03 Şubat 2015

RAHMAN SURESİ FİZİLALİL KURAN TEFSİRİ



FİZİLALİL KURAN TEFSİRİ
 RAHMAN SURESİ
55-Rahman

1."Rahman" olan Allah.
2- Kur'an'ı öğretti.
3- İnsanı yarattı.
4- Ona düşüncesini açıklamayı öğretti.
5- Güneşin ve ayın konumları ve hareketleri belirli bir hesaba dayanır.
6- Bitkiler ve ağaçlar O'nun buyruğuna boyun eğerler.
7- O, göğü yüksek yarattı ve tartı ilkesini koydu.
8- Tartıda titiz olun diye.
9- Teraziyi doğru tutunuz, sakın eksik tartmayız.
10- Allah, yeryüzünü canlıların ayakları altına serdi.
11- Orada türlü türlü meyvalar, salkımlı hurma ağaçları var.
12- Yine orada yapraklı taneler, hoş kokulu bitkiler var.
13- Ey insanlar ve cinler, peki, Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?
Burada sözü, anlamı, çağrışımı ve müzikal ahengi ile bilerek seçilen bir "giriş" ile karşı karşıyayız.
Evet "Rahman' olan Allah".
Dalga dalga yayılarak uzak enginlere varan sarsıcı sesi şu evrenin her yanında, şu varlığın bütün birimlerinde yankılanan bir çığlıktır kulaklarımıza gelen.
Evet "Rahman' olan Allah".
Perde perde yükselerek mesafeleri aşan, varlık aleminin katmanlarını titreştiren, her varlığa hitap eden ahengi ile, her varlığın dikkatini çeken, gökleri ve yeryüzünü dolduran, her kulağa ve her kalbe ulaşan bir çığlık.
Evet "Rahman' olan Allah: '
Arkasından birdenbire gelen bir suskunluk. Ayet bitiyor. Tüm evren de susup kulak kesiliyor. Bu çarpıcı girişi izleyecek olan büyük haberi bekliyor. Derken o beklenen ve bütün varlık aleminin vicdanını iliklerine kadar titreten haber geliyor.
İşte surenin "Rahman" olan Allah'ın nimetlerini açıklamayı konu edinen ilk bölümü ve o çarpıcı duyuruyu izleyen haber bu ayetlerden oluşuyor. İnceleyelim:
"Kur'an'ı öğretti:'
Bu, "Rahman" olan Allah'ın insana yönelik merhametinin somut göstergesi olan en büyük nimettir. Kur'an yanı. O, şu evrenin tüm yasalarının özenli ve eksiksiz bir tercüman; göklerin ve yerin sistemidir. İnsanlar bu kitaba sarılınca evrenin yasal sistemi ile bağ kurarlar; inançlarını, düşüncelerini, değer yargılarını, sosyal sistemlerini, davranışlarını varlık aleminin dayanağı olan değişmez temel üzerine oturturlar. Bu durum onlara huzur, güven, evrensel yasalarla aralarında anlayış ortaklığı ve iletişim kurma imkânı sağlar.
Kur'an, kendisine sarılanların algı organlarını ve duygularını şu güzel evrene açar. İnsanlar bu evreni ilk kez görmüş gibi olurlar. Kur'an onların kendi varlıklarına ilişkin algılarını tazeleyip güçlendirdiği gibi çevrelerini kuşatan evrene ilişkin algılarını da tazeleyip güçlendirir. Çevrelerindeki her şeye insanlarla iletişim kuran, insanlara sevgi saçan taze bir ruh aşılar. O zaman Kur'an'ın bağlıları, şu gezegen üzerindeki yolculukları boyunca nereye gitseler, nerede dursalar kendilerini dostlar arasında, cana yakın ahbaplar arasında bulurlar.
Kur'an, bağlılarının beyinlerine yüce Allah'ın yeryüzündeki halifeleri, onurlu temsilcileri oldukları; gökleri, yeryüzünü ve dağları dehşete düşüren yüce "emanet"in taşıyıcıları oldukları bilincini aşılar. Böylece bu insanlar, insanlıklarını gerçekleştirmekten doğan değerlerinin farkına varırlar. Bu amaca erdiren tek aracın "iman" olduğunu anlarlar. O iman ki, yüce Allah'ın soluğunu ruhlarında tazeler, O'nun insanlara yönelik en büyük nimetine gerçeklik kazandırır.
Bundan dolayıdır ki, Kur'an öğretme nimeti, insanı yaratma nimetinden önce anılmıştır. Çünkü bu canlının insan olma anlamı, bu nimet sayesinde gerçekleşebilir. Devam ediyoruz:
"İnsanı yarattı. Ona düşüncesini açıklamayı öğretti."
Burada şimdilik insanın yaratılışı olayını bir yana bırakalım. Surenin akışı içinde az ilerde bu konunun yeri gelecek. Zaten burada bu nimetin anılmasının amacı, onu izleyen, "düşünceyi açıklama" nimetine sözü getirmektir.
Biz insanın konuştuğunu, meramını anlattığını, düşüncesini açıkladığını, diğer insanlarla anlaştığını, onlarla iletişim kurduğunu hep görüyoruz. Bu sürekli gözlem bize bu ilâhi bağışın önemini, bu "harika" olayın müthişliğini unutturuyor. Bu yüzden Kur'an, birçok yerinde bu olaya dikkatlerimizi çekiyor, bizi onun üzerinde düşünmeye özendiriyor.
Evet insan nedir? Aslı nedir? Varlığa nasıl başlamıştır? Düşüncesini açıklamayı nasıl öğrenmiştir?
İnsan varoluşu, ana rahminde can bulan tek hücre ile başlar. Yalın, küçücük, minicik, basit, ancak mikroskopla görülebilen, belli-belirsiz tek bir hücre ile. Fakat kısa bir süre sonra bu tek cenin'e (embriyo'ya) dönüşüyor. Milyonlarca kemik, kas, sinir, deri ve kıkırdak hücresinde oluşan bir canlı biçimi olarak karşımıza çıkıyor. Sonra bu hücrelerden çeşitli organlarla bu organların işitme, görme, tadma, koklama ve dokunma gibi fonksiyonları oluşuyor. Sonra da en büyük harikalar ve en çarpıcı sırlar, yani kavrama, konuşma, bilinç ve sezgi yetenekleri ortaya çıkıyor. Bunların hepsi o tek, yalın, küçük, minicik, basit ve belli belirsiz hücreden kaynaklanıyor.
Nasıl ve nereden? "Rahman" olan Allah tarafından ve O'nun sanatının eseri olarak.
Biz konuşmanın, meram anlatmanın nasıl meydana geldiğini şöyle bir gözden geçirelim. Yüce Allah buyuruyor ki:
"Allah sizi hiçbir şey bilmez halde analarınızın karınlarından çıkardı. Size kendisine şükredesiniz diye işitme duyusu, gözler ve kalpler verdi." (Nahl suresi, 78)
Konuşma sisteminin yapısı, hiçbir zaman şaşırtıcılık vasfı sona ermeyecek bir harikadır. Dil, dudaklar, damak, dişler, gırtlak, soluk borusu, bronşlar ve akciğerler. Bütün bu organlar işbirliği halinde çalışarak meram anlatma zincirinin bir halkasını oluşturan "seslenme" işlemini meydana getirirler. Bu işlem, bütün önemine rağmen, bu karmaşık surenin mekanik yanını oluşturur. Süreç bunun ötesinde işitme duyusu ile, beyinle, sinirlerle, sonra da akılla ilişkilidir. O akıl ki, onun sadece adını biliyoruz, ne mahiyetinden ve ne de özünden haberimiz var. Hatta nasıl çalıştığı, fonksiyonunu hangi yöntemle gerçekleştirdiği konusunda hemen hemen hiç bir şey bilmiyoruz.
Konuşan bir insan herhangi bir sözcüğü nasıl seslendirir?
Bu olay, çok aşamalardan geçen, çok adımları olan, çok sayıda organik sistemin işbirliğini gerektiren, bazı aşamaları halâ bilinmeyen, şu ana kadar aydınlığa kavuşturulamamış olan, son derece karmaşık bir işlemdir.
Bu işlem, bilinçte o sözcüğü söyleyerek belirli bir meramı gerçekleştirmeye yönelik bir ihtiyacın belirmesi ile başlar. Bu ihtiyaç duygusu sonra idrak alanından, ya da akıldan veya ruhtan somut bir işlem aracı olan beyne gider. Ama bu geçişin nasıl olduğunu bilmiyoruz. Sonra da bilim adamlarının söylediklerine göre beyin, sinirler aracılığı ile bu belirli sözcüğü seslendirmeye ilişkin emir verir. Sözcüğün kendisini ise insana yüce Allah öğretiyor, anlamını o belletiyor. Bu sırada akciğerler depoladıkları havanın bir bölümünü dışarıya basarlar. Bu hava bronşlardan soluk borusuna, oradan gırtlağa geçerek ses tellerini titreştirir. Bu ses telleri insan yapısı hiçbir ses aygıtının, hiçbir müzik enstrümanının tellerine benzetilemeyecek oranda şaşırtıcı bir yapıya sahiptirler. Gırtlağa gelince sese dönüşen bu hava aklın isteğine göre biçim alır. Yani yüksek olur, alçak olur; hızlı olur, yavaş olur; sert olur, yumuşak olur, bas olur, tiz olur, ya da başka bir biçime ve niteliğe bürünür. Gırtlağın yanısıra dil, dudaklar, gırtlak ve dişler de devreye girer. Ses bu organlardan geçerken çeşitli harflerin çıkış yerlerindeki özel vurguların etkisi ile biçimlenir. Özellikle dil üzerinde her harfe özgü ses tonunu sağlayan çeşitli bölgeler vardır. Buralarda belirli vurgu gerçekleşerek belirli titreşimi gerektiren harf seslendirilir.
Bütün bu aşamaların sonunda bir tek sözcük seslendirilmiş olur. Bunun arkasından cümleler, konular, düşünceler, geçmişe, şimdiki zamana ve geleceğe ilişkin duygular gelir. Bütün bunlar şaşırtıcı, tuhaf ve ayrı birer alemdirler.` İnsanın şu tuhaf ve şaşırtıcı organizmasında oluşurlar. Onları meydana getiren, Rahman olan Allah'ın sanatı ve lütfudur.
Sonraki ayetlerde "Rahman" olan Allah'ın nimetlerinin evrensel fuardaki gösterisine devam ediliyor. Okuyoruz:
"Güneşin ve ayın konumları ve hareketleri belirli bir hesaba dayanır.
Burada ayın ve güneşin yapıları ile hareketleri arasında uyum sağlayan ince plâna dikkat çekiliyor. Kalpleri ürperti, dehşet ve bilinçle dolduran bu vurgulama, sözcükleri arasında geniş çaplı ve derinlikli gerçekler barındırıyor. Şöyle ki:
Güneş, uzaydaki gök cisimlerinin en büyüğü değildir. İnsanoğlunun sınırlarını bilmediği, uçsuz-bucaksız bir boşluk olarak algıladığı uzayda milyarlarca yıldız vardır. Bunların arasında güneşten daha büyükleri, ondan daha çok ısı ve ışık yayanları vardır. Meselâ araplar arasında "şıra el Yemanî" adı ile bilinen büyük ayı takımındaki Cırı us yıldızı, güneşten yirmi kat daha ağır ve güneşin elli katı kadar ışıklıdır. Arcturus yıldızı ise güneşin seksen katı hacminde ve ondan sekiz bin kat daha parlaktır. Suheyl yıldızının ışık yayma gücü de güneşinkinden iki bin beş yüz kat fazladır. Bu tablo bu şekilde genişletilebilir.
Fakat güneş, "yer" adını verdiğimiz şu küçük gezegen üzerinde yaşayan biz insanlar arasından en önemli yıldızdır. Çünkü bu gezegenin kendisi ve sakinleri güneş ışığının, güneş ısısının ve onun çekim gücünün etkisi altında yaşıyorlar, varlıklarını sürdürüyorlar.
Ay da öyle. O aslında yer yuvarlağının küçük hacimli bir uydusudur. Fakat yeryüzünün hayatı üzerinde büyük etkisi vardır. Denizlerde görülen gel-git olayının en önemli faktörü odur.
Güneşin hacmi, ısı derecesi, dünyamıza uzaklığı, yörüngesindeki dönüş hızı; bunun yanısıra ayın hacmi, dünyamıza uzaklığı ve yörüngesindeki dönüş hızı, bütün bunlar gerek yeryüzündeki hayata yönelik etkileri bakımından ve gerekse uzaydaki diğer yıldızları ve gezegenler arasındaki konumları açısından son derece ince ve duyarlı hesapların sağladığı dengelere dayanırlar.
Şimdi onların gezegenimizi ve üzerindeki hayat olayı yakından ilgilendiren bu hesaplı dengelerinin bazı yönlerinde göz gezdirelim: Güneşin dünyamıza uzaklığı doksan iki buçuk milyon mildir. Eğer o dünyamıza bundan daha yakın olsa yeryüzü ya yanar, ya erir, ya da uzaya yükselen bir buhar kitlesine dönüşürdü. Eğer bizden daha uzakta olsa o zaman da yerküremiz donar ve üzerindeki hayat ölüme dönüşürdü. Güneşin dünyamıza ulaşan ısısı, onun asıl ısısının iki milyonda biri kadardır.,Yeryüzündeki hayatın sürmesi için gereken optimal ısı derecesi bu kadardır. Meselâ eğer güneşin yerinde o iri ve güçlü radyasyonlu Cirius yıldızı olsaydı, yerküremiz buharlaşıp yokoluverirdi.
Şimdi de ayın hacmini ve dünyamıza olan uzaklığını ele alalım. Eğer ay şimdikinden daha büyük olsaydı, denizlerde meydana getireceği gel-git olayının yol açacağı su yükselmeleri yeryüzünü ve üzerindeki bütün varlıkları tufana boğardı. Eğer ay, yüce Allah'ın kıl kadar bile şaşmaz hesabına göre olduğundan daha yakınımızda olsaydı, sonuç dünyamız için aynı türden bir felaket olurdu.
Güneş ile ayın dünyamıza uyguladıkları çekim gücü gerek yerküresinin konumu ve gerekse uzay hoşluğundaki dönüşünün dengesi açısından hesaplı ve ölçülüdür. Dünyamızın bağlı olduğu güneş sistemi bütün uyduları ile Lyr burcundaki Vega yıldızına doğru saatte yirmi bin millik bir hızla hareket etmektedir. Buna rağmen milyonlarca yıllık yolculuğu boyunca sistemimiz, uzaydaki yıldızlardan biri ile çarpışmamaktadır.
Bu korkunç ve uçsuz-bucaksız uzay boşluğunda hiçbir yıldızın yörüngesi kıl ucu kadar bile sapma göstermez. Yıldızların hacimleri ve hareketleri arasındaki uyum ve denge hesapları arasında en ufak bir değişiklik meydana gelmez.
Yüce Allah "Güneşin ve ayın konumları ve hareketleri belirli bir hesaba dayanır" buyururken gerçekten ne kadar doğru söylüyor! Devam ediyoruz: "Bitkiler ve ağaçlar O'nun buyruğuna boyun eğerler."
Bir önceki ayet, şu koca evrenin yapısındaki plâna ve hesaba işaret etmişti. Bu ayette ise evrendeki doğrultu birliğine ve ilişkiye işaret ediliyor. Bu işaret de uyarıcı ve çarpıcı bir gerçeğe ileticidir. Şöyle ki:
Şu varlık bütünü ile kaynağına ve yoktan varedicisine kulluk ve boyun eğme bağı ile bağlıdır. Bitkiler ve ağaçlar, varlık aleminin bu doğrultusunu kanıtlayan iki örnektir. Kimi tefsir bilginleri ayetin orjinalindeki Necm sözcüğünün "gökteki yıldızlar" anlamına geldiğini ileri sürerken başka bazı tefsir bilginleri bu sözcüğün "ağaçlar gibi gövdesi üzerinde dik duramayan bitkiler" demek olduğunu söylemişlerdir. Sözcük ister o anlama alınsın, ister bu anlama geldiği kabul edilsin aynı kapıya çıkar. Her iki durumda da ayet, şu varlık alemindeki doğrultu birliğine ve iç ilişkiye işaret ediyor.
Evrenin tümü, ruhu olan canlı bir varlık bütünüdür. Gerçi bu ruhun göstergesi, biçimi ve dinamiklik derecesi varlıktan varlığa değişir, ama özü bakımından birdir.
İnsan kalbi bu gerçeği, yani tüm varlıklara yayılmış "hayat" gerçeği ile bu ruhun yaratıcıya yönelmiş olduğu gerçeğini çok eski çağlardan beri fark etmiştir. İnsan kalbi sezgi yolu ile bu gerçeği kavramıştır. Ama ne zaman bu sezgisini duyu organlarının deneyleri ile sınırlı olan aklın kriterleri ile ölçmeye kalkıştı ise kuşkuya kapılmış ve bu bilgiden uzak kalmıştır.
İnsanlık son yıllarda evrendeki yapısal birliği yansıtan gerçeğin bazı ön bilgilerine ermiştir. Ama bu yöntemle onun ruh taşıyan bir canlı olduğu gerçeğine erebilmekten halâ çok uzaklardır.
Pozitif bilim, günümüzde evren yapısının ana biriminin atom olduğunu, atomun da aslında radyasyondan, yani ışık enerjisinden ibaret olduğunu, evrenin temel ilkesinin hareket olduğunu ve hareketin evrenin birimleri arasındaki ortak özellik olduğunu düşünme eğilimindedir.
Fakat evrenin temel ilkesini ve ana özelliğini oluşturan bu "hareket" hangi tarafa doğrudur.
Kur'an bize diyor ki: Evren, ruhunun hareketi ile yaratıcısına yönelmiştir. Onun asıl hareketi budur. Evrenin bâr de yüzeysel hareketi vardır. Fakat bu hareket, onun ruhunun hareketinin dışa yansımasından başka bir şey değildir. Evrenin ruhsal. hareketi Kur'an'ın birçok ayetinde gündeme getirilir. Bu ayetlerin başlıcalarını birlikte okuyalım:
"Bitkiler ve ağaçlar O'nun buyruğuna boyun eğerler." (Rahman suresi, 6)
"Yedi kat gök, yer ve buralardaki varlıkların tümü O'nu tenzih ederler, noksanlıklardan uzak olduğunu dile getirirler. Evrendeki her varlık, O'nu överek tesbih eder, fakat siz bu varlıkların tesbihlerini anlayamazsınız." (İsra suresi, 44)
"Göklerdeki ve yerdeki tüm varlıkların ve havada süzülen kuşların Allah'ı noksanlıklardan tenzih ettiklerini görmüyor musun? Bu varlıkların tümü, Allah'a nasıl dua edeceklerini, O'nu nasıl noksanlıklardan tenzih edeceklerini bilirler." (Nur suresi, 41)
Bu gerçeği düşünmek, tüm evrenin Allah'a yönelik kulluklarını ve tesbihlerini izlemek insan kalbini acayip bir hazla doldurur. İnsan kalbi bu durumda çevresindeki tüm varlıkların duygu beraberliği ile yaratıcısına yöneldiğini, tüm varlıkların ruhları arasında bulunduğunu hisseder. Bu ortak ruhun tüm varlıklarda kımıldamadığını ve onları kendisine kardeş ve dost yaptığının bilincinde olur.
Onun için bu ayetin vurguladığı gerçek son derece geniş boyutlu, engin ufuklu ve derin anlamlar taşır. Devam ediyoruz:
TARTIYI DOĞRU TUTUNUZ
"O göğü yüksek yarattı ve tartı ilkesini koydu.
Tartıda titiz olunuz diye.
Teraziyi doğru tutunuz, sakın eksik tartmayınız: '
Göğe işaret etmenin amacı -Kur'an'ın, evrenin çeşitli kesimlerine yönelik diğer işaretlerinde olduğu gibi- insan kalbini gaflet uykusundan uyandırmak, kanıksamanın duyarsızlığından uzaklaştırmak, şu evrende egemen olan uyuma ve güzelliğe dikkatini çekmek, onu yoktan varederek çarpıcı güzelliklerle bezeyen "güçlü el"i tanımaya özendirmektir. '
Göğe işaret etmek. Bu kavramın anlamı ne olursa olsun insanın bakışlarını yükseklere, şu görkemli ve yüce uzaya yöneltir. Bu uzay uçsuz-bucaksız bir enginliktir, bilinen hiç bir sınırı yoktur. İçinde milyarlarca iri gök cismi hareket halinde olduğu halde hiçbir iki gök cismi bir noktada buluşmaz, hiç bir iki gezegen sistemi birbirleri ile çarpışmaz. Oysa güneş sistemimizin içinde bulunduğu galakside olduğu gibi bu takım yıldızlarını oluşturan yıldızların sayısı kimi zaman milyona varır. Güneş sistemimizin içinde bulunduğu saman yolunda yeralan kimi yıldızlar bizim güneşimizden dar`a küçükken kimileri de ondan binlerce kat daha büyüktür. Bizim güneş sistemimizin çapı bir milyon üç yüz otuzüç bin kilometre dolayındadır. Bütün bu yıldızlar ve bütün bu gezegen sistemleri uzayda korkunç hızlarla hareket halindedirler. Fakat onlar bu görkemli uzay boşluğu içinde, biribirlerinin uzağında yüzen, bu yüzden ne bir noktada buluşan ve ne de birbirleri ile çatışan birer zerre niteliğindedirler.
Yüce Allah, bu engin ve görkemli göğü yüksek yaratmanın yansıttığı yüceliğin yanıbaşında "tartı ilkesini" hak terazisini "koydu". Onu sabit, oynamaz, sarsılmaz, sağlam biçimde yerleştirdi. Kişilerin, olayların, nesnelerin değerleri, her türlü değerler, doğru ve duyarlı şekilde belirlensin diye bu ilkeyi yerleştirdi. Hiç bir şey yanlış değerlendirilmesin, hiçbir şey tartılırken cahilliğin, kötü amacın ve kişisel arzunun baskısı ile eksik ya da fazla tartılmasın diye yüce Allah bu ilkeyi insan fıtratının özüne aşıladığı gibi onu peygamberlerin getirip tanıttıkları ilâhi sistemin temel yasaları arasına kattı ve Kur'an'da da ona yer verdi "Tartı ilkesini koydu" buyurdu. Niçin?;
"Tartıda titiz olunuz diye."
Ne eksik ve ne de fazla tartınız. Devam ediyoruz:
"Teraziyi doğru tutunuz, sakın eksik tartmayınız."
Demek oluyor ki, tartıdaki denge, hakkaniyet ilkesi gözetilince, eksik ve fazla kutuplarının aşırılıklarına taşmaktan kaçınılınca kurulur.
Okuduğumuz ayetlerde yeryüzündeki ve toplum hayatındaki "hak" kavramı ile evrenin yapısı ve düzeni arasında ilişki kuruluyor. Aynı yaklaşımla hak kavramı ile soyut anlamdaki "gök" arasında da bağ kuruluyor. Çünkü yüce Allah'ın vahyi ve hayat sistemi, soyut anlamı ile gökten iniyor. Bu bağ kurulurken göğün somut anlamı da gözetilmiştir. Çünkü evrenin hayallere sığmaz büyüklüğü ile istikrarı yüce Allah'ın buyruğunu ve gücünün sınırsızlığını simgeler. Böylece göğün bu iki anlamı çarpıcı mesajları ve uyarıcı çağrışımları ile insan idrakinde buluşmuş, çakışmış olur. Devam edelim:
YERYÜZÜ NİMETLERİ
"Allah yeryüzünü canlıların ayakları altına serdi.
Orada türlü türlü meyvalar, salkımlı hurma ağaçları var.
Yine orada yapraklı taneler, hoş kokulu bitkiler var."
Uzun sürelerden beri yeryüzünde yaşadığımız için, bu gezegenin şartları ile ve görüntüleri ile içli-dışlı olduğumuz için, kendimiz de bu gezegenin sakinleri arasında bulunduğumuz için, bütün bu sebeplerden ötürü, bu yeryüzünü canlıların "ayakları altına seren" güçlü elin etkisini farkedemiyoruz. Bu güçlü el yeryüzünde huzur, istikrar ve rahatlık içinde barınmamızı sağlamıştır. Ama biz ne bu konforun, ne keyfini sürdüğümüz istikrarın olağanüstü anlamının ve ne de bu gezegende bize bağışlanan sayısız nimetlerin bilincinde değiliz. Yalnız zaman zaman bazı yanardağlar lav ve kül püskürtüyor, yer yer deprem felaketleri oluyor da ayaklarımız altındaki güvenle basmaya alıştığımız toprak sarsılıyor, dalgalanıyor, altüst oluyor. İşte ancak o zaman şu yeryüzünde yüce Allah'ın bir nimeti olarak keyfini sürdüğümüz istikrarın, dengenin ne demek olduğunu anlıyoruz.
Oysa eğer insanlar bağrında barındıkları bu yeryüzü hakkında birazcık kafa yorsalar bu gerçeğin her an bilincinde olmaları işten bile değildir. Bu yeryüzü yüce Allah'ın şu engin uzayında yüzen yoğunlaşmış bir toz bulutundan başka bir şey değildir. Evet bu uçsuz-bucaksız boşlukta yüzen yoğunlaşmış bir toz bulutu. Bu toz bulutu bu engin boşlukta bir yandan kendi ekseni çevresinde saatte yaklaşık bin millik bir hızla, öbür yandan da güneş etrafında saatte yaklaşık altmış bin mil hızla dönüyor. Bunların yanısıra bu gezegen, uydularından birini oluşturduğu güneş sistemi ile birlikte bir bütün olarak saatte yirmi bin mile varan bir hızla uzaydaki Lyr burcunda bulunan Vega yıldız kümesine doğru yolalıyor.
Evet, eğer insanlar sözünü ettiğimiz hızla uzayın enginliklerini yutan ve yüce Allah'ın gücünden başka hiçbir tutamağa bağlı olmayan bu yüzer toz bulutuna binmiş yolcular olduklarını düşünseler sürekli biçimde kalpleri ve bakışları yüce Allah'a dönük bulunur, ruhları ve eklemleri titrer, yeryüzünü canlıların ayakları altına seren, bu gezegeni onlar için istikrarlı bir barınak halinde tutan ezici iradeli tek Allah'a sığınmadan edemezlerdi.
Evet, yüce Allah üzerindeki varlıklarla birlikte hem kendi ekseni çevresinde hem güneş etrafında dönen, bunların yanısıra güneş sisteminin diğer gezegenleri ile birlikte sözünü ettiğimiz korkunç hızla yüzen bu gezegeni canlıların yaşamasına elverişli bir barınak yaptı ve burada onların rızıklarını, besin kaynaklarını da hazırladı. Okuduğumuz ayet bu besin kaynakları içinden genel olarak meyvaları ve özellikle "salkımlı hurmaları" anıyor. Ayetin orjinalinde yeralan "ekmam" sözcüğünün tekili olan "kem" sözcüğü "içinde hurma meyvasının oluştuğu salkım torbası" anlamına gelir-. Böylece hurma meyvesinin güzelliği yanında onun görünüşündeki estetiğe işaret ediliyor. Yine bu yeryüzü besinlerinden yapraklı ve çenekli taneler anılıyor ki, bu yapraklar ve çenekler kuruyunca hayvanlara yem oluyorlar. Yine bu yeryüzü besinlerinden "hoş kokulu bitkiler" anılıyor. Bu bitkilerin türleri çoktur. Kimi insanların yiyeceği olurken, kimi de hayvanlara yem olur, kimi de saçtıkları güzel kokularla insanlar için zevk ve haz kaynağı olurlar.
Buraya kadar yüce Allah'ın çeşitli nimetleri sayılıp döküldü. Bu nimetler Kur'an'ın öğretilmesi, insanın yaratılması, onun konuşma ve meramını anlatma yeteneği ile donatılması, güneşin ve ayın hesaplı bir dengeye bağlanmaları, göğün yüksek yaratılıp tartı ilkesinin yerleştirilmesi, yeryüzünün içindeki meyvalarla, hurmalarla, ekinlerle ve kokulu bitkilerle birlikte canlıların ayakları altına serilmesi idi. Sözün bu noktasında yüce Allah evren ve evrenliler karşısında cinlere ve insanlara şöyle sesleniyor:
"Peki, Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?"
Bu sorunun amacı, belgelemek ve tanık tutmaktır. Çünkü bu noktada hiç bir insan, hiç bir cin, "Rahman" sıfatlı yüce Allah'ın nimetlerini inkâr edemez.
İNSAN VE CİNİN YARATILIŞI
Şimdiye kadar yüce Allah'ın insanlara ve cinlere yönelik nimetlerinin evrende olanları sayılmıştı. Şimdi onların kendi üzerlerinde beliren, özellikle varoluşlarında, ilk baştaki yaratılışlarında ifadesini bulan nimetler gündeme getiriliyor.

14- O insanı pişmiş çamuru andıran kuru balçıktan yarattı.
15- Cinleri de dumansız alevden yarattı.
16- Peki, Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?
Yaratma ve yoktan varetme nimeti, bütün nimetlerin temelini oluşturur. İlke olarak varolmak ile yokolma arasındaki mesafenin boyutları, insanoğlunun tanıdığı, bildiği hiçbir ölçü ile ölçülemez. İnsanoğlunun elinde olan ya da aklı ile kavrayabildiği bütün ölçüler bir varlık ile başka bir varlığı karşılaştırmaya yarar. Var olan ile "yok" olan arasındaki mesafeye gelince bunu insan aklı asla kavrayamaz. Aynı imkânsızlığın cinler için de geçerli olduğunu sanıyorum. Çünkü onlar da yaratıklara özgü karşılaştırma kriterlerini kullanan bir yaratık türüdürler.
Buna göre yüce Allah, cinlere ve insanlara yaratma ve yoktan varetme nimetini hatırlatırken aslında onlara kavrama sınırlarını aşan bir nimetten sözetmiş olmaktadır.
Yüce Allah bu hatırlatmanın arkasından insanların ve cinlerin hangi hammaddelerden yaratıldığını açıklıyor. İnsanoğlunun yaratılış hammaddesi de bir başka yaratıktır, yani sertçe dokunulduğunda ses veren, çınlayan kuru balçıktır. Kuru balçık, çamurdan ya da topraktan yaratılma sürecinin bir halkası olabileceği gibi insanın ve toprağın aynı elementlerden oluştuğu gerçeğini vurgulayan sembolik bir ifade de olabilir.
"Modern bilim, insan organizmasının, toprağın içerdiği elementleri aynılarını içerdiğini kanıtlamıştır. İnsan organizması karbondan, oksijenden, hidrojenden, fosfordan, kükürtten, azottan, kalsiyumdan, potasyumdan, sodyumdan, klordan, magnezyumdan, demirden, manganezden, bakırdan, florinden, kobalttan, çinkodan, silisyumdan ve alüminyumdan oluşur. Bu elementler, aynı zamanda toprağı da oluşturan elementlerdir. Gerçi bu elementlerin oranı insandan insana değiştiği gibi insan ile toprak arasında da değişiktir. Fakat oranlar bir yana, elementler aynı elementlerdir."
Yalnız modern bilimin bu buluşunu bu ayetin kesin açıklaması saymak doğru değildir. Kur'an'da dile getirilen gerçeğin amacı pozitif bilimin bu buluşu olabileceği gibi başka bir şey de olabilir. Yani bu benzeri ayetlerde insanın topraktan çamurdan ya da kuru balçıktan yaratıldığı gerçeği ile bağdaşan çok sayıdaki oluşum tarzlarından biri kastedilmiş olabilir.
Burada bir noktayı ısrarla vurgulamak istiyoruz. Bu nokta Kur'an'ın ifadelerini insan ürünü bilimsel buluşlarla sınırlamaktan kaçınılmasının gereğidir. Çünkü bilimsel buluşlar hem doğru, hem de yanlış olabilecekleri gibi insanın bilgi ufku genişledikçe, bilgi edinme yöntemleri çoğalıp olgunlaştıkça değişmeye, başkalaşmaya açıktırlar. Bazı iyi niyetli araştırmacılar Kur'an'daki ifadelerin anlamları ile bilimsel buluşlar arasında -bu buluşların deney sonucu mu, yoksa teori mi olduklarına bakmaksızın- uyum sağlamak için can atarlar. Bunun Kur'an'ın ileri görüşlülüğünü, mucizevi niteliğini kanıtlamak niyetiyle yaparlar. Oysa Kur'an, değişmez ifadeleri değişken bilimsel buluşlarla uyuşsa da, uyuşmasa da mucizedir. Onun ifadelerinin anlamları her zaman değişmeye ve başkalaşmaya açık olan, hatta temelden doğruya da yanlış sayılma ihtimali ile sürekli karşı karşıya bulunan bilimsel buluşların dar kalıplarına sıkıştırılamayacak derecede geniş kapsamlıdır. Bilimsel buluşların Kur'an'ın ifadelerini açıklamaya ilişkin tek faydası vardır. O da Kur'an'ın kafamızdaki anlamını genişletmektir. İnsanın gerek iç dünyasına, gerekse dış dünyasına ilişkin bir konuya ayetler kısaca değinmekle yetinmiş ise o konudaki bilimsel buluşlar ayetin anlamını düşünürken düşünce ufkumuzu zenginleştirebilir. Fakat bu durumlarda "filânca ayetin anlatmak istediği şey işte şu bilimsel buluştur" diye kestirip atmaktan kaçınmalıyız. Bunun yerine ' `şu bilimsel buluş, falanca ayetin anlamının bir bölümü olabilir" dememiz gerekir.
Cinlerin dumansız alevden yaratıldıkları konusuna gelince bu, insan ürünü bilimlerin sınırları dışında kalan bir meseledir. Bu konudaki tek kaynak, işte bu Kur'an'dır. Yani tüm varlıkları yaratan ve yaratıklarını herkesten daha iyi bilen yüce Allah'ın verdiği bilgidir. Ayetin orjinalinde geçen "meric" sözcüğü "rüzgârların hareket ettirdiği dil biçimindeki ateş alevi" demektir. Cinler şu yeryüzünde insanlarla birlikte yaşayabilen bir canlı türüdürler. Fakat onların nasıl yaşadıkları konusunda hiçbir bilgimiz yoktur. Yalnız kesin olarak şunu biliyoruz. Onlar da tıpkı insanlar gibi, bu Kur'an'ın muhataplarıdırlar. Nitekim incelemekte olduğumuz bu surenin yanısıra aşağıdaki ayet de bu gerçeği dile getirir:
"Hani cinlerden bir grubu, Kur'an'ı dinlesinler diye sana göndermiştik..."(Ahkaf suresi, 29) Yukarıdaki ayette cinlere ve insanlara yöneltilen seslenişin amacı onlara varoluşları nimetini hatırlatmak, hangi hammaddeden yaratıldıklarını bildirmektir. Bu nimet bütün dïğer nimetlerin temelini oluşturur. Bu yüzden hemen arkasından bu surede sık sık tekrarlanan belgeleme ve tanık tutma içerikli değerlenme ayeti geliyor. Okuyalım:
"Peki, Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?

17- O iki doğunun da Rabbidir, iki batının da.
18- Peki, Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?
Bu işaret, insan kalbini engin bir coşku ile dolduruyor. Bu coşku, insan hangi doğrultuya yönelirse, hangi tarafa dönerse bakışlarını hangi ufuklara dikerse yüce Allah'ın orada olduğuna ilişkin bilinçten kaynaklanır. Buna göre "doğu"ların ve "batı"ların bulunduğu yerlerde yüce Allah vardır. Yüce Allah "Rabb"lık sıfatı ile, dileği ile, sınırsız otoritesi ile, nuru ile, yönlendirmesi ve doğru yola erdiren rehberliği ile oralardadır.
Burada sözü edilen "iki doğu"dan ve "iki batı"dan maksat güneş ile ayın doğup battıkları yerler olabilir. Bu yorum, yukardaki ayetlerin birinde güneş ile ayın yüce Allah'ın nimetleri arasında anılmış olmaları ile uyuşmaktadır. Ayrıca bu kavramlar, güneşin yaz ve kış mevsimlerindeki farklı doğuş ve batış yerleri olduğuna dikkatlerimizi çekme amacı da taşıyabilirler.
Her neyse bizim öncelikle dikkat edeceğimiz espri bu işaretin çağrışımıdır. Bu çağrışımın içeriği şudur: "Doğu" ve "batı" diye adlandırdığımız yerlerde -diğer her yerde olduğu gibi- yüce Allah vardır. Gezegenleri, yıldızları, sistemleri hareket ettiren el, O'nun güçlü elidir. O'nun nuru, O'nun "Rabb'lık otoritesi evrenin her tarafına yayılmıştır. Doğulara ve batılara yönelik böyle bir düşünce, böyle bir irdeleme çabası, böyle bir gözlem insan kalbine bilinç birikimi, insan kafasına ruhları ve organları coşturan bir bilinç birikimi kazandırır.
Yüce Allah'ın "iki doğu'' ve "iki batı" üzerindeki egemenliği, O'nun evren ile bütünleşen nimetlerinin bir bölümünü oluşturur. Bu yüzden dış dünyaya yönelik kısa bir bakıştan sonra bu surede sık sık karşımıza çıkan bildiğimiz değerlendirme ayeti ile yüzyüze geliyoruz:
"Peki, Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz
Sözkonusu "iki doğu" ve "iki batı" yüce Allah'ın iki doğal mucizesi olmalarının ötesinde aynı zamanda insanlara ve cinlere yönelik iki ilâhi nimettirler. Çünkü bu iki doğal olay yeryüzünün tüm sakinlerine yarar sunmaktadır. Hatta hayatın temel sebeplerinden birdirler. Öyle ki, bu olaylardan biri ya da her ikisi aksasa yaşama şartları ortadan kalkar.
Uzak ufuklara doğru çıkılan bu gezintinin arkasında yine yeryüzüne dönülüyor. Dikkatler bu gezegenin kabuğunu saran suya çekiliyor. Bu suyun her aşaması belirli bir plâna bağlıdır. Yüce Allah onun türünü, akacağı yerleri ve sağlayacağı yararları inceden inceye plânlamıştır. Okuyoruz:

19- Acı ve tatlı sulu iki denizi birbiri üzerine salarak yanyana getirdi.
20- Ama aralarında birbirlerine karışmalarını önleyen bir engel vardır.
21- Peki, Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?
22- Her iki denizden de inci ve mercan çıkar.
23- Peki, Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?
24- O'nun denizlerde yüzen, dağlar gibi iri gemileri vardır.
25- Peki, Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?
Bu ayette sözü geçen "iki deniz" biri suları acı ve öbürü suları tatlı olan iki tür su birikintisidir. Birinci su birikintisi ile denizler ve okyanuslar, öbürü ile akarsular, nehirler kastediliyor. Ayetin ifadesine göre bu iki su birikintisi birbiri üzerine salınıyor, karşılaşmaları sağlanıyor, fakat içiçe geçmiyorlar, suları birbirine karışmıyor, hiç biri belirli sınırı aşmıyor, görevinin ötesine taşmıyor. Çünkü aralarında yüce Allah'ın sanatının eseri olan ve doğal yapılarından kaynaklanan bir engel vardır.
Suların yerküre üzerinde bu şekilde dağılmış olmaları amaçsız bir rastlantının sonucu değildir. Tersine bu dağılım hayret verici bir plâna dayanır. Yerkürenin dörtte üçünü birbirlerine akıntısı olan tuzlu sular kaplar, kalan dörtte birlik bölümü karalardan oluşur. Bu miktarlardaki tuzlu su yerküreyi kuşatan atmosferi temizlemek için, onu sürekli biçimde hayata elverişli durumda tutmak için gereklidir.
"Uzun yüzyıllar boyunca yerküreden çoğu zehirleyici olan gazlar yükseldiği halde dünyamızı saran hava tabakası temiz kalır, kirlenmez, insanın yaşaması için gerekli olan bileşim dengesi bozulmaz. Bu dengeyi sağlayan mekanizma, o engin su kitleleri, yani okyanuslardır."
Güneşin ısısının etkisi ile bu büyük ve engin su kütlesinden buharlar çıkar. Bu buharlar sonra yağmur olarak tekrar yeryüzüne iner. Bu yağmurlar çoğu nehirler olmak üzere çeşitli tatlı su kaynakları oluşur. Okyanusların genişliği, güneş ısısı, atmosferin yüksek katlarının soğukluğu ve diğer bazı meteorolojik faktörler arasındaki uyumun etkisi ile tatlı su kütlesini oluşturan yağmurlar meydana gelir. Bitkilerin, hayvanların ve insanların hayatı işte bu tatlı suya dayanır.
Yaklaşık olarak bütün akarsular denizlere dökülürler. Akarsular yeryüzünün tuzlarını denizlere, okyanuslara taşırlar. Fakat denizler ve okyanuslar akarsuların özelliğini bozmazlar, geriye akıp onlara karışmazlar. Normal olarak akarsu yatakları deniz düzeyinden yüksektir. Bundan dolayı deniz ve okyanus suları kendilerini besleyen akarsulara doğru yürümez, tuzlu suyu ile onların yataklarını kaplamaz, böylece akarsuyun özelliklerini bozup fonksiyonlarını engellemez. Bu ikisi arasında yüce Allah'ın sanatının eseri olan sözkonusu doğal engel vardır. Bu yüzden bu iki su türü birbirine karışmaz.
Buna göre bu iki su kütlesi türünün ve bunların arasındaki doğal engelin yüce Allah'ın nimetleri arasında anılması yerindedir, tuhaf değildir. Okuyoruz:
"Peki, Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?"
Arkasından insanların gündelik hayatlarında yakından tanıdıkları iki deniz kaynaklı nimet türü anılıyor. Okuyoruz:
"Her iki denizden de inci ve mercan çıkar."
İnci aslında bir hayvan türüdür. "İnci belki de denizlerin en enteresan yaratığıdır. Bu canlı denizlerin derin yerlerinde yaşar. Üzerinde, kendisini tehlikelerden koruyan kireçli bir kabuk vardır. Bu hayvanın öbür canlı varlıklardan farklı bir yapısı ve yaşama tarzı vardır. Balıkçı ağına benzer ince örgülü acayip bir ağı vardır. Bu ağ süzgeç görevi görür. Suyun, havanın ve besin maddelerinin hayvanın vücuduna girmesini sağlarken kum ve çakıl taşı gibi zararlı maddelerin girişine engel olur. Bu ağın altında hayvan ağızları bulunur. Her ağızda dört dudak vardır. Eğer bir kum tanesi, bir çakıl ya da zararlı bir canlı şu ya da bu biçimde sözkonusu kabuktan içeri gererse hayvan hemen kaygan bir sıvı salgılayarak o yabancı maddeyi kuşatır, sonra bu sıvı içindeki yabancı madde ile birlikte donarak inciye dönüşür. Oluşan incinin iriliği, sözkonusu yabancı maddenin hacmine göre değişir."
"Mercan da yüce Allah'ın enteresan yaratıklarından biridir. Denizlerin beş metre ile üçyüz metre arasında değişen derinliklerinde yaşar. Vücudunun alt kısmı ile bir taşa ya da bir deniz gibi bitkisine tutunur. Vücudunun üst kısmında bulunan ağız boşluğu bazı çıkıntılarla kaplıdır. Hayvan bu çıkıntıları besinini sağlamak için kullanır. Çoğunlukla deniz böceği gibi küçük canlılardan oluşan avlar bu çıkıntılara dokunur-dokunmaz hareketsiz hale gelerek bu çıkıntılara yapışıp kalır: Sonra bu çıkıntılar kasılarak ağza doğru eğilirler. Böylece insanların yemek borusunu andıran dar bir kanaldan geçerek hayvanın vücuduna girer.
Bu hayvan üreyici hücreler salgılayarak çoğalır. Bu hücreler yumurtacıkları döller. Böylece oluşan embriyo, bir taşa konar ya da bir deniz-altı bitkisine tutunur ve bir süre sonra tıpkı diğer hayvan türlerinde görüldüğü gibi, ayrı bir canlı olur.
Yaratanın gücünün bir kanıtı olarak bu hayvanın bir başka üreme biçimi vardır. Bu üreme biçimi tomurcuklanmadır. Bu yolla meydana gelen yavru tomurcuklar anaç tomurcuklarla birlikte bulunur. Böylece mercan ağacı oluşur. Bu ağacın kalın olan gövdesi dallanma noktalarına yaklaştıkça incelir ve tepe noktasında son derece ince olur. Mercan ağacının boyu otuz santim kadar olur. Canlı mercan adaları portakal sarısı, karanfil kırmızısı, zümrüt mavisi ve koyu siyah gibi çeşitli renklerde olurlar.
Kırmızı mercan, hayvanın canlı kısımlarının yokoluşundan sonra geride kalan katı omurgadır. Bu ölü hayvanların kalkerli iskeletleri büyük koloniler meydana getirir.
Kuzey-doğu Avustralya'daki "Büyük Mercan Seddi" zincirleme kayalar oluşturan bu mercan kolonilerinin en tanınmışıdır. Bu kaya zincirinin uzunluğu bin üçyüz elli mil, genişliği ise elli mil kadardır. Bu kaya zinciri sözünü ettiğimiz küçük canlılardan oluşmuştur."
Bilindiği gibi inciden ve mercandan pahalı ve değerli süs eşyaları ve takılar yapılır. Yüce Allah, kullarına bu iki nimetini hatırlattıktan sonra bu surenin sembolü olan değerlendirme ayeti ile yine yüzyüze geliyoruz:
"Peki, Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?"
Sonra denizlerde yüzen ve büyüklükleri bakımından dağları andıran gemiler gündeme geliyor. Okuyoruz:
"O'nun denizlerde yüzen, dağlar gibi iri gemileri vardır."
Görüldüğü gibi yüce Allah, denizde yüzen gemileri kendine mal ediyor. Çünkü onlar O'nun gücü ile yüzebiliyorlar. Onları engin denizlerde dalgaların pençesinden koruyan O'dur. Onları denizlerin dalgalı yüzeylerinde tutup batmamalarını sağlayan O'nun dengeleyici gücüdür. O yüzden bunlar "O'nundur". Gerçekten gemiler, eski dönemlerde olduğu gibi günümüzde yüce Allah'ın insanlara bağışladığı başlıca nimetlerden biridir. Bunlar insanlara hatırlanmaya değer, hiçbir zaman inkar edilemeyecek önemde ulaşım imkânları, konfor şartları, geçim ve kazanç kaynakları sağlarlar. Bu imkânlar yalanlanamayacak ve inkâr edilmeyecek derecede önemli ve belirgin oldukları için yüce Allah yine soruyor:
"Peki, Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?"'
Bu noktada görünen evren sayfasının gözden geçirilmesine son veriliyor. Fani alemin sayfası kapatılıyor. Tüm yaratıkların karaltıları gözlerden kâyboluyor. Tüm canlılar meydandan çekiliyor Yüce Allah'ın keremli ve kalıcı varlığı ortalığa doluyor. Kalıcılıkta ve ululukta tek ve ortaksız olarak beliriyor. Geçiciliğin ve yokoluşun gölgesini gözlemekte olan insan idrakinde "kalıcılık" realitesi yerleşiyor.

26- Yeryüzündeki her şey yok olacaktır.
27- Sadece kerem sahibi, yüce Rabbinin varlığı süreklidir.
28- Peki, Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?
Bu ifadenin gölgesi altında nefesler kesiliyor, sesler korkudan kısılıyor, el ayak hareketsiz kalıyor. Yokoluşun gölgesi bütün canlıları kaplıyor, bütün hareketleri kuşatıyor, göklerin ve yeryüzünün ufuklarını sarıyor. Yüce Allah'ın kalıcı ve kerem saçıcı varlığı vicdanları, vücudun tüm organlarını zamanı, mekânı gölgesi altına alıyor, tüm varlık alemini ululuğun ve saygınlığın örtüsü altına alıyor.
İnsanın dili ve kalemi bu tabloyu tasvir edemez, Kur'an'ın bu ifadesine hiçbir şey ekleyemez. Bu ifade insan vücudunun bütün organlarına ürpertili bir sükunet, kapsayıcı bir yücelik, korku dolu bir suskunluk dolduruyor. Gözlerimizin önünde her tarafı bomboş bırakan bir yokoluş, hareketten eser bırakmayan koyu bir ölüm tablosu canlandırıyor. Hareket ve hayatla dolup taşan şu evrende artık hiçbir kımıldama yoktur. Bu tablo aynı zamanda sürekli kalıcılık realitesini gözlerimizin önünde canlandırır, bu realitenin damgası insan idrakine vurulur. Gerçi insan, hayatının deneyimleri içinde böyle bir realiteye, yani sürekli kalıcılık gerçeğine yabancıdır, ama bu şaşırtıcı Kur'an ifadesini okurken onu derinliğine kavrar.
Bu derin dokunuşun arkasından bildiğimiz değerlendirme ayeti ile yüzyüze geliyoruz. Yüce Allah bu realitenin evrene yerleşmesini, yani evrendeki her şeyin yok oluşunun arkasından sadece Allah'ın keremli ve yüce varlığının kalmasının pratiğe yansıtılmasını cinlere ve insanlara yönelik bir nimet sayarak onların dikkatlerini bu nimete çekiyor. Okuyalım:
Peki, Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?"
Bu bir nimettir. Daha doğrusu öbür bütün nimetlerin temelini oluşturur. Çünkü bütün bu varlıklar, o kalıcı varlıktan, O'nun yasalarından, O'nun düzeninden ve kendine özgü niteliklerinden kaynaklanır. Bu varlıklara ilişkin yasalar, değer yargıları, akıbetler, ödüller ve cezalar da bu kalıcı varlığa dayanır' Tüm varlıkları yaratan, yoktan var eden O "sürekli canlı"dır. Herşeyi koruyan, gözeten de O'dur. Hesaba çeken, ödülleri ve cezaları belirleyen de O'dur. Sürekli kalıcılık ufkundan ölümcül, fanilik alanını denetim altında tutan da O'dur. O halde bütün nimetler bu "sürekli kalıcılık" realitesinden kaynaklanır. Bu alemin varlık sahnesine çıkışı ve düzenli işleyişi bu gerçeğe, yani yokoluşun, geçiciliğin ötesindeki "sürekli kalıcılık" gerçeğine dayanır.
Ölümcül ve geçici alemin ötesindeki "sürekli kalıcılık" gerçeğinden bir başka gerçek doğar ki, o da şudur: Bütün ölümcül (fani) yaratıklar, varoluşlarının devamını sağlayacak tüm ihtiyaçları için o tek, eşsiz, ortaksız, ihtiyaçsız, yüce diriye yönelirler.

29- Göktekiler ve yerdekiler hep O'ndan bir şey isterler. O her gün (her an) yeni bir işle meşguldür.
30- Peki, Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?
31- Ey insanlar ve cinler, yakında sizinle hesaplaşmak için özel vakit ayıracağız.
32- Peki, Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz:
33- Ey cinler ve insanlar, eğer göklerin ve yerin sınırlarını aşarak kaçmaya gücünüz yetiyorsa kaçınız. Fakat ancak özel bir gücünüz varsa bunu başarabilirsiniz.
34- Peki, Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?
35- Üzerinize dumansız alev ve bakır eriyiği püskürtülür de bu azaptan sizi kurtaran bulunmaz.
36- Peki, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?
Evet, göktekiler ve yerdekiler her şeyi O'ndan isterler. O'nun kapısı dilek kapısıdır. O'ndan başkasından hiç bir şey istenmez. Çünkü o "başkası" kim olursa olsun, ölümcüldür, fanidir; dilek kapısı olmaya elverişli değildir. Herkes dileğini O'na yöneltir; dilekleri tek O karşılayabilir. Sırf O'nun kapısını çalanın eli boş dönmez. O'ndan başkasına el açan kimse dilek kapısını şaşırmış, umut kulpunu elinden kaçırmış ve cevap alma şansını yitirmiştir. Çünkü ölümcül bir varlığın, başka bir ölümcül varlığa verecek nesi olabilir? Kendisi ihtiyaç içinde olan bir zavallı başka bir "muhtaç"ın derdine nasıl çare olabilir?
Yüce Allah sürekli meşguldür, her an yeni bir iş yapıyor. Sınırı olmayan bu evrenin tümü O'nun plânına dayanır, O'nun dileğine bağlıdır. O'dur bu evreni çekip-çeviren. Bu çekip-çeviricilik, bu yöneticilik bu evreni hem bir bütün olarak ve hem de evrenin her bireyini, her birimini teker teker içerir. Hatta her canlı organ, her hücre, her atom bu ortaksız yönetimin şemsiyesi altındadır. Her şeyi O yarattığı gibi her şeyin fonksiyonunu da O belirler. Sonra da her nesneyi, fonksiyonunu yerine getirirken gözetimi altında tutar.
Bu kapsamlı yönetim filizlenen her tomurcuğu, dalından düşen her yaprağı, yerin derinliklerinde gizlenen her tohumu, yaş-kuru her şeyi, denizlerdeki tüm balıkları, deliğindeki her kurtçuğu, kuytu köşesindeki her böceği, inindeki her vahşi hayvanı, yuvasındaki tüm kuşları, her yumurtacığı, her civcivi, her kanadı, her tüyü ve tüm canlı organizmaların her hücresini izler.
Bu kapsamlı ve ayrıntılı yönetimin yüce sahibini, hiçbir işi öbür işinden alıkoymaz; görünür-görünmez hiçbir şey O'nun bilgisinin kapsamı dışında kalmaz. Yeryüzünde yaşayan cinlerin ve insanların tüm işleri de O'nun bu faaliyet alanı içindedir. Bundan dolayı O, insanlara ve cinlere bu nimetini hatırlatıyor, tescil etme ve tanık tutma amacı ile bu nimeti dile getiriyor. Okuyalım:
"Peki, Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?"
KIYAMET
Böylece ölümcüllüğün ötesindeki sürekli kalıcılık gerçeği vurgulanmış oldu. Arkasından her şeyin o tek kalıcı varlığa yöneldiği gerçeği hatırlatıldı. Arkasından tüm varlıklara ilişkin faaliyetlerin, plânlamaların ve yönetilmelerin O ortaksız yöneticinin dileğine bağlı olduğu, bunun kullara yönelik bir lütuf, bir dilek olduğu açıklandı.
Bu genel gerçeğin ve onun türevleri olan öbür gerçeklerin vurgulanması ile evrenin gözler önüne serilmesine ve insanlar ile cinlerin karşısına dikilmesine son verilerek surenin yeni bir kesitine geçiliyor. Bu kesit tehdit ve korkutma içeriklidir. Tehdit, ürkütücü ve tüyler ürperticidir. Korkutma sarsıcı ve dehşet uyandırıcıdır. Bu tehditli ve korkutmalı cümleler, surenin bundan sonraki akışı boyunca insanların ve cinlerin karşısına çıkarılacak olan kıyamet dehşetine zihinleri hazırlayıcı bir nitelik taşır.
Evet; "Ey insanlar ve cinler, yakında sizinle hesaplaşmak için özel vakit ayıracağız: '
Aman Allah'ım! Ne korkunç, ne sarsıcı bir dehşet! Buna insanlar ve cinler şöyle dursun; sıradağlar, yıldızlar ve gezegenler bile dayanamaz.
Allah... Yüceler yücesi Allah. Allah güçlü, her şeyi yapabilen, ezici iradeli, buyruğuna karşı durulmaz, büyük, ulu Allah. Evet, yüceler yücesi Allah, şu iki zavallı, küçücük varlık türü ile, insanlar ve cinler ile hesaplaşmak üzere başbaşa kalacağını bildiriyor. Hem de tehdit ve intikam yansıtan bir dille.
Bu çok önemli bir olay. Büyük bir dehşet. Her türlü düşünceyi, her türlü ihtimali aşan çarpıcı bir gelecek.
Aslında yüce Allah'ın meşgul olması sözkonusu değildir ki, vakit ayırması, zamanını boşaltması sözkonusu olsun. İfadenin amacı olayı insanın idrakine yaklaştırmak, tehdide sarsıcı ve dehşet saçan bir somutluk kazandırmak, bu tabloyu hayalinde canlandıran herkesi tepeden tırnağa titretmektir. Yoksa tüm evren bir tek sözle yaratılmıştır. Bir tek "ol" sözü ile. Buna göre yokedilişi, mahvedilişi için de bir tek söz yeterlidir, o söz üzerine herşey göz açıp kapayıncaya kadar yok olur. Peki yüce Allah sırf insanlarla ve cinlerle başbaşa kalıp da onların hesabına el koyduğunda, onları cezalandırmaya hazırlandığında bu zavallıcıkların halleri nice olur?
Bu korku dolu dehşet tablosunun gölgesi altında yüce Allah bu zavallılara yine soruyor:
"Peki, Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?"
Arkasından korkutmanın ve sarsmanın dozajı arttırılarak insanlara ve cinlere meydan okunuyor. Bu meydan okuyuşta ellerinden geliyorsa göklerin ve yeryüzünün boyutları dışına kaçarak Allah'ın sillesinden kurtulmaları öneriliyor.
"Ey insanlar ve cinler, eğer göklerin ve yerin sınırlarını aşarak kaçmaya gücünüz yetiyorsa kaçınız: '
Nasıl ve nereye kaçacaklar?
"Fakat ancak özel bir gücünüz varsa bunu başarabilirsiniz."
Oysa böyle bir güç, ancak onun ortaksız sahibinin elinde vardır. İnsanlar ile cinler bir kere daha aynı soru ile karşı karşıya geliyorlar:
"Peki, Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?"
Acaba zavallıların yalanlamaya kalkışacak, hatta ağızlarını açıp bir şey söylemeye yeltenecek en ufak bir güçleri, bir cesaret kırıntıları kaldı mı?
Fakat bu ezici saldırı kampanyası son noktasına kadar sürüyor. Korkunç tehdidin soluğu bu zavallıların ense kökünü yoklamaya devam ediyor. Yüz kızartıcı akıbetleri somut olarak gözleri önüne seriliyor. Okuyalım:
"Üzerinize dumansız alev ve bakır eriyiği püskürtülür de bu azaptan sizi kurtaran olmaz.
Peki, Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?"
Bu tablo, insanların ve tüm varlıkların alışageldiklerinin ötesinde, insanların ve tüm varlıkların hayallerindeki imajları aşan korkunçlukta bir dehşet tablosudur. Benzerine rastlanmayan, orjinal bir tablodur. Kur'an'da buna yakın içerikte birkaç tablo çizilmiştir. Ama onlar buna benzemekle birlikte tam olarak bunun gibi değildirler. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor:
"Varlıklı yalanlayıcıları benimle başbaşa bırak." (Müzzemmil suresi, 11)
"Şu tek olarak yarattığım adamla beni başbaşa bırak." (Müddessir suresi, 11)
Fakat "Ey insanlar ve cinler, yakında sizinle hesaplaşmak için özel vakit ayıracağız" ayeti, yine de bu ayetlerden daha sert, daha etkileyici, daha korkunç ve daha dehşet saçıcıdır.
Bu noktadan itibaren surenin sonuna kadar kıyamet günü sahneleri ile yüzyüze geleceğiz. Kıyamét günü evrenin alt-üst oluşunu canlandıran tablo ile bunu izleyecek olan hesap verme, azaba çarpılma ve ödül alma tabloları gözlerimizin önüne getirilecek.
Bu tabloların sunuluşu, surenin girişinin genel havası ve evrensel alanı ile uyumlu bir evrensel tablo ile başlıyor. Okuyalım:

37- Gök parçalanıp da kırmızı gül renginde bir yağ eriyiğine dönüştüğü zaman;
38- Peki, Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?
39- O gün ne insana ne de cinne suçu sorulmaz.
40- Peki, Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?
41- Suçlular yüz ifadelerinden tanınarak perçemlerinden ve ayaklarından yakalanırlar.
42- Peki, Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?
43- İşte suçluların yalanladıkları cehennem budur.
44- Cehennem ile kaynar su arasında mekik dokurlar.
45- Peki, Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?
Evet; "Gök parçalanıp da kırmızı gül renginde bir yağ eriyiğine dönüştüğü zaman.
Kırmızı gül renginde, fakat yağ sıvılığında.
Kıyamet günü evrenin nasıl olacağına ilişkin ayetlerin toplamı, o gün bütün gezegenlerin, yıldızların ve gök cisimlerinin büyük bir yıkıma uğrayacaklarını, yörüngelerini ve hareket düzenlerini kaybederek kaosa düşeceklerini bildirmektedirler. Yukarda okuduğumuz ayetin de aralarında bulunduğu bu ayetlerin başlıcalarını şimdi birlikte gözden geçirelim:
"Yer sarsıldıkça sarsıldığı, dağlar ufalandıkça ufalanıp da toz duman haline geldiği zaman".(Vakıa suresi, 4-6)
"Göz kamaştığı, ay tutulduğu, güneş ile ay biraraya getirildiği zaman".
"Güneş dürüldüğü, yıldızlar karardığı, dağlar yürütüldüğü, on aylık gebe develer başıboş bırakıldığı, vahşi hayvanlar biraraya toplandığı, denizler kaynatıldığı zaman." (Tekvir suresi, 1-6)
"Gök yarıldığı, yıldızlar boşluğa dağıldığı, denizler birbirine akıtıldığı zaman."
"Gök yarıldığı, ona yaraşır biçimde Rabbine kulak verip boyun eğdiği, yer genişletildiği, içinde olanları atıp boşaldığı, ona yaraşır biçimde Rabbine kulak verip boyun eğdiği zaman." (İnşirak suresi, 1-5)
Gerek bunlar, gerekse aynı konuyu ele alan diğer ayetler o gün tüm evreni etkileyecek olan o dehşetli olaya işaret ederler. Bu olayın iç yüzünü yüce Allah'tan başka hiç kimse bilmez.
Evet; "Gök parçalanıp da kırmızı gül renginde bir yağ eriyiğine dönüştüğü zaman;
Peki, Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?"
Devam ediyoruz:
"O gün ne insana ne de cinne suçu sorulmaz: '
Bu tablo, o bol tanıklı günün tablolarından biridir. O gün değişik tablolar gerçekleşecektir. Kiminde kullar sorguya çekilecektir. Kiminde kullara hiçbir soru sorulmayacaktır. Kiminde herkes kendini savunmaya girişecektir. Kiminde sorumluluğu, suçu ortağının üzerine atacaktır. Kiminde konuşmaya. tartışmaya, çekişmeye izin verilmeyecektir. Kısacası o gün uzun, bitmez bir gündür. Her tablosu dehşet dolu ve bol tanıklıdır.
SUÇLULAR VE CEHENNEM
Bu ayette hiçbir insana ve cinne günahlarının sorulmayacağı tablodan sözediliyor. Çünkü o tabloda herkesin niteliği ve davranış birikimi biliniyor. Kötülük izleri kara lekeler halinde ve iyilik izleri beyaz parıltılar halinde yüzlerde belirir. Gerek bu belirtiler gerekse o belirtiler yüz hatlarında okunur. Böyle bir durumda yalanlama ve inkâr etme olur mu?
"Peki, Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?"
"Suçlular yüz ifadelerinden tanınarak perçemlerinden ve ayaklarından yakalanırlar."
"Peki, Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?"
Bu sahne hem korkunç ve hem de korkunçluğunun yanısıra küçük düşürücüdür. Çünkü suçluların ayakları yüzü ile birleştiriliyor. Sonra bu biçimde, kargatulumba cehenneme atılıyorlar. O anda yalanlama ve inkâr etme olur mu?
Bu sahne gözler önünden geçerken, suçluların perçemlerinden ve ayaklarından tutulup cehenneme atılma işlemleri sürerken ayet, bu gösterinin izleyicilerine dönüyor. Onlar sanki bu sure okunurken oradadırlar. Kendilerine şöyle sesleniliyor:
"İşte suçluların yalanladıkları cehennem budur: '
İşte şimdi gördüğünüz gibi o önünüzdedir. Devam ediyoruz: "Cehennem ile kaynar su arasında mekik dokurlar.
"Peki, Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?"
Isısı son derece yüksek bir su. Sanki ateşte pişen bir yemek! Cehennemliklere cehennemin kendisi ile bu kaynar sıvı arasında mekik dokutulur. Bakın, işte şu anda onlar bu iki azap kaynağı arasında gidip geliyorlar.

MÜ'MİNLER VE CENNET
46- Rabbinin huzuruna çıkacağı andan korkanlara cennette bir konut verilecektir.
47- Peki, Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?
48- Bu cennet konutlarının bahçeleri sık dallı ağaçlarla kaplıdır.
49- Peki, Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?
50- Bu iki konutta birer pınar akmaktadır.
51- Peki, Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?
52- Bu konutların bahçelerindeki ağaçlarda her meyvanın iki çeşidi vardır.
53- Peki, Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?
54- Bu konutlarda ağırlananlar astarları yaldızlı atlastan minderlere yaslanırlar. Her iki konutun bahçelerindeki ağaçların meyvaları yere yakındır, kolayca devşirilebilirler.
55- Peki, Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?
56- Bu konutlarda gözleri erkeklerinden başkasını görmeyen, daha önce ne insan ve ne de cin kökenli bir erkeğin, el değdirmediği eşler vardır.
57- Peki, Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?
58- O eşler sanki birer yakut ve mercandırlar.
59- Peki, Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?
60- İyiliğin, iyilikten başka bir karşılığı olabilir mi?
61- Peki, Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?
62- Bu iki cennet konutunda ali düzeyde iki cennet konutu daha vardır.
63- Peki, Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?
64- Bu konutların renkleri koyu yeşildir.
65- Peki, Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?
66- İki konutta sürekli kaynayan iki pınar vardır:
67- Peki, Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?
68- İki konutun bahçelerinde de çeşitli meyva, hurma ve nar ağaçları vardır.
69- Peki, Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?
70- O konutlarda iyi huylu, güzel kadınlar vardır.
71- Peki, Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?
72- O kadınlar ceylan gözlüdürler ve çadırlarının dışına hiç çıkmazlar.
73- Peki, Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?
74- Daha önce onlara ne cin ne insan kökenli hiçbir erkeğin eli değmemiştir.
75- Peki, Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz
76- Bu konutlarda ağırlananlar yeşil yastıklara ve güzel işlemeli minderlere yaslanırlar.
77- Peki, Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?
78- Kerem sahibi, ulu Rabbinin adı ne yücedir!
"Rabbinin huzuruna çıkacağı andan korkanlara cennette bir konut verilecektir."
"Peki, Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?"
İncelediğimiz Kur'an surelerinde ilk kez "iki cennet" deyimi ile karşılaşıyoruz. Bu iki cennetin, bildiğimiz büyük cennetin bölümleri olması en yakın ihtimaldir. Fakat özel olarak anılmaları, düzeylerinin yüksekliği yüzünden olabilir. Vakıa suresini incelerken cennetliklerin başlıca iki gruptan oluştuklarını, bu grupların "öncüler" ile "amel defterleri sağ ellerine verilenler" olduklarını göreceğiz. Bu iki gruba sunulacak nimetler birbirinden farklı olacaktır. Burada sözü edilen iki cennetin yüksek mertebeli bir gruba ayrıldığını düşünebiliriz. Bu yüksek mertebeli grup, Vakıa suresinde sözü edilen "öncüler" grubu olabilir. İlerdeki ayetlerde iki başka cennetten daha söz edildiğini göreceğiz. Bu cennetlerin de bu öncü" grubu izleyen cennetliklere ayrıldığını düşünüyoruz. Bu grup "amel defterleri sağ ellerine verilen"lerin grubu olabilir.
Her neyse. Şimdi bu ilk iki cenneti görelim. Birkaç saniyeliğine içlerinde yaşayalım:
"Bu cennet konutlarının bahçeleri sık dallı ağaçlarla kaplıdır."
"Peki, Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?"
Bu konutların bahçeleri küçük dallı, serinletici ağaçlarla kaplıdır. Bu konutlar sulak ·ve yeşillikli bahçeler üzerinde kurulmuştur.
``Bu iki konutta birer pınar akmaktadır."
"Peki, Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?"
Bu konutların bahçelerinin suyu boldur. Kullanılması kolay ve konforludur.
"Bu konutların bahçelerindeki ağaçlarda her meyvanın iki çeşidi vardır."
"Peki, Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?"
Bu konutların bahçelerinin meyvaları çeşit çeşit ve boldur.
Peki bu cennet konutlarının sakinlerinin durumları nasıldır? Şimdi onlara bakalım:
"Bu konutlarda ağırlananlar astarları yaldızlı atlastan minderlere yaslanırlar. Her iki konutun bahçelerindeki ağaçların meyvaları yere yakındır, kolayca devşirilebilirler."
"Peki, Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?"
Bu konutlardaki minderlerin astarları, yaldızlı ipektendir ve kabarıktır. Minderlerin astarları böyle olunca, kim bilir yüzleri ne kadar alımlıdır. Ayrıca ağaçlarının dalları yere yakındır. Meyvaları zorluk çekilmeden devşirilebilir.
Bu cennet konutlarının nimetleri ve konforu bu kadarla da bitmiyor. Bu nimetlerin son derece iç açıcı başka bir örneği daha vardır. Okuyoruz:
"Bu konutlarda gözleri erkeklerinden başkasını görmeyen, daha önce ne insan ve ne de cin kökenli bir erkeğin, el değdirmediği eşler vardır."
"Peki, Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?"
Bu eşlerin duyguları da, bakışları da temizdir, iffetlidir. Eşlerinden başkasına bakmazlar. Üzerlerine ne insan ve ne de cin eli değmemiştir, tam anlamı ile lekesizdirler. Bunların yanısıra gözalıcı ve parlak tenlidirler:
"O eşler sanki birer yakut ve mercandırlar."
"Peki, Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?"
Bu saydıklarımız, Rabbinin karşısına çıkacakları anın korkusunu kalplerinde taşıyanların ödülüdür. Böyle bir kul yüce Allah'ı hep görüyor gibi davranır. Rabbinin kendisini gördüğünün bilincinde olur. Böylece Peygamberimizin tanımı ile "ihsan" mertebesine erer. Sonunda da "Rahman" sıfatlı Allah'ın lütfu olarak bu "ihsan"ın ödülünü alır. Okuyoruz:
"İyiliğin, iyilikten başka bir karşılığı olabilir mi?"
Bu nimet ve ihsan gösterisi sırasında bu surede alışageldiğimiz ayeti her nimet ayının sonunda tam yerini buluyor:
"Peki, Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?"
Şimdi de öbür iki cennetin konuklarını izleyelim:
"Bu iki cennet konutunda alt düzeyde iki cennet konutu daha vardır."
"Peki, Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?"
Bu iki cennet konutu, önceki iki cennet konutundan daha alt düzeydedir.
Bunlar; "Bu konutların renkleri koyu yeşildir."
"Peki, Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?"
Bu cennetlerin bahçeleri içlerindeki otlardan ötürü koyu yeşildir. Ayrıca;
"İki konutta sürekli kaynayan iki pınar vardır."
"Peki, Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?"
Buradaki pınarlar kaynıyor. "Kaynama", "akma"dan önce gelen bir harekettir. "
"İki konutun bahçelerinde de çeşitli meyva, hurma ve nar ağaçları vardır. "Peki, Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?"
Oysa önceki iki cennetin bahçelerindeki ağaçlarda her tür meyvenin iki çeşidi vardı.
"O konutlarda iyi huylu, güzel kadınlar vardır." "Peki Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?"
Ayetin orjinalindeki "ha" "ye" ve "ra" harflerinden oluşan sözcük "hayrat" biçiminde de okunabilir, "hayyırat" biçiminde de okunabilir. Öyle de okunsa, böyle de okunsa, taşıdığı anlam aşağıdaki ayette açıklanıyor:
"O kadınlar ceylan gözlüdürler ve çadırlarının dışına hiç çıkmazlar. "Peki, Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?"
Çadır" sözcüğü, çöl hayatını; çağrıştırır. O çöl hayatına ilişkin bir konfordur, ya da çölde yaşayan insanların isteklerinin sembolik bir ifadesidir. Bu cennetlerdeki çadırların dışına hiç çıkmazlar. Oysa daha önceki iki cennetin kadınları "erkeklerinden başkasına bakmazlar" diye tanımlanmışlardı.
"Daha önce onlara ne cin ne insan kökenli hiçbir erkeğin eli değmemiştir. "Peki, Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?"
Görülüyor ki, iffet temizliği, her iki cennet gurubundaki kadınların ortak niteliğidir.
Şimdi de bu iki cennet konutunda ağırlananları izleyelim:
"Bu konutlarda ağırlananlar yeşil yastıklara ve güzel işlemeli minderlere yaslanırlar:
Ayetin orjinalindeki "refref" sözcüğü "minder" anlamındadır ve Akbar yapımı gibi tanımlanıyor. Amaç minderin üstün kaliteli olduğunu arapların daha kolay anlamasını sağlamaktır. Çünkü araplar bütün enteresan nesneleri ve eşyayı cinde bir vadinin adı olan "Akbar"a malederlerdi. Fakat önceki iki cennetin minderlerinin astarları yaldızlı atlastandı ve orman bahçelerindeki ağaçların dalları kolayca devşirtilmeyi sağlayacak biçimde yere yakındı. Görülüyor ki, o iki cennet konutu ile bu iki cennet konutu arasında düzey farkı vardır.
Her iki tür cennetin nimetlerinin tanıtılmasından sonra aynı değerlendirme ayeti ile yüzyüze geliyoruz:
"Peki, Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?"
Yüce Allah'ın evrendeki, yaratıklar üzerindeki ve ahiretteki nimetlerini gözler önüne seren bu surenin bitiminde son çarpıcı mesajla yüzyüze geliyoruz. Bu mesaj, kerem sahibi yüce Allah'ın adını saygı ile anıyor. O ki, tüm canlılar ölüp yok olduktan sonra onun keremli varlığı sürekliliğini devam ettiriyor.
"Kerem sahibi, ulu Rabbinin adı ne yücedir!"
Tam da "Rahman" suresine uygun bir bitiştir bu.

RAHMAN SURESİNİN SONU

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...