Talat Turhan
“ABD’ye yönelik çok daha yıkıcı
başka bir saldırı olabilir”
(ABD Kongresi 11 Eylül Komisyonu Raporu’ndan, 22 Temmuz 2003)
I.
11 Eylül baskını
uşkusuz 11 Eylül 2001 tarihi yanıyla bir “milad”tır. Söylendiği gibi dünyanın “en
büyük terör eylemi” midir? Ya da “Milenyum savaşı” mıdır? Ya da “milad” olarak önceden
tezgahlanmış bir operasyon mudur? Soruların yanıtını vermek durumundayız.
Tüm bunlara
karşın, kanımca bugüne kadar gerek dünyada gerek yerel medyada anılan olay gerçek
anlamıyla değerlendirilmiş değildir.
Askeri literatürde bu olay “baskın” olarak adlandırılır. Baskını, “Düşmana beklemediği
yerde, beklemediği zamanda beklemediği araçlarla zarar vermek” diye tanımlayabiliriz. Bu
baskının dünya savaş tarihinde bir benzerinin bulunmaması nedeniyle özel bir yeri ve önemi
olduğunu düşünüyorum. Çünkü, ilk kez küreselleşme karşıtı çokuluslu bir örgüt aracılığıyla
bu eylem gerçekleştirilmiştir.
14 Eylül 2001 tarihinde Cumhuriyet gazetesinde yer alan bir haberde Georgetown
Üniversitesi’nin CIA için hazırladığı bir rapordan söz ediliyordu. Bu raporda teknolojinin de
ABD için tehdit olacağının altı çiziliyordu.
11 Eylül böyle düşünüldüğünde bir anlamda
ABD’nin kendi silahıyla vurulmasıydı.
11 Eylül Saldırıları Terör Değil Asimetrik Savaş
11 Eylül’ü bir terörist saldırı olarak göstermenin eylemin gerçek niteliğini
yansıtmadığını düşünüyorum. Sonuçta karşı karşıya gelen iki güç de aslında masum değildir.
Oysa terörde masum bir tarafın saldırıya uğraması söz konusudur. Bahsettiğimiz iki güç olan
El-Kaide ve ABD’den hiç birisi masum güçler değildir.
Ben bu iki güç arasındaki çatışmayı asimetrik savaş olarak niteliyorum. Asimetri,
çarpışan iki gücün ellerinde bulunan teknolojik donanım farkını vurgulamaktadır. ABD çağın
en gelişmiş bomba, füze ve silahlarıyla saldırmakta, El-Kaide ise kendine özgü daha ilkel
metodlarla saldırılara cevap vermektedir. ABD son model silahlar kullanırken, El-Kaide
eylemcisi sadece bir maket bıçağı kullanarak bir uçağı kaçırmakta ve sonuçta Pentagon gibi
dünyanın en korunaklı binalarından birisini havaya uçurabilmektedir. Zayıf olan güçlünün
silah donanımına ulaşamayacağını bilmekte ve onunla mücadele etmek için kendi araçlarını
yaratmaktadır. Asimetrik savaşın en önemli özelliklerinden birisi ise zayıf olanın karşısındaki
üstün güce rağmen sonuç alabilmesidir. Nitekim 11 Eylül’de alınan sonuç ortadadır.
11 Eylül ABD Emperyalizminin Acz ve Güçsüzlüğünün Kanıtıdır
Masum insanların yaşamlarını yitirmesini onaylamak gibi bir tavır içinde değilim; ancak
ABD emperyalizminin kirli geçmişine göz attığımızda yüzbinlerce masum insan kanı
pahasına bugünkü hegemonyanın kurulduğu gerçeğini de gözardı edemeyiz. ABD
emperyalizminin insanlığa “hümanizma” dersi verecek bir konumda olmadığının en yakın
kanıtı Afganistan’ın, sonra da Irak’ın işgali ve Filistin’de yaşanan olaylarda İsrail yanlısı
tutumudur.
ABD, Vietnam Savaşı’ndaki hezimetinin kamuoyunda yarattığı aşağılık kompleksini
Körfez sularında “Irak Savaşı”nda gidereceğini sandı. 11 Eylül Baskını bir anlamda, ABD
hakkında üretilen tüm mitlerin iflas ettiğinin kesin kanıtı sayılabilir.
Deneyimli istihbaratçıların söylemlerine göre, bu çapta bir baskın çok güçlü bir örgüt,
büyük para desteği, teknik ve teknolojik donanım, içten yardım, kolektif akıl üstünlüğü, vb.
gibi etmenlerle en azından 10 yıllık bir hazırlık dönemini gerektirir.
11 Eylül Baskını bir anlamda ABD Kartalı’nın kanatlarını kırmış ve “kağıttan bir
kaplan” olduğunu da sergilemiştir. Bush’un bin yıllık süreç içinde oluşan uluslararası hak ve
hukuku hiçe sayan, tüm antlaşmaları gözardı eden, BM’yi dışlayan bu pervasız tavrının uzun
erimli bir süreçte, dünya kamuoyunda oluşacak kompleksler sonucunda ABD’nin benzer
baskınlara muhatap olacağını söylemek öngörü olmasa gerek.1
Bilindiği gibi, simgesel hedef olarak seçilen Dünya Ticaret Merkezi (DTM)’nin İkiz
Kuleler’ine ve Pentagon’a yapılan Baskın’da Beyaz Saray şifresi kullanan eylemciler, adeta
ABD ile dalga geçmiştir. Bu, ABD emperyalizminin acz ve güçsüzlüğünün de kanıtıdır.
11 Eylül askeri anlamda ABD emperyalizminin kendi evinde vurulabileceğini
kanıtlamıştır. Bu gerçek mazlum ulusların moralini yükseltecek bir olgudur. Böylece
ABD’nin kendi evinde, yönetim merkezlerinde ve kurduğu Yeni Dünya Düzeninin
simgelerinde de sanıldığı kadar korunaklı olmadığı ortaya çıkmıştır.
Bununla beraber
11 Eylül bir şeyi daha kanıtlamıştır; ABD yönetimi içindeki çatlağın
artık gizlenemeyecek boyutlara ulaştığını. Öyle ki artık bu gerçek tüm dünyanın gözleri
önündedir. Hatta ABD yönetimi içinde bir kliğin küçük bir gangster şebekesi şeklinde
örgütlenerek, bu dar elit çıkarlarını gözetip kendi devletini vuranlara bile yardım edebilmesi,
göz yumabilmesi, işbirliği yapabilmesi ve hatta bu eylemi bizzat üstlenebilmesi gibi “uçuk!”
fikirler bile insanlara yabancı gelmemektedir. Demek ki ABD derin devleti artık
gizlenemeyecek bir olgudur.
Peki 11 Eylül bunu nasıl ortaya çıkarmıştır?
11 Eylül Sürpriz Olmadı
11 Eylül öncesinde ABD istihbarat yetkililerinin bazı açıklamaları aslında ABD
hedeflerine yönelik bir saldırının an meselesi olduğunu ortaya koyuyordu. CIA Başkanı
George Tenet, 7 Şubat 2001 tarihinde Amerikan Senatosu’nun Özel İstihbarat Komitesi’nde
yaptığı konuşmada “belirsizlik katsayısı” çok yüksek bir dönemden geçildiğini söyleyerek
ABD’nin karşısındaki en büyük tehdidin uluslararası terörizm olduğunu söylüyordu. Tenet,
Ladin’le ilgili olarak da şunları söylemişti: “Usame Bin Ladin ile küresel yardımcılar ve
destekçiler şebekesi, en acil ve ciddi tehlikeyi oluşturmaktadır... Hiç uyarı yapmaksızın çok
sayıda saldırı düzenleyebilecek kapasiteye sahiptir.”
Bu açıklamalara karşın Ladin ve El-Kaide ile ilgili gerekli istihbarat çalışmasının
yürütülmemesi son derece ilginçtir.
Yine aynı Senato Komitesi toplantısında konuşan Askeri İstihbarat Dairesi Başkanı
Thomas R. Wilson gelecek 15-24 aylık dönemin beklentilerini şöyle sıralamaktadır:
1. Amerikan çıkarlarına Amerika’nın içinde ya da dışında büyük bir terörist saldırı
beklentisi. Bu saldırının tipik bir asimetrik savaş taktiği ile işleyeceği öngörülüyor.
2. Filistin-İsrail çekişmesinin kızışması, Ortadoğu’da gerilimin artması ve Antiamerikan
protestoların yoğunlaşması.2
Ancak bu açıklamalar sadece birer açıklama olarak kalmışır. Gereken yapılmamıştır.
Sonuçta 11 Eylül göz göre göre gelmiştir. Acaba neden?
11 Eylül Önceden Biliniyordu
Böylesine büyük çaplı bir eylemin ABD yönetimi içindeki sorumlularından göstermelik
olarak eylemden üç yıl sonra görevden alınan CIA Başkanı dışında hiçbirinin bugüne kadar
haklarında, soruşturma açmak şöyle dursun, istifa dahi etmemiş olmalarının anlamını ve
değerlendirilmesini okurların takdirlerine bırakıyorum.
12 Eylül 2001 gününden bu yana, olaya ilişkin tüm medyayı ve yapıtları izliyor ve
arşivliyorum. Hazırladığım dosyaların bir bölümü “11 Eylül önceden biliniyor muydu?”
sorusuna ilişkin belge ve bilgileri içeriyor. Şu ana kadarki izlenimimin “Evet biliniyordu”
şeklinde olduğunu açıklayabilirim.
Peki hangi olgulara dayanıyorum. Birincisi 11 Eylül öncesi gelişmelerdir. Dikkat
ederseniz 11 Eylül öncesindeki son bir yıl ABD hedeflerine yönelik Bin Ladin eylemlerinin
artarak sürdüğü bir dönemdir. Üstelik 11 Eylül kadar büyük eylemler olmasa da bu tarzı
çağrıştıran birçok eylem yapılmıştır.
Bu noktada 11 Eylül’ün ABD açısından sürpriz olup olmadığı tartışmalıdır.
Bir anlamda 11 Eylül’deki saldırı “geliyorum” diye diye gelmiştir. Bu gerçek ABD
belgelerinden de izlenebilir.
2000 yılında açıklanan ABD Dışişleri Bakanlığı’nın yıllık Uluslararası Terörizm
Raporu, Ladin’i ve O’nun barındığı düşünülen Afganistan’ı en büyük tehdit ilan ediyordu.3
Daha Şubat 2000’de CIA Başkanı George Tenet, Kongre’de bir konuşma yaparak ABD
karşıtı bir küresel ittifakın oluştuğunu ve bunun başını Ladin’in çektiğini söylemekteydi.4
New York Times ise şöyle diyordu: “Asimetrik savaş derdine hoş geldiniz. Askeri
uzmanlar, artık, küçük bir komando grubunun Amerika’yı allak bullak edebileceğini ve saldırı
emrini kimin verdiği konusunda tek bir kanıt bile bırakmayabileceğini söylüyorlar.”5
11 Eylül bu sözlerden sadece bir kaç ay sonra gerçekleşmiştir.
Saldırı Geliyorum Dedi
Amerikan istihbaratının 2000 yılından başlayarak ele geçirdiği saldırı istihbaratlarını
kronolojik olarak ortaya koymak daha iyi bir fikir verebilir.
w Aralık 2000: Terörist trafik etkinliğinde artış raporu.
w 11 Mayıs 2001: Dışişleri Bakanlığı’nın El Kaide’nin yabancı ülkelerdeki ABD’lileri
hedef alabileceği uyarısı.
w 22 Haziran: Federal Havacılık Kurumu’nun havayolu şirketlerine uçak
kaçırılabileceği uyarısı.
w Temmuz başı: Phoenix’teki bir FBI ajanının çok sayıda Ortadoğu kökenlinin uçuş
eğitim kurslarına katıldığına dikkat çekerek bu konuda ülke çapında araştırma yapılması
uyarısı.
w 2 Temmuz: FBI’nın saldırı uyarısı.
w Temmuz ortası: Bush’un G-8 zirvesi sırasında saldırıya uğrayacağı istihbaratı.
w 18 Temmuz: FBI uyarısını yineledi.
w Temmuz sonu: FAA’nın6 terör örgütlerinin uçak kaçırma eğitimi ve planları yaptığı
uyarısı.
6 Ağustos: Bush’a sunulan Ladin’in uçak kaçırmaları da içeren çalışma yöntemleri
raporu.
w 16 Ağustos: FAA’nın havayolları şirketlerine teröristlerin cep telefonu, anahtarlık ve
kalemleri silah olarak kullanabildikleri uyarısı. Minnesota’da daha sonra 11 Eylül saldırılarına
katılacak 20. kişi olduğu ortaya çıkan Musavi’nin tutuklanması.
w Eylül başı: Fransız istihbaratının Musavi’nin Afganistan kamplarında eğitim gören bir
El Kaide militanı olduğu açıklaması.
w Eylül başları: Musavi’yi sorgulayan FBI ajanının ikiz kulelere yönelik bir terör
saldırısının olacağı ama tam olarak nasıl yapılacağının bilinmediği raporu.7
El Kaide Cephesinden 11 Eylül’ün Ayak İzleri
w 1993: Somali’de 18 Amerikalının öldürülmesi.
w Kasım 1995: 17 kişinin öldüğü Pakistan’daki Mısır Büyükelçiliği’nin bombalanması.
w Haziran 1996: Suudi Arabistan’ın Hobar kentinde 19 Amerikan askerinin
öldürülmesine yol açan patlama.
w 7 Ağustos 1998: Kenya ve Tanzanya’daki ABD Büyükelçilikleri’nin havaya
uçurulması sonucu 257 kişinin ölmesi ve 5 bin 500 kişinin yaralanması sonucunu doğuran
saldırı.
w 12 Ekim 2000: Yemen’in Aden Limanı’nda USS Cole destroyerine yönelik intihar
saldırısında 17 Amerikan denizcisinin öldürülmesi.
Bu eylemler, 11 Eylül’ün ayak izleridir.8
Yine 1993 yılında Dünya Ticaret Merkezi’ne düzenlenen ve 6 kişinin ölümüne yol açan
saldırıdan sonra faillerden Nidal Ayyad’a ait şu bilgisayar mesajı bulunmuştu: “Gelecek sefer
çok daha isabetli olacak”.9
Ladin’in ABD’ye büyük bir saldırı yapacağı 11 Eylül gününe kadar gizli saklı bir şey
değildi, tersine basında tartışılan, haberleri yapılan bir olguydu.10
Yine aynı haberlerde ABD’nin teröre karşı alarma geçtiği, saldırılara karşı hazırlık
yaptığı ve hatta Bin Ladin’in saklandığı düşünülen Afganistan’a operasyon hazırlıkları bile
basında yer alıyordu11,12 ve hatta Bin Ladin’in NSA tarafından kıskaca alındığı ve her
konuşmasının dinlendiği söyleniyordu.13
El Kaide üyelerinin toplantıları da hem CIA tarafından hem de diğer istihbarat örgütleri
tarafından sürekli takipteydi. ABD’nin bir istihbarat zaafı yok gibi gözüküyordu. Çünkü
söylenenlere göre her şeyden haberdarlardı.
Örneğin,
w 5 Ocak 2000: Malezya’da aralarında 11 Eylül planlayıcısı Remzi Binalşibh’in de
bulunduğu El Kaide üyelerinin düzenlediği toplantının CIA tarafından fotoğrafları çekildi
ama Binalşibh rahatça Hamburg’a geri döndü.
w 15 Ocak 2000: 19 militan, 3’ü kendi isimlerine düzenlenen pasaportlarla ABD’ye
giriş yaptı. Uçuş okuluna kayıt yaptırdı. Haziran 2000’de teröristlerin lideri Muhammed Atta,
Florida’da uçuş okulundayken Binalşibh 4 teröriste Frankfurt’ta planı anlattı. Eylül 2000’de
11 Eylül’deki saldırıyı düzenleyenler San Diego’da ev kiraladı. Evlerine hiç eşya almamaları
komşularının dikkatini çekti, yine de FBI’a haber verilmedi. USS Cole’e düzenlenen
saldırının planlayıcısı El Midhar, San Diego’daki eve taşınıp boş tutan militandı. CIA, Ocak
2001’de, USS Cole saldırısını El Kaide’nin yaptığını açıkladı, ancak El Midhar’ın ismi FBI’a
verilmedi. CIA-FBI buluşmasında El Midhar’ın resimi ilk kez FBI’a gösterildi ama ABD
vizesine sahip olup halen ABD’de olduğu söylenmedi.
w 10 Temmuz 2001: FBI’ın El Kaide uzmanı Kenneth Williams “Usame Bin Ladin’in
adamları pilot olup yolcu uçaklarını kaçıracak. Uçuş okullarını denetleyelim.” dedi ama kimse
ciddiye almadı.
w 6 Ağustos 2001: CIA saldırı olacağını tespit etti ama tatildeki Bush’a haber vermedi.
Bir uçuş okulu FBI’a bir öğrencinin Boeing’le ilgili sorular sorduğunu söyleyip
şüphelendiğini belirtti ama FBI terörist olabilir raporu vermedi. CIA da ciddiye almadı.
Üstelik MOSSAD başta olmak üzere tüm gizli servisler de ABD’yi olası terör
saldırlarına karşı uyarıyordu. Örneğin 11 Eylül’den önce Temmuz ayında yapılan G-8
zirvesinde Ladin’in bomba yüklü uçaklarla saldıracağı bilgisi ABD’ye ulaşmıştı ama ABD bu
istihbarata gülüp geçti.14
Elbette tüm argümanları değerlendirmek bu bölümün kapsamına sığdırılamaz. Ancak,
1990-2000 yılları arasındaki dönemde ABD hedeflerine yapılan saldırılarda Bin Ladin
parmağı ta 2000 yılından beri biliniyor ve izleniyordu.
Ekim 2000’de Yemen’de USS Cole savaş gemisine yönelik yapılan eylemde ABD’li
denizcilerin ölmesi olayını soruşturan FBl’nın ikinci adamı John O’Neil ve Yemen’deki ABD
Büyükelçisi Barbara Bodine, Bin Ladin’in izine ulaşmış olmasına karşın 1993 yılına kadar
onu yakalamak gibi bir çaba içine girmemiştir! Bunu nasıl açıklayabiliriz?
Yazılanlara göre, Bin Ladin ile Suudi Ailesi’nin yakınlığı ve petrol ortaklıkları
nedeniyle, Suudileri darıltmamak pahasına bu olay göz ardı edilmiştir.15
11 Eylül’de İstihbarat Skandalı
Amerikan yönetiminin 11 Eylül’den önce saldırıdan haberdar olmasına karşın bunu
engeleyememesi/engellememesi 11 Eylül sonrası ABD’de bir istihbarat skandalına yol
açmıştı. Amerikan muhalefeti bu bilgilere dayanarak sorumluları istifaya davet etmişti.
İddialara göre FBI yöneticilerine, Rusya, Fransa, Libya ve Sudan devletleri benzeri bir saldırı
ihtimali konusunda verdikleri istihbarat raporlarını Bush yönetimi ciddiye almamıştı.
Kimi örnekler: Libya, Usame ile ilgili Interpol tutuklama isteğinde bulundu, ciddiye
alınmadı. Yemen’deki El Kaide saldırısını araştırmak isteyen New York Güvenlik Sorumlusu
John O’Neill’in Yemen’e gitmesine izin verilmedi.
Usame böbrek rahatsızlığından Dubai Amerikan Hastanesi’ne yattığında CIA ajanı
Larry Mitchell 12 Temmuz 2001’de kendisiyle konuştu. Le Figaro buluşmayı saptadı. Suudi
İstihbaratı’nın Başkanı Prens Türki el-Faysal da Usame’yi ziyaret etti.
Fransız Genel Haberalma Örgütü Amerikan toprağında da saldırılar olacağını iletti.
Pakistan İstihbarat Başkanı M. Ahmed ABD Dışişleri Sekreter Yardımcısı M. Grossman’la 4
ylül’de konuştu. Aynı kişi 11 Eylül saldırısının bir numaralı sanığı Atta’ya 100 bin dolar
ödemişti.16
Son istihbarat skandalı ise şuydu: 11 Eylül’den bahseden Arapça telefon konuşmaları
Amerikan istihbaratı tarafından kaydedilmiş, ama ancak 11 Eylül’den sonra çevrilmişti.17
Bir başka iddia ise saldırılar konusunda bilgi sahibi olan MOSSAD’ın kasıtlı olarak
ABD’li meslektaşlarına bilgi aktarmadığıydı. ABD’de yürütülen çok gizli bir soruşturmanın
sonuçları, İsrail istihbarat örgütü MOSSAD’ın, Arap eylemcilerin 11 Eylül planını çok
önceden haber aldığını, hatta eylemcileri adım adım izlediğini gösteriyor. Gerçi MOSSAD,
CIA’yı muhtemel bir saldırı konusunda uyarmıştı fakat bu uyarı saldırıları önleyecek düzeyde
bilgi aktarmaktan çok uzaktı. Dolayısıyla şimdilerde Amerika’da İsrail’in kasıtlı olarak bu
bilgileri sakladığı ve böylece ABD saldırganlığının önünü açtığı düşünülüyor.
“El Kaide Militanları ABD Üslerinde Eğitildi”
Eylemden bir kaç gün sonra ortaya atılan iddialarda olayın arka planı ile ilgili çarpıcı
iddialar ortaya atıldı. Bu iddia 11 Eylül eylemine katıldığı resmen açıklanan kişilerin, özel
uçuş kurslarının yanısıra ABD üslerinde de uçuş eğitimi aldıklarına dayanıyordu.
İddia ilk olarak Newsweek dergisince ortaya atıldı. Dergiye göre ABD askeri
kaynakları, FBI’a uçak kaçıranlardan beş kişinin 1990’larda ABD askeri üslerinde eğitim
aldıklarını açıklamışlardı.
Knight Ridder isimli haber ajansı da 11 Eylül’ün en önemli isimlerinden Muhammed
Atta’nın Montgomery/Alabama’daki Maxwell Air Force üssündeki Uluslararası Subaylar
Okulu’nda, Abulaziz Alomori’nin Texas’taki Brooks Air Force üssünde, Said Alghmadi’nin
de Monterry/Kaliforniya’daki Defence Language Institute’de eğitim aldıklarını bildiriyordu.
Le Figaro da benzer bir haber yaparak Usame bin Ladin’in eylemden iki ay önce
Dubai’de Amerikan askerlerinin kendisini yakalamak yerine kendisiyle görüşüp geçmiş olsun
bile dediklerini yazıyordu. Benzer iddialar Washington Post tarafından da yayınlanmıştı.18
FBI tarafından olayın hemen ardından olayın failleri olarak gösterilen ve basına bile
açıklanan listenin de gerçekle uzaktan yakından alakasının olmadığı kısa süre içinde ortaya
çıktı. FBI’ın 19 kişilik eylemci listesinde yeralan isimlerden dokuzunun sağ olduğu öğrenildi.
FBI Başkanı Robert Muller de 20 ve 27 Eylül 2002 tarihlerinde CNN’de yayınlanan
açıklamalarında intihar eylemlerine katılanların kimlikleri konusunda hukuki kanıtlarının
olmadığını itiraf etmek zorunda kalmıştı.
11 Eylül Komisyon Raporu: ABD 11 Eylül’ü Biliyordu
11 Eylül saldırılarını araştırmak üzere kurulan komisyon tarafından hazırlanan rapor19
da ABD istihbaratının aylar öncesinden 11 Eylül saldırıları hakkında bilgi sahibi olduğunu
açıkça ortaya koyuyor.
Beyaz Saray tarafından görevlendirilen komisyon tarafından hazırlanan 800 sayfalık
Rapor’da Ulusal Güvenlik Ajansı’nın (NSA) 1999 yılının başından itibaren El-Kaide ile
ilişkileri olduğu bilinen kişilerin telefon görüşmelerini dinlediği ancak elde edilen istihbarat
bilgilerinin diğer istihbarat birimlerine aktarılmadığı söyleniyor.
Raporda CIA ve FBI dahil bütün ABD istihbarat ağı “ABD topraklarındaki olası terör
tehdidini yanlış değerlendirmek ve belirtileri görmemekle suçlanıyor.
000’de San Diego’da bulunan bir FBI muhbiri ilişki kurduğu El Mihdar ile El
Hazmi’nin adlarını birimlerine bildiriyor. CIA bu iki kişinin bir kaç ay önce Malezya’da ElKaide
toplantısına katıldığını biliyordu ancak bu bilgiyi FBI’ya göndermedi. Bu iki kişinin
adlarının istihbarat birimlerine aktarılması aylar aldı. Bu kişilerin şüpheli listesine alınması ise
saldırıdan bir kaç hafta önce gerçekleşti.
Buna rağmen raporda bu çapta bir olayın istihbarat bilgilerinin diğer istihbarat
birimlerine ulaştırılmaması sadece bir ihmal olarak değerlendiriliyor.
Elbette bu rapor sonuçta Amerikan devleti tarafından hazılanmaktadır ve belli ipuçlarını
yansıtmakla beraber bu ipuçlarından yola çıkarak 11 Eylül’ün ABD tarafından bilindiği hatta
ABD derin devleti tarafından tezgâhlandığı gibi bir çıkarsamada bulunması mümkün değil.
Ancak rapordaki bilgileri değerlendirerek bile olayın ABD derin devleti tarafından bilindiği
görülebilir.20
Komisyon Raporundaki Önemli Ayrıntılar
11 Eylül Komisyonu’nun raporuna bütün olarak bakıldığında aslında ABD’nin bu
saldırıları rahatlıkla önleyebileceği görülmektedir. Rapordaki önemli noktaları kısaca
hatırlatmak gerekirse;
1998’de Usame Bin Ladin tarafından yayınlanan fetva niteliğindeki bir açıklamada
“İslâmın kutsal yerlerindeki Amerikan işgalinden ve müslümanlara düzenlenen saldırılardan
ötürü sivil, ya da asker, dünyanın neresinde olursa olsun, bir Amerikalıyı öldürmeye çalışmak
bir müslümanın üzerine farzdır” denilerek ABD açıkça hedef gösterilmişti. Bu fetvanın
hemen ardından Ağustos 1998’de El-Kaide Nairobi, Kenya ve Dar es Selam’daki Amerikan
elçiliklerine eş zamanlı bir bombalı saldırı düzenledi. Saldırılar, 12 Amerikalı dahil 224
kişinin ölümüyle sonuçlandı.
Aralık 1999’da, Ürdün Polisi, Amerikalı turistlerin bulunduğu otellerin ve diğer yerlerin
bombalanması planlarına engel oldu.
Ekim 2000’de Yemen’de bulunan bir El-Kaide ekibi, USS Cole destroyerinin bir
tarafında bir delik açmak için patlayıcı dolu bir bot kullandı, gemi batırıldı ve 17 Amerikan
denizci öldürüldü.
Bu olaylar ABD yönetimine İslâmcı teröristlerin Amerikalıları kitleler halinde
öldürecek eylemlere girişeceğini gösterebilecek kanıtlardı.
ABD istihbaratı 11 Eylül eylemcilerine ilişkin ellerinde pek çok şüphe uyandıran kanıt
bulunmasına karşın bu isimlerin hiçbirini izleme gereği duymamıştır. FBI ve CIA’nın yaptığı
istihbarat hataları yüzünden eylemcilerden Hazmi ve Mihdhar izlenmemiş, iki eylemci
Bangkok’a gittikten sonra takip edilmemiş, ayrıca ABD’de bu iki ismi bulmak için gereken
adımlar atılmamıştır. Yine vize başvurularında yapılan sahtekârlıklar ve hileli yollarla alınan
pasaportlar farkedilmemiştir. Bu ve benzeri pek çok hata sonuçta 11 Eylül eylemcilerinin
deşifre edilmesini ve yakalanmasını engellemiştir.
ABD yönetiminin de tıpkı istihbarat birimleri gibi büyük hataları olmuştur. Komisyon
raporu ABD yönetimini de şu sözlerle eleştirmektedir: “Güvenli söyleyebileceğimiz şey,
ABD hükümetinin 1998’den 2001’e kadar El-Kaide entrikasının gelişmesini geciktirecek
veya rahatsız edecek ölçütlerden hiçbirini hayata geçirmediğidir. Hükümetin içinde hayal
gücü, siyaset, kapasite ve yönetim zaafları vardır”21
“11 Eylül öncesi Savunma Bakanlığı’nın El-Kaide’ye karşı koyma misyonuyla tam
olarak donandığı ve belki de ABD’yi tehdit eden en tehlikeli düşmanın El Kaide olduğu fikri
üzerinde düşündüğü söylenemez” sözleri de komisyon raporunda ABD yönetiminin zaaflarına
yönelik bir diğer değerlendirme.
Raporun sonuç bölümleri ise daha çok çözüme yönelik yapılması gerekenler ve alınması
gereken tedbirlere yönelik tavsiyeler içermekte. Bu tavsiyelerden en önemlisi “Ulusal bir
kontr-terör merkezinin kurulması”.
Elbette bu kontr-terör merkezinin ne tür çalışmalar yürüteceğini tahmin edebiliyoruz.
ABD Savunma Bakanı Rumsfeld, Mayıs ayında Askeri Akademi West Point’te yaptığı
bir konuşmada “küresel bir kalkışmaya” karşı savaştıklarını açıklamıştı.
Rumsfeld’in küresel kalkışmaya karşı “sürekli savaşım” olarak ortaya koyduğu şey
ABD veya müttefiklerinin isteklerine karşı çıkan bütün ülkelerin sürekli savaşın muhatabı
olacağını gösteriyor.
Sydney Morning Herald’da yer alan bir haber ise ABD’nin bu yeni “açılım”ını daha iyi
görmemizi sağlıyor. Habere göre Pentagon, tüm dünyayı saran 1000’den fazla ABD üssünden
ayrı olarak bir de küresel ordu kurmak için Kongre’ye 700 milyon dolarlık bir ek paket
sunmuş. Savunma Bakan Yardımcısı Wolfowitz’in Kongre Silahlı Hizmetler Komisyonu’na
yaptığı açıklamada, bu kaynağın terörizme ve kalkışmaya karşı yerel güçlerin (yalnızca ordu
değil-işbirlikçi sivil güçlerin, gizli örgütlerin vb...) oluşturulması, silahlandırılması ve
eğitilmesi için kullanılacağını açıklamış.22
Bu da gösteriyor ki 11 Eylül’ün ardıdan Ortadoğu’yu kana bulayan ABD dünya çapında
daha kanlı terör faaliyetlerine girmekten çekinmeyecektir. ABD açısından yalnızca ABD’ye
direnen ülkeler değil herkes artık birer hedeftir.
Sansürlenen Bilgi: Bush-Suud İşbirliği
11 Eylül Komisyon Raporu’nun açıklanan 850 sayfalık kısmı zaten önemli ölçüde
tezlerimizin haklılığını kanıtlamaktadır. Ancak bir de Beyaz Saray tarafından sansürlenen 28
sayfalık kısım var ki bu sayfalarda yer alan bilgilerin olayın perde arkasındaki ilişkilere
yönelik önemli bilgiler içerdiği öne sürülüyor.
Beyaz Saray tarafından rapordan çıkarılan bu sayfalarda neler yazılıydı? Sorular daha
çok Suudi Arabistan’ın rolü üzerinde yoğunlaşmakta. Bush ailesi ile Suudi Ailesi arasındaki
ticari ilişkiler düşünüldüğünde, rapordan Bush-Suudi işbirliğini deşifre edecek bilgilerin
çıkartıldığını söyleyebiliriz. Bu tespiti doğrulayan bir değerlendirmeyi Komisyon
Raporu’ndan aynen aktaralım: “...11 Eylül öncesi, Suudi ve ABD hükümetleri, istihbarat
bilgilerini tam olarak paylaşamadılar ve El-Kaide örgütünün mali kaynaklarının izini sürmek
ve dağıtmak için yeterli ortak çabayı geliştiremediler.”
Bu tespitin ardından insan ister istemez bu çabanın niye gösterilmediğini merak ediyor.
Ancak Bush-Suudi ilişkilerini bilenler için bu tespit hiç de şaşırtıcı değil.
Bush ailesinin Suud’ların yanısıra Ladin ailesi ile de ticari ilişkiler içinde olduğu
söylenmektedir. Baba Bush, Bin Ladin’lere de ticari ilişkileri olan “Carlyle Grubu” isimli
Amerikan müteahhitlerinin başdanışmanlığını yapmaktadır. Oğul Bush’un da Teksas Valisi
olmadan önce aynı gruba bağlı olan Caterair adlı şirkette hisse sahibi olduğu ve 75.000 dolar
maaş aldığı söylenmektedir.
u iddialar ışığında baktığımızda 11 Eylül raporundan Suudilerle Bush ailesi arasındaki
ilişkilerden bahseden sayfaların kimler tarafından ve neden sansürlendiğini daha iyi
anlayabiliyoruz.23
Craig Unger de “House of Bush-House of Saud” adlı kitabında Suudi Sarayı ve Bush
ailesi arasındaki ilişkilere dair önemli bilgiler aktarmaktadır.24
Unger’e göre ABD’nin tarihindeki bu en büyük terör eylemi, Suudi Sarayı ve Bush
Sarayı olarak adlandırdığı çevreler arasındaki otuz yıllık bir geçmişin ürünüdür.
Suudi Sarayı çevresi: Suudi Kraliyet ailesi ve milyar dolarlık gelirleri olan Suudi ticari
çevresinden oluşmaktadır. Prens Bandan Bin Sultan (Suudi Arabistan Büyükelçisi) Bush’ların
yakın dostu ve Suudilerin ABD’deki çıkarlarının en yetkin temsilcisi olarak görülmektedir.
Halid bin Mahfouz Suudi Arabistan’ın ilk ve en büyük bankası olan Suudi Arabistan Ulusal
Ticaret Bankası’nın kurucusu, sahibi ve BCCI (Uluslararası Kredi ve Ticaret Bankası)’nın en
büyük ortağıdır. Salem Bin Ladin ise Usame Bin Ladin’in kardeşi ve Suudi Bin Ladin
grubunun yöneticisidir. Bu grup Suudi Arabistan’da kraliyet ailesi tarafından kollanmakta ve
ülkenin tüm alt yapı antlaşmaları kendileriyle yapılmaktadır.
70’lerde ABD’ye James Baht adlı ikinci el uçak satıcısı tarafından getirilen Bin Ladin
ve Bin Mahfouz, Houston’da siyasi ve ticari çevrelerle ilişki kurarak Suudi-ABD ilişkilerinin
önemli figürleri haline gelmektedirler. Baht ise iki Suudi milyarderi ile kurduğu ilişkiler
sonucu onların ABD’deki temsilcisi olmuştur. Baht, Teksas Ulusal Hava Savunması’nda
Bush Sarayı mensuplarıyla çalışmış ve bu iki çevre arasındaki bağlantıyı sağlamıştır.
Bush ailesi de üç nesildir petrol işleriyle uğraşmaktadır. George H. W. Bush, siyasete
atılmadan önce Teksas’ta bağımsız petrolcüdür. Ayrıca CIA başkanlığı görevi de yapmıştır.
Carlyle Grubu ile Bush ailesinin bağlantıları da son derece ilginçtir. Carlyle Grubu,
Bush-Reagan döneminin önemli figürlerini bünyesine katarak savunma, teknoloji, enerji, silah
gibi önemli sektörlerde faaliyet göstermeye başlamıştır.
George W. Bush da babası gibi bağımsız bir petrolcü olarak işe başlamış ve Suudiler
tarafından babasının siyasi kariyerinin etkisiyle batmakta olan şirketleri ederinin çok üstünde
fiyatlarla satın almıştır.25 Bush ailesi bu ilişkiler ağıyla edindikleri ekonomik kaynağı siyasi
faaliyetlerinin finansmanında kullanmaktadırlar.
Bush 11 Eylül’den Sonra Ladinleri Neden Kaçırdı?
Bush ve Ladin arasındaki ilişkiyle ilgili en son iddia ise ABD’li ünlü yönetmen Michael
Moore’un “Dude, Where Is My Country” isimli kitabında dile getiriliyor. Moore’un iddiasına
göre Bush, 11 Eylül saldırısının hemen ardından iş ilişkisi içinde olduğu Ladin ailesinin 24
üyesini apar topar bir uçağa bindirterek Fransa’ya gönderdi ve FBI tarafından
sorgulanmalarını engelledi.
Moore, Başkan Bush’a 11 Eylül’den sonra 24 saatliğine hava uçuşları yasaklanmasına
rağmen Suudi hükümetine ait özel bir uçakla Ladin ailesine mensup 24 kişinin çıkıp gitmesine
neden izin verildiği sorusunu yöneltiyor.
Moore’un Suudi kraliyet ailesinin ABD ekonomisi içindeki yerine ilişkin tespitleri de
son derece önemli. Amerika pazarının günlük 1.5 milyon varil Suudi petrolüne bağımlı
olduğunu söyleyen Moore, Bush’a Amerikan ulusal güvenliğinin Suudi ailesinin insafına
kalıp kalmadığını sorarak Suudi sermayesinin ABD’deki etkisini sorguluyor.26
ütün iddialar ışığında bu iki hanedan arasındaki ilişki inkar edilemeyecek bir gerçek
olarak ortadadır. Ancak buna rağmen şimdiye kadar bu ilişkilere dair neredeyse hiç bir
araştırma yapılmamıştır. Komisyon raporu örneğinde görüldüğü gibi bu kirli ilişkiler ağı bir
şekilde hasır altı edilmiştir.
ABD 11 Eylül’ü Neden Görmezden Geldi?
CIA ve FBI’ın aylar öncesinden haberdar olduğu ve yine İsrail başta olmak üzere bir
çok ülkenin istihbarat örgütlerinin Amerikan istihbaratını uyardığı böylesi büyük bir saldırı
neden engellenmedi? Göz göre göre gelen saldırının istihbarat bilgileri kimler tarafından niçin
hasır altı edildi?
Bu soruların cevaplarını bulmak için ABD’nin 11 Eylül öncesinde ve sonrasındaki
konumunu ve ABD derin devletinin üst düzey isimlerinin bu süreçteki rollerini
değerlendirmek gerek.
11 Eylül öncesinde ABD dünyanın pek çok farklı ülkesinde askeri üsler
bulunduruyordu. ABD emperyalizmi Gladio türü gizli örgütler vasıtasıyla hedef ülkeleri
denetim altına almaya çalışıyordu. Darbe girişimleri, siyasi entrikalar, ayaklanmalar gibi ABD
derin devletinin değişmeyen mekanizması çalışıyordu.
Oysa, bugün 11 Eylül’ün ardından geçen üç yılda ABD Afganistan’dan Irak’a kadar pek
çok bölgeye askeri olarak yerleşmiş durumda. ABD dünyaya hiçbir şekilde kabul
ettiremeyeceği işgal planlarını 11 Eylül sayesinde meşrulaştırdı. ABD’nin “terörle savaş”
doktrini, ABD karşıtı güçleri bile ABD’yle yanyana getirdi.
ABD şimdi dünyanın istediği bölgesinde istediği gibi at koşturabiliyor, istediği ülkeleri
terörist ilan edip Irak’ta olduğu gibi saldırı tehdidiyle korkutuyor.27
Kısacası 11 Eylül ABD’ye hiç beklemediği bir hareket alanı ve meşru saldırı hakkı
yaratmış durumda.
Gerçi işler hiç de ABD’nin istediği biçimde gelişmedi, ABD egemenlik kurmak istediği
Ortadoğu’da büyük bir direnişle karşılaşıp Irak ve Afganistan’da hezimete uğradı, ama bu
gerçekler ABD’nin hegemonyacı emellerini gerçekleştirmek için 11 Eylül’e göz yumduğu
gerçeğini değiştirmiyor.
Pearl Harbor’dan 11 Eylül’e Amerikan Tezgâhları
“ABD niçin binlerce vatandaşının ölümüne yol açan 11 Eylül gibi büyük bir saldırıya
göz yumsun” diye soranlara tarihten bir ders olarak Pearl Harbor’ı hatırlatmak faydalı olur.
Pearl Harbor, ABD derin devletinin kendi çıkarları söz konusu olduğunda hiç bir sınır
tanımadığını, hatta kendi vatandaşlarının bile bile ölmelerine göz yumacağına tarihten iyi bir
kanıt.
11 Eylül’ün hemen ardından piyasaya çıkan Joseph E. Persico’nun “Roosevelt’s Secret
War: FDR and World War II Espionage” adlı kitabında Pearl Harbor olayıyla ilgili çarpıcı
açıklamalar bulunuyor. Persico’ya göre Amerikan yönetimi İkinci Dünya Savaşı’na karşı
çıkan Amerikan halkının tepkisini azaltmak ve savaşı kamuoyuna kabul ettirmek için Pearl
Harbor’u kullanmıştı. Japonların Pearl Harbor saldırısını önceden haber alan ABD yönetimi
tıpkı 11 Eylül’de olduğu gibi gelen istihbarat bilgilerini hasır altı ederek saldırının
engellenmesini önledi. Sonuçta 4’ü savaş gemisi olmak üzere 18 ABD gemisi Japonlar
tarafından batırıldı. Saldırıda ölen ABD askerlerinin sayısı ise tamı tamına 2000’di.
earl Harbor gibi binlerce askerin gözden çıkarıldığı bir örnek önümüzde dururken
“ABD 11 Eylül’e neden göz yumsun?” gibi sorular anlamını yitirmektedir.
Pearl Harbor bir yana Vietnam Savaşı’nın da bir Amerikan tezgâhı olduğu ve dünya
tarihine damgasını vuran bu savaşın bile bir Amerikan komplosu sonucu çıkartıldığı
söylenmektedir.
11 Eylül’ü Bilenler Borsada Nasıl Ortaya Çıktı?
11 Eylül’ün Amerikan derin devleti veya siyonist elit tarafından önceden bilindiğine
dair bir işaret olarak da 11 Eylül’ün hemen öncesindeki borsa işlemlerini örnekleyebiliriz.
Araştırmacı Michael C. Rupert’in yazdığına göre bu borsa işlemleri aynı zamanda CIA
bağlantılı.28 Borsa işlemleri ile ilgili kuşkuları ilk gündeme getiren “Herzliyya International
Policy Institute for Counterterrorism” adlı İsrail kurumu. Enstitünün verdiği bilgilere göre 6-7
Eylül günlerinde Chicago Borsası’nda United Airlines şirketine ait hisseler her zamankinden
çok işlem görmüş. Bu “içerden bilgi” sayesinde birilerinin beş milyon dolar kazandığı tahmin
ediliyor.
Aynı olay bu sefer de 10 Eylül günü American Airlines için gerçekleşmiş ve biri 4
milyon dolar kazanmış. Diğer havayolları şirketlerinde herhangi bir değişiklik olmazken 11
Eylül’de adı çokça geçen bu iki şirketin hisselerinin 6 kat işlem görmesi bir rastlantı olabilir
mi?
Yine Enstitü’nün raporuna göre DTM’nde 22 kat işgal eden Morgan Stanley Dean
Witter&Co. şirketinin hisseleri de 11 Eylül’den hemen önceki günler boyunca yoğun ilgi
görmüş ve birileri 1.2 milyon dolar kazanmış. Aynı koşullar içindeki Merril Lynch & Co.
şirketinin hisseleri sadece günde 252 işlem görürken 11 Eylül’ün hemen öncesinde 1200 kat
artarak 12215 işleme yükselmiş. Bu sayede kazanılan tutar 5.5 milyon doları buluyor.
İşin daha da ilginç tarafı United Airlines hisselerinde oynayan bankanın CIA’nın üç
numaralı koltuğunda oturan A. B. Krongart tarafından yönetiliyor oluşu. CIA Başkanı George
Tenet, aynı Krongart’ı yanına danışman olarak almış, 1998 yılında.
Krongart’ı bugünkü koltuğuna oturtan ise George W. Bush.29
ABD’nin İslam Düşmanlığı
Bilindiği gibi, “Soğuk Savaş”ın bitiminde 34 ülkenin katıldığı, 1990 Kasım ayının
sonlarına don sonlarına doğru “Paris Şartı” imzalanmıştır; Baba Bush tarafından söylendiği
öne sürülen söylemlerden ikisini yinelemek istiyorum:
w Bugüne kadar savaşlar Doğu-Batı yönünde süregelmiştir. Artık, zengin Kuzey ile
yoksul Güney arasında cereyan edecektir (Mealen).
w Bundan sonra düşmanımız İslam’dır.
1990’lı yıllarda İslamı düşman ilan eden ABD’nin, CIA’nın yetiştirdiği Bin Ladin’in
kendi hedeflerine saldırmasına göz yummasının anlamı tüm boyutlarıyla bugüne kadar
değerlendirilmiş değildir. Bin Ladin dışında da dünyanın her yerinde “radikal İslamcı”
grupları eyleme itip bir anlamda ABD’nın bugünkü saldırganlığını haklı çıkarmak için ortam
hazırladığını söyleyebiliriz.30 Daha sonra da NATO Başkumandanı Orgeneral John Galvin
aynı doğrultuda açıklama yapmıştır:
Ana tehlike komünizm zayıfladı ancak şimdi yeni tehlikeler var. Bu tehlikelerin
başında İslam köktenciliği geliyor.”31
2000 yılında bilindiği gibi Dünya Ticaret Merkezi’ni (DTM) Arap asıllı eylemciler
bombalamış, 240 yıl hapse mahkum olan Muhammed Salameh, asıl baskının gelecekte
yapılacağını ifade etmiştir. Bu kişinin 5 Eylül 1972 Münih olimpiyat baskınını düzenleyen Ali
Hasan Selemeh’in akrabası olduğu ve Hasan Salameh’ın CIA ajanı olduğu açıklanmıştır.
Bu kişilerin bir kaçının Yakın Doğu’yu karıştırmak için CIA ile ilişkiye geçtiği de
basına yansımıştır.
Oklohama Bombacısı Timothy Mc Veigh, eylemi nedeniyle elektrikli sandalyede
öldürülmüştür. Bu kişinin, “bireysel terörist” olarak nitelenmesi, kanımca akla ve mantığa
uygun düşmez. Çünkü, eylemde kullanılan bombanın Ordu malı olduğu belgelenmiş,
yazılmıştır. ABD’nin Körfez Savaşı kahramanı olan bu kişinin ölürken söylediği savaş karşıtı
sloganlar bir örgüte çağrışım yapmaktadır. Eğer Mc Veigh’in örgütsel bağlantısına
inilebilinseydi ABD içinde ABD karşıtı radikal örgütler ortaya çıkabilir, 11 Eylül Baskını’nın
iç boyutu saptanabilirdi.
11 Eylül Baskını’ndan yaklaşık 1 yıl önce maddi hiçbir gereksinimi bulunmamasına
karşın ABD Derin Devleti’nin 1 No’lu temsilcisi David Rockefeller, aynı bölgede bulunan
gökdelenini neden sattı? Acaba saldırıdan haberdar mıydı?32
Medyaya yansıdığına göre, İsrail İstihbarat Örgütü MOSSAD böyle bir “baskının”
olacağından ABD yönetimini önceden haberdar etmiştir.33 ABD de olası bir baskına karşı
Haziran 2001’den bu yana teyakkuz durumuna geçmişti.34
ABD olası bir baskından, önceden haberdar olduğu ve alarm durumuna geçtiği halde
baskını önleyememiştir. Kanımca, bu olgu tek başına ABD’nin aczini ve güçsüzlüğünü
kanıtlamak için yeterlidir... 11 Eylül Baskını ardında ABD Derin Devleti’nin parmağı uzun
erimli bir süreçte aydınlığa kavuşacaktır diye düşünüyorum.
ABD’den İslam Dünyasına Yeni Mesaj
Komisyon Raporu’nda yeralan önemli bir nokta da İslam’a yönelik değerlendirmeler.
Bilindiği gibi Bush 11 Eylül’ün hemen ardından ABD’nin bir Haçlı saldırısına
girişeceğinden bahsetmiş ve İslam’ı düşman ilan etmişti. Haçlı Seferi’nden kastedilen de
aslında müslüman coğrafyaya karşı girişilen bir Hristiyan saldırısından başka bir şey değildir.
Oysa Komisyon Raporu’nda Bush’un açıklamalarından farklı yaklaşım sergilenmektedir.
Raporda İslam-terörizm ilişkisi hakkında şu tespitler bulunmaktadır: “Düşman sadece
terörizm değil. İslam içinde bir azınlığın, siyaseti dinden ayırmayan ve böylece ikisini birden
çarpıtan höşgörüsüzlük geleneğinin ürünü Bin Ladin ve diğerlerinin yarattığı İslamcı terörizm
tehdidi. Düşmanımız dünya çapında bir inanç sistemi olan İslamın kendisi değil, İslamdan
sapanlardır”
Bu tespit ABD Başkanı Bush’un genel olarak ABD’nin İslam hakkındaki görüşleri
açısından bir farklılığa işaret etmektedir. Komisyon Raporu’nda farklı bir tanımlama
getirilerek düşman İslam değil “İslam’dan sapanlar” olarak tanımlanmaktadır. Burada
ABD’nin İslam dünyasna yönelik bir mesaj kaygısı olduğu görülmektedir. ABD, Afganistan
ve Irak saldırılarının ardından yükselen tepkiyi bu şekilde dizginlemek istemektedir.35
aporda yeralan bir diğer önemli tespit ise ABD’nin muhtemel ve çok daha yakıcı
sonuçlar doğuracak eylemlere karşı hazırlıklı olması çağrısıdır.
Tedbir olarak da üç aşamalı bir strateji önerilmektedir:
1. Teröristlere ve örgütlenmelere saldırı.
2. İslamcı terörizmin sürekli gelişimini engelleme.
3. Terörist saldırılara karşı hazırlık ve savunma.
Bu önlemlerin amacı da sürekli olarak gelişme gösteren İslamcı terörün önüne geçmek
olarak belirtilmiş. Bunun yanısıra “İslam dünyasında Amerikan idealleri daha iyi açıklanmalı
ve savunulmalıdır. Öğrenciler ve hükümet dışı liderler de dahil olmak üzere daha fazla insana
ulaşmak için kamuoyu oluşturma amaçları daha güçlü kullanılmalıdır” sözleriyle de yeni
stratejinin esasları belirtilmiş.
Elbette bunlar ABD’nin kendi çözüm önerileri. Ancak bu önerilerin ne derece çözüm
alıcı olacağını yaşayarak göreceğiz. ABD şimdiden bütün ezilen uluslara yönelik büyük bir
cephe açmış durumda ve özellikle Ortadoğu’da ABD’nin işgalci şiddet yönetimi büyük bir
Amerikan düşmanlığına yol açmış görünüyor. ABD kendi tetiklediği bu durumun sonuçlarına
katlanmak zorunda kalacak.36
11 Eylül’ün de gösterdiği gibi tedbir alarak bu tip saldırıların önünü kesmek mümkün
değil. Zira ABD’nin artık vurulabilir bir güç olduğu ortaya çıkmıştır ve dahası açılan gedik
yeni denemelerle daha da büyütülecektir. Ortadoğu’nun dinamikleri ve El Kaide’nin
genişlemesi ve güç kazanması düşünüldüğünde ABD için çanların çaldığını söylemek
yerindedir.37
Komisyon raporunda da bu gerçek itiraf ediliyor: “11 Eylül’den beri ABD ve
müttefikleri El-Kaide önderliğinin büyük kısmını öldürdü veya ele geçirdi; El-Kaide’ye
Afganistan’da sığınma hakkı veren Taliban’ı başsız bıraktı ve örgüte zararlar verdi. Yine de
teröristlerin saldırıları devam ediyor. Saldırıları engellemiş olsak da hemen hemen herkes geri
geleceklerini düşünüyor. Bu nasıl olabilir?
Sorun El-Kaide’nin sınırlı bir grup insanı değil, ideolojik bir hareketi temsil etmesi. Çok
uzun süre yönetemese de başlatıyor ve ilham veriyor. Bu yolla kendisini merkezi bir yapı
olmaktan kurtarıyor. Ladin kaçaklarla büyük saldırılar örgütlemek sorunuyla kısıtlanmış
olabilir. Yine de onu öldürmek veya ele geçirmek çok önemli olsa da, terörü
durdurmayacaktır. Onun mesajından esinlenen yeni bir teröristler kuşağı gelecektir.”
Afganistan, UNOCAL, ABD ve 11 Eylül...
11 Eylül’den sonra ABD yönetimi bilindiği gibi hemen saldırıyı gerçekleştirenin Bin
Ladin olduğunu ve Ladin’in de Afganistan’da olduğunu söyleyerek Afganistan operasyonunu
başlatmıştı.
Oysa ki Taliban yönetimi ABD’nin ilişki içinde olduğu, bir dönem desteklediği bir
yönetimdi. ABD yönetiminde yer alan kişilerin neredeyse hepsinin petrol şirketleriyle ilişkisi
vardı ve bunların bir kısmı da Taliban’la ilişkiliydi.
1996-98’li yıllarda ABD yönetiminin Taliban ile Afganistan’dan petrol ve gaz boru
hattı geçirmek için yaptığı pazarlık girişimleri sonuçlanmadı. Afganistan operasyonu
Amerikan petrol şirketlerinin istediklerini elde etmesinin önünü açacaktı.
O yıllarda UNOCAL adlı petrol şirketi Afganistan’a yerleşmiş ve Hamit Karzai şirket
danışmanlığına getirilmiştir.38 UNOCAL şirketinin bir diğer danışmanı ABD saldırganlığının
bir numaralı temsilcisi dünya emekçi halklarının amansız düşmanı, ABD Derin Devleti’nin
etkin üyesi ve siyonist Henry Kissinger’in Afganistan’a müdahalenin öncülüğünü yapması
anlamlıdır.
Yine aynı tarihlerde bir başka ABD petrol şirketi Çin’e uzanmış ve bu yapılanma içinde
George W. Bush’un Güvenlik Danışmanı Condolezza Rice’ın yeralması sizce bir rastlantı
mıdır?
Şimdi bu ilişkilere biraz daha yakından bakalım. UNOCAL adlı petrol ve gaz üretim
firmasının Dış İlişkiler Başkanı John J. Marresca, Amerikan Kongresi’ndeki bir alt komisyon
toplantısında şöyle konuşuyordu:
“Sonuç olarak Afganistan bizim düşündüğümüz petrol boru hattı için en az teknik engel
içeren güzergahtır. Biz Hazar bölgesi petrollerini Asya pazarına ve Arap denizinden
istediğimiz yerlere ulaştırabilmek için Afganistan üzerinden geçen yeni bir İpek Yolu açmayı
öneriyoruz. Amerikan hükümetini gerçek ve büyük bir işin başarısına yardım etmeye
çağırıyoruz.”39 Sonuçta Amerikan hükümeti UNOCAL’ın yardımına koşmuştur. Bu noktada
kanıt beklemeden Afganistan’ı vurun diyen Kissinger’ın, ABD’nin Afganistan özel temsilcisi
Zalmay Halilzad’ın ve Afganistan Devlet Başkanı Hamid Karzai’nin UNOCAL danışmanlığı
yaptıklarını da hatırlayalım.
UNOCAL firmasının “Yeni İpek Yolu” olarak adlandırdığı proje Asya’daki enerji
kaynaklarının Amerikan şirketlerinin kontrolüne geçmesi gerektiğine ve ABD yönetimlerinin
de bunun için gerekli siyasi çalışmayı yürütmesine dayanıyordu. UNOCAL ve Enron
firmalarının bu amaçla pek çok farklı işbirliğine de girdikleri ve ortak hareket ettikleri de
biliniyor. UNOCAL’ın Taliban’la arasının bozulması ise çıkar uyuşmazlığından
kaynaklanmıştır. UNOCAL’la Taliban arasında 1996’da Houston’da varılan anlaşma 1998’te
Taliban’ın yıllık 100 milyon dolardan fazla para ve hatta kendi ihtiyacı için bir kapak açmak
istemesi üzerine bozuldu. Aynı yıl Marresca da bu konuşmayı yaptı. Afganistan
operasyonunun tarihi ise üç yıl sonradır.
Albion Monitor gazetesinin haberine göre de ABD yönetimi Enron’un Hindistan’daki
santralına taşınacak gazın Afganistan geçişi için Taliban’la görüştü, 43 milyon dolar verdi.
Görüşmeler kilitlenince bombalama tehdidinde bulundu.40
Enron’la ilgili bir ayrıntı daha. Beyaz Saray’ı zor durumda bırakan Enron skandalı
hakkındaki soruşturmayı durduran da 11 Eylül oldu.
Afgan işgalinden yaklaşık dört yıl önce bir ABD paraşüt tugayının 19 saat durmaksızın
uçup Kazakistan’ın Çimkent bölgesine inmesi tatbikatını yöneten Orgeneral John Sheehan’ın
“Eğer buralarda bir kriz çıkacak olursa ve ABD’nin yardımını isterseniz yanınızda olup
sizinle savaşacağız”41 demesini, ABD’nin bölgedeki petrol ve gaz yataklarına egemen olmak
politikası ve Afganistan’ı işgal provası diye nitelersek yanılmış olmayız.
Amerikan Derin Devleti ve 11 Eylül
Örnekleri sayısız şekilde çoğaltabiliriz. Ancak burada noktalayalım. ABD Derin
Devleti’ni tüm boyutlarıyla algılamadan 11 Eylül Baskını’na ve bu olayı bahane ederek
Afganistan ve öteki çıkar alanlarına müdahale etmesine doğru tanılar konulabileceğini
sanmıyorum.
BD emperyalizminin gündemini, Derin Devlet’in siyonist ve masonik bir
yapılanmanın işleyişi içinde olduğunu görüyoruz. Bu yapılanma 1833’lü yıllara kadar inen
gizli örgütlerden ve onların üyelerinden oluşmaktadır. Bu üyelerin büyük bir çoğunluğu Çok
Uluslu Şirketler’in sahip ve yöneticilerinden oluşmaktadır.
ABD Derin Devleti ve O’nun çıkarlarına göre dünyanın şekillenmesi Küreselleşme,
Yeni Dünya Düzeni vb. gibi söylemlerle dünya kamuoyuna yutturuluyor.42
Çoğunluğu ÇUŞ yöneticilerinden oluşan Bush kabinesi kendi ulusal çıkarlarını öne
çıkaran devletleri “Rouge State”43 diye tanımlayıp çeşitli yöntemlerle sindirme politikası
gütmektedir.
Görünen ABD devleti, görünmeyen devletin -Derin Devlet- taşeronluğunu yapmakta,
zaman zaman da bu iki güç arasındaki çatışma, başkanların öldürülmesi, seçim hilesi ve 11
Eylül Baskını gibi olaylarla sonuçlanabilmektedir.
Baba Bush’un Kuzey-Güney söylemine dönersek, ABD gizli örgüt yapılanmasını biraz
daha somuta alabiliriz diye düşünüyorum. 1833’lü yıllarda “Skulls and Bones Society” ve
1870’li yıllarda “Illimunati” adıyla çok gizli ve çok seçilmiş kimselerden oluşan siyonist ve
masonik örgütlenme ağı 1921 yılında Rockefeller ailesinin girişimiyle “Commission on
Foreign Relation” (CFR=Dış İlişkiler Komisyonu) adlı gizli yapılanma Kuzey Amerika’da
kapitalist enternasyonalizmin gerçekleşmesi için kurulmuş ve bu yapılanma 1954 yılında
Avrupa’ya taşınarak “Bilderberg” örgütü kurulmuştur.44 Aynı yapılanma 1971 yılında
Japonya’ya taşınmış ve Trilateral Commission (TC=Üçlü komisyon) kurulmuştur.
Vurgulayıp yinelemek istiyorum ki, ABD istihbarat örgütlerini de denetime alan bu
örgütlenme siyonist ve masonik karakterde olup masonluk ilkeleri temelinde aşağıya doğru
(Rotary, Rotaract, Lions, Dinner, Propeller, vb...) yaygınlaştırılmış, uluslararası kapitalizmin
hem coğrafyasını hem de işbirlikçileri oluşturulmuştur.
O halde, ABD+Avrupa+Japonya’dan oluşan kuzey yarım küresi ülkelerinin örgütsel bir
biçimde kapitalist enternasyonalin denetimine girmiş olduğunu söyleyebiliriz. Bu
coğrafyadaki uluslar G-8’ler adıyla örgütlenmiş ABD önderliğinde, ABD çıkarları ön planda
olmak koşulu ile kapitalist-emperyalist sömürüde anlaşmışlar ve kapitalizmi
“Trilateralizm”e45 dönüştürmüşlerdir. Aralarında zaman zaman yaşanan çelişki ve
sürtüşmeler görülse de özdeki yapılanma açıkladığım biçimdedir.
1833’lü yıllarda kurulan “Skulls and Bones Society” adlı örgüt şu anda en etkin bir
konumda bulunmaktadır. Şöyle ki, baba ve oğul Bush, siyonist ve masonik örgütler ağının, bu
en tehlikeli gizli örgütünün üyesidir. Örgütün mabedinde taş duvar üzerinde en azından iki
metre yükseklikte war (savaş) yazmaktadır. “Şahinler” kelimesinin bu açıklama karşısında
anlam kazandığını düşünüyorum.
Özetlersek:
- İngiliz Emperyalizmi’nden ABD emperyalizmi’ne geçiş küreselleşme söylemi altında,
tek kutuplu dünyada ABD’nin egemenliğinde Küresel Faşizm’e dönüştürülmek istenmektedir.
Yüzyılları kapsayan bu sürecin temel örgütü Masonluk’tur. Eğer Masonluk olmasaydı,
Emperyalist-kapitalist sömürülerini gerçekleştiremezlerdi. Tüm dünyada “Küresel
Seçkinler=Global Elite” diye örgütlenen işbirlikçiler bugün ABD ve yandaşlarının küresel
ihanetine aracılık etmektedirler.
- Temel felsefesi “Savaş” olan “Skulls and Bones Society” adlı masonik örgüte dede ve
oğul Bush’un üye olmaları ve özellikle bu kişilerin döneminde Dünya’nın kana bulanması
rastlantı sayılamaz.46
- ABD Derin Devleti üyeleri çoğunlukla masonüstü ve premasonik örgütlerin tümüne
üye olan çokuluslu şirketlerin patron ve yöneticilerinden oluşmaktadır. Görünen ABD devleti
ile işbirlikçi devletler ABD Derin Devleti’nin taşeronluğunu yapmak zorundadırlar.
Yaşamları bu hıyanete katlanmalarıyla olanaklıdır.
- Sanırım bugüne kadar ABD yönetimine bu boyutta çokuluslu şirket yöneticileri
gelmemiştir. Bush seçimleri döneminde döndürülen dolaplar ve seçim hilelerinin bu amaçla
yapıldığını düşünen ABD halkı 11 Eylül Baskını’nda önce çoğunlukta idi.
- Bush kabinesinin üyeleri ÇUŞ’ların özellikle “petrol lobisi”nin temsilcilerinden
oluştuğu için tüm dünyanın petrol ve enerji yataklarını ele geçirmek için ABD saldırganlığı
doruktadır. Aslında petrol savaşı emperyalizm ve küreselleşmenin olmazsa olmaz koşuludur.
Bush’ların Gizli Örgütü: Skulls and Bones Society
11 Eylül’ün perde arkasını anlayabilmek için 11 Eylül’ün aktörlerinin perde arkasındaki
ilişkilerini de bilmek gerekir.
Illuminati, Skulls and Bones Society, Bohemian Groove, Pilgrem Society, Atlantik
Konsül, Round Table gibi gizli örgütlerin varlığı çok az kişi tarafından bilinmektedir. Öyle ki
pek çok ülkenin istihbarat örgütlerinin bile bu örgütler hakkında bir bilgisi bulunmamaktadır.
Oysa dünya bu gizli örgütlerin istemleri doğrultusunda yönetilmektedir.
ABD’nin önde gelen isimlerin Brzezinski, Huntington, Kissinger, Wolfowitz, Richard
Perle ve Abromowitz, CFR (Dış İlişkiler Konseyi), Bilderberg ve Trilateral Komisyon gibi
gizli ve masonik karakterdeki örgütlerin de önde gelen isimleridir.
Dede ve oğul Bush’un üyesi bulunduğu Skulls and Bones örgütünden ayrıca
bahsetmekte yarar vardır. Kurukafa ve Kemikler Örgütü olarak da Türkçeleştirebileceğimiz
bu örgütün beyin takımını Bush’lar oluşturmaktadır.
Merkezi Yale Üniversitesi’nde olan örgüte her yıl sadece 15 erkek üye kabul edilmekte
ve bu üyeler ABD’de üst düzey mevkilere getirilmektedir.
Örgüt 1832 yılında Illuminati örgütünün bir uzantısı olarak William Russel ve Alphonso
Taft tarafından ABD’de kurulmuştur. Gelinen noktada Yeni Dünya Düzeni’nin en önemli
ideolojik ve politik merkezlerinden birisidir.
Bush’ların yanısıra önemli diğer örgüt üyelerinden bazıları şunlardır:
Morgan Stanley Bank’ın sahibi Morgan Stanley
Zapata Petrol’ün başkanı Richard Gow
Fortune dergisinin editörü Russel Davenport
New York Times’ın Genel Yayın Yönetmeni Amory Howe Bradford
New York Trust, Union Pasific, Boeing, Time gruplarının başkanı Artemus Gates.
Amerikalı Şahinlerin Derin İlişkileri
1 Eylül’ün ardından ortaya atılan pek çok iddia biraraya getirildiğinde ABD’nin
“terörle savaş” konseptinin mimarlarının neredeyse tamamının gizli birtakım çıkar ilişkileri
içinde oldukları da ortaya çıkmaktadır.
Ancak olayın asıl ilginç yanı bu ilişkiler ağının dönüp dolaşıp Ladin ve El-Kaide
üzerinde yoğunlaşmasıdır.
Fransa’da yayımlanan ve Jean Charles Brisard ve Guillaume Dasquie tarfından yazılan
“Yasaklı Gerçek: Bin Ladin” isimli kitap bu konuda bilinmeyen pek çok soruya ışık tutan bir
kaynak niteliğinde.
Dünya politik ve finans çevrelerine bomba gibi düşen kitapta ABD ve müttefiklerinin
El-Kaide örgütünün finans kaynakları hakkında gizlenen bütün bilgileri bir bir ortaya
dökülüyor. Kitaptan birkaç ilginç not vermek gerekirse: FBI’ın ikinci adamı olan John
O’Neil, Brisard’a “Usame Bin Ladin’in örgütünü dağıtabilecek tüm kilitler ve anahtarlar,
Suudi Arabistan’da bulunuyor. Ancak Amerikan Dışişleri Bakanlığı, Kral Fahd’a karşı güçsüz
ve çaresiz” diyor. O’Neil Amerikalı diplomatların bu hiç de inandırıcı olmayan sözde
çaresizliğini ise petrol çıkarlarına bağlıyor.
Kitapta, Bush’a en yakın isimlerden Condoleeza Rice’la ilgili de önemli idialar
bulunmakta. Rice 1991’den 2000’e kadar dünyanın sayılı petrol şirketlerinden birisi olarak
gösterilen Chevron Grubu’nun Kazakistan ve Pakistan açılımlarından sorumlu müdürü olarak
görev yapmıştır. Chevron Grubu’nun denetimindeki Tengizchevroil Konsorsiyumu’nun bütün
politikaları bizzat Rice tarafından çiziliyordu.
Görüldüğü gibi ABD Derin Devleti’nin yöneticilerinin çıkarları söz konusu olduğunda
her yol mubahtır. Örneğin ABD yönetimi 1995’te Afganistan’da iktidarı ele geçiren Taliban
ile üç yıl süren bir pazarlık yürüttü. Bu pazarlıklar tam sonuçlanmak üzereyken gelen
Ladin’in Kenya ve Tanzanya’daki ABD büyükelçiliklerini bombalaması olayı petrol ve
doğalgaz alışverişini engelledi. Taliban yönetimi de esasen bu saldırılardan sonra ABD ile
düşman konuma geldi.
ABD ayrıca Türkmenistan’daki zengin petrol ve doğalgaz kaynaklarına uygun bir
güzergâh arıyordu ve Taliban ABD çıkarları için bulunmaz fırsattı. Taliban’ın ABD
desteğiyle iktidara taşınmasının ardına yatan gerçek budur.
ABD’nin petrol devi Unocal Taliban liderlerini Houston’da ağırlamış ve
petrol/doğalgaz ticaretinden komisyon bile önermişti. Yani ilişkiler bu derece ileri
düzeydeydi. Ancak Ladin’in ardı ardına gelen bombalama eylemleri işin rengini değiştirdi.
Zira Taliban, El Kaide’ye sığınma hakkı tanıyarak topraklarında barınmasına izin
vermekteydi.
Bunun üzerine ABD’nin Afganistan’a müdahalesi konuşulmaya başlandı. 11 Eylül bu
müdahale planlarının tartışıldığı bir dönemde gerçekleşti ve kabul etmek gerekir ki ABD için
iyi bir bahane oldu.
Yalnızca bu bilgiler bile ABD içindeki istihbarat skandallarının ve çekişmelerin
nedenlerini anlamak için yeterince ipucu vermektedir.
Gerçekte El-Kaide ile ilgili bütün bilgiler ABD istihbaratında mevcuttur. Ancak ABD
derin devletinin önde gelen şahinlerinin gizli çıkar bağlantıları nedeniyle bu ilişkiler ağı
ortaya çıkartılamamaktadır.
u çıkar şebekesi tam olarak deşifre edilmeden dünyada barışın tesisi mümkün
olmayacaktır.
ABD’nin Kuraldışı Savaşına Karşı
Mazlum Ulusların Kural Dışı Savaşı
w 11 Eylül terör olayı değil “Milenyum Savaşı”dır ve önümüzdeki yüzyıla damgasını
vuracaktır.
ABD “Soğuk Savaş” döneminde kuramlaştırdığı ve örgütleyip yaşama geçirdiği “Kural
Dışı Savaş”ı dünya egemenliği hedefine ulaşmak için saldırganca kullandı. Trilateral coğrafya
dışına itilmiş mazlum ulusları ezdi, sömürdü ve liderliğini ilan etti. Bu süreçte eriştiği
teknolojik üstünlüğü insanlığın hayrından çok “Küresel Liderlik” adına kullanıp sindirme
politikası uyguladı. Nükleer, Termonükleer silahlar yanında, uzay teknolojisi şöyle dursun
casus uçaklar, pilotsuz uçaklar, füzeler, tanklar, toplar, uçak gemileri, vb. gibi silahlara hiç bir
zaman sahip olmayan Küresel örgütlenme dışı bırakılmış “ulus devlet”ler kendi bağımsızlık,
özgürlükleri ve onurları yanında “ulusal çıkar”larını nasıl koruyacaklardır? ABD’nin kural
dışı haksız savaşına karşı yeni bir tür “Kural Dışı Savaş” geliştirmek şeklinde bu soru
yanıtlanabilir.
Nitekim 11 Eylül Baskını, ABD iç muhalefetinden ve yönetim karşıtı gizli örgütlerden
destek alan mazlum ülke temsilcilerinin sahneye koydukları mazlum ulusların en büyük
“Kural dışı savaş” yöntemidir.
w Küresel sömürü var oldukça, işsizlik, açlık, yoksulluk, çaresizlik dünyada
yaygınlaştıkça ve ABD hegomonyası hiçbir ahlâki ve vicdani değere itibar etmeksizin baskı,
şiddet, müdahale politikasını sürdürdüğü sürece 11 Eylül Baskını’yla başlatılan bu süreç
devam edecektir. Bu gerçeği ABD yetkilileri de açıkca dile getirmektedir.
w IQ’sü 90 olan bir kişinin (Clinton’un IQ’sü 180 idi) ABD karar mekanizmasının
başında bir gizli örgüt üyesi ve ABD Derin Devleti’nin temsilcisi olarak bulunması mazlum
uluslar için potansiyel bir tehdit oluşturmaktadır.
w “İyiler ve kötüler” ve de
w “Ya bizden yana ya da terörizmden yanasın” sloganlarından başka kültürel derinliği
bulunmayan ve kendisini peygamber sanan W. Bush, gerek ülkesinde gerek dünyada daha
şimdiden alay konusu haline gelmiş bulunuyor.
w Küreselleşme ve kirli savaş karşıtlarının çığ gibi büyümesi ve ABD hegemonyasına
AB içinde bile karşı çıkanların varlığı bu kaostan çıkış için umut verici görülmektedir.
w Kendi ülkesini korumak için İsrail tanklarına taş atan Filistinli çocukları çaresiz
kalınca büyüdüklerinde bir “Canlı Bomba”ya dönüşmekten başka seçenekleri var mıydı?
ABD’nin Yakın Doğu Politikası’nın temel dayanağı olan İsrail Devleti’nin saldırganlığı
durdurulamamakta. Arap alemi dahil tüm dünya bu soykırıma seyirci kalmaktadır. Mazlum
ulusların onur ve gururu paspas gibi çiğnenmektedir.
w ABD, Afganistan’ı işgal etmeyi, Bin Ladin olayından çok daha önce karar vermiş ve
belki de bir zamanlar kendi ajanı olan Bin Ladin’in eylemlerine göz yumarak Afganistan
işgaline gerekçe hazırlamıştır. Nitekim, 1996’lı yıllardan bu yana UNOCAL petrol şirketiyle
bölgeye girerek şirketin yönetim kurulu üyesi Hamid Karzai’nin devlet başkanlığına
getirilmesinin açıklayıcı bir sebebi bulunmamaktadır.
ABD Afganistan’ı ele geçirmekle Asya’daki stratejik zaafını üstünlüğe dönüştürmüş
ve:
w Gelecekteki en güçlü rakibi olarak gördüğü Çin’i denetim altına almayı
düşlemektedir.
w ABD, Pakistan ve Hindistan’ın bölgede nükleer güç oluşturmasını küresel çıkarlarına
aykırı görmektedir. Bu iki ülkeyi en iyi Afganistan’dan kontrol edebilir. Nitekim Pervez
Müşerref rejimi devrilirse Pakistan’daki nükleer tesislere ne şekilde el koyacağının provasını
yapmıştır.
w ABD, İran’daki rejimle er geç hesaplaşmak istemekte, elinden kaçırdığı İran
Petrolü’ne yeniden egemen olmak istemektedir.
w ABD, Türk Cumhuriyetlerindeki muazzam petrol ve doğal gaz rezervini Pakistan
üzerinden Hint Okyanusu’na indirmek için Afganistan’dadır. Bu amacı gerçekleştiğinde
dünya enerji alanındaki mutlak egemenliğini gerçekleştirecektir. ABD Hazar Havzası ve Türk
Cumhuriyetlere egemen olup Rusya’nın bu bölgedeki nüfuzunu kırmayı hedeflemektedir.
w Bugün gerek ABD’de ve gerekse dünyada çok kişi “11 Eylül Baskını”nın ABD Derin
Devleti’nin bir komplosu olduğuna inanıyor.
w Haziran 2001’de olası bir saldırıya karşı alarma geçen ABD eğer 11 Eylül Baskını’nı
önleyememişse tüm yönetimin istifa etmesi gerekmez miydi?
“Soğuk Savaş’ın bitimiyle “Komünizm Düşmanlığı” değerini yitirince ABD yeni bir
düşman arayışına girmiştir. 1990’lı yıllarda Baba Bush tarafından düşman ilan edilen “İslam”
yeterli gelmeyince İslâm’ı terörizmle özdeşleştirmek için 11 Eylül Baskını’na göz yumulmuş
ve böylece ABD’nin saldırganlığının önü terör bahanesiyle açılmıştır.
w Baba Bush’un ipleri “Skulls and Bones Society=Kafatası ve Kemikler Örgütü” başta
olmak üzere ABD Derin Devleti’nin masonik ve siyonist diğer gizli örgütlerinin elindedir.
Oğul Bush’un ipleri de Baba Bush ve ABD Derin Devleti’ni oluşturan çokuluslu şirketlerin
denetimindedir.
w Bu koşullarda mazlum uluslar ne yapmalıdır? Temel sorun bu...
w 1989 yılında yazdığım bir kitapta,47 ABD’yi “terörist devlet” olarak nitelemiştim; o
günlerden günümüze süregelen ABD müdahale ve saldırıları, her geçen gün bunu daha da
doğrulamaktadır. Bu terörist devletin kural dışı savaşına karşı kural dışı bir savaş mazlum
milletler için artık kaçınılmazdır.
Türkiye Mazlum Milletler Cephesine
11 Eylül’ün ardından artık başka bir dünyada yaşadığımız ortadadır. Türkiye’nin dış
politikası ve ulusal güvenlik stratejisi açısından yeni değerlendirme ihtiyacı da kaçınılmaz bir
biçimde ortaya çıkmıştır.
ABD 11 Eylül’ün yarattığı sözde meşrulukla bütün ezilen uluslara yönelik büyük bir
terörist saldırının ilk adımlarını atmıştır. Afganistan ve Irak’ta yaşanan ABD terörü ABD’nin
sözde terörle mücadele konseptinin ilk adımlarıdır. ABD, görülüyor ki Ortadoğu’da
sömürgeci planlarına direnen bütün ülkeleri hedef tahtasına koymaktadır ve koyacaktır.
Dolayısıyla Türkiye açısından artık bir durum muhasebesinin zamanı çoktan gelmiştir.
ürkiye 11 Eylül’ün ardından önemli bir sorgulamaya girişmeli ve ABD ile ilişkilerini
yeniden gözden geçirmelidir.
Eğer bu yapılmazsa Türkiye’nin önümüzdeki süreçte ulusal bütünlüğünü ve rejimi
büyük bir tehdide maruz kalacaktır. Zira ABD açısından Türkiye bir müttefik değil
parçalanması ve sömürgeleştirilmesi düşünülen bir hedeftir. Kısaca Türkiye de ABD’nin şer
ekseninin içindedir diyebiliriz. ABD’nin şer ekseni içinde ilan ettiği devletlerden Irak
hesabının tutmaması, Irak’ın işgalciye karşı direnişi İran, Suriye, Kuzey Kore gibi ülkelerin
ABD saldırısına maruz kalmasını geciktirmiştir. Fakat ABD bu ülkelere ilk fırsatta
saldırmanın yollarını aramaktadır. Bu saldırı planında şer ekseninde bulunan Türkiye de
payına düşeni alacaktır.
ABD’yi hâlâ stratejik müttefik olarak gören ulusal güvenlik anlayışının çöktüğü artık
görülmelidir. ABD müttefik değil düşmandır.
Bu yolda atılacak ilk adım Türkiye’nin BM, NATO gibi emperyalist kuruluşlardan
çekilmesidir. Dünya artık yeni bir sürece girmektedir ve Türkiye bu dünyadaki yerini almak
zorundadır.
Türkiye’nin yeri mazlum milletlerin yanıdır.
Türkiye’ye ABD’nin yanında yer almasını öneren Amerikancı tezlerin Afganistan ve
Irak saldırılarından sonra hiçbir geçerliliği kalmamıştır.
ABD 11 Eylül’de kendi kazdığı çukura düşmüştür ve bu saatten sonra ABD için tek
seçenek çöküştür.
Atatürk’ün dediği gibi “Mazlumlar zalimleri bir gün mutlak mahv-u perişan edecektir.”
Bu metin, “Devrimci Bir Kurmay Subayın Etkinlikleri-1, Sorun Yayınları, 2004” isimli
kitapta yer alan Talat Turhan’ın “ABD Derin Devleti ve 11 Eylül” başlıklı makalesinin
genişletilmiş ve güncelleştirilmiş halidir. Sözü edilen makale, çıkacak olan “Devrimci Bir
Kurmay Subayın Etkinlikleri-2, Sorun Yayınları, 2004” kitabında da bulunacaktır.
Dipnotlar ve Kaynakça:
1. “ABD’ye yönelik çok daha yıkıcı başka bir saldırı olabilir”, ABD Kongresi 11 Eylül
Komisyonu Raporu’ndan, 22 Temmuz 2003.
2. Haluk Şahin, “11 Eylül Sürpriz miydi?”, Radikal, 28 Ekim 2001.
3. “Terörün Yeni Üssü Asya”, Cumhuriyet, 1 Mayıs 2000.
4. “İslamcı Terör Korkusu”, Cumhuriyet, 4 Şubat 2000.
5. Haluk Şahin, “11 Eylül Sürpriz miydi?”, Radikal, 28 Ekim 2001.
6. FAA: Federal Aviation Administration (Federal Havacılık Kurumu)
7. “Saldırı geliyorum demiş”, Cumhuriyet, 18 Mayıs 2002
8. “Global köyün kanlı teröristi: Usame Bin Ladin”, Milliyet, 1 Ocak 2001, Milliyet.
9. “Saldırının haberi 1993’te verilmişti”, Cumhuriyet, 2 Ekim 2001.
0. “Bin Ladin saldıracak”, Cumhuriyet, 25 Haziran 2001.
11. “ABD teröre karşı seferberlik başlattı”, Cumhuriyet, 24 Haziran 2001,
12. Yasemin Çongar, “Terörist Bin Ladin’e karşı operasyonun eli kulağında”, Milliyet,
21 Aralık 2000.
13. “Bin Ladin koca kulaktan kaçamadı”, Milliyet, 16 Şubat 2001.
14. “Amerikalılar Ladin tehdidine gülmüş”, Milliyet, 27 Eylül 2001.
15. Craig Unger, House of Bush, House of Saud, Scribner, 2004. 4 Nisan 2002 tarihinde
yazdığım bu satırlar, iki yıl sonra bahsedilen yapıtla birlikte öngörüye dönüşmüştür.
16. Türkkaya Ataöv, “ABD 11 Eylül’ü biliyordu!”, Cumhuriyet, 26 Ekim 2002.
17. “11 Eylül kayıtlıymış”, Radikal, 9 Haziran 2002.
18. Fehmi Koru, Yeni Şafak, 6 Kasım 2000.
19. ABD Kongresi 11 Eylül Komisyonu Raporu, 22 Temmuz 2003.
20. “Beyaz Saray biliyordu”, Cumhuriyet, 20 Eylül 2002
“11 Eylül’de istihbarat hatalı”, Cumhuriyet, 25 Temmuz 2003.
21. ABD Kongresi 11 Eylül Komisyonu Raporu, 22 Temmuz 2003. Bundan sonra
Rapor’dan alıntılar yazıda kalın karakterle gösterilecektir.
22. Ergin Yıldızoğlu, “1984-2004”, Cumhuriyet, 6 Eylül 2004.
23. Türkkaya Ataöv, “Bush-Bin Ladin ortaklığı”, Cumhuriyet, 16 Ekim 2002.
24. Craig Unger, House of Bush, House of Saud, Scribner, 2004.
25. 38.000 Dolarlık hisseye 1.000.000 Dolar verilerek Bush ailesine bir nevi gizli rüşvet
verilmiştir.
26. Bugünlerde gösterime giren Moore’un Fahrenheit 9/11 isimli filminde bu kirli
ilişkiler daha ayrıntılı olarak görülebilir.
27. Talat Turhan, Bomba Davası-Savunma-1; Sorun Yayınları, 2004.
Talat Turhan, Emperyalizmin Bataklığında İstihbarat Örgütleri/Doruk Operasyonu,
Sorun Yayınları, 2004.
Talat Turhan, Özel Savaş, Terör ve Kontrgerilla; Tümzamanlar Yayıncılık, 1993
Talat Turhan, Kontrgerilla Cumhuriyeti; Tümzamanlar Yayıncılık, 1993
Talat Turhan, Çeteleşme/Kontrgerilla, Gladio, Susurluk, Telekulak...; Akyüz
Yayıncılık, 1999
28. “11 Eylül saldırısını kim biliyordu?, Yeni Şafak, 23 Ekim 2001.
29. Taha Kıvanç, Yeni Şafak, 24 Ekim 2001.
0. Bush’un yeni tehlikeli İslam düşmanlığı stratejisi ilk kez tarafımızdan kamuoyuna
açıklanmış: “Şimdi de İslam’ı seçtiler”, Zaman, 19 Kasım 1990.
31. Zaman, 29 Kasım 1990.
32. “Kapitalizmin simgesi satıldı”, Milliyet, 29 Aralık 2000.
33. “MOSSAD ABD’yi uyarmıştı”, Cumhuriyet, 17 Eylül 2001.
34. “Suudi Arabistanlı teröristin tehditleri Washington ve Tel Aviv’i alarma geçirdi-Bin
Ladin saldıracak”, Cumhuriyet, 25 Haziran 2001.
“ABD teröre karşı ‘seferberlik başlattı’”, Radikal, 24 Haziran 2001.
35. “Bush iftarla gönül aldı”, Radikal, 9 Kasım 2002.
36. Robert Fisk, “Bush terörizmi meşrulaştırdı”, Birgün, 20 Nisan 2004.
37. ABD ekonomik ve siyasi açıdan büyük bir çöküş içinde. Örneğin, ABD 2003’te
tarihinin en büyük dış ticaret açığını verdi: 489 milyar Dolar. Yine 2004 ortası itibariyle
devlet borcu miktarı 7.22 trilyon Dolar. Açlık sınırında yaşayan Amerikalıların sayısı: 35
milyon.
38. Burada ABD Morrison şirketiyle Süleyman Demirel işbirliği hatırlanmalıdır.
Talat Turhan, Orhan Gökdemir; Mehmet Eymür/Ziverbey’den Susurluk’a Bir
MİT’çinin Portresi, Sorun Yayınları, 2000, sf. 271-287: Talat Turhan’ın basın açıklaması-12
Ekim 1996.
39. Ece Temelkuran, “Küçük bir şirket işi: Kanlı İpek yolu”, Milliyet, 16 Ocak 2002.
40. “Enrongate’ten Taliban çıktı”, Milliyet, 3 Mart 2002.
41. Murat Yetkin, “Askerler boşuna uğraşmaz”, Radikal, 5 Ekim 2001.
42. Talat Turhan, Çeteleşme/Kontrgerilla, Gladio, Susurluk, Telekulak...; Akyüz
Yayıncılık, 1999.
43. William Blum, Rouge State, 2000. Bu kitap “Haydut Devlet” adıyla Türkçe’ye de
çevrilmiştir: William Blum, Haydut Devlet, Yeni Hayat Kütüphanesi, 2003.
44. Bizim küresel seçkinlerimiz(!) de bu örgüte üye yapılmıştır. Bilderberglerin listesi
için bkz.: Talat Turhan, Çeteleşme/Kontrgerilla, Gladio, Susurluk, Telekulak...; Akyüz
Yayıncılık, 1999, sf. 191-192.
45. Holly Sklar, Trilateralizm, South End Press, 1980.
46. Demokratların Başkan adayı Kerry de aynı gizli örgütün üyesi.
47. Talat Turhan, Emperyalizmin Bataklığında İstihbarat Örgütleri/Doruk Operasyonu,
Sorun Yayınları, 2004.
IIAçık
İstihbarat
IIIABD
Kongresi
1 Eylül Komisyonu Raporu
(Özet-22 Temmuz 2003)
Bu raporun öyküsünü ve ortaya çıkan önerileri Birleşik Devletler Başkanı’na, Birleşik
Devletler Kongresi’ne ve Amerikan halkının bilgisine sunuyoruz. On komisyon üyesi -büyük
partizanca bölünmelerin olduğu bir dönemde, ulusumuzun bellli başlı liderlerinden seçilmiş
beş cumhuriyetçi ve beş demokrat olmak üzere- görüş ayrılığı olmaksızın, bu raporu sunmak
üzere toplandık.
Ulusumuzun talebi üzerine amaç birliği ile biraraya geldik. 11 Eylül 2001, Birleşik
Devletler tarihinde emsali görülmemiş bir şok ve ıstırap günüydü. Ulus hazırlıksızdı.
Dönüşen Bİr Mİllet
11 Eylül 2001 sabahı 8:46’da, Birleşik Devletler dönüşmüş bir ulus haline geldi.
Saatte yüzlerce kilometre hızla uçan ve 10.000 galon jet yakıtı taşıyan bir yolcu uçağı
Aşağı Manhattan’daki Dünya Ticaret Merkezi’nin Kuzey Kulesine hızla çarptı. Saat 9:03’te,
ikinci bir yolcu uçağı Güney Kule’ye çarptı. Alevler ve duman yukarı doğru dalgalandı.
Çelik, camlar, küller ve insan vücutları yere yığıldı. Her gün 50.000 insanın çalıştığı İkiz
Kuleler’in ikisi birden 90 dakikadan az bir zaman içinde çöktü.
Aynı sabah 9:37de, üçüncü bir yolcu uçağı Pentagon’un Batı kanadına hızla vurdu.
10:03’te bir dördüncüsü, Güney Pensilvanya’da bir araziye çakıldı. Kongre Binası’na ya da
Beyaz Saray’a vurması amaçlanmıştı ve Amerika’nın saldırı altında olduğu bilgisiyle
donanmış kahraman yolcular tarafından mecburi inişe geçirildi.
Dünya Ticaret Merkezi’nde 2600’den fazla, Pentagon’da 125 ve dört uçakta toplam 256
insan öldü. Ölü sayısı, Aralık 1941’deki Pearl Harbor’u aştı.
Bu tarifi imkansız ıstırap, Afganistan’da üslenmiş aşırı İslâmcıların emriyle hareket
eden 19 genç Arap’a yüklendi. İçlerinden bazıları bir yıldan fazla zamandır nüfusun geri
kalanı ile karışmış bir biçimde Amerika’da bulunuyordu. Dört tanesinin pilotluk eğitimi
almış olmasına rağmen, çoğu iyi eğitim almamıştı. Çoğu çok az İngilizce konuşuyordu, hatta
bazıları neredeyse hiç. Dörtlü ve beşli gruplar halinde, yalnızca küçük bıçaklar, falçatalar,
“Mace” (ç.n.: göz yaşartıcı bomba imalinde kullanılan bir sıvı) kutuları ve gözyaşartıcı
spreyler taşıyarak dört uçağı kaçırdılar ve onları ölüm yüklü füzelere çevirdiler.
Bunu neden yaptılar? Saldırı nasıl planlandı ve başarıldı? ABD hükümeti bunu
anlamakta ve önlemekte nasıl başarısız kaldı? Gelecekte bunun gibi terörist saldırıları
önlemek için ne yapabiliriz?
Bir Şok, Bir Sürpriz Değil
11 Eylül saldırıları bir şoktu ancak sürpriz olarak nitelendirilemez. Radikal İslâmcılar,
Amerikalıları ayırmaksızın, büyük kitleler halinde öldürmeye niyetli olduklarının bir kaç
uyarısını yapmışlardı. Usame Bin Ladin’in, 1990’ların sonuna kadar göze çarpan bir tehdit
olarak ortaya çıkmamasına karşın, İslâmi terörizm on yıldan uzun bir zaman içinde büyüdü.
Şubat 1993’te, Remzi Yusuf’un yönettiği bir grup, Dünya Ticaret Merkezi’ni bir
kamyon dolusu bomba ile yıkmayı denedi. 6 kişiyi öldürdüler ve bin kişiyi yaraladılar. Ömer
Abdül Rahman’ın ve diğerlerinin Hollanda ve Lincoln tünellerini ve New York City’nin diğer
önemli noktalarını yıkma planları, entrikacıların yakalanmasıyla hüsrana uğradı. Ekim
1993’te, Somalili kabile üyeleri, ‘Kara Şahin düştü’ olarak bilinen bir kazada 18 kişiyi
öldürerek ve 73’ünü yaralayarak bir ABD helikopterini düşürdüler. Yıllar sonra öğrenildi ki, o
Somali’li kabile üyeleri El Kaide’den yardım almışlardı.
1995’in başlarında, Manila polisi, Remzi Yusuf’un bir düzine yolcu uçağını, Pasifik’te
uçarken havaya uçurma planlarını ortaya çıkardı. Kasım 1995’te, Riyad’daki Suudi
karakolunun Birleşik Devletler program müdürünün ofisinin dışında bomba yüklü bir araba
patladı, beş Amerikalı ve diğer iki kişiyi öldürerek... Haziran 1996’da, Suudi Arabistan
Dahran’da, bomba yüklü bir kamyonet, 19 Amerikalı servis elemanını öldürerek ve
yüzlercesini de yaralayarak, Khobar Kuleleri Kompleksi’ni yok etti. Saldırı öncelikle, İran
hükümetinden yardım alan bir örgüt olan Suudi Hizbullah tarafından üstlenildi.
1997’ye kadar, Birleşik Devletler istihbarat camiası Usame Bin Ladin’i terörist bir lider
olarak değil, terörizmin bir finansörü olarak gördü. Şubat 1998’de, Usame Bin Ladin ve diğer
dördü, kendine özgü bir fetva yayınlayarak kamuya da açıkladılar: İslâm’ın kutsal
yerlerindeki Amerikan işgalinden ve müslümanlara düzenlenen saldırdan ötürü, sivil ya da
asker, dünyanın neresinde olursa olsun, bir Amerikalıyı öldürmeye çalışmak her müslümanın
üzerine farzdır.
Ağustos 1998’de, Bin Ladin’in örgütü El Kaide, Nairobi, Kenya ve Dar es Selam’daki
Amerikan elçiliklerine eşzamanlı bir bombalı saldırı düzenledi. Saldırılar, 12 Amerikalı da
dahil 224 kişinin ölümüyle ve binlercesinin yaralanmasıyla sonuçlandı.
Aralık 1999’da, Ürdün polisi, Amerikalı turistlerin bulunduğu otelleri ve diğer yerleri
bombalama planlarına engel oldu. Bir Amerikalı Gümrük ajanı, Los Angeles Uluslararası
Havaalanı’na bir saldırı niyetinde olan Ahmet Rasim’i Birleşik Devletler-Kanada sınırında,
patlayıcı madde kaçırmaya çalışırken tutukladı.
Ekim 2000’de, Yemen Aden’de bir El Kaide ekibi, USS Cole destroyerinin bir tarafında
bir delik açmak için patlayıcı dolu bir bot kullandı, gemi battı ve 17 Amerikan denizci öldü...
Dünya Ticaret Merkezi ve Pentagon’daki 11 Eylül saldırıları, bu önceki suçlardan çok
daha planlı, kesin ve zarar vericiydi. Ancak, Eylül 2001’den itibaren, ABD hükümetinin
yönetim kanadı, Kongre, medya ve Amerikan halkı, İslâmcı teröristlerin Amerikalıları kitleler
halinde öldürmeye niyetli olduklarına dair açıktan bir uyarı aldı.
Düşman Kim?
Amerika üzerinde böylesine korkunç bir hasar vermeye eğilimli bu örgütü yaratan
düşman kim? Biliyoruz ki bu saldırılar çok çeşitli İslâmi gruplar tarafından düzenlendi. 11
Eylül saldırısı Usame Bin Ladin tarafından yönetildi.
1980’lerde, dünyanın her tarafındaki genç müslümanlar, Sovyetler Birliği’ne karşı,
cihada gönüllü olarak katılmak için, Afganistan’a gitti. Zengin bir Suudi olan Usame Bin
Ladin bunlardan bir tanesiydi. 1980’lerde Sovyetler’in çöküşünü takiben, Bin Ladin ve
diğerleri cihadı seferber etmek için El Kaide’yi oluşturdular.
Bin Ladin’in şekillendirdiği tarih, kültür ve inanç birliği pek çok Amerikalı için
genellikle bir muamma. Ladin, İslâm’ın geçmişteki mükemmelliğini keşfederek, kendilerini
yabancı efendilerinin kurbanları olarak gören insanlara onurlarını geri vermeye and içer.
Kuran’a ve bazı yorumculara kültürel ve dini göndermeler yapma yöntemini kullanır.
Yenileşme ve küreselleşme ile karşı karşıya kaldıkları için siklonik bir dönüşümle yollarını
aybetmiş insanlara hitap ediyordu. Hitabeti çeşitli kaynaklardan özenle seçiliyordu: İslâm,
tarih ve bölgenin siyasi ve ekonomik sıkıntıları.
Bin Ladin ayrıca Amerika’ya karşı İslâm dünyasında sıklıkla paylaşılan sıkıntıyı
vurgular. İslâm’ın kutsal yerlerinin merkezi olan Suudi Arabistan’da Amerikan ordusunun
bulunuşunu ve Ortadoğu’daki diğer ABD politikalarını eleştirir.
Bin Ladin, bu siyasi ve ideolojik kuruluşun üzerine, on yıllık bir birikimle dinamik ve
öldürücü bir örgüt inşa etti. Afganistan’da, üyelerini daha büyük hedeflere yöneltecek, onları
eğitecek ve kullanacak bir altyapı ve örgüt yarattı. El Kaide’nin becerisinin her bir gösterisi
ile yeni fanatikler ve yeni paralar yarattı. El Kaide için rejim üreten bir sığınak olan Taliban’la
yakın ilişkileri güçlendirdi.
11 Eylül 2001 itibariyle, El Kaide;
-Belli başlı eylemleri değerlendirebilecek, geliştirebilecek, planlamasını ve yönünü
denetleyebilecek liderlere,
-Adayları üye yapabilecek, fikirleri aşılayabilecek, geçmişlerini araştırabilecek ve
onlara gerekli eğitimi verebilecek bir personel sistemine,
-eylemcilerin ve onlara yardım edecek olanların planlamasını yapmaya ve yönünü
belirlemeye yetkin yeterli bir iletişim ağına,
-bilgi toplamaya ve düşmanın gücünü ya da güçsüzlüğünü tayin etmeye yetecek bir
istihbarat gücüne,
- insanları uzak mesafelere yollama gücüne,
-bir saldırıyı finanse edecek gerekli parayı bulma ve taşıma gücüne, sahipti.
1998’den 11 Eylül 2001’e
Ağustos 1998’de, Kenya ve Tanzanya’daki ABD elçiliklerinin bombalanması, El
Kaide’yi ABD’nin potansiyel düşmanı haline getirdi. Elçilik bombalamalarına misilleme
olarak Afganistan ve Sudan’daki El Kaide hedeflerine ‘cruise’ füzelerini attıktan sonra,
Clinton yönetimi, Afganistan’daki Taliban rejimine, Bin Ladin’i sınırdışı etmesi yönünde
diplomatik baskı uyguladı. Yönetim ayrıca, Bin Ladin’i ve kurmaylarını yakalayacak ya da
öldürecek, CIA’ya bağlı yabancı ajanları kullanmak için gizli planlar kurmaya başladı. Bunlar
ne Bin Ladin’i durdurabildi ne de El Kaide’yi yerinden çıkarabildi.
1998 sonu ya da 1999 başı itibariyle, Bin Ladin ve danışmanları, Halid Şeyh
Muhammed (HŞM) tarafından kendilerine getirilen ‘uçak harekatı’ denilen bir plan üzerinde
karar kıldılar. Bu 11 Eylül saldırıları ile sonuçlanacaktı. Bin Ladin ve ve eylemlerinin
başındaki adam, Muhammed Atıf, El Kaide’de liderlik pozisyonunu ele geçirdi. El Kaide
içerisinde, ağırlıklı olarak, HŞM gibi inanmış komutanların fikir ve planlarına bel bağladılar.
HŞM, orijinal planının, 11 Eylül’de gerçekleştirilenden çok daha büyük olduğunu iddia
ediyor; on uçak, ABD’nin kuzey ve güney kıyılarındaki hedeflere saldıracaktı. HŞM’nin
dediğine göre bu planı Bin Ladin şekillendirdi. Bin Ladin HŞM’ye ABD’deki intihar
saldırıları için dört başlangıç eylemi şartı koştu ve 1999 sonbaharında, saldırı denemeleri
başladı. Yeni üyeler, Almanya Hamburg’ta biraraya gelen aşırı İslâmcı göçmenlerin bir
hücresindeki dörtlü takımdan oluşuyordu. Bunlardan bir tanesi ABD’deki eylemlerin taktik
komutanı Muhammed Atta’ydı.
BD istihbaratı, sıklıkla El Kaide’nin planladığı saldırılarla ilgili raporları topluyordu.
CIA, yabancı gizli servislerle çalışarak, bazı El Kaide hücrelerini çözdü. Buna rağmen Bin
Ladin’in örgütünün merkezine ulaşamadı. Aralık 1999’da, Ürdün’deki terörist hücresinin ve
ABD-Kanada sınırındaki teröristin yakalanması ile ilgili haberler ‘milenyum alarmı’nın bir
parçası oldu. Hükümet harekete geçti ve halk olası saldırılar karşısında alarmdaydı.
Haziran 2000’de, yoğun istihbarat çalışmaları göze çarpıyordu ve ‘uçak harekatı’ına
odaklanmış iki militan gözden kaçtı. Kuala Lumpur’da görülen ikili, Bangkok’tan geçerken
kaybedildi. 15 Haziran 2000’de, Los Angeles’a vardılar.
Batıda çok az kaldıkları ve eğer biliyorlarsa da çok az İngilizce bildikleri için, bu iki El
Kaide ajanının, ABD’de HŞM ile sıkı bir ilişki kurmuş olmaları akla yatkın. Bu iki militanın
ABD’deki suç ortaklarından kurulu bir destek ağına sahip olduklarına dair kuşkularımız var.
Kanıtlar, bazı durumlarda bulunamıyor ve bazı durumlarda da can sıkıcı bir şey ama- zayıf.
İkilinin, California’ya varır varmaz, kendilerine ideolojik olarak yakın Yemenli ve
Suudi Arabistanlı bir grup müslümanı, (bunlar, genç bir Yemenli ve San Diego’daki bir
camiye takılan diğerleriyle arkadaşlık eden kişiler) aradıklarını ve bulduklarını biliyoruz. Los
Angeles’ta çok az bilgi edinebildiğimiz kısa bir ikametten sonra El Kaide militanları San
Diego’da kendi isimleriyle yaşamaya başladılar. Çok dikkat çekmemeyi başardılar.
2000 yazı itibariyle, Hamburglu dört hücre üyesinin üçü, ABD’nin doğu kıyılarına
ulaştılar ve pilotluk eğitimine başladılar. 2001’in başlarında, geleceğin korsan pilotu olan
dördüncü militan, Hani Hanjour, diğer bir militan Nawaf al Hazmi ile birlikte Arizona’ya
gitti ve pilotluk eğitimini idare etti. 1980 ve 1990’ların başlarında birkaç El Kaide militanı
Arizona’da zaman geçirmişti.
2000 yılı boyunca, Başkan Bill Clinton ve danışmanları, Bin Ladin’in Afganistan’dan
sınır dışı edilmesi için başlatılan diplomatik çabayı yineledi. Ayrıca Taliban’ın muhalifleriyle
de -Kuzey İttifakı- Bin Ladin’i doğrudan basabileceği yeterli istihbaratı alabilmek için gizli
bir çaba harcadılar. Diplomatik çabalar Pakistan’daki yeni askeri hükümet üzerinde yoğunlaştı
ve başaramadılar. Kuzey İttifakı ile işbirliği, ABD’nin Afganistan iç savaşında taraf olup
olmaması ve Taliban’ın düşmanlarının desteklenip desteklenmemesi ile ilgili sonuçsuz ve
gizli tartışmalara neden oldu. CIA ayrıca, Predator olarak bilinen kameralı mürettebatsız
küçük bir uçağın kullanımı da dahil olmak üzere, El Kaide ile ilgili istihbarat toplama
planlarını geliştirdi.
Ekim 2000’deki USS Cole destroyerine düzenlenen saldırıdan sonra, emri Bin Ladin’in
verdiği kesin olmamasına rağmen, bunu El Kaide militanlarının yaptığına dair birtakım
kanıtlar toplandı. Taliban, ABD’deki diğer bir Bin Ladin saldırısından sorumlu tutulacağına
dair daha önceden uyarılmıştı. CIA bulguları ‘önyargı’ olarak tanımladı; Başkan Clinton ve
baş danışmanları askeri saldırıya geçme kararı almadan önce, bizden bir sonuç beklediklerini
söylediler. Askeri alternatifler onlara pek cazip gelmiyordu.
2000 sonu 2001 başında, yeni Bush yönetimine geçiş, destroyer meselesinin askıda
kalmasına yol açtı. Başkan George W. Bush ve baş danışmanları El Kaide’nin destroyer
saldırısından sorumlu olduğunu kabul ettiler; ancak karşılığındaki mevcut seçeneklerden
hoşlanmadılar.
Bin Ladin’in çıkarsamalarına göre, en azından destroyer seviyesindeki saldırılar
risksizdi.
ush yönetimi, El Kaide tehdidini 3-5 yıl içinde ortadan kaldırmak amacıyla yeni bir
strateji geliştirmeye başladı.
2001’in bahar ve yaz aylarında, ABD istihbarat servisleri, El Kaide’nin, bir raporun
ortaya koyduğu gibi ‘çok çok büyük bir şey’ planladığına dair uyarı mesajları aldı. Merkezi
İstihbarat Başkanı George Tenet ‘sistemin kırmızı alarm verdiğini’ söyledi.
Başkan Clinton’a söylendiği ve Ağustos 2001’de kendisine özetlenen bir Başkanlık
brifinginde Başkan Bush’a hatırlatıldığı üzere, Bin Ladin’in ABD’de saldırıya kararlı
olmasına rağmen, tehdit haberleri denizin ötesini gösteriyordu. Denizötesinde pek çok
önlemler alındı. Yerel servisler yeterince harekete geçmedi. Milenyum alarmıyla
karşılaştırıldığında tehdit ulusal basının ilgisini pek çekmedi.
ABD, önleme çalışmalarını dünya çapında devam ettirmesine rağmen, El Kaide
tehtidini ortadan kaldırmak için ortaya çıkan strateji, Afganistan ve Pakistan’la diplomatik
ilişkiler olduğu kadar, Afganistan’da, genişletilmiş gizli bir hareket programını da içeriyordu.
2001 yazı, Başkanlık yönergesinin bir taslağı ve Predator uçağı (bu uçak kendi füzeleriyle
konuşlandırılmıştı ki, Bin Ladin ve kurmaylarını öldürebilmek için kullanılabilsin) hakkındaki
tartışmalarla sonuçlandı. 4 Eylül’de bir toplantıda, Başkan Bush’un başdanışmanları yönerge
taslağını ve Predator’u silahlandırma fikrini onayladılar. El Kaide ile ilgili bu yönerge 11
Eylül 2001’de Başkan Bush’un imzasını bekliyordu.
‘Uçak harekatı’nın devam etmesine rağmen, 2001’de planı yapanların kendi sorunları
vardı. Olası katılımcıların bir kısmı ayrıldı, diğerleri ABD’ye giriş hakkı alamadı
(gerekçesinin terörizmle ilgisinin olmamasına rağmen bir kişi havaalanı girişinde geri
çevrildi). En son pilotlardan bir tanesinin uçak harekatını feshettiği düşünüldü. Minnesota’da
bir uçuş eğitiminde ortaya çıkan Zacarias Moussaoui, onun yerine geçen bir aday olmalıydı.
Geçmişe bakınca planın zayıflıkları açıkça görülüyor. Moussaoui, büyük jet uçaklarının
nasıl kullanılacağıyla ilgili düzgün saha eğitimini araştırırken kuşku uyandırdı. 16 Ağustos
2001’de göçmen kanunlarını ihlalden tutuklandı. Ağustos sonunda, istihbarat örgütündeki
görevliler, Haziran 2000’de Güneydoğu Asya’da görülen teröristlerin ABD’ye vardıklarını
ögrendi.
Bu olaylar acil eyleme yol açmadı. 2001 yazında bu ipuçları üzerinde çalışan hiçkimse
bunları, üst düzeydeki tehdit raporlarına bağlamadı.
2001 yazında son hazırlıklar yoldayken, Afganistan’daki El Kaide liderleri arasında
devam edip etmemek konusunda bir görüş ayrılığı oluştu. Taliban’ın lideri Molla Ömer,
ABD’ye saldırmaya karşı çıktı. Pek çok yetkin kurmayının itirazı ile karşılaşmasına rağmen,
Bin Ladin, bu itirazları reddetti ve saldırılar başladı.
11 Eylül 2001
Gün, 19 hava korsanının bir güvenlik kontrol noktasına girmesiyle başladı; açıklıkla
herşeyi tetkik ettiler ve nasıl kazanacaklarını biliyorlardı. Sistemin içine girmedeki başarı
oranı 19 da 19’du. Hava mürettebatı ve intihar eylemi olasılığına hazırlanmamış pilot
kabinlerinin avantajına sahip olarak, dört uçağı ele geçirdiler.
11 Eylül’de, ABD hava sahası savunması, iki federal servis arasındaki yakın ilişkiye
bağlıydı: Federal Aviation Administration (FAA) ve North American Aerospace Defence
Command (NORAD). 11 Eylül’de varolan protokoller, kaçırılan uçağın silah olarak
kullanıldığı bir saldırı için pek uygun değildi.
Sonradan ortaya çıkan, bunun, kaçırılmış bir uçağı hiç kullanmamış siviller ve ticari
uçakları kitle imha silahlarına çevirme konusunda hazırlıksız bir ordu tarafından bir savunma
uydurmak için hazırlanmış, aceleye gelen bir deneme metni olduğuydu.
Silahla vurma izni, United 93 Pensilvanya’ya düştükten 28 dakika sonrasına kadar
NORAD hava savunma bölümüne verilmedi. Uçaklar, nereye gittiklerini ve hangi hedeflerle
karşılaşacaklarını bilmeden, sonuçsuzca ilerliyordu. ‘Vur’ emri verildiğinde, pilotlarla iletişim
kurulamıyordu. Kısacası, Washington’daki liderler, üzerlerinde daire çizen saldırganların,
düşman uçağını ‘götürme’ talimatı aldıklarını düşünürken, gerçekte pilotlara verilen tek emir:
‘Kimliğini tespit et ve takip et’.
Milli Savunma gibi, 11 Eylül’le ilgili acil müdahale de doğaçlama oldu.
New York’ta, New York İtfaiyesi, New York Polisi, New York ve New Jersey liman
idaresi, bina çalışanları, binada kalanlar, neredeyse tahmin edilemeyecek, 102 dakikadan fazla
süren bu şiddetli olayın etkisiyle başa çıkmak için ellerinden gelenin en iyisini yaptılar.
Kazazedelerin tamamı, çarpmanın olduğu bölgede ve onun da yukarısındaki bölgede
bulunuyordu ve hayatlarını kurtarmaya çalıştıkları için tehlikeye girenler arasında kazazede
oranı oldukça yüksekti. Felaket hazırlıklarının zayıf olmasına, olayın bütünlüklü olarak
kontrolü konusunda başarısız kalınmasına ve ilgili servisler arasındaki iletişim kopukluğuna
rağmen, çarpma bölgesinin altında çalışan binlerce sivilin hepsi değil ama yaklaşık yüzde biri
acil müdahale ekiplerinin yardımıyla kurtuldu.
Pentagon’da, komuta ve kontrol problemlerine rağmen, acil müdahale çoğunlukla sonuç
verici oldu. Olay Kontrol Sistemi, (National Capital Region’da acil müdahele için hazırlanan
yönetim birimi) yerel, eyalet ve federal yargı yetkilerinin yarattığı doğal karışıklığın
üstesinden geldi.
Operasyonel Fırsatlar
Çok da emin olmadan karar vermenin yararı ve handikapıyla yazıyoruz. Belirsizlik
şartlarında ve çok az kontrol edebildikleri anlarda seçim yapmış olan insanlara haksızlık
yapma riskini dikkate alıyoruz.
Bununla birlikte, planın belli zayıflıkları ve onu bozma fırsatı vardı. Operasyonel
hatalar, -örgütler ve o anın sistemleri tarafından sömürülmeyecek ya da sömürülemeyecek
fırsatlar- şunları içeriyor:
-Geleceğin uçak korsanları Hazmi ve Mihdhar’ı izlememek, Bangkok’a gittikten sonra
onları takip etmemek, geleceğin korsanının ABD vizesi ya da yoldaşının ABD seyahati
hakkında FBI’yı haberdar etmemek,
-Destroyer saldırısında Mihdhar’la bağlantılı kişilerle ilgili bilgileri paylaşmamak,
-Mihdhar ve Hazmi’yi ABD’de bulmak için zamanında adım atmamak,
-Terörist bir eylem maksadı ile uçuş kursuna ilgi duyduğu belirlenen Zakarias
Moussaoui’nin tutuklanmasını, artan saldırı işaretlerine bağlamamak,
-Vize başvurularındaki sahtekârlığı anlamamak,
-Hileli yollarla alınan pasaportları farketmemek,
-Terörist takibinden gelen isimleri ekleyerek uçuş yasağı listesini genişletmemek,
Bilgisayarlı CAPPS görüntüleme sistemiyle belirlenen uçak yolcularını araştırmamak,
-Pilot kabini kapılarını sağlamlaştırmak ya da intihar eylemleri olasılığına hazırlanmak
için gerekli diğer tedbirleri almamak.
GENEL BULGULAR
Plan yapanlar esnek ve becerikli olduğu sürece biz hangi adımın veya adımların onları
yenilgiye uğratıp uğratmayacağını bilemeyiz. Güvenle söyleyebileceğimiz şey, ABD
hükümetinin 1998’den 2001’e kadar El-Kaide entrikasının gelişmesini geciktirecek veya
rahatsız edecek ölçütlerden hiçbirini hayata geçirmediğidir. Hükümetin içinde hayal gücü,
siyaset, kapasite ve yönetim zaafları vardı.
Hayal Gücü
En önemli zaaflardan biri hayal gücüdür. Liderlerin tehdidin boyutunu anladığına
inanmıyoruz. Bin Ladin ve El-Kaide’den kaynaklanan terörist tehlike, halkın, medyanın ve
hatta Kongre’nin ana tartışma konularından biri değildi. Aslında, bu tehdit ancak 2000 yılı
Başkanlık seçimlerinde gündeme geldi.
El-Kaide’nin yeni terörizm faaliyetleri, hazır olmadıkları bir anda ABD hükümet
kurumlarını mücadeleyle tanıştırdı. Üst düzey memurların bize söylediklerinden anlaşılan;
tehlikeyi anlamışlardı fakat bunun ABD’nin daha önce karşılaşmadığı, radikal yeni bir terörist
tehdit veya ABD’nin on yıllardır yaşadığı olağan bir terörist tehdit olup olmadığı hakkında
şüpheleri vardı.
4 Eylül 2001’de, kontr-terörizm politikaları kordinasyonundan sorumlu Beyaz Saray
yetkilisi Richard Clarke, hükümetin şu soruya henüz bir cevap bulmadığını iddia ediyordu:
“El-Kaide büyük bir mesele mi?”
Cevabı bir hafta sonra geldi.
Politika
Terörizm, Clinton yönetiminde veya 11 Eylül öncesi Bush yönetimindeki ABD
hükümetinde umursanmayan bir ulusal güvenlik meselesi değildi.
Politik karşı çıkışlar bu hayal gücü zaafına bağlandı. Hem Bush hem de Clinton
yönetimindeki personel, 11 Eylül öncesi ABD’nin Afganistan’a düzenlediği saldırının pratik
olarak olanaksız olduğunu düşünüyorlardı.
Kapasite
11 Eylül öncesi, ABD El-Kaide problemini Soğuk Savaş’ın son aşamalarında kullandığı
kapasiteyle ve hazır bulunan yan etkileriyle çözmeyi denedi. Bu yetenekleri genişletmek veya
reforme etmek için çok az şey yapıldı.
CIA’nın kendi personeliyle paramiliter operasyonları yönetme kapasitesi çok düşüktü
ve 11 Eylül öncesi bu kapasiteyi genişletmek için çaba harcanmadı. CIA, aynı zamanda insan
kaynaklarından istihbarat toplama yeteneğini de geliştirmeliydi.
1 Eylül öncesi Savunma Bakanlığı’nın El-Kaide’ye karşı koyma misyonuyla tam
olarak donandığı ve belki de ABD’yi tehdit eden en tehlikeli dış düşmanın El-Kaide olduğu
fikri üzerinde düşündüğü söylenemez.
Amerika vatan koruyucuları yüzlerini dışarıya döndüler. NORAD’ın ancak kendisine
yeten alarm üsleri vardı. Arada sırada Amerikan hedeflerine yönlendirilmiş uçak kaçırma
tehlikeleri üzerine senaryolar planlıyordu fakat bunlar sadece denizaşırı ülkelerden gelen
uçaklar üzerine planlardı.
İstihbarat yeteneklerindeki en ciddi zayıflık, yerel alandaydı. FBI, ulusal öncelikler
sahasında servislerin kolektif bilgileriyle bağlantı kurma yeteneğinden yoksundu. Diğer yerel
servisler işleri FBI’ya bıraktılar.
FAA kapasitesi zayıftı. Herhangi bir ciddi intihar uçağı olasılığı sınavında, uçuş listeleri
de yoksa, aşağıda belirtilen değişiklikler, öfkeli bakışlarını size yönelten savunmasız
insanların saptanmasını sağlayabilir; CAPPS görüntüleme sistemiyle yolcuların kimliklerinin
araştırılması, federal eskortların yerel bölgelerde konuşlandırılması, pilot kabininin kapısının
sağlamlaştırılması, hava mürettebatının beklediklerinin dışında, farklı türde bir uçak kaçırma
olasılığına karşı alarma geçirilmesi... FAA, geçmişte yaşanan deneyimlerden farklı tehditlerin
raporlarını almakta ne kendi çalışmasını düzenledi ne de NORAD’la uyumlu bir çalışma
sergiledi.
Yönetim
11 Eylül entrikasını engellemek için kaçırılan fırsatlar aynı zamanda, hükümetin 21.
yy.’ın yeni mücadelelerinin problemlerini yönetmekte kullandığı yola uyum göstermekteki
büyük yeteneksizliğin de bulgularıdır. Eylem personeli, hükümete El-Kaide’yle ilgili bütün
bilgileri sunmalıydı. Yönetimin, servisler arasında, (yerel-yabancı servisler arasında da)
istihbaratın paylaşıldığından ve görevlerin net bir şekilde saptandığından emin olması
gerekirdi.
Aynı zamanda, ayrılmış kaynaklar ve öncelikler oluşturan önemli liderlerin yaptığı gibi,
daha geniş yönetim talimatları da vardır. Örnek olarak, 4 Aralık 1998’de Başkan Tenet’in bazı
CIA personeli ve CIA Başkanlığı’nın Toplum Yönetimi için yayınladığı yönetmelik, şunu
vurguluyor: “Savaştayız. Bu çabada ne CIA içinde ne de toplumda hiçbir insanın veya
kaynağın boşa kullanılmasını istemiyorum.” Memorandumun CIA’yı veya istihbarat
camiasını seferber etmekte çok az etkisi oldu. Bu olay, CIA Başkanı’nın Savunma
Bakanlığı’nın içindeki servisler de dahil olmak üzere istihbarat camiasını yönlendirmekteki
otoritesinin sınırlarını göstermektedir.
ABD hükümeti, CIA, FBI, Devlet Bakanlığı, Ordu ve iç güvenlikte çalışan servisler
kadar çeşitli bağımsız kurumları kapsayan operasyonlara katmak için sorumlulukları
paylaştırma, istihbaratı bir yerde toplama ve planlamayı yönlendirmede kullanma yolunu
bulmadı.
ÖZEL BULGULAR
Başarısız Diplomasi
Şubat 1997’de başlayan ve 11 Eylül 2001’e kadar devam eden süreçte, ABD hükümeti,
Afganistan’daki Taliban rejimini, El-Kaide için bir sığınak olmasını durdurması ve Bin
Ladin’in adalet karşısına çıkarılacağı bir ülkeye gönderilmesi için ikna etmek amacıyla
iplomatik baskı kurmayı denedi. Bu çabalar, uyarı ve yaptırımları da içeriyordu ama hepsi
başarısız oldular.
ABD hükümeti ayrıca, iki başarılı Pakistan hükümetinden de Taliban’dan Bin Ladin ve
örgütüne sığınak sağlamayı durdurmasını istemesi ve Taliban’a desteğini kesmesi için baskı
uyguladı. 11 Eylül öncesi ABD, Pakistan’ın Taliban’la olan köktendinci ilişkilerini yeniden
düşünmesine ikna etmek için gereken dürtü ve baskı karışımını bir türlü bulamadı.
1999’dan 2001’in başlarına kadar ABD, Taliban’ın sadece dış dünyaya seyahat ve mali
çıkış yerlerinden biri olan Birleşik Arap Emirlikleri’ne, bağlarını koparması ve özellikle de
Afganistan’la olan hava ulaşımı üzerinde uygulaması gereken yaptırımlar için baskı uyguladı.
Bu çabalar 11 Eylül öncesi çok az başarı sağladı.
Suudi Arabistan, İslâmi aşırılıkla mücadele etmekte problemli bir müttefik oldu. 11
Eylül öncesi, Suudi Arabistan ve ABD hükümetleri, istihbarat bilgilerini tam olarak
paylaşmadılar ve El-Kaide örgütünün mali kaynaklarının izini sürmek ve dağıtmak için yeterli
ortak çabayı geliştiremediler. Diğer yandan, en üst düzeydeki Suudi Arabistan hükümet
yetkilileri, Bin Ladin problemini diplomasiyle çözmek için temel başlangıçlar konusunda
ABD’li yetkililerle yakın bir çalışma sürdürdüler.
Askeri Seçeneksizlik
Siyasetçilerin taleplerine yanıt olarak, Mayıs 1998’den bu yana ordu, Bin Ladin ve
örgütüne saldırmak için sınırlı vuruş seçenekleri düzeninde hazırlandı. Ordu, siyasetçilere
brifing verdiğinde, bu vuruş seçeneğinin artı ve eksilerini, düşünülen risklerini de sundular.
Siyasetçiler, sunulan bu seçenekler karşısında hayal kırıklıklarını ifade ettiler.
20 Ağustos 1998’i müteakiben, Afganistan ve Sudan’daki El-Kaide hedeflerine
düzenlenen füze saldırıları, hem kıdemli askeri personelin hem de siyasetçilerin, Bin Ladin ve
örgütüne karşı askeri harekatı başlatmaya karar vermek veya tavsiyede bulunmak için kilit rol
oynayan etkili istihbarat üzerinde önemle durmalarını sağladı. Kaydadeğer paralel hasarları
riske atmak istemediler ve Bin Ladin’in güçlü görünmesini sağlayıp ABD’yi güçsüz
gösterecek olan Bin Ladin’i ıskalamak seçeneğini istemediler. 1998-1999’da üç spesifik
olayda istihbarat, Bin Ladin’i öldürmek için olası vuruşlar üzerine plan yapma yetkisi için
yeterince güvenilir zannedildi. Fakat her olayda, vuruşlar daha ileri gidemedi, çünkü kıdemli
siyasetçiler, risklerinin değerlendirmesini dengelemek için yeterince etkili bir şey olarak
istihbaratı önemsemediler.
Merkezi İstihbarat’ın Başkanı, siyasetçiler ve askeri yetkililer, etkili istihbarat
eksikliğinden dolayı yaşadıkları hayal kırıklığını ifade ettiler. Pentagon’un içindeki, özel
kuvvetler ve kontr-terör politikaları bürosundakiler de dahil olmak üzere kimi yetkililer de
askeri harekat eksikliğinden dolayı yaşadıkları hayal kırıklığını ifade ettiler. Bush yönetimi,
2001’de El-Kaide üzerine yeni politikalar geliştirmeye başladı fakat askeri planlar 11 Eylül’e
kadar değişmedi.
İstihbarat Camiası İçindeki Problemler
İstihbarat camiası, uluslararası terörizm olgusu hakkında bilgi toplamak ve bunu
çözümlemek için 1990’lardan 11 Eylül’e kadar bir mücadele yürüttüler. Ezici çoğunluktaki
öncelikler kombinasyonu, değişmez bütçeler, modası geçmiş bir yapı ve bürokratik rekabet,
bu yeni mücadeleye yetersiz bir yanıt olarak sonuç verdi.
Kendini işine adayan pek çok görevli, El-Kaide’ye ait gittikçe gelişen kanıtları biraraya
getirmek ve tehditleri anlayabilmek için gece gündüz çalıştı. Bin Ladin ve gittikçe büyüyen
örgütü El-Kaide hakkında pek çok rapor olmasına rağmen, istihbarat camiasının ne bildiği ve
bunun ne anlama geldiği hakkında anlaşılabilir bir görünüş yok. 1995 ve 11 Eylül arasında
terörizm üzerine bir Ulusal İstihbarat Değerlendirmesi yoktu.
11 Eylül öncesi hiçbir servis El-Kaide’ye saldırmak için CIA’dan daha fazla bir şey
yapmadı. Fakat, CIA’nın dışarıdaki terörist faaliyetleri dağıtmayı başaracak ve Bin Ladin ve
Afganistan’daki kurmaylarını yakalamayı deneyecek vekiller kullanmasının sınırları var. CIA
yetkilileri bu sınırlamaların farkındalar.
Basitçe ortaya koymak gerekirse, gizli faaliyet gümüş bir kurşun değildir. Bu faaliyet,
Afganistan’daki vekilleri çalıştırmak, çeşitli yetenekleri yaratabilmek ve eğer kendine bir
fırsat yaratabilirse CIA’nın bunu kullanabilmesi için önem taşıyordu. Fakat üç yıldan uzun bir
süredir, hem Clinton’un son dönemleri hem de Bush’un ilk günlerinde, CIA bu vekil güçlere
bel bağladı ve bir sonuç alınamayınca CIA’nın içindeki Kontr-Terörist Merkezi ve Ulusal
Güvenlik Konseyi yetkililerinde gittikçe büyüyen bir hayal kırıklığı ortaya çıktı. Predator’un
geliştirilmesi ve Kuzey İttifakı’na verilen destek bu hayal kırıklığının ürünüdür.
FBI’daki Problemler
1993’teki Dünya Ticaret Merkezi’ne düzenlenen ilk saldırıdan bu yana Washington ve
New York’taki FBI ve Adalet Bakanlığı yöneticileri, hem içerde hem de dışardaki ABD
çıkarlarını terörizm tehdidi altında tutan İslâmcı aşırı uçlar hakkında daha çok endişelenmeye
başladılar. 1990’larda FBI’nın uluslararası terör örgütlerine karşı yürüttüğü kontr-terör
çabaları, hem istihbaratı hem de suçlu araştırmalarını içeriyordu. FBI’nın bu araştırmalara
yaklaşımı; duruma özel, merkezileşmemiş ve kovuşturma yönünde idi. Kaydadeğer FBI
kaynakları, farklı kovuşturmalarla sonuçlanan başlıca terörist saldırıların olay sonrası
araştırmasına adandı.
FBI, bu tip saldırıları engellemek için kapasitesini güçlendirmeyi amaçlayan çeşitli
reform çabalarına girişti fakat bu reform çabaları örgüt çapında yapısal değişimi
tamamlamakta başarısız oldu. 11 Eylül 2001’de FBI, etkili bir koruyucu kontr-terör stratejisi
için bazı alanlarda kritik bir şekilde kısıtlandı. O işe yarayan kontr-terör maddeleri, sınırlı
istihbarat bilgisine, stratejik analiz yeteneğine, hem iç hem dış bilgileri paylaşmaktaki sınırlı
kapasitesine, yetersiz eğitime, bilgileri paylaşmanın önünde görünen yasal engellere ve
yetersiz kaynaklara rağmen yine işe yaradı.
Geçişli Sınırlar ve Göç Kontrolleri
İstihbarat ve yasal yaptırımların El-Kaide’nin seyahat zaaflarını kullanması için fırsatlar
mevcuttu. 11 Eylül uçak korsanları toplu bir şekilde ele alınırsa;
*Hepsi gözlem altında tutulabilecek, tanınan El-Kaide militanlarıdır;
*Sundukları pasaportlar hileli yollarla elde edilmiştir;
*Sundukları pasaportlar aşırılık için şüphe uyandıran bir göstergedir;
*Vize başvurularında farkedilebilecek yanlış ifadelerde bulundular;
*ABD’ye giriş hakkı için sınır yetkililerine yanlış ifadelerde bulundular;
*ABD’deyken göçmenlik yasalarını ihlal ettiler.
e Devlet Bakanlığı konsolosluk yetkileri ne de Göçmenlik ve Etkisizleştirme Servisi
müfettişleri ve ajanları, ulusal kontr-terör çabalarında tam bir ortaklık olduğunu düşündüler.
11 Eylül’den önce sınırları korumak bir ulusal güvenlik problemi değildi.
Geçişli Hava Güvenliği
Hava korsanları, hava güvenlik sisteminde herkes tarafından bulunabilecek
materyallerle çalıştılar ve bir silahtan daha az metal içeren ve izin verilebilir aletler
kullandılar. Hava korsanlarının ikisinin ABD TIPOFF terörist arananlar listesinde olmasına
rağmen, FAA TIPOFF verilerini kullanmadı. Hava korsanları sadece bir güvenlik alanını
aşmak zorundaydılar; güvenlik kontrol noktası gidişi. Bazı hava korsanlarının CAPPS
sistemiyle daha fazla görüntülenmek için seçilmesine rağmen, bu, sadece kontrol edilen
bagajlarının daha fazla incelenmesine sebep oldu. Uçağa bindikleri zaman da, uçak kaçırma
olaylarına karşı eğitilmemiş bir uçak personeliyle karşılaştılar.
Maliye
11 Eylül saldırılarını gerçekleştirmek $400.000 ila $500.000 arasında bir fiyata mal
oldu. Eylemciler ABD’de $270.000’den fazla para harcadılar. Pasaport ve vize almak için
yapılan yolculuklar, ABD’ye yolculuk, eylem lideri ve ABD dışındaki destekçilerin
harcamaları ve en sonunda eyleme katılmayan, hava korsanı olması için seçilen insanların
harcamaları gibi ek masraflar da vardı.
Entrika, büyük oranda ABD’deki bankaları kullandı. Hava korsanları, pasaportlarını ve
kimlik dökümanlarını kullanarak kendi isimleriylenı ve kimlik dökümanlarını kullanarak
kendi isimleriyle hesap açtılar. Dünyada her gün milyarlarca dolarlık akış yaşanırken onların
işlemleri aslında dikkate değer işlemler değildi.
11 Eylül saldırıları için kullanılan paranın kaynağının belirlenmediğini belirtmek lazım.
El-Kaide’nin pek çok fon kaynağı var ve 11 Eylül öncesi yıllık bütçesi 30 milyon dolar olarak
tahmin ediliyor. Eğer fon kaynaklarından bir kısmı kurursa, El-Kaide saldırıları finanse etmek
için yeterli parayı herhangi bir yerden kolaylıkla bulabilir.
Alelacele Yurt Savunması
Ulusal hava sahasının sivil ve askeri koruyucuları -FAA ve NORAD- kendilerine
yönelik saldırılara karşı hazırlıksızdılar. Bu hazırlıksızlıkla, eşi görülmemiş bir mücadeleye
karşı etkili bir vatan savunması yapmaya çalıştılar ve başarısız oldular.
O sabah yaşanan olaylar, operasyonel personelin gözden düşmesi gibi bir sonuç
yaratmadı. NORAD’ın Kuzeydoğu Hava Savunma Bölgesi personeli bilgiye ulaşamadı ve
ulaşabildikleri bilgiye dayanarak verebilecekleri en iyi kararları verdiler. Tek tek FAA
kontrolcüleri, kapasite yöneticileri, kumanda merkezi yöneticileri ulusal çapta bir alarm
vermekte, yerel trafiği durdurmakta, ulusal çapta tüm uçaklara yere inin talimatını vermekte
ve benzeri görülmemiş düzeni kusursuz bir şekilde idare etmekte oldukça çevik ve yaratıcı
davrandılar.
Daha kıdemli düzeylerde, iletişim zayıftı. Kıdemli askeri ve FAA yöneticileri
birbirleriyle etkili bir iletişim kuramadılar. Kumanda zinciri iyi işlemedi. Başkan kimi kıdemli
görevlilere ulaşamadı. Savunma Bakanı, sabah yaşanan kilit olaylar sona ermeden kumanda
zincirine dahil olamadı. Ulusal Hava Muhafızı birlikleri, Başkan’ın, NORAD’ın ve Ulusal
Askeri Kumanda Merkezi’nin bilgisi dışında, farklı kurallarla sınırlandıkları için aralarında
çekişmeler yaşandı.