Ortadoğu’da bir barışı acil hale getiriyor. Bu konfederal gezegen politikası, imparatorluk politikasına dönüşmemeli. Çin, Hindistan, Avrupa, Latin Amerika ve diğerleri gezegenin konfederal büyük vilayetleri haline gelmeli. Uygarlığın politikası, uygarlıklar arasında savaşa karşı verilebilecek tek yanıt. Somut olarak, küresel toplumun en yoksul bölgelerine Marshall planının yapılması, refah ülkelerinin gençlerinin yoksulluk içindeki ülkelerin gençlerinin yardımlarına koşması, sağlık giderlerini karşılayamayan halkların yardımına koşmak üzere bir dünya sağlık ajansının kurulması lazım. Sonuç olarak yeni tip savaş, terörizmi kökünden kazımak üzere bir küresel merkez oluşturmak durumunda. Amerikan politikası, çılgınlıkla bilgelik arasında zikzak çizmeye başladı. İmparatorluk savaşı ile konfederal savaş, bilinç ile bilinçsizlik arasında kaldı. Bu zikzakların ardından, Afganistan’a müdahale halen devam ediyor. Karşılık verme zamanı Gezegenin artık bu duruma karşılık verme zamanı geldi: Artık bütün çelişkilerin görülmesi, bütün taraflar arasındaki ilişkilerin bilinmesi gerekiyor. Her birimiz kendi içimizde ruhani büyük bir mücadele veriyoruz. İnsanlık düşüncesi, kendi içinde kötünün kötüsünü, çılgınlığı, körlüğü, anlayışsızlığı, yanılsamayı barındıyor. İnsanlık düşüncesi aynı zamanda kendi içinde mantığı, anlayışı ve merhameti de barındıyor. Dünyanın bu barbar haline şu anda bulunan çözüm bizi hiçbir yere taşımayacak. Başımıza gelebilecek olanın en kötüsünden kaçınarak, doğru yönde yol almak gerekiyor: küresel toplum ve küresel vatana doğru. Yoksa küresel toplumun, uluslar toplumunun ve ölüme karşı birleşmiş kültürlerin içinde doğabilmesi için uçuruma daha da yaklaşılması mı gerekiyor? Dibi boylamadığımız sürece başımıza gelen felaket bizim son şansımız olabilir. (Le Monde, 22 Kasım 2001) Mare Nostrum’da barış Chris Patten En kötü olaydan en iyi sonucu çıkarmak gerekiyor. Dünya kamuoyunun 11 Eylül saldırıları nedeniyle bir şok içinde olduğu şu zamanda, bu sarsıntının bir umut kaynağı olması gerekmektedir. Çünkü kin ve kaos teröristlerin işine gelmektedir. Teröristlere vereceğimiz en iyi cevap, binlerce terör kurbanı için dikeceğimiz en güzel anıt, dünyanın her yerinde bulunan insanlarla ilişkileri geliştirerek, sözde ‘uygarlıklar savaşı’nı boşa çıkarmak olacaktır. Hiç kuşku yok ki bu saldırılar ve ardından gelişen olaylar Avrupa Birliği’nin dış politikası bakımından karşılıksız kalmayacak. Kalkınma ve barış Bütün Akdeniz çevresinde bir barış ve kalkınma süreci oluşturmak hiçbir zaman bu denli gerekli olmamıştır. Mitchell Komisyonu önerilerinin eksiksiz ve çabuk uygulanması ile ilgili olarak Avrupa Birliği ve Amerika Birleşik Devletleri tarafından yapılan çabalara rağmen Yakındoğu’da hiçbir zaman şiddetin yerini diyalog alamadı. Cezayir’de, iç savaş, ekonomik durgunluk, başka yerlerde zar zor yol alan ekonomik ve toplumsal çağdaşlaşma halkı çileden çıkarmaktadır. Ortadoğu’da barış sürecinin durması, terörizme karşı mücadelemiz konusunda olumsuz sonuçlar doğurmaktadır. Her ne olursa olsun, bir yanlış anlaşılmaya yol vermemek gerekiyor. Avrupa Birliği kesin olarak terör ile Arap ve İslam dünyasını birbirine karıştırma düşüncesini kabul etmemektedir. Eskiden olduğu gibi Akdeniz ülkeleri için daha dengeli ve daha müreffeh bir geleceğin ve dayanışmanın güvencesi olan kalkındırma programlarını kararlılıkla sürdürmektedir. Brüksel’de toplantı Gand’da yakın zamanlarda yapılan toplantıda, Avrupa Konseyi, Akdeniz ülkelerinin sosyal ve ekonomik gelişmesini ve istikrarını sağlamak amacıyla Akdeniz ülkeleriyle ilişkilerini geliştirme gereğini ortaya koymuştur. Bu doğrultuda, Avrupa Birliği ve on iki Akdeniz ülkesinin dışişleri bakanları Kasım 2000’de Marsilya’da kararlaştırılan, ‘Barcelona kalkınma süreci’yle ilgili önlemleri almak için dün Brüksel’de iki günlüğüne toplandı. Bu bakanlar Nisan 2002 tarihinde, hem ‘iki taraflı’ hem ‘bölgesel’ işbirliğine dayanan Avrupa-Akdeniz ortaklığını geliştirmek için İspanya’nın Valencia kentinde bir araya gelecek. Somut olarak, ikili işbirliği Avrupa Birliği ile Akdenizli ortakları arasında yapılan ortak anlaşmalara dayanmaktadır. Bu anlaşmaların, en hassas konular dahil, bütün konuları ortaklarımızla birlikte ele almamıza olanak vermesi gerekmektedir. Daha önce buna benzer altı anlaşma yapıldı. Norm ortaklığı Fas, Tunus, İsrail ve Filistin hükümeti ile yapılan dört anlaşma yürürlüğe girdi; Ürdün ve Mısır ile yapılan anlaşmalar yakında yürürlüğe girecektir. Bütün Akdenizli ortaklarımızı ilgilendiren bölgesel düzeyde ise, birçok program şimdiden bir realite olarak karışımızda bulunmaktadır; bunlar özellikle bilgi toplumunu, yabancı yatırımları, kültür mirasını koruma ve görsel-işitsel işbirliğini geliştirme ile ilgili konulardır. Ayrıca Akdeniz ülkelerinin ulusal normlarını Avrupa Tek Pazarı normlarıyla yakınlaştırmak için yapılan çalışmaları da destekliyoruz. Bu girişim, Akdeniz’in iki kıyısı arasında ekonomik ilişkileri geliştirmek için önemli olmaktadır. İstikrarın dayanakları Ama bölgenin istikrarı ve kalkınması daha çok ve ancak, Güney di-yaloğu ile Akdeniz ülkeleri arasında kurulan ‘ülkeler arası bağımlılıklar sistemi’nin desteklenmesinden geçmektedir. Günümüzde, Akdeniz kıyısı, her biri kendine özgü normlara sahip küçük çaplı birçok pazara ayrılmıştır. Buna karşın bir çok olay değişmektedir; Fas, Tunus, Cezayir ve Ürdün geçen 8 Mart tarihinde kendi aralarında serbest değişim bölgesi kurmayı taahhüt ederek ‘Agadir’ bildirisini imzaladı. Başka ortaklara açık böyle bir girişim, gelecek 2010 yılında bitecek Avrupa-Akdeniz serbest değişim bölgesine doğru adım atmak için önemli bir araçtır. Teknik yardım vermeye hazırız. Birlik, ticaretin serbestleşmesi konusunda uzun yıllara dayanan bir deneyime sahip. Avrupa Yatırım Bankası yoluyla, ulaşım ve telekomünikasyon bağlantısı veya liman altyapılarının modernizasyonu gibi bölgesel alt yapıların geliştirilmesine yönelik finansmanı sağlayabiliriz. Öte yandan, Avrupa Birliği’nin bundan sonraki genişlemesi bizim Akdenizli ortaklarımız için uygun bir imkân gibi algılanması gerekiyor. Çünkü, her birleşme durumunda, Avrupa Birliği yeni üye ülkelere büyük kalkınma olanakları sağlayarak dışarıya doğru daha fazla açılmaktadır. Bu sarmal devam edecektir; Akdeniz ülkesi komşularımız, daha fazla yatırım alarak ve kendi ürünleri için daha büyük bir pzar olanaklarından yararlanarak bu durumdan kazanç sağlayabilirler. Bu durum uygun siyasi ve ekonomik iklimi gerektirmektedir. 11 Eylül’ün etkileri Ayrıca 11 Eylül olayları ‘adalet ve içişleri’ konusunda bölgesel ve uluslararası işbirliğini ne kadar geliştirmemiz gerektiğini ortaya koymuştur. Bu ihtiyaç daha önce Marsilya’da kasım 2000 tarihinde yapılan Avrupa-Akdeniz Bakanlar Konferansı’nda belirtilmiştir. Bu geniş alan aynı zamanda hem adli işbirliğini, hem organize suç, uyuşturucu madde, terörizme karşı mücadeleyi, hem yasal ve yasal olmayan göç ve insan ticareti sorunlarını kapsamaktadır. Yasal göç Avrupa ülkelerine sonsuz olanaklar sağladı. Çok hızlı büyüme döneminde iş gücüne katkıda bulundu ve kültürümüzün çeşitlenmesini ve zenginleşmesini sağladı. Yasal olarak göç edenlerin ülkelerimizde koruyucu statü güvencesi altında bulunmaları doğal. Ama illegal göçe karşı mücadele etmek ve insan ticareti gibi en iğrenç bir kaçakçılık ile başkalarının sefaleti sayesinde zengin olanları cezalandırmak meşru bir haktır. İki taraf arasında yapılan görüşmelerde çok sık ele alınan ve uluslararası çerçevede yer alan bu hassas ve karmaşık sorunlar konusunda, eşit koşullar içinde açılan ve tabusuz bir diyalog öneriyorum. Bütün bu nedenlerden dolayı hem Avrupa Birliği ile Akdeniz ülkeleri arasında hem ortaklar arasında, birçok uygarlığın beşiği olan şu Mare Nostrum’un (Bizim Denizimiz) halklarımız arasında kalkınma ve değişim yeri olabilmesi için daha çok bütünleşmeye doğru gitmemiz gerektiğine inanıyorum. (Radikal, 6 Kasım 2001) Ahbap çavuşlara gün doğdu Ignacio Ramonet Tarih 11 Eylül’ü gösteriyordu. Rutin uçuş görevlerini yapması gereken uçaklar, görevlerinin dışına çıkıyor ve karşı oldukları siyasi bir sistemi vurmaya kararlı pilotlarca büyük kentin kalbine saplanıyorlardı... Her şey çok kısa sürede gerçekleşti: patlamalar, havada uçuşan beton ve demir parçaları, toza bulanmış kaçışan insanlar ve olayı canlı vermekte olan medya... 2001 yılı New York mu? Hayır! 11 Eylül 1973, Şili’nin Santiago kenti... ABD’nin işbirliğiyle Salvador Allende’ye karşı gerçekleştirilen Pinochet darbesi... Başkanlık sarayının üzerinde uçan askeri uçaklar... Onlarca ölü ve 15 yıl sürecek bir terör kasırgası... Masum insanların ölümünden acı duymamak bir yana, ABD’nin -ve diğer birçoğunun masum oldukları söylenebilir mi? Söz konusu ülke ve ülkeler koalisyonu Latin Amerika’da, Afrika’da, Ortadoğu’da, Asya’da meydana gelen, siyasi şiddet olaylarının destekleyicisi, mimarı olmadılar mı?... Ölümlerin, ‘kayıp’ların, işkencelerin, hapislerin, sürgünlerin baş sorumluları değiller mi? Batı’nın yöneticileri, medyası ve onların Amerikancı üstün gayretleri bize bu vahşi gerçeği unutturmamalı. Bugün, tüm dünyanın ve özellikle güney ülkelerinin tavrı şu şekilde özetlenebilir: “Evet, Amerika’nın başına gelen çok üzücü ama bu saldırganlar, yöntemlerini kimden öğrendi acaba?” Bu tür bir yaklaşımı anlayabilmek için belki de biraz geriye dönüp, bazı şeyleri hatırlamakta yarar var. Tüm ‘Soğuk Savaş’ yılları boyunca (1948-1989) ABD komünizme karşı bir ‘Haçlı seferi’nin baş oyuncusu değil miydi? Bu Haçlı seferi ki; İran’da binlerce komünistin öldürülmesinde, Guatemala’da sol muhalefetten 200 bin kişinin katledilmesinde, yine Endonezya’da yaklaşık bir milyon komünistin yok edilmesinde en etkin rolü üstlenmemiş miydi? Emperyalizmin ‘Kara Kitabı’ bu yıllar süresinde yazılmadı mı? Ayrıca Vietnam Savaşı’nın (1962-1975) iğrençlikleri aynı yıllara rastlamadı mı? Evet, Batı için söz konusu yıllar ‘iyinin kötüye karşı savaşı’ydı. Batı ve Amerika için, bu yıllarda teröristler her zaman insanlık dışı değildi. ABD bu yıllar içerisinde, CIA aracılığıyla katliamlar, uçak kaçırmaları, sabotajlar düzenlenmedi mi? Küba’da Castro rejimine, Nikaragua’ da Sandinistlere, Afganistan’da Sovyetlere karşı yürütülen saldırıların, baş aktörü kimdi? 1970’li yıllarda Washington, Afganistan’da ‘demokratik’ iki ülkenin desteği, yani Suudi Arabistan ve Pakistan ile birlikte medyanın ‘özgürlük savaşçıları’ olarak nitelendirdiği, ArapMüslüman müfrezelerinin oluşumunu örgütledi. Yine, bu bağlamda CIA, meşhur Usame bin Ladin’i saflarına kattı. 1991’den sonra, uluslararası arenada ABD tek süper güç kalıyor, elinin tersiyle BM’yi bir kenara itiyor ve daha ‘adil’ olacağını iddia ettikleri ‘Yeni Dünya Düzeni’ni tek başına kuracağını ilan ediyordu. Sağlayacağını iddia ettiği bu yeni düzen adına bir yandan Irak’a bombalar yağdırırken, diğer yandan Filistinlilerin haklarının İsraillilerce hiçe sayılamasına göz yumuyor, hatta İsrail’i kayıtsız şartsız destekliyordu. Irak savaşı sonrası, ABD tüm uluslararası karşı çıkışlara rağmen, binlerce masum Iraklının ölümüne neden olacak ambargoyu uygulamaya koyuldu. Ancak tüm bunlar, Arap-Müslüman dünyasında radikal bir İslamcılığın yeşermesine yol açıyor, ABD’ye karşı radikal bir kamuoyu oluşuyordu. ABD şimdi tıpkı Dr. Frankenstein gibi, eskiden yarattığı canavarın kendine karşı yönelmesiyle, evet, çılgınca bir şiddetle yönelmesiyle karşı karşıya. Ve şimdi, bu canavara karşı iki devlete -Suudi Arabistan ve Pakistan- dayanarak savaşmaya hazırlanıyor. Bu iki devlet ki en az 30 senedir, tüm dünyada radikal İslamcı hareketin yayılmasına en büyük katkıyı sağlayan devletler. Ve bu yayılmayı gerektiği yerde hiç çekinmeden en terörist metotlarla yapan devletler. Diğer yandan, George W. Bush’un etrafındaki ‘Soğuk Savaş’ın ahbap çavuşları olayların gidişatından mutludur hiç şüphesiz. Hiç beklenmedik bir imkân oluştu onlar için... 10 senedir, yani Sovyetler’in çöküşünden sonraki 10 senedir nihayet yeni bir umut doğdu onlara... Yeni bir umut, yeni bir düşman ‘terörizm’ olarak adlandırılan bu yeni düşman, ‘radikal İslam’. Yeni bir McCharty’cilik. Küreselleştirme karşıtlarını hedef alan yeni bir McCharty’cilik. Komünizmle mücadeleyi sevmiş miydiniz?.. Öyleyse buyrun İslamcılıkla mücadeleye!.. (Le Monde Diplomatique, 1 Ekim 2001) Kaderlerimizi paylaşmalıyız Edward Said New York’u (ve daha küçük çapta Washington’u) vuran akıl almaz dehşet, meçhul saldırganlar, siyasal mesajdan yoksun terör, havsalaya sığmayacak yıkımdan oluşan yeni bir dünyayı karşımıza getirmiş bulunuyor... Politikacılar, ünlü uzmanlar ve âlimler üzüntü dolu ve milliyetçi beylik ifadelerinin yanında, yenilmeyeceğimizi, önümüzün kesilemeyeceğini ve terörizm silinene kadar durmayacağımızı söyleyip duruyor. Herkes bunun terörizmle savaş olduğu görüşünde. Ama nerede, hangi cephelerde ve hangi somut sonuçlar için? Bunlara cevap verilmiyor, karşımızda Ortadoğu ve İslam’ın bulunduğu ve terörizmin yok edilmesi gerektiği ima ediliyor, o kadar. Asıl moral bozucu olan, Amerika’nın, dünyadaki rolünü ve karmaşık gerçeklikle doğrudan ilişkisini anlamaya ne kadar az zaman harcadığı. Sanarsınız ki Amerika, İslami bölgelerde sürekli savaşan ya da çatışmalara giren bir süpergüç değil, uyuyan bir dev. Usame bin Ladin artık Amerikalılara o kadar tanıdık ki, onun ve gölgedeki yandaşlarının her türlü kötülüğün ve nefretin simgesi olmadan önceki hayatlarına dair her şey kolektif bellekten silindi. Böyle olunca, kolektif tutkular, Kaptan Ahab’ın Moby Dick’in peşine düşmesi gibi, asıl olup bitenler yerine bir savaş güdüsüne yönlendiriyor. Asıl mesele ise yayılmacı bir gücün ilk kez kendi evinde yaralanmış olması, sınırları belirsiz, oyuncuları görünmez karmaşık bir çatışma bölgesinde çıkarlarının peşine düşmesi. Kıyamet günü senaryoları gelecekteki sonuçları düşünülmeden ve beyanlara sınırlama getirilmeden havalarda uçuşuyor. Şu anda gereken daha fazla savaş tamtamı değil, durumun mantıklı biçimde anlaşılması. Bush ve ekibi net olarak savaş tamtamlarından yana. Fakat İslam ve Arap dünyasındaki birçok insan için resmi Amerika, İsrail’e ve birçok baskıcı Arap rejimine bol keseden destek veren, ama acı çeken insanlarla ya da laik hareketlerle diyalog ihtimaline bile önem vermeyen arsız bir güç demek. Bu anlamda Amerikan karşıtlığı bir modern toplum nefreti ya da teknoloji kıskançlığı değil: Bu Amerikan karşıtlığı, ABD’nin dayattığı yaptırımlar altında ezilen Iraklıların ve topraklarının İsrail tarafından 34 yıllık işgaline izin verilen Filistinlilerin dile getirdiği, somut müdahaleleri, açık gaspları kapsayan bir olaylar örgüsünü temel alıyor. İsrail ise, fırsattan istifade Filistinlilere baskısını artırarak ABD’nin trajedisini istismar ediyor. Amerika’daki siyasal söylem ise önümüze ‘terörizm’ ve ‘özgürlük’ gibi sözcükler fırlatarak bunları örtmeye ve petrolün etkisi gibi kirli maddi çıkarları saklamaya çalışmakta. Ortadoğu’daki egemenliğini ve denetimini sağlamlaştıran Siyonist lobilerin İslam’a karşı kökü çağlarca gerilerde bir dini nefreti (ve cehaleti) kullandığını da... Ne var ki entelektüel sorumluluk, gerçekliğe daha eleştirel bir yaklaşım gerektirir. Elbette terör var ve hemen bütün modern siyasi hareketler belli dönemlerinde terörden medet umdu. Bunlara Mandela’nın ANC’si de, Siyonizm de dahil. Ancak, sivilleri F-16’larla ve helikopterlerle bombalamak da konvansiyonel milliyetçi terörden farksız. Terörizmin kötülüğü, dini ve siyasi soyutlamalara ve içi boş mitoslara dayandığında, insanı tarihten ve mantıktan uzaklaştırmasında. İşte seküler bilincin ABD’de ya da Ortadoğu’da ağırlığını koyması gereken nokta bu. Hiçbir dava, hiçbir Tanrı, hiçbir soyut fikir masumların katliamını haklı kılmaz. Özellikle de, sorumlular küçük bir grupsa ve hiçbir hakları olmadığı halde kendilerini bir davanın temsilcisi olarak görüyorlarsa. Ayrıca, Müslümanların kendi aralarında çok tartıştıkları üzere, tek bir İslam yok. Nasıl ‘Amerikalar’ varsa, ‘İslamlar’ var. Bu çeşitlilik bütün gelenekler, dinler ve milletler için geçerli, bunların bazı yandaşları beyhude yere etraflarına sınır çizip inançlarını tekmiş gibi göstermeye çalışsalar da... Tarih, aslında kendi yandaşları ya da karşıtlarının iddia ettiğinden çok daha az temsil gücüne sahip demagoglarca temsil edilemeyecek kadar karmaşık ve çelişkili. Köktendinciler ve ahlaki köktencilerle ilgili sorun şurada: Günümüzde onların ölme ve öldürme isteği dahil devrim ve direnişle ilgili ilkel fikirleri, teknolojiyle birleşebiliyor. Buna karşılık, büyük ekonomik ve askeri güç sahibi olmak bilgeliği ve ahlaki öngörüşü ille de beraberinde getirmiyor. Bu krizde, Amerika kendisini oralarda bir yerde yürütülecek uzun bir savaşa hazırlar ve müttefiklerini sonuçları belirsiz, kaygan zeminde bir maceraya zorlarken, kuşkulu, sorgulayan ve insani sesleri duymuyor. Oysa, asıl şimdi insanları ayıran sanal eşiklerden geriye adım atmalıyız, etiketleri yeniden incelemeli, kısıtlı kaynakları gözden geçirmeli ve savaş çığlıklarına rağmen, kültürlerin çoğu kez yaptığı gibi kaderlerimizi paylaşmaya karar vermeliyiz. ‘İslam’ ve ‘Batı’ körü körüne peşinden gidilecek bayraklar olmak için çok yetersiz etiketler. Bazıları bunların arkasından koşacak, ama bu kaçınılmaz değil, bize kalmış: eleştirel düşünceye zaman ayırmadan, haksızlık ve baskının birbirine bağlı tarihlerine bakmadan, ortak özgürlük ve aydınlanma için uğraşmadan, acı çekerek uzayan bir savaşa sürüklenmek gelecek nesiller için kaçınılmaz değil. ‘Öteki’nin şeytanlaştırılması dürüst hiçbir politika için yeterli neden olamaz. Özellikle şimdi, terörün haksızlığın içinde büyüyen kökleri ele alınabilecek ve teröristler ayrıştırılıp caydırılıp ortadan kaldırılabilecekken. Bunun için eğitim ve sabra ihtiyaç var, ama bu yatırımı yapmak, çok büyük şiddet ve acıların daha da fazlasını yaşamaktan iyidir. (The Observer, 16 Eylül 2001) Sağduyunun sesi Edward Said 11 Eylül felaketini ve tepkilerini yaşayan, 2 milyonu Arap kökenli olan 7 milyon Müslüman Amerikalı için oldukça üzücü bir dönemden geçiyoruz. Felaketin Arap ve Müslüman kurbanları olmasının yanı sıra, bu gruba yönelmiş bir nefret havası da hâkim. George W. Bush vakit kaybetmeksizin Amerika ve Tanrı’yı müttefik ilan ederek, teröristlerin ölü ya da diri ele geçirilmeleri için savaş ilan etti. Ve gözler, ABD’nin büyük bir çoğunluğu için İslam’ı temsil eden, ele geçirilmesi zor Müslüman fanatik Usama bin Ladin’in üstüne çevrildi. TV ve radyolar eski bir playboy olduğu iddia edilen bu karanlık radikalin fotoğraf ve hayatına ilişkin dosyalar yayımlamaya başladı. Aynen Amerika’nın trajedisini ‘kutlayan’ Filistinli kadın ve çocukların görüntülerini yayımladıkları gibi. Uzmanlar ve sunucular durmaksızın İslam’la ‘bizim’ savaşımızdan bahsederken, ‘cihat’ ve ‘terör’ sözcükleri de ülkedeki korku ve öfkeyi besledi. Biri Sih olan iki kişi, Savunma Bakanlığı’ndan Paul Wolfowitz’in ‘biten ülkeler’ ve düşmanlara atom saldırısı gibi sözlerinden de cesaret alarak öfkeli vatandaşlarca öldürüldü. Yüzlerce Müslüman ve Arap dükkân sahibi, öğrenci, çarşaflı kadın ve sıradan vatandaş hakarete uğrarken, bunların hemen öldürülmelerini talep eden afiş ve graffitiler de dört bir yanı sardı. Bir Arap-Amerikan örgütünün yöneticisi daha bu sabah bana saatte 10 kadar hakaret, tehdit ve intikam isteyen mesaj aldıklarını söyledi. Dün yayımlanan bir Gallup araştırmasının sonuçlarına göre Amerikalıların yüzde 49’u ABD vatandaşı olsa bile Arapların özel bir kimlik taşımasına evet demiş; hayır diyenlerin oranı da yüzde 49; yüzde 58 ise ABD vatandaşı da olsalar Arapların daha yoğun güvenlik kontrolünden geçirilmesini istemiş, karşı çıkanların oranı ise yüzde 41. Ortalık sakinleşmeye başladı Bush’un, müttefiklerinin kendisi kadar müdanasız olmadıklarını anlaması Colin Powell gibi bazı danışmanlarının Afganistan’ın işgal edilmesinin Teksaslı milisleri oraya göndermek kadar basit olmadığını anlatmaları üzerine, resmi kavgacılık da azalmaya başladı. CIA ve FBI’ın Arap ve Müslümanlara kötü muamele ettiğine ilişkin duyumlar artsa da genel olarak bir sakinleşme var. Bush, Washington’da bir camiyi ziyaret etti, cemaat liderlerine ve Kongre’ye ‘nefret söylevlerine’ son verme çağrısında bulundu; en azından Arap ve Müslüman dostlarımızla, yani Ürdün, Mısır, Suudi Arabistan gibi bildik olanlarla hâlâ tanımlanmamış teröristler arasında ayrım yapmaya başladı. Bush, Kongre’de ABD’nin İslam’la savaşta olmadığını söylerken, bütün ülkede Araplar, Müslümanlar ve Ortadoğuluya benzeyenlere yönelik artan retorik ve fiili saldırılar hakkında hiçbir şey söylemedi. Powell, İsrail ve Şaron hakkında ABD’deki krizi Filistinlileri daha çok ezmek için kullanmaları nedeniyle hoşnutsuzluk belirtse de, genel kanı bölgeye ilişkin ABD politikasında değişiklik olmadığı yolunda. Tek değişiklik büyük bir savaş hazırlığı. Yine de Araplar ve Müslümanlar hakkında ortada dolaşan şehvet düşkünü, kindar, vahşi, mantıksız, fanatik gibi aşırı olumsuz klişeleri dengeleyebilecek olumlu bilgi ve bakış hemen hemen hiç yok. Bir amaç olarak Filistin, burada hâlâ düşünülen bir şey değil, özellikle Durban Konferansı sonrasında. Öğrencilerinin ve öğretim görevlilerinin entelektüel çeşitliliği ve he- terojenliğiyle tanınan benim üniversitemde bile Kuran üzerine bir derse rastlanmaz. Philip Hitti’nin Arapların Tarihi/History of the Arabs adlı konuyla ilgili İngilizcedeki en iyi kitabının bile baskısı yok. Baskısı olanların çoğu polemiksel ve düşmanca. Bunlarda Araplar ve İslam kültürel ve dini olarak değil, bir çekişmenin konusu olarak ele alınıyor. Yapılan sinema ve TV filmleri çirkin, saldırgan Arap teröristleriyle dolu. Bunlar, uçakları kaçırarak, bunları Dünya Ticaret Merkezi ve Pentagon’u hedefleyen katliam silahlarına dönüştüren, herhangi bir dinden çok suç patolojisinin konusu olması gereken teröristlerden önce de vardı. Yazılı basında ‘Artık hepimiz İsrailliyiz’ kampanyasını ve Filistin intihar saldırılarıyla Dünya Ticaret Merkezi ve Pentagon saldırılarının aynı şeyler olduğunu vurgulayan kampanyalar var. Bu süreçte, Filistinlilerin ülkesizlikleri ve uğradıkları baskılar ve benimkiler dahil birçok Filistinlinin intihar saldırılarını lanetleyen sözleri de unutuluyor. Sonuçta 11 Eylül günü oluşan dehşeti ABD politikaları ve retoriğini de içeren bir kapsamda ele almak, teröristlerin eylemlerini göz ardı etmek olarak yorumlanarak dikkate alınmıyor veya saldırıya uğruyor. Anlama ve göz ardı etme arasındaki eşitlenme gerçek dışı olduğundan bu tutum, entelektüel, ahlaki ve politik olarak yanlış. Birçok Amerikalı, ABD’nin bir devlet olarak Ortadoğu ve Arap dünyasında yaptığı şeylerin hoşnutsuzluk yarattığına ve ABD halkına mal edildiğine inanmakta güçlük çekiyor. Örneğin, İsrail’e koşulsuz desteğin; yüz binlerce masum Iraklıyı ölüme, açlığa ve hastalığa mahkûm ederken, Saddam Hüseyin’e dokunmayan, Irak’a karşı uygulanan ambargonun; Sudan’ın bombalanmasının; Sabra ve Şatila katliamlarının yanı sıra 20 bin sivilin ölümüne yol açan, İsrail’in 1982’de Lübnan’ı işgaline yakılan yeşil ışığın; Suudi Arabistan ve Körfez ülkelerinin ABD’nin özel kalkanı olarak kullanılmasının; baskıcı Arap ve İslam rejimlerine verilen desteğin. Ortalama ABD’linin farkında olduğu şeyle yurtdışında uygulanan acımasız ve adil olmayan politikalar arasında uçurum var. ABD’nin tutumu belirleyici BM Güvenlik Konseyi’nin işgal, yeni yerleşimler, sivillerin bombalanması konusunda İsrail aleyhine aldığı her kararın, ABD’nin vetosuna takılması, Amerikalılar tarafından önemsizken, bir Mısırlı, bir Filistinli veya bir Lübnanlı için asla unutulmayacak ve ciddi yaralar açan bir olgu. Bir başka ifadeyle ABD’nin belirli tutumları ve bunların sonucunda ABD’ye karşı alınan tavırlar arasında diyalektik bir ilişki var ve bunun da Amerika’nın zenginliğine, özgürlüklerine ve dünyadaki başarısına duyulan kıskançlık ve nefretle ilgisi yok. Tam tersine konuştuğum her Müslüman veya Arap, Amerika gibi bu denli zengin ve muhteşem bir ülkenin ve halkının daha az şanslı insanlara ilişkin, bu denli düşüncesiz olmalarını bir mistifikasyon olarak ele alıyor. Araplar ve Müslümanlar, ABD politikasının İsrail lobisi tarafından oluşturulduğunun, ‘The New Republic’ veya ‘Commentary’ gibi İsrail yanlısı yayınların korkunç ırkçılıklarının veya sütunlarında Arap ve Müslümanlara sürekli nefret ve düşmanlık kusan, A.M. Rosenthal, Charles Krauthammer, William Safire, George Will, Norman Podhoretz gibi yazarların da farkında. Bu görüşler marjinal yayınların arka sayfalarından çok herkesin okuyabildiği, örneğin The Washington Post gibi gazetelerin yorum sayfalarında yer alıyor. Bu nedenlerle de 11 Eylül felaketinin kamu bilincinde henüz canlı olduğu New York ve Washington, daha fazla şiddetin ve terörizmin bilinci yenebildiği, uçucu ve sert bir duygusal ortamdan geçiyor. Sivil haklardaki kaygı Medyanın kötü performansına karşın yavaş yavaş ortaya çıkan memnuniyetsizlik umut verici. Barışçıl çözüm ve müdahale için toplanan imzalar, bombalama ve tahribata alternatif arayışların yavaş da olsa seslendirilmesi ve yaygınlaşması olumlu göstergeler. Çünkü hükümet, telefonları dinleme, terörizm şüphesiyle Ortadoğulu insanları gözetim altına alma veya tutuklama hakkı ve Mc Carthyizme benzeyen bir paranoya ve şüphe ortamı yaratacak yasaları talep ettikçe, sivil hakların ve kişisel mahremiyetin zedeleneceği konusunda ciddi bir kaygı var. Amerika’nın bayrağı her yere dikme alışkanlığı vatanseverlik olarak da görülebilir ama vatanseverlik aynı zamanda hoşgörüsüzlüğe, nefret eylemlerine ve her tür tatsız kolektif tutkuya da yol açabilir. Başkan’ın konuşmasında İslam ve Müslümanlarla savaşta olmadıklarını söylemesine rağmen bu tehlike hâlâ var. Halkın yüzde 92’sinin istediği harekât konusunda da yorum ve toplantılar başladı. ‘Terörizmi kazımak’, somut olmaktan çok metafizik olduğundan ve yönetim bu savaşın amaçlarının ne olduğunu henüz açıklamadığından, askeri olarak nereye gideceğimiz konusunda da belirsizlik var. Ama genel olarak retorik, daha az kıyamet ve din sömürüsü çağrıştıran hale büründü. Haçlı seferi fikri yok oldu ve ‘fedakârlık’ ve ‘diğerlerinden farklı uzun bir savaş’ gibi genel laflardan uzaklaşılmaya başlandı. ABD’nin bu saldırıya karşı ne yapması tartışılıyor. Masum kurbanların ailelerinden bazıları, askeri intikamın doğru bir çözüm olmadığını açıkladı. ABD’nin Ortodoğu ve İslam dünyasında güttüğü politikaların eleştirel bir yorumu ise henüz yapılmıyor. Amerikalılar ve diğerleri dünya için uzun vadeli esas umudun, ister anayasal hakların korunmasında, ister Irak’ta ABD gücünün masum kurbanlarına el uzatılmasında, isterse karşı tarafı anlama ve mantıki analizlerle hareket etme konusunda olsun, bu anlayış ve vicdan topluluğunun oluşmasında yattığını anlamak zorunda. Bu, bugüne kadar yaptığımızdan çok daha fazla şey yapılmasını sağlayacak. Elbette bu, doğrudan Filistin’e ilişkin politikaların değişmesi veya daha kısılmış bir savunma bütçesi, veya daha ileri enerji ve çevre politikalarının uygulamaya konması anlamına gelmiyor. Bu tür bir geriye iz sürme dışında umuttan bahsedilemez. Belki böylesi bir tutum ABD’de oluşabilir ama bir Filistinli olarak benzer tutum Arap ve Müslüman dünyasında da oluşmalı. Siyonizm ve emperyalizm hakkındaki şikâyetlerimize rağmen, toplumları kıskaca alan yoksulluk, cehalet ve baskıdan, büyümesine izin verdiğimiz bu kötülüklerden sorumlu olduğumuzu düşün-meye başlamamız lazım. Örneğin kaçımız İsrail’de ve Batı’da Yahudilik ve Hıristiyanlığın belirleyiciliğine yönelttiğimiz bütünlüklü ve içten eleştirileri, laik politikaları savunup, İslam dünyasında da dinin kullanılmasına yönelttik. Sömürgeci yerleşimcilere ve insanlık dışı toplu cezalandırmalara maruz kalsak da, kaçımız tüm intihar saldırılarını kınadık. Popüler olmayan liderlerimize Amerikan desteği konusunda pasif bir şekilde hayıflanamayacağımız gibi, bize yapılan haksızlıkların arkasına da gizlenemeyiz. Bugün, adı çılgınlık olan ayrım yapmaksızın öldürme militanlığını görmezden gelmeyecek ve desteklemeyecek yeni laik bir Arap politikası ortaya çıkmalı. Artık açık sözlü olunmalı Yıllardır esas silahlarımızın askeri değil ahlaki olduğunu savundum. İsrail baskısına karşı Filistinlilerin kendi kaderini tayin hakkının, Güney Afrika’da ırk ayrımcılığına karşı verilen mücadele kadar dikkat çekmemiş olmasının nedeni, hedeflerimiz ve yöntemlerimiz konusunda açık olmamamız ve amacımızın mitolojik bir geçmişe dönüş ve dışlama yerine bir arada yaşama ve benimseme olduğunu açık seçik ifade etmemiş olmamızdır. Artık açık sözlü olmamızın ve politikalarımızı ince eleyip sık dokumamızın zamanı geldi. Başkalarından beklediğimizin daha azını kendimizden bekleyemeyiz. Liderlerimizin bizi nereye ve ne adına sürüklediğini görmek için durup düşünme zamanı geldi. Kuşkuculuk ve yeniden değerlendirme gerekliliktir, lüks değil. (El Hayat, 28 Eylül 2001) İki hedef: Terörizm ve kapitalizm Alain Touraine Bir savaş durumunda, taraflardan birini seçmek gerekir. Oysa bugün, Avrupalıların çoğu için böyle bir seçim yapmak imkânsız. Çünkü kendimizi tek bir savaşın değil, birbirinden farklı iki savaşın içindeymiş gibi hissediyoruz. Terörizme karşı mücadele savaşlardan ilki. Terörist saldırıya en az saldırı kadar şiddetli biçimde karşılık vermek gerekiyor. ABD’nin Afganistan’a düzenlediği harekâta destek vermeden, 11 Eylül’deki saldırıları kınayamayız. Bir taraftan terörizmi lanetlerken, diğer taraftan harekâta karşı olduklarını söyleyenler ikiyüzlü davranıyor. Çünkü karşımızdaki düşmanımız. Feministlerin, Taliban’a destek verdiğini düşünemeyiz! Böylece, Taliban ve Kaide çökertilene kadar Amerikan harekâtına destek vermek durumundayız. Vahşi kapitalizmin ettiği İkinci savaş diğerinden çok farklı bir düzlemde. Sovyetler yıkıldıktan sonra vahşi kapitalizm dünyada zaferini ilan etti. Yani, ekonomi üzerindeki sosyal ve siyasi denetim yerle bir oldu. Sonuçta üretim ve tüketim ekonomisinden bağımsız bir finans ekonomisi ortaya çıktı, siyasi kurumların her türlü kuralı darmadağın oldu. Parlamentolar, sendikalar, sosyal yasalar hatta entelektüel tartışmalar da... Dünya çapında, alıp başını yürüyen küreselleşme ile ülkelerin ve hükümetlerin aymazlığı veya eylemsizliği arasındaki uçurum giderek derinleşiyor. Böyle bir durum karşısında, terörist saldırılara karşı net bir tavır almak ve dünyanın birçok bölümünün mali mantığını yönlendiren bu küreselleşmeye karşı çıkmak gerekiyor. Her türlü düzlemde, ekonomi politikasının denetimi yeniden oluşturulmalı. Bu söylediklerimin hiçbiri hayal ürünü değil. Robert Solow gibi birçok ekonomi profesörünün de dediği gibi, ekonomi ilerledikçe, ekonomik gelişmenin ekonomi dışı etkenleri daha da önemli hale geliyor. Eğitim, gelişme için en önemli etken. Ekonomik başarı için devletin iyi yönetimi de temel bir etken. Küreselleşmenin karşısında yer alan hareketler, bu tekrar oluşan kutuplaşmaya dikkati çekti. Berlin Duvarı’nın yıkılmasından ikiz kulelerin yıkılmasına geçen süreye kadar yeni düzene eleştiriler yöneltildi. Ancak eğer, mali gücün zaferi sona erdirilmek isteniyorsa, bu karşı çıkma, 1989 yılında Sovyetler’in son bulmasına neden olduğunda görüldüğü gibi, köktenci olmalı. Terörizme verilecek karşılık ile son 10 yılda alıp başını giden vahşi kapitalizme karşı yapılacak mücadele arasında tam tamına bir zıtlık var. Ancak, bu önerme kendi içinde de bir soru işareti yaratıyor: Her iki sorun da aslında birbirine çok sıkı bağlarla bağlanmış değil mi? Dengesiz büyüme ve yoksulluk isyanlara, sonuç olarak da terörist saldırılara neden olmuyor mu? Ama bu mantık tamamen reddediliyor: Terörizmle mücadele Afganistan’ı yerle bir etmekle aynı anlama gelmiyor. Bununla birlikte, Kaide’nin ve Taliban’ın ortadan kaldırılmasıyla da yoksulluğun önüne geçilmiyor, sadece köktendinciliğe karşı mücadele ediliyor. Bin Ladin’in bağlı bulunduğu kapitalist ağ ekonomiyi değil, dinsel ve siyasi mantığı yıkmaya uğraşıyor. Ekonomik adaletsizlik farklı bir olgu, dinsel fanatizm bambaşka bir olgu. Ama eğer, biz bu sorunları birbirinden tamamen ayırırsak o zaman her iki amacımıza ulaşmak açısından kendimizi bir çelişkinin içinde de bulmaz mıyız? Hayır, çünkü Taliban sonrası Afganistan’ın yeniden yapılanması çok zor da olsa, terörizm vakit kaybetmeden yok edilmeli. Oysa, şu andaki dünyanın ekonomik sisteminin ortadan kaldırılması ancak sosyal ve büyük çapta siyasi hareketle sağlanabilir ve de bu amaca ulaşılabilmesi uzun bir süre gerekir. Teröristler yok edilmeli Eğer bu iki sorunu birbirinden ayırt edemiyorsak, o zaman sadece kendimizi Amerikan müdahalesinin karşısında buluruz. Avrupa, eğer böyle davranırsa, kendisini ikili bir oyunda ve karmaşanın ortasında bulur, karar verme yetisini bile yitirebilir. Vahşi kapitalizme karşı mücadele yarın yapılmalı. Bugün terörist saldırıların sorumluları yok edilmeli. Ancak, bu iki savaşın da dünya çapında yapılması gerekliliği her iki mücadeleyi birbirine yaklaştırıyor. Çünkü, işte bu noktada en büyük sorunlar baş gösteriyor. Bazı belirsiz çağrılara rağmen, küresel kapitalizme karşı mücadelenin gerekliliğini kabul etmek zaman alıyor. Bugün bütün ülkeler sol için yeni bir proje arayışında. Ama şu ana kadar ortaya çıkan tek öneri, içi neredeyse boş ‘üçüncü yol’ oldu. Ekonomiyi devlet kontrolünden alan küresel kapitalizmin yerine ne konulacağına dair bir projeye şiddetle ihtiyaç var. Terörist saldırıları gerçekleştirenlere karşı yapılan mücadelenin karşısında yer alarak, bugün ve yarın zihnimizi asıl meşgul etmesi gerekenleri karıştırmayalım. (Le monde, 26 Kasım 2001)

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...