“ABD’ye yönelik çok daha yıkıcı başka bir saldırı olabilir
Talat Turhan
III
Amerika kendini vurur mu
Tuncay Özkan
11 Eylül dünyadaki en büyük terör hareketidir. İkinci yılını dolduran bu saldırı dünyayı
bugünlere uzanan bir kaos ve savaşlar silsilesinin içine soktu. Bu hareketin planlayıcıları ve
gerçekleştirenlerinin kimler olduğu hala net olarak belli değil. Bu aslında bir ilan edilmemiş
terörist savaştır. İster El Kaide’den gelsin, ister Amerika’nın kendi içinden bu sonucu
değiştirmez. Bu savaşla ilgili olarak Türkiye’nin en üst düzeydeki değerlendirmesi o dönem
MGK’da yapılmıştı. MGK’da bu işten anlayan asker çevrelerin değerlendirmesi, saldırıların
Amerika’nın kendi iç güçlerinin organizasyonu olduğu şeklindeydi. O dönemde bu görüş
hükümeti oluşturan koalisyon ortaklarının kabul etmediği bir analiz oldu.
Kim organize etti
Amerika’nın yaşadığı bu dehşet olay, Türkiye’de uzun uzadıya analiz edildi. Bu
analizlerde dünyada hiçbir gizli servisin ve terör örgütünün böylesi bir organizasyonu
gerçekleştirme kabiliyetinin bulunmadığı şeklinde oldu. Gerçekten de bakıldığında böylesi bir
terör olayını organize etme kabiliyetinin hiçbir örgütte bulunmadığı ortada. El Kaide ise
olayla ilgili olarak bu tür organizasyonları gerçekleştirebilecek bir örgütlenmesinin olmadığını
iki yıldır onca saldırı karşısında çaresiz saklanarak ortaya koydu. Amerikan kaynaklarının
organizatör olarak açıkladıkları Usame bin Laden bile olaydan duyduğu şaşkınlığı ifade
etmişti. Bu konuşmaları Amerikalılar açıkladı hatırlarsanız. Bir video kasette. Orada Laden
hiç ummadığı ve beklemediği bir olayın sorumluluğunu zoraki üstleniyordu.
Analiz yetisi
Serdar Turgut’un dünkü yazısını okuyunca, katkı olsun diye Türkiye’nin o dönemki
değerlendirmelerini yazayım istedim. Çünkü Turgut kimilerince bir komplo teorisi olarak
değerlendirilen, bence olayları analiz etme bakış açısıyla kaleme alınan aykırı yazısında, çok
önemli bir durum değerlendirmesi yapıyor. Olayın sonrasında Amerika’nın ve dünyanın
değişen yüzüne dikkat çekiyor. Bugün Afganistan, Irak ile devam eden, İran-Suriye
bağlamında devam edeceği dile getirilen savaşlar dizisinin başlangıcını oluşturan 11 Eylül
saldırısı, dünyanın yeniden soğuk siyaset iklimine girmesine yol açtı. Amerika’nın medeni
yüzünü alıp götürdü. Yeni bir despotizim dünyaya egemen oldu. Bana göre bugün
yaşadıklarımız 21. Yüzyıl’ın ortaçağıdır. Acaba Amerika’da Serdar Turgut’un dediği gibi bir
darbe mi yaşandı? Bu sorunun yanıtını o dönem Türk askeri çevreleri ‘Evet Amerika’da derin
devlet böyle bir saldırıda bulundu’ diye vermişlerdi. Bunu MGK toplantısında uzun uzadıya
ele alan Türkiye, saldırının Amerika’nın içinde örgütlü bulunan bir güç çevresinin organize
ettiğini düşünmüştü. Türkiye’nin terör uzmanı olan komutanlarının yorumuydu bu.
Komutanlar Kenedy suikastini de örnek olarak masaya koyuyordu.
Saldırı sonrası toplanan birkaç MGK toplantısında konu hep böyle ele alındı. Ama o
dönem koalisyonu oluşturan siyasi partiler buna karşı durdular. MGK toplantısında askerlerin
bu tür değerlendirmelerine siyasiler ‘Olmaz, Amerika’da hiçbir güç kendini böyle vuramaz’
diye karşı çıktılar. Toplantı sırasında dönemin kuvvet komutanlarından birinin ‘Amerika’ da
bir iç darbe yaşandı, Amerika’nın içinden bu olay organize edildi’ yorumunu Başbakan
Yardımcısı Mesut Yılmaz inandırıcı bulmadığını ifade etti. O dönemde DSP’li Başbakan
Yardımcısı Hüsamettin Özkan da askerler gibi düşünmediğini ortaya koymuştu. Mesut
Yılmaz toplantı sırasında, Amerikalılar’ın kendilerini bu denli yaralayacak, kendi
yurttaşlarına dönük bir eylemler silsilesini gerçekleştirmeyeceklerini ifade etmişti.
Kim yaptı
Bugün olayların üzerinden geçen zaman bize daha soğukkanlı ve belgeler ile bilgiler
ışığında analiz yapma fırsatı tanıyor. Amerikan parlamentosunda oluşturulan komisyonun
çalışmaları gösteriyor ki Amerika bir saldırı beklentisi içinde. Üstelik bu saldırının havadan
olacağı yolunda da bilgiler var. Ama hiçbir alarm durumu yok.
Bu insanlık dışı saldırının arka planını ortaya çıkartma noktasında Amerika’da olanları
ileride açıklandığında göreceğiz. Ama hepimizin bir soruyu kafamızda yanıtladıktan sonra
olaya daha net bakacağına inanıyorum. Amerika kendini vurur mu? 11 Eylül sonrası olanları
değerlendirip bunu yanıtlamalıyız.
(Akşam, 12 Eylül 2003)
Uyuyan ajanlar
Sungur Savran
Yapması zor ya, kendinizi bir Amerikalının yerine koyun ve bugünlerde ortaya çıkan
gerçekleri bir düşünün. 11 Eylül öncesinde, Amerikan yönetimi, CIA, FBI ve havacılık
otoritesi FAA, bu tür bir saldırının gündemde olduğu konusunda çok ciddi göstergelere
rağmen halkı uyarmamışlar. Buna karşılık, FAA havayolları şirketini defalarca uyarmış.
Yetmemiş, ‘terörle mücadele görevlileri’nin ticari uçaklarla uçmamaları bir genelge ile
bildirilmiş. Bu da yetmemiş, genelgenin sahibi Adalet Bakanı John Ashcroft tatiline, evet
tatiline çıkarken bile ticari uçak kullanmamış. İnsanın böyle Adalet Bakanı’na, laik Türkçe’ye
de yerleşmiş bir terimle ‘Allahsız!’ diyeceği geliyor. Ama Adalet Bakanı protestan
köktendincisi! Bütün bunları duysaydınız, hele hele İkiz Kuleler’de bir yakınınızı yitirmiş
olsaydınız hiddetten delirir gibi olmaz mıydınız?
11 Eylül öncesinde Amerikan devletinin elinde böyle bir saldırının planlanmakta
olduğuna ilişkin bir dizi ciddi bilgi olduğu yaklaşık iki hafta önce ortaya çıktı. Yönetim bu tür
bilgilerin varlığını 11 Eylül’den sonra ısrarla reddetmişti. Ama CBS televizyonu 15 Mayıs
haberlerinde, Bush’a 6 Ağustos tarihinde CIA tarafından verilen bir brifingde El Kaide’nin
uçak kaçırma planları olduğunun anlatıldığını açıklayalı beri, devletin elinde olan ve halktan
gizlenmiş olan bilgiler birer birer ortalığa dökülüyor. Amerika bu bilgilerle sarsılıyor, ama
bizim basın nedense kısmi bazı bilgileri aktarmakla yetiniyor. Oysa, gün geçtikçe derinleşen
bu skandalın bir süre sonra bir ‘Towergate’e dönüşmesi bile mümkün.
Cevapsız sorular
Bush, ortalıktaki iddialara doğru dürüst cevap bile vermedi. Bugüne kadar tek kapsamlı
açıklama başkanın ulusal güvenlik danışmanı Condoleezza Rice tarafından yapıldı. Rice’ın
savunması üç noktada özetlenebilir. Birincisi: Bilgiler yer, zaman ve yöntem bakımından
belirsizdi. Oysa, Haziran-Temmuz aylarından itibaren bütün Amerikan haber alma
kuruluşlarının diken üzerinde oturduğu yine Rice’ın kendi açıklamalarından ortaya çıkıyor.
Mayıs ayında El Kaide’nin bir haberleşmesi ele geçirilmiş, örgütün ‘Hiroşima’ boyutlarında
bir eylem hazırlığı içinde olduğu öğrenilmiş. Temmuz ayında Beyaz Saray’daki istihbarat ve
güvenlikle ilgili kurullar artık günde iki defa toplanacak kadar telaş içindedir. Ve 6 Ağustos’ta
CIA Bush’a uçak kaçırılmasından söz eder. Rice’ın buna itirazı ikinci savunmasını
oluşturuyor: Kendi ifadesiyle ‘Uçağı bir füze gibi kullanabileceklerini kimse bilemezdi.’
Oysa, bu konuda sadece Amerikan devletinin değil, birçok ülkenin istihbarat örgütlerinin
elinde veriler vardır. Filipinler’de bir uçağın intihar saldırında kullanılacağı bir eylem, erken
istihbarat sayesinde boşa çıkarıldı. Avrupa istihbarat örgütleri Paris’te Eyfel Kulesi’ne böyle
bir saldırı düzenleneceği duyumunu almışlardı. 11 Eylül’den iki ay önce toplanan Cenova G-8
toplantısında duyumu alınan plan, içi patlayıcı dolu bir uçağın intihar saldırısında
bulunacağıydı. 1999 tarihli bir ABD istihbarat analiz raporu, tam da uçakların El Kaide
tarafından ihtihar saldırısı için kullanılabileceğinin altını çiziyordu. Rice’ın son savunma hattı,
saldırının Amerikan toprağında olacağının bilinmediğidir. Bu da yalan: Filipinler’deki
başarısız saldırı planı sonrasında, bir başka Arap militan CIA binasına böyle bir saldırının
düşünüldüğünü itiraf etmişti. Daha da önemlisi, İtalyan istihbarat örgütü DIGOS 11 Eylül
öncesinde bir Yemenli ile bir Mısırlı’yı gizlice dinleyerek Amerika’da uçakla yapılacak bir
saldırı düşünüldüğünü öğrenmiş, bu bilgiyi de FBI’a aktarmıştı.
Asıl uyuyan kim?
Rice’ın savunması çöküyor. Bush (ya da Rice) şimdilerde çorap söküğü gibi ortalığa
saçılan bu bilgilerin hepsini o aşamada bilmiyor olabilir. Ama CIA ve/veya FBI bunları
biliyordu! Buna rağmen Amerika’nın istihbarat ve güvenlik aygıtınca Temmuz ayından
başlayarak yapılan ‘hata’lar inanılmaz görünüyor.
Temmuz ayında Arizona, Phoenix FBI merkezi bunu reddetti. 13 Ağustos’ta bugün
yaygın olarak ‘yirminci terörist’ olarak anılan Zakarias Musavi yakalandı, Minesota bürosu
Musavi’nin bilgisayarının vb. aranması için hakim kararı çıkartabilmek amacıyla merkeze
talepte bulundu. Merkez bu talebi görmezlikten geldi. Yine Ağustos ayı içinde CIA ve iki El
Kaide militanının (Halid el Midhar ve Navaz el Hazmi) ABD’de bulunduğu FBI’a bildirdi.
Ama bu iki kişi 11 Eylül günü gerçek kimlikleriyle ellerini kollarını sallayarak kaçıracakları
uçağa girdiler!
11 Eylül’den sonra çok söylendi: El Kaide’nin birçok ülkede görünürde normal, uysal,
sakin bir hayat yaşayan ajanları varmış. Bunlar günü geldiğinde hiç kimsenin kuşkusunu
çekmeden eyleme kalkışıyormuş. Anlaşılan, istihbarat jargonunda bu tür kişilere ‘uyuyan
ajan’ (İngilizcesiyle ‘sleeper agent’) deniyor. Öyle görünüyor ki, asıl FBI’ın ve CIA’nın
ajanları ‘uyuyan ajanlar’! FBI temsilcisi Beyaz Saray’da günde iki kez toplantıya katılırken,
FBI görevlileri ticari uçağa binmekten kaçınırken, bunca uyarıyı gözden kaçırabilmek için
insanın masasının başında uyuyor olması gerekir!
Sistemin sözcüleri şimdi her şeyi FBI’ın köhne yapısıyla, CIA-FBI arasında rekabet
dolayısıyla bilgi alışverişi olmamasıyla açıklamaya çalışıyorlar. Bir de bu gelişmeyi de
özgürlükleri kısıtlamak için kullanmaya çılışanlar var. Oysa FBI ve CIA’nın bu kadar vahim
‘hatalar’ yapabileceğine inanmak için fazla safdil olmak gerekir. Asıl sorulması gereken soru
başka: Amerikan istihbaratı, bu denli büyük bir tehlikeye karşı neden harekete geçmedi? Bu
soruyu derinleştirecek yerimiz kalmadı. Bunu da bir başka yazıda ele alalım.
‘Towergate’ skandalı patlak verir mi, şimdilik kesin bir şey söylemek mümkün değil
ama bu konu gerici yönlere de sürüklenebilir, Bush’un, insanlığın geleceğini tehlikeye atan,
‘bir insan ömründen uzun sürebilecek’ sözde terörle savaşını engellemek için son derece
olumlu yönlerde de kullanılabilir. Öyleyse izlemeye devam edeceğiz.
(Radikal, 9 Haziran 2002)
Küçük bir şirket işi: Kanlı İpek Yolu
Ece Temelkuran
Sonuç olarak, Afganistan bizim düşündüğümüz petrol boru hattı için en az teknik engeli
içeren güzergahtır. Biz, Hazar Bölgesi petrollerini Asya pazarına ve Arap Denizi’nden
istediğimiz yerlere ulaştırabilmek için Afganistan üzerinden geçen ‘yeni’ bir ipek Yolu
açmayı öneriyoruz. Amerikan hükümetini gerçek ve büyük bir iş başarısına yardım etmeye
çağırıyoruz.”
Bu sözler UNOCAL adlı petrol ve gaz üretim firmasının Dış İlişkiler Başkanı John J.
Maresca’ya ait. Maresca bu sözleri Amerikan Kongresi’nin Asya ve Pasifik Alt Komisyonu
toplantısında sarf etmiş. Enteresan olan ise tarihi: şubat 1998!
UNOCAL’ın adını Afganistan’daki savaşın “esas” nedenleri üzerine yazdığımız bir
yazıda anmıştık. Bombardımanın, terör yuvalarını yıkmaktan ziyade Hazar Havzası’nda
bulunan enerji kaynaklarından Arap Denizi’ne bir yol açmak için yapıldığını ve “Afganistan’ı
kanıt beklemeden vurun” diyen, ABD dış politikası üzerinde hala etkili olan Henry
Kissinger’in da bu şirketin danışmanı olduğunu aynı yazıda söylemiştik. Yine aynı yazıda
Kissinger’in birkaç ay önce Çin’deki büyük bir petrol firmasının danışmanlığını aldığını da
yazmıştık. Son gelişme ise, UNOCAL’ın eski danışmanlarından Zalmay Halilzad’ın ABD’nin
Afganistan özel temsilciliğine, bir başka eski danışman Hamid Karzai’nin de Bonn’da yapılan
toplantılarla Afganistan’ın başbakanlığına getirilmiş olması. Karışık mı oldu? Pek değil
aslında. Çünkü bu uluslararası bir şirketin dünya üzerinde oynadığı ve adını “yeni İpek Yolu
inşa etmek” koyduğu “küçük” bir plan. Parçalar bir araya getirilince ortaya çıkan ise
tastamam bir “uluslararası sermayenin önündeki politik ve ulusal engellerin kaldırılması”
hikayesi!
Houston’daki Taliban
1998’de Maresca’nın yaptığı konuşmada bugün yaşanan savaşla ilgili bütün plan zaten
yapılmış. Konuşmada Afgan gruplarla şirketin bağlantıda olduğu ama son zamanlarda
grupların şirkete sıkıntı yaşatmaya başladığı, ABD hükümetinin bu meseleyi doğrudan
Afganistan’a müdahale ederek çözmesi gerektiği de söylenmiş. “Sıkıntıların” tam olarak ne
olduğu ise araştırmacı Ahmed Raşid’in “Oil and Gas International” adlı bir internet sitesinde
ileri sürdüğü bulgularla daha bir açıklık kazanıyor:
“UNOCAL, Kabil’i alan Taliban liderlerini 1996’da krallar gibi ağırladığı Houston’a
götürdü. Taliban liderlerine Afgan topraklarından geçecek her 1000 cf gaz için 15 dolar para
önerdi. Anlaşma ABD Dış işleri Bakanı Yardımcısı Robin Raphael’ın yaptığı Taliban’ı ikna
etmesiyle sağlandı. Uzlaşma Taliban’ın UNOCAL’dan yıllık 100 milyon dolardan fazla para
ve Afganistan’ın ihtiyacı için hatta bir kapak açmak istemesiyle 1998’de bozuldu.”
Dikkat! 1998, aynı zamanda Maresca’nın ABD hükümetinden yardım talep ettiği tarih.
Plan Kissinger’ın Çin’inden, zavallıların Afganistan’ından geçen kanlı bir ipek Yolu
projesinin enteresan ve kanlı bulmaca parçalarından daha çok var. Yani meseleye devam
edeceğiz. Ama işin en enteresan yanı bütün bu bulmaca parçalarının herkesin görebileceği
internet sitelerinde duruyor olması. Duruyor (!) olması...
(Milliyet, 16 Ocak 2002)
ENRON, UNOCAL ve Dünya işleri
Ece Temelkuran
“Bizimkiler onlara misafirliğe gitti, ayıp olmasın şimdi” diye herhalde, Bush
hükümetinin büyük enerji firması ENRON ile yakın (!) ilişkilerinden kaynaklanan skandal,
Türkiye basınında, ekonomi sayfalarında minik ve tatlı su haberleri olarak veriliyor. Dünya
basını bu meselenin siyasi yanıyla çalkalanıyor, o ayrı mesele.
Konunun Afganistan meselesiyle, küresel ısınmaya karşı yapılan KYOTO
Anlaşması’nın ABD tarafından onaylanmamasıyla da ilişkisi var, o apayrı bir mesele!
İlişkiler ve para
ENRON, Bush’un seçim kampanyasına 2 milyon dolar aktaran çok müstesna bir firma.
ENRON Yönetim Kurulu Başkanı Kenneth Lay ise seçim kampanyası sırasında Bush’a özel
jetini verecek kadar yakın bir “arkadaş”. Takdir edersiniz ki, böyle “arkadaşlıkların” bir
karşılığı oluyor. Mesela, Bush seçildikten sonra hükümetin enerji politikalarının belirlendiği
toplantılara temsilcilerinin davet edildiği tek firma da ENRON. Ya da mesela, hükümetin
ekonomi danışmanı Larry Lindsey ve ticari danışmanı Robert Zoellick (ki Türk heyeti onunla
da görüşme yaptı) aynı zamanda ENRON’un da danışmanı. Şirketin ABD ordusundan da
danışmanları var. İlişkiler o derece samimi (!) yani. Firma bugünlerde batıyor. Dünya
basınında en çok konuşulan mesele ise, ENRON’un muhasebe işlerini yapan Arthur Andersen
(AA) adlı firmanın ENRON’la ilgili bütün belgeleri imha etmiş olması. Amerikan
Kongresi’nin araştırma komisyonu üyeleri firmaya gelmeden imha işlemi tamamlanmış. Yani,
muhtemelen hükümetle ENRON ilişkilerine de ışık tutacak dosyalar yok edilmiş.
Buradaki mühim ayrıntı ise şu: Başkan Yardımcısı Dick Cheney’nin ENRON adlı
firmayla bir takım ilişkileri olduğundan şüpheleniliyordu. Hatta Kongre, Cheney’e 11 Eylül
öncesinden beri ENRON adlı firmayla ilişkilerini açıklaması için baskı yapıyordu. Derken
küt! 11 Eylül Vakası oldu ve Kongre’nin Araştırma Komisyonu Cheney ENRON ilişkilerinin
araştırılmasının “önceliğini yitirdiğini”(!) açıkladı. Sizce de ilginç değil mi?
Parra! Parra! Parra!
Afganistan üzerinden geçecek yeni bir İpek Yolu Projesi’ni 1998’de davet edildiği (!)
Kongre’de telaffuz eden, ABD hükümetinin bu ülkeye müdahale ederek bu “iş başarısını”
desteklemesi gerektiğini söyleyen UNOCAL adlı enerji firmasının da benzeri bağlantıları var
Cumhuriyetçilerle. UNOCAL da 1999’da Cumhuriyetçilerin kampanyasına, “şirket
çıkarlarının hükümetçe temsili için” -Federal Seçim Komisyonu raporlarına göre- 1.4 milyon
dolar aktarmış. Şu anda kabinede bulunan ve UNOCAL’la ilişkisi olmuş olan danışmanları
çarşamba günü yazmıştık zaten.
Şimdi insanın sorası geliyor tabii. Mesela Clinton döneminde imzalanan ve ENRON’un
da para kazandığı gazların kullanımını sınırlandıran KYOTO Anlaşması Bush döneminde
neden onaylanmadı? Neden 11 Eylül saldırısından sonra -UNOCAL danışmanı Kissinger’in
önerdiği gibi-”kanıt beklemeden” Afganistan vuruldu? Daha çok soru var, ama yine yer bitti.
(Milliyet, 18 Ocak 2002)
“Temiz” kapitalizm var mıdır?
Ece Temelkuran
Bu iflas eden bir şirketin öyküsü değil, başarısız bir sistemin öyküsüdür.”
Bu açıklama ABD’li ekonomist Paul Krugman’a ait. Krugman bu sözleri, ABD
hükümetiyle olan bağları skandal yaratan ve bugünlerde iflas eden enerji şirketi ENRON
yüzünden söyledi. Açıklama New York Times Gazetesi’nde geçen cuma yayınlandı. Ünlü
ekonomist kapitalizmin “yolsuzluğun pençesinde pislendiğini” anlattı. insanın sorası geliyor
tabii: Kapitalizm ENRON meselesinde olduğu gibi “yolsuzlukla” mı pislenir? “Temiz”
kapitalizm temiz midir?
Soru şimdilik kenarda dursun.
Endonezya’dan mektup
11 Ocak tarihli Herald Tribune’u tuhaf bir sezgiyle sakladım. Çünkü Endonezya’yla
ilgili haber ilginçti. Bilgi vermekten ziyade, “Aslında Endonezya islamî terörün yeni yuvası
olabilir yani” gibi “tahmini” bir cümlenin altı doldurulmaya çalışıyordu sanki. Endonezya
“terörist avcısı” ABD’ye birinci sayfadan şikayet ediliyor gibiydi. Niyeyse haber bendenize
11 Eylül öncesinde yayınlanan Afganistan’la ilgili haberleri hatırlattı. Hatırlarsınız,
“Uçurtmayı yasakladılar”, “Kadınları mahvediyorlar”, “Bunların hepsi vahşi” meşrebinde
haberlerdi. Niyeyse o haberler sayesinde bombalamanın bütün dünya gözünde meşrulaştığını
düşünüyorum da... Neyse efendim, sonra Afganistan’ın bombalanması meselesinin ardında,
hükümetle çok yakın bağları bulunan dev petrol ve gaz şirketi UNOCAL’ın Afganistan’da
yapmayı düşündüğü büyük boru hattı projesi olabileceği konusunda ikiüç yazı yazdık. İşte bu
yazılar için yaptığımız araştırmalar sırasında, Endonezya’yla ilgili haberi saklamakla isabet
kaydettiğimizi anladık. Zira Endonezyalıların yaptığı ve UNOCAL’ın bu ülkede işlediği
suçları anlatan internet sitelerine rastladık. Derken Endonezyalı arkadaşlarla biraz
mektuplaşıp ayrıntıları öğrendik. Mektuplara göre mesele şöyle:
UNOCAL, 1968’de ülkeye gelip hükümeti de temsil eden Pertamina firmasıyla petrol
işleme tesisleri kurmak üzere bir anlaşma imzalamış. Tesisler kurulurken Semangkok ve
Marangkayu bölgelerindeki insanlar zor kullanarak yerlerinden edilmiş, mülksüzleştirilmiş,
hayvanlar kurulan fabrikalardan sızan maddelerle zehirlenerek ölmüş vesaire vesaire. Rezillik
yani. Yıllar geçmiş ve 1998’de mecliste güç bela kurulan bir araştırma komisyonunda
Pertamina ve UNOCAL ortaklığında Suharto ailesinden kişilerin de olduğu ortaya çıkmış.
Yani UNOCAL’ın işleri 1998’den sonra karışmış. Tıpkı Afganistan’daki gibi. Ve daha önce
yazdığımız gibi UNOCAL temsilcisi 1998’de ABD Kongresi’nde hükümetin artık iş
yapamadıkları Afganistan’a müdahale ederek kendi “iş başarılarına” yardım etmesini
istemişti. Yani Herald Tribune’daki haber yeni bir müdahalenin davetiyesi mi acaba? Çok mu
uzak bir bağlantı? Bilmem ki.
Birmanya maceraları
Derken UNOCAL mektuplaşmamızı Birmanya’ya da uzattık. (Burma ya da Myanmar
diye de bileceğiniz) Birmanya’dan gelen mektuplara göre, UNOCAL burada askeri
diktatörlüğe açıktan para vererek ve anlaşmalar imzalayarak yıllardır kendisine “esir işçiler”
ayarlıyormuş. Diktatörlük bu işbirliğinden yılda 400 milyon dolar para kazanıyormuş ve
UNOCAL bu karlı vaziyet nedeniyle yönetim yerini ABD’den Birmanya’ya kaydırmayı
planlıyormuş. Birmanyalı arkadaşlar bunun ABD yasalarından kaçmak için bir numara
olduğunu söylüyor.
Baştaki soru şuydu: Kapitalizm “yolsuzlukla” mı kirlenir? Yoksa “temiz” kapitalizm
zaten yeterince pis midir? Bir cevabınız var mı?
(Milliyet, 23 Ocak 2002)
“Yeni İpek Yolu Projesi” ortaklığı: ENRON ve UNOCAL
Ece Temelkuran
Olayları izleyen köşe yazarları ve haberciler bir süredir seziyordu aralarında bir ilişki
olduğunu. Ama henüz ilişkinin nasıl geliştiği pek açıklığa kavuşmamıştı. Bush hükümetiyle
“samimi” bağları yüzünden iflası siyasi bir skandal haline gelen enerji firması ENRON ile
ABD’nin Afganistan planlarında büyük rol oynayan petrol ve gaz firması UNOCAL
arasındaki ilişkiden bahsetmekteyiz.
İlişkinin uzaktan görünüşü kötü bir TV skeci tadında. Ama temel mantığı hiç komik
değil. Şöyle ki...
Asya’da çay ve sempati
1999’da Asyalı büyükelçiler için Houston ve AustinTexas’ı kapsayan bir “tur”
düzenleniyor. Gezinin en büyük sponsorları UNOCAL ve ENRON. Tura, iki firmanın da
projeler gerçekleştirdikleri Birmanya ve Endonezya ile birlikte Filipin, Tayland, Vietnam,
Singapur büyükelçileri katılıyor. Büyükelçiler Houston’da “ülkelerindeki ekonomik
gelişmeler konusunda firma yetkilileri tarafından aydınlatıldıktan sonra”, Austin’de... Bilin
bakalım kiminle görüşüyorlar? George W. Bush! Bush o zamanlar Teksas Valisi olmasına
rağmen Büyükelçiler kendisiyle “uluslararası ticaret ve ekonomik gelişmeler” gibi son derece
“yuvarlak” bir başlık altında görüşmeler yapıyorlar. Büyükelçilerin BushUNOCALENRON
arasında “hop hop altın top” şeklinde gidip gelmesinden sonra UNOCAL, Asyalı öğrencileri
destekleme ve ödüllendirme gibisinden bir mesele için 500 bin dolarlık bir “gösteri” çeki
veriyor. Gösteri çekinin dışında başka çekler var mı bilinmez! Zira daha önce yazdığımız gibi
UNOCAL Taliban liderlerini de 1996’da Houston’da “krallar gibi ağırlayarak” benzeri çekler
vermişti. Üstelik bu işe ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı aktif bir biçimde katılmıştı.
Yeni İpek Yolu
UNOCAL firmasının Dış İlişkiler Başkanı Maresca’nın 1998’de Amerikan
Kongresi’nde yaptığı Afganistan politikasının nasıl olması gerektiğine ilişkin konuşmayı daha
önce yazmıştık. Bu konuşmada Maresca, “Yeni İpek Yolu” projesinden bahsediyordu.
Maresca, kabaca, Asya’daki enerji havzalarının Amerikan şirketlerinin kontrolünde olması
gerektiğini ve ABD hükümetinin bu yönde siyasi girişimler yapması gerektiğini söylüyordu.
Herhalde Asyalı Büyükelçiler için hazırlanan “neşeli tur”, böyle büyük bir planın son derece
küçük bir parçasıydı; TV skeci kısmıydı.
Bütün bunlardan bendenizin anladığı ise şu: ENRON ve UNOCAL gibi dev enerji
firmaları -ki aralarında başka firmalar da var en temel anlamda bu “Yeni İpek Yolu”
projesinin kahramanları. Ortaklıkları da buradan geliyor. Onların karzarar hesapları etrafında
oluşan uluslararası politikalar, Asya’da pek de ipeksi olmayan dokunuşlarla yeni bir İpek
Yolu açıyor.
Maliyetin dışsallaştırılması
Tabii bir mesele daha var... Birmanya’daki arkadaşların son mektubuna göre,
UNOCAL’ın bu ülkede işlediği insanlık suçları Los Angeles mahkemeleri hükümleriyle sabit
hale gelmiş. UNOCAL bu yüzden artık bir ABD firması olmaktan çıkıp “uluslararası bir
firma” olduğunu söylüyor ve yönetimini ABD’den taşıyor. Buradan ne sonuç çıkar? Belki de
Wallerstein’ın dediği gibi, kapitalizm “maliyetlerini dışsallaştırıyor”. Batı, kar etme hırsıyla
çevreye verdiği zararı, insan hakları ihlallerini ve şiddeti, hukukun Batı standartlarında
olmadığı ülkelere ihraç ediyor. Yeni İpek Yolu güzergahındaki ülkeler de diktatörleri ve
düşük insan hakları standartlarıyla bu dışsallaştırma için konforlu mekanlar sunuyor.
(Milliyet, 25 Ocak 2002)
Amerika’da yaşananlar
Serdar Turgut
Kalbimin derinliklerinde her zaman sakladığım ve saklayacağım bir sevgiyle bağlı
olduğum şehre yapılanları büyük bir acıyla izledim önceki gün.
Bu yazıyı acıyla, kızgınlıkla yazmamaya çalışıyorum; çünkü gerçekleştirilen olayın
üzerine soğukkanlılıkla gidilmediği takdirde bu olaydan çok daha vahim sonuçlara yol
açabilecek yanlışlar yapılabilir.
Ayrıca bilgi eksikliğinden kaynaklanan yorumlara da gitmemek gerekiyor. Örneğin,
‘’savaş hali’’ ilan edildiğinde Amerikan cumhurbaşkanlarının ne yapacakları kendi
inisiyatiflerine bırakılmaz.
Onlar böyle bir durumda tehlike geçinceye kadar havada, füzeyle vurulması imkánsız
olan ‘’Air Force One’’ uçağının içinde savaş odasında olayı koordine ederler.
Bu bilinmezse gece boyu yapıldığı gibi, ‘’Başkan’ın nerede olduğu bilinmiyor’’,
‘’Başkan, ABD dışına mı kaçırıldı’’ veya ‘’Başkan gizleniyor’’ gibi gereksiz yorumlar yapılır
ve vakit kaybedilir.
***
Şimdi elimizdeki bilgilere bakalım:
1- Amerikan yönetimi böyle bir saldırıyı uzun zamandır bekliyordu, Adına ‘’Doomsday
Scenario’’ (Felaket Senaryosu) denilen ve istihbarat uzmanları tarafından hazırlanan raporda
Amerikan şehirlerine koordineli ve büyük çaplı bir saldırının beklenmesi gerektiği açıkça
ortaya konmuştu. Ancak bu saldırının ya uzun menzilli füzelerle, ya da biyolojik silahlarla
olacağı düşünülüyordu. Kaçırılan uçakların belirli hedeflere ustaca vurdurulacağı alternatifi
üzerine konsantre olunmamıştı.
***
2- New York şehri bu istihbarat raporu sonrasında gereken adımları attı. Felaket
senaryosunun gerçekleşmesi halinde şehirde alınacak tedbirlerin koordine edilmesi için bir
‘’Operasyon Merkezi’’ hazırlandı. Ancak bu merkez de çöken ikiz kulelerin bir tanesinin alt
katındaydı. Anlayacağınız, New York’ta olaya müdahalede karışıklıklar yaşanması
becerisizlikten değil, müdahalenin koordine edileceği merkezin de olay anında ortadan
kalkmış olmasıyla bağlantılıdır. Bu merkezin orada konuşlandırılmış olması, ikiz kulelerin
yerden gelebilecek bir saldırıya karşı muazzam şekilde korunmuş olması nedeniyledir.
Aslında ikiz kuleler havadan gelebilecek bir saldırıya da, uçak çarpması ihtimaline de
dayanıklıydılar. Bu iki bina öylesine teknoloji harikasıydı ki, bir büyük yangında bile yangın
bölgesinin bir üst katı ile iki alt katının boşaltılması olayı minimum can kaybıyla atlatmaya
yetiyordu. Dikkat ederseniz, koskoca uçak çarptığı anda bile bina sarsılmadı. Bu bina ancak
belirli bölümleri, son derece ince detayda tahribat aldığı zaman çökebilir. Teröristler bu
bilgiye sahiptiler.
Bu bilgi gizlidir ve ancak ama ancak Port Authority denilen kurumdan bilgi sızdırılması
durumunda ele geçebilir. Ya da bu binayı yapan Japon mimarın etrafında yer alanlar bu
bilgiyi vermiş olabilirler. (Bu arada kaçırılan 4 uçaktan üçünün Boston-Los Angeles uzun
mesafe uçuşunda olmaları nedeniyle yakıt depoları tam doluydu. Bunlardan ikisi binalara
çarptırılarak maksimum tahribat yapıldı.)
***
3- Aynı anda dört uçağı kaçırabilen, pilotları uçak kalkar kalkmaz öldürerek, bunların
yerine dört farklı uçağı kullanabilecek yetenekte insanları yetiştirip koordine eden bir terörist
grubu, Usame bin Ladin’in yönlendirmiş olabileceği bana şüpheli gözüküyor. Evet, Ladin için
Amerika’da intihar saldırısı yapabilecek insan bulunur. Ancak özellikle New York şehrinde
yaşayan bu fanatik Arapların yetenekleri yerden bombalamakla sınırlıdır. Bu tür operasyonu
koordineli olarak gerçekleştirebilecek yetenekteki tek örgüt IRA’dır; ancak onların bu işe,
hem de New York’ta girişmeleri imkánsızdır. Japon teröristler de olası bir alternatiftir ama bu
ihtimal düşüktür.
***
4- Amerika terörün daima dıştan geleceği yönünde koşullanmıştır. Özellikle radikal
İslami terörden duyulan şüphe, güvenlik tedbirlerini hep o yöne doğru çekmiştir. Uçakla
ulaşıma tamamen bağımlı olan bu ülkede İsrail tipi kontroller yapıldığı takdirde ülke felce
uğruyor; bunun raporu yazıldı. Her türlü bombayı gösteren yüksek teknolojili makineler ise
olağanüstü pahalı, bu yüzden de her büyük havalimanında bunlardan sınırlı var. Bunlarda da
kontroller sözde ‘’random’’ yapılıyor. Yani belirsiz bir sırada seçilen insanların bavulları bu
makineye sokuluyor. Ancak bu seçim işlemini yapan bilgisayarlar da bazı isim türlerine
duyarlı hale getirilmiş durumda. Arap ve Ortadoğulu isimlerin bu ‘’random’’ seçimden
çıkmaması imkánsız gibi bir şey.
***
5- Şimdi eldeki verileri yan yana getirelim. Bu teröristler son derece yetenekliler.
Yüksek düzeyde eğitim görmüşler. Pilotluk eğitimi almışlar. Bilimsel bilgiye sahipler.
Amerikan makamlarında olabilecek bazı gizli bilgilere, teknik bilgilere sahipler.
Havalimanındaki kontrollere takılmadan kolayca dört uçak birden kaçırmışlar. Bunlar alt alta
sıralanınca bu olayın Amerikan teröristleri tarafından yapılması ihtimali de ortaya çıkıyor. Bu
ihtimali de göz önüne almakta büyük yarar var.
(Hürriyet, 13 Eylül 2001)
ABD yönetiminde savaş çıktı
Serdar Turgut
Üç gün önce son derece ilginç bir şey oldu. Eski CIA başkanı James Woolsey İngiltere
Başbakanı’nı Saddam’ın da vurulmasına ikna etmeye çalıştı.
Bu gizli ziyaretten Amerika Dışişleri Bakanı Colin Powel’in haberi yoktu. Ondan da
gizlendi bu iş. Çünkü Woolsey oraya Amerikan yönetimini temsilen değil, yönetim içinde yer
alan bir grubu temsilen gitmişti.
Evet, Amerikan yönetimi şu an ikiye bölünmüş durumda. Bu grup savaşı
yaygınlaştırmak ve ilk önce de Irak’ı vurdurtmak istiyor. Bush’u buna iknaya çalışıyor.
ABD Dışişleri Bakanı savaşın Irak’ı da kapsayacak şekilde yaygınlaştırılmasına karşı,
dolayısıyla bazı girişimler ondan da gizleniyor.
Devlet içinde devlet olan bu grubun faaliyetlerinden bana ne diyemeyiz, çünkü onların
istedikleri olursa Türkiye Irak nedeniyle işe öyle bir karışacak ki, şimdiden olacakları hayal
bile etmek imkansız.
Woolsey’in bu gizli ziyareti Amerikan televizyonunda Wall Street Journal Gazetesi’nin
Washington temsilcisi Al Hunt tarafından açıklandı.
Bunu şu nedenle de belirttim: Bu yazıda ortaya konan bağlantılar bir komplo teorici
beynin ürünü değil, sadece Amerika medyasının yakın ve derin okunmasından ortaya
çıkarılmış bağlantılardır.
Amerikan yönetiminde ve etkili çevreleri içinde var gücüyle çalışmakta olan bir “Savaşı
yaygınlaştıralım ve Saddam’ı da devirelim” grubu var. Savunma Bakan Yardımcısı Paul
Wolfowitz Şahinlerin yönetim içindeki en etkili ismi (Kendisi aynı zamanda sınırlı atom
bombası kullanılması stratejisinin de taraftarıdır.)
New York Times’ın köşe yazarı William Safire ise medyadaki en etkili isim.
(Bu arada Safire’in bir süre önce yazmış olduğu Kuzey Irak’ta Ladin’e bağlı bir grubun
yerleştiği, bunun Kürt gruplarla çatışmaya girdiği, bir lideri de öldürdüğü yolundaki yazının
“yanlış bilgilendirme” olduğu ortaya çıktı. Amerikan yönetiminin bu konudan haberi yok.
Genel Kurmay Başkanı Hüseyin Kıvrıkoğlu ise bunu yalanladı ve “Washington’ın bazı
konuları Ankara’ya doğrulatması gerekir.” dedi. Anlayacağınız bu grup eski CIA başkanlarını
gizli misyonlara göndermekle kalmıyor, basına da yalan haberler sızdırıyor.)
Yönetim ve etkili çevrelerdeki “Irak’ı vuralım örgütü”nün dayandığı temel ideolog ise
bir bayan. Adı Laurie Mylorie. Kendisi ABD Denizcilik Savaş Okulu’nda hoca. “Irak’tan
Haberler” adlı bir periyodik bültenin editörü ve ayrıca “Study of Revenge: Saddam Hussein’s
Unfinished War Against America” (Öc Almanın Analizi: Saddam Hüseyin’in Amerika’ya
Karşı Bitmeyen Savaşı) adlı yönetimdeki bazı kişileri hayli etkilediği bilinen bir kitabın da
yazarı.
O kitapta Bayan Mylorie 1993’te İkiz Kuleler’de yaşanan bombalama olayının
arkasında Saddam Hüseyin’in olduğunu ispat etmeye çalışıyordu.
Bu nedenle son olayın da Saddam’la bir şekilde bağlantılı olduğunu düşünüyor.
Kitapta o bombalama olayında ortaya konan birçok delilin üzerinde oynamalar
yapıldığını, bazı delillerin saklandığını, o deliller ortaya çıkarıldığı zaman sanıkların Saddam
Hüseyin’le direk bağlantısının görüleceğini söylüyor.
Mylorie’nin kitabında ortaya koyduğu argümanı en çok James Woolsey desteklemişti
zamanında.
İkisi ortak hareket ederek, kamuoyunun dikkatini Saddam üzerine çekmeye
çalışmışlardı kitabın yayınlandığı 2000 yılında.
Woolsey’in son gizli ziyareti, bu konudaki inancın değişmediğini gösteriyor zaten.
Janes Foreign Report, İsrail Askeri İstihbarat servisinin 11 Eylül Terörist Saldırısı’nın
arkasında Irak’ın olabileceği fikrini yaydığını açıkladı.
Gerçi bu fikir, servisin başı tarafından birkaç gün sonra yalanlandı.
Ama dikkat edin! Bir güçlü koalisyon oluşmuş durumda Saddam’ın da yakalanması
için.
Bu tavırları meşrulaştırmak için ortaya koydukları kanıtlar doğru mu yanlış mı benim
bilebilmem imkansız.
Ben sadece somutta olan, açıkta yaşanan bir yönlendirme kavgasını size aktarıyorum.
Bugün Türkiye’de Cumhurbaşkanı, Başbakan, tüm parti liderleri ve işadamları
Saddam’ın vurulmasına karşı.
Ancak Türkiye yine de istemediği bazı durumların ortasında bulabilir kendisini.
Eğer bu duruma düşmek istenilmiyorsa doğru kişileri bulup onlarla bağlantıya geçip,
onlarla konuşmak gerekiyor.
Not: Bu yazı Slate, Salon elektronik dergilerinde çıkan makelelere, New York Times’ta
yayınlanan haberlere, Safire’ın köşe yazılarına dayanarak yazılmıştır. Ayrıca
Washington’daki CSIS (Center for Strategic and International Studies) adlı düşünce
kuruluşunun Türkiye projesi direktörü Bülent Alirıza son olaylar ve Türkiye bağlantılarıyla
ilgili son derece kapsamlı bir rapor yazdı. www. csis.org adresinde bu raporu okumanızı
tavsiye ediyorum.
(Hürriyet, 16 Ekim 2001)
Pentagon’da iç savaş
Serdar Turgut
Amerika’nın Pentagon içinden en iyi haber alan gazetecisi olan Washington Post
muhabiri Thomas R. Hicks, Mayıs ayının 25’inde bir haber yazdı.
Habere göre ABD Savunma Bakanı Donald Rumsfeld, kuvvet komutanlarıyla bir
toplantı yapmıştı.
Toplantı Pentagon’un dünyada bilinen her türlü dinleme aygıtına karşı korunmuş olan
ve bu nedenle de “The Tank” diye adlandırılan odasında gerçekleşmişti.
Toplantıda sinirler hayli gerginleşmiş ve hatta ciddi bir kavga da yaşanmış.
Net olarak sızan tek bilgi bu.
Kavganın konusu Amerikan savunma sisteminin yeniden değerlendirme raporuydu.
Amerika’nın önümüzdeki yıllarda hangi savunma kavramına uygun olarak silahlı
kuvvetlerini yeniden organize etmesi gerektiğini belirleyecek son derece hassas bir
değerlendirmeydi bu.
Ve kavganın temelinde yatan kişi de Andrew Marshall’dı.
Bu aşamada bazılarınızın “Bize ne bu detaylardan” dediğinizi hissediyorum. Ancak çok
önemli bir gelişmeyi anlatmak üzereyim ve detaylar bilinmeden olayın net portresi de çıkmaz.
O nedenle lütfen biraz sabırlı olun.
Andrew Marshall, Pentagon’un “Office of Net Assesment” adlı biriminin başındaki kişi.
Kendisi şu anda Amerika’nın en önemli savunma entellektüeli olarak biliniyor.
Onun geçmişi, Amerikan yönetici sınıfının askeri konulardaki düşünce üretim merkezi
olan RAND şirketine dayanıyor.
RAND içinde yıllar önce bir grup oluşmaya başlamıştı.
Savunma konusunda radikal düşünen, hayal edilemeyen şeyleri düşünüp uygulamaya
kendilerini adamış bir grup insandı bunlar.
Marshall’ın yanı sıra bu grup içinde Amerikan sağının idolü Albert Wohlstetter, 1970’li
yılların başında Pentagon Dosyaları’nı basına sızdıran Daniel Ellsberg, Stanly Kübrick’in Dr.
Strangelove filmindeki deli doktor tiplemesinin esinlendiği Herman Kahn ve Dışişleri
Bakanlığı da yapmış olan James Schlesinger vardı.
1973 yılında Office of Net Assesment, Amerika ordusunu “düşünülmeyenleri
düşünerek” geleceğe hazırlayacak birim olarak Pentagon’da kuruldu.
Schlesinger, RAND yıllarında kader arkadaşı olan Andrew Marshall’ı bunun başına
atadı.
Ve Marshall o tarihten bu yana gün geçtikçe gücünü arttırdı.
Şimdiki başkan Bush’un seçilmesiyle birlikte de gücünün zirvesine ulaştı.
Başkan Bush, henüz daha seçim kampanyasını sürdürürken 1999 Eylül ayında Güney
Carolina eyaletinde bulunan askeri üniversite Citadel’de bir konuşma yaptı.
Bu konuşma, Amerikan ordu tarihinde bir dönüm noktası olarak görülüyor.
Çünkü o konuşmada Bush, kısa adı RMA olarak bilinen ve Marshall tarafından
hazırlanmış olan “Revolution in Military Affairs” (Askeri Meselelerde İhtilal) adlı yeni askeri
kavrama kendisinin de inandığını açıkladı.
RMA özetle şunu söylüyor:
1- Soğuk savaşın sona ermesiyle birlikte Amerika’ya saldırı kavramı da değişmiştir.
Artık saldırılar büyük devletlerden değil “sokak kavgacısı devletler” (street fighter states)
olarak adlandırılan küçük devletlerden gelecektir.
2- Bu devletler klasik hedeflere de saldırmayacaklardır. Yani Amerika’nın askeri gücü
onların hedefi olmayacaktır. Bunlar daha çok ellerindeki biyolojik savaş teknikleri de dahil
olmak üzere bütün imkanlarını kullanarak Amerika’nın petrol kaynakları, su sistemleri,
ormanları gibi hedeflere saldıracaklardır.
3- Var olan savunma kavramı bu yeni savaş biçimine karşı koyamaz. Dolayısıyla
Amerika, uzun menzilli uçabilen akıllı füzeler, casus uydu sistemleri, bilgisayar virüsleri gibi
yepyeni savaş tekniklerini koordineli kullanabilecek yepyeni bir ordu meydana getirmelidir.
Marshall sanki 11 Eylül terör eylemi ve sonrasında yaşanan gelişmeleri yıllarca
öncesinden tahmin etmiş bir düşünür.
Başkan Bush, Amerika’nın gelecekte nasıl bir orduya sahip olması gerektiğinin ortaya
çıkarılacağı savunma değerlendirmesi raporunu yazma işini Marshall’a verince, Pentagon
içinde fırtına patladı.
Tahmin edilebileceği gibi ordunun üç büyük birimi hava, kara ve deniz komutanları,
Marshall’a karşı bir kampanya başlattılar. Bu birimler platform esasına göre
örgütlenmişlerdir. Ağır techizat ve büyük çapta askerin düşman bölgesine gönderilmesi
ilkesine göre savaşmaya alışmışlardır.
Dolayısıyla büyük çapta ihaleler açarlar. Amerikan savunma sanayii de, tamamen
Marshall’ın sona erdirmeye çalıştığı bu sisteme silah üretmek için örgütlenmiştir.
Dolayısıyla büyük, hem de çok büyük çıkarlar söz konusudur.
Anlayacağınız başkan Bush’un Marshall’ın fikirlerinden yana olmasıyla birlikte yazının
başlığındaki olay da başladı ve Pentagon da gerçek bir iç savaş deklare edildi.
***
Pentagon içinde iki grup var. Bunlar Amerikan ordusunun nasıl örgütlenmesi gerektiği
konusunda tamamen farklı düşüncelere sahipler.
Bir tarafta bugünkü statüyü savunanlar var.
‘Platform’ esasına göre, yani büyük ve ağır savaş makinelerinin savaş bölgesine
gönderilmesi esasına göre örgütlenmiş olan kara hava deniz kuvvetleri komutanları, ordunun
örgütlenmesinde radikal bir değişikliğe gidilmesine var güçleriyle karşılar.
‘Bilinmeyeni denemenin’, denenerek bilinmiş hale geleni riske atmak olacağını
düşünüyorlar.
Bunların karşısında ise Amerikan muhafazakar eliti ile çok sıkı ilişkiler içinde olan ve
Pentagon’da da önemli işlerin başında bulunan ‘savunma entellektüelleri’ var.
Onlar ‘Soğuk Savaş’ dönemine ait ordu örgütlenmesinin, yeni düşmana, yani terörist
küçük devletlere ve onlarca desteklenen terör örgütlerine karşı savaşamıyacağını söylüyorlar.
Yeni savaş teknolojilerinin hemen devreye sokulmasıyla birlikte eski ordu modelinin de
dağıtılmasından yanalar.
Büyük, çok büyük çıkarlar söz konusu. Andrew Marshall’ın Revolution in Millitary
Affairs (RMA) diye adlandırdığı devrim gerçekleşirse “platform askeri örgütlenme” modeli
içinde kurulmuş milyarlarca dolarlık büyük çıkar ilişkileri zedelenecek.
Yeni teknolojileri üreten endüstriler pastadan pay almaya başlayacak, eski ağır teknoloji
üreten endüstriler büyük kayıplara uğrayacak. Dolayısıyla değişimin, Başkan Bush’un aktif
desteğine rağmen kolay olmayacağı daha baştan belliydi. Değişimden yana olanlar 10 yıldır
son derece örgütlü bir savaş veriyorlardı.
Makaleler yayınlıyorlar, her yerde konuşmalar yapıyorlar ve her fırsatta ordunun
yetersizliğine örnekler getiriyorlardı.
Başkan Bush’un askeri üniversite Citadel’de yaptığı konuşmada RMA’ya açık destek
vermesiyle ilk raundu değişimciler kazandı.
Hemen arkasından statükoyu savunanlar işe girişti. Geçen mayıs ayında Pentagon’un
süper güvenlikli odası “The Tank”da kuvvet komutanlarıyla ABD Savunma Bakanı Rumsfeld
arasında yaşanan sert tartışma statükocuların bir zaferi olarak görüldü.
Durum bir açıdan 1-1 oldu denilebilir.
Bu yazının dayandığı makale ‘Dreaming About War’, New Yorker Dergisinde yer aldı.
Yayınlanış tarihi 16 Temmuz 2001.
Bakın New Yorker dergisinde yer alan yazısını Nicholas Lemann nasıl bitirmiş.
“Son 10 yıldır yayınlanan makalelerle, yapılan konuşmalarla başlayıp da Başkan
Bush’un Citadel konuşmasında noktalanan ilk bölüm, RMA’nın ilk vuruşu olarak görülebilir.
Geçtiğimiz bahar ayında ise Pentagon öyle görünüyor ki ilk karşı vuruşunu gerçekleştirdi.
Şimdi RMA güçleri ikinci vuruşlarına hazırlanmaktalar ve bu vuruş, onlara çok uyan bir
biçimde gizli teknoloji kullanılarak yapılacak.”
Yazarın tamamen farklı amaçlarla yazdığı bu cümle, 11 Eylül sonrasında insanın
okurken tüylerini ürpertiyor. Burada komplo teorisi yapmıyorum, sadece yayınlanmış ama
yalanlanmayan Amerikan kaynaklarını aktarıyorum.
11 Eylül’den sonra olanlara bakalım. Amerika artık ‘platform’ savaşı yapmama kararı
aldı.
Açıklamalara bakın, hep ‘yeni düşman’, ‘yeni savaş’tan bahsediliyor.
‘Yepyeni bir döneme girildiğinden’ söz ediliyor.
Artık Körfez Savaşı’nda olduğu gibi sınırları, konumu belli olan düşmanı vurmak için 6
ay süren çalışmalar yapma, koalisyonlar oluşturma durumu yok. Bugün Afganistan’da yapılan
bombalama, platform savaşının mikro düzeyidir ve o ordu anlayışının elveda notudur. Artık
yeni güçler devreye giriyor.
Evet, Afganistan belki değişecek bu sürecin sonucunda, ama Amerika da çok değişecek.
Çok önemli şeyler olacak önümüzdeki dönemde Amerika’da.
Çünkü zedelenen çıkarlar var ve onlar da pes etmeyecekler.
Bu kavgada yer alan iki taraf da kendilerini haklı çıkarmak için İkinci Dünya Savaşı
dönemindeki Alman Panzer Birliğini örnek gösteriyorlardı.
RMA’cılar, Panzer Birliği’nin yeni bir techizata dayanmadığını, var olan tankların yeni
bir örgütlenme anlayışıyla, yeni teknolojiyle koordine edilmesi suretiyle başarıya ulaşıldığını,
kendilerinin de yeni koşullarda böyle bir değişimi öngördüklerini söylüyorlardı.
Kurulu ordu düzeninden yana olanlar ise yine Panzer Birliği’ni örnek vererek, bu tür
radikal değişimlerin ancak savaş durumunda ve sadece küçük birimlerden başlayarak
yapılmasıyla başarıya ulaşma şansı olduğu kendilerinin bu nedenle ‘Bir savaş durumu’
olmadan radikal değişikliğe karşı olduklarını söylüyorlardı.
11 Eylül günü Başkan Bush ‘Amerika artık savaştadır’ dedi.
Büyük değişim başladı. Bunun sonuçları daha alınmadı. Sonuçlar alınırken bakalım
neler olacak?
Önemli not: Bu yazı tamamıyla Nicolas Lemann’ın 16 Temmuz 2001 tarihli New
Yorker dergisinde yayınlanmış olan “Dreaming About War” adlı çalışmasına dayandırılmıştır.
(Hürriyet, 23-24 Ekim 2001)
Bizim komplo üstatları sonunda benim de kafamı karıştırdı
ABD kendini mi vurdu yoksa?
Osman Ulagay
Amerika’nın canevinden vurulduğu gün Londra’da idim. London School of
Economics’in yanıbaşındaki kitapçıda, küreselleşmeyle ilgili yeni kitaplarla haşır neşir,
keyifli birkaç saat geçirdikten sonra aldığım kitapları bırakmak üzere otelime döndüğümde
haber kanallarına bir göz atmak için televizyonu açtım ve şaşırtıcı bir görüntüyle karşılaştım:
New York’un simgesi haline gelen Dünya Ticaret Merkezi kulelerinin birinden dumanlar
yükseliyordu. Hemen aklıma Hollywood geldi. Amerika’da ekim ayında gösterime girmesi
beklenen Arnold Schwarzenegger’in yeni filmi Collateral Damage filminin bir bölümünü mü
izliyorduk CNN ekranında?
Ben bunları düşünürken CNN sunucusu birinci kuleye bir uçağın çarptığını söylüyor, bu
arada ikinci kuleye doğru da başka bir uçağın hızla yaklaşmakta olduğu anlaşılıyordu. Bundan
sonra yıllarca belleklerden silinmeyecek görüntüler birbirini izlemeye, sözcüklerle ifade
edilemeyecek dehşet sahneleri yaşanmaya başlandı. Bu arada bir üçüncü uçağın da
Pentagon’a çakıldığı haberi geldi. Dünyanın tek süper gücü olarak kabul edilen ABD’nin
ekonomik ve askeri gücünü simgeleyen hedefler tam isabet almıştı. ABD’nin siyasi gücünü
simgeleyen Beyaz Saray’ın ve Capitol’ün ise son anda vurulmaktan kurtulduğu ileri
sürülüyordu. Başkan Bush’u hayatta bırakmak ABD’nin aczini daha güzel sergilemek için
düşünülmüş bir şey de olabilirdi belki.
Büyük şok ve sonrası
Amerika’da yaşanan şok herhalde çok büyüktü. Televizyonlara yansıyan görüntüler,
olaya gösterilen ilk tepkiler, Başkan Bush’un ve diğer yetkili zevatın yaptığı açıklamalar dört
başı mamur bir şaşkınlığı ve çaresizliği gözler önüne seriyordu. Kim oldukları bilinmeyen
“teröristler”, küresel nizamın rakipsiz süper gücünü canevinden vurmayı başarmıştı. ABD ile
aynı “uygarlığı” paylaştığını düşünen İngiltere gibi ülkeler de bu şoktan payını alacaktı.
Bu dehşetengiz eylemin, küresel ekonominin bir durgunluk ya da “resesyon” tehdidi
altında bulunduğu dönemde gerçekleştirilmesi, ekonomik etkilerinin de felaket çağrışımı
yaptıracak boyutlara tırmanmasına olanak verebilirdi. Dünya ekonomisi derin bir “resesyon”a
girebilir, ABD’nin bir misilleme harekatına girişmesi petrol fiyatlarını tırmandırabilir ve
bunun da etkisiyle milyonlarca kişi işini kaybedebilirdi.
Patlamaya hazır bomba
Herkesin kendi senaryosunu yazmasına olanak veren bu ortamda benim ilk aklıma gelen
şuydu: Teknolojinin bu kadar ilerlediği, bilgi paylaşımının ve iletişimin bu kadar yaygınlaştığı
ve ucuzladığı bir dünyada, eşitsizliklerin ve kutuplaşmaların da keskinleşmesi, patlayıcı bir
karışım oluşturmuş, patlamaya hazır bir bomba yaratmıştı. Bu ortamda mevcut teknolojiyi ve
bilgiyi yıkıcı amaçlar için kullanmak isteyen küçük fakat inançlı grupların, iyi bir planlamayla
küresel etkiler yaratacak eylemler yapmaları mümkündü.
Bu tür eylemleri önlemek için güvenlik önlemlerini artırmak ve “terör yuvalarını
kurutmak” ilk akla gelen çareydi ama yeterli değildi. Teknolojinin ve bilginin yayılmasını
sınırlamak ya da gelişimi durdurup “tüpe geri sokmak” da mümkün olmadığına göre, yeni
felaketleri önlemek için küresel düzendeki eşitsizlikleri ve kutuplaşmayı azaltacak önlemleri
gündeme almak gerekiyordu. Giderek yaygınlaşan ve etki alanı genişleyen küreselleşme
karşıtı protestoların belirgin taleplerinden biri de buydu. Bu yönde somut adımlar atmadan
küresel düzeni sürdürmek kolay değildi. Olayın bu yönünü görenler, ABD’nin ve ortaklarının,
“terörist” avına çıkıp bazı ülkelere savaş açmasının sorunu çözmeye yeterli olmayacağını
düşünüyorlardı.
ABD kendini mi vurdu?
İngiltere’nin ve Amerika’nın önde gelen gazetelerinde çıkan değerlendirmeleri
okuyarak olayı farklı boyutlarıyla kavramaya çalışırken “büyük gerçeği” görmek için
Türkiye’ye dönmem gerektiğini düşünememiştim doğrusu. Türkiye’ye dönüp yazılı ve görsel
medyayı izlemeye başladığımda, insanların tepkilerini dinlediğimde o ana dek okuduklarımın
ve düşündüklerimin beş para etmediğini anladım. Hala 50 yıl öncesinin diliyle konuşan bizim
komplo üstatlarına göre bu saldırıyı Amerika kendisi yapmıştı, CIA ve Mossad gibi gizli
örgütlerin de bunda payı olabilirdi. Böyle bir planlamayı ve icraatı ancak bir süper güç, yani
ABD yapabilirdi; kullanılan teröristler de onun kullandığı birtakım kandırılmış zavallılardı.
ABD şimdi bu saldırıyı bahane ederek Ortadoğu’nun haritasını yeniden çizecekti.
Bunlar bana kırk yıllık kahve sohbetlerini hatırlatıyor ama bu ortamda büyük
konuşmaya gelmez, belki de onlar haklı çıkar.(!)
(Milliyet, 24 Eylül 2001)
Komplo teorileri
Ergin Yıldızoğlu
Eğer CIA ve FBI, toplamış oldukları bilgileri gerektiği gibi değerlendirselermiş “11
Eylül” önlenebilirmiş! The Newsweek ve The Economist gibi Bush yanlısı muhafazakar
yayınlar bile artık bunu kabul ediyor. ABD Kongresi de bir soruşturma başlattı. Öyleyse 11
Eylül üzerine üretilen komplo teorilerini artık ciddiye alalım mı?
El Kaide denen garabet
Bir tarafta CIA, FBI gibi devasa haber alma örgütleri, tüm uluslararası telefon
konuşmalarını, e-posta trafiğini, anahtar sözcüklere göre tarayarak izlemeye olanak veren
Echelon, Carnivor gibi sistemler ve ABD’yi destekleyen ülkelerin istihbarat örgütleri var.
Diğer tarafta da CIA tarafından, Afganistan’da SSCB’ye karşı savaşmak üzere eğitilen,
fanatik bir Suudi milyonerin kurduğu El Kaide gibi hiçbir toplumsal projesi olmayan, üstelik
de en temel gizlilik kurallarına dahi uymayı beceremeyen pasaklı bir örgüt. 11 Eylül’den
önce, El Kaide’nin bu en önemli eylemini yapacak militanları, hem birbirleriyle hem de
liderlikle doğrudan temas halindeler; eylemi yapmayı planladıkları ülkede gerçek adlarıyla
dolaşıyor, araba kiralıyor, trafik cezası alıyor, uçuş okullarına kaydoluyor, sürekli nakit para
kullanıyor, gerçek adlarına çıkarılmış pasaportlarla uluslararası alanda mekik dokuyorlar; 11
Eylül günü uçağa binerken bile gerçek adlarını kullanıyorlar. Fransa, Almanya, İsrail, Rusya,
Kanada, Hindistan, Mısır, Ürdün, Fas, Kazakistan, Malezya, Kayman Adaları, haber alma
örgütleri bu “müthiş” militanları izliyor, hareketlerini CIA’ya bildiriyorlar. Echelon, Kuala
Lumpur’da üst düzey bir toplantı yapılacağını saptıyor. Malezya Gizli Servisi, CIA için bu
toplantıyı izliyor, katılanların fotoğraflarını, bu arada 11 Eylül’ü gerçekleştirecek olan ve o
sırada ABD’de gerçek adlarıyla dolaşan iki militanın da üst düzey El Kaide liderliğiyle
fotoğraflarını çekiyor. Bu arada, bir FBI görevlisi Temmuz 2001’de uçuş okullarındaki bir
grup öğrenciyle El Kaide arasındaki ilişkiyi saptıyor ve amirlerine bildiriyor. Adamlar tam
anlamıyla kucakta...
Geçen Mart’ta senatör McKinsey ABD hükümetinin, 11 Eylül’den önce güçlü
enformasyon aldığını, ama bu verileri izlemediğini ileri sürüyor. Hatta, Bush çevresindeki bir
grubun, Carlyle firmasının adını özellikle vurguluyor, terörizme karşı savaştan büyük kazanç
elde ettiğini iddia ediyor, soruşturma istiyor. Tüm ABD basını Senatör’e binbir hakaretle
saldırıyor. 15 Mayıs günü CBS TV, Afganistan savaşının planlarının 11 Eylül’den önce
Bush’un masasında durduğunu açıklıyor... Uzatmayalım, ABD yönetimi olayın yaklaşık 18 ay
öncesinden başlamak üzere, El Kaide militanlarını izlemeye almış. FBI, hatta, ABD’ye giriş
vizesi veren kuruluş, bu bilgiler elimize ulaşsaydı bu facia önlenebilirdi, en azından adamları
ülkeye sokmazdık diyorlar. 11 Eylül’le birlikte ABD yönetimi, çok önceden hazırlanmış yeni
ve saldırgan bir dış politikayı devreye sokuyor. Dünya birden değişmeye başlıyor! Komplo
teorileri de 11 Eylül’ü ABD yönetimi içinden bir kesimin gerçekleştirdiğini ileri sürüyor.
Titanik’le ne ilgisi var?
Titanik 1912 Nisanı’nda bir buz dağına çarparak battı. Facia büyük bir toplumsal
sarsıntı yarattı, sonra, hakkında romanlar yazıldı, filmler yapıldı, teoriler üretildi. Halbuki
Titanik’in hikayesi, daha Titanik yapılmadan çok önce 1898’de ve tüm ayrıntılarıyla
yazılmıştı. Morgan Robertson adlı eski bir gemicinin yazdığı ‘Futilitiy’ (Boşunalık) adlı
romanda, Titan adında, Titanik’in hemen tüm teknik özelliklerini taşıyan, onun gibi son
derecede lüks bir transatlantiğin bir buzdağına çarparak batışı anlatılıyordu. Bu noktada iki
soru çıkıyor karşımıza: Neden Titanik faciası bu kadar büyük bir sarsıntı yarattı ve
mitleştirildi? Nasıl oldu da Robertson bu faciayı, bu kadar ayrıntılı ve doğru bir biçimde
öngörebildi?
Titanik bir taraftan, döneminin teknolojik düzeyinin, dönemin hızlı ulaşım kültürünün,
19. yüzyılın sonunda başlayan küreselleşmenin en yüksek noktasının simgeliyordu. Diğer
taraftan da o sırada, bir dönemin sonuna gelinmekte olduğuna ilişkin belirtiler, (mali
spekülasyon, işçi hareketi, komünizm, milliyetçilik, Yahudi düşmanlığı, savaşlar) belirtiler
hızla artıyor, bir belirsizlik ve endişe ortamı giderek yoğunlaşıyordu. Bu bağlamda Titanik’in
bu dönemin sonunu işaret eden gelişmeler taşıyan bir ‘sempton’ (Slovoj Zizek, İdeolojinin
Yüce Nesnesi, 1. kısım, 2. bölüm) oldu ve toplumsal bilince kazındı. Şimdi, neden, İkiz
Kuleler de ABD hegemonyası altında şekillenen küreselleşmenin, mali sermayenin tüm
gerginliklerinin (krizlerinin) ortaya çıkmaya başladığı bir dönemin ruhunu, (aynı Titanik gibi)
temsil ediyordu diye düşünmeyelim?
1898’de Robertson, romanını yazmaya koyulduğunda, teknolojik ve toplumsal açıdan
Titanik gibi bir geminin yapılmasının tüm ön koşulları oluşmuştu. Bir anlamda, Titanik
faciası bir olasılık olarak tarih sahnesine çıkmıştı. Aynı İkiz Kuleler’e yönelik olarak
gerçekleşecek saldırı gibi: Bir süredir küreselleşme mali krizlerle sarsılıyor, ABD
hegemonyasına direniş artıyordu; Afganistan, ‘Cihat’ geleneğini canlandırmıştı, radikal
Müslüman örgütler arasında intihar eylemleri olağan mücadele yöntemi haline gelmişti. 11
Eylül benzeri bir olayın gerçekleşmesi için gerekli tüm koşullar yerli yerindeydi. Şimdi buna
bir süredir egemenliğinin zayıfladığını düşünen, saldırgan bir dış politikayı devreye sokmak
için fırsat kollayan ABD yönetimini ekleyelim. Olayın anlaşılmazlığı ortadan kalkmaya,
üzerinde oluşan ‘aura’ dağılmaya başlar. Olay komplo teorilerine gerek kalmadan, bu tarihsel
zemin üzerinde varlıkları birbiriyle kesişen nihilist gizli örgütleri, gizli servislerin bürokrasisi,
ihtiraslı ama dar görüşlü politikacıların oportünistlikleri de göz önüne alınarak, komplo
teorilerine gerek kalmadan açıklanabilir bir hale gelir. Büyük olasılıkla CIA, El Kaide’nin
büyük bir iş peşinde olduğunu fark etmiş, dış politika ‘şahinleri’ bu eylemin yaratacağı
infialden faydalanmayı düşünmüş, sonra olay denetimden çıkarak beklenenin çok üstünde bir
boyutta gerçekleşmiştir. Bu ilişkiler içinde komplocu girişimler de mutlak olmuştur, ama
verili tarihsel koşullar üzerinde ve kendileri de bu koşulların bir ürünü olarak...
Komplo teorileri, işte bu ‘komplocuları’ yaratan tarihsel koşulları görmezden gelir. Bu
teorileri izleyince de komplocular karşımıza, intihar eylemini gerçekleştirenler de dahil,
herkesi kukla gibi oynatan, bu arada binlerce insanı ve kendi yaşamlarını kolaylıkla kurban
edecek kadar kararlı ve inançlı, insan üstü bir elit olarak çıkarlar. Artık, toplumsal dinamikler
ve tarih her şeye kadir, Tanrı katına yükseltilmiş bir elitin iradesinin ürünüdür. Bu fantezi,
halk sınıflarını, bu iradenin sonuçlarına katlanmaktan başka seçenekleri olmayan zavallı
karıncalar olarak görür, böylece sözde sistemi eleştirirken gerçekte ‘komplocuların’ iktidarını
ayakta tutan bir dünya görüşünü güçlendirmekten başka bir işe yaramaz.
(Cumhuriyet, 10 Haziran 2002)
V-
Amerikancıların Gözüyle 11 Eylül
Amerika iyi düşünmeli
Zbigniew Brzezinski
Amerika’nın yaklaşık bir yıl önce başlattığı terörizmle savaş, baskıcı rejimler uygulayan
yabancı hükümetlerce baltalanma riskiyle karşı karşıya. ABD, demokratik bir koalisyonun
liderliğini yapmak yerine, tecrit tehlikesiyle yüz yüze. Bush yönetimi, ABD’nin karşı karşıya
olduğu mücadeleyi tarif ederken daha ziyade yarı dini terimlere yaslanıyor. Kamuoyuna, bu
konuda hiçbir kuşku bulunmadığı halde terörizmin ‘kötü’ olduğu, ‘kötülük yapanlar’ın
bundan sorumlu tutulacağı anlatılıyor. Ancak bu haklı kınamaların ötesinde, tarihsel açıdan
geçersiz bir mantık yatıyor. Sanki terörizm uzaydan gelen soyut bir fenomen, acımasız
teröristler de belli bir amaçları olmaksızın şeytanın emirlerine uymaktan başka bir şey
yapmıyor!
ABD Başkanı George W. Bush, terörizmi bir bütün olarak İslam’la tanımlamaktan
kaçınmak ve İslam’ın böyle bir hataya düşmediğini titizlikle vurgulamakla gayet akıllıca
davranmış oldu. Ancak yönetimi destekleyen bazı kesimler, böyle ayrımlarda bu kadar
dikkatli değil. İslam kültürünün genelde Batı’ya, özellikle de demokrasiye karşı düşmanca bir
yaklaşım içinde olduğunu, Amerika’ya yönelik terörist nefretin beslenmesi açısından verimli
bir toprak sunduğunu savunuyor bu kesimler.
Her terörist eylemin ardında, ondan önce gelen başka bir siyasi eylem olduğu
gerçeğiyse kamuoyu önünde pek tartışılmıyor. Bu ne terör eylemini gerçekleştireni ne de
onun siyasi davasını meşrulaştırır. Yine de gerçek şudur ki, bütün terörist eylemlerin
kökeninde siyasi bir çatışma vardır ve bu çatışma terörist eylemlerin de devamını sağlar.
Kuzey İrlanda’daki İrlanda Cumhuriyetçi Ordusu, İspanya’da Basklar, Batı Şeria ve Gazze’de
Filistinliler, Keşmir’deki Müslümanlar açısından durum böyledir.
11 Eylül vakası açısından bakıldığında -eylemi gerçekleştirenlerin kimliği dikkate
alındığında- Ortadoğu’nun siyasi tarihinin Ortadoğulu teröristlerin Amerika’ya yönelik
nefretleriyle bir ilgisi olduğu tespitini yapmak için çok derin siyasi analizlere girmeye gerek
yok. Bölgenin siyasi tarihine özgü durumlara çok yakından bakmaya gerek yok, çünkü
muhtemelen teröristler kariyerlerine başlamadan önce ezeli rakiplerine ilişkin derin bir
araştırmaya girmiyor. Teröristleri fanatikleştiren patalojiyi şekillendiren ve onları ölümcül
eylemlere yönelten daha ziyade, hissedilen, gözlenen, tarihsel olarak iz bırakmış siyasi
kırgınlıklar, şikâyetler.
Amerika’ya yönelik nefretin gerisinde ABD’nin Ortadoğu politikasının yattığı açık.
Siyasi açıdan Arapların hissiyatının, Fransız ve İngiliz sömürgeciliğinin bölgeye girişi,
Arapların İsrail devletinin varlığını engelleme çabalarının başarısızlığa uğraması, bunun
ardından ABD’nin İsrail’i ve İsrail’in Filistinlilere karşı tavrını desteklemesiyle olduğu kadar,
Amerika’nın bu bölgeye gücünü doğrudan yerleştirmesiyle şekillendiği gerçeğini bir kenara
bırakmak zor.
Bölgedeki daha fanatik unsurlar, ABD’nin bölgedeki varlığının, Suudi Arabistan’ın
İslam’ın kutsal mekânlarına bekçiliğinin dinen saflığını bozduğu, Irak halkının huzurunu
kaçırdığı görüşünde. Bu dini veçhe onların yobazlıklarını besliyor, ancak 11 Eylül
teröristlerinden bazılarının hiç de dindarca olmayan yaşam tarzları sürdüğünü hatırlatmakta
fayda var. Dünya Ticaret Merkezi’ni hedef alan saldırının belli bir siyasi amacı vardı.
Fakat Amerika’da bu nefretin karmaşık boyutlarıyla yüzleşme konusunda gözle görülür
bir gönülsüzlük söz konusu. Daha çok, teröristler ‘Özgürlükten nefret eder’ gibi soyut
değerlendirmeleri ya da dini birikimlerinin onları Batı kültürüne düşman kıldığı gibi iddiaları
ciddiye almaya meylediliyor.
İki amaç belirlenmeli
Bu yüzden terörizmle savaşı kazanabilmek için iki amaç belirlenmeli: İlki teröristleri
yıkmak, ikincisi de onların varoluşuna zemin hazırlayan koşulları ortadan kaldırmaya yönelik
siyasi bir girişim başlatmak olmalı. Britanyalıların Kuzey İrlanda’da, İspanyolların Bask’ta
yaptığı, Rusların Çeçenya’da yapması istenen bu. Bu, teröristlerin teskin edilmesi anlamına
gelmiyor, ancak terörist dünyayı tecrit edip ortadan kaldırmaya yönelik stratejinin önemli bir
parçası.
Benzerlikler, hüviyet kartı gibi aynı değil, ama bunu akıllarda tutarak ABD’nin bugün
Ortadoğu terörizmi konusunda yüz yüze olduğu koşullarla 1960 ve 70’lerde içeride yaşadığı
krizler arasında paralellikler kurulabilir. O sıralarda Amerikan toplumu, Ku Klux Klan, Beyaz
Vatandaşlar Konseyi, Kara Panterler ve Symbionese Kurtuluş Ordusu gibi grupların şiddet
eylemleriyle sarsıldı. Sivil haklara ilişkin yasalar olmasa, ırklararası ilişkiler hakkında
Amerika’nın toplumsal görüşlerinde önemli değişimler olmasa, bu örgütlerin yarattığı tehdit
daha uzun sürebilirdi.
Bush yönetiminin beğendiği, dar, neredeyse tek boyutlu terörist tehdit tanımı, Rusya
Devlet Başkanı Vladimir Putin, İsrail Başbakanı Ariel Şaron, Hindistan Başbakanı Atal Bihari
Vajpayi ve Çin Devlet Başkanı Jiang Zemin’in yaptığı gibi yabancı güçlerin de kendi
gündemlerini desteklemek için ‘terörizm’ sözcüğüne sarılması gibi özel bir tehlikeyi de
beraberinde getiriyor. Amerika’nın terörist tehdit tanımı, bu liderlerin her biri için, hem uygun
hem de ikna edici.
Amerikalılarla görüşürken, Putin de Şaron da, Amerika’nın terörizmle mücadelesini
Müslüman komşularıyla ortak bir mücadeleye dönüştürmek için içinde ‘T’yle başlayan o
kelimenin geçmediği bir tek cümle bile kurmuyor. Putin, Rusya’nın Çeçenya’da ve daha önce
Afganistan’da işlediği suçlara karşın, İslamcı tehdidi Rusya’dan uzaklaştırma fırsatını
yakaladığını düşünüyor. Filistinlilere yönelik baskıyı artırmakta kendini daha rahat hisseden
Şaron, ABD-Suudi Arabistan ilişkilerinin bozulmasını memnuniyetle karşılayacaktır.
Hindistan’daki Hindu fanatikler de genel olarak İslam’ı özelde Keşmir’deki terörizmle
ilişkilendirmeye pek hevesli. Geri kalmayan Çinliler, kısa süre önce Bush yönetiminin, Sincan
eyaletinde mücadele eden ayrılıkçı bir Müslüman Uygur grubunu, El Kaide’yle bağlantılı bir
terör örgütü olarak listeye almasını sağladı.
Amerika, siyasi bir tanıma dayanmayan terörizmle savaşın bu biçimde başka amaçlarla
kullanılması gibi potansiyel bir tehlikeyle karşı karşıya. Bu, feci sonuçlar doğurabilir.
Amerika, kapsamlı ve derin boyutlarıyla terörizme cevap vermekte başarısız görülür, bu
yüzden Avrupa ve Asya’da kilit önemdeki demokratik müttefikleri tarafından ahlaken geniş
ve siyaseten naif olarak değerlendirilirse -aynı zamanda etnik ve milliyetçi duygulara yönelik
hoşgörüsüz baskıyı eleştirellikten uzak bir biçimde kucaklar görünürse-Amerika’nın
politikalarına verilen küresel destek de kuşkusuz azalır. Ve Washington’ın terör karşıtı
kapsamlı bir koalisyon kurma çabası da ağır bir darbe alacaktır. Irak’la olası bir çatışmanın
uluslararası destek bulması ihtimali de ciddi biçimde zayıflar.
Bu biçimde tecrit edilmiş bir Amerika, onu kendinden menkul müttefiklerinin işlediği
suçlar yüzünden suçlamaya kararlı intikamcı teröristler tarafından daha fazla tehdit
edilecektir. Terörizmle savaşta zafer, asla teslim olmaya yönelik resmi bir eylemle
kazanılamaz. Zafer, ancak terörist eylemlerin giderek ortadan kalkmasından kaynaklanır. Bu
yüzden ileride Amerikalıları hedef alacak başka saldırılar, savaşın kazanılmadığını gösteren
acılar yaşanacak. Maalesef bunun temel sebeplerinden biri de Amerika’nın 11 Eylül’deki
terörist eylemin siyasi kökenlerini enine boyuna değerlendirmekteki isteksizliği olacak.
(The New York Times, 1 Eylül 2002)
Üçüncü Dünya Savaşı
Thomas Friedman
Acaba ülkem gerçekten de ‘Üçüncü Dünya Savaşı’nın başladığını anladı mı? Bu saldırı
Üçüncü Dünya Savaşı’nın Pearl Harbor’ı, demek ki önümüzde çok çok uzun bir savaş var.
Ve bu Üçüncü Dünya Savaşı bizi bir süper güçle karşı karşıya getirmiyor. Bizi,
dünyanın tek süper gücü ve Batı değerlerinin, serbest piyasanın ve liberalizmin özbeöz
sembolü olan bizi, bütün o kızgın ve süper yetkin kadın ve erkeklerle karşı karşıya getiriyor.
Bu süper yetkin insanların çoğu yıkılan Müslüman ve Üçüncü Dünya devletlerinden geliyor.
Onlar bizim değerlerimizi paylaşmıyor, Amerika’nın hayatları, politikaları ve çocukları
üzerindeki etkisine içerliyorlar. Çoğunlukla Amerika’yı kendi toplumlarının başarısızlığının
sorumlusu olarak görüyorlar.
Onları süper yetkin yapan, internet, yüksek teknoloji ve bilgi ağıyla sarılı dünyayı
kullanmadaki yetenekleri. Onlar bizim en gelişmiş uçaklarımızı insanların yönettiği,
kararlılığın rehberlik ettiği ‘cruise’ füzelerine çevirdiler -kendi fanatizmleriyle bizim
teknolojimizin şeytani bir karışımı. Online Cihat. Ve neyi vurduklarına bakın: Dünya Ticaret
Merkezi -Amerikan kapitalizminin ışığı- ve Pentagon, Amerikan ordusu’nun vücudu.
CIA’yı rahat bırakın
O zaman böyle insanlarla savaşmak için ne yapmalı? Öncelikle biz Amerikalılar asla
Pakistan, Afganistan, Lübnan’ın vahşi Bekaa Vadisi gibi yerlerde aile bağlarına dayalı küçük
gruplarda yaşayan insanları etkileyemeyeceğiz. O karanlık insanları tek etkileyebilecek olan
kendi toplumlarıdır. Onlar bile bunu sürekli yapamaz. Bu nedenle CIA’yı rahat bırakın.
İsrailli yetkililer, bu intihar eylemcileri ve radikal Filistinliler üzerinde tam kontrolü
ancak onları hapse atarak, Yaser Arafat ve onun Filistinli yetkililerinin sağlayabildiğini
söylüyor. Şimdi sorular başlıyor: Topraklarında terörist grupları ağırlayan ülkelerin onlara
karşı harekete geçmeleri için ne yapmalıyız?
Öncelikle onlara son derece ciddi olduğumuzu kanıtlamalıyız ve anlamalıyız ki bu
teröristler gerçekte politikalarımızdan değil, bizim varlığımızdan nefret ediyor. Sivilleri bir
yana bırakın, askerlerimizi bile onların tehditleri karşısında tehlikeye atmıyoruz.
İkinci olarak yıllardır Ortadoğulu müttefiklerimizin üzerinde oynanmasına izin
verdiğimiz ve artık kesinlikle durdurmamız gereken ikili oyunlar var. Suriye gibi bir devlet
karar vermeli; Şam’da bir Hizbullah büyükelçiliği mi, Amerikan büyükelçiliği mi istiyor?
Üçüncü olarak, Müslüman dünyası ve politik liderleriyle bu insanların niye böyle ayrı
düştükleriyle ilgili olarak ciddi ve saygılı bir konuşma yapmalıyız. Dünyanın hiçbir yerinde
Aşağı Sahra Afrikası’nda bile Arap-Müslüman dünyasındaki gibi özgür olmayan seçimlerle
göreve gelen liderler yok. Neden? Bugünkü Arap liderler neden özeleştiriye dayanamıyor.
Neden tepki göstermiyorlar?
Oğullarına İsraillilere karşı direnmeyi, ancak kendilerini ya da masum sivilleri
öldürmemeyi söyleyen Müslüman liderler nerede? Ne kadar kötü olursa olsun, hayatınız
kutsaldır. Avrupa’nın Yahudilere uyguladığı soykırım gibi bir suçu hiçbir zaman işlemeyen
İslamiyet gibi büyük bir din, intihar bombacılarının el kitabı gibi kullanılarak bozuluyor.
Niçin hiçbir Müslüman lider buna tepki göstermiyor.
Eğer Üçüncü Dünya Savaşı söz konusuysa bunlar tartışılması gereken konular. Bu
kararlı ve güçlü bir düşmana karşı verilecek çok uzun bir savaş olacak. Onlar sadece yok
etmek zorundalardı. Ancak biz tam tersini etkili bir şekilde yaparak bu açık ve özgür toplumu
yok etmeye değil, korumaya çalışıp savaşmalıyız. Sert uçmayı, ancak güvenli inmeyi
öğrenmeliyiz.
(The New York Times, 13 Eylül 2001)
Bin Ladin’e Bush’tan mektup var
Thomas Friedman
Beyaz Saray Amerikan yayın kuruluşlarından, Usame bin Ladin’le ilgili yayınları
sınırlamalarını istemiş. Başkan sansür yerine Bin Ladin’e yanıt verseydi keşke. Şunları
söyleyebilirdi:
Sayın Bin Ladin, sizi dinledim. Hiçbir Arap ya da Müslüman liderin size yanıt vermeye
cesaret edemeyeceğini bildiğim için, ben vereyim dedim.
Açık söyleyeyim: Dokunaklı konuştunuz. Ama belli ki, neden bizim bu kadar güçlü ya
da küçümsediğiniz Arap rejimlerinin neden bu kadar zayıf olduğu hakkında bir fikriniz yok.
Çok şey söylediniz ama en açıklayıcısı, söylemediğiniz şeydi: Gelecek hakkında hiçbir
şey söylemediniz. Bu muhtemelen son dileğiniz ve vasiyetinizdi -inşallah öyledir- ve gelecek
nesiller için söylemek istediğiniz her şeyi söyleyebilirdiniz. Ne de olsa mikrofon elinizdeydi.
Yine de söyleyecek hiçbir şeyiniz yoktu. Müslüman dünyasına tek mesajınız kimden nefret
etmesi gerektiğiydi.
Bunun bir sebebi, İslam tarihi hakkında gerçekten fazla bir şey bilmemeniz. Sizin
kadınlara hayvan sürüsü, Müslüman olmayanlara düşman gibi davranılan kapalı, içe dönük,
nefret dolu İslam versiyonunuzun, İslam’ın muhteşem dönemleriyle bir alakası yok ve tekrar
öyle bir dönem de getirmez.
Bahsettiğiniz tek Arap devletinin Irak olması da açıklayıcıydı. Irak, kendi halkına
zehirli gaz sıkan, petrol zenginliğini kendine saraylar yapmak için kullanan, Kuveyt’e saldıran
faşist diktatör Saddam Hüseyin tarafından yönetiliyor. Ama siz bütün bunlar karşısında sessiz
kalıyorsunuz. Sizi rahatsız eden rejimin kendisi değil, böyle bir rejime son vermek için
hedeflediğimiz yaptırımlar.
Son 80 yılın Arap-Müslüman dünyası için bu kadar durgun geçmesinin müsebbibi
Amerika değil. Biz ve diğerleri pek çok soruya yanıt aradık: Çocuklarımızı en iyi nasıl
eğitiriz? Ticaretimizi nasıl geliştirebiliriz? Nasıl endüstriyel bir temel inşa edebiliriz? Siyasi
katılımı nasıl artırabiliriz? Ve liderlerimizi, bu sorulara ne kadar iyi yanıt verebildikleriyle
yargıladık. Ancak siz Arapların ve Müslümanların liderlerine tek bir soru sormasını
istiyorsunuz: İsrailliler ve kâfirlerle ne kadar iyi savaştınız? Tek soru bu olamaz. Yine de sizin
gibiler tek bir soru istediği, başka sorular sormak isteyen her Arap’ı sindirdiği için, bölgenizin
Saddam gibi alçaklarca yönetilmesine izin verdiniz.
Evet Bin Ladin, öfkenizi biraz aldınız, ama bizi yok edeceğinizi sanarak kendinizi
kandırmayın. Güçlü bir şeyi yok etmeniz için, güçlü bir şey yaratmanız gerekir. Ama
yapamazsınız. Çünkü Arap-Müslüman dünyasındaki entelektüel ve yaratıcı enerjiler, Irak gibi
baskıcı rejimler ya da sizin gibi liderler yüzünden asla tam potansiyeline erişemez.
Stalin ve Mao da kendi halkını katletti ama bu katillerin bile toplumları için bir planı
vardı. Oysa siz Bin Ladin, hırsızdan başka birşey değilsiniz. İslam’ın hırsızı, başkalarının
teknolojisinin hırsızı, Arap uluslarının, rejimlerine duyduğu öfkenin hırsızı. Ama hiçbir
görüşünüz, planınız yok. Bu yüzden mezar taşını yazmak kolay olacak: Usame bin Ladin-çok
şey yıktı, hiçbir şey yaratmadı. Bıraktığı iz, çöldeki bir ayak izi gibi.
(The New York Times, 12 Ekim 2001)
Hâlâ tarihin sonundayız...
Francis Fukuyama
Birçok yazar ve yorumcu, 11 Eylül trajedisinin 10 yıl önce söylediğim, tarihin sonuna
eriştiğimiz iddiasının yanlış olduğunu kanıtladığını yazdı. Sonra koro başladı; George Will
tarihin tatilden döndüğünü belirtti, Fareed Zakaria tarihin sonunun sonunu ilan etti.
Bu eşi benzeri olmayan saldırının tarihi başka bir boyuta taşımadığını iddia etmek
saçmadır ve 11 Eylül’de ölenlerle şu anda Afganistan’daki askeri operasyonlara katılanlara
hakaret anlamına gelir. Fakat ben ‘tarih’ kelimesini farklı kullanmıştım: Benimki liberal
demokrasi ve kapitalizm gibi kurumlarla tanımlanan, insanlığın moderniteye doğru yüzyıllar
süren ilerlemesine gönderme yapıyordu.
1989’da komünizmin yıkılışının arifesinde yaptığım bu gözlem, bu evrimsel gelişmenin
dünyanın her seferinde daha büyük bir kısmını moderniteye doğru götürdüğüydü. Liberal
demokrasi ve serbest pazar ekonomisinin ötesinde gelişme göstermek adına ulaşmak
isteyebileceğimiz başka bir şey yoktu, o yüzden tarihin sonuydu. İlerlemeye direnen bazı
gerici unsurlar vardı, fakat sosyalizm, monarşi, faşizm ve diğer bütün otoriter yönetimler
denendikten sonra insanların sürdürmek istediği mantıklı başka bir medeniyet alternatifi
kalmamıştı.
Medeniyetlerin çatışması
Bu görüşe birçok insan meydan okudu, özellikle de Samuel Huntington. Huntington
dünyanın tek ve küresel bir sisteme doğru ilerlemek yerine 6-7 kültürel grubun birbirleriyle
karışmadan beraber yaşadığı ve küresel çatışmaların kırılma noktalarını oluşturduğu bir
‘medeniyetler çatışması’nın batağında varlığını sürdürdüğünü iddia ediyordu. Küresel
kapitalizmin merkezine yapılan ve başarılı olan saldırının Batı’dan memnun olmayan aşırı
İslamcılar tarafından düzenlendiği kesin olduğu için gözlemciler Huntington’ın ‘çatışma’
görüşüyle benim ‘tarihin sonu’ hipotezime sekte vuruyor. Ben haklı olduğumu düşünüyorum:
Modernite, bu yaşananlar ne kadar acı olsa da rayından çıkmayacak kadar güçlü bir yük treni.
Demokrasi ve serbest pazarlar dünyanın büyük bölümü için egemen prensipler olarak zaman
içinde gelişmeye devam edecekler. Fakat şu andaki meselenin asıl boyutlarının ne olduğunu
düşünmek gerekiyor.
Ben her zaman modernitenin kültürel bir temeli olduğuna inandım. Liberal demokrasi
ve serbest pazarlar her zaman her yerde işlemez. En iyi belli değerleri olan -bu değerlerin
çıkış noktaları tamamen mantıklı olmasa da toplumlarda işlerler. Modern liberal demokrasinin
ilk önce Hıristiyan Batı’da doğması bir tesadüf değil, çünkü demokratik hakların evrenselliği
birçok anlamda Hıristiyanlığın evrenselliğinin seküler bir formu olarak görülebilir.
Huntington’ın temel sorusu şu: Modernitenin kurumları sadece Batı’da mı işleyecek,
yoksa onların çekiciliklerindeki daha genel bir şey Batılı olmayan toplumlarda da
ilerlemelerine imkân verecek mi? Bence evet, verecek. Kanıt demokrasi ve serbest pazarın
Doğu ve Güney Asya, Latin Amerika, Doğu Avrupa gibi bölgelerde ilerleme göstermiş
olması. Diğer bir kanıt Batılı toplumlarda yaşamayı seçen ve zamanla Batılı değerleri kabul
eden Üçüncü Dünya ülkesinden gelen göçmenler.
Fakat İslam’da, ya da köktendinci İslam’da Müslüman toplumları moderniteye
direnmeye iten bir şeyler var gibi görünüyor. Bütün çağdaş kültürel sistemler içinde İslam
dünyası en az demokratik yönetimi barındırıyor. Singapur ya da Güney Kore gibi Üçüncü
Dünya ülkesi statüsünden birinci dünya ülkesi statüsüne geçebilen hiçbir İslam ülkesi yok
(Türkiye hariç).
Birçok Batılı olmayan toplum, modernitenin teknolojisini ve ekonomisini kabulleniyor,
ancak bunlara Batılı kültürel değerleri ya da demokratik politikaları kabul etmek zorunda
kalmadan sahip olabilmeyi umut ediyor; Çin ve Singapur gibi. Başkaları modernitenin
ekonomik ve politik versiyonlarını beğeniyor ancak bunu nasıl başaracaklarını bilemiyorlar
(Örneğin Rusya). Onlar için Batılı tarz moderniteye geçiş uzun ve acılı olabilir. Fakat onları
zamanla buna ulaşmaktan alıkoyacak aşılmaz kültürel engelleri yok ve dünya nüfusunun
4/5’ini oluşturuyorlar. Buna karşılık İslam sürekli moderniteyi tamamiyle reddeden Usame
bin Ladin ve Taliban gibi insanlar üreten tek kültürel sistem. Bu durum, bu insanların geniş
Müslüman toplumunu ne kadar temsil ettiği sorusunu da beraberinde getiriyor. 11 Eylül’den
bu yana Doğulu ve Batılı politikacıların buna verdiği cevap, teröristlere sempati duyanların
Müslümanların çok küçük bir azınlığını oluşturduğu. Müslümanları bir grup olarak nefretin
hedefi olmaktan korumak için bunu söylemeleri önemli ve gerekli. Sorun, Amerika ve onun
temsil ettiği şeylere olan nefretin açıkça bundan çok daha geniş bir yayılım alanı olması.
Elbette intihar görevlerine giden ve ABD’ye komplo kuran kişilerin sayısı çok az. Fakat
yıkılan kulelerin görüntüsünden alınan zevk ve ABD’nin hak ettiğini bulduğu duygusu,
sonradan reddedilse de, birçok insanın ilk hissettiğiydi. Bu standarda göre Müslümanlar
arasında teröristlere sempati duyanlar ‘küçük bir azınlık’tan daha çok; Mısır’daki orta sınıftan
Batı’daki göçmenlere kadar...
Ciddi bir alternatif mi?
Bu geniş nefret İsrail’e verilen destek gibi Amerikan politikalarına karşı olmaktan çok
daha derin bir şeyleri temsil ediyor. Belki, birçok yorumcunun düşündüğü gibi nefret, Batı’nın
başarısı ve Müslümanların başarısızlığından kaynaklanan kıskançlıktan doğuyor. Fakat
Müslümanlığı psikolojik olarak incelemektense radikal İslam’ın Batı demokrasisine bir
alternatif oluşturup oluşturmadığı sorusunu sormak gerekiyor.
Müslümanların kendileri için bile politik İslam, soyut olarak gerçekte olduğundan daha
çekici. Köktendinci bir hükümetin yönetimi altında 23 yıl yaşadıktan sonra İranlıların büyük
bir çoğunluğu, özellikle 30 yaşın altındakilerin hepsi, çok daha liberal bir toplumda yaşamayı
tercih ediyorlar. Propagandası yapılan bu Amerikan karşıtlığı ve nefreti önümüzdeki yıllarda
Müslüman toplumları için uygulanabilir bir politik programa dönüşemeyecek.
Hâlâ tarihin sonundayız, çünkü dünya politikalarına egemen olacak hâlâ tek bir sistem
var, o da liberal ve demokratik Batı’nın sistemi. Bu çatışmalardan uzak bir dünya ya da farklı
toplumları birbirlerinden ayıran kültürlerin yok olması anlamına gelmiyor. Fakat karşı karşıya
olduğumuz mücadele 19. yüzyıl Avrupa’sındaki büyük güçlerin çatışması gibi eşit kültürlerin
bir çatışması değil. Çatışma, geleneksel varlıkları modernizasyon tarafından tehdit edilen bazı
toplumların kendilerini koruma amaçlı bir dizi saldırısından oluşuyor. Toplumsal gelişmeye
karşı verilen tepkilerin gücü bu tehdidin ciddiyetini gösteriyor. Fakat zaman ve kaynaklar
modernitenin yanında ve onun Batı’da varlığını sürdürmemesi için hiçbir sebep yok.
(The Wall Street Journal, 8 Ekim 2001)
Taliban’a kimse üzülmez ama...
Graham E. Fuller
Afganistan’da terörizmi besleyen jeopolitik son derece göz korkutucu. Bölge
genelindeki İslami politikalardan kaynaklanan karşıtlıkların zenginliği, ABD’nin ilgi alanına
girmiyor.
Taliban 1996’da, 1980’deki Sovyet istilasından beri iç savaşla boğuşan ülkenin
kanunlarını -İslamiyet’in oldukça tutucu bir türüne dayalı -ve düzenini onarmak misyonuyla
göreve geldi. Taliban, pek çoğu Afganistan’ı Sovyet istilasından kurtarmak için savaşmış Orta
Asya ve Arap dünyasının bütün radikal İslamcılarının eğitildiği kamplarla dolu bir ülkeyi ele
geçirdi.
Taliban bu savaşçıları İslamiyet’e duyduğu bağlılıktan çok kendisini bir önceki daha
modern İslam yönetiminin güçlerine karşı korudukları için ülkeden uzaklaştırmadı.
İslam’ın idelojik kullanımı
İslamiyet’in politikanın temel aracı olarak kullanılması Müslüman dünyasının basit bir
gerçeği. Müslüman dünyasında Kuran, adalet ve doğru yönetim sağlamak ve ahlak
bozulmasını engellemek için bir kaynak olarak kullanılıyor. İslam, hem laik yönetime karşı
içeride verilen savaşta, hem de Müslüman olmayanların baskılarından kurtulmak isteyen
Müslümanlar içinde bir ideoloji olarak kullanılıyor.
Orta Asya, diktatörlüğün, ahlaksızlığın ve kötü yönetimin radikal ve şiddet yanlısı
unsurlarına karşı, daha radikal ve şiddette dayalı olan bir İslami hareket dalgası yarattı.
- Özbekistan’ın neo- Stalinist yönetimi, tüm muhaliflerini hapsetti, işkenceye uğrattı,
öldürdü ya da sürgüne gönderdi. Böylece ülkede silahlı bir ‘İslamcı’ hareketin doğmasına yol
açtı. Şimdi aynı yönetim ‘terörizm’e karşı işbirliğine sevinerek girecek, çünkü bu tanım bütün
muhalefeti kapsıyor.
- Çin’in Sincan’da 8 milyon Müslüman Uygur Türk’üne yaptığı eziyet, Uygurları aşırı
milliyetçiliğe ve İslam’a yöneltti, daha sonra bu hareketler şiddete dönüştü. Çin,
Washington’ın terörizm karşıtı hareketine katılmak isteyecektir, çünkü böylelikle Uygurlar’a
uygulayacağı kıyımı açıklayabilir.
- Çeçenler, 200 yılı aşkın süredir Rusya’dan bağımsızlıklarını kazanmak için savaşıyor
ve bu savaş geleneksel olarak İslamiyet adına yapılıyor. Rusya da ‘terörizm karşıtı harekât’a
hoş geldin diyecektir.
- Müslüman Keşmirliler, Hindistan’a karşı verdikleri mücadelelerinde İslamiyet’e
başvurdu.
- Tacikistan’daki kabile savaşları, yine İslam merkezli.
- İran, Taliban’dan nefret etti, çünkü Şiiliğe karşıydılar.
- Pakistan’ın Keşmir’deki temel gücünü oluşturan ve Hindistan’la aralarında denge
unsuru olan Keşmir gerillaları Afganistan’daki kamplarda eğitildi.
Bir kısmı da Arap ülkelerinden gelen bütün bu muhalif gruplar, Afganistan’ı 20 yılı
aşkın süredir gerilla eğitim kampı olarak kullanıyor.
Bu hareketleri yaratan Afganistan değil, hareketleri meydana getiren bölgesel koşullar
Afganistan’ın temel görevini de yaratıyor. Bölgedeki güçlerin büyük çoğunluğu Özbekistan,
Hindistan, Rusya, İran, Çin- ülkelerindeki karşıt güçleri besleyen Afgan yönetiminin sona
erecek olmasından memnuniyet duyar. Ancak ABD için bu güçlerin bazıları ‘yatak arkadaşı’
olarak kabul edilemez.
ABD için jeopolitik hoşgörüde bazı limitler var. Kimse Taliban için gözyaşı dökmezken
çoğunluk Asya’da ABD’nin hegemonya kurma olasılığına düşmanlık besliyor. Onlar,
kapılarının önünde gerçekleşecek ve ABD’nin bütün dünyaya rahatlıkla karışabilmesine
olanak tanıyacak bir askeri harekâttan korkuyorlar.
Ortadoğu’da çoğu otoriter rejim, büyük çoğunluğu şiddet doğurmayan bir kısmı ise
Mısır ve Cezayir’deki gibi kanlı olan yerel İslami hareketlerle karşı karşıya. Çoğu Müslüman,
İslami hareketi, Mısır, Suudi Arabistan, Cezayir ve Tunus’taki gibi özgürlükleri kısıtlayan
rejimlere karşı doğal bir barışçı mücadele aracı olarak görüyor.
Eğer Amerika’nın başlatacağı terörizm karşıtı savaş, barışçı İslami hareketlerle karşı
karşıya olan bu köklü rejimlerin yararına sonuçlanırsa, -Filistinliler üzerindeki İsrail
kontrolünü artırmak gibi- ABD’nin planları hakkında ciddi şüpheler doğracaktır.
Seçim yapmak çok zor, çünkü İslami hareketler sürdükçe, daha radikal bir hale
geliyorlar. Filistin ve Keşmir sorunları için bulunacak adaletli çözümler, ABD’nin terörizm
karşıtı savaş planlarına bölgeden samimi bir destek gelmesi için önkoşul.
Pakistan elden çıkabilir
Bölgede en zor durumda olan Pakistan. Doğusunda güçlü bir Hindistan olan İslamabad,
batıda stratejik bir derinliğe gerek duyuyor. Taliban’ın iktidara gelmesine yardımcı oldu,
böylece Afganistan’da düzenin dost güçler tarafından sağlanmasını istedi. Afganistan’ın
çelişkilerin merkezi olması boşuna değil.
Pakistan Usame bin Ladin için sevgi beslemese de, Taliban yararlı bir müttefik. Eğer
Taliban, bin Ladin’i ABD’ye verecek olursa, Pakistan’da onu zamanında Sovyetler’e, şimdi
de Amerikan emperyalizmine karşı savaşan bir kahraman olarak gören İslami nüfustan
kaynaklanan hassas bir dönem başlayacak.
Buradaki büyük ironi şu: ABD’nin bin Ladin’i ele geçirme süreci, Pakistan’ın
köktendincilerin kontrolü altına girmesine yol açabilir. Ortadoğu’nun çoğu yerinde ve Orta
Asya’da, özellikle Müslümanların gözünde terörizmi politikadan ayırmak oldukça zor. Eğer
Washington, ülkelerin iç meselelerine karışmakta ısrar ederse, dostlarının büyük çoğunluğunu
kaybedecek.
(Los Angeles Times, 20 Eylül 2001)
Washington değişmeli
Graham E. Fuller
Afganistan’a askeri harekât başladı. Operasyonun ilk evresinde en önemli hedef Usame
bin Ladin ve onun önde gelen komutanları. Nihai aşama büyük ihtimalle Keşmir ve
Özbekistan’a karşı faaliyet gösteren terörist ve gerilla gruplarının kamplarını hedef alacak.
Afganistan’daki askeri operasyonda büyük zorluklar var. Öncelikle, Pakistan’daki dini
hareketler, harekâta şiddetle karşılık verip ülkenin rejimini bile sarsabilir. İkincisi,
Pakistan’daki birçok asker İslami görüşlere sahip ve Taliban sempatizanı; onlar başkan Pervez
Müşerref’e karşı hareket edebilir. Daha ılımlı askerler bile Taliban’ın düşmesini, Pakistan’ı
Hindistan tehdidine karşı zayıflatıcı, Batı kanadındaki dost ve stratejik bir müttefikin imhası
olarak görüyor.
Hassas denge
Şu ana kadar hükümet Pakistan’ı iyi idare etti. Müşerref, Pakistan halkına Taliban’ın
Bin Ladin konusunda işbirliği yapmayarak kendisine ölümcül bir zarar verdiğini söyledi.
ABD ve Britanya’nın Afganistan’daki operasyonları çok uzun sürmediği sürece ve Afgan
sivil halkının kayıplarına medyada çok fazla yer verilmezse Pakistan bu krizi atlatabilir.
Operasyon sadece Afganistan’la sınırlı tutulduğu sürece Arap dünyası büyük ihtimalle
sükûnetini koruyacak. Sonuçta Afganistan terörizme karşı genel savaşta tek askeri operasyon
yapılan ülke olabilir. Bin Ladin sorunu çözüldükten sonra işler daha da zorlaşacak askeri
anlamda değil diplomatik anlamda.
Sebep: Terörizme karşı mücadelenin ileri safhaları Lübnan ve Filistinli gerilla gruplarını
hedef alacak, bu Arap rejimlerinin çok duyarlı olduğu bir konu ve uzun vadede koalisyon ve
birliği tehdit edebilir.
Hükümet, harekâtın hedeflerini çok açık olarak uluslararası boyutları olan terörist
örgütler olarak belirledi. Bu birçok Filistinli grubu dışarıda bırakan bir tanım. Aslında
Filistinlilerin Bin Ladin operasyonlarında ABD’nin çıkarlarına aykırı hareket etmemiş
olmaları dikkat çekici.
Müslüman dünyası Filistinli gerillalara karşı herhangi bir saldırının Filistinlileri İsraille
mücadelelerinde zayıflatacağı görüşünde.
Burada derin ahlaki ve pratik problemlerin olduğu çok açık: Amerika Filistinli gerilla
güçlerine askeri olarak İsrail’den daha fazla zarar veremez. Bu durumda terörizme karşı
savaşın ileri safhaları istihbarat, polis ve uluslararası işbirliğine odaklanacak.
Bush’un Irak stratejisi anahtar konumda. Saddam Hüseyin’in rejimi belki de dünyadaki
rejimlerin en kötüsü. Ama Bağdat’la Bin Ladin arasında ciddi bir bağlantı olduğuna dair kanıt
yok. Bu yüzden de terörizmle savaş adına Irak’a saldırıda bulunmak çok güç. Bu, Arap
hükümetleri arasındaki gerilimi yükseltir. Bağdat bir süre operasyonların gelişimini
bekleyecek.
Irak tehlikeli
ABD’nin girişimi doğru ve başarılı bir şekilde sürdürülürse uluslararası teröristlerin
saldırılarını önlemede hayli etkili olacak. Bundan sonra da uzun vadeli ve yıldırıcı bir görev
başlayacak: Terörizmin nedenlerinin köklerine inmek.
Sonuç olarak, dünyanın büyük bir bölümünün ortak duygusu olan 11 Eylül
saldırılarında masumların ölümünün çok trajik olduğu fakat ABD’nin de bunu bir şekilde hak
ettiği düşüncesi, saldırıların kendisinden daha da korkutucu. Bu duyguya mutlaka el atılmalı.
Katı ve yüksek düzeyde bir güvenlik anlayışı yerini bir an önce liberal bir uygulamaya
bırakmalı. Rejimin iyileştirilmesine, siyasi liberalleşmeye ve hatta yeni bir ABD dış
politikasına ihtiyaç var -diğer ülkelerin çıkarlarına daha duyarlı ve sadece Amerika’nın
çıkarlarına odaklanmamış, tek yönlü olmayan bir dış politikaya...
(Los Angeles Times, 8 Ekim 2001)
Yeni savaş eski kafayla yürümez
Richard Holbrooke
Buna ister kamu diplomasisi, ister kamu işleri, ister psikolojik savaş, isterseniz de lafı
eveleyip gevelemeyi bırakıp propaganda deyin. Adını ne koyarsanız koyun asıl belirleyiciliği
ve tarihsel önem taşıyacak nokta, dünyadaki milyarlarca Müslümanın kafasınadaki soruya
yanıt vermek: Bu savaş gerçekten niçin yapılıyor?
Her İslam uzmanı, Müslüman dünyasında olup bitenleri yorumlayan herkes İslam’a
karşı savaşıldığını ileri süren Usame bin Ladin’in terörizme karşı savaşıldığını söyleyen Bush
karşısında avantaj yakaladığı görüşünde.
11 Eylül’ü alenen göklere çıkaran bir katliamcı nasıl olur da, bir insanın zihnini ve
kalbini kazanabiliyor? Nasıl olur da mağarada yaşayan bir adam dünyanın iletişim konusunda
en ileri ülkesinin iletişim ağını delik deşik edebiliyor?
Bin Ladin’in başarısı kısmen modern medya teknolojileriyle ortaçağ sembollerinin
kurnaz bir karışımını yaratmasında yatıyor. Çölde ama yüksek teknolojiyle hazırlanmış video
kasedi bunun bir örneğiydi. Diğer bir etken ise İsrail’in destekçisi ABD’ye karşı Arapların
öfke dolu içerlemelerini istismar etmesi.
Fakat bu iki etken ABD’nin kontrolü dışında. Bin Ladin kendi mesajını yayabiliyor.
Amerika İsrail’e desteğini kesmekle terörizmi ödüllendirecek değil. Acil olarak Amerika’nın
üzerinde durması gereken kendi mesajındaki belirgin başarısızlık ve mesajı iletenlerin
yetersizliği.
Eğer bu mesaj kök salarsa, Bin Ladin ölüyken bile inançlı, fanatik teröristlerden oluşan
yeni bir kuşak yaratabilir. Bu nedenle ABD’nin şu sıralar yürüttüğü mücadelede diğer bütün
öğeler gibi ‘fikirlerin savaşı’ önemli. Ve o mutlaka kazanılmalı!
Modern iletişimdeki ezici Amerikan üstünlüğüne rağmen, Washington Müslüman
dünyasıyla marazi derecede modası geçmiş ya da elverişsiz teknolojilerle ve yapılması
gereken işe göre yetersiz bürokratik bir yapıyla iletişim kuruyor.
Bu durumu düzeltmekle görevlendirilen kişi deneyimsiz. Ekibi soğuk savaştan kalma.
Önlerindeki konuyla yakından uzaktan alakaları yok. Amerika’nın Sesi’ne gelince, hâlâ daha
kısa dalgadan yayın yapıyor!
Geçtiğimiz 60 yılda Washington en az üç defa, şimdiki adıyla kamu diplomasisi denen
zorluklarla karşı karşıya geldi ve her seferinde kendi özel mekanizmalarını yarattı.
Franklin Roosevelt, ünlü ‘Savaş İstihbarat Bürosu’nu kurdu ve en iyi mesajları
verebilmek için o kuşağın en yaratıcı beyinlerini çağırdı.
Harry Truman ve Dwight Eisenhower, komünizmle mücadelede fikirlerin önemini
görerek güçlü bir Soğuk Savaş devlet dairesi ABD İstihbarat Ajansı’nı yarattı.
Daha yakın geçmişte Clinton yönetimi ‘sıradan halkı bilgilendirme programlarının’
Sırplar arasında Slobodan Miloşeviç’e verilen desteği kırmaya yetmediğini görünce, mesajı
onarmak ve Sırbistan’da duyulması için yeni yollar bulmak için yeni bir ofis kurdu. Bu
çabalar Miloşeviç’in geçen yıl devrilmesinde önemli rol oynadı.
Şimdi de benzer bir ofis gerekli. Bu ofis Beyaz Saray’da kurulmalı. Dışişleri, Adalet
Bakanlığı, CIA, AID ve diğer birimlerin Müslüman Alemine yönelik kamu diplomasisi
etkinliklerini eşgüdümleyebilecek, daha doğrusu yönetebilecek tek yer Beyaz Saray.
Daha çok maddi kaynak gerekli. Bu amaca adanmış özel yayın sistemleri sadece
Afganistan için değil, Hindistan, Çin ve terörist yayınların yerleşmiş olduğu Batı Avrupa gibi
Arap olmayan ülkelerdeki Müslümanları da kapsayan bütün Müslüman dünyası için
geliştirilmeli.
Hükümetin dışındaki en iyi yetenekler İkinci Dünya Savaşı’nda yapıldığı gibi bir araya
getirilmeli. Amerika’nın çoğulcu toplumu, İslam hakkında devletin içinde hiç de bulunmayan
inanılmaz bir bilgi birikimine sahip.
(The Washington Post, 3 Kasım 2001)
İslam bütünleşebilmiş değil
Samuel Huntington
Teröre karşı bir savaşta mıyız, yoksa siyaset bilimci ve Harvard Üniversitesi öğretim
üyesi Samuel Huntington’ın 1993’te öngördüğü gibi bir ‘uygarlıklar çatışması’nda mı?
Michael Steinberger’le yaptığı söyleşide, Huntington genellemelerinin, çatışma ortamını
körüklediği yönündeki iddiaları yanıtlıyor.
Yaşananlar, neredeyse 10 yıldır uyarısını yaptığınız ‘uygarlıklar çatışması’ mı?
Usame bin Ladin açıkça bunun İslam ve Batı arasında bir uygarlıklar çatışması olmasını
arzu ediyor. Hükümetimizin en öncelikli görevi bunun gerçekleşmesini önlemek. Fakat işlerin
bu yönde ilerlemesi gibi bir tehlike var. Yönetimimiz Müslüman hükümetlerden destek almak
için bir dizi ziyarette bulunarak son derece isabetli hareket etti. Fakat ABD’de diğer terörist
gruplara ve terörist grupları destekleyen ülkelere saldırılması yönünde ciddi bir baskı var. Ve
böyle bir şey, bana öyle geliyor ki, mevcut savaşı bir uygarlıklar çatışmasına doğru
götürebilir.
Teröristlerin tümünün eğitimli, orta sınıf mensubu kişiler olması sizi şaşırttı mı?
Hayır. İslami olsun, diğerleri olsun, tüm köktenci hareketlerde yer alan insanlar
genellikle iyi eğitim almış kişiler. Bunların çoğunluğu bir terörist haline gelmez. Fakat
eğitimlerini çağdaş bir ekonomide değerlendirmek isteyen, fırsat yokluğu nedeniyle hüsrana
uğrayan zeki ve hırslı gençler. Küreselleşme güçlerinin ve onların tanımlarıyla Batı
emperyalizmi ile kültürel hegemonyanın çok yönlü basıncı altında yaşıyorlar. Batı
kültüründen hem etkileniyorlar, hem de Batı kültürü tarafından dışlanıyorlar.
‘İslam’ın sınırları kanlıdır’ diye yazmıştınız. Bununla neyi kastediyorsunuz?
Müslüman dünyanın sınırlarına baktığınızda, Müslümanlarla Müslüman olmayanlar
arasında tam bir yerel çatışmalar zinciri görürsünüz: Bosna, Kosova, Kafkasya, Çeçenya,
Tacikistan, Keşmir, Hindistan, Endonezya, Filipinler, Kuzey Afrika, Filistin-İsrail çatışması.
Müslümanlar kendi aralarında da, diğer uygarlıklara göre çok daha fazla çatışma yaşıyor.
Yani, İslam’ın şiddeti beslediğini mi söylemek istiyorsunuz?
İslam’ın diğer dinlere göre daha fazla şiddet içerdiğini düşünmüyorum; kaldı ki,
Hıristiyanlar yüzyıllar boyunca Müslümanlardan çok daha fazla insan öldürdü. Burada temel
unsur demografik. Genel olarak baktığınızda, dışarı çıkıp diğer insanları öldürenler 16 ile 30
yaş arası genç erkeklerden oluşuyor. 1960, 70 ve 80’ler boyunca Müslüman dünyada doğum
oranı çok yüksekti ve bu kalabalık bir genç nüfus yarattı. Ama bu yavaş yavaş eriyecek.
Müslüman doğum oranları azalmaya başladı; hatta bazı ülkelerde keskin düşüşler görülüyor.
Kökenine bakarsanız, İslam kılıçla yayıldı; ama Müslüman teolojisinin doğasında şiddet
içeren bir şey olduğunu düşünmüyorum. İslam, diğer büyük dinler gibi, farklı biçimlerde
yorumlanabilir. Bin Ladin gibi insanlar, Kuran’ı kâfir öldürme gerekçesi yapabilir. Fakat
Haçlı seferlerini başlattığında Papa da aynı şeyi yapmıştı.
ABD, Ortadoğu’da demokrasi ve insan haklarını desteklemek için daha fazla mı çaba
sarf etmeli?
Bu iyi olurdu fakat aynı zamanda çok da zor bir şey. İslam dünyasında Batı etkisine
direnmek gibi doğal bir eğilim var ve İslam ile Batı uygarlığı arasındaki uzun çatışmalar
tarihine bir göz attığınızda, bu çok anlaşılır bir durum. Ama Müslüman toplumların çoğunda
demokrasi ve insan haklarından yana olan kesimler var ve bence bu kesimleri desteklememiz
lazım. Ne var ki, bu sefer de şu ikileme düşüyoruz: Bu toplumlarda baskıya karşı çıkan
grupların pek çoğu köktenci ve Amerikan karşıtı. Bunu Cezayir’de gördük. Demokrasi ve
insan haklarını desteklemek ABD açısından çok önemli bir hedef, fakat başka çıkarlarımız da
söz konusu. Başkan Carter insan haklarını destekliyordu ve ben onun döneminde Ulusal
Güvenlik Konseyi’nde hizmet verirken, bu konuyla ilgili sayısız tartışma yaşadık. Ama hiç
kimse Suudi Arabistan’da insan haklarını desteklemeye çalışma fikrini ortaya atmadı ve
bunun çok açık bir nedeni vardı.
Çok yakın müttefiklerimizi bir yana bırakırsak, hiçbir ülke ABD’ye Rusya kadar arka
çıkmadı. Bu Rusya’nın yüzünü kesin olarak Batı’ya dönmesi anlamına mı geliyor?
Rusya’nın yüzünü Batı’ya dönmesinin pragmatik bazı gerekçeleri var. Ruslar
Müslüman teröristlerin tehdidi altında olduklarını düşünüyor ve Batı’nın yanında yer almanın
kendi çıkarlarına olacağını, ABD nezdinde güven kazanarak NATO’nun Baltık ülkelerinde
genişlemesinin ve savunma füzelerinin hızını keseceğini umuyorlar. Bu bir çıkar sorunu ve
geniş çaplı bir yeniden kutuplaşma gibi değerlendirilmemeli. Fakat Çin’in yükselişinden hayli
telaşa kapıldıklarını ve Batı’ya bu yüzden yanaştıklarını da düşünüyorum.
ABD ile ihtilafa düşebilecek iki ülke olarak değerlendirdiğiniz Hindistan ve Çin
terörizme karşı yürütülen savaşa katıldı. Çatışma ‘Batı’ya karşı diğerleri’ yerine, ‘İslam’a
karşı diğerleri’ gibi bir noktaya kayabilir mi?
Mümkün. Batılılarla, Ortodoks Hıristiyanlarla Musevilerle, Hindularla, Budistlerle
savaşan Müslümanlar var. Doğu yarıkürede, Batı Afrika’dan Endonezya’ya kadar dünyadaki
1 milyar Müslüman, pek çok farklı halkla etkileşim halinde. Dolayısıyla başkalarıyla çatışma
olasılıkları da daha yüksek.
Size en sık yöneltilen eleştiri, tüm uygarlıkları birleşik bir blok olarak tarif etmeniz.
Bu tamamen yanlış. Kitabımın İslam’a ilişkin ‘Birliksiz Bilinç’ başlıklı temel
bölümünde, İslam dünyasındaki tüm bölünmelerin sebebini Müslümanların Müslümanlarla
kavgası olarak anlatmıştım. Mevcut krizde bile bölünmüş durumdalar. Alt kültürlere,
mezheplere bölünmüş 1 milyar insandan söz ediyoruz. İslam, diğerlerine göre en az
bütünleşmiş uygarlıktır. İslam’ın sorunu, Henry Kissinger’ın Avrupa’ya ilişkin söylediği
sorundur: ‘Avrupa’yı aramaya kalksam, hangi numarayı çevirmem lazım?’ İslam dünyasını
aramaya kalksanız hangi numarayı çevireceksiniz? İslam dünyasında hâkim bir güç
bulunsaydı onunla muhatap olabilirdiniz. Ama şu anda görünen, farklı İslami grupların
birbiriyle çekişmesidir.
(The New York Times, 20 Ekim 2001)
Tüm yatakçılar bedelini ödemeli
Henry Kissinger
Salı günkü gibi bir saldırı sistematik planlama, iyi bir örgütlenme, yüklü miktarda para
ve üs gerektirir. Böyle bir örgütlenme, doğaçlamayla gerçekleştirilemez, hele hele sürekli
hareket halindeyken.
Bugüne kadar saldırılara gösterilen tepki, anlaşılabilir nedenlerle, faillerin yakalanması
ve dengeleri düzeltmek için birtakım misilleme hareketleri düzenlenmesiyle sınırlıydı.
Fakat bu kez Amerikan topraklarında gerçekleşen bir saldırı söz konusu. Amerika’nın
özgür bir toplum olarak varoluşuna ve Amerikan yaşam düzenine kasteden bir saldırı... Bu
yüzden, olayın çözümü, birkaç teröristi değil, saldırıyı gerçekleştiren mekanizmanın kalbini
hedef almalı.
‘Öğüt vermeyi bırakalım’
Yapılacak ilk iş, tabii ki, kayıplarla ilgilenmek ve hayatı normale döndürmeye çalışmak
olmalı. Hiçbir şey bizi altüst edemez. Hayatımızın tepetaklak edilemeyeceğini kanıtlamak için
bir an önce kolları sıvamalıyız. Ve bundan böyle sürekli benzer saldırılarla cebelleşen
toplumlara, karşılık verirken ölçülü davranmalarını söyleyip durmaktan vazgeçip daha fazla
sempati göstermeliyiz.
Umarız hükümet Pearl Harbor saldırısında olduğu gibi saldırıdan sorumlu sistemin
tamamen imhasına yönelik bir tepki geliştirir. Karşımızdaki sistem, bazı ülkelerin
başkentlerinde barındırılan terörist organizasyonlar şebekesi. Çoğu kez, Birleşik Devletler
terörist organizasyonlara yataklık eden bu ülkeleri cezalandırmamıştır.
Bazen normal ilişkilerini sürdürmeye devam etmiştir.
Şu noktada ne yapılması gerektiğini ayrıntılarıyla anlatmak zor. Daha geçen hafta, salı
günkü gibi organize bir saldırıyı hayal edip edemeyeceğimi sorsaydınız, birçoklarının da
diyeceği gibi, ‘hayır’ derdim; yani söylediğim hiçbir şey eleştiri amacı taşımıyor. Değinmek
istediğim nokta, şimdiye kadar bir asayiş sorunu gibi müdahale ettiğimiz bu soruna artık farklı
yöntemlerle yaklaşmamız gerektiği.
Ana tema: Hepsini imha
Birtakım misilleme hareketlerinin geliştirilmesi çok normal ve bunu desteklerim de;
ama süreç böyle bitmemeli, teması bu olmamalı. Tema, dünya çapında organize, senkronik
çalışan tüm terörizm şebekesini ortadan kaldırmak olmalı. Henüz saldırganın kesin Usame bin
Ladin olup olmadığını bilmiyoruz. Fakat, öyle ya da böyle, söz konusu saldırıları
gerçekleştirebilecek örgütlere yataklık eden ülkeler, bu saldırıya karışmış olsun ya da olmasın,
ağır bedel ödemeli. Soru, bu hafta ya da önümüzdeki hafta Amerika’nın nasıl bir darbe
planladığından ibaret olmamalı.
Ortak direniş yöntemi
Evet, bu Amerika ve müttefiklerinin asgari müşterekle sınırlı kalmayan ortak bir direniş
yöntemi bulmalarını gerektiren bir mesele. Ancak verilecek karşılık ille de bir mutabakata
mahkûm edilemez. Çünkü tehdit edilen ABD’nin kendi güvenliği. Soğukkanlı, dikkatli ve
acımasızca hareket etmeliyiz.
(The Washington Post, 13 Eylül 2001)
ABD tek başına kalabilir
Henry Kissinger
Taliban’a karşı savaş ivme kazandıkça, savaşa doğru perspektiften bakmak da önem
kazanıyor. Bush amacın devlet destekli terörizmi yok etmek olduğunu açıkça söyledi. Hayli
değişik doğasına rağmen yeni savaş da net ve bariz bir zaferle sona erebilir.
Teröristler acımasız, ama sayıları çok fazla değil. Hiçbir bölgeyi sürekli denetimde
tutamıyorlar. Eğer etkinlikleri bütün ülkelerin güvenlik güçlerince engellenirse-hiçbir ülke
yatakçılık etmezse kanun kaçağı olacak ve sırf hayatta kalabilmeye daha çok çaba
harcayacaklar. Afganistan ve Kolombiya’da olduğu gibi, bir ülkenin bir bölümünü yönetmeye
kalktıklarında askeri harekâtla yakalanabilecekler. Terörizm karşıtı stratejinin anahtar noktası
barınakları yok etmek.
Bu barınaklar farklı şekillerde oluşuyor. Bazı ülkelerde, anayasa ve kanunlardaki
kısıtlamalar, belirli suç unsurları söz konusu olmadıkça gözetim yapmayı yasaklıyor, ya da
bölgesel istihbaratın başka ülkelere taşınmasına izin vermiyor. Bu Almanya ve bir yere kadar
ABD için geçerli. Bu durumların düzelmesi için gerekli hazırlıklar yapılıyor.
Fakat barınakların çoğu bir hükümetin teröristlerin amaçlarından hiç değilse bir kısmına
katılıp olan bitene göz yummasıyla oluşuyor. Bu Afganistan, bir yere kadar İran ve Suriye ve
en son Pakistan için geçerli. Suudi Arabistan gibi genel strateji konusunda ABD’yle işbirliği
yapan ülkeler bile tehditler kendi ülkelerine yönelik olmadığı sürece teröristlerle sessiz bir
anlaşma içinde olabiliyor.
Döngüyü kırmak lazım
Ciddi bir terörizm karşıtı kampanya bu döngüyü kırmalı. Teröristlere yataklık eden
birçok ülke 11 Eylül’den önce paylaşmaya hazır olduklarından daha fazla şey biliyordu.
İstihbarat paylaşımı için gerekli adımlar atılmalı. Terörizm karşıtı kampanya güvenlik
işbirliğini artırmalı, para akışını kesmeli, teröristlerle işbirliğini engellemeli ve onlara barınak
sağlayan ülkeleri baskı altına, gerekirse askeri baskı altına almalı.
Amerikan toprağına yapılan saldırının sonrasında Bush yönetimi bilinen terörist
merkezlere derhal askeri harekât düzenlenmesini savunan görüşleri desteklemedi. Bunun
yerine, Dışişleri Bakanı Colin Powell, uluslararası terörizmin en korkunç simgesi Usame bin
Ladin’e yataklık yapan Afganistan’a karşı askeri güç kullanımını yasal hale getiren büyük bir
küresel koalisyonu başarıyla kurdu.
Fakat Afganistan’a odaklanan strateji iki riski beraberinde getiriyor. Birincisi coğrafi
şartların zorluğu ve siyasi sistemin karmaşası koalisyonu ana amacı olarak bellediği
uluslararası terörizmi yok etmekten uzaklaştırması. Bin Ladin’in, oluşturduğu terörist ağın ve
yandaşlarının yok edilmesi simgesel olarak önemli bir başarı olacak fakat bu dünya çapında
tavizsiz yürütülecek bir mücadelenin ilk aşaması olarak görülmeli. İkinci risk de Afganistan’a
karşı yapılan işbirliğinin sorunların çözümü olarak görülüp gerekli ileri safhaların
engellenmesi.
Bu yüzden Afganistan’daki askeri harekât Taliban’ın çökertilmesi ve Bin Ladin’in
terörist ağının dağıtılmasıyla sınırlı kalmalı. ABD askeri güçlerini tüm ülkeye barış getirmek
ve hükümet kurmak için kullanmak bizi Sovyetler Birliği’nin içine düştüğü duruma benzer bir
durumda bırakır. Afganistan’ı yönetecek geniş tabanlı bir hükümet kurmak arzu edilen ancak
tarihi kanıtların desteklemediği bir fikir. Bunun sonucu en iyi ihtimalle, Kâbil’de sınırlı
yaptırım gücü olan bir hükümet ve diğer bölgelerde kabile yönetimlerinin sürmesi olur. Bu
BM’nin kanatları altında yapılmalı. ABD’yle diğer gelişmiş ülkeler ekonomik destek
sağlamalı. Afganistan’ın Irak dışındaki komşularından, Hindistan, ABD ve askeri harekâta
katılan diğer NATO müttefiklerinden oluşan bir temas grubu kurulabilir. Bu İran’ı terörizme
desteğini gerçekten çekmesi kaydıyla uluslararası bir sisteme yeniden katar.
En önemli safha
ABD’nin terörizm karşıtı stratejisinin en önemli safhası Afganistan’a karşı askeri
harekâtın bitmesinden sonra başlayacak ve odak noktasının Afganistan’ın dışında olması
gerekiyor. Bu aşamada da, koalisyonda gerilmeler başlayacak.
Şimdiye kadar küresel koalisyonun üyelerinin uzun vadeli amaçlara katılım derecelerine
kendilerinin karar vermesi söz konusu. Üyelik için aranan tek koşul ilke olarak terörizm
karşıtlığıyken koalisyonun yönetimi kolaydı. Fakat koalisyonun uzun vadede yararlı olup
olmayacağı gelecek safhada görevlerinin nasıl tanımlandığına bağlı olacak.
Konvoy kendini en yavaş giden gemiye mi uyduracak yoksa bazı gemiler kendi
başlarına yola devam edebilmeli mi? Eğer ilk şık seçilirse, koalisyonun çabaları Irak’ta
BM’nin denetim sistemini öldüren ve BM’nin bu ülkeye uyguladığı ambargoların kaldırılması
aşamasına kadar gelen ödünlerle belirlenecek. Bunun alternatifi, genel bir ortak görüş
çerçevesinde mutabakat sağlandığı sürece koalisyon üyelerine kendi başlarına hareket
etmelerine izin verilmesi. Ya da en son ihtimal olarak, ABD’nin tek başına yoluna devam
etmesi.
Mümkün olan en geniş koalisyonu savunanlar çoğunlukla Körfez Savaşı deneyimini
örnek veriyor. Fakat arada büyük farklar var. Körfez Savaşı, Amerika’nın o zamanki
başkanınca çok önemli görülen Suudi Arabistan’ın güvenliğinin tehditiyle başlamıştı. ABD
yaz gelip sıcak kara harekâtını imkânsız kılmadan önce önündeki birkaç ayda Saddam’ın
macerasına bir son vermeye karar vermişti. Bir koalisyon kurma çabasına hiç başlayamadan
yüz binlerce insandan oluşan Amerikan birlikleri bölgeye gönderilmişti bile. ABD gerekli
gördüğü takdirde tek başına hareket edeceği için koalisyona girmek olacakları etkilemenin en
iyi yoluydu.
Şu anki koalisyonun yönü daha belirsiz. Başkan Bush sık sık ve net bir şekilde terörizm
karşıtı harekâtın Afganistan’ın ötesine taşınacağı konusunda kararlı olduğunu ifade etti.
İleride politikayla ilgili açıklamalarını belirgin önerilerle destekleyecek. Teröristler için bir
barınağın nelerden oluştuğu konusunda anlaşmazlık olabilir; ülkeler para akışını durdurmak
için ne gibi önlemler almalı, boyun eğmeyenlere ne şekilde, hangi güç tarafından hangi
cezalar uygulanacak...
Kararlılığa ihtiyaç var
Aynı Körfez Savaşı’ndaki gibi, ABD’nin tek yanlı hareketi bir koalisyonu bir araya
getiren çimentoyu sağladı, demek ki terörizme karşı savaşta Amerika’nın ve benzer görüşteki
müttefiklerinin kararlılığına ihtiyaç var. Biyolojik silahlar da terörizmin silah deposunda
yerini aldığına göre sağlam bir strateji daha da önem kazandı. Tedbire yönelik hareketler şart.
Bu tarz silahlara sahip olduğu ve onları kullandığı bilinen ülkelerin kendilerini uluslararası
denetlemelere açmaları zorunlu hale getirilmeli. Bu özellikle bütün komşularını tehdit eden ve
kimyasal silah kullanan geçmişiyle Irak için geçerli.
Sağlam bir politika için uluslararası destek mevcut. ABD’ye yapılan saldırı büyük
güçlerin çıkarları arasında inanılmaz bir benzerlik oluşturdu. Kimse Güneydoğu Asya’dan
Avrupa’nın kapısına kadar var olan karanlık grupların kurbanı olmak istemiyor. Çok azının
tek başına karşı koyma gücü var. NATO müttefikleri Soğuk Savaş’tan sonra hâlâ Atlantik’te
bir güvenlik ağına ihtiyaç olup olmadığıyla ilgili tartışmayı bitirdi. Asyalı demokratik ve
gelişmiş müttefiklerimiz Japonya ve Kore de bizimle aynı fikirde. İslami köktendincilik
tarafından çok ciddi şekilde tehdit edilen Hindistan’ın ortaklığa katılmadığı takdirde
kaybedecek çok şeyi var. Rusya’nın, güneyindeki İslami bölgeler yüzünden çıkarı var. Çin’in
de batı bölgeleri dolayısıyla benzer çıkarları var ve 2008 Pekin Olimpiyatları’ndan önce
küresel terörizme bir son vermeyi istiyor. Tuhaf ama, terörizm bizi dünyada düzen isteyen
teorik yakarışlardan kurtaran bir dünya birliği yarattı.
Müslümanların tavrı belirsiz
İslam dünyasında tavırlar daha belirsiz. Birçok İslami hükümet, köktendincilik
konusunda dertli olsa da halkın desteğine sahip değil. Bazıları teröristlerin programlarının bir
kısmına sempati duyuyor da olabilir. ABD’nin Suudi Arabistan ve Mısır gibi dostlarına
anlayışlı yaklaşması uygun olur. O ülkelerin liderleri yerel gereklilikler nedeniyle ödünler
verdiklerinin gayet iyi farkında. Yönetim, onların bu durumlarını aşmaları, istihbarat
paylaşımı ve para akışının kontrolü için her türlü yardımı yapmalı. Fakat bu onların
hükümetlerini gölgede bırakmamalı, çünkü kısa vadede bunun dışında herhangi bir alternatif
bizim ve işin içindeki diğer insanların çıkarına olmaz.
Fakat ciddi bir politikanın aşamayacağı sınırlar var. Hükümet destekli medyalarında
terörizmi destekleyen ve haklı çıkaran yayın yapan, potansiyel kurbanların güvenliği için
hayati istihbaratı saklayan ve teröristlerin kendi bölgelerinde çalışmalarına izin veren
koalisyon ülkelerine koalisyon üyesiymiş gibi davranmak için hiçbir sebep yok.
İran’a dikkat
Bunlar özellikle İran için göz önünde tutulmalı. Jeopolitik ABD ve İran’ın ilişkilerinin
düzelmesi gerektiğini savunuyor. İran’ın terörizm karşıtı bir koalisyona girebilmesi için
küresel terörde lider destekçi konumundan vazgeçmesi lazım. İran’la Batı’nın ilişkisi ancak
iki taraf da böyle bir ihtiyaç duyarsa gelişebilir. İki tarafın da -sadece Batı’nın değil kökten
kararlar alması lazım. Bu biraz daha hafif bir biçimde Suriye için de geçerli.
Terörizme karşı savaş sadece teröristleri yakalamak demek değil. Hepsinden önce
uluslararası sistemi yeniden yapılandırma imkânını korumak gerekiyor. Ortak tehlikeleri
anlayan Kuzey Atlantik ülkeleri ortak amaçların yeniden tanımlanmasına gidebilir. Eski
düşmanlarla ilişkiler Soğuk Savaş’ın kalıntılarını temizlemekten öteye geçebilir
postemperyalist safhasındaki Rusya’ya ve büyük güç statüsüne geçmekte olan Çin’e yeni
roller biçilebilir. Hindistan da önemli bir küresel oyuncu olarak kendini göstermekte.
Terörizmle mücadelede başarı elde edildikten sonra, teröristlere teslim oluyormuş gibi
görünmediği vakit, Ortadoğu’da barış süreci bir an önce başlamalı.
Hükmedebilenler ellerindeki imkânların gerektirdiklerinden kaçıyorlar diye umutların
yok olmasına izin vermemeli.
(The Washington Post, 6 Kasım 2001)
Uçurumun kenarındayız
Benyamin Netanyahu
1995 yılında ‘Terörle Savaş’ adlı kitabımda şunları yazmıştım: “Fanatik İslami terör
örgütleri nükleer silahlarını taşımak, nakletmek için bir hava kuvvetine ya da kıtalararası
füzelere ihtiyaç duymayacak. Teröristlerin kendileri bu silahları nakledecek. Bunun
sonucunda en kötü senaryo bu kez Dünya Ticaret Merkezi’nin bodrumunda bir otomobilde
patlayan bomba değil, nükleer bir bomba olabilir.
Daha kötüsü de olabilir
Yükselen İslamcı terör dalgası Batı’nın bugüne kadar karşılaştıklarından çok farklı.
Militan İslam, kaderinin ‘Büyük Şeytan’ Amerika ile yapacağı nihai çatışma olduğunu
düşünüyor. Terörizmin gelişmesine, aralarında dev binaları yıkabilecek kapasitede vahşet
araçlarının gelişmesi de eşlik etti. Batılı hükümetler en büyük olasılığın terörist örgütlerin
korkunç kitlesel imha silahlarına sahip olup, terörü en korkunç kâbusların ötesine geçecek
şekilde tırmandırmaları olduğunu bir türlü anlayamadı.
Amerika Birleşik Devletleri ve Batılı ülkeler tarafından gerekli önlemlerin alınmaması,
harekete geçilmemesi durumunda terörün çarpıcı bir şekilde tırmanacağı kabul edilmeli.”
Sonuç olarak 11 Eylül’de Dünya Ticaret Merkezi’ndeki patlamanın ve çöküşün nedeni
bir nükleer bomba değil 300 ton jet yakıtı. Bu da bu hafta yaşadığımız korkunç olayların en
kötü senaryo olmadığını göstermekte. Daha kötü senaryo yolda olabilir: İran ve Irak gibi
terörist rejimler atom silahları elde etmek için çalışıyor.
Bu durumda terörün tehdidinde olanlar yalnız kişiler ya da binalar olmayacak. Tüm
şehirler yok edilebilecek, tüm devletler rehin alınabilecek. Dünya bir uçurumun kenarında ve
siyasi liderlerin önemli bölümü uçurumun ne denli derin olduğunu gelişmelere rağmen ne
yazık ki hâlâ anlayabilmiş değil. Bunu tümüyle anlayabilmek için önce yerel bir hareket
şeklinde başlayıp birkaç yılda dünyayı etkileyen güç haline gelen bir başka nefret dolu
ideoloji olan Nazizm’in etkilerini hatırlamak gerekir. Bugünkü fanatik İslam gibi, 60 yıl
önceki Nazizm de başlangıçta yalnızca Yahudileri ve diğer yerel azınlıkları hedefliyordu.
Ancak kısa sürede bu nefretin tüm medeniyetimize yönelik olduğu otaya çıktı.
Demokrasiler bugün olduğu gibi o zaman da dünya egemenliğini hedefleyen bu fanatik
ideolojinin insan yaşamı üzerindeki korkutucu sonuçlarını ve yıkıcı etkilerini kavramakta geç
kalmışlardı.
Hitler nükleer bir silah geliştirmeye çalışıyordu. Bunu başarabilseydi, tüm
uygarlığımızın sonu gelecekti. Bugün, modern çağda ikinci kez kitlesel imha silahlarının
gözleri fanatizmle kör olmuş liderlere sahip manyak bir hareketin eline geçme olasılığı ile
karşı karşıyayız.
Buzdağının görünen yüzü
Manhattan’daki vahşeti bile gölgede bırakabilecek bir terör ve yıkımla karşılaşabiliriz.
Bu, bugüne kadar karşılaştığımız en büyük tehlike. Bugüne kadar kimse bununla uğraşmadı.
Demokrasiler yeterince boşuna vakit harcadı. Daha fazla bekleyemezler.
Amerika Birleşik Devletleri terörü ortadan kaldırmak ve yuvalarını kurutmak için hür
ülkelerin oluşturacağı birliğin başına geçmeli. Terörizmi insanlığa karşı bir suç, teröristi de
insanlığın düşmanı ilan etmeliyiz. Terörist örgütleri ortadan kaldırmalı, onları destekleyen
rejimleri cezalandırmalı ve ölüm silahlarından ardındırmalıyız.
İntihar bombacıları buzdağının sadece su üstünde görünen bölümleri. Arkalarında
hükümetlerin, örgütlerin ve terörü doğrudan ya da dolaylı olarak destekleyen ideolojik
hareketlerin katkısı olmadan harekete geçemezler. Barbar terör hareketlerini destekleyenler
Gazze Şeridi ve Ramallah’ta dans ediyor. Demokrasiyi ve özgürlüğü destekleyenler ise New
York, Londra, Paris ve Tel Aviv’de acı çekiyor, üzülüyor.
Terör tümüyle kurutulmadan yenilemez. ABD teröre karşı uluslararası savaşın başını
çekmeli, ancak İsrail de payına düşeni yapmalı. Hemen yanı başımızda, büyük ölçüde bizim
de cesaretlendirmemizle Arafat ve Filistin Kurtuluş Örgütü’nün yönettiği terörü destekleyen
bir rejim kuruldu. Terör yaratma kapasitesi her geçen gün artıyor. Bu rejim de, tüm terör
imparatorluğu gibi vakit çok geç olmadan silahsızlandırılmalı ve askersizleştirilmeli. Hür
dünya terörü mutlaka yenmeli. Aksi takdirde terör bizi yenecek.
Bugünün trajedileri ya yaklaşmakta olan daha büyük felaketlerin öncüsü ya da özgür
dünyanın kaynaklarını harekete geçireceği ve bu şeytanı yeryüzünden silme kararlılığını
göstereceği bir dönüm noktası olabilir. Terörü ortadan kaldırma bir ‘siyasi seçenek’ değil
demokratik toplumun ve özgürlüklerimizin yaşaması için bir gereklilik.
(The Jerusalem Post, 15 Eylül 2001)