“ABD’ye yönelik çok daha yıkıcı başka bir saldırı olabilir
Talat Turhan
II
Acil Karşılık
Siviller, itfaiyeciler, polis memurları, ilk yardım teknisyenleri ve acil yönetim
profesyonelleri sağlam bir kararlılık gösterdiler ve 11 Eylül’deki dehşet verici, ezici koşullara
rağmen problemleri çözdüler. Onların davranışları hayat kurtardı ve bir ulusa ilham verdi.
New York’taki etkili karar alma mekanizması, kumanda ve kontrolde ve iç iletişimdeki
problemlerle engellendi. New York İtfaiye Müdürlüğü içinde, bu, bazı sebeplerden dolayı
doğrudur: olayın büyüklüğü beklenmedik orandaydı; komutanlar birlikleriyle iletişim
kurmada problemler yaşadılar; şefleri tarafından yönetilselerdi olay yerine daha fazla birlik
sevkedilebilirdi; bazı birlikler kendiliğinden sevk oldu; birlikler Dünya Ticaret Merkezi’ne
ulaştıkları zaman ne koordine edildiler ne de verimli bir şekilde kullanılabildiler. Liman
Müdürlüğü’nün karşılık vermesi hem standart çalışma prosedürlerinin olmaması hem de bir
olaya karşılık verirken ortak tavır sergilemeyi sağlayacak çeşitle talimatları olanaklı kılacak
telsiz tertibatının olmayışı nedeniyle zorluklar yaşadı. New York Emniyet Müdürlüğü,
kalabalıkların kontrolünü gerektiren büyük olaylar için binlerce memurunu teçhizatlandıran
bir mazisi olduğu için teknik bir telsiz tertibatına sahipti ve tutanaklar 11 Eylül
büyüklüğündeki bir olaya kolaylıkla uygulanabildi.
Kongre
Kongre, tıpkı yürütme organı gibi, ulusal güvenliğimizi tehdit eden uluslararası
terörizmin tırmanmasına yavaş karşılık verdi. Yasama organı çok az uyum gösterebildi ve
değişen tehditleri dile getirmek için kendisini yeniden yapılandırmadı. Terörizme olan ilgisi,
bölümseldi ve farklı komiteler arasında paylaştırılmıştı. Kongre, terörizmle ilgilenen yürütme
organı kurumlarına çok fazla yol göstermedi, tehditle yüzyüze gelmeleri yolunda kaydadeğer
bir reform yapmadı ve 11 Eylül sonrası kötü etkileri ortaya çıkan yerel ajanlar ve ulusal
güvenlikle ilgili pek çok problemi çözmeye çalışmak, tanımlamak ve dile getirmekte sağlam
bir yönetim sergiledi.
Bu yönetim geçerli kongre kuralları ve çözümleriyle alttan alta çürütüldüğü sürece,
Amerikan halkının ihtiyaç duyduğu ve istediği güvenliğin sağlanamayacağına inandık.
ABD’nin Amerikan ulusal istihbarat servislerine yönetim, destek ve liderlik sağlayabilmesi
için güçlü, kalıcı ve yetenekli bir kongre komite yapısına ihtiyaç var.
Daha mı Güvendeyiz?
11 Eylül’den bu yana ABD ve müttefikleri El-Kaide önderliğinin büyük kısmını
öldürdü veya ele geçirdi; El-Kaide’ye Afganistan’da sığınma hakkı veren Taliban’ı başsız
bıraktı ve örgüte acımasız zararlar verdi. Yine de teröristlerin saldırıları devam ediyor.
Saldırıları engellemiş olsak da hemen hemen herkes geri geleceklerini düşünüyor. Bu nasıl
olabilir?
Sorun, El-Kaide’nin sınırlı bir grup insanı değil, ideolojik bir hareketi temsil etmesi.
Çok uzun süre yönetemese de başlatıyor ve ilham veriyor. Bu yolla, kendisini merkezi bir
yapı olmaktan kurtarıyor. Ladin, kaçaklarla büyük saldırılar örgütlemek sorunuyla kısıtlanmış
olabilir. Yine de onu öldürmek veya ele geçirmek, çok önemli olsa da, terörü
durdurmayacaktır. Onun mesajından esinlenen yeni bir teröristler kuşağı gelecektir.
11 Eylül’den bu yana El-Kaide’ye karşı yürüttüğümüz saldırıların ve vatanı korumak
için geliştirdiğimiz savunma faaliyetlerinin bizi bugün daha güvende yaptığına inanıyoruz.
Fakat güvende değiliz. Bu nedenle, Amerika’yı daha güvenli ve daha kendinden emin bir hale
getirmek için aşağıdaki tavsiyeleri yerine getirmeliyiz.
Tavsİyeler
9 Eylül’den 3 yıl sonra, ulusumuzu bu yeni dönemde nasıl koruyacağımıza ilişkin
tartışma yurt çapında devam ediyor. Tavsiyelerimizi iki temel bölüme ayırıyoruz: Ne yapmalı
ve nasıl yapmalı.
Ne yapmali? Küresel Stratejİ
Düşman sadece “terörizm” değil. İslâm içinde bir azınlığın siyaseti dinden ayırmayan ve
böylece ikisini birden çarpıtan hoşgörüsüzlük geleneğinin ürünü Bin Ladin ve diğerlerinin
yarattığı İslâmcı terörizm tehdidi.
Düşmanımız dünya çapında bir inanç sistemi olan İslâm’ın kendisi değil, İslâm’dan
sapanlardır. Düşmanımız El Kaide’nin de ötesinde, diğer terörist grupları ve şiddeti
yaygınlaştıran ve El Kaide’den etkilenen radikal ideolojik hareket. Dolayısıyla stratejimiz
amacımıza ulaşmak için iki boyutlu olmalıdır: El Kaide ağını parçalamak ve uzun vadede,
İslâmcı terörizme neden olan ideolojiyi alt etmek.
11 Eylül sonrası çabalarımızın ilk aşaması doğru olarak Taliban’ı devirmek ve El
Kaide’nin peşine düşmek için düzenlenen askeri operasyondu. Bu aşama devam ediyor.
Ancak uzun vadeli bir başarı için ulusal gücümüzün tüm unsurlarını kullanmamız gerekir:
Diplomasi, istihbarat, gizli operasyonlar, hukuki zorlamalar, ekonomik politikalar, dış yardım,
kamuoyu oluşturma ve yurt savunması. Bu unsurlardan birini diğerlerine tercih etmek, ulusal
çabamızı zayıflatacak, bizi savunmasız bırakacaktır.
Amerikalılar Devletlerinden ne beklemelidir? Hedef sınırsız görünüyor: Dünyanın
neresinde olursa olsun terörizmi yenmek. Ancak, Amerikalılar aynı zamanda en kötüsüne de
hazırlar: Çok daha yıkıcı başka bir saldırı olabilir.
Düşmanın biçimsiz tarifi belirsiz hedeflere yol açar. El Kaide ve diğer grupların dünya
çapında yaygınlaştığı, kolayca uyum sağladığı, esnek olduğu, üst düzey örgütlenmeye çok
ihtiyacı olmadığı ve her şeyi yapabileceği düşünülüyor. Sınırsız bir yok etme gücü izlenimi
oluşmuş. Bu izlenim devletin başarılı olacağı beklentisini azaltıyor.
Oldukça azaltıyor. Raporumuz yetenekli ve azimli bir komplocular grubunu gösteriyor.
Yine de, bu grup, komplolara kapılan marjinal ve dengesiz kişiler yüzünden zayıf düşmüş
durumda ve kırılgan. Düşman hatalar yaptı. Ancak ABD yönetimi bu hatalardan
yararlanamadı.
Hiçbir Başkan 11 Eylül gibi bir facianın tekrar yaşanmayacağına söz veremez. Ancak
Amerikalıların gerçekçi hedefler, kararlı önderlik ve verimli organizasyon isteme hakkı
vardır. Hedeflere ulaşılıp ulaşılmadığına karar verebilmek için yapılanların standardını
seçtikleri temsilcilerin yardımıyla görme hakkına da sahiptir.
Üç boyutlu bir strateji öneriyoruz: 1) teröristlere ve örgütlenmelerine saldırı 2) İslâmcı
terörizmin sürekli gelişimini engelleme 3) Terörist saldırılara karşı hazırlık ve savunma.
Teröristlere ve Örgütlenmelerine Saldırı
-Sığınakları yok edilmeli. ABD Hükümeti bilinen-bilinmeyen tüm sığınakları tespit
etmeli; bunların her biri için gerçekçi ülkesel ve bölgesel stratejiler oluşturmalı, ulusal
gücümüzün tüm unsurlarını değerlendirmeli ve bize yardım edebilecek ülkelere ulaşmalıdır.
-ABD’nin Pakistan ve Afganistan’ın geleceği için üstlendiği uzun vadeli sorumluluklar
ve uluslararası yükümlülükler güçlendirilmelidir.
-Suudi Arabistan’la yaşanan sorunlar açıkça halledilmeli ve iki ülkenin ortak düzeltme
iradesiyle kendi vatandaşlarını da ikna edebileceği, petrolün ötesinde bir ilişki kurulmalıdır.
İslâmcı Terörizmin Sürekli Gelişimini Engelleme
Ekim 2003’te, Savunma Bakanı Donald Rumsfeld, “Bir sonraki nesil teröristlerin
durdurulması için bütünleşmiş geniş bir plan” için gerekenlerin yapılıp yapılmadığını
sormuştu. Bu planın bir parçası olarak ABD Hükümeti,
-Mesajını tanımlamalı ve manevi liderliğin dünyadaki örneği haline gelmelidir.
Müslüman ailelere, Bin Ladin gibi teröristlerin çocuklarına vahşet ve ölüm görüntüleri dışında
bir şey vaat edemeyeceğini anlatmalıdır. Amerika ve dostlarının bir avantajı vardır; bizim
vizyonumuz daha iyi bir gelecek vaat etmektedir.
-Dostumuz bile olsa, Müslüman ülkeler fırsat vermediğinde, hukukun üstünlüğünü
tanımadığında, farklılıklara tahammül edemediğinde, ABD daha iyi bir gelecek için ortaya
çıkmalıdır.
-İslâm dünyasında Amerikan idealleri açıklanmalı ve savunulmalıdır. Öğrenciler ve
hükümetdışı liderler de dahil olmak üzere daha fazla insana ulaşmak için kamuoyu oluşturma
araçları daha güçlü kullanılmalıdır. Bu konuda en az Soğuk Savaş sırasında kapalı toplumlarla
mücadele sırasında gösterdiğimiz kadar çaba göstermeliyiz.
-Ekonomik açıklık ve eğitime destek gibi fırsatlar sunulmalıdır.
-İslâmcı terörizme karşı ayrıntılı bir birleşik mücadele stratejisi oluşturulmalıdır.
Koalisyon devletlerinin önde gelenleriyle bir esnek iletişim grubu oluşturulmalı ve yakalanan
teröristlere nasıl muamele edileceği gibi konularda ortak bir koalisyon yaklaşımı
belirlenmelidir.
-Terörle mücadeleye paralel olarak kitle imha silahlarının yaygınlaşmasını engelleme
görevine de gereken önem verilmelidir.
-Teröristlerin para kaynaklarını kurutmak yerine, para istihbarat amacıyla takip
edilmelidir. Böylece, teröristlerin örgütlenme ağı çözülebilir, teröristler yakalanabilir ve
eylemleri önlenebilir.
Terörist Saldırılara Karşı Hazırlık ve Savunma
-Teröristlerin yolculukları hedef alınmalıdır. Teröristlerin yolculuklarının izlenmesinin
terörizmin finansal kaynaklarını hedef alma kadar etkili bir güvenlik stratejisi olduğu 11
Eylül’de ortaya çıkmıştır.
-Biyometrik tanımlama cihazlarıyla insanların görüntülenmesi konusunda ülkeler ve
güvenlik birimleri arasında yaşanan sorunlar ortaya konmalıdır. Ortak sorunları çözecek ve
genel standartları belirleyecek etraflı bir görüntüleme sistemi tasarlanmalıdır. Standartlar
yaygınlaştıkça, bu azimli ve gerekli çabanın bir sonucu olarak, tehdit oluşturabileceklerin
geçişini engelleme kabiliyeti dünya çapında artacaktır.
-Nitelikli yolcuların geçişlerini de hızlandıracak bir biyometrik giriş-çıkış görüntüleme
sistemi acilen tamamlanmalıdır.
-Doğum sertifikası ve sürücü ehliyeti gibi kimlik belgelerinin baskı ve dağıtımlarında
ortak bir standart oluşturulmalıdır.
-Taşımacılık sistemimizin güvenliğinin ihmal edilmiş tarafları için strateji
geliştirilmelidir. 11 Eylül’den beri, taşımacılık sektöründeki yıllık 5 milyar Dolarlık yurt
çapındaki güvenlik harcamasının %90’ı havacılık alanına gitti.
-Havacılık endüstrisindeki bilgisayarla profilleme sistemi üzerine tartışmaların
“otomatik seçici” ve “uçuş yok” listelerinde yaşanan can alıcı gelişmeleri geciktirmesine izin
verilmemelidir. Ayrıca kontrol noktası gözetlemesinin gelişmesine önem verilmelidir.
-Yeni güvenlik sistemleriyle ilgili bilginin toplanıp paylaşılması ve özel hayatın ve
diğer önemli hak ve özgürlüklerin korunması için gerekli ana noktalar, Başkan’ın
önderliğinde, belirlenmelidir.
-Devletin büyüyen gücünü koruyabilmek için yürütme bu gücün önemini göstermelidir.
Yeni güvenlik sistemlerinin bilgi toplama ve paylaşma usullerinin uygulamasını izleyecek bir
yönetim birimiyle bu gücün denetimi de sağlama alınmalıdır.
-Olağanüstü durumların yaratacağı riskler ve zayıflıklara hazır olmak için bir federal
fon kurulmalıdır. New York ile Washington D.C. listenin en başında yer almalıdır. Bu yardım
fonunun kullanımı vergi gelirlerinin bölüşümüne veya her bölgenin kendi topladığı geliri
harcaması uygulamasına dönüşmemelidir.
-Güvenlik fonundan harcamaların “Olay Komuta Sistemi”ne uygun olarak
yönetilebilmesi için bir kriz anında ekip çalışması özendirilmeli ve yerel yaklaşımlarla
güçlendirilmelidir. Ülke altyapısının %85’i özel sektörün kontrolünde olduğu için, özel sektör
de acil durumlara karşı hazırlanmalı, özel sektör için yeni standartlar belirlenmeli ve güvenlik
konusunda kamuoyu daha fazla bilinçlendirilmelidir.
NasIl YapmalI?
DEVLET ÖRGÜTLENMESİNDE YENİ YÖNTEMLER
Burada özet halinde sunulsa da önerdiğimiz strateji oldukça ayrıntılıdır. Uygulanması
için ulusal güvenlik kurumlarının 50 yıl önceki Soğuk Savaşa göre düzenlenmiş yapısından
daha iyi bir örgütlenmeye ihtiyaç vardır. Nesiller önce kurulmuş ve artık var olmayan bir
dünya için oluşturulmuş bir sistemde yapılacak küçük değişiklikler yeterli olmayacaktır.
Ayrıntılı önerilerimiz birbirine uyumludur. Amacımız net: ABD Devlet yapısında
birleşik çaba oluşturmak. Yurtdışı görevde bulunan subayımızın deyimiyle: “Tek savaş, tek
takım.”
Terörle mücadelede çabaların birleştirilmesinden başlayarak, beş alanda “birleşik çaba”
çağrısında bulunuyoruz:
-Yurtiçi ve yurtdışındaki İslâmcı teröristlerle mücadele planlamaları ve stratejik
istihbarat çalışmaları Ulusal Kontr-Terörizm Merkezi çatısı altında birleştirilmelidir.
-Tüm istihbarat birimleri, yeni kurulacak Ulusal İstihbarat Başkanı başkanlığında
birleştirilmelidir.
-Terörle mücadelede yer alan pek çok birimin çabaları ve bilgi birikimleri, geleneksel
bürokratik sınırlar ortadan kaldırılarak bir bilgi-iletişim ağıyla birleştirilmelidir.
-Sorumluluk ve niteliğin geliştirilmesi için Kongre idaresi birleştirilmeli ve
güçlendirilmelidir.
-FBI ve yurt savunmasında görev alan birimler güçlendirilmelidir.
Birleşik Çaba: Ulusal Kontr-Terörizm Merkezi
Değişik kaynaklardan elde edilen stratejik istihbaratın müşterek operasyonel
planlamayla - yurtiçi ve yurtdışı sahanın ikisini de kapsayacak şekilde- bütünleştirilmesinin
önemi 11 Eylül olayında ortaya çıkmıştır.
-11 Eylül’den sonra, müşterek çalışmada kimi gelişmeler yaşandı. Terörizmle savaşın
gerektirdiği büyük enerji ve çaba, geleneksel istihbarat sınırlarının aşılmasını sağladı.
Alışkanlıklar değişti. Ancak iletişim sorunları katlanarak arttı. Sadece Savunma Bakanlığı’nda
öncelikli görevi terörizm olan üç birim bulunuyor: SOCOM, CENTCOM, NORTHCOM.
-11 Eylül saldırılarıyla ilgili kamuoyuna yansıyan açıklama ve yorumlarda daha çok
“kaçırılan fırsatlar” üzerinde duruldu. “Bilgi paylaşımı”, “noktaları birleştirmek” ve “gözlem
listesi” problemleriyle nitelendirilen bu bakış açısı dardır. Hastalığın kendisi değil, hastalık
belirtileri tanımlanmaktadır.
-Yetkili birimlerdeki eski örgütlenme kalıplarını yıkarak, Ulusal Kontr-Terörizm
Merkezi (National Counterterrorism Center-NCTC) kurulmasını öneriyoruz. Merkez,
1980’lerde ABD Ordusu tarafından geliştirilen operasyonel alanda istihbaratın birleştirilmesi
konseptini sivil alana adapte etmelidir.
-NCTC, halen faaliyet göstermekte olan Terörist Tehdit Entegrasyon Merkezi’nin
(Terrorist Threat Integration Center) üstüne inşa edilecek ve TTEM ve devlet içindeki diğer
terörle mücadele birimleri lağvedilecektir. NTC, tek yetkili bilgi bankası haline gelecektir.
Bilgi toplama ve derleme işlevini yurtiçinde ve yurtdışında gerçekleştirecektir.
-NCTC istihbarat birimlerini yönlendirmeli, planlamaların yürütülmesini denetlemeli ve
operasyonel planlamanın bütünleşmesinden sorumlu olmalıdır.
-Ulusal İstihbarat Başkanı’na karşı sorumlu olan ve rütbesi Bakanlık Şube Başkan
Yardımcısı düzeyinde Senato onaylı bir subay tarafından yönetilen ve Başkan’ın Yürütme
Organı’nda yer alan NCTC, planların uygulanmasını denetleyecektir. Ulusal Güvenlik,
Savunma Bakanlığı, CIA ve FBI’nın kontr-terör birimlerinin yönetiminde ve bütçelerinde söz
ve kontrol sahibi olacaktır.
-NCTC, politika belirleyen bir birim olmamalıdır. Çalışmaları ve planlamaları
Başkan’ın ve Ulusal Güvenlik Konseyi’nin belirlediği politikalar doğrultusunda
gerçekleşmelidir.
Birleşik Çaba: Ulusal İstihbarat Başkanı
11 Eylül’den çok uzun zaman önce -ve bugüne değin- istihbarat birimleri müşterek
istihbarat çalışmasına uygun örgütlenmemiştir. İstihbarat paylaşımı ve yurtiçi ve yurtdışındaki
uzmanların eğitimi yaygın standart ve uygulamalara uygun değildir. Ulusal istihbarat
alanındaki büyük uzmanlığımız yönetimin bölünmesine neden olmuştur. Yapılar aşırı
karmaşık ve aşırı gizlidir.
-İstihbarat birimlerinin başının -CIA Başkanı- en azından üç görevi bulunmaktadır:
CIA’yı yönetmek, 15 birimden oluşan konfederasyonun koordinasyonunu sağlamak ve
Başkan’ın baş-istihbarat-yorumculuğunu yapmak. Hiç kimse bunların tümünü birden
yapamaz.
-Ulusal İstihbarat Başkanlığı oluşturulmalıdır. Başkanlığın iki ana görevi olmalıdır: 1)
Nükleer silahlanma ve terörizm gibi ortak düşmanlarla mücadele eden tüm ulusal istihbarat
merkezlerinin çalışmalarını izlemek. 2) Personel yetiştirme ve bilgi teknolojisi gibi alanlarda
ortak standartlar belirleyerek ulusal istihbarat programına katkıda bulunan birimlere destek
olmak.
-Ulusal istihbarat merkezleri, istihbarat dünyasının birleşik kumanda merkezi olacaktır.
Ulusal güvenlik örgütlenmesinde refom yaratan 1986 Goldwater-Nichols Kanunu’nun
yarattığına benzer bir uzun vadeli etki yaşanacaktır. CIA, DIA, NSA ve FBI gibi kurumlar
yeniden örgütlenecek, elemanları yetiştirilecek ve dünyanın en iyi istihbarat
profesyonelleriyle güçlendirilecek ve istihbarat operasyonlarının yürütülmesinden sorumlu
olacaklardır.
-Ulusal İstihbarat Başkanı (UİB), Başkan’ın Yürütme Organı’nda yer almalı ve bizzat
Başkan’a karşı sorumlu olmalı, ancak Senato tarafından onaylanmalıdır. (Teröre karşı ulusal
istihbarat merkezini ve müşterek operasyon planlamasını yönetmek de dahil olmak üzere)
Ulusal Kontr-Terör Merkezi’ni yönetmenin yanı sıra, UİB’nin üç yardımcısı olmalıdır:
-Dış istihbarattan sorumlu (Aynı zamanda CIA’nın da Başkanı olacak UİB Yardımcısı)
-Savunma istihbaratından sorumlu (Aynı zamanda Savunma Bakanı’nın istihbarattan
sorumlu yardımcısı)
-Yurtiçi istihbarattan sorumlu (Aynı zamanda FBI’da istihbarattan sorumlu başkan
yardımcısı ya da Yurtiçi Güvenlik’te bilgi analiz ve altyapı korumasından sorumlu yardımcı)
-UİB’e ulusal istihbarat için özel bütçe tahsis etmeli, kendi istihbarat yardımcılarını
belirleme yetkisi olmalı ve istihbarat birimlerinin personel ve bilgi teknolojisi politikalarını
belirleyebilmelidir.
-CIA, gizli servislerinin bilgi toplama becerisini ve yorumcularının yeteneklerini
güçlendirmeye yoğunlaşmalı ve böylece çekirdek kadrosu övünülecek noktaya gelmelidir.
-Gizlilik; idareyi, sorumlulukları ve bilgi paylaşımını boğmaktadır. Ne yazık ki, mevcut
örgütsel dürtüler aşırı-sınıflandırmayı özendirmektedir. Bu denge değişmelidir. Ve bir
başlangıç olarak; kamuoyu, istihbarat bütçesinin toplam boyutu hakkında bilgilendirilmelidir.
Birleşik Çaba: Bilgi Paylaşımı
ABD Devleti’nin çok geniş bilgi kaynakları vardır. Ancak elindekini kullanma ve
değerlendirmede oldukça zayıf kalmaktadır. “Bilme ihtiyacı” sistemi “Paylaşma ihtiyacı”
sistemine dönüştürülmelidir.
-Başkan, ulusal güvenlik kurumlarında bir bilgi devrimi gerçekleştirmek ve “ana-
çerçeve” sistemini “desantralize ağ” sistemine dönüştürmek için devlet çapında gayret
göstermelidir. Engellerimiz teknolojik değildir. Devlet operasyonlarında “perde arkası”nda
yaşanan hoş olmayan sorunlar konusunda pek çok görevliden yakınmalar gelmektedir.
-Hiçbir birim problemlerini kendi başına çözemez. Ağ kurmak, eski bölünmeleri aşmayı
ve görevlilerin yapabilip yapamayacağı şeyleri öğrenmeye yardım edecek politik ve yasal
noktaların çözümünü gerektirir. Tekrar etmek gerekirse, bilgiyle ilgili yapılması gereken,
çabaların birleştirilmesidir.
Birleşik Çaba: Kongre
Kongre, kendisini ve yürütme organlarını, ortaya çıkan terörist tehdite göre uyarlamada
yetersiz kaldı. Kongre’nin istihbarat -ve kontr-terör- ile ilgili çalışmaları işlevsel değildir.
Kongre ve yürütme, idareler arası geçişteki güvenlik risklerini en aza indirmek için daha çok
çaba göstermelidir.
-İstahbarat yönetimi için iki tercih öneriyoruz: Atom Enerjisi Ortak Komitesi gibi eski
modelde bir müşterek komite ya da yetkili ve ilgili komiteleri birleştiren tek bir komite.
Anafikrimiz değişmedi: İstihbarat komiteleri güçlendirilmedikçe idari görevlerini yerine
getiremez ve bu nedenle o idare hakkında açık sorumluluğa sahip olur.
-Kongre, yurtiçi güvenlik için tek bir idare ve yönetim anlayışına sahip olmalıdır. Her
komisyonda, sürekli bir yurtiçi güvenlik komitesi bulunmalıdır.
-Ayrıca ulusal güvenlik çalışanlarının yönetiminin başlangıcında, adaylıkları, mali
raporları, güvenlik açıklığını, onaylama sürecini hızlandıracak reformlar öneriyor ve yeni
başlayan yönetimlerin ihtiyacı olan bilgiye sahip olmasını sağlayacak adımların atılmasını
istiyoruz.
Birleşik Çaba: Amerika’nın Savunmasının ABD’de Örgütlenmesi
Yurtiçi istihbarat ve kontr-terör görevinin geleceğiyle ilgili çeşitli önerilerde bulunduk.
Yeni bir yurtiçi istihbarat kurumunu oluşturmak, istihbarat toplama ve toplanan istihbaratı
değerlendirme sorunlarını çözmeyecektir. Biz yeni bir kurum yaratmayı önermiyoruz.
-FBI’da; çalışmaya o kurumda başlamış; o kurumda yetişmiş, terfi etmiş ve uzun yıllar
çalışmaya devam etmiş ve istihbarat ve ulusal güvenlik alanında uzmanlaşıp kurumsal
kültürle yoğrulmuş ajanlardan, yorumculardan, dilbilimcilerden ve gözaltı uzmanlarından
oluşan uzmanlaşmış ve bütünleşmiş yeni bir ulusal güvenlik gücü kurulmasını öneriyoruz.
Bir kaç noktada sorular sorduk: Bizi yurdumuzda korumakla yükümlü olan kim?
Amerika’nın ulusal savunmasının sorumluluğu birkaç kurum tarafından paylaşılmıştır:
Savunma Bakanlığı, yeni kurulan Kuzey Komutanlığı ve Yurtiçi Güvenlik Şubesi. Bu
kurumların rolleri, misyonları ve yetkileri arasındaki sınırlar belirgin olmalıdır.
-Savunma Bakanlığı ve onun idare komiteleri Kuzey Komutanlığı’nın ülkemize yönelik
askeri tehditlere karşı savunma strateji ve planlamalarının yeterliliğiyle ilgili görüşlerini sık
sık beyan etmelidir.
-Yurtiçi Güvenlik Şubesi ve onun idare komiteleri, devletin karşı karşıya bulunduğu
tehditleri göğüslemeye hazır olmasını sağlamak ve devletin planlarının yeterliliğini saptamak
için ne tür tehditlerle karşı karşıya bulunduğunu sık sık beyan etmelidir.
***
Tüm Amerikalılara, 11 Eylül’de hepimizin neler hissettiğini -sadece müthiş korkuyu
değil, nasıl bir millet olarak biraraya geldiğimizi de- hatırlamaya çağırıyoruz. Amaçlarda ve
çabalarda birleşmek, bu düşmanı yenmemizi ve Amerika’yı çocuklarımız ve torunlarımız için
çok daha güvenli bir yere dönüştürmemizi sağlayacaktır.
Önerdiklerimiz hakkında kamuoyunu tartışmaya çağırıyoruz ve bu tartışmada bizim de
oldukça güçlü bir şekilde yer alacağımızı duyuruyoruz.
Kısaltmalar:
ABD: Amerika Birleşik Devletleri
CIA: Central Intelligence Agency (Merkezi Haberalma Teşkilatı)
FBI: Federal Bureau of Investigation (Federal
NORAD: North American Aerospace Defence Command (Kuzey Amerika Hava
Savunma Komutanlığı)
NCTC: National Counter Terrorism Center (Ulusal Kontr-Terör Merkezi)
DIA: Defence Intelligence Agency (Savunma İstihbarat Teşkilatı)
NSA: National Security Agency (Ulusal Güvenlik Teşkilatı)
TTIC: Terrorist Threat Integration Center (Terörist Tehdit Entegrasyon Merkezi)
FAA: Federal Aviation Administration (Federal Havacılık Kurumu)
HŞM: Halid Şeyh Muhammed
CENTCOM: Central American Command (Orta Amerika Komutanlığı)
SOCOM: South American Command (Güney Amerika Komutanlığı)
IVTürk
Basınında 11 Eylül Kuşkusu
Ladin n’oldu?
Melih Aşık
Başkan Bush 17 Eylül 2001 tarihli basın toplantısında konuşuyor:
-Size söyleyebileceğim tek şey şu: Usame bin Ladin baş şüphelidir... (...) daha önce de
söylediğim gibi: ‘Aranıyor. Ölü ya da diri...’
Bush 28 Aralık’taki basın toplantısında konuşuyor:
-Bu adam üç ay öncesine kadar belli bir ülkenin kontrolü altında olan biri... Şimdi
bildiğimiz bir şey var ki, artık Afganistan’ın kanatları altında değil...
13 Mart 2002 tarihli basın toplantısı...
Bir soru üzerine Bush konuşuyor:
-Bu adam beni gerçekten bağlamıyor!
***
Yukardaki bilgiler “The New American” Dergisi’nden alındı. Açıkça görüldüğü gibi
Amerika artık Bin Ladin’in peşini bırakmıştır.
Eğer 11 Eylül saldırılarını Bin Ladin düzenlediyse ve ABD buna inanıyorsa Bin
Ladin’in peşini bırakır mıydı? Bin Ladin’in Avrupa ve ABD’deki militanları ve paraları
yerinde durduğuna göre... ABD’nin Bin Ladin’den bugün düne göre daha fazla kuşkulanması
ve sabotajlarından kaygılanması gerekmez miydi?
Ne var ki ABD Bin Ladin’i unutmuş kafayı Irak’a takmıştır. Bin Ladin sanki ABD’nin
Afganistan’a saldırması için yazılmış bir senaryonun kahramanıydı... Senaryo uygulandı.
ABD Hazar petrollerinin çevresine yerleştikten sonra yalnız Bin Ladin’i değil onunla ilgili
senaryoyu da unutuverdi.
“Kod Adı Kılıçbalığı” adlı kitap elinize geçerse eski CIA ajanı Michael Ruppert’in
görüşlerini okumanızı salık veririz... Ruppert, tamamen medyada yayınlanmış bilgi ve
haberlerden yola çıkarak 11 Eylül saldırısının arkasında CIA’nın bulunduğunu söylüyor.
İnternette “www.copvcia.com” adlı sitede de bu tezi destekleyen görüşler yer alıyor. İkiz
Kuleleri Bin Ladin’in değil ABD derin devletinin vurduğuna ilişkin tezler giderek daha çok
konuşuluyor. Mantık da o tarafı işaret ediyor...
(Milliyet, 12 Nisan 2002)
Eylül kuşkusu
Melih Aşık
Bugün 11 Eylül saldırısının ikinci yıldönümü. Aradan geçen iki yıla rağmen İkiz
Kuleler ve Pentagon’a yapılan saldırılar hâlâ karanlıkta.
ABD, saldırıların failinin Bin Ladin olduğuna ilişkin kanıtları iki hafta içinde
açıklayacaktı. İki yıldır açıklamadı!
Yüzlerce basit soru askıda...
- 4 uçağın kara kutuları neden hâlâ ortada yok, kule kayıtları neden hâlâ açıklanmadı?
- 19 uçak korsanının adları neden yolcu listesinde yoktu? Bu korsanların fotoğrafları iki
gün içinde nereden bulunup yayınlandı?
- Neden uçak korsanlarına yerden lojistik destek sağlayan bir tek kişi olsun
yakalanamadı? Neden Bin Ladin ailesi alelacele ABD’den uzaklaştırıldı?
Bu tür 500 cevapsız soruyu “www.resce.com” adresinde bulabilirsiniz.
Sabotajın ABD’de derin devlet tarafından düzenlendiği, Bin Ladin’in olayda
kullanıldığı, uçakların muhtemelen uzaktan kumanda ile İkiz Kulelere çarptırıldığı, amacın
Amerikan halkını yeni savaşlara ikna etmek olduğu birer güçlü ihtimal olarak iki yıldır
konuşuluyor.
Teröre karşı savaş havasında gerçekleştirilen Afganistan ve Irak saldırılarının teröre
değil, açıkça Amerikan petrol çıkarlarına yönelik oluşu da 11 Eylül’ün “ev yapımı” bir
komplo olduğu düşüncesini güçlendiriyor.
(Milliyet, 11 Eylül 2003)
Bush-Bin Ladin ortaklığı
Prof. Dr. Türkkaya Ataöv
Her ikisi de Amerikan Başkanlığı koltuğuna oturmuş olan baba ve oğul Bush’larla 11
Eylül toplu cinayetinden sorumlu tutulan Usame’nin bin Ladin ailesi arasında savaşların
getirdiği yüksek kâra dayalı çok yakın iş ilişkisi var. “Kara koyun” denen Usame’nin
ailesinden “kopup gittiği” bir aldatmaca. Ayrıca bin Ladin’ler (ve binlerce kişilik Suudi
krallık ailesi) birçok “kara ya da gri” koyunla dolu.
İlk bakışta “olamaz!” gibi görünen bu bağlantının kanıtları var. İki aile de savaş
kârlarının içindeki yerlerini koruyorlar. Irak’a müdahale tabii ki olacak. Böylece, Amerika’nın
yıllardır koruduğu ve yakalamayı geçmişte reddettiği Usame de dahil olmak üzere, Afganistan
olayı unutturulacak; ilgi Bush, bin Ladin ve çevrelerinin gelirlerini daha da arttıracak yeni
savaşlarda odaklanacak.
Beyaz Saray’ın ortaklarından bir silah şirketleri grubu Afganistan savaşından büyük kâr
etti, şimdi de Irak’a müdahaleden yararlanma hazırlığında. Baba Bush, bin Ladin’lerle de sıkı
parasal ilişkileri olan “Carlyle Grubu” adlı Amerikan müteahhitlerinin resmen
başdanışmanıdır. Oğul Bush da 1994’te Teksas valisi olmadan önce aynı gruba bağlı
Caterair’de pay sahibiydi. Yılda 75.000 dolar maaş alırdı; seçim harcamalarını da onlar
karşıladı. Başkan Yardımcısı Dick Cheney Afganistan’dan gelecek petrol hatlarını tasarlayan
Halilburton şirketinin son seçimlere değin en üst düzey yöneticisiydi.
Baba Bush’tan başka, eski Devlet Sekreteri J. Baker ve eski Savunma Sekreteri F.
Carlucci aynı silah holdinginde çalışıyorlar. Dördü de (ve yayım dünyası tekellerinden
Forbes’in temsilcisi, eski Savunma Sekreteri C. Weinberger), Carlyle’da payları olan bin
Ladin’leri Cidde’de en az ikişer kez gördüler.
David Lazarus gibi “Bush ve bin Ladin aileleri Afganistan savaşından büyük kârlar
edindiler” iddiasındaki gazeteciler yalnız değil. Yönetim içinde çürümüşlüğü hedef alan “Adil
Gözetim” kuruluşu Bush-bin Ladin bağı üstünde ısrarlı. Başkanı L. Klayman diyor ki: “Kendi
eski başkan olan Bush’un FBI’ın 11 Eylül saldırısından sorumlu tuttuğu çevreyle çok yakın
ilişkileri olan bir grupla ortaklık yapması iğrenç bir gerçek” “Kamu Dürüstlüğü Merkezi”
Müdürü C. Lewis’in sözleri de şöyle:
“Carlyle yönetimle iç içe. Baba Bush oğlunun başkan olduğu şu sırada o özel şirketten
gelir elde ediyor. Oğul Bush da babasının yatırımları ve görevi kanalıyla ama kendi Beyaz
Saray kanallarıyla da kazanç sağlıyor. Sıradan Amerikalının bu bağlantılardan haberi yok.”
Carlyle Grubu
Carlyle Grubu’nun yatırımları 164 şirketi kapsıyor Amerikan dış politikasının daha da
askerileşmesi, Bush’lar sayesinde en çok Carlyle’lara ve o yoldan iki aileye yaradı. Çelişki
gibi ama değil! Çünkü ilk kez F. Hayek’in şirin görünsün diye “pazar ekonomisi” dediği
kapitalizmin dayandığı ilke, ne yoldan olursa olsun, “kâr”dır -bu yol İkiz Kuleler’de 3.000,
Afganistan’la Irak’ta yüzbinlerin ölümüne yol açsa da-. Bush -Carlyle-bin Ladin birlikteliğini
bekleyen kanıtlar var. Carlyle’ın antetli ve 15 Şubat 2001 tarihli kâğıdında, eski Savunma
Sekreterleri F. Carlucci ve W. Perry imzalı, şimdiki Savunma Sekreteri D. Rumsfeld’e
yollanan resmi yazıda ve Rumsfeld’in 3 Nisan’daki yanıtında, Savunma Sekreterliği’nin yeni
baştan kuruluşu konu ediliyor.
11 Eylül’den önce, FBI’a bin Ladin’lerin terörist bağlantılarını “inceleme dışı” bırakma
emri verildi. 11 Eylül’den sonra binin üstünde “sempatizan” tutuklanırken, 11 Ladin üyesi
uçakla S. Arabistan’a kaçırıldı.
Cinayetlerden teröristlere parasal desteği kanıtlayan 14.000 belgeyle Suudi Arabistan
dışına kaçan diplomatın bu kanıtlarına Amerika’da sahip çıkan olmadı. Bin Ladin’lerin
terörist bağlantılarını araştırma da Bush’un emriyle durduruldu. Afganistan savaşından her iki
aile de kazançlar sağladılar. Irak’ta da kârlarına yenileri eklenecek.
(Cumhuriyet, 16 Ekim 2002)
İçinden boru hattı geçen savaş
Enis Berberoğlu
1991’de Bağdat’a bomba yağdıran baba George Bush’un Kuveyt ve Suudi petrolünü
Saddam’ın tecavüzünden koruduğu inancı hâkimdi. ABD’nin sadece petrol için savaştığı
tezine aykırı düşen iki istisna hali Balkanlarda Bosna ve Kosova’da sergilendi.
Oğul Başkan George W. Bush’un kendisine özgü nezih ifadeyle tarif ettiği Afgan
dağında gezen çoban mabadını hedef alan füzelerin hedefinde ekonomik çıkar var mı, savaş
dumanları dağılırken herkesin tartıştığı soru bu. Kuşkucu Fransızların iki istihbarat uzmanına
göre, ABD yönetimi 1995’te Afganistan’da iktidara gelen Taliban’la üç yıl süren boru hattı
pazarlığı yürüttü. Ancak neredeyse sonuçlanan petrol ve doğalgaz anlaşması Usame bin
Ladin’in 1998 yılında Kenya ve Tanzanya’daki ABD hedeflerine saldırması üzerine suya
düştü. ABD, Afganistan’da artık düşman saydığı yönetimi devirmek için bahane ararken
imdada 11 Eylül terör saldırıları yetişti. (Kaynak: Bin Laden, Yasak Gerçek, Jean Charles
Brisard, Guillame Dasquie - alıntı Yeni Şafak gazetesi)
***
ABD’nin 1991 yılında dağılan Sovyetlerin vârisi Rusya’yı Orta Asya petrollerinin
hamisi tahtından indirmek için elinden geleni yaptığı malum. Azeri petrolünü Bakü- Ceyhan
hattıyla Moskova’nın nüfuz bölgesi dışına taşımaya çalışması bu yüzden. Kazak petrolünü de
bu hatta kaydırılabilirse geriye sadece Türkmenistan’daki zengin doğal gaz/petrol yataklarına
uygun güzergâh bulmak kalıyor. Taliban macerasının hikmeti de burada yatıyor!
Sovyet işgali ve takip eden iç savaş kaosunu sona erdiren Taliban ilk aşamada
Washington’daki hazır şablona tam uyum gösterdi: Tıpkı Suudi Arabistan’daki Aramco gibi
ABD ortaklığı bir petrol şirketi, boru hatları, tek lider (emir) ve şeriat yasaları. Açıkçası
ABD’nin bu formüle itirazı yoktu. Öyle ki ABD’nin petrol devi Unocal Taliban liderlerini
Houston’a davet etti, krallar gibi ağırladı, petrol ve doğalgaz ticaretinden yüzde 15 düzeyinde
komisyon önerdi. Projeye göre Türkmenistan’ın Afganistan sınırındaki Devletabad
bölgesindeki zengin yataklardan çıkan günde bir milyon varil petrol boru hattıyla Pakistan’ın
Multan terminaline taşınacaktı. Petrol (ve ilerki aşamada doğalgazın) Pakistan üzerinden
Hindistan’a satışı ve düşman kardeşlerin enerji köprüsü ile birleşmesi de diğer bir iddialı
hedefti. 1271 kilometre uzunluğunda, 1.2 metre çapındaki boru hattının maliyeti 2-2.5 milyar
dolar düzeyinde hesaplandı. Dolayısıyla Afgan geçişi 1) İran üzerinden Türkiye’ye ulaşacak 7
milyar dolar maliyetli alternatif hattan çok daha ucuzdu. 2) İran devre dışı kaldığı için daha
güvenliydi.
Taliban’ın ikna edilmesi zor olmadı. 1997 yılında Rusya, Türkmenistan, Pakistan,
Afganistan ve Suudi Arabistan şirketleri arasında yeni boru hattının anlaşması imzalandı.
Hattın inşası ABD’li Unocal şirketine verildi. Ancak 1998 yılında ittifakta çatlak belirdi.
Önce Rusya projeden desteğini çekti. Ardından ABD’li şirket projeden vazgeçti.
***
Savaşın ardından boru hattı projesi yeniden gündeme geldi. Hiç kuşkusuz Afganistan’ın
yeniden imarında boru hattı gelirinin önemli rolü olacak. Sadece üç sene sürmesi beklenen
inşaa aşamasında dahi işçilik gelirinden yılda 100 milyon dolar sağlanabilecek. Hat
tamamlandığında dövizle hat kirası tahsil edilecek. Dahası bu hat Rusya’dan Hindistan’a
kadar uzanan coğrafyadaki ülkelerin Afganistan’da istikrarın devamına çalışmaları için
sigorta işlevi görecek.
Peki Orta Asya boru hattı Kâbil’e asker yollayan Ankara için ne anlama geliyor?
Öncelikle önce askeriyle ardınan şirketleriyle Afganistan’a yerleşen ABD’nin 1991’den
bu yana Türkiye’ye yıkmaya çalıştığı Orta Asya Cumhuriyetleri’nin ağabeyi rolü artık değişti.
ABD bizzat direksiyona geçti, Türkiye muavin konumuna düştü. İkinci olarak, Kafkasya ve
özelinde Bakü-Ceyhan güzergâhını tehdit eden Çeçenistan’da Rus egemenliğinin ABD
tarafından zımni kabulü silahların susmasına yol açtı. Ankara’nın Orta Asya hattı kadar
önemli Bakü- Ceyhan projesi için koşulsuz ABD desteğini beklemek için her türlü haklı
sebebi doğdu!
(Radikal, 21 Şubat 2002)
11 Eylül’ün hâlâ yanıtsız soruları
Aydın Engin
11 Eylül’den sonra ortaya binbir söylenti yayıldı. Gizli servislerin film senaryolarına taş
çıkartan, senaristlere parmak ısırtan öyküler dilden dile dolaştı. Kimileri hemen sezilecek
kadar budalacaydı. Söylendi, yayıldı ve unutulup gitti. Kimileri çok inandırıcıydı ama
kanıtlanamadı. Onlar da unutulup gitti.
Ama bir de kanıtlananlar ya da inkar edilemeyenler var.
Bu yazıda okuyacağınız bütün olaylar kanıtlanmış ve de çok önemli olmalarına rağmen
ilgili ve yetkili kişilerce yalanlanmamıştır.
Madem 11 Eylül’den sonra “hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” dendi. Bari bu çorbada
bizim de tuzumuz bulunsun.
Şimdi sofraya buyrun.
2001 yılının 4 Temmuz’unda Usame Bin Ladin kronik böbrek hastalığından dolayı,
Dubai’de Amerikan Hastanesi’ne yattı. Bölgedeki CIA istasyon şefi Bin Ladin’i hastanedeki
özel suitinde ziyaret etti. O sırada Bin Ladin, ABD’nin Afrika’daki iki büyükelçiliğinin
bombalanması ve USS Cole savaş gemisine düzenlenen saldırıdan dolayı aranmaktaydı.
ABD’nin eski başkanı Bill Clinton tarafından yayınlanan bir belgeye göre Bin Ladin’in daha
o dönemde yakalanması mümkündü. Oysa Bin Ladin’in 14 Temmuz 2001’de özel jetinde
Dubai’den ayrılmasına izin verildi. 15 Temmuz’da da CIA İstasyon Şefi Washington’a
döndü...
Soru: En çok arananlar listesinde adı varken ve buluşma günlerinde Dubai açıklarında
Amerikan deniz komandoları devriye gezmekte iken CIA yani ABD Bin Ladin’i neden
yakalamadı?
6 Eylül gününden itibaren New York borsasında United Airlines’ın ve American
Airlines’ın hisselerinde yüksek fiyattan olağanüstü satışlar başladı. İkiz Kuleler’e saldırı
gününün arifesine kadar süren satışlar olağan haftaların tam %1200 üstünde. Bir başka yüksek
fiyattan hisse satış işlemi uluslararası finans kurumları olan Merryll-Lynch ve Morgan
Stanley’de görüldü. O hisselerin satışındaki olağandışılık da %600’ü buldu. 11 Eylül günü
kaçırılan ve düşen uçaklar bu iki havayolu şirketine aitti. Keza Morgan Stanley ve MerryllLynch
finans kurumlarının da İkiz Kuleler’de her biri 22’şer kata yayılmış merkezleri
bulunuyordu.
11 Eylül’ün hemen ardından hem uçak şirketlerinin, hem iki finans kurumunun
hisselerinde inanılmaz düşüşler oldu. United Airlines’ın satılan ve 11 Eylül’den bir kaç gün
önce yüksek fiyata elden çıkarılan hisselerinin birçoğu 1996-1998 yılları arasında DeutscheAB
Brown şirketi tarafından alınmıştı. O yıllarda Deutsche-AB Brown şirketinin başında A.
B. Krongrad bulunuyordu. Krongrad 11 Eylül’de CIA’nın başındaydı. Bugün de başında.
Nasıl yani? Sizce sorulacak bir şey kalmış mı?
***
11 Eylül’den tam bir ay önce, Ağustos 2001’de Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin,
Rus Gizli İstihbarat Servisi’ne havaalanlarına, hükümet binalarına ve ABD’nin simgesi
sayılan bazı binalara sivil uçaklarla gerçekleştirilecek kesin saldırılarla ilgili olarak ABD
Yönetimi’ne “Derhal açık ve kesin bir dille” uyarması için emir verdi. Putin böyle bir emir
verdiğini Eylül ayı sonunda Amerikan NBC Televizyonu’na doğruladı. Soru: İki olasılık var.
Ya Rusya Gizli Servisi bu bilgiyi vermeyi unuttu, ya CIA Şefi aldığı bilgiyi masasında
unuttu. Acaba hangisi doğru?
1 ve 10 Eylül günleri arasında İngiltere Arap Yarımadası’nda Pakistan’a en yakın
noktası olan Amman’a “Hasat Harekâtı” çerçevesinde 25 bin askerini ve en büyük donanma
filosunu konuşlandırdı. Aynı anda deniz komandolarını taşıyan iki ABD gemisi Arap
Denizi’nde Pakistan sınırının hemen dışındaki bir bölgeye ulaştı. Yine aynı zamanda “Parlak
Yıldız Harekatı” için Mısır’da bulunan 25 bin NATO askeri 17 bin ABD askeri daha katıldı.
Tüm bu askeri güçler, ilk uçak Dünya Ticaret Merkezi’ne saldırmadan önce yerlerini aldılar.
Soru: Bu olağandışı askeri yığınağın 11 Eylül’den 10 gün önce başlayıp bir gün önce
tamamlanması bir raslantıdan ibaret değil mi?
Bir soru daha. Afganistan’dan “Savaş bitti. Taliban iktidardan indirildi ve dağıldı. Peki
Usame Bin Ladin’e ne oldu?” yani o hâlâ aranıyor mu? Son sorunun sorusu: Sahiden mi?
(Cumhuriyet, 15 Ocak 2002)
Amerika’ya kim saldırır?
Emin Gürses
Geleneksel intihar saldırılarının gelişmiş bir biçimi olarak adlandırılabilecek olan DTM
ve Pentagon saldırılarının kaynağı araştırılıyor. ABD Dışişleri Bakanı General Colin Powell,
her adımı ABD ve bazı müttefiklerinin istihbarat birimlerince sürekli takip edilen Bin
Ladin’in her nasılsa bir numaralı şüpheli olduğunu açıkladı.
Saldırı operasyonu uluslararası bir katılımla yapılmıştır. Bu nedenle tek bir hedef ortada
yoktur. Bu operasyona Avrupa’da dünyanın değişik ülkelerinden gelen siyasi mülteciler
olduğu kadar ABD’den de katılım olmuştur. CIA ve FBI içinde olduğu kadar Pentagon’da da
istihbarat zaafları olmuştur.
Çok merkezli bir gürünüm arz eden bu operasyonla Washington’u zor durumda bırakan
merkez(ler) kafa karıştırmakta başarılı olmuşlardır. Fakat Washington’da gerçekler az çok
görülmeye başlanmıştır. ABD Savunma Bakanı Rumsfeld’in bilgi sızdıranlara karşı etkili
önlemler alınacağını belirtmesi bu operasyonu yapanlara içeriden yardım edildiğini
göstermektedir. Washington’daki İleri Strateji Enstitüsü’nden Michael Wihbey de ABD
güvenlik sistemine girildiğini ifade ediyor. İçeriden yardım almasalardı, insani istihbaratı
başarısız olan CIA ve FBI’nın son derece gelişmiş elektronik istihbarat sistemine takılırlardı.
General Wesley Clark bu saldırının ne kadar süredir planlandığını bilseydik önlem alırdık
diyor. Beyaz Saray Basın Sözcüsü Fleischer’in Beyaz Saray’a ve başkanlık uçağına saldırı
olacağı haberi aldıkları için Bush’un bölgeden uzaklaştırıldığını söylemesi Clark’ın ifadesinin
ne kadar inandırıcı olduğu konusunda kuşku yaratıyor. ABD’de iç hat seferleri bizim
dolmuşlardan farksız olan uçakları kaçırmak zor değildir, fakat asıl soru bu uçaklara aynı
anda gruplar halinde nasıl binildiğidir. Burada, uçuş düzenlemeleri konusunda önceden
çalışmaların ve hatta pratiklerin yapıldığı ve içeriden destek alındığı olasılığı akla geliyor.
Pentagon, CIA, FBI ve Dışişleri birimleri ABD’ye gelebilecek olası bir salıdırının ABD
dışından ve özellikle biyolojik ve kimyasal silahlarla yapılabileceğini düşünmekte ve buna
göre politika belirlemekteydiler. General Colin Powell, 1993’te “Nükleer silahlar dahil hiçbir
şey beni biyolojik silahlar kadar korkutmaz” diyordu. ABD içindeki terörist gruplar ise
fazlaca ciddiye alınmamaktaydı. ABD Stratejik Enstitüsü’nün yayımladığı “Strategic Review”
adlı dergide (Sonbahar 2000) John Train ABD’de özellikle yabancı teröristlerden
şüphelenildiğini, fakat içeride yüzlerce terör grubu bulunduğunu, bazılarının içine FBI’nın
sızmakta güçlük çektiğini belirtmektedir. ABD’de toplu halde intihar eden yüzlerce tarikat
bulunduğu da bilinmektedir. Dünyanın diğer bölgelerinde de yüzlerce terör örgütü mevcuttur.
Bunların içlerine istihbarat birimlerince büyük oranda sızılmıştır. Bunların faaliyetleri
hakkında CIA’nın önemli oranda bilgilendirildiği aşikârdır. Asıl unutulan, Avrupa’daki
örgütler arası ilişkiler hakkında bazı Avrupalı istihbarat birimlerinin kıskanç davrandıkları ve
CIA’ya bazı bilgileri vermedikleri gerçeğidir. Zaaf devletler arası çıkar ilişkilerinin
çatışmasından da doğmaktadır.
Saldırıdan haberdar olan birilerinin tahribatın büyüklüğünü tahmin edemediği, bunu
haber vermeyip saldırının getireceği kârın zararından çok olabileceğini hesap edebileceği
olasılığı da dikkate alınmalıdır. Ulaslararası sistemde hegemonya sorunu yaşayan ABD’ye
yeni bir nefes sağlar düşüncesinde olanlar bulunabilir. 1941 Pearl Harbor Baskını kararı 26
Kasım’da alınmıştı. Washington’da Başkan Roosevelt bir gün sonra bunun istihbaratını
almıştı. Saldırı öncesi Pearl Harbor’daki en büyük uçak gemisi denize açılmış, saldırıdan 1.5
saat önce ise Washington, Tokyo’dan geçilen mesajların şifresini çözmüş ancak saldırı sonrası
Pearl Harbor’a ulaştırılmıştı.
Bu operasyondan sonra AB, Avrupa ordusu kurarak NATO’yu ve dolayısıyla ABD’yi
Avrupa coğrafyasından silme çabasını askıya alacaktır. Washington’un 1949 tarihli NATO
Anlaşması’nın 5. maddesini gerekçe göstererek yeni bir dayanışma sağlamaya çalışması
NATO’nun ve ABD’nin genişleyen Avrupa’daki rolünün artmasının işaretlerini vermektedir.
Washington iç kamuoyunu tatmin için bir düşman belirleyecektir. Asya’da gerginlik
yaratılarak Hazar’ın doğusu kontrol altına alınmaya çalışılırken, Almanya ve Fransa üzerinde
İran’la ilişkiler konusunda baskı arttırılacaktır. Ortadoğu’da Filistin yönetimi üzerinde radikal
gruplar konusunda baskılar artırılacaktır. Bakû ve Tiflis’in ABD’den ve NATO’
dan üs talebi öne çıkarılacaktır. Bu arada teröre destek verdiği söylenen ülkeler ve diğer
ABD karşıtı ülkeler üzerinde baskı artırılarak Washington’un bir türlü istediği gibi düzene
sokamadığı uluslararası sisteme yeni bir şekil verilmeye çalışılacaktır.
Fakat uluslararası sistemde adaletten uzaklaşıldığı ölçüde şiddetin arttığı ve bundan
geçici dönemlerde yararlananların da zarar gördüğü artık kanıtlanmıştır. Bunu görebilenler
kendilerine çekidüzen vereceklerdir. Diğerleri ise bir sonraki gelişmeden ders çıkarmak için
bekleyeceklerdir.
(Cumhuriyet, 15 Eylül 2001)
“Evde”ki hesap, “çarşı”ya uymadı!..
Attilâ İlhan
Hayli geniş ve kapsamlı görünse de, o korkunç olay sonrasındaki uluslararası
izlenimlerimi, acaba şöyle toparlayabilir miyim?
Tesbit/1: Birleşik Amerika’da, Liberal Sağ’ın ne diyeceği, adeta olaydan önce belliydi;
Clinton Dönemi’nden ‘gayrı memnun’ Savaş Endüstrisi, ‘Dünya Hakimi ABD’ leitmotivi
üzerine, Başkan Bush’a ‘Global Trend 2015’ diye bir program hazırlatmıştı.. ki, esası
Çin/ABD sanal roket savaşındaki sonuca dayanıyordu: ABD yenik! Bu durumda, ‘savaşa
elbet hazır olunacak’.. iyi de nasıl? Demokrat Sol’un bakışı, daha çok hippy’lerden müdevver
‘savaşma seviş’ espirisinin uzantısı; ‘terorizme lânet, ticarete öncelik!’; ama Başkan Bush
Jr’ın davranışını, bir ABD Başkanı’ndan çok, Teksas’lı üçüncü sınıf bir kasaba sherriff’inin
davranışına benzetip, eleştirmek,: “Ya ölü, ya diri, Bin Lâdin’i istiyorum ne demek?”
Tesbit/2: İngiltere’de, Liberal Sağ, onun Siyam’lı bitişik ikizine dönüşen
‘Küreselleşme’ci Sol, Amerika’daki Liberal Sağ’ın kıt’adaki papağanı; “Bu bir savaştır, varsa
yoksa Usâme Bin Lâdin!”; Hakiki Sol’da, yorum farklı; Washington, terörist dolayısıyla
siyasal bir eylemi, dinler arası bir savaşa çeviriyor; halbuki, ikisi çok farklı şeyler, olaya
nedense siyasi bakılmıyor; acaba arkasında, ‘dünya hakimiyeti’ni sürekli kılmakla ilgili,
hesaplar mı var?”
Tesbit/3: Fransa’da, besbelli ‘ulusallıkları’ ağır bastığı için; Liberal Sağ da Sosyalist ve
Komünist Sol da, bir bütün olarak, dünya kamuoyu önünde ABD’nin düştüğü utanılacak
durumdan, memnun görünüyorlar: “Tek el silah atılmadan, bu kadar büyük bir sonuç,
inanılmayacak şey! Demek, o müthiş ABD kabadayılığı daha çok filmlerdeymiş!” “En büyük
hayret, XXI YY. Ulusal Güvenlik Stratejisi’nde, Terorizm’i nasıl sinek gibi avlayacağını
övünerek belirten CIA, FBI vb. güvenlik ve istihbarat servislerinin, nasıl bu kadar gafil
avlanabildiği soruluyor; bu tartışmalarda, alttan alta, sinsi ve hınzır bir soru sezilmiyor değil:
haberleri olduğu halde, Başkan’a bildirmemiş olabilirler mi?
Bazı incelikler gözden kaçmış mıdır, belki: kalın ve beşeri hatlarla, izleyebildiğim üç
Batı’lı ülkenin, Sağı ve Solu bu çerçevedeydi. Hepsinin halkında, terorizm kurbanlarına derin
bir acıma. Terorizme lânet, fakat ABD’nin saldırgan tavrına, epeyce hayret; hele siyasi bir
eyleme karşı gösterilen tepkinin, bir dinler savaşı gibi va’z edilmesine, ciddi bir soru işareti!
Yoksa, Amerikan İstihbaratı’nın; bu tehlikeli sınavda, düpedüz ‘çakmış’ olmasını;
saklayabilmek telâşından mıydı bu?
Adeta ‘kara mizah’...
ABD’nin ‘Yeni Bir Yüzyıl İçin Ulusal Güvenlik Stratejisi’ (Mayıs 1997),
Washington’ın ‘Dünya Hâkimiyeti’ne olan inancını, şu cümleyle özetlememiş midir:
“... Dünya’nın ABD liderliğine ihtiyacı vardır. ABD, liderlikte rakipsiz kalmıştır. Bu
nedenle dünyanın her bölgesine ilgi duymaktadır. ABD milli güvenliğe karşı yönelik
tehditlere karşı çeşitli politikalar üretmektedir. Bu politikalar, bölgeler ve bölgeler içindeki
ülke sayısı kadar çeşitlidir” (...) “... ABD’ye savaş ilan edebilecek ülke yoktur; ancak
ekonomik rakipleri vardır; küresel ekonomi uygulaması ile ABD bunu lehine
değiştirecektir...” (s.1, özet)
Terorizm’le ilgili bölümdeyse, yaşanılan dramatik olaydan sonra, insana dalga
geçiyorlar hissini veren şu öngörüş belirtilmiştir;
“... ABD’nin terorizm karşıtı yaklaşımları; terörist faaliyetleri, meydana gelmeden önce
önlemek, bozmak ve ortadan kaldırmak; eğer meydana gelmişlerse, suçluları adalet önüne
çıkarmak için, kuvvetli ve kararlı bir biçimde müdahale etmek amacını taşımaktadır;
uluslararası teröristlere karşı politikalarımız, aşağıda belirtiler ilkelere dayanmaktadır. 1/
Teröristlere hiçbir imtiyaz vermemek, 2/ terorizmi destekleyen ülkelere her türlü baskıyı
yapmak, 3/ Uluslararası teröristleri cezalandırmak için mevcut tüm yasal mekanizmaları
kullanmak, 4/ diğer devletlerin terörizmle mücadele kabiliyetlerini geliştirmelerine yardımcı
olmak!..” (s.17)
Hele, ‘İstihbarat’ ile ilgili şu ‘tesbitler’, son olaylarla irtibatlı okununca, dokunaklı bir
‘kara mizah’ niteliğine bürünmektedir:
“...ABD’nin güvenliğine en ciddi tehditleri yönelten devlet ve gruplar hakkında bilgi
sağlayan istihbarat birikimimizi ve analitik kapasitemizi korumaya ve geliştirmeye çok önem
veriyoruz...”
“... Günümüzün istihbarat öncelikleri; politika ve eylemleri ABD açısından düşmanca
olan devletleri; stratejik nükleer güçlere sahip, ya da nükler silahları diğer kitle imha
silahlarını veya bölünebilen nükleer maddeleri ellerinde bulunduran ülkeleri; uluslar ötesi
tehditleri; ABD’nin ulusal güverlik çıkarlarını etkileyebilecek potansiyel bölgesel
anlaşmazlıkları çıkarlarına aykırı yabancı istihbarata karşı yoğunlaştırılmış karşı istihbaratı ve
yurtdışındaki ABD kuvvetlerine ve vatandaşlarına yönelik tehditleri içermektedir...” (s.23)
Tasarıma diyecek yok, ama...
Programa, tasarım açısından, diyecek yok; işin acı bir gülümsemeye dönüştüğü yer;
dünyanın bütün sinema ve televizyon ekranlarını işgal etmiş, Hollywood yapımı casusluk
filmlerine; tıpatıp uyan bu ön kabullerin; yaşanan acı gerçek tarafından, fena halde çürüğe
çıkarılmış olması! Sonuçta, hem dünya kamuoyu önünde küçük düşen, hem de izzet-i nefsi
ağır yaralanan Washington; terörist bir acte’a, büyük bir devletin alacağı tedbirler ya da
göstereceği tepkiyle veremiyor; onun yerine, şaşkın bir başkan, belki orta çağın yobaz
Hırıstiyanlığından, belki Amerika’nın, cahil taşralılığından gelen bir refleskle yeryüzündeki
bütün müslümanlara, handiyse ‘Haçlı seferi’ ilân ediyor; ilk iki sözü ‘bu bir savaştır’ ve
‘Usâme bin Lâdin’ olmadı mı?..
Sakın böylesi, kâr trendi zayıflamış, savaşa sanayiinin çıkarlarına olduğu kadar; ‘Beyaz,
Hırıstiyan ve Batı’lı Emperyalizm’in çıkarlarına da, daha uygun düşmesin?..
(Cumhuriyet, 26 Eylül 2001)
...”Washington”ın “Çıkmaz”ı!..
Attilâ İlhan
O müthiş olaydan sonra, P. B. -Gercourt, Washington’ın “çıkmazı”nı, aşağı yukarı tek
paragraf içinde, şöyle özetleyivermiş;
“...Peki, savaş! Ama, düşman nerede? Adı ister Bin Ladin olsun, ister başka bir şey;
ortada ne orduları var, ne de üsleri, var sa da, ulaşılamaz bir yerde. Olaya uygun ve elverişli
bir “tepki” bulabilmesi için, George Bush’un müthiş bir hayal gücüne sahip olması lazım;
oysa, Başkan oldu olalı, -hele dış politika söz konusu oldu mu- tam bir hayal gücü darlığı
çektiğini, adeta kanıtladı. İlke olarak, felsefesi basit; primo, ABD’nin, yabancı ülkelere angaje
olmasını alabildiğine kısıtlamak! Secundo, ülkeyi her türlü dış tecavüzden koruyabilmek için,
o ünlü füzesavar roket şebekesini gerçekleştirmek! 2004 yılından başlayarak ‘devreye
girecek’ bu füzesavar ağının, kaça mal olacağını biliyor musunuz? Tam 1.000 milyar dolar!..”
(Le Nouvel Observateur, 13/19 Eylül 2001)
Niye gülüp duruyorsunuz? Akıllara durgunluk veren bu paranın, Amerikan savaş sanayi
baronlarının cebine gireceğini düşündünüz de ondan mı? Yaşanan o ‘tragedya’dan sonra,
istihbarat örgütlerinin başarısızlığı, hatta fiyaskosu üzerinde duracağına, Başkan Bush’un hem
Amerikan hem de dünya kamuoyunu, ‘savaş’ fikrine doğru yönlendirmesi, yoksa bu sebebe
mi bağlıydı, ha? Oysa hanidir Terorizm’le mücadele ya da savaş uzmanları, füzesavar roket
ağının, bu türden bir terörist eylemi önleyemeceğini, söyleyip durmaktaydılar; hatta son facia
yaşanmadan çok kısa süre önce, bir gazete, kelimesi kelimesine şunları yazmıştı:
“...Pentagon’un üst düzey bir yetkilisi demiştir ki: ‘... uzayda seyretmekte olan, bir test
füzesini düşürmek; gerçek boyuttaki bir saldırıyı önlemek; hatta yabancı ülkelerden ya da bir
terörist örgütünden gelmekte olanı, düşürmek anlamına gelmez!...” (Boston Globe, 2 Eylül
2001)
Başkan Bush Jr., mâhiyeti, savunması değişen, saldırıya karşı; gönlünde yatan füzesavar
savunma ağını mı kurtarmak niyetindedir; yoksa, ABD’nin hep öyle ‘Dünyalar Hâkimi’
kalabilmesi için; mevcut ve muhtemel rakiplerini, sürekli baskı altında tutması gerektiğini mi
vurgulamak istiyor? Bu da elbet önemli bir tartışma konusu, bulaşabiliriz de, fakat acaba,
önce iflası kanıtlanmış istihbarat düzenine çeki düzen verilmesi icab etmiyor mu?
‘İstihbaratın ‘iflası’ mı, yoksa?..
Fransa Savunma ve Diplomasi Enstitüsü Direktörü, François Géré, Vincent Jauvert’in
konuyla ilgili sorularına cevap verirken, doğrusunu isterseniz, sözünü hiç sakınmamış;
bakınız ne kadar açık, bir o kadar acı konuşuyor;
“...Amerika’nın savunmasını düzenleme bahsinde, Başkan Bush’un, tepeden tırnağa, her
şeyi değiştirmesi zorunlu görünmektedir. Gerçekleştirilen saldırılar, yurtdışından yönetilmiş
olabilirler ama, ABD’nin içinde örgütlendiklerinden, hiç kuşku yok; bu işi, üstelik dünyanın
en güçlü istihbarat örgütlerinin burnunun dibinde, onların ruhu duymaksızın başardılar. Ne
FBI, ne NSA (muazzam dinleme servisi) ne de herkesi dehşete düşüren CIA, Amerika’nın
toprakları üzerinde onlarca kişinin, bilinmez kaç aydır hazırladığı ve düzene koyduğu bu
eylemleri öğrenip, gerekli yerlere duyuramadı. Bundan dolayıdır ki George Bush, bütün
koruma sistemlerini yerle bir etme, görevde bulunanların, hem de hepsini değiştirmek; ve
Amerikan halkına, yeni ve başka bir ülkeyi koruma şekli önermek zorundadır...” (a.g.d)
Hepsi bu kadarla kalmıyor, ayrıca füzesavar savunma ağı üzerine de konuşmuş; hoş
şeyler de söylememiş pek, diyor ki:
“ ... Son saldırılar göstermiştir ki, her türlü saldırıyı bu savunma düzenine bağlayıp
çözmek anlamsızdır; Amerika’yı dehşete düşürmek için, kıtalararası füzelere falan ihtiyaç
yok; iyice fanatik, adamakıllı örgütlenmiş kamikazeler de, en az onlar kadar etkili olabiliyor.
Onlarla nasıl mücadele edilecek, asıl mesele bu! Beyaz Saray, Amerika’nın birden anlaşılan
‘kırılganlığını’ ele alıp, baştan aşağı yeni baştan düşünmelidir...” (a.g.d.)
ABD istihbaratının ‘fiyaskosu’, Batı Avrupa’da ‘iflas’ şeklinde tartışılıyor; bu
katlanılması zor sonuçtan, CIA, FBI ve NSA’nın kendilerini kurtarabilmeleri, ancak - bazı
çevrelerde iddia edildiği gibi- o muazzam ‘tragedya’da kendi tuzlarının da bulunması
sayesinde mümkün olabilir. Bu varsayımın tartışılmasına da, isterseniz, bir göz atarız.
Kendi yalanlarına kendileri mi inandılar?
Washington yönetimi, dünyaya egemen olduğundan o mertebe emin; teknolojik
üstünlüğüyle o mertebe müftehir idi ki; tarih boyunca, daima ve her alanda, ‘tayin edici’
faktör olabilmiş önemli bir nedeni, es geçiyordu: ‘Beşeri faktör’! bazı ahvalde, üstün ve
gelişmiş teknolojinin, büyük ateş gücünün, ‘cihangir’ bir devlet olmanın; insanların özverisi,
inancı ve azmi karşısında çaresiz kalabileceğini: hiç olmazsa, Vietnam’dan öğrenmiş
olmalıydılar; herşeye rağmen, İran’da, Libya’da, Irak’ta başarısızdırlar, Sovyetler’e karşı
kazandıkları ‘Soğuk Savaş’ın, sahip oldukları teknik ayrıcalıklardan değil; totaliter düzenin,
bürokratik yozlaşmanın, Rusya’yı içinden çürütmesinden ileri geldiğini de, anlayamadılar.
Hal böyle iken, yaşadıkları bu tarih gerçeklerinden değil de; yeryüzü halklarını büyülemek
için, yüzlercesini yazıp, çekip, dünyanın bütün ekranlarında oynattıkları filmlerin, galiba
kendileri etkisi altında kalmışlar; film, her zamanki gibi ‘yalnız kovboy’un inanılmaz
zaferiyle bitmeyince, basbayağı bozuluyorlar. Oysa, ‘XXI. yy Güvenlik Stratejisi’ne, ek
olarak, yeni başkan için yeniden hazırladıkları, ‘Trend 2015’te tam tamına değilse de, benzer
bozgunları öngörmemişler miydi?
(Cumhuriyet, 28 Eylül 2001)
Hangisine inanalım?
Attilâ İlhan
Le Combat’nın, ‘Savaşa Hayır!’ sloganıyla çıkan ‘özel sayısı’nı, gözden geçirirken
(No:24); sizce, şu satırların altını neden çizmiş olabilirim?
“...ister New-York, ister Washington’da; isterse Hiroşima ve Nagazaki’de ölmüş olsun,
her ‘kurban’ bir masumdur; benzer faciaların kurbanları masumdurlar; ve savaş bir ‘facia’dır.
Ortadan kaldırılmış bunca hayat karşısında, büyük bir acı hissetmemek mümkün olabilir mi?
Peki, ‘meşru’ da olsa, bunca kin ve öfkenin (kavganın) terorizme dönüşmesini nasıl önlemeli.
Terorizm, İyi’nin Kötü’ye, Şeytan’ın Tanrı’ya karşı, muzaffer olmasını sağlar diye düşünmek;
köktendinci takımı gibi düşünmek, Bush gibi düşünmek anlamına gelir...”
“...terorizm, aslında bir umutsuzluk eylemidir; öyleyse umudu canlandırmak gerekiyor.
Teröristin elinde kaybedecek, hayatından başka bir şey kalmamıştır; o da umrunda bile
değildir; üstelik karşı önlemler, yeni yeni, feda-yı nefs heveslerini canlandıracaktır. Derleyip
toparlayan ‘devrimci bir hareket’ olmadı mı bu umutsuzlara ideolojik esini işte din sunuyor.
Terorizmle başa çıkmanın,-onu yenmenin-yolu savaştan geçmez; şu ana kadar Zenginler
Kulübü’nden, tek bir devlet başkanının bile asla sözünü etmediği, halkların sömürüsüne son
vermekten, kapitalizme karşı uluslararası dayanışmadan geçer...”
Ne dersiniz, çok mu yanlış söylüyor?
Daha Bakunin çağında ‘silahlı eylem’ yandaşlarına, ‘Umutsuzluğun çocukları’
dememişler miydi? ‘Le Combat’, bildiğim kadarıyla ‘Marksist’, (‘Solcu Komünist’) bir
dergidir; aynı yazısında, şu anda Afganistan’ın yaşamakta olduğu ‘facia’ en temel (kilit)
nedenini sıralamış ki inanılmaz Media’mızın dünyada olup bitenlerden habersiz bıraktığı Türk
halkına, en azından son iki tanesini aktarmak, bana her bakımdan yararlı görünmektedir.
‘11 Eylül’, ‘sebep’ mi, yoksa bir ‘bahâne’ mi?
İhtimal, o söyleşinin başlığını hatırlarsınız: ‘O Petrol Orada Durdukça...’ (Cumhuriyet
10 Ekim 2001)... Kimin eseri olursa olsun 11 Eylül faciası, neden Afganistan’a ‘fatura
ediliyor’, sorun bu: gerisinde yatan, ABD Savunma Endüstrisi’ni bölen, çıkar çatışması mı;
yoksa, Asya’daki petrol coğrafyasını, kontrol altına alma çabası mı?
‘Le Combat’, bakar mısınız, soruna nasıl sokuluyor:
“... Kapitalizm gözünde enerjiye, fakat asıl petrole egemen olmak, en büyük davadır,
aksi gibi Afganistan, o petrol haritasının bir parçasını oluşturur.
ABD, Türkmenistan petrolünü (üretimde dünya dördüncüsü) Afganistan ve Pakistan
üzerinden Umman Körfezi’ne indirmek tasarımını yapmıştı; hedefi, eski Sovyet (Orta Asya)
cumhuriyetlerini; Kafkasya ve Hazar hinterlandı petrollerini denetimi altına almaktı; yani,
aynı petrol stratejisi çerçevesi içinde, aynı karanlık güçlerle, Çeçenistan’da olduğu gibi,
Rusya’nın çıkarları tehdit ediliyordu...”
“... (günün birinde) Komünistler’in tekrar iktidara gelmesinden kaygı duyan ABD
Emperyalizmi, bu yüzden hareketsiz kalamazdı; Afganistan’da en etkileyici, en yobaz İslam
kartını oynadı; bu işin ustası olmuş, iki müttefiki aracılığıyla da müdahalede bulundu: biri
(Vahabî) Suûdî Arabistan, öbürü en az onun kadar kökten dinci Pakistan; birincisi, lâzım olan
parayı sağlıyor, ikincisi gerekli askeri formasyonu ve beyin yıkamayı: Usâme bin Lâdin’le
Taleban, işte buradan çıktı! geçiminin bir kısmını haşhaş tarımından elde edebilen bu halkın
dayanılmaz yoksulluğunun da, buradan çıkması gibi!..”
“... Emperyalizm, denetimini kaybetmeye başladığı ‘durum’a, el koymaya karar vermiş
bulunuyor: Güney’deki kökten dinciler yerine, daha ehven-i şer görünen Kuzey İttifakı’nı
koymak niyetinde görünmektedir; yâni ateşin üstünde nalın tekini terk edip, yerine öbürünü
almak için! İşte o zaman, şu soruyu sormanın zamanı gelmemiş midir: New York’taki ‘facia’
(11 Eylül) yaşadığımız bu genel seferberlik telaşının acaba ‘sebebi’ midir? yoksa ‘bahanesi’
mi?..” (Le Combat, No.24)
‘YDD’ seferberliği, ama...
İster ‘bahâne’ olsun, ister ‘sebep’; Dünya Media’sı -özellikle Fransızlar- ABD’nin
‘Yeni Dünya Düzeni Seferberliği’ne yol açan, New York ve Washington olaylarını (11
Eylül), didik didik etmekten geri kalmıyor; işte size yukardaki yorum ve tahminleri teyit eden,
iki ayrı ek bilgi daha:
“1/... Jeopolitik uzmanı Dr. François Lafargue, Paris’te yayınlanan ‘La Liberation’
gazetesinde, kelimesi kelimesine şu satırları yazmıştır:
“...80’li yılların sonlarına doğru Birleşik Amerika SSCB ile korkunç bir savaşa
tutuşmuş Afganlılar’a, önemli lojistik destek sağlamıştı. (...) Gerçekte bu Amerikan
Yardımı’nı doğrudan Pakistan yönlendirmekte idi. (...) Taleban’ın finanse edilmesinde,
günümüzde hayli unutulmuş bir petrol çıkarının önemli rol oynadığı da bilinmektedir: 90’lı
yılların ortasında Hazar petrolleri, Amerikan konsorsiyomu UNOCAL’ın iştahını iyice
kabartmıştı: düşünce, Türmenistan’dan Afganistan’ı aşıp Hint Okyanusu’na ulaşacak, ikili bir
doğal gaz ve petrol boru hattının gerçekleştirilmesini öngörüyordu. Zaten ABD Dışişleri de,
Amerikan petrol lobby’leri de, Suûdi Arabistan ve Pakistan’la mutabık olarak, bu yüzden
Taleban’ın zaferini kolaylaştırmak yolunu seçtiler...”(La Liberation 17 Eylül 2001)...”
2/ ... Agence France Presse, 11 Eylül’den bir kaç gün sonra dünyaya şöyle şaşırtıcı
haberi yaymıştı ki, sanırım bizim gazetelerimiz görmedikleri için yayımlamadılar.”
“... kimliği açıklanmayan Pentagon sorumlusunun açıkladığına göre, olaya karıştığı
şüpheli iki terörist, Amerikan askeri okullarında derslere devam etmişlerdir; birisi,
Teksas’taki Lackland üssünde bulunan Savunma Dil Okulu’na; öteki ise, Alabama’daki
Maxwell üssünde bulunan Hava Savaş Okulu’na...” (AFP, 14 Eylül 2001)
Bilmem yanılıyor muyum: ‘olay’ karıştıkça, sanki basitleşiyor.
(Cumhuriyet, 16 Kasım 2001)
Ölü çok ama, borsa yükseliyor!...
Attilâ İlhan
Kanser, hiç kuşkusuz, o zaman da vardı ama, ‘popüler’ değildi; milletin ağzında, varsa
yoksa, ‘ince hastalık’, yâni ‘Verem’! Edebiyat-ı Cedide ‘hassasiyeti’, bir ‘verem
hassasiyeti’dir; ‘40 Karanlığı’nın, başka bir deyişle, II. Dünya Savaşı yıllarının, iki yaygın
hastalığından, birisi Tifüs’tü, öbürü Verem: lisemizin hem voleybol, hem futbol takımının, en
başarılı oyuncusu; günün birinde, palas pandıras sanatoryuma kaldırılmıştı; çok geçmeden,
ölüm haberini aldık: meğer ‘galopant’ türünden verem imiş, paldır küldür gitti fakir! O tarihte
Verem’in ilacı yok; prevantoryum’lar, sanatoryum’lar, güneşli yüksekliklere kurulmuş;
hastalar, oralara yatırılır; xıx. yy. Batı edebiyatında, ne çok sanatoryum romanı vardır bilir
misiniz? En ünlüsü, sanırım Thomas Mann’ın yazdığıdır; ‘Sihirli Dağ!’
Nâzım Hikmet, ilk tiyatro denemesi olan ‘Kafatası’nı, aynı theme üzerine kurmuştu:
vak’a ‘muhayyel’ bir ülkede, Doleryanda’da geçer; Dr. Dalbanezo, veremin seromunu
bulmuştur; kanıtlamak için çabalıyor; böyle bir ilacın bulunması, bütün o prevantoryum,
sanatoryum şebekesi ve yatırımları için, ne büyük bir tehdittir; düşünebiliyor musunuz? Dr.
Dalbanezo’yu, seromunu ciddiye almayarak, ortadan siler, yatırımlarını ve kazançlarını
‘kurtarmış’ olurlar. Kıssadan hisse, liberal kapitalizm o kadar vahşidir ki, gözünü
kırpmaksızın, binlerce insanın ölümüne göz yumabilir; tek, kazancına halel gelmesin!..
‘Kafatası’, Nazım’ın 1942 Teşrinevveli’nin 14’üncü günü, Yüksekkaldırım’daki Yahudi
sahaftan, kimseye çaktırmadan satın alabildiğim ilk kitabıydı: günün birinde bir TV
konuşmasında, 11 Eylül olayının izahında işe yarayacağını, nereden bilebilirdim?
‘... Darbe, gizli teknoloji kullanarak yapılacak...’
ABD Savunma Sanayii’nin, tartışılan iki konseptinden birisi, ‘ileri teknoloji’, öbürü,
‘klasik’; öteki olayla arasında paralellik’ yok değil; değil ama, terslik de var: burada, yeni
teknoloji, eskiyi süpürmek amacıyla, ‘büyük oynuyor’. Çünkü, Başkan Bush Jr’ın, Askeri
Citadelle Üniversitesi’ndeki söyleviyle, Pentagone’daki eski strateji yanlılarının hücumundan
sonra; durum bir bir olmuştu ya, işte o sıralarda New Yorker’da, Nicolas Lemann, şimdi
okuyanın tüylerini ürperten, o fal gibi yazısını yayımlıyor; fal gibi dediysem, gerçekten öyle;
sadece bir paragrafına şöyle bir göz atmanız, yeterli:
“... Son on yıldır yayımlanan makalelerde, yapılan konuşmalarda başlayıp; Başkan
Bush’un Citadelle’deki konuşmasıyla sonuçlanan birinci bölüm, RMA’nın (Revolution in
Military Affairs) haftaymı kazandığının işareti sayılabilir: İlkbaharda ise, Pentagone’daki
tartışmalarda, ‘Geleneksel Strateji’, ikinci devreyi kazanmıştı. Şimdi RMA tarafı, üçüncü
devreyi kazanmaya hazırlanıyor; bu defaki darbe, onlara çok yakışan bir tarzda, gizli teknoloji
kullanılarak yapılacak...” (New Yorker, 16 Temmuz 2001)
Evet, 11 Eylül faciası bu yazıdan iki ay sonra, onun üzerine geliyor; ve tabii, herkesin
aklına, türlü şey getiriyor; çünkü sonuçları korkunç! Sabotajlardan bihaber görünen ABD
istihbarat örgütlerine; böyle bir tragedyadan sonra, Bush yönetiminin tek soru sormayışı; tek
sorumlu ve görevliyi, yerinden oynatmayışı, zaten işin mahiyeti hakkında epeyce istifhamın
doğmasına neden olmuştu; üzerine bu da eklenince... Yâni, ‘failler’, ta Afganistan’da, tam da
Müslüman petrol coğrafyası’nın en stratejik yerinde; üstelik bir Haçlı Seferi’ne konu olacak
şekilde, tesbite kalkışılırsa!..
Artık kim kalkıp da, yeni ‘teknoloji’ gereksiz diyebilir ki?
En düşük ‘artış’, yüzde 16.5...
Bu varsayım, Batı Dünyası’nın birçok yerinde tartışılıyor, tartışmaların dayandığı, en
akla yakın neden, biliyor musunuz nedir? 11 Eylül’den bu yana, Taleban’ın yaptığı her şeyin,
kalkıştığı her hareketin, aslında, Washington’ın işine yarıyor olması: bir kere, neredeyse hapı
yutmuşa benzer ‘Küreselleşme’, yerini alacakmış gibi görünen ‘çok kutupluluğun’ çanına ot
tıkadı mı, tıkamak üzere mi, çok net değil: ABD, bir taşla birkaç kuş vurmuş oluyor, tabii en
önemlisi, ilk bakışta, yalnız bağlantısını gevşetmiş olan müttefiklerinin değil: Rusya gibi,
hatta Çin gibi ‘potansiyel’ hasımlarının bile, onun etrafında görünmesi!..
Yalnız o kadar mı? Hayır! Daha ilginci, daha çarpıcı olanı, -hele bizim buralarda
kimsenin asla üstünde durmadığı bir şey: ABD’de, Savunma Sanayii şirketlerinin, borsadaki
durumu, son olaylardan sonra acaba ne merkezdedir? Meraklısı için, bunlardan bazılarını
topladım: Tomahawk füzelerini üreten Rayteon kuruluşunun, hisselerinde, yüzde 41.7’lik bir
artış görülmüş; bu artış, hayalet uçakları üreten Northtorp Grumman firmasının hisse
senetlerinde, yüzde 35.5 olarak görülüyor; Lokched Martin firmasının hisseleri, yüzde 23.5
oranında artmış; General Dynamic Şirketi’ninkiler ise, en kötüsü ama, yine de 16.5’lik bir
artış kaydediyor...
İşin uzmanı, ya da meraklısı araştırsa, kimbilir borsadaki artış trendini keyifle izleyip,
ensesini kaşıyan, ne çok firma, ne çok savunma sanayii müteşebbisi bulabilir: hele, bu savaş
dağdağası içinde, Başkan Bush dengine getirip, bir türlü hayalinden vazgeçemediği elektronik
füzesavar sistemini gerçekleştirmeye, Kongre’yi ikna edebilirse, yok mu ya, ABD tarihi’nde
babasını bastırmış, tek başkan oğul o olabilir.
Az şey mi?
(Cumhuriyet, 26 Kasım 2001)
... Bir “gazetecilik örneği” (!)...
Attilâ İlhan
Eskiler bilir, Osmanlı “Rumelisi”nden “muhâcir” bazı aydınlarımız; bir zamanlar
“gazete” diyecek yerde, “gazeta” diyorlardı; “Demokrat İzmir”in, basın tarihine “medeni
cesâreti” ve “nobran babacanlığı” ile geçmiş, sahibi Adnan Düvenci, sanırım o yöre
çocuğudur; onca büyük ve dağdağalı, gazetecilik “serencam”ından edindiği “tecrübe”yi,
“gece sekreterleri”ne aktarırken, derdi ki:
“-... kardaşım, şimdi bak! Gazetacılıkta istihbaratın en büyük müşkilâtı, haberlerin
triage’ındadır; yâni, “ayıklanması”nda! Beynelmilel ajanslar, işlerine öylesi geldiği için, asıl
“haberi” örtbas etmek maksadıyla, masana bir sürü teferruat yığar; gözün açık olacak, kül
yutmayacaksın!”
Zamanla, adeta bürokrasisi oluşmuş “haberciliğin”; haber merkezlerindeki “triage”ı,
nasıl birkaç büyük “ecnebi” ajansın, adeta denetimine bırakmış olduğunu, fark etmedim değil:
gerçekten de, istediler mi, haber yoğunluğunu filan adamın, ya da filan olayın üzerine
yığarak; gazeteci, gazetesi ve okuru için asıl önemli olan haberi gözden kaçırabiliyor; en
azından, “gargaraya gelmesini” sağlayabiliyorlardı.
Nasıl mı? Şu günlerde sanırım, hayli çarpıcı örneğini yaşadık; isterseniz, üzerinde biraz
oyalanabiliriz.
Birbirine “gerekçe” operasyonlar...
Şu Üsâme bin Lâdin “kaseti”!
Çevresinde oluşturulan, o ne muazzam, ne kapsamlı bir ilgiydi, öyle mi? Önce, böyle
bir kasetin “mevcûdiyeti” sızdırıldı; hemen arkasından, “içeriğinin” açıklanıp
açıklanmayacağı, dedikoduları: ABD Yönetimi, ikiye bölünmüş, bir taraf açıklanmasından
yanaymış da, öbür taraf buna şiddetle karşı çıkıyormuş, filan festekiz! Gerilim, ustalıkla
artırılırken; açıklanması, uluslararası büyük bir media gösterisi halinde sunuldu: yalnız bizim
ülkemizde, bilinmez kaç kanal, -yok canıyla- dünyanın parasını ödeyerek, “canlı” olarak
aktardı; gazetelerimiz, ertesi gün, olayı “manşet” yaptılar; fotoğraf ve ayrıntılarına sayfalar
ayırdılar: gerçek midir sahte mi, tartışması günlerce sürdü.
Oysa, kasetin yayınlandığı gün (13 Aralık 2001), emektar Anadolu Ajansı,
telekslerinden Washington çıkışlı bir haber geçiyordu: sıradanmış gibi, dağdağası olmayan bir
haber ki, ne TV haber merkezlerimiz yeterince ilgilendiler, ne de gazetelerimiz üzerinde
durdular; çoğu, sözünü bile etmedi, bir ikisi şöyle dokunup geçti; bu sonuncular arasında
blunan Cumhuriyet, iç sayfalarındaki tek sütunluk metinde, şöyle diyordu:
“... Bush, ABM’den Resmen Çıkıyor/ Washington (AA) - ABD Başkanı George W.
Bush, ABD’nin gelecek yıl, “Ulusal Füze Savunma Kalkanı Projesi”nin, önünde engel teşkil
eden, anti/balistik füze (ABM) Antlaşması’ndan çekileceğini bildirdi. Bush böylece altı aylık,
önceden bilgi verme sürecini de, başlatmış oldu. Bush, ‘Rusya’ya ABD’nin neredeyse otuz
yıllık ABM Antlaşması’ndan çekileceğine dair, resmen bilgi verdim’ dedi.”
“... Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, ‘ABD kararının bir hata olduğunu, ancak bu
kararın Rusya’nın güvenliğini tehdit etmediğini’ bildirdi. Putin, televizyonda yayınlanan
konuşmasında, ‘... Bush’un kararının Rusya için bir sürpriz olmadığını’ belirterek ‘... bu adım
bizim için sürpriz değil; yine de bir hata olduğunu düşünüyoruz’ dedi...” (Cumhuriyet, 14
Aralık 2001)
Meraklısı, elbette hatırlayacaktır: 11 Eylül “faciası”ndan sonra, bu köşede şu “teşhis”
konulmuş, kim bilir belki de, “teşhis”in sahibi aranızdan bazılarınca “hayalperest’in teki”
sayılmıştı.
“... Washington, Avrasya’ya yönelik ‘çıkarma operasyonu’ için, ‘olayı’ gerekçe olarak
kullanıyor: muhtemelen, bu ‘operasyon’ da, ‘füzesavar kalkanı projesinin’ gerçekleştirilmesi
için, gerekçe olarak kullanılacaktır...” (Söyleşi, Cumhuriyet, 1 Ekim 2001)
İşte “senaryo”nun nihayet bu safhasına gelinmiş, ABD’nin akla durgunluk veren
“silahlanma atılımı”nın -ki “soğuk savaşı” başka zeminde başlatacaktır- uygulama aşamasına
geçilirken: dünya kamuoyu, Üsâme Bin Lâdin’in “itirafı” kasediyle, bir güzel “uyutulmuştur”.
Üsâme ne yaptı da, ABD’nin işine yaramadı?
Oysa işin sonunda buraya varacağı o kadar belli oluyordu ki!.. Sadece bu köşede
okuduğunuz birkaç “tespit”i hatırlamanız buna yeter:
Tesbit/1. “... Başkan Bush’un çevresinde artık ‘stratejik çevre’nin önümüzdeki yıllar
içindeki ‘başdöndürücü dönüşümü’nden başka lâf edilmiyor; ortada fol yok, yumurta yokken,
‘müstakbel ve gelişmiş teknoloji’ övüle övüle göklere çıkarılıyor, koyacak yer bulamıyorlar:
‘Reagan Dönemi’nin ‘Yıldız Savaşı’ ünlerindeki değerlendirmeleri akla getiren, bu biraz da
dumanlı sözler, ilerde büyük silah yapımcı firmalar için, yeni ve kapsamlı araştırmageliştirme
çalışmalarını, güvence altına almayı da içeriyor...” (François Schlosser, Le Nouv.
Obs. Nisan 2001/Cumhuriyet, 11 Mayıs 2001: “Söyleşi”)
Tesbit/2. “... peki savaş, ama düşman nerede? Adı ister Bin Lâdin olsun, ister başka bir
şey; ortada ne orduları var, ne de üsleri; varsa da, ulaşılmaz bir yerde! Olaya uygun ve
elverişli bir tepki bulabilmesi için, George Bush’un müthiş bir hayal gücüne sahip olması
lâzım; oysa başkan olalı -hele dış politika söz konusu oldu mu, tam bir hayal gücü darlığı
çektiğini adeta kanıtladı...”
“... ilke olarak, felsefesi basit: primo, ABD’nin yabancı ülkelere angaje olmasını
alabildiğine kısıtlamak! Secundo, ülkeyi her türlü yabancı tecavüzden koruyabilmek için, o
ünlü füzesavar roket şebekesini gerçekleştirmek! 2004 yılından başlayarak devreye girecek bu
füzesavar ağının kaça malolacağını biliyor musunuz? Tam 1.000 milyar dolara!.”. (P. B. -
Gercourt, Le Nouv. Obs. 13/19 Eylül 2001 / Cumhuriyet, 28 Eylül 2001; “Söyleşi”)
Bunlar, ABD Savunma Sanayii’nin, gezegeni böyle trilyonluk kârlar için, bile bile,
tekrar bir savaş ortamına sokmaya çalıştığını gösteren, kanıtlardan sadece ikisi! İlk
bombardımanlar, hisse senetlerini bir hayli değerlendirmişti; sonrakilerin hesabı, daha da
yüksek! İşte bu defa, “trilyon dolarlık” kazançların kapısını açacak, önemli adım, Üsâme Bin
Lâdin kasetiyle, -media sayesinde, kimseyi uyandırmadan- atılmış oldu: hem canım, Üsâme
ne yaptı da, Washington’un işine yaramadı?
Merak ettiğim, hangi gazetenin, AA’nın haberini “manşet”e çıkabildiği?...
(Cumhuriyet, 24 Aralık 2001)
Yasaklı gerçekler
Mine G. Kırıkkanat
Yer, New York Plaza Oteli. Zaman 2001 Temmuz ayı. 11 Eylül’e çeyrek var. Otelin loş
barında, iki gölge konuşuyor. Gölgelerden biri, John O’Neill. FBI’ın ikinci adamı, New York
Ulusal Güvenlik sorumlusu. Diğeri, çokuluslu bir sanayi grubunun ekonomik ‘haber alma’
uzmanı ve bir Amerikan senatörünün danışmanı Jean Charles Brisard. Fransız. İki adam
birbirlerini, uluslararası teröre karşı verdikleri ‘gölge’ savaşlarından tanıyorlar.
O’Neill, 50 yaşının tam yarısını geçirdiği FBI’da, tüm ajanların hayallerini süsleyen
‘Flagship Office’e kapağı atmış ve New York ondan soruluyor artık. Her köşesini tanıyor ve
her köşesinde tanınıyor kentin. New York’un ulusal güvenliğinin kendisine emanet edilmesi
boşuna değil. O’Neill, 12 Ekim 2000 günü Aden Körfezi’nde batırılan ve 17 askerin ölümüyle
sonuçlanan USS Cole destroyeriyle ilgili soruşturmayı yürütmek üzere Yemen’e ‘çıkarma’
yapan FBI ekibinin başındaydı. El Kaide örgütü uzmanı kendisi. Ve Aden suikastında, Usame
bin Ladin’in imzasını bulmakta gecikmedi. Ne var ki, Yemen hükümetinin ‘Rambolar’ diye
tanımladığı FBI ekibi ve şefleri O’Neill’in suikast alanında soruşturma yapması Yemenliler
tarafından değil, kendi ülkesinin Dışişleri Bakanlığı tarafından engellendi.
İki gölgenin Plaza Oteli’nde görüşmesinden yalnızca birkaç gün önce, ABD Yemen
Büyükelçisi Barbara Bodine, FBI’ın ‘birkaç tetikçiyi’ tutuklamakla yetinmesini ve O’Neill
ekibinin bir daha Yemen’e ‘sokulmamasını’ Washington’dan resmen talep etmiş
bulunuyordu. O’Neill, Fransız meslektaşı Brisard’a: “Usame bin Ladin’in örgütünü
dağıtabilecek tüm kilitler ve anahtarlar, Suudi Arabistan’da bulunuyor. Ancak Amerikan
Dışişleri Bakanlığı, Kral Fahd’a karşı güçsüz ve çaresiz!” dedi. O’Neill, Amerikalı
diplomatların sahtekâr çaresizliğini tek nedene bağlıyordu: Petrol çıkarları.
Fransız Brisard kanıt mı istiyordu?
26 Ocak 2001’de oluşan George W. Bush ekibine bakmak yeterliydi. En başta da
Condoleeza Rice’a yakından bakmak...
Bugün Türkiye’nin geleceğini de iki dudağı arasında tutan Mrs. Rice kimdi? Herkes,
‘People’ dergilerinde yayımlanan kadarıyla biliyordu bu hanımın özgeçmişini: Stanford
Üniversitesi Profesörü, SSCB uzmanı ve oğlundan önce baba Bush’un eski Sovyet Bloku’na
ilişkin sorunlarda danışmanıydı, nokta.
Oysa...
Condoleeza Rice, 1991’den 2000’e değin, tam dokuz yıl boyunca dünyanın en büyük
petrol şirketlerinden Chevron Grubu’nun, özellikle Kazakistan ve Pakistan açılımlarından
sorumlu müdürüydü. Chevron, dünyanın en büyük petrol rezervlerinden biri olduğu hesap
edilen ve ‘New Koweit’ diye adlandırılan Kazakistan’daki başlıca yatırımcılardandı.
Tengizchevroil Konsorsiyumu, tümüyle bu grubun denetiminde olup, politikası Condoleeza
Rice tarafından çiziliyordu. Mrs. Rice, baba Bush zamanından oğul Bush zamanına, herhalde
değişmemişti ‘öncelik’lerinde...
John O’Neill, petrol şirketlerinin maaşa bağladığı politikacıların ileri sürdüğü ‘devlet
çıkarı’ paravanasıyla, El Kaide ile Suudi Arabistan arasındaki kör gözüm parmağına
bağlantının devlet eliyle örtüldüğünü ve ABD’deki güvenlik örgütleriyle diplomasi arasındaki
çekişmenin, buradan kaynaklandığını uzun yıllardır, bizzat biliyordu. O gün, çok uzun
konuştular Fransız Brisard’la. Çünkü O’Neill, politikaya kurban edilen ulusal güvenliğin ve
FBI’ın geleceğinden yana öylesine karamsardı ki, kurumdan ayrılmaya karar vermişti. El
Kaide hakkında bildiklerinin, petrol siyaseti uğruna çekmecede unutulmasını ya da
uyutulmasını hazmedemiyordu. Ağustos ayında FBI’a istifasını sundu John O’Neill.
Yaşamını güvenliğe adamıştı, yine güvenlikten kazanacaktı. Yeni görevinde... World Trade
Center güvenlik birimini yönetecekti!
11 Eylül 2001 günü, ilk uçağın çarptığı birinci kulede, tam da ikiz kulelerin güvenliği
üstüne bir toplantı yapıyordu ekibiyle. Gerçek bir profesyonel gibi kuleden çıkmayı başardı,
itfaiye ve sağlık birimlerine haber verdi, polisin gelişini koordine etti. Ve gerçek bir
profesyonel gibi, kulenin boşaltılmasına yardımcı olmak üzere geri döndü içinden çıktığı
cehenneme, ölümcül kaderine. Artık World Trade Center cesetlerinden biri FBI’ın El Kaide
uzmanı eski direktörü.
Dostu ve meslektaşı Jean Charles Brisard, kendisiyle aynı alanda uzman gazeteci
Guillaume Dasquie ile baş başa verip bir kitap yazdılar. Fransa’da yayımlanan ve dünya
siyasal ve finans çevrelerine bir bomba gibi düşen kitabın adı: ‘Yasaklı Gerçek, Bin Ladin’
başlığını taşıyor. Brisard ve Dasquie, John O’Neill’in anısına, başta ABD, tüm müttefiklerinin
El Kaide örgütü ve finansmanı hakkında gizledikleri ne varsa ortaya döküyorlar. Finans
çevrelerinin bir yandan mücadele eder gibi yaptıkları teröre, dehşet verici desteklerini bir bir,
kanıtlarıyla açıklıyorlar.
Bu ibret belgeseline, ileriki günlerde geniş yer vereceğim.
(16 Ocak 2002)
İstim arkadan gelsin (1)
Mine G. Kırıkkanat
5 Şubat 2001, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin soğukkanlı ve ölçülü
bürokratları için bile şaşırtıcı bir gündü. Yeni ABD Başkanı işbaşı yapalı iki hafta bile
olmamıştı ki Kâbil’den gelen beklenmedik bir mesaj, dünya diplomasi çevrelerine bomba gibi
düştü: Afganistan’daki Taliban yönetimi, kısacık tarihlerinde ilk kez, uluslararası meşruiyet,
yani iktidarlarının tanınması için görüşmelere başlamaya hazırdılar. Çağrının bizzat Taliban
Dışişleri Bakanı Muttawakil’in (ya da Mütevekkil) ağzından ve İngiliz The Times gazetesinde
yayımlandığına bakılırsa, Anglosakson dünyaya hitap ettiği açıktı. Muttawakil, ülkesinin
1996 öncesi durumuna, yani Batı’dan yardım aldığı dönemdeki ilişkilere dönmesi
karşılığında, muhataplarını başta Usame bin Ladin’in sınır dışı edilmesi, pek çok hassas
dosyada ‘memnun etmeye’ hazır olduklarını bildiriyordu. Taliban, petrol şirketlerinin
emrindeki Bush yönetimine, Kazakistan petrollerinin Afganistan’dan emniyetli geçişine dair
umut veriyordu, sizin anlayacağınız.
Washington, Taliban’ın çağrısına olumlu yanıt ve ABD ile Afganistan arasında
kurulacak yeni ilişkilerin düzenlenmesini Leyla Helms’in sorumluluğuna verdi. Leyla Helms,
eski İran Büyükelçisi ve bir zamanlar CIA Müdürü Richards Helms’in yeğeni olup, Afgan
kökenli bir Amerikalıydı. SSCB’ye karşı Afgan savaşı sırasında, doğrudan Washington’a
bağlı Friends of Afghanistan ‘dostluk’ derneğinin başına getirilmiş ve ABD kamuoyunda
Afgan mücahitlerine karşı ‘sempati uyandırma’ kampanyasını yönetmişti. Baba Bush
yönetimi sırasında, ABD’nin Afganistan’daki çıkarları gereği kurulan tüm gayriresmi
diplomatik temasları Leyla Helms yönetiyordu. Helms, gayriresmi bir Afganistan elçisiydi
ABD’de ve işin tuhafı, maaşını Washington’dan alıyordu. Elçiliği, Taliban ile ABD
arasındaki ilişkilerin kopma noktasında olduğu yıllarda bile bitmedi. 1999 yılında NBC
televizyonu hesabına Afganistanlı kadınların yaşamını konu alan bir belgesel hazırlayan
Helms, öylesine yağ çekmişti ki Taliban’a, ne NBC ne de başka bir televizyon kanalı, bu
taraflı ‘eseri’ göstermeye cesaret edemedi.
5 Şubat 2001 çağrısından sonra, kolları tekrar ABD - Taliban ilişkilerinin iyileştirilmesi
için sıvayan Leyla Helms, 18 ve 23 Mart arasında Molla Ömer’in başdanışmanı Seyid
Rahmatullah Haşimi’yi ABD’ye getirtti. Amerikalı araştırmacı gazeteci Wayne Madsen’ın
sürdüğü ize bakılırsa, bu beş günlük gezi sırasında Haşimi’nin ilk durağı Directorate of
Central Intelligence, yani CIA ile Dışişleri Bakanlığı İstihbarat Dairesi arasındaki köprüyü
oluşturan DCI oldu. Ama Haşimi’ye verilen önem, bununla bitmiyordu. Molla Ömer’in sağ
kolu, haberalma örgütlerinin özel olarak izlediği ABC televizyonu ve National Public
Radio’dan da Afganistan’ın sesini duyurmak şansına sahip oldu.
Bu ziyaret sonrası ABD, Afganistan’a 114 milyon dolar ‘ek’ yardım yapmayı kabul etti.
Aynı yılın başından beri devam eden yardımlar toplam 124 milyon doları aşmıştı ve bu durum
bizzat Colin Powell tarafından 17 Mayıs’taki bir basın toplantısında açıklandı. Oysa AB, 1998
Temmuz’undan beri Afganistan’a yaptığı tüm yardımları durdurmuştu.
Amerika’nın, hangi vaade karşılık Afganistan’a para vermeyi sürdürdüğü ve hatta
artırdığı bir muamma (mı)ydı acaba? Üstelik, söz konusu yardımlar sürerken, yani ABD
Taliban rejimiyle anlaşmaya çalışırken, neler oluyordu neler:
16 Mayıs 2001 günü, Kofi Annan’ın Afganistan temsilcisi ve aslında ABD’nin has
adamı Fransesc Vendrell, Roma’da devrik kral Zahir Şah’la görüşüyor ve kendisinin
Afganistan’a ‘muhtemel’ dönüşü üstüne pazarlık yapıyordu.
15 Temmuz’da ABD, Berlin’deki Afganistan toplantısında ilk kez ‘Taliban rejimine
karşı muhtemel bir askeri operasyon’dan söz etti. Ve 17 Temmuz’da, uluslararası Batı ittifakı
tarafından Taliban’a iki maddelik bir mesaj niteliğinde ‘haber’ salındı:
- Usame bin Ladin’in yakalanması için Afganistan içinde ve Taliban’a karşı bir
müdahale düşünülüyordu.
- Eski Kral Zahir Şah’ın Kâbil’e dönüp iktidarı ele alması için görüşmeler başlamıştı.
Sizin anlayacağınız, 17 Temmuz’dan öteye ve 11 Eylül olmasa bile, Afganistan’a savaş
açılması, kararlaştırılmıştı. Üstelik ABD’nin yanı sıra tüm Batılı müttefikler tarafından. 11
Eylül, aslında harekatın salt ABD hükümranlığına geçmesini sağladı, ABD’yi ‘tek başına’
yetkili kıldı, o kadar.
Jean-Charles Brisard ve Guillaume Dasquie’nin tüm belgelerin tıpkıbasımlarını içeren
‘Bin Ladin, Yasaklı Gerçek’ adlı araştırmasını özetlemeye, cuma günü devam edeceğim.
(Radikal, 23 Ocak 2002)
Hegemonya ve petrol (2)
Mine G. Kırıkkanat
ABD’ye giderken Türkiye’nin Irak’a olası bir Amerikan saldırısına muhalefetini dili
döndüğünce kararlı bir dille anlatacağını belirten Başbakan Ecevit, Washington’da ne
yedirdilerse, anavatana dönüşte, Irak’a olası bir Amerikan saldırısına Türkiye’nin muhalefet
edemeyeceğini kararlı bir dille anlattı gerçekten. Ve Bush’un Irak’a kesin saldıracağını, ABD
Başkanı’nın Saddam hakkındaki: “O çok kötü bir adam! Görmeye tahammül edemiyorum,”
sözleriyle açıkladı. Böylece sayın seyirciler, dünyanın efendisi ABD’nin, Bush’un kovboy
diliyle gözünün üstünde kaşı olanlar, Amerikan ‘beauty’ ölçülerine uymayanlar, Amerikan
türü iyilikten anlamayanlar tarafından yönetilen ülkeleri döve döve doğru yola sokacağı
anlaşıldı. Ancak Bush, vasat bir zekâ olup kovboy filmlerindeki ‘kötü adam’ söylemiyle
politika yapmaya kalksa da, kuşkusuz Irak’a saldırmak kararının ardındaki gerçek neden,
Saddam’ın bıyıkları değil. Peki ne o zaman? Niçin Irak’ı, bu kez, yerle bir etmeye kararlı
ABD? İsmet Berkan’a sordum; bu kararın çok önce verildiğini, ancak uygulamanın kolay
olmadığını ve ABD, saldırmak için geçerli bir bahane bulana kadar da gerçekleşmeyeceğini
söylüyor. Erdal Güven ise, ABD’nin Irak’la işini bitirip Suudi Arabistan’dan çekilmek
istediğini belirtiyor. Kuşkusuz ikisi de haklı ve bir doğrunun parçaları. Biri çıkıp, ‘Bir başka
neden de petrol!’ dese, ona da inanacağım. Çünkü...
Afganistan savaşı SALT Orta Asya petrolleri için yapıldı ve Başkan Bush’un yakın
çevresi Amerikan petrol şirketlerinin adamlarıdır: Başkan Yardımcısı Dick Cheney, Bush’un
başkanlık seçimi kampanyasına değin, dünyanın bir numaralı petrol ürünleri yan sanayii
Halliburton’un baş yöneticisiydi. George W. Bush’un can ciğer arkadaşı ve Ticaret Bakanı
Donald Evans ile Enerji Bakanı Spencer Abraham, çalışma yaşamlarının büyük bölümünü
Tom Brown petrol sanayiinde geçirmişlerdi. Ekonomiden Sorumlu Bakan Yardımcısı
Kathleen Cooper ise, dünyanın petrol devi Exxon’un (ya da Esso) genel muhasebe
müdüründen başka birisi değildi! Kazakistan’da büyük yatırımları bulunan Chevron
petrollerinin sorumlusu Condoleeza Rice’ı daha önce anlatmıştım zaten.
Orta Asya petrolleri üretim aşamasında büyük ölçüde ABD şirketlerine aitti. Ama son
yıllarda Moskova ve Pekin, bu petrollerin taşınması için art arda ‘pipeline’ anlaşmaları
imzalamışlar; üstelik Hazar Denizi’nin petrollerini taşıyacak Rus boru hattı geçen yaz devreye
girerken, ABD’nin Türkiye Ceyhan boru hattı, henüz proje aşamasındaydı. Eğer müdahale
edilmezse, Kazakistan, Türkmenistan ve Özbekistan’daki ABD şirketlerine ait petrol ve
doğalgaz yatakları, dağıtım ve taşıma aşamasında tümüyle Rus ya da Çin kontrolündeki
‘pipeline’lara bağlanacaktı.
Dolayısıyla ABD, Orta Asya’daki kendi şirketlerine ait petrol ve doğalgazını taşımak
için, kendine ait bir ‘boru yolu’ kullanmalıydı ve bu yol, elbette kendi eliyle iktidara
vidaladığı Taliban yönetimindeki Afganistan’dan geçiyordu...
İşte bu yüzden ABD, Taliban yönetimine karşı alınan tüm BM ve uluslararası kararlara
rağmen, sonuna dek, 11 Eylül’e çeyrek kala Taliban’la gizli gizli temaslarla, sulh yoluyla
anlaşmaya çalıştı. 11 Eylül’den sonra ise savaştan başka çare kalmamıştı.
İşte bu yüzden ABD, Dahran’daki Amerikan üssüne yapılan saldırıdan iki yıl sonra bile,
yani 1998 yılında, İnterpol’e resmen başvurup Usame bin Ladin hakkında uluslararası arama
ve tutuklama kararı çıkartmamıştı! Oysa Bin Ladin, 28 Şubat 1998’de yayımladığı bir fetva
ile genelinde Batı, özelinde ABD’ye cihat ilan ettiğini açıklamıştı. ABD, Usame bin Ladin’i
Dahran saldırısından resmen sorumlu tutarken, El Kaide’nin başı hakkında İnterpol’e yapılan
tek başvuru ve tutuklama emrini kim çıkarmıştı biliyor musunuz? Libya ve lideri Albay
Kaddafi...
Ama bu durum, yeri gelince, ileride, başka bir yazının konusu.
(Radikal, 25 Ocak 2002)
Demek ki neymiş?
Mine G. Kırıkkanat
Vallahi ben de şaşıyorum. Afganistan savaşı başlarken, bu savaşın kolay bitmeyeceğini,
kolay kazanılmayacağını, Türkiye’nin bulaşmaması gerektiğini savunanlar arasında yer
almıştım. Sonra borazanlar çaldı, ABD Taliban’ı sildi süpürdü, El Kaide’yi dümdüz etti
dediler. Oysa ne Bin Ladin’den haber vardı, ne Molla Ömer’den. Ortada yüzlerce ceset falan
da yoktu. Siyasal anlamda bir zafer kazanıldığı kesindi. Ama Guantanamo’ya tıkılan 200 esir,
bir askeri zafer ifade edebilir miydi? Belki de dünya değişmişti, ben yanılmıştım, demek ki
siyasal zaferler, askeri zaferlerden önce kazanılabiliyordu. Bir de baktık ki, savaş yeniden
başlamış... Afgan dağlarında müttefik güçlere karşı direnen Taliban ve El Kaide savaşçılarının
sayısı, nedense her gün artarak veriliyor. Önce dağlarda 200 militan var, sonra 400’ünü
öldürdük dediler, şimdi 2 bin savaşçıdan söz ediyorlar. Artık hiçbir veriye inanmıyorum. Ne
öldürülenlerin sayısına, ne öldürenlerin.
Afganistan’da asıl savaş, şimdi başlıyor bence. Belki yanılıyorum, ama Türkiye’de
Irak’a doğru öttürülen borazanların da zamansız çaldığını ve Afganistan’daki savaş
bitmedikçe, Irak’ta ikinci bir cephe açılmayacağını düşünüyorum. Hele Türkiye sıkı durursa,
en azından bu yılı atlatırız gibi bile geliyor.
Çünkü...
Nedense Türkiye’de pek üstünde durulmayan bir gelişme oldu ABD’de: Amerikalılar,
11 Eylül sonrası alınan kararlarda ciddi biçimde İsrail’in gazına gelip gelmediklerini
düşünüyorlar. Hani şom ağızlar, 11 Eylül suikastlarını İsrailli ajanların eseri olduğunu
yayıyorlardı ya, tabii kör gözüm parmağına bir Yahudi düşmanlığıydı bu dedikodu. Ama, 26
Şubat’ta ortaya çıkan, aslında 2001 Ocak ayında başlatılan çok gizli bir soruşturmanın
sonuçları, İsrail istihbarat örgütü Mossad’ın, Arap teröristlerin 11 Eylül planını önceden haber
aldığını, hatta kuleleri vuran uçaklardaki teröristleri adım adım izlediğini ve Washington’ı
‘büyük bir terör eylemine’ karşı uyardığını... Ne var ki ve nedense, teröristlerin eyleme
geçmeden yakalanmalarını sağlayacak bilgileri vermekten kaçındığını gösteriyor! Le Monde
gazetesinin (6 Mart) tam sayfa ayırdığı habere göre, Amerikan güvenlik birimleri 11 Eylül
2001’i izleyen aralık ayı başında, tam 125 İsrail uyrukluyu gözaltına almış. Amerikan Adalet
Bakanı’nın Le Monde gazetesine verdiği bilgiye göre, 12’si halen tutuklu bulunan bu
İsraillilerin büyük bölümü sınır dışı edilirken, diğerleri serbest bırakılmış.
Meğer ABD, 11 Eylül öncesi, İsrail uyruklu güzel sanatlar okulu öğrencisi ve tablo
tüccarı kaynıyormuş, sevgili okurlar. Ama tesadüf işte, yakalanmayanlarla birlikte sayıları
140 olarak verilen ve 25 yaşlarındaki kızların birbirinden güzel, erkeklerin de birer Apollon
olduğu bu öğrencilerin hepsi, aynı zamanda ‘seçkin’ internotlar, bilgisayar uzmanları ve
çoğunun, Mossad’da verilmiş bir formasyonu var. Yine tesadüf işte, genç ve yakışıklı
İsraillilerin üçte biri, 2001 yılı başından öteye, 11 Eylül’ü gerçekleştiren Arap teröristlerin
ikamet ettikleri Florida’da, tam da Fort Lauderdale ve Miami’nin kuzeyindeki Hollywood’da
yerleşmişler. Yani, Arap teröristler neredeyse, onlar da oradaymış.
ABD, İsrail’in 11 Eylül hakkında ‘bilmemesi imkânsız’ bilgileri, kendisine ‘bilerek’
vermediğinden kuşkulanıyor. Ve bu mantıktan yola çıkarak, 11 Eylül’ün İsrail’in ‘işine
geldiği’ için önlenemediğini...
ABD’nin Irak’a saldırması da çok işine gelecek bu günlerde İsrail’in.
Amerikan ordusu Saddam’ın tepesine, İsrail ordusu artık Allah ne verdiyse, kim işine
gelirse, onun peşine... Senaryo İsrail açısından fena değil de, ABD şöyle bir durup düşünecek
gibime geliyor artık. Bin Ladin ve şürekâsını gerçekten ele geçirinceye kadar belki.
Bilmem anlatabildim mi?
(Radikal, 8 Mart 2002)
Bu işin içinde bir iş var (mı?)
Fehmi Koru
Amerikan basını bizim basının, Amerikan yetkilileri bizim yetkililerin arkasından nal
topluyor, ama olsun; sonuçta 11 Eylül eylemine bir suçlu bulunmuşa benziyor:
Müslümanlar… Kimi, Üsame bin Laden üzerinden, kimi Ortadoğu’da bol miktarda bulunan
örgütlerin adını anarak, dünyayı sarsan eylemin sorumlusunu bulduğu iddiasında. Henüz tek
bir tutuklama yok, Amerikalılar daha tek kişiden ‘zanlı’ diye söz etmiş değiller, ancak orada
da ‘insan avı’ başladı.
İyi de, en azından iki temel yanlışlık sizin de gözünüze çarpmıyor mu?
İlk yanlışlık, terörün bilinen tanımlarıyla olup biten arasındaki çelişkide yatıyor. New
York ve Washington’da simgesel değeri büyük hedeflere kamikaze vuruşu yapan uçaklar bir
‘terör eylemi hârikası’ gerçekleştirdiler, ama bu ‘şaheser’ henüz sahipsiz... Oysa, terör
eylemleri, gerçekleştirenler için ‘propaganda’ değerine de sahiptir. Sözgelimi, 10 Eylül günü
İstanbul/Taksim’de patlayan ve can alan bombalı eylemi DHKP-C derhal üstlendi. ABD’deki
11 Eylül eylemlerini gerçekleştirip de bunu propaganda vesilesi yapmayacak bir ‘örgüt’
tahayyül bile edilemez. Ancak, ne ardından ne de bugüne kadar, herhangi bir örgüt “Eylem
bizim eserimiz” diye ortaya atılmadı. Memnuniyetini gizlemeyen Üsame bin Laden ise
eylemde hiçbir rolü bulunmadığını ısrarla belirtiyor.
Terör ve terör örgütünün doğasına aykırı bir durum bu.
İkinci çelişki, bu tür eylemlerden sonra ortaya atılması gereken “Kim kazandı?”
sorusunun bugüne kadar hiç sorulmaması. Oysa, her eylem, bir sonuç almak üzere
gerçekleştirilir. New York ve Washington’daki eylemler de Demirperde’nin çöküşüyle
dünyanın tek süpergücü haline dönüşmüş ABD’ye bir mesajdı; kendi topraklarında bile
güvende olmadığını duyurmayı amaçlayan bir mesaj... Verdiği tepki ABD’nin mesajı doğru
algıladığını gösteriyor. Biraz da bu sebeple, fazla gecikmeden, benzer eylemleri sahnelemek
isteyeceklere müthiş bir gözdağı vermek niyetinde ABD.
Kimsenin şimdiye kadar sormadığı soruyu, Texas/ABD’de yerleşik Stratfor adlı
araştırma kuruluşunun başkanı George Friedman, eylemin olduğu gün (11 Eylül) kaleme
aldığı “The big winner today, intended or not, is the state of Israel” (Niyeti vardı, yoktu
bilmem, ama büyük ikramiye İsrail’e çıktı) başlıklı rapora taşıdı. Friedman İsrail’in düşmanı
bir yorumcu değil; zaten raporunda, eylemi gerçekleştirenlerin İslâm dünyasında aranması
gereğine işaret ediyor ve adını vermediği, ama Afganistan ile İran ve Sudan olmadığını
özellikle belirttiği bir İslâm devletinin eylemin arkasında olduğunu da belirtiyor. Kanaati ise,
eylemin, başı dünyayla dertte olan İsrail’in işine yaradığıdır.
Raporu okuyunca, Friedman’ın “Hiç de aptal değiller” dediği eylemcileri iyice aptal
yerine koyduğu gözden kaçmıyor: Kendi aleyhlerine değerlendirilecek ve yaptıklarının
İsrail’in yanına kâr kalmasına yol açacak böyle bir eylemi, İslâm Dünyası içinden bir devlet
(veya örgüt) neden yapsın ki?
ABD’deki eylemler sadece İsrail’in işine yaramadı, Dünya Ticaret Merkezi’ne ilk düşen
uçakla birlikte bizdeki bazı yorumcuların ağızları kulaklarına vararak tekrarlamaya
başladıkları, “İslâm Dünyası için demokrasi lükstür; terör tehdidi altındayken insan haklarına
aldırılamaz” tezinin sahipleri de bu hâince eylemlerden elleri güçlenerek çıktılar. ABD
üzerinden Avrupa’ya, “Demokrasi ve insan hakları gibi konularda hassasiyet yersiz” mesajları
gönderiliyor... Ellerinden gelse, kendi önyargılarıyla ilân ettikleri ‘suçlu’nun üzerine
NATO’yu saldırtacaklar...
Oysa, kendi alanında ‘şaheser’ eylemleri kimsenin üstlenmemesine ve ‘uygarlıklar
çatışması’ tezini desteklemesi bakımından İslâm Dünyası’nın aleyhine, ‘kıyamet senaryoları’
yazanların lehine gelişmesine bakıp “Bu işin içinde bir iş var” kuşkusu duyulması gereken bir
durumla karşı karşıyayız. Kullanılan piyonların kimliği fazla önemli değil, önemli olan bu
hâin planın müellifinin kimliği...
Kim olabilir acaba?
(Yeni Şafak, 14 Eylül 2001)
Olabilir... Olamaz...
Olabilir... Olamaz...
Fehmi Koru
Dün, liberal bir partinin lideriyle kahvaltı ederken, açıkladığı görüşlerinden, onun da
kafası karışıklardan olduğunu fark ettim. New York ve Washington’da meydana gelen
olayların anlatıldığı gibi olmasını imkânsız görüyor: “Birbirine yakın saatte, dört uçağı, dört
ayrı kentten, dört ayrı terörist timi kaçıracak, dördünün pilotu da kuleyi eylemden haberdar
eden düğmeye basamadan teslim olacak... Aklım almıyor...” Ağzından hep rasyonel cümleler
duymaya alıştığım liberal siyaset adamı kuşkulu.
Onun kafasını karışık görünce bir başka noktayı da ben hatırlattım: “Bizim herşeyi
kaydeder ve üzerinde oynamak mümkün değildir diye bildiğimiz karakutuların âkıbetinden
haberdarsınız, değil mi? Bulundular, ama kutularda hiçbir kayda rastlanmadığı açıklandı...”
Kayıt olsa pilotların kendi aralarında ve kulelerle yaptıkları konuşmalar öğrenilecek; dört
uçağın karakutularına karartma uygulanması havacılık tarihinde bir istisna teşkil ediyor...
Bu konulara girdiğimiz bir başka ortamda, dostlarımdan biri, “Dördüncü uçaktaki
yolcuların cep telefonuyla konuştukları iddiası size de tuhaf gelmiyor mu?” deyiverdi. Öyle
ya, diğer üç uçağın yolcularına böyle bir fırsat verilmezken, dördüncü uçaktaki ‘eylemciler’,
kurbanlarına dönüp, “İsterseniz evlerinizi arayabilirsiniz” demişler de, içlerinden CNN
programcısı olan bir bayan, Anayasa Mahkemesi’nde savcı olan eşini arayıp vedalaşmış...
Uçakların dıştan müdahaleyle değil de, içerideki korsan timi tarafından kaçırılarak ikiz
kulelere ve Pentagon’a çarptırıldıklarına dair eldeki tek delil uçaktan telefonla yapıldığı
söylenen o görüşme... Bir de, otomobillerin fren sistemine müdahale edilerek eylem
yapılmasına benzer bir yolla, uçakların dışarıdan yönlendirilmesini mümkün kılacak şekilde
bir teknoloji olup olmadığını bilmiyoruz. Dostuma göre, hedefe vuran üç uçak, dışarıdan
kontrollu kullanıldıkları izlenimini veriyor... Liberal politikacı, “Eylemleri pilotlar içerisinde
güçlü bir dâhili örgüt yapmıştır” görüşünde...
Bir başka dostum, dördüncü uçakla ilgili olarak, ilk gün duyulan, önce kanatlardan
birinin alev aldığı haberinin sonradan unutulmaya terkedildiğine dikkat çekti. “Oysa” dedi o
dost, “Eğer ilk önce kanat alev almışsa, bu, o uçağın içeriden, yolcular tarafından değil,
dışarıdan, muhtemelen bir füze marifetiyle düşürüldüğü anlamına gelir...” Böyle bir durum
gerçekten söz konusuysa, eylemlerle ilgili bütün teorileri yeniden gözden geçirmemiz şart...
Bir okur, ABD sisteminin adını ‘komplocu’ya çıkararak dediklerine dikkat
edilmemesini sağladığı Lyndon LaRouche’un eylemle ilgili taze görüşlerini gönderdi bana.
LaRouche’un çıkardığı ‘Executive Intelligence Review’ (EIR) adlı dergiyi yıllardır izlerim;
dünyanın ne yöne gittiği hakkındaki öngörüleri hep dikkatimi çeker. Ekonomik kriz yüzünden
sessiz sedasız geçtiğimiz ‘Para Kurulu’ (money board) sisteminin Türkiye’ye dayatılacağını
neredeyse iki yıl önce EIR’da okumuştum sözgelimi...
2004 yılındaki başkanlık seçimlerine adaylığını koyacağını şimdiden ilân eden Lyndon
LaRouche, 11 Eylül günü, olayın olduğu saatlerde, bir radyoda görüşlerini açıklıyormuş...
Daha ilk uçakla birlikte, program sunucusu Jack Stockwell’e, “Göreceksiniz” demiş, “Bu
eylemden dolayı Üsame bin Laden suçlanacak...” İyi mi? İkinci kuleye de bir uçak çarptığını
duyunca, LaRouche, programcıya, “Bu bir dahili istikrarsızlaştırma operasyonu” tespitini
iletmiş, şu sözleri de ekleyerek: “Zaten böyle bir operasyon yapılacağını duymuştuk...”
Bu görüşmeden, Amerikalı politikacı ve yayıncı Lyndon LaRouche’un, böyle bir
uğursuz gelişme beklentisi içerisinde olduğu anlaşılıyor. “Bin Laden suçlanacak” demesi de,
“İstikrarsızlaştırma amaçlı bir dâhili operasyon” teşhisi koyması da o beklenti üzerine
oturuyor. ABD’nin George W. Bush ile almakta olduğu yola bakanlar, “Böyle bir gelişme
beklenebilir” demekteymişler...
Böyle bir eylemi beklediği anlaşılan bir de ülke olduğu ortaya çıktı: İsrail... Şaşırdınız,
değil mi? Öyleyse yazacaklarımı okuyun...
‘Yüzyılın terör olayı’ diye de anılan uçakla saldırıya muhatap olan Dünya Ticaret
Merkezi (DTM) bir tür Babil bahçesi gibiydi; hemen her dinden, ırktan, renkten insanın
çalıştığı bir yer olduğu için... Düşünün ki, en az 100 Türk’ün çöken ikiz kulelerin enkazı
altında kaldığı sanılıyor. Böyle bir mekânda Musevi asıllıların, hatta doğrudan İsrail
vatandaşlarının bol miktarda bulunması beklenir. Bu konularda hassasiyeti bilinen İsrail’in
kayıplar için gürültü koparması da... 17 Ağustos gecesi Çınarcık’ta bulunan iki elin
parmakları kadar az İsrail vatandaşı için deprem sonrası gönderilen özel timleri ve sarf edilen
çabayı hatırlayın...
Şimdi ise İsrail’den ses çıkmıyor... Eğer doğruysa, İsrail iç istihbarat örgütü ‘Shabak’
ikiz kulelere yapılacak eylemden önceden haberdarmış ve Ürdün’de çıkan ‘el-Watan’
gazetesine göre, binalarda çalışan İsraillileri o gün işe gitmemeleri konusunda uyarmış...
İsrail’de çıkan Yadiot Ahranot gazetesi ise, o gün New York’ta yapılacak bir Musevi
festivaline gitmesi beklenen başbakan Ariel Şaron’un seyahatini de Shabak’ın engellediğini
yazmış...
CIA ve FBI’nın haber alamadığını Shabak’ın bilmesine ne diyorsunuz?
(Yeni Şafak, 20 Eylül 2001)
Dehşete düşüren şeyler yazıyorum
Fehmi Koru
Yönetime yakın bir Amerikalı akademisyen dostum, “Türk basınında izlediğim iki-üç
yazardan birisin, ancak son zamanlarda yazdıklarından dehşete kapılıyorum” diye beni
ayıpladı. Uzun yıllardır ABD’de gazetecilik yapan bir dost ise, “O ne yaparsa bir bildiği
vardır” deyip bana kredi açsa bile, görüşüne değer verenler tarafından soru yöneltildiğinde,
son iki haftadır yazdığım Kulis’lerde anlatılanlara aklının yatmadığını iletmeden duramamış...
Her ikisi de en fazla aynı konuya takılmışlar: Bir Ürdün gazetesine (el-Watan)
dayanarak yazdığım, “İsrail saldırıdan haberdarmış, ulaşabildiklerine o sabah Dünya Ticaret
Merkezi’nden uzak durmalarını tebliğ etmiş” bilgisi... Akademisyen dost, “Hiç öyle şey olur
mu?” diyor ve beni yeterince araştırma yapmamakla suçluyor...
CNN’nin New York saldırısı sonrasında yayınladığı, sevinen Filistinli görüntülerinin
1991 yılına ait olduğu iddiası, bir Brezilyalı öğrenciye atfen, daha ilk gün ulaştı bana; iddia
çoğalarak gelmeye devam etti. Aklım basmadığı için değinmedim bile. Aklımın
basmamasının sebebi, CNN’nin haber koordinatörü Eason Jordan’ı tanımam ve özellikle
İslâm Dünyası’na dönük haberlere fevkalâde titizlendiğini bilmem... CNN vahim bir
yayıncılık hatası yaparsa hemen düzelten bir kurum; ilk gün ‘terörist’ diye tanıttığı ‘Bukhari
kardeşler’ ile ilgili haberi, yanlışını öğrenir öğrenmez, “Hata yaptım” diye kendisi duyurdu...
İsrail’in saldırıdan haberdar olduğu için ikiz kulelerde hiçbir İsrailli’nin ölmediği haberi
peki? Bundan haberdar olunca, hemen İsrail’de çıkan Jerusalem Post ve Ha’aretz adlı
gazetelerin web-sitelerine ulaşıp saldırıda hayatını kaybeden İsrailli sayısını öğrenmeye
çabaladım. Hayret, her iki gazete de bu konuyla ilgili tek bir haber ve yazı yayımlamamış...
17 Ağustos depremine Çınarcık’ta yakalanan on kişi için kalabalık bir ekip gönderen İsrail’in
tek vatandaşının burnunun kanamasına dahi önem verdiği biliniyor. Hayretim beni CNN web
arşivine sürükledi; oradaki haberlerde de her ülkenin adı geçiyor, ancak kayıp listesinde İsrail
devleti yer almıyordu... Ben de yazımda Ürdün gazetesinin verdiği bilgiyi kullandım...
Dünya Ticaret Merkezi’nde İsrailli ölü ve kayıplarla ilgili tek ayrıntı, cuma günü (21
Eylül) Milliyet’te rastladığım genel tabloda yer alan “İsrail: 133” rakamıdır. Başkan George
Bush’un hazırlatıp açıkladığı listeymiş bu... Bu kadar...
Kriz ve savaş ortamları, Anglo-Saksonlar’ın ‘spin doctors’ dedikleri, gerçekleri çarpıtıp
yamultmayı da görevi bilen bazı tipler hemen devreye girdiği için, çok dikkatli olunması
gereken ortamlardır. Körfez Savaşı dönemini hatırlayın. Irak işgali altındaki Kuveyt’ten
ekranlara ulaşan görüntülerin hangisi sahici, hangisi türetilmişti, bugün bile bilemiyoruz.
Denize dökülen petrol atıkları arasında fotoğrafı çekilen karabatağı hatırladınız mı? O bir
gözboyamaydı işte... “Canımı ve ırzımı Iraklıların elinden zor kurtarıp kendimi buraya attım”
diye New York’ta kameralar karşısına çıkan genç kız da, Kuveyt’in Birleşmiş Milletler
temsilcisinin işgalden sonra Kuveyt’te hiç bulunmamış kızıydı...
Amerikalıların her durum için bir veya birden fazla filmleri vardır, unutan bizleriz...
Oysa, şimdikine benzer kriz durumlarının sanal etki vermek üzere kullanılabileceğinin en
çarpıcı örneği, senaryo yazımına ünlü tiyatro adamı David Mamet’in de katıldığı Barry
Lewinson tarafından çekilen 1998 yapımı ‘Wag the dog’ filminde yer alıyordu. Hani, Dustin
Hoffman ile Robert de Niro’nun başrol oynadığı, tam seçim arefesinde bir seks skandalı
yüzünden başı derde giren ABD başkanını kurtarmak için yazılmış ‘gerçek olmayan savaş’
senaryosu canım...
O filmde, başkanı kurtaran, bütünüyle Hollywood stüdyolarında artistlerle çekilen sanal
bir savaştı; Amerikan halkı, günler ve günler boyu, ülkelerinin Arnavutluk’la savaşa girdiğini
düşündüler... Oysa, Arnavutluk’un ne savaştan haberi vardı, ne de ABD ile ilişkilerinin
bozulduğundan... Filmin sonunda, bir kaç can yandı, ama zor durumdaki başkan seçimi
yeniden kazandı.
Küçükten beri, bana “Çok film seyrediyorsun” diye itiraz edenler olur; bazen
karşımdakini haklı bulur savunmaya geçerim. Geçen akşam, bir tartışma sırasında, akademik
unvanlı bir bayanın ağzından, “Amerikalılar yapacaklarına bizleri iki araçla hazırlar; biri
Hollywood, diğeri de medya” cümlesi çıktığında, bu yolda yapılacak tüm eleştirilere karşı
kendimi savunacak mekanizmaya artık sahip olduğumu anlayıverdim. Serüven filmlerini
izlemesem (önümüzdeki günlerde ayrıntılı olarak ele alacağım ‘Kod adı: Kılıç balığı’ adlı
filmi gösterimden kaldırılmadan gidip görmenizi tavsiye derim), gerilim romanları
okumasam, dünyadaki herşey kendiliğinden oluveriyormuş diye inanacak, her söylenene
kanacaktım...
Belki de doğru davranış o. Bazı meslektaşların, Washington’un senaryolarını hemen
kabullenivermeleri, bakıyorum, hepsini ‘Valium’ içmişcesine rahat ve huzura kavuşturuyor.
Uzaklardan ayıplar ifadelerle yazdıklarıma tepki veren dostların önemli bir itirazları
daha var: “Herhangi bir katakulli olsa, Amerikan basını didik didik eder, onu ortaya çıkartır”
iddiasındalar. Üzerinde durmayı gerektiren bir itiraz bu.
Yarını bekleyin, zararlı çıkmayacaksınız...
(Yeni Şafak, 23 Eylül 2001)
Komplo teorilerine sakın kanmayın
Fehmi Koru
Ortalığın ‘komplo teorileri’ ile kaynadığından yakınan Hadi Uluengin’e hak veriyorum.
Ne kadar akıl almaz senaryolar onlar! Bugünküne benzer ortamların sağlıksız olduğunu en iyi
geçmişte ‘komplo teorileri’ ile haşır neşir örgütler içinde bulunmuş kişiler bilir zaten...
Hadi’nin o benzersiz üslubuyla dile getirdiği yakınmaya ben de yürekten katılıyorum.
Kendi hesabıma, komplo teorilerine esir düşmemek için, iki yöntem uyguluyorum:
Birincisi, komplocu gazete ve dergilere göz bile atmıyorum... İkinci yöntemim ise, herkesin
‘güvenilir’ bulduğu dışındaki kaynaklara itibar etmemek... AP, UPI, AFP, Reuters ve benzeri
haber ajansları, BBC, CNN, VOA gibi tv ve radyolar, New York Times, Sunday Telegraph,
Jerusalem Post, Ha’aretz gibi gazeteler ile Batılı yazarların yazdığı veya muteber
yayınevlerinin yayınladığı kitaplar... Benim başvuru kaynaklarım bunlarla sınırlı.
Bu kaynaklarda okuduklarımı bile ihtiyatla karşılamamı herhalde mâzur görürsünüz.
Çünkü, bugünküne benzer ortamlarda, yönetimler, elleri altındaki iletişim araçlarının itibarını
zedelemeyi bile göze alarak koyu bir sansür uygulayabiliyorlar. Daha dün bizim gazetelerde
de yer alan ‘Voice of America’nın (VOA, Amerika’nın sesi radyosu) Tâlibân lideri Molla
Muhammed Ömer ile gerçekleştirdiği mülâkatın yayınına, ABD dışişleri bakan yardımcısı
Richard Armitage’ın, hem de radyoevine kadar giderek engel olmak istemesi göz açıcı bir
haber. Bereket VOA direndi. Gerçeklerin peşinde koşanların, ya da güvenilir kaynaklara
dayanarak yazı yazan ve yorum yapanların işleri epey güç...
Kendi başımdan geçen Dünya Ticaret Merkezi’nde (DTM) hayatlarını kaybeden
İsrailliler ile ilgili sayısal bilgi olayını hatırlayacaksınız. Bir Ürdün gazetesi (el-Watan),
güvenilir kaynaklara dayanarak verdiği haberde, ikiz kulelere yapılacak intihar saldırısından
haberdar olan İsrail’in, erişebildiği vatandaşlarına, “11 Eylül sabahı DTM’den uzak durun”
mesajı ilettiğini bildirmişti. CNN’in ve Jerusalem Post ile Ha’aretz gibi gazetelerin arşivinde
dolaşıp, ölü ve kayıp kişilerle ilgili ya tablo olmadığını, ya da verilen tablolarda İsrail’in
bulunmadığını görünce, Ürdün gazetesinin haberini sizlere aktarmıştım...
Önce, ABD yönetimine yakın bir akademisyen dost “Dehşete kapıldım” tepkisini verdi,
sonra Milliyet’teki tabloda, “İsrail’in kaybı 133” rakamıyla karşılaştım.
Tam olayı kendi yönümden kapatılmış sayıyordum ki, Batı’nın güvenilir haber
kuruluşlarından Agence France-Presse’in (AFP) servise soktuğu bir haberle karşılaşmayayım
mı? AFP’nin son (26 Eylül) raporuna göre, DTM’de İsrail’in can kaybı sadece iki kişi, iki kişi
de çarpan uçaklarda hayatını kaybetmiş... kayıp İsrailli sayısı da 60...
Gelin de, bu durum karşısında, Dr. Sollaso gibi hiddetten şapkanızı yemeyin bakalım...
O haberi okuyunca, bazı yazar dostların “Absürd” dedikleri cinsten “İsrail olaydan
haberdardı, uyruklarını da uyardı” haberine hak veresim geldi. Oysa, buna inanmak, işin
içinde bir ‘komplo’ olduğunu düşünmek demek... Deli miyim ben?
Bu da yetmezmiş gibi, dün (26 Eylül 2001), ‘komplo’ kokan başka bir haberle İsrail’de
çıkan Ha’aretz gazetesinde yüzyüze gelmeyeyim mi? Akıl sağlığımı korumak için öyle
kenarda köşede kalmış haber ve yorumlardan gözümü bile kaçırırken, bir İsrail gazetesinin
aklımı şaşırtmak için devreye girmesi... Olacak şey değil!
En iyisi, “İki Odigo çalışanı DTM saldırısını öngören mesaj aldılar” başlıklı Yuval Dror
imzalı Ha’aretz haberine (26 Eylül 2001) bir göz atmak: “Anında mesaj servisi Odigo, ikiz
kulelere 11 Eylül günü yapılan saldırıyla ilgili olarak, iki çalışanının, saldırıdan iki saat önce
mesaj aldıklarını söylüyor. Şirket, saldırıyı öngören mesajı gönderen kişiyi bulmak için İsrailli
ve FBI dahil ABD’li güvenlik güçleriyle işbirliği halinde.”
Bilgisayar ve internet kullanıcıları ICQ adlı sistemi bilirler; kişilerin birbirleriyle
eşzamanlı olarak görüşüp haberleşmelerine yarayan bir sistemdir ICQ. Odigo da aynı işe
yarayan benzer bir sistemmiş... Bu arada, ICQ’nun da Odigo gibi İsrailli bir şirketin ürünü
olduğunu öğrendim. Sistemi kullanan biri, olaydan tam iki saat önce, iki Odigo çalışanına
gönderdiği mesajlarla, “Göreceksiniz, ikiz kulelere saldırı olacak” demiş, iyi mi?
İngiliz Sunday Telegraph gazetesi de, geçen hafta (16 Eylül 2001), İsrail istihbaratının,
ABD’yi, görünür bazı hedeflere yönelik saldırılar düzenleneceği konusunda bir ay önce
uyardığını yazdı. Gazeteye göre, iki Mossad uzmanı, Ağustos ayında, Washington’a kadar
giderek, CIA ve FBI’yı uyarmış...
Mossad’ın yüzünü pek göstermeyen başı Ephraim Halevy’nin, bizzat katıldığı
“Ortadoğu’da istihbarat ve barış” konulu konferansta yaptığı konuşmada, Batılı istihbarat
örgütlerini elektronik âlet edevâta fazlaca güvenip insana (casusa) dayanan beşerî istihbaratı
ihmal etmekle eleştirdiğine dair Jerusalem Post (25 Eylül 2001) haberini okuduğumda, ilk
tepkim, “Amma da böbürlenmiş ha!” oldu, ama sonra sonra, “Halevy’nin övünmesi yerinde”
demek zorunda kaldım.
Hadi Uluengin’in ‘komplo teorileri’ne yüz verilmemesine dönük uyarısı da haklı bir
uyarı; kafayı dinç tutmak istiyorsanız, mantıklı haberler veren kaynaklardan hiçbir zaman
şaşmayacaksınız...
(Yeni Şafak, 27 Eylül 2001)
Komplo teorilerini temizleme benim işim
Fehmi Koru
Pek çok kişi “Komplo teorisi” diye küçümseyerek diline doladığı için ele almak
zorundayım: O meş’um 11 Eylül günü, dünyanın dört bir tarafından binlerce insanın çalıştığı
Dünya Ticaret Merkezi’nde (DTM) dört İsrail vatandaşı hayatını kaybetti; iki İsrail vatandaşı
da Pentagon’a çarpan uçakta... Bu bilgiyi veren Agence France Presse (afp), “60 kadar İsrailli
de kayıp” notunu düşmekte...
Bu tablodan “11 Eylül eylemleri İsrail’in işi” sonucunu çıkartmıyorum ben; vardığım,
“11 Eylül eylemlerinden İsrail önceden haberdardı” sonucudur. İngiliz Daily Telegraph
gazetesi, daha önce burada kayda geçirmiştim, “Eylemlerden haberdar olan Mossad,
bilgilendirmek üzere, bir uzmanlar timini önceden ABD’ye gönderdi” haberini dünyaya
duyurdu zaten.
Mossad’ın elinin uzun olduğunu bilenler açısından bunda şaşılacak bir nokta olmadığı
gibi, bu gerçeğe ‘komplo’ demenin de bir âlemi yok...
Dünyanın en sıkıntılı işlerinden biri Museviler hakkında yazı yazmaktır; kantarın topuzu
birazcık kaysa düşeceğiniz yer ‘anti-Semitizm’ tuzağı olduğu için... Oysa, aralarında
dostlarım olduğundan biliyorum, hakkaniyete uygun yayınlardan hiç gocunmayan insanlardır
Museviler... Gerçeklerin yazılmasına karşı olmak, gerçeği yazanlara “Komplocu” demek bir
yana, yanlışlara işaretin kendilerine düzeltme fırsatı verdiğini söylerler... ABD’de en yaygın
fıkraların Musevi zekâsı ürünü ‘Yahudi anne’ fıkraları olması da bundandır...
Yalçın Küçük yeni çıkan ‘Sırlar’ kitabının (YGS Yayınları) bir yerinde (s. 204-5),
Ruslar’ın efsane dışişleri bakanı Andrei Gromyko’nun anılarına (“Memoirs”, Londra, 1989)
atıfta bulunarak, Kennedy’nin Museviler hakkında olumsuz fikirler taşıdığını kayda geçiriyor.
Kennedy, ABD’de iki ana eğilimin varlığından söz etmiş; biri sosyalistlerle yakınlaşmaya
karşı çıkanlar, diğeri de ‘özel bir millet’ (a particular nationality) diye andığı, Gromyko’nun
‘Yahudi lobisi’ olarak anladığı eğilim.
Washington’da başkanlık koltuğunda oturanların ‘Musevi sorunu’ hep olmuştur; bunu
en ciddi biçimde dışa vuranın Richard Nixon olduğunu sonradan gün ışığına çıkan 445 saatlik
teyp bantlarından biliyoruz. Genel sekreteri Bob Haldeman’a, “Yönetim Musevilerle
kaynıyor” demiş ve eklemiş: “Senden Museviler’in ilgilendiği hassas konular üzerine
eğilmeni istiyorum” Bantların çözümü incelendiğinde, Nixon’un ‘anti-Semitik’ denilebilecek
bir zihin yapısı olduğu anlaşılıyor...
Oysa, etrafını Musevi danışmanlar ve hükümet üyeleriyle çeviren de Nixon’un
kendisiydi. Bantlar yayımlanınca çok şaşırdığını ifade eden hukukçu Leonard Garment,
“Beni, ve William Safire ile Alan Greenspan gibileri işbaşına getiren Nixon’du” demiş.
Herbert Stein ise, “Hayatı boyunca Nixon’dan sadece saygı ve dostluk gördüm, hayret”
tepkisini dile getirmiş...
Bunları anlatmamın sebebi, Museviler ile ilgili konuların duyarlılıkla ele alınması
gerektiğine işaret etmek... Nitekim, DTM’nde kaç kişinin hayatını kaybettiğinden, eylemler
sonrasında gözaltına alınan beşyüze yakın kişi arasında Museviler’in de bulunup
bulunmadığına kadar bir çok konuya nâdiren el atılıyor Amerikan basınında.
Daha önce, Haaretz gazetesinden aktararak, eylem günü beş İsrailli’nin de gözaltına
alındığını yazmıştım. Ağızlarda bu da bir ‘komplo teorisi’ne dönüştü. Oysa, konu, New York
Times gazetesinde de ele alındı. Alison Leigh Cowan adlı muhabirinin içerideki İsrail
vatandaşlarının yakınları ve avukatlarıyla konuşarak yazdığı haber, “Beş genç İsrailli, kuşku
şebekesine yakalandı” başlığını taşıyor (8 Ekim 2001).
FBI içeride tuttuğu beş İsrailli gencin adlarını da, ne için gözaltına alındıklarını da
açıklamıyormuş. Ancak, NYT haberinde her iki unsur da bulunuyor. Gençlerin adları, Oded
Elner, Yaron Shmuel, Sivan Kurzberg ve kardeşi Paul Kurzberg ile Omer Gavriel Marmari.
Birinin üzerinden dörtbin dolar nakit, diğerinden iki farklı pasaport çıkmış New Jersey’deki
bir nakliyat şirketinde çalışan bu İsrailli gençlerin... Gözaltına alınma sebepleri ise, ikiz
kuleler eyleminden sonra “Oh olsun” türü bir sevinç gösterisi sergiledikleri, terörü tasvip
ettikleri... Üzerleri arandığında paket bıçakları bulunmuş; ayrıca, çalıştıkları kamyonun
üzerine çıkıp terör ânını videoya da kaydetmişler...
İşin garip tarafı, resmen sadece ‘vizesiz ikamet’ yüzünden içeride tutulan bu gençlerin
vebalı muamelesi görmeleri... Bir görevleri avukata yanaşıp, “Bu heriflerin savunmasını
almaya utanmıyor musun?” diye sormuş... Kaldıkları cezaevinin hahamı, kendisinden kutsal
günlerde dua etmek için Tevrat isteyen gençlerin taleplerini işitmezden geliyor, ziyaretlerine
de gitmiyormuş... NYT muhabiri haberi öyle kaleme almış ki, okuyunca, görünenin altında
bilinmeyen çok unsur olduğunu düşünmeden edemiyorsunuz...
Filmlerde gördüğümüz gibi davranıyormuş polis gözaltındaki İsrailli gençlere. Gözleri
kapatılmış halde sorguya çekilmişler, bir yerden diğerine götürülürken kelepçelenmişler ve
yalan testinden geçmeleri zorlanmış... “Eğer işbirliği yapmazsanız sizi pişman ederiz” türü
lâflara da muhatap oluyorlarmış...
Üsame bin Laden ile irtibatlı bir grubun işlediği iddiasıyla savaş çıkartılan eylemlere
İsrailli gençlerin adlarının karıştırılmasını ben çok garip buluyorum. Ya siz?
(Yeni Şafak, 17 Ekim 2001)
İddia: CIA biliyordu...
Fehmi Koru
Altın fiyatının, yarın, bugünkü değerinin bir misliyle satılacağını bilseniz ne
yaparsınız?” Herhalde neyiniz var neyiniz yok satar, elinizdeki avucunuzdakini altına
yatırırsınız, değil mi? Ertesi gün, müthiş zenginleşmiş olarak, bir gün önce sattığınız her şeyi
yarı fiyatına yeniden toplayabilirsiniz... Bir hisse senedinin değer kazanıp kaybedeceğini
öngörebilmek de zenginleştirici bir bilgidir. İki şirkete ait uçakların 11 Eylül günü Dünya
Ticaret Merkezi’ne intihar saldırısı düzenleyeceğini bilen bazı kişilerin, kendilerini tutamayıp,
bu bilgiyi borsada paraya tahvil ettikleri anlaşılıyor...
United ve American Airlines şirketleri ile DTM’nde 22’şer katın sahibi olan Merrill
Lynch ve Morgan Stanley şirketlerinin hisse senetlerinin 11 Eylül’den hemen önce gördüğü
rağbet dikkat çekici... Muteber kaynakların hesaplarına göre, birileri, bazısı 1200 kez ilgi
artışına uğramış hisse senetleriyle oynayarak, on milyon dolara yakın para kazanmış...
Saldırıdan hemen sonra nakde çeviremedikleri 2.5 milyon dolarlık kazançlarını talep bile
etmemişler...
Bu, dikkat çekici bir durum. Araştırmacı Michael C. Ruppert, bir İsrail araştırma
enstitüsünün bulgularına dayanarak tespit ettiği 11 Eylül öncesi borsadaki hareketliliği kimin
(veya kimlerin) yaşattığının peşine düşmüş... Vardığı sonucu beraberce okuyalım: “Kanıtlar,
bu işlemlerin en az birinde, United Airlines hisselerinde oynayan bankanın, 1998 yılına kadar,
şimdi CIA’nin ‘3 numaralı koltuğu’nda oturan biri tarafından yönetildiğine işaret ediyor.”
Kanıtların işaret ettiği kişi, CIA’de ‘Executive director’ unvanını taşıyan, dostlarının
kendisine ‘Buzzy’ diye hitap ettiği A. B. Krongard. Krongard, A. B. Brown adlı yatırım
bankasının başkanıymış; banka 1997’de daha büyük Banker’s Trust tarafından yutulmuş...
Birleşme sonrası ‘Banker’s Trust - AB Brown’ adını alan yeni bankanın başkan yardımcısı
olmuş Krongard...
İşin hoş yanı, şimdilerde CIA’de etkin konumda bulunan Buzzy Krongard’ın vaktiyle
başkan yardımcısı olduğu bankanın kötü şöhreti: Karapara aklama konularının amansız
tâkipçisi bilinen Senatör Carl Levin’in, “İşte size aklama işlerinde kullanılan 20 Amerikan
bankası” diye yayımladığı listede Krongard’ın bankası da var. Krongard, bankada özel
müşterilerle ilgilenmekle görevli başkan yardımcısıymış... Karapara aklayan bankada özel
müşterilerin muhatabının bugün CIA’de yönetici olması size de ilgi çekici gelmiyor mu?
CIA’nin dünyadaki mâli gelişmeleri yakından izlemekle ilgili oldukça kalabalık bir
birimi olduğu biliniyor. Belli başlı borsalarda hisse senetlerinin uygunsuz zamanlarda
anlamsız artış veya düşüşlerini yakından izliyor bu birim. Karaparanın da peşinde. Terörist
saldırılar konusunda uyarmak üzere ABD çıkarlarına karşı ekonomik hareketlilikleri CIA’nin
izlemesi doğal. Bu sebeple, CIA’nin 11 Eylül’den önce, özellikle Şikago Borsası’ndaki
anormal hareketliliğin farkına varmamış olması düşünülemez.
CIA’ye başkan atanan George Tenet yanına özel danışman olarak almış Krongard’ı,
1998 yılında. George W. Bush ise, bu yılın mart ayında, Krongard’ı CIA’de şimdiki
koltuğuna terfi ettirmiş... Bir paralel gelişme de şu: Krongard’ın başkan yardımcısı olduğu
Banker’s Trust (BT) adlı bankayı, 1999 yılında, Alman Deutsche Bank satın almış... 11 Eylül
öncesi Şikago Borsası’nı kullanarak United Airlines hisselerinden 2.5 milyon dolar
kazananların bankası da Deutsche Bank zaten... Hani, derhal nakde çevrilemediği için talep
edilmeden bekleyen 2,5 milyon dolarlık işlemi yapan banka...
Deutsche Bank, ha! 11 Eylül öncesinde borsadaki anlaşılmaz hareketliliğin arkasında
Alman Deutsche Bank’ın bulunduğunun ortaya çıkmasından daha ne öyküler yazılırdı; ancak
bu ayrıntıyı şimdilik bir kenara yazmakla yetiniyorum.
Araştırmacı Ruppert, sözü buraya getirince, CIA’nin iş dünyası ile içli dışlılığını da
sergilemekten kendini alakoyamamış... Onun bulguları bizim bildiklerimizi destekliyor. CIA,
daha kuruluş döneminden başlayarak, Wall Street kökenli kişilerin ilgisine mazhar. CIA’nin
doğumuna ebelik yapanlardan Clark Clifford’un ‘başkanların danışmanı’ sıfatı yanında bir
unvanı daha var: Wall Street avukatı ve banker... Biri dışişleri bakanı diğeri CIA başkanı
olarak görev yapmış Dulles biraderler de aslında ‘Sullivan, Cromwell’ adlı Wall Street hukuk
firmasının ortaklarıydılar. Ronald Reagan’ın CIA’nin başına atadığı William Casey de, o
göreve gelmeden önce Wall Street avukatıydı...
Sadece Wall Street’ten CIA ile ilişkili görevlere gidilmiyor, bunun tersi de oluyor. New
York Borsası’nın şimdiki başkan yardımcısı David Doherty yakın zamana kadar CIA’nin
avukatıydı sözgelimi, emeklilik sonrasında borsaya geçti; CIA’den emekli Nora Slatkin de
şimdi Citibank yönetim kurulunda.
İçiçe geçmiş bu ilişkiler 11 Eylül terör saldırılarına nasıl ışık tutuyor? Michael C.
Ruppert’in bu soruya verdiği cevabı beraberce okuyalım: “CIA’nin saldırılardan haberdar
olduğu halde durdurmak için küçük parmağını oynatmadığına dair daha nasıl bir kanıt
gerektiğini merak ediyorum. Hükümetimiz ve CIA ne yapıyorlarsa, bunun Amerikan halkının
çıkarlarına UYGUN OLMADIĞI açık; özellikle de 11 Eylül günü hayatlarını
kaybedenlerin...”
(Yeni Şafak, 24 Ekim 2001)
Pearl Harbor, Vietnam…
Uzak durun…
Fehmi Koru
Konu o kadar hassas ki, yıllar öncesine ait esrarlı bir olayı şimdilerde çözen itibarlı bir
tarihçi, her ağzını açışta, “Aman ha, iki olayı asla birbirine karıştırmayın; geçmişte yapılması
11 Eylül’de de böyle olduğu anlamına gelmez” deme ihtiyacı duyuyor. Oysa, benzerlikleri ve
benzemezlikleri ayırt etmeye yarayan muhakeme hassamız bizim de var...
Olay 1964’te geçiyor. ABD’de başkanlık koltuğunda Lyndon B. Johnson oturuyor.
“Vietnam’da savaş bitsin mi, hızlansın mı?” kararı söz konusu. Kongre, Başkan’a ‘savaşa
devam yetkisi’ vermiş. Johnson, Kongre’yi bu yetkiyi vermeye sevk eden olayı
yardımcılarıyla konuşuyor. Savunma bakanı Robert S. McNamara’ya, “Açılan ateş konusuna
biraz daha yakından baktığımızda, belki de bize ateş açmadıkları sonucuna vardık” diyor…
Başkanın ağzından, bir ara, “Bu savaşı kazanmak için ne askeri ne de diplomatik bir planımız
bulunuyor” sözleri de dökülüyor…
Johnson’un “Belki de ateş açmadılar” dediği olay, tarih kitaplarında “Vietnam
Savaşı’nın yayılıp yoğunlaşmasına yol açtı” diye geçiyor. Kuzey Vietnam’a ait torpedo
botları, Tonkin Körfezi’nde iki Amerikan savaş gemisine ateş açıyorlar. Bunun üzerine,
Kongre, başkana, ‘savaşa devam yetkisi’ veriyor ve savaş milyonlarca Vietnamlı ile
onbinlerce Amerikalı’nın hayatına mal olacak şekilde azıyor…
Oysa, bugün öğreniyoruz ki, gelişmeyi soruşturan Johnson, “Muhtemelen ateş açma
diye bir olay olmadı” sonucuna varmış… Varmış, ama o bilginin üzerine yatmaya karar
vererek Amerikan gençlerini askere göndermeye devam etmiş…
Bu gerçekle yüzleşme vesilemiz, Lyndon Johnson’un Beyaz Saray’daki her hareketini
öğrenmemize vesile olan teyp kayıtları. Başkanın eşi Lady Bird, kocasından duyduğu her şeyi
aynı gün teybe kaydetmiş… Yardımcısıyla, bakanlarla, güvendiği dostlarıyla arasında geçen
konuşmalar sâdık bir gözlemcinin sesinden duyulabiliyor bugün… Lady Bird’ün ‘elektronik
güncesi’, hiçbir yanlış anlamaya izin vermeyecek biçimde bir gerçeği gözler önüne seriyor:
“Vietnam Savaşı aslında olmayabilirdi…”
Tarihi düz okumaktan yana zihinlerin, Pearl Harbor baskınıyla ilgili ‘saklanan’ gerçeğin
şokunu üzerlerinden henüz atamamışken, Vietnam Savaşı’nın da, aslında uydurma bir sebeple
zıvanadan çıkarıldığını kolay hazmedebileceklerini sanmıyorum. Oysa, 11 Eylül’de yaşanan
‘uğursuz saldırılar’ın akabinde piyasaya çıkan “Roosevelt’s Secret War: FDR and World War
II Espionage” adlı eserin yazarı Joseph E. Persico, “Amerikan yönetimi, dördü savaş gemisi
olmak üzere 18 gemiyi yok edip ikibin askerin ölümüne yol açan Japonlar’ın Pearl Harbor’a
yaptıkları saldırıyı önceden biliyordu; savaşa karşı olan Amerikan halkını savaş-yanlısı
yapabilmek için kendi insanını ölüme gönderebildi” gerçeğini belgeleriyle açıkladı…
Şimdi de, Amerikan Tarihi’nin en kanlı savaşı olan Vietnam’ın zıvanadan çıkmasına
göz yumulduğu gerçeği biraz fazla kaçıyor. Bu yüzden, “Vietnam Savaşı çığrından çıkmadan
engellenebilirdi; Başkan Johnson savaşı daha da yoğunlaştıran olayın gerçek olmadığını
biliyordu; milyonlarca insan pisi pisine öldü” tezini yeni çıkan “Reading for Glory” adlı
kitapta işleyen Michael Beschloss, “Aman ha, Vietnam’da gerçeklerin gizlenmesine bakıp 11
Eylül’le paralellik kurmayın” diyor…
Size bir şey söyleyeyim mi? Pearl Harbor ve Vietnam ile ilgili daha önce bilinmeyen,
her iki olaya bambaşka gözlerle bakılmasına yol açacak dünyayı sarsan gerçekleri gözler
önüne seren bu iki kitap, okurların eline geçtiğinde 11 Eylül olayı yaşanacağı önceden
bilinebilseydi, yayıncıları tarafından piyasaya çıkartılmazdı… ‘Operation Swordfish’ adlı
filmin “Kafaları karıştırır” diye yasaklandığını, benzer film projelerinin rafa kaldırıldığını
hatırlayın lütfen…
Persico’nun, “Amerikan istihbaratı Japonlar’ın muhaberatını takip edebiliyordu;
elimizdeki belgeler Pearl Harbor’un önceden bilindiğini gösteriyor” tezi ile, Amerikan
başkanlarının hayatlarını kendisine uğraş alanı seçmiş tarihçi Beschloss’un “Olmamış bir
olaya oldu muamelesi yapılmasaydı Vietnam Savaşı başlamadan biterdi” tezi elbette göz
açıcı.
Tarihçi Beschloss, “Vietnam Savaşı ile terörizme karşı savaş iki ayrı kutup gibi” demiş
New York Times gazetesine (6 Kasım 2001). Bir dediği de şu: “Vietnam’da, işin başında,
fazla önemli olmadığını şimdilerde öğrendiğimiz bir amaçla savaşan -o amaç da Soğuk
Savaş’ı kazanmaktı- bölünmüş bir ülke durumundaydık; oysa teröre karşı savaşta, Amerikan
toplumunun en temel amaçlarından biri olan, her Amerikalı’nın şahsi güvenliğini korumak
için kenetlendik.”
Tarihçinin olaylar arasında paralellik kurmanın yanlışlığına dair bu sözleri herhalde sizi
de tatmin etmiştir. Amerikan istihbaratı ve o dönemin yönetimi, Japonlar’ın Pearl Harbor’a
saldıracağını önceden biliyorlar ve buna rağmen suskunluklarını koruyarak saldırıyı
Amerika’nın savaşa girmesi için vesile olarak kullandılarsa ne olmuş yani? Ya da, Başkan
Johnson, Vietnam’a daha fazla asker göndermek için vesile ettiği Tonkin Körfezi saldırısının
gerçek olmadığını bildiği halde Kongre’yi (ve tabii Amerikan halkını da) aldattıysa bize ne?
Bu olaylarla 11 Eylül arasında paralellik kurmak, Pearl Harbor ve Vietnam’ı uğursuz
yönleriyle hatırlamak yersiz… Kafa konforunuzu sakın bozmayın…
(Yeni Şafak, 8 Kasım 2001)
11 Eylül: Neye inanalım?
Fehmi Koru
Ne kadar tedirgin olsalar hakları var. Aradan iki yıl geçti, 11 Eylül’de ikisi dev kulelere,
biri Pentagon’a çarpan, dördüncüsü Pensylvania üzerinde düşürülen uçaklar üçbin kadar
insanın hayatına mâl oldu, ancak olayın resmi açıklamalarına pek az kişi inanıyor. Kuşkular
‘komplo teorilerini’ besliyor, bu durum da Amerikan Musevilerini moral açıdan etkiliyor.
Yarın olayın ikinci yıldönümü. Etraf yine olaya ‘farklı’ açılardan yaklaşan
değerlendirmelerden geçilmeyecek. Bunu bilen ‘Anti Defamation League’ (ADF) adlı
kuruluş, etrafta dolaşan komplo teorilerine dikkat çekme ihtiyacı duydu. Ben de bu vesileyle
dünyanın dört bir tarafında inanılan teorilerden haberdar oldum.
Görevi, İsrail ve Museviler hakkında çıkan her yazıyı, yapılan her konuşmayı, hangi
dilde yazılmış veya söylenmiş olursa olsun, izlemek olan bir kuruluş ADF. Bulgularını zaman
zaman rapor haline getirip ilgililere sunduğu da biliniyor. 11 Eylül’le ilgili raporunu ise,
hepimiz okuyalım diye, kamuoyuna açıklama ihtiyacı duymuş ADL...
ADL başkanı Abraham Foxman, “11 Eylül saldırıları yeni bir anti-Semitik komplo
teorisi dalgasını körükledi, o da Museviler hakkında yapılan dedikoduların orta yerde
konuşulduğu bir hava yarattı” demiş araştırma sonucunu açıklarken... “Orta yerde” demesi
önemli; çünkü bugüne kadar anti-Semitik konuşmalar hep marjinal çevrelerce yapılır, yayınlar
ise tezgâh-altı tutulurdu. 11 Eylül sadece İkiz Kuleleri devirmemiş demek ki, anti-Semitik
fikirler üzerindeki kapağı da açıvermiş...
ABD’deki ‘radikal sağcı gruplar’, bu Foxman’ın ifadesi, iki belge yayınlamışlar. “11
Eylül gerçeği: Yahudi tezgâhı nasıl binlerce insanı öldürdü” başlığını taşıyormuş ilk belge;
ikincisinin başlığı ise “İsrail casuslarının 11 Eylül’den önceden haberi var mıydı?” imiş...
ADL başkanı, “Bu iki belgeyle amaçlanan, saldırıların ardında İsrail’in olduğu ‘teorisini’
yaymak” diyor...
ADL, söylentilerin yaygınlaşmasında daha çok ABD’deki sağcıları sorumlu tutuyor.
Onların yaydığı teorilerin İslâm Dünyası’nda yayılıp anti-Semitizmi tetikleyeceği endişesinde.
Son iki yıldaki gelişmeler, İsrail’de bile, bazı Musevileri, “Varlık sebebimizi, moral
üstünlüğümüzü kaybettik” noktasına getirdi. Saygın İngiliz politikacılar, itibarlı gazetelerde,
ADL’nin ‘komplocu’ dediği tezleri işleyen yazı yayımlatıyor. 11 Eylül birkaç yönlü zarar
veriyor İsrail’e...
Araştırma komplo teorilerini tasnif ediyor. İlk teori, 11 Eylül eylemlerini Mossad’ın
planladığı yolundaymış... Mossad ile CIA elele vererek Afganistan’daki eroin ticaretini
kontrolleri altına alabilmek için saldırıları düzenlemişler... Ne yalan söyleyeyim, ADL’nin ilk
sıraya oturttuğu bu ‘teori’ ile daha önce hiç karşılaşmamıştım...
Bir başka teori, güzel sanatlar öğrencisi kisvesine bürünmüş İsrail casuslarının
saldırıları düzenleyecek kişileri yakın takibe aldıklarını, eylemi önceden öğrendikleri halde
eylemcileri durdurmak veya ilgilileri uyarmak için herhangi bir şey yapmadıklarını ileri
sürüyormuş... Bu iddiaya ek olarak, ‘casusluk faaliyetleri’ni ABD’deki bazı İsrailli firmaların
yönlendirdiği de söyleniyormuş...
“Bundan daha klasik bir komplo teorisi” diyor ADL raporu, “İkiz Kuleler’in Musevi
sahiplerinin sigorta parası alabilmek için saldırıları düzenlettiğidir.” Bazıları, uluslararası ilgi
Museviler üzerinden uzaklaşsın ve İsrail Filistin’deki ‘intifada’ konusunda biraz daha
rahatlasın diye saldırıların düzenlendiği iddiasındaymışlar...
Peki de iddialar için ne gibi dayanaklar kullanıyormuş ‘komplo teorisyenleri’? ADL
raporu açık sözlü: “Teorilerini güçlendirmek için iki ‘masal’ kullanıyorlar. İlki, ‘İkiz
Kuleler’de çalışan 4 bin İsrailli Mossad tarafından, 11 Eylül günü evlerinde oturma yönünde
uyarıldılar’ masalı”... İkinci masal ise, İkiz Kuleler’in yıkılışı sorasında olayı videoya alan ve
birbirlerini kutlayan beş İsrailli casusun yakalanmasıyla ilgiliymiş... “Bu” diyor ADL raporu,
“Saldırılardan hemen sonra kamyonlarıyla Manhattan’a doğru giden beş İsrailli’nin
yakalanması olayı üzerine oturuyor. ABD’de ‘illegal’ çalışan bu beş kişi, sonunda haklarında
bir dâvâ açılmadan serbest bırakıldılar.”
ADL, bu tür söylentiler için ‘büyük yalan’ diyor. Bütün dünyadaki Musevi
kuruluşlarının en eskilerinden ve en etkililerinden biri olduğu için ‘uyarısı’ önemsenmeli.
‘Komplo teorileri’, 11 Eylül sonrasında yalnızca saldırılarla sınırlı da kalmamış, içinde bir
İsrailli astronot da bulunan uzay mekiği Columbia düşmüştü ya, birileri, “İsrailli casustu da
ondan düştü” de demişler... Hatta, ABD ve İngiltere’nin Irak’a saldırısına, “İsrail için yapıldı”
diyenler bile çıkmış...
Burada sürekli uyardığım için ‘komplo teorileri’ konusunda ne düşündüğümü
biliyorsunuz. ADL’nin raporunda yer alan iddialar, son zamanlarda, itibarlı yayın
organlarında da kendine yer bulmaya başladı. Raporun yayınlanmasının bir sebebi de bu
sanıyorum. ADL umarım konuyu yalnızca rapor etmekle bırakmaz, “Güzel sanatlar öğrencisi
kisveli İsrailli casuslar” veya “Manhattan’da yakalanan beş İsrailli” gibi iddiaların
geçersizliğini ispat edecek çalışmalar da yürütür...
11 Eylül herkesin kafasını karıştırmaya devam ediyor...
(Yeni Şafak, 10 Eylül 2003)
Komplolar ve gerçekler
Tuncay Özkan
Amerika’nın, 11 Eylül’de uğradığı o insanlık dışı terör saldırısında şu an kayıp sayısı 5
bine yakın. Bunların büyük bölümünden ümit kesildi. Bu saldırıyla ilgili o kadar çok komplo
teorisi var ki... Merak ile varsayım birleşince ortalıkta dolaşan komplo teorileri dikkat çekici
oluyor. Her gün onlarca kişi soruyor, bunlar doğru mu? Hayır büyük kısmı yalan. Diğerlerini
ise araştırmak lazım. Belki de yalan çıkacak. Dünyada bu konuda çok ciddiymişçesine
dolaşan komplo teorilerini topladım. Bazıları şöyle:
1- İsrail’de yayımlanan Haaretz gazetesinin 17 Eylül tarihli nüshasında, 5 İsraillinin 11
Eylül’deki saldırıyla bağlantıları oldukları gerekçesiyle tutuklandıkları yazıldı. Dünya
medyası, halen sorguda olan bu 5 İsraillinin adlarını neden yayımlamıyor? Olaydan dört saat
sonra tutuklanan 5 İsrailli neden gündeme getirilmiyor? (Sanki bunun bir önemi varmış gibi)
2- Dünya Ticaret Merkezi’nin ilk kulesine çarpan uçağın görüntüsünü kim çekti? İlk
uçağın kuleye çarpma görüntüsü uçak daha kuleyi vurmadan önce çekilmiş. Çekimin
insanların bağrışmalarının ardından yapıldığı söyleniyor. Kameraman neden bu insanları
çekmedi? Uçak silueti birkaç saniye sonra görüntüye giriyor? Uçağın oraya çarpacağı nereden
biliniyor? (çünkü bu görüntüde bir erkek kulelerin dibine oturmuş kulelerle kendisini birlikte
görüntülemeye çalışıyor. Uçak da o sırada kuleye giriyor)
3- İsrail Başbakanı Ariel Şaron niçin bir gün öncesinden New York ziyaretini iptal etti?
MOSSAD’ın bir gün öncesinden Dünya Ticaret Merkezi’nde çalışan 4 bin israilliye işe
gitmemesi uyarısı yapmasına neden dikkat çekilmiyor? (Böyle bir şey yok)
Komplolar, Komplolar
4- MOSSAD, ağustos ayında 200 kişilik terörist listesini FBI’a vermiş. Neden önlem
alınmadı? ABD F16 ve F15 uçakları, saldırıların yaşandığı yerlere 8 dakikalık uzaklıkta
olmalarına rağmen neden harekete geçirilmedi? (Eeeee, demek gerek. Ne olmuş yani? O
listede bu teröristler yok)
5- FBI’ın 19 kişilik terörist listesindeki Arap kökenlilerin hepsinin o gün uçakta
olmadıkları ortaya çıktı. Adnan Buhari’nin FBI ajanı olduğu, Emir Abbas Buhari’nin bir yıl
önce uçak kazasında öldüğü, Abdurrahman elÖmeri ve Bedr elHazimi’nin Suudi
Arabistan’da, Said Hüseyin Gamarallah elGamdi’nin Tunus’ta olduğu, Mısırlı Muhammed
Atta ve Lübnan asıllı Ziyad Selim elCerrah’ın olayla hiçbir bağlantılarının olmadığı aileleri
tarafından açıklandı. Neden hâlâ bu isimler üzerinde ısrarla duruluyor? (Çünkü başka deliller
bunları suçlu gösteriyor)
6- Düşen uçakların pilotlarının Vietnam’da savaşmış ve hava kuvvetlerinde görev yapan
kişiler olduğu, Vietnam’da savaşmış askerlerin kurduğu “Veterans Against The War
Imperialist Vietnam” (Emperyalist Vietnam Savaşı Karşıtı Askerler) grubu üyesi oldukları
biliniyor. Pilotların kimlikleri neden açıklanmıyor? (Bunlar neyi değiştirecek, anlaşılır değil)
Kerkük Musul Açmazı
Bunlara bir de en çılgını var ki, eklemeye, böyle bir şeyi konuşmaya insan çekiniyor.
“Amerika kendini vurmuş”. Bütün bunlar dünyanın kafasının ne kadar karışık olduğunu
gösteren şeyler.
Özellikle gerçeği değil de kendi doğrularını arayanlar için, bu saldırının esrarı, daha
uzunca süre orta yerde duracak. Bu saldırıyla ilgili bulgular da kamuoyuna açıklanmadıkça,
kafalardaki karışıklık yerini komplo teorilerine bırakıyor.
O zaman akıl gidiyor, yerine duygular ve gerçekdışı şeyler geliyor. Oysa dünyanın
şimdi her zamankinden daha çok akılcı düşünceye ve uygulamalara ihtiyacı var. Savaşanlar
açısından da, barış için çabalayanlar açısından da bu böyle.
Terörün gerçek suçlularını cezalandırmak için savaş kötü bir yöntem. Şimdi bu savaşı
yaymadan, bitirmenin yolunu bulmak gerek. Türkiye bu noktada kilit ülke. Hükümet işte bu
aşamada devreye girip, etkin olmalı. İran, Suriye, Irak gibi ülkeleri de içine alacak bir savaş,
bölgenin felaketi olur. Türkiye’ye de hiçbir şey vermezler. Kuzey Irak’taki petrol kuyularının
hayaliyle savaş diye bağıranlara duyurulur, sadece avuçlarını yalarlar.
(Milliyet, 16 Ekim 2001)