III . K I S I M
DÜZEN ve DÜŞMANLAR
"... Hasım yalnızca yenilgiye uğratılmakla kalmamalı, iyice ezilmelidir ki,Yeni Dünya Düzeni'nin dersi öğretilsin: Patron biziz, sizin göreviniz ise pabuçlarımızı parlatmaktır."
Noam Chomsky, The Guardian, 21 Ocak 1992
D O K U Z U N C U B Ö L Ü M DÜZEN'İN ÜÇÜNCÜ DÜNYA'DAKİ SAVAŞI
"İsrail'in ihrac ettiği şey, sadece silah cephane, deneyim veya uzmanlık değil, aynı zamanda belli bir düşünüş şeklidir. Üçüncü Dünya'nın kontrol edilebileceği ve Üçüncü Dünya'ya hükmedebileceği, buradaki radikal hareketlerin durdurulabileceği ve modern Haçlıların bir geleceğe sahip olabileceğini öngören bir düşünüş, bir hissediş şekli."
- Benjamin Beit-Hallahmi, The Israeli Connection; Who Israel Arms and Why
Kitabın önceki bölümlerinde incelediklerimiz bizlere açıkça gösteriyor ki; Kuran'ın İsra Suresi'nin başında haber verilen "İsrailoğulları'nın ikinci yükselişi", içinde yaşadığımız döneme karşılık gelmektedir. Kabalacıların geliştirdiği Mesih Planı ile yüzyıllardır süren bir çabanın sonucu olan bu yükseliş, bugün, yani İsraillilerin Mesih'in gelişini "an meselesi" olarak gördüğü bir dönemde, doruğa ulaşmıştır.
Bu aşamada dikkat edilmesi gereken bir nokta, İsra Suresi'nin başındaki ayette yer alan "kitapta İsrailoğullarına şu hükmü verdik: "Muhakkak siz yer(yüzün)de iki defa bozgunculuk çıkaracaksınız"(İsra Suresi, 4) ifadesidir. Ayette açıkça, Yahudi önde gelenlerinin tüm yeryüzünü kaplayan bir "bozgunculuk", yani savaş, terör, baskı, şiddet, anarşi, zulüm vs. hareketini organize edeceklerini bildirilmektedir.
Peki bugün bu bozgunculukla karşı karşıya mıyız?
Kitabın önceki bölümlerinden yola çıkarak bu soruya kolaylıkla olumlu cevap verebiliriz. Bu yüzyılda yaşanan savaşlarda; I. ve II. Dünya Savaşları'nda ya da Vietnam savaşı gibi Soğuk Savaş dönemi çatışmalarında Yahudilerin büyük rolü olduğunu gördük. Bunun yanında insanlar üzerindeki baskı ve şiddetin en önemli kaynağı olan ve en çok da bu yüzyılda hüküm süren totaliter devlet sistemlerinin de aynı kaynaktan geldiklerini biliyoruz. (Naziler'in, totaliter komünizmin, baskıcı seküler ulus-devletlerin Yahudi önde gelenleriyle olan ilişkisini ve CFR'nin totaliter toplum projelerini hatırlayın.)
Ancak tüm bunların yanında, eğer bugün dünyada bir "bozgunculuk"
yaşanıyorsa, bunun en etkili olduğu coğrafyanın "Üçüncü Dünya" diye bilinen coğrafya olduğuna kuşku yoktur. Afrika'da, Latin ve Orta Amerika'da ya da Asya'da yer alan fakir, gelişmemiş hatta aç Üçüncü Dünya ülkelerinin halkları, bugün dünya sistemi içinde en çok ezilen, en çok acı çeken halklardır.
Üçüncü Dünya halklarının çektiği acıların en büyük nedeni ise, az gelişmişliklerinden kaynaklanan ekonomik sıkıntılar değildir. Bu halkların acılarının en büyük nedeni, onlara sunulan siyasi sistemlerdir. Çünkü Üçüncü Dünya'nın çok büyük bir bölümü, son 50-60 yıldır, özellikle de Soğuk Savaş döneminde, faşist rejimler tarafından yönetildi. Bu rejimlerin başındaki diktatörler bu ülkeleri sömürürlerken kendileri de inanılmaz bir lüks içinde yaşıyorlardı; buna karşın ülke nüfusunun yarısı açlık sınırında hayatını sürdürüyordu. Bu ülkelerde iktidar bugün de hala genellikle askeri cuntalar arasında el değiştirir. Bu cuntaların genel mantığı, halkı ne kadar ezerlerse, o kadar güç elde edecekleri şeklindedir.
Başka bazı Üçüncü Dünya ülkeleri onyıllarca süren içsavaşların kurbanıdırlar. Farklı ideolojik ya da etnik kökene dayanan gerilla grupları iktidar için savaşır ve karşı gerilla grubuyla birlikte halkı da öldürürler. Zaten Üçüncü Dünya ülkelerinin sınırları da etnik ve kabilesel çatışmaları körükleyecek bir biçimde çizilmiştir. Özellikle Afrika ülkelerindeki sınırlar yapaydır; kıtayı 1960'lara dek ellerinde bulunduran Avrupalı sömürgeciler tarafından masa başında çizilmişlerdir. Bu yapay sınırlar nedeniyle kabileler bölünmüş, bir kabile iki ayrı devletin topraklarında kalmış ve bir devletin içine de pek çok kabile sıkıştırılmıştır. Kıta halkının talepleri gözönünde bulundurulmadan yapılan bu yapay dağılım, yalnızca sömürgecilerin çıkarına uygundur. Sömürgecilerin bu bölme stratejisi ise Kuran'da bildirilen "gerçek şu ki, Firavun yeryüzünde büyüklenmiş ve oranın halkını birtakım fırkalara ayırıp bölmüştü... Çünkü o, bozgunculardandı" (Kasas Suresi, 4) hükmüne göre, tam bir bozgunculuktur.
Kısacası, Üçüncü Dünya'nın durumuna baktığımızda yüzyılımızda yeryüzünde tam bir "bozgunculuk" yaşandığını; insanların baskıcı rejimler tarafından ezildiğini, iç savaşlarla yok edildiğini görebiliriz. "Üçüncü Dünyacı" literatüre biraz göz gezdirmek, dünyanın bu geri bırakılmış ülkelerinde ne gibi acıların yaşandığını anlamak için yeterlidir. Bunlara ilerleyen sayfalarda da kısmen değineceğiz.
Ancak, İsra Suresi'nin başındaki bildirilen haberi aradığımız için bizi burada asıl olarak ilgilendiren, Üçüncü Dünya'yı kasıp kavuran bu "bozgunculuğun" içinde Yahudilerin ne gibi bir yeri olduğudur.
Bu soruya genel bir cevap verilebilir: Bugün yürürlükte olan dünya sistemi, Yahudi önde gelenleri ve masonlar arasındaki İttifak'ın ürettiği Yeni Seküler Düzen'dir ve dolayısıyla da bu Düzen'in bir sonucu olan Üçüncü Dünya acılarından İttifak sorumludur. Ayrıca Üçüncü Dünya'da yaşanan acıların kaynağı çoğu kez başta ABD olmak üzere Batılı güçlerdir ve bunlar da İttifak'ın denetimi altındadırlar. Dolayısıyla Üçüncü Dünya'daki bozgunculuğun arkasında Yahudi önde gelenlerinin önemli rolü vardır...
Ancak bu sorunun cevabına ışık tutan daha da ilginç ve özel bilgiler vardır. Bu bilgiler doğrudan İsrail Devleti'nin Üçüncü Dünya'daki faaliyetleri ile ilgilidir ve bu devletin genelde pek bilinmeyen daha doğrusu gözlerden saklanan önemli bir özelliğini ortaya çıkarmaktadır.
The Israeli Connection
Bu bölümde kendisine en çok başvuracağımız kaynak, İsrail Hayfa Üniversitesi'nde psikoloji profesörü olan Benjamin Beit-Hallahmi'nin The Israeli Connection: Who Israel Arms and Why (İsrail Bağlantısı: İsrail Kimi Neden Silahlandırıyor) adlı kitabıdır. Hallahmi, bir Yahudi, hatta bir İsrail vatandaşı olmasına karşın, kitap boyunca tarafsız bir bakış açısıyla Yahudi Devleti'nin Üçüncü Dünya'daki kirli çamaşırlarını ortaya döküyor. Sonuçta ortaya çıkan tablo, Hallahmi'nin de dediği gibi inanılması zor, ancak son derece gerçek bir tablodur.
Hallahmi, kitabının "Vorster Kudüs'te" başlıklı girişinde böyle bir kitap yazmaya neden gerek duyduğunu şöyle anlatıyor:
Beni bu kitabı yazmaya iten olaylar dizisi, yaklaşık on yıl önce, 1976 Nisan'ının bir gecesinde başladı. Hayfa'daki dairemde İsrail televizyonunun akşam haberlerini izliyordum... Haber bültenindeki diğer haberleri hatırlamıyorum ama özellikle bir olay hemen dikkatimi çekti. Bu haberde, Güney Afrika Cumhuriyeti Başbakanı Balthazar Johannes Vorster'in, İsrail'e yaptığı resmi ziyaretin ilk günü gösteriliyordu. İsrail televizyonu haber bülteninin seyircilere yansıttığı sahneler ise Vorster'ın İsrail'deki Soykırım müzesi Yad Vashem'i ziyaret ettiği sahnelerdi.
İsrail'e yapılan her resmi gezi Yad Vashem'e yapılan bir ziyaret ile başlar. Burası, havaalanından Kudüs'teki herhangi bir otele giderken yol üstünde durulan ilk noktadır. Bu ayinin amacı, İsrail'in Soykırımla olan ilgisini ifade etmek, ülkeyi Soykırımdan kurtulanlar için bir cennetmiş gibi yansıtmak ve diasporadaki Yahudi varlığının bir tehlike olduğunu iddia edenlere karşı bir cevap vermektir. Bunun ikinci amacı ise ziyaretçide suçluluk duygusu oluşturmaktır. Bir çok İsrailli için, Vorster'ın ziyareti sadece bir yabancı lider tarafından yapılan bir diğer resmi ziyaretti. Vorster, İsrail basını tarafından, İsrail'in yakın bir dostu ve Kutsal Topraklar'a kutsal bir gezi yapan dindar bir adam gibi gösterilmişti. Sadece, İsrail'in New York Times'ı sayılan Haaretz gazetesinin editörü, Vorster'ın bir Nazi işbirlikçisi olduğunu ve İsrail kanununa göre tutuklanması ve İsrail topraklarına ayak bastığı anda yargılanması gerektiğini yazdı. Oysa, Vorster Tel-Aviv havaalanına indi, yere kırmızı halılar serildi ve İsrail'in başbakanı Yitzhak Rabin onu sıcak bir şekilde karşıladı. İsrail basınında bir çok sıcak karşılama haberi çıktı.
Zaman geçtikçe, İsrail-Güney Afrika ittifakı üzerinde hazırladığım dosyaların sayısı basından kestiğim haberler ve raporlarla arttı. 1970'lerin sonlarında, bu kez de dünyanın başka bir bölümü basının dikkatini çekti. Temmuz 1979'da bir Cuma gecesi, haberlerde, Nikaragua'nın başkenti Managua'ya doğru ilerleyen Sandinista asileri, iktidardaki son günlerini yaşayan Anastasio Somoza'ya gönderilen yepyeni İsrail silahlarını çıkarırken gösteriliyorlardı. Böylece yeni bir dosya oluşturmaya başladım, bu sefer Orta Amerika üzerine eğildim. Çok kısa zaman içinde bu dosya da gazete haberleri ve kitapçıklarla doldu. (Filipinler Başkenti) Manila'dan (Nikaragua başkenti) Managua'ya kadar dünyanın her tarafına ulaşan İsrail müdahalelerini ortaya koyan dosyalar biriktikçe, global bir strateji keşfetmeye başladığımı ve bu stratejiyi anlamak için daha çok çaba sarfetmem gerektiğini anladım. Üçüncü Dünya'daki İsrail faaliyetlerinin çapı, İsrail'in dostları için de düşmanları için de şaşırtıcı ve endişe vericiydi. Bu tablonun geneline bakıldığında ve bunun altında yatan model düşünüldüğünde, bu stratejinin gerçekte ne olduğu merak edilebilir. Son on yılda Üçüncü Dünya'daki hangi olaylı noktaya bakarsanız bakın, gazete sayfalarında soğuk soğuk gülümseyen İsrail subaylarıyla ve parlayan İsrail silahlarıyla karşılaşırsınız. Artık bu görüntüler sıradan olmuştur; Uzi hafif makineli tüfeği ve Galil saldırı tüfeğinin adıyla anılan Uzi, Galil veya Golan adındaki İsrail subayları... Onlara Güney Afrika'da, İran'da, Nikaragua'da, El Salvador'da, Guatemala'da, Haiti'de, Namibya'da, Tayvan'da, Endonezya'da, Filipinler'de, Şili'de, Bolivya'da ve birçok başka yerde de rastlayabilirsiniz.
İlerideki bölümlerde, İsrail'in Üçüncü Dünya'daki müdahalelerini ortaya koyacak ve sonra da bu müdahalelerin ne açıdan Siyonizmin tarihi ve İsrail Devletiyle bağlantılı olduğunu inceleyeceğim. Birçok gerçek artık tartışılmayacak kadar ortadadır. Asıl tartışılması gereken, bu gerçeklerin anlamı ve onları açıklamak için ne gibi yollara başvurulacağıdır. Benim amacım şu sorulara cevap vermektir; birbirinden tamamen farklı görünen bu faaliyetleri açıklayan tutarlı bir strateji, tutarlı bir politika, tutarlı bir bakış açısı var mıdır? Ve eğer varsa, bunun esası nedir?...
İsrail'in dış politika ideolojisini değerlendirmek için İsrail'in dünya çapındaki faaliyetlerini bir kaç düzeyde incelemek gerekir. Birincisi, devlet-devlet diyaloğuyla veya Birleşmiş Milletler'de yapılan diplomatik temaslar ve açıklamalardan oluşan resmi diplomatik düzeydir. İkincisi, silah satışlarından müşteri ülkede bulunan askeri danışmanlara, ev sahibi ülkede verilen askeri eğitime kadar uzanan askeri işbirliği alanıdır. Bu alan, genelde İsrail hükümeti tarafından gizli tutulur. Üçüncüsü, Mossad tarafından yürütülen, nüfuz ve istihbarat kazanmaya yönelik yapılan gizli operasyonlardır. Ve dördüncüsü, yukarıdaki üçüyle bağlantılı olan özel faaliyetlerdir.
Üçüncü Dünya'daki son İsrail müdahalelerini anlamak için 1950'lerdeki, 1960'lardaki, hatta daha evvelki olaylara bakmak gerekir. Böylece izlenen yolları belirlemeye çalışırken, Nikaragua'daki Somoza, İran'daki Şah, Uganda'daki İdi Amin, Portekiz ve Afrika kolonileriyle olan ilişkiler gibi belirli olayların tarihine bakarak İsrail'deki 'modus operandi' hakkında daha çok şey öğrenebiliriz. Geçmişin bize öğrettikleri çok açıktır. Birincisi, İsrail'in Üçüncü Dünya'daki belirli rejimleri ciddi ve köklü bir şekilde desteklerken izlediği bir yol vardır. İkincisi, bu müdahalelerin detaylarına olaylar esnasında inilememekte, bu yüzden eldeki kaynaklar bu müdahalelerin önemini tam olarak ifade edememektedir. Dolayısıyla, İsrail'in mevcut faaliyetleri medyada ya da halka açık platformlarda söylenenlerden çok daha geniş ve çok daha derindir.
Eski bir Nazi işbirlikçisi olan John Vorster, Güney Afrika'daki ırkçı rejimin en sert liderlerinden biriydi ve İsrail'in çok yakın bir dostuydu. Üstte Vorster (fötr şapkalı) Kudüs'ün ünlü "Ağlama Duvarı"nda.
Hallahmi, kitabının girişinde yazdığı bu satırların ardından son olarak; İsrail'in "Manila'dan Managua'ya" Üçüncü Dünya'nın dört bir yanına uzanan faaliyetlerini "İsrail'in dünya savaşı" olarak yorumlamaktadır. Evet, İsrail'in bir "dünya savaşı" vardır. Ancak bu savaşta İsrail'in hedeflediği düşman çoğu kez devletler değildir. Düşman; ezilen, baskı altına alınan ve bu nedenle de kurulu dünya sistemine, Düzen'e karşı çıkan, Düzen'e karşı "radikalleşen" Üçüncü Dünya halklarıdır.
Şimdi "İsrail'in dünya savaşı"nın farklı cephelerini incelemeye başlayabiliriz.
Ortadoğu'da Radikalizmle Yapılan Mücadele
1950'lerde İsrail yeni ve ciddi bir sorunla karşı karşıya kaldı. İsrail liderlerinin eskiden uğraştığı Arap rejimleri feodal ve gelenekseldiler. İsrail bu ülkeleri hem askeri, hem de diplomatik bakımdan kolayca kontrol edebiliyordu. Fakat, 1948'deki Arap yenilgisinden sonra, bu rejimler birer birer kaybolmaya başladı ve aniden ortaya çıkan bir "radikalizasyon" dalgası Arap dünyasının çehresini değiştirdi. Eski Avrupa imparatorluklarının kolonileri dağıldıkça, Araplar da yeni ortaya çıkan milletler tarafından kabul gördüler. Bu da 1955 Nisanı'nda tarafsız milletlerin katıldığı Bandung konferansında kendini gösterdi. Araplar ile Üçüncü Dünya'daki diğer ülkeler arasında oluşan ittifaklar, tıpkı Arap ülkeleri ile Sovyetler Birliği arasında oluşan ittifak gibi İsrail için gerçek bir tehdit unsuruydu.
İsrail'in kurucusu David Ben-Gurion, Ocak 1957'de şöyle demişti; "Bizim varlığımız ve güvenliğimiz açısından, bir Avrupa ülkesinin dostluğu tüm Asya insanlarının görüşlerinden daha önemlidir." Bir gazeteci ise Moshe Dayan hakkında şöyle yazıyordu; "Ona göre, Yahudi halkının bir görevi vardır, özellikle de İsrailli olanların. İsrail, dünyanın bu yanında, Nasır'ın Arap milliyetçiliğinin başlattığı akımlara karşı Batı'nın bir uzantısı olarak kaya gibi sert olmalıdır." 1
Bu tip açıklamalara 1950'ler boyunca İsrail liderlerinde sıkça rastlanıyordu. Ben Gurion, Ekim 1956'da Fransa ve İsrail liderleri arasında yapılan Sevr Konferansı'nda ortaya attığı Orta Doğu "yerleşim" planında şöyle bir öneri getirmişti:
Ürdün'ün var olma hakkı yoktur ve bölünmelidir. Ürdün ırmağının doğu yakası Irak'a katılacaktır ve Arap mültecileri buraya yerleşecektir. Batı Şeria, özerk bir bölge olarak İsrail'e verilecektir. Lübnan, Hıristiyan bölümünün dengesini bozan Müslüman bölgelerden kurtarılacaktır. Irak, Doğu Şeria ve güney Arap yarımadası İngilizler'in olacaktır. Süveyş kanalı milletlerarası olacak ve Kızıldeniz boğazları İsrail kontrolu altına alınacaktır.2
Kısacası Ben Gurion, Ortadoğu'nun İsrail açısında güvenli hale getirilmesi için bazı bölgelerin İsrail tarafından işgal edilmesini, bazı bölgelerin de İngiltere gibi Batılı güçler tarafından yeniden sömürgeleştirilmesini istiyordu. Bölge tekrardan sömürgeleştirilecek ve İsrail bu işin gerçekleşmesine yardım edecekti. Hallahmi, kitabında bu konuda şöyle diyor: "1950'lerin ilk yıllarından itibaren, İsrail liderleri Üçüncü Dünya'da ve Ortadoğu'da kolonileşmenin yıkılmasına yönelik olarak yapılan her hareketin İsrail için bir tehdit unsuru olduğunun farkındaydılar ve buna göre davranıyorlardı." 3
İsrail'in korkusu, sömürgeleştirme devrini kapatan ve bağımsızlıklarını kazanan Üçüncü Dünya ülkeleri halklarının radikalleşmesi ve kurulu Düzen'e karşı tepki geliştirmesiydi. Çünkü İsrail Düzen'le özdeşti ve Düzen'e karşı gelişen her hareket, aynı zamanda İsrail'e karşı gelişen bir hareket olarak algılanıyordu.
Örneğin, Mısır'ın tam bağımsızlığı anlamına gelen İngilizler'in Mısır'ı boşaltması, İsrail liderleri tarafından dehşetle izleniyordu. 16 Temmuz 1954'de Savunma Bakanı Pinhas Lavon "İngilizler'in Süveyş'i boşaltmasının anlamı"nı tartışmak için evinde bir toplantı yapmıştı. Lavon bu toplantıda "Mısır'daki İngiliz hedeflerine karşı sabotaj düzenleme" fikrini ortaya attı. Bu sabotajların Mısırlılar tarafından yapıldığı izlenimi verilecek ve bu duruma sinirlenen İngilizler de ülkeden çıkmaktan vazgeçeceklerdi. Bu fikir kabul edildi ve o ayın sonunda, Mısır'daki İngiliz ve Amerikan hedeflerine sabotajlar düzenlendi. O zamanın Mossad şefine göre, bu hareketlerin amacı "halkta kargaşa yaratarak Batı'nın varolan rejime karşı duyduğu güveni yıkmaktı." Buna da İngilizler'in bu bölgeyi boşaltmasını önleyecek bir kriz yaratılarak ulaşmak isteniyordu. Sabotaj yaparak böyle bir kriz yaratan grup, İsrail askeri istihbaratı tarafından yönetilen bir Mısırlı Yahudi topluluğuydu. Bu Mısırlı Yahudilere Mossad tarafından Temmuz 1954'ün sonunda, Kahire ve İskenderiye'deki İngiliz ve Amerikan tesislerine bomba konması emredildi. Bu topluluk genç amatörlerden oluşuyordu ve başarılı olamadılar. Tüm üyeler tutuklandı. Olayın İngilizlerin Mısır'dan çıkmasını engellemek için yapılmış bir İsrail provokasyonu olduğu ortaya çıkmıştı. Ancak İsrail hükümeti bu olayı İsrail Devleti'ne karşı atılmış büyük bir iftira olarak yorumladı ve hatta tarihte Yahudi topluluklarına yönelen "kan iftiralarına" benzetti. Kısacası İsrail "hem suçlu hem güçlü"ydü; ancak bu politikasının faydasını gördü. Amerikalılar ve İngilizler "kol kırılır, yen içinde kalır" mantığıyla Yahudi Devleti'nin kendilerine yaptığı bu provokasyonu fazla ses çıkarmadan ört-bas ettiler.4
Bu dönemde İsrail, Fransa'ya da sömürgelerini koruması için destek oluyordu. "Fransa da, İsrail de Kuzey Afrika ve Ortadoğu'daki dekolonizasyon (sömürgeden kurtulma) hareketlerini durdurmayı hedefliyordu. Böylece iki ülkenin arasında Şimon Peres'in deyimiyle 'ebedi bir dostluk' oluşmuştu." 5
O dönemde İsrail ve Fransa, özellikle de Fransız ordusu arasında çok yakın bir ittifak oluştu. İsrail, Cezayir'den Hindiçini'ne kadar uzanan bir coğrafyada, Fransa'nın sömürge yönetimlerini ayakta tutmaya çalıştı. İsrail ve Fransa, sömürgeler üzerindeki yönetimleri sürdürebilmek için Hallahmi'nin deyimiyle "Avrupa hegemonyası için birleşik cephe" kurmuştu.
İsrail'in 'Çevre Stratejisi':
İran Şahı, Türkiye ve Lübnan Bağlantıları
1950'lerde, İsrail liderleri, çevrelerinde oluşan Arap dekolonizasyonuyla başedebilmek için yeni bir strateji, bir "çevre stratejisi" oluşturdular. Bu "çevre" planına göre, İsrail, komşu Arap ülkelerini saf dışı etmek için, Türkiye, Etiyopya, İran gibi Arap Ortadoğusunun çevresindeki Arap olmayan ülkelerle ittifaklar kuracaktı.
Yıllar ilerledikçe, bu strateji doğrultusunda Lübnan'daki Falanjistler, Yemen'deki kralcılar, Güney Sudan'daki asiler ve Irak'taki Kürtlerle bağlantılar kuruldu. Gene bu strateji dahilinde, İsraillilerle işbirliği yaparak bağımsızlıklarını elde etmeye çalışan ve aralarında Lübnanlı Marunilerin ve Dürzilerin de bulunduğu Arap olmayan gayri-müslim topluluklarla da yakın ilişkiler kuruldu. (Türkiye ile ilgili 9. bölümde, İsrail'in Kürtlerle kurduğu ilişkiyi daha ayrıntılı olarak incelemiştik.)
"Çevre stratejisi"nin en iyi işlediği ülke ise İran'dı. Baskıcı Şah yönetiminin "yukarıdan aşağı sekülerleşme" politikasının uygulandığı İran, o dönemde İsrail'in en iyi dostlarından biri oldu. 1958 yılında, Arap dünyasında İsrail'in aleyhine olmak üzere bir radikalizm akımı oluştu. Şubat'ta Suriye ve Mısır'ın birleşmesi, Irak'taki devrim ve bunu izleyen Irak-Ürdün federasyonu İsrail'i oldukça rahatsız etti. Bunun üzerine, David Ben-Gurion, Şah Rıza Pehlevi'ye "Hür Dünya"ya yönelen tehdide karşı yakın bir ittifak kurmayı öneren bir mektup yazdı. İran bunu kabul etti; Aralık 1958'de İran hükümetinin Tel-Aviv temsilciliği ve İsrail'in Tahran elçiliği genişletildi.
İlerleyen yıllarda işbirliği büyüdü. Amerikalı siyaset bilimci E. A. Bayne iki ülkenin arasındaki yakın işbirliğinin bir portresini çizerken İran'ın "Arap boykotuna rağmen İsrail'in petrol ihtiyacının büyük bir kısmını karşıladığına" dikkat çekmiş ve şöyle demişti: "Ayrıca, pek bilinmese de, İran, İsrail ordu personeliyle yakın askeri bağlantılar içindedir... İran-İsrail programının çapı genelde gizli tutulmaktadır" 6
Şah'ın İsrail ile bağlantılar kurmaya karar vermesinin sebeplerinde biri de Amerikan Yahudilerinin Amerikan Kongresi'nde İran çıkarlarını gözetmesine yardım edebileceğini farketmiş olmasıydı. Hallahmi bu konuda "Washington'daki efsanevi İsrail lobisi bir çok Üçüncü Dünya rejiminin ilgisini çekmiştir ve Amerikan kamuoyuyla sorunları olan Şah da İsrail'i Amerika'daki politik arenada çok güçlü gören diğer yöneticilerden farklı değildir" diyor.7
İsrail, Şah'a, baskıcı rejimini ayakta tutabilmesi için de yardım ediyordu. İran ve İsrail arasında kurulan askeri işbirliği hem silah satışını hem de İsrailli uzmanların İranlı subaylara kara savaşı, istihbarat, karşı istihbarat ve hava savaşı konularında eğitim verilmesini içeriyordu. Şah'ın işkence yöntemleriyle ünlü gizli servisi SAVAK, Mossad'dan önemli yardımlar almıştı. Ocak 1963'de İsrail'in personel şefi Zvi Tzur, Tahran'a resmi ve halk bilgisine açık bir gezi yaptı. Bu gezi, iki ülke arasındaki ittifakın ve bu ittifak içindeki askeri işbirliğinin rolünün arttığının açık bir göstergesiydi. 1964'de İran, İsrail'den büyük bir miktar Uzi hafif makineli tüfeği satın aldı.8
Yahudi Devleti, Şah'ın Batı'daki imajını düzeltme işini de üzerine almıştı. Batı ve özellikle de Amerikan basınındaki Yahudi güdümü, İsrail'e Şah lehinde propaganda yapma imkanını veriyordu. Öyle ki Şah, kendini tamamen İsrail'e bağlı hissediyordu. Mossad'ın eski Afrika şefi David Kimche, "Şah, kendisi hakkında Amerikan, hatta Batı basınında en ufak olumsuz bir haber çıktığında hemen telefona sarılır ve niçin buna izin verdiğimizi sorardı" diyor.9
Şah rejiminin sonu İsrail için çok da sürpriz olmadı ama İsrail liderleri hiç ümit yokken bile rejimi devam ettirmeye çalışıyorlardı. Bazı raporlara göre, Ariel Şaron Şah'ın devrilmesini önlemek için İsrail'in İran'a müdahale etmesini önermişti.10
Hallahmi, İsrail'in "çevre stratejisi" içinde yer alan bir başka ülke, Türkiye hakkında ise şunları söylüyor:
İsrail, Türkiye'ye istihbarat ve güvenlik hizmetleri teknik eğitimi konusunda yardımcı olmuştur. Mossad'ın 1950'lerden beri Türkiye'de bir üssü bulunur ve 1958'de yapılan üç taraflı bir anlaşmayı takiben, İsrail istihbarat servisleri Türk gizli servislerine eğitim vermiştir... 1970'lerde Türkiye'de neredeyse iç savaşa dönüşecek olan iç huzursuzluklar İsrail'i de ilgilendiriyordu. Bu yıllarda meydana gelen ve her ay birçok sağcı ve solcu militanın öldürüldüğü olaylar Mossad tarafından yakından takip ediliyordu. 4 Nisan 1985'de, Türkiye Dışişleri Bakanı Vahit Halefoğlu Washington'da İsrail büyükelçisi Meir Rosanne ile buluştu. O zamanlar, İsrail kaynakları, Türklerin Washington'daki İsrail nüfuzundan etkilendiğini ve bu buluşmayı daha çok Amerika yardımı almak için yaptığını belirtmişlerdir.11
Bu dönemde İsrail, Arap ülkeleri içindeki iç savaşları da kışkırtma yoluna gitti. İç savaşlar yoluyla, Arap birliği ve dengesini bozarak Arapların, enerjilerini kendi aralarındaki rekabete harcamalarını ve böylece kendisine karşı bir koalisyon oluşturmamalarını sağlamaya çalıştı. İsrail'in taraf tuttuğu iki Arap iç savaşı Kuzey Yemen ve Umman'daki iç savaşlardı.
1962-1970 yılları arasında Yemen'de kralcılar ve cumhuriyetçiler arasında geçen iç savaşta, İsrail, radikal cumhuriyetçilere karşı kralcıları tutmuştu. Kralcılara İsrail silahları ve İsrailli askeri uzmanlar yollandı. İsrail, Yemen'de kendisine yakın bir rejimi iktidara getirerek, Kızıldeniz'in girişi sayılan stratejik Bab-ül Mendep boğazlarını kontrol etmek de istiyordu. Umman'da 1970'lerde yaşanan iç savaşta ise iki taraf vardı: 1970'de iktidara gelen ve bir tür monarşi kuran Sultan Kabus ibn-Said ve ülkenin güneyinde ona karşı ayaklanan Halk Kurtuluş Cephesi gerillaları. İsrail, Kabus'a büyük bir destek verdi ve onun zaferinde de önemli bir rol oynadı.12
İsrail'in bir hıristiyan devleti kurmayı planlayan Lübnan Maruni Hıristiyanlarıyla olan ilişkisi de çevre stratejisinin bir parçasıydı. Marunilerle bir ittifak yapma düşüncesi Siyonist kaynaklarında ilk olarak 1920'lerde belirmişti. Vladimir Jabotinsky 1930'larda Siyonizmle ittifak içinde olan Hıristiyan bir Lübnan kurulmasını hayal etmişti. David Ben-Gurion'un 24 Mayıs 1948 tarihli günlüğünde ise Lübnan'da, güney sınırı Litani ırmağı olan bir "Hıristiyan devletinden" bahsediliyordu. 11 Haziran 1948 tarihli günlükte ise Lübnan'da bir "Hıristiyan isyanı" çıkarmanın da İsrail'in savaş hedeflerine dahil olduğu belirtiliyordu.13
Avrupa'da okumuş bir Lübnan'lı eczacı olan Pierre Gemayel 1936'da faşist partinin dengi olan Lübnan Falanjlarını kurdu. İsrail, 1948 savaşı sırasında Falanjistlerle bağlantı kurdu ve 1951'de Falanjist seçim kampanyasına para yardımında bulundu.
David Ben-Gurion, 27 Şubat 1954 yılında Sharett'e yazdığı bir mektupta bir Maruni devleti kurulmasının İsrail dış politikasının en önemli hedeflerinden biri olması gerektiğini belirtti ve bunu başarmak için gizli yollara başvurmayı önerdi. İsrail ordu komutanı Moshe Dayan, 16 Mayıs 1955'de, "İsrail'in kendini Marunilerin kurtarıcısı olarak ilan edecek bir Lübnanlı subay bulması veya satın alması" gerektiğini belirtti. Daha sonra, kendisiyle ittifak içinde olan bir Hıristiyan rejim oluşturulabilir ve sonra da Lübnan'ı işgal edebilirdi.14
Dayan'ın rüyası, biraz daha değişik bir biçimde de olsa, 1976'da Saad Haddad adındaki bir Lübnan binbaşısı tarafından yönetilen bir kukla örgüt olan Güney Lübnan Ordusu'nun ortaya çıkmasıyla gerçek oldu. 1976'dan itibaren yüzlerce Falanjist askeri İsrail'de, İsrail paraşütçüleriyle yan yana eğitim gördüler. İsrail, 1975 ve 77 yılları arasında Falanjist ordusuna askeri malzeme temin etmek için 150 milyon dolar harcadı.15 Ve sonra da tüm bu hazırlıkların sonucu geldi: İsrail ordusu 1982 yazında Lübnan'ı işgal etti ve Filistin Kurtuluş Örgütü'nü bu ülkeden sürdü. Bugün İsrail hala Lübnan'ın güneyindeki bölgeyi "güvenlik kuşağı" adıyla işgal altında tutuyor.
Tüm bunlar, İsrail'in Ortadoğu'daki savaşının değişik aşamalarıydı. Ancak Hallahmi'nin de dediği gibi İsrail'in bir de "dünya savaşı" vardır. Bu savaş, Ortadoğu'nun ötesinde tüm Üçüncü Dünya'yı kapsamaktadır ve Üçüncü Dünya halklarının denetim altında tutulması hedefine yöneliktir.
Bu dünya savaşının cephelerinin önemli bir kısmı, Üçüncü Dünya'nın en geri kalmış kısmında, "kara kıta"dadır. Konu hakkındaki kapsamlı bir araştırma, Afrika'nın "kara" tarihinde Yahudi Devleti'nin önemli bir rolü olduğunu göstermektedir.
İsrail'in Afrika'daki Savaşı
İsrail, az önce değindiğimiz gibi Üçüncü Dünya'daki dekolonizasyon (sömürgeden kurtulma) sürecinden son derece rahatsız olmuş ve elinden geldiğince bu süreci engellemeye çalışmıştı. Bunun ardındaki mantık, ezilen halkların geliştireceği başkaldırının, Filistin halkını ezen ve Vaadedilmiş Topraklar'daki diğer halkları da ezmeyi, kontrol altına almayı hedefleyen Yahudi Devleti'ne de yöneleceği hesabıydı. Bunun yanısıra İsrail, Dünya Düzeni açısından da ezenlerin ve ezilen halkların var olması gerektiği düşüncesindedir. Bu bölümün sonunda bu konuya daha ayrıntılı olarak değineceğiz.
Ancak İsrail'in 1950'lerdeki dekolonizasyonu engelleme stratejisi fazla işe yaramadı. 1950'lerin sonundan itibaren Üçüncü Dünya'daki, özellikle de Afrika'daki bağımsız ülkelerin sayısında patlama yaşandı. 1950'de Afrika'nın tümünde sadece 4 resmi bağımsız ülke vardı. 1962'de bağımsız ülkelerin sayısı otuza çıktı, 1977'de Güney Afrika'nın Namibya üzerinde kurduğu egemenlik dışında kıtanın tümü hemen hemen bağımsızdı.
Ancak bu bağımsızlık yalnızca görünüşteydi, özellikle de halk açısından. Çünkü eski sömürgeci yönetimler gitmişti ama ülkenin yönetimi yine de halkın elinde değildi. Çoğu Afrika ülkesi son derece otoriter, baskıcı ve zalim, kısacası faşist diktatörlerin yönetimine girdi. Bu diktatörlerin hemen hepsi de eski sömürgeci güçlere, yani Batılı büyük devletlere bağlıydılar. Bazı ülkelerde ise Sovyet müttefiki diktatörler vardı ki, bunlar da gerçekte Batı yanlısı faşistlerden pek farklı değildiler. Bunlara "sol faşist' demek mümkündür.
Dolayısıyla dekolonizasyon Üçüncü Dünya halklarına özgürlük getirmedi. Özgürlük gelmeyince de Üçüncü Dünya'nın mücadelesi bitmedi. Üçüncü Dünya ülkelerinin çoğunda, iktidarı zor kullanarak elinde tutan faşistlere karşı çeşitli halk hareketleri gelişti. Bu halk hareketleri, ülkelerindeki diktatörlere karşı çıkarak, Düzen'e de karşı çıkmış oluyorlardı. Çünkü o diktatörleri o ülkelerin başına getiren güç, Düzen'di. Düzen'e karşı çıkan herhangi bir hareket ise İsrail için tehlikeliydi.
Bu nedenle de İsrail, bu "radikalizasyon"a karşı büyük bir savaş açtı. Savaşın mantığı, Üçüncü Dünya ülkelerindeki faşistlerin desteklenmesini öngörüyordu. Bu diktatörler hem para ve silahla desteklenecek, hem de "halk hareketlerinin nasıl durdurulabileceği" konusunda taktik yardım göreceklerdi. Bir "çete devleti" olan İsrail, bu konularda son derece uzmandı zaten.
İsrail'in Zaireli Dostu: Mobutu Sese Seko
Çok değil, bir kaç yıl öncesine kadar, New York'un Doğu Yakasındaki ünlü bir kuaför, hatırlı bir müşterisinin daveti üzerine ayda bir kere Afrika'ya uçardı. İsterse yolda kendisine refakat etmek üzere birkaç arkadaşını da beraberinde götürebilen bu kuaför, zengin ve güçlülerin kuaförüne yakışacak bir yolculuk sürer, Concorde'la yaptığı seyahatinde Eski Dünya'da sadece bir kaç saat kaldıktan sonra New York'taki müşterilerine geri dönerdi. Bütün bunların parasını ödeyen, yani tıraş olmak için New York'tan Concorde uçakla özel kuaför getirten kişi ise dünyanın en rezil diktatörlerinden Zaire Devlet Başkanı Mobutu Sese Seko'ydu.
Zaire, bir yandan inanılmaz bir doğal kaynak servetine sahipken (bakır, kobalt, elmaslar, çinko, tin, uranyum, su gücü), bir yandan da inanılmaz ve anormal bir yoksullukla karşı karşıya olan bir ülkedir. Mobutu'nun inanılmaz lükslerine karşın, Zaire insanı, Afrika'nın en fakir insanları arasındadır ve hayatının büyük bir çoğunluğunu yarı aç bir durumda geçirmiştir.
Ülke 1960'da bağımsız olmuştu. Ancak bu bağımsızlık, az önce değindiğimiz türdendi; halk yine köleydi. General Mobutu, 1965'deki darbeyle başkan oldu. Ve kurduğu rejim, tek kelimeyle cani bir diktatörlük olarak tanımlanabilirdi. Amnesty International, hazırladığı raporlarda sürekli olarak Mobutu'yu Afrika'nın en baskıcı yöneticilerinden biri olarak tanımladı. Mobutu ayrıca ülkeyi inanılmaz bir şekilde sömürdü: Diktatör İsviçre'deki banka hesaplarına milyarlar pompalarken, Zaire'nin insanları açlıktan ölmek üzereydi ve yılda 80 dolardan az bir gelire sahiptiler. Ülkenin zenginliklerinin diktatör ve arkadaşları arasında sistematik bir şekilde yığılması ve paylaşılması sonucunda, Mobutu'nun şahsi servetinin 4 milyon dolara ulaştığı hesaplanıyor.
Amerikalı gazeteci J. Kwinity'nin yazdığı "Where Mobutu's Millions Go" (Mobutu'nun Milyonları Nereye Gidiyor) başlıklı bir makalede, Zaire sefaleti şöyle anlatılıyordu: "Kötü beslenme Zaire nüfusunun 1/3'ünden fazlasının ölümüne sebep olmakta ve pek çok çocukta da kalıcı beyin zedelenmesine yol açmaktadır. Zaire'nin yarısı çocuk olan 25-28 milyonluk nüfusu, çamur kulübelerinde açlıktan ölmek üzeredirler." 16
Dünyanın en fakir ülkelerinden biri olan Zaire'yi bu şekilde sömüren Mobutu, doğal olarak, iktidarda kalışını kurduğu baskı rejimine borçludur: Mobutu'ya karşı çıkmaya kalkanlar acımasızca yok edilir. Özel polisin işkence yöntemleri korku salar...
Peki bu rezil Üçüncü Dünya faşisti iktidarını kime borçludur?
En başta İsrail'e... İsrailli askeri uzmanlar, 1969 yılında Mobutu'nun ordusundaki özel timleri eğitmeye başlamışlardı. İlerleyen yıllarda ilişkiler daha da gelişti; Mossad Zaire'de son derece aktif hale geldi. Savunma Bakanı Ezer Weizmann (şu anki Cumhurbaşkanı) 1979'da Zaire'yi gizlice ziyaret etmiş ve Mobutu'ya askeri yardımı artırma sözü vermişti. 1981'de Mossad'ın ünlü ajanlarından David Kimche Mobutu'nun konuğu oldu. Aynı yıl Savunma Bakanı Ariel Şaron gizlice Zaire'ye geldi ve Mobutu'yla, diktatörün özel koruma birliğini eğitmek için anlaşma imzaladı. 1982 yılında, Mobutu, İsrail'le ilişkilerini geliştirmesine karşılık 10 milyon dolar bahşiş aldı. 1983'de Ariel Şaron 4 günlük bir Zaire ziyareti yaptı ve Mobutu'nun özel koruma birliğinin sayısının 3.000'den 70.00'e çıkması ve İsrailli uzmanlar tarafından eğitilmesi kararlaştırıldı. 1984'de İsrail Devlet Başkanı Haim Herzog, dünya Yahudilerini Zaire'de yatırım yapmaya davet etti. İlerleyen yıllarda İsrail lobisi, Washington'da Mobutu lehine lobilicilik yaptı. 1985'te Mobutu İsrail'e resmi ve anlı şanlı bir ziyaret yaptı. Zaire diktatörü, başkan Haim Herzog tarafından 21 el silah atışı ve İsrail hava gücü jetlerinin uçuşuyla gösterişli bir şekilde karşılandı.17
Mobutu, Üçüncü Dünya'nın gördüğü en rezil ve en baskıcı diktatörlerden biriydi. Eli kanlı diktatörün en yakın müttefiki ise Üçüncü Dünya'nın "kontrol altında" tutulması hedefindeki İsrail'den başkası değildi.
Motubu, her faşist diktatör gibi rejim muhaliflerini baskı ve katliamla yola getiriyordu. 1978 yılında diktatöre karşı gelişen halk isyanı, son derece kanlı bir biçimde bastırıldı. İsyanın merkezi olan Kloweiz kenti, (üstteki gibi) ölülerle doldu. Mobutu'nun "güvenlik güçleri" başarılıydılar. İsrail tarafından eğitilmişlerdi çünkü...
Bu dönemde Mobutu'nun İsrail'den iki büyük ricası vardı: Zaire'deki baskıcı gizli polis servisinin İsrail tarafından eğitilmesi ve Yahudi lobisinin ABD'de Mobutu'yu desteklemesi. Bu isteklerin ikisi de İsrail tarafından kabul edildi. Kısa bir süre sonra iki İsrailli general, Ehud Barak (şu anda İçişleri bakanı) ve Abraham Tamir'in Zaire'ye yaptığı ziyarette Mobutu'nun gizli polisinin, sayıları yüzleri bulan özel "bodyguard"larının ve istihbarat servisinin İsrailli uzmanlar tarafından eğitilmesi kararlaştırıldı.
İsrail Mobutu'ya yardım etmek için gerçekten Amerika'daki nüfuzunu kullandı. Dışişleri Bakanı Yitzhak Şamir'in Aralık 1982 Zaire ziyaretinde, iki Yahudi ABD Kongre üyesinin, Howard Wolpe ve Stephen Solarz'ın Mobutu lehine lobi yapacağına söz verdi. Gerçekten de Solarz ve Wolpe Mobutu lehine lobi yaptılar ve etkili de oldular. İsrail, bu iki Yahudi Kongre üyesi aracılığıyla, Zaire'ye yapılan Amerikan yardımının artmasını ve Reagan yönetiminin genel olarak Mobutu rejimine olumlu yaklaşmasını sağladı.
İsrail, Mobutu'nun Amerika'daki imajını değiştirmek için de oldukça çaba sarfetti. 1981'de İsrail'in iktidar partisi olan Likud'un da seçim kampanya- sını yürüten İsrail Zeev First firması, bir Amerikan Yahudi delegasyonu tarafından 1982'de Zaire'ye yapılan ziyareti organize etti.18
Bu arada Mossad ajanı Meir Meyouhas, "Mobutu'nun sağ kolu" haline geldi ve Afrika diktatörüne hemen her konuda danışmanlık yaptı. Meyouhas, Zaire diktatörünün dış gezilerinin tümünde ona eşlik etti. Özellikle Mobutu'nun Amerika gezisinde önemli görüşmeler ayarladı: Zaire diktatörünü Amerika'daki Yahudi örgütleriyle görüştürdü ve bu örgütlerin aracılığıyla da IMF'nin Mobutu rejimine cömert krediler vermesini sağladı... Hallahmi, Meir Meyouhas'ın "Mobutu'nun en yakın dostu ve en iyi iş ortağı" olduğunu söylüyor.19
Mobutu 1995 yılında halen iktidarda. Ülkeyi, başkentten değil, Gbadolite şehri kıyısında, nehir üzerine yaptırdığı saray-gemisinden yönetiyor. Suikast korkusu nedeniyle buradan pek ayrılmıyor. Kişisel servetinin 5 milyar dolara ulaştığı, İsviçre'de şatoları, Cote d'Azur'da pahalı yatırımları olduğu biliniyor. Ülkede Mobutu'nun dalkavukluğundan başka bir şey yapmayan bakanlara yaklaşık 12 bin dolar aylık veriliyor, öğretmen maaşı ise 8 dolar kadar...
Uganda'nın Faşisti İdi Amin
ya da Kuzuların Sessizliği
Üçüncü Dünyanın en ünlü faşistlerinden biri Uganda'daydı. 1971'de gerçekleşen bir askeri darbeyle eski Başkan Obote'yi devirerek iktidarı ele geçiren İdi Amin, tüm faşist diktatörler gibi İsrail'le çok yakın ilişkiler kurdu.
İdi Amin, darbe yapmadan önce de İsraillilerle yakın ilişki kurmuştu. Zaten İsraillilerin Amin'in darbesini desteklemelerinin de başta gelen nedeni, onu önceden "gözlerine kestirmiş" olmalarıydı. İdi Amin'in sözkonusu bağlantısı, Obote döneminde başlayan İsrail-Uganda ilişkileri sırasında doğmuştu.
Uri Dan, Entebbe Havaalanında 90 Dakika adıyla Türkçe'ye çevrilen kitabında bu konuda şöyle diyor:
Uganda bağımsızlığını kazandıktan kısa bir müddet sonra, o zaman İsrail Savunma Bakanlığında Müsteşar olan Şimon Peres bir ziyaret için Uganda'ya gelmişti. Ev sahipleri, Peres'ten kendi ordu ve hava kuvvetlerini kurarlarken yardım etmesini istediler. Peres uygun buldu ve 1963 Nisanı'nda, o zaman Dışişleri Bakanı olan Golda Meir İsrail'le Uganda arasındaki yardım ve işbirliği anlaşmasını imzaladı... Anlaşmadan sonra, Albay Şaham, İsrail Savunma Bakanlığı heyetinin başında Uganda'ya geldi. Şöyle üstün körü yaptığı bir teftiş Şaham'a yapılacak çok şey olduğunu gösterdi. Uganda ordusu, 700-800 askerden müteşekkil bir tek piyade taburundan ibaretti. Taburun hem komutanı, hem de diğer bütün subayları İngiliz'di. Piyade taburu, herşeyden önce merasimler ve resmi geçitler için kullanılıyordu. Genellikle bayramlarda sokaklardan geçiyor, pek başka bir işe yaramıyordu. Zonik ve yanındaki İsrailli subaylar, işte bu komik-opera taburunu, etkin bir savaş gücüne dönüştüreceklerdi.20
Uganda'nın 1960'lı yıllarda İsrail'le girdiği bu yakınlaşma süreci sırasında, Uganda ordusunda general olan İdi Amin İsrail'le "kişisel" bir yakınlık kurmaya başladı. Uri Dan şöyle anlatıyor:
İsrail, anti-Siyonist bir politika izleyen Uganda lideri Obote'yi (en solda) devirerek yerine "İsrail hayranı" bir subay getirdi: İdi Amin (yanda). Amin, İsrail'in yardımıyla gerçekleştirdiği darbenin ardından, 8 yıllık rejimi boyunca 300 binden fazla insanı öldürttü.
Zonik ve arkadaşları işe ufaktan başlayarak, sadece bir bölüğü savaşabilecek bir bölüğe dönüştürmeye koyuldular. Ugandalı askerler eğitilmek için İsrail'e gönderildiler. Piyade bölüğünün eğitilmesinde İsrailli subayların gösterdikleri başarı, Cumhurbaşkanı Obote'nin, İsrail heyetine, Uganda'nın özel polis kuvvetlerini yetiştirmesi için istekte bulunmasına yol açtı. İsrail'den gönderilen Fuga-Magista ve Dakota'ları kullanan İsrailli havacı öğretmenler Uganda Hava Kuvvetlerinin temelini attılar ve hatta teknik bir okul bile açtılar. Uganda'nın bağımsızlığının ikinci yıldönümünde, İsrailli subayların gururlu bakışları önünde altı tane Fuga-Magista uçağı hava gösterilerinde bulundu... İdi Amin, Kampala'daki İsrail misyonuyla özel ilişkiler kurdu; sık sık İsrail'i ziyaret ediyor ve her seferinde bu ülkeye duyduğu hayranlık bir kat daha artıyordu. İsraillilerin çalışkanlığını öve öve bitiremiyordu. Deniz ve karadan taşınmak üzere parçalara demonte edilmiş şekilde Uganda'ya getirilen ilk jet uçaklarının orada tekrar monte edilişini görünce, İsraillilerin bu metal parçalarını nasıl bir jet uçağına dönüştürdükleri karşısında hayretlerini gizleyemedi. Monte edilen ilk Fuga-Magista'nın ilk uçuşuna gönüllü olarak katıldı ve bu işten son derece zevklendi. Daha sonra İsrailliler Amin'e nadir kimselere verdikleri bir ödül verdiler: Paraşütçülerin işareti. 2 Temmuzda Moritanya'ya giderken bile, saklamadığı bir gururla bu işareti taşıyordu... Aradaki ilişkiler o denli iyiydi ki, Amin bir gün, Kampala'da askeri ateşe olarak görev yapan Şaham'dan, İsrail'in, Kongo'dan çalınan muazzam miktarlardaki altının satışı için yardımcı olmasını istedi. Bankerler, işin esasını kurcalamak gereği hissetmedi altınların satış işlemlerini ayarladılar.21
Kısacası İsrail, Uganda devleti ile yakın ilişkiler kurarken, bir yandan da kendi savaş yeteneklerine ve güçlerine hayran olan İdi Amin gibi faşistleri de "özel" bağlantılarla kendi yanına çekiyordu (Güce, hatta şiddete olan hay- ranlık, faşistlerin değişmez özelliğidir).
İdi Amin'in henüz ordu görevlisi olduğu sıralarda İsrailliler tarafından keşfedilmiş olmasına, Amerikalı yazarlar Andrew ve Leslie Cockburn de değinirler. Buna göre göre, İdi Amin ilk önce İsrail'in Uganda Büyükelçisi Uri Lubrani'nin dikkatini çekmişti. Lubrani, Uganda'ya gelen İsrail askeri heyetine "Bu Amin bizim adamımız sayılır, şimdi öyle olmasa da yakında öyle olacak" demişti. Askeri heyetin başındaki Mossad ajanı ve albay Baruch Bar Lev de İdi Amin'i beğenmiş ve Lubrani'nin teşhisine katılmıştı.22 İsrailliler, Uganda'da bir piyon bulmuşlardı.
Ve İsrail, kısa süre sonra İdi Amin'i Obote rejimine karşı kullanmakta gecikmedi. Çünkü Obote, diğer bazı Afrika ülkeleri gibi 1967'deki Altı Gün Savaşı'nın ardından İsrail'e soğuk bakmaya başlamıştı. İsrail'in bu savaşta işgal ettiği bölgelerden çekilmemesi, Obote'ye ve benzeri liderlere eski sömürgecilik çağını hatırlatmış ve bu liderler Filistin davasına destek olmaya başlamışlardı. Bu devletler 1967 savaşının hemen ardından Birleşmiş Milletler'de İsrail aleyhine oy kullanarak tavırlarını gösterdiler.
Bu durumda İsrail'in yapabileceği tek bir şey vardı: Üçüncü Dünya ülkelerinde, Filistin davasına değil, kendi işgalci rejimine sempati duyan güçleri iktidara getirmek. İşgale sempati duymak; baskıya, şiddete, haksızlığa sempati duymayı, "güçlü olan haklıdır" prensibini kabul etmeyi gerektiriyordu. Bu mantık, bilindiği üzere, faşist mantığıdır. Güçlü olanın haklı olduğunu kabul edebilecek insanlar, doğal olarak İsrail'in haklı olduğu sonucuna varacaklardı. İsrail'in Üçüncü Dünya'daki faşist rejimlere verdiği desteğin en önemli nedenlerinden biri budur.
Bu "faşist bağlantısı"nın en iyi örneklerinden biriydi İdi Amin darbesi. İdi Amin, darbeyi üstte belirttiğimiz nedenle gittikçe İsrail aleyhtarı bir çizgiye girmeye başlayan Obote'ye karşı yapmıştı. Bu nedenle de Mossad, İdi Amin'e destek verdi. Amin'in darbesi, Mossad'ın büyük yardımı ile yapılmıştı; az önce sözünü ettiğimiz Mossad ajanı Albay Baruch Bar-Lev, olayda büyük rol oynamıştı. Baruch Bar-Lev, darbe sonrasında da İdi Amin'le çok yakın ilişki içinde olmaya devam etti. İdi Amin'in İsrail ilişkileri ise hep sürdü: Sık sık İsrail'i ziyaret ediyor ve her seferinde bu ülkeye duyduğu hayranlık bir kat daha artıyordu.23 Uri Dan, "İdi Amin hayatını bile bir İsrailli subaya, Ze'ev (Zonik) Şaham'a borçludur" diyor.24
İsrail'in "Uganda'daki adamı" olan İdi Amin'i ünlü yapan özelliği ise uyguladığı vahşetti. Ülkedeki tüm rejim muhaliflerini ortadan kaldıran Amin, uluslararası kuruluşların verdiği rakamlara göre, 8 yıllık iktidarı boyunca 300 bini aşkın insan öldürttü. Bunların bir kısmı Uganda nehirlerindeki timsahlara parçalatılmıştı. Ayrıca Amin'in bir de ilginç "hobi"si vardı: Uganda canavarı aynı ünlü Kuzuların Sessizliği filminde Antony Hopkins'in canlandırdığı "yamyam" doktor gibi siyasi muhaliflerini öldürttükten sonra onların karaciğerlerini yiyordu...
Ancak 1970'lerin sonuna doğru "yamyam"la İsrail arasındaki balayı sona erdi. Neden, artık İsrail'e ihtiyacı kalmadığını düşünen Amin'in, İsrail-karşıtı cephenin renkli ismi Kaddafi ile yakın ilişkiler kurmaya başlamasıydı. Ancak Amin İsrail'e ihtiyacı kalmadığını düşünmekle yanılmıştı. Yahudi Devleti'nden aldığı destek sona erince, iktidarı da fazla sürmedi. 29 Mart 1979'da Uganda'dan kaçmak zorunda kaldı. Hükümet birlikleri Uganda Halk Kurtuluş Ordusu gerillaları tarafından yenilgiye uğratılmış ve Amin de tek çareyi kaçmakta bulmuştu. Amin'i korumak için Kaddafi'nin yolladığı birlikler ise bu hezimeti yalnızca bir kaç gün geciktirebilmişti. Kaddafi'nin verdiği destek, İsrail'inki kadar etkili olamazdı kuşkusuz. İsrail, "halkları baskı altında tutma" yöntemlerinin biricik uzmanıydı. Yamyam, yanlış müttefik seçmenin cezasını çekmişti; yamyamlar için en iyi müttefik, İsrail'di...
Angola ve Mozambik; İsrail'in Sömürge Savaşları
Angola ve Mozambik'in durumları birbirine paraleldir. İkisi de 1970'li yıllara kadar Portekiz sömürgesi olarak kaldılar ve Afrika'nın en son bağımsızlığını kazanan iki ülkesi oldular. Ancak sömürge yönetiminden kurtulmak kolay olmamıştı. Faşist Portekiz rejimi, Angola ve Mozambik'teki Ulusal Kurtuluş hareketlerine karşı uzun bir mücadele vermişti. Angola ve Mozambik halklarına karşı giriştiği bu mücadelede faşist Portekiz'in en büyük yardımcısı ise İsrail'di. Tüm Üçüncü Dünya halklarının yerel faşist rejimler ya da sömürge yönetimleri aracılığıyla kontrol altında tutulması gerektiğine inanan İsrail... Sömürgeci Portekiz ordusunun silah ihtiyacını en başta İsrail karşılıyordu. Portekiz askerlerinin ellerinde çok sayıda Uzi vardı.
İsrail, faşist Portekiz yönetiminin Angola'daki sömürge savaşını sonuna kadar desteklemişti. Sömürge yönetiminin 1975'te ülkeden çekilmesinin ardından Portekiz'e karşı savaşmış olan MPLA birliklerine karşı faşist eğilimli FNLA ve UNITA gerilla örgütleri oluştu. İsrail bu faşist çetelerin yardımına koşmakta da gecikmedi. Üstte, İsrail tarafından silahlandırılan faşist ve ırkçı UNITA örgütüne bağlı gerillaların lideri Samuel Chiwale.
Ancak Angola'nın sömürgecilikten kurtarılması için kurulan MPLA (Angola Halk Kurtuluş Hareketi) hareketi, 1975'te İsrail'in silahlandırdığı Portekiz ordusunu yenerek ülkeyi bağımsız hale getirdi. Fakat Angola huzura kavuşmamıştı. Çünkü ülke içinde MPLA'ya karşı iki ayrı örgüt vardı: Ülke için-deki kabilelerden birini temsil eden ve "kabile üstünlüğü" iddiasında bulunan faşist eğilimli FNLA (Angola Bağımsızlık Milli Cephesi) ve Güney Afrika devletinin ülkedeki bağımsızlık hareketini bastırmak için kurdurduğu UNITA (Angola'nın Tam Bağımsızlığı için Ulusal Birlik) adlı aşırı sağcı "kontra" örgüt.
İsrail, hem FNLA'yı hem de UNITA'yı yoğun biçimde silahlandırdı ve ülkeyi kasıp kavuran iç savaşın başlıca sorumlusu oldu. 1960'larda FNLA'nın (Angola Bağımsızlık Milli Cephesi) lideri Holden Roberto İsrail'i ziyaret etti. Roberto'nun doğrudan CIA desteği aldığı 1963-1969 yılları arasında da İsrail FNLA'yı açıkça destekledi. Bu grubun gerillaları İsrail'de eğitiliyordu. İsrail'in Zaire'deki varlığı da; 1970'lerin ortasında Angola'daki FNLA'ya ve 1980'lerde UNITA güçlerine silah yollamasını kolaylaştırdı. Aynı şekilde Mozambik'teki aşırı sağcı "kontra" örgütü MNR de İsrail tarafından silahlandırılmış ve İsrailli askeri uzmanlarca eğitilmişti.26
Ancak İsrail'in bu faaliyetleri, aynı diğer örneklerde olduğu gibi büyük ölçüde gizli kaldı. İsrail'in bu tür faşist örgütlere desteğinin gizli kalmasının birinci nedeni, bu örgütlere İsrail yapımı değil, İsrail'in savaş ve çatışmalarda ele geçirdiği Sovyet yapımı silahların gönderilmesiydi. Afrika'nın bir ucunda elden ele gezen Kalaşnikofların aslında İsrail'den geldiğini kimse farkedemezdi doğal olarak...
Orta Afrika Cumhuriyeti ('İmparatorluğu')
ve İsrail'in Yamyam Dostu Bokassa
Orta Afrika Cumhuriyeti'ni "İmparatorluk"a dönüştüren ve kendini de İmparator ilan eden Bokassa: İsrail'in bir başka "yamyam" dostu.
Bu ülkeyle İsrail'in en iyi ilişkiler kurduğu dönem, 1976-1979 yılları arasıydı. Bu dönemde ülkenin adı "Orta Afrika İmparatorluğu"ydu ve bu "imparatorluk", vahşeti ve zalimliği ve "psikopat"lığıyla ünlü Jean Bédel Bokassa tarafından yönetiliyordu. Öyle ki, Bokassa, düşmanlarını aynı İdi Amin gibi "yiyerek" cezalandırıyordu. Son derece fakir olan ülkede Bokassa da aynı Mobutu gibi inanılmaz bir lüks içinde yaşıyordu. "İmparator"luğunu ilan ettiği gün, arabasını çekmesi için yurt dışından özel beyaz atlar ithal edilmiş, milyonlarca dolara mal olan bir taç yapılmış ve som altında bir taht kurulmuştu. Buna karşın ülkenin iki milyonluk nüfusunun yarısına yakını açlık sınırında yaşıyordu.
Bokassa'nın en iyi dostu ise yine İsrail'di. Bokassa'nın "imparatorluk ordusu" İsrailli uzmanlar tarafından eğitiliyor ve İsrail ordusu tarafından da silahlandırılıyordu. Bokassa'nın en yakın danışmanı ise Shmuel Gonen adlı bir emekli İsrail generaliydi.27
Bokassa'nın iktidardan uzaklaştırılmasından sonra da ülkenin İsrail'le olan ilişkileri sürdü. Ezer Weizman Aralık 1979'da "İmparatorluk"tan "Cumhuriyet"e dönüşen ülkeye gizli bir ziyaret yaptı. 1981 Kasım'ında Savunma Bakanı Ariel Şaron tarafından yapılan gezi, gizli bir askeri anlaşmayla ve Ocak 1982'de ülkede bir Mossad istasyonu açılmasıyla sonuçlandı.
İsrail ve Güney Afrika; Irkçıların İttifakı
Bundan bir kaç yıl öncesine kadar, dünyada kendisine kötü gözle bakılan ülkelerin başında Güney Afrika Cumhuriyeti geliyordu. Çünkü ülke nüfusunun ezici çoğunluğunu oluşturan zenciler, resmi olarak "ikinci sınıf insan" sayılıyordu. İktidar ise beyaz azınlığın elindeydi. Ülkede son derece vahşi bir ırk ayrımı politikası ("apartheid") uygulanıyor, siyahlar aşağılanıyor ve her türlü siyasi haktan mahrum ediliyorlardı. Dünyanın hangi ülkesinde olursa olsun, insanlara Güney Afrika ile ilgili olarak ne düşündükleri sorulduğunda, hepsi bu ülkenin ırkçı, baskıcı, zalim, ilkel bir rejimi olduğunu söyler ve "apartheid"i kınardı.
Bir ülke hariç...
Resmi olarak bir "Yahudi Devleti" olan ve Yahudi ırkına mensup olmayan herhangi bir kimseyi yurttaş olarak kabul etmeyen İsrail, de Güney Afrika gibi ırkçı bir devletti. Ve bu iki ülkenin arasında, hem bu ideolojik benzeşmeden, hem de stratejik çıkarlardan kaynaklanan dev bir işbirliği sözkonusuydu.
Benjamin Beit-Hallahmi, The Israeli Connection'ın oldukça geniş bir bölümünü sırf İsrail-Güney Afrika ittifakına ayırır. İsrailli yazar, konuya girerken şöyle der:
Bu ittifak sanılandan daha da güçlüdür. Haaretz'in önde gelen politik yorumcularından biri, Güney Afrika'yı 'İsrail'in Amerika'dan sonra gelen en önemli müttefiki' olarak tanımlamıştı. 5 Kasım 1984'de ise P. W. Botha'nın İsrail'e yaptığı ziyareti sunan İsrail devlet televizyonu sunucusu Victor Nahmias, 'Güney Afrika-İsrail ilişkilerinde gizlenenler bilinenlerden çok daha fazladır' demiştir.
1960 yılında yapılan bir röportajda, Herut partisi (Likud'un en büyük ortağı) lideri Yaakov Meridor, Herut'un ırk ayırımı (apartheid) politikasını açıkça desteklediğini söylemişti. 1974'de Güney Afrika'yı ziyaret eden Moşe Dayan ise burada yaratılmış olan 'büyük medeniyet'e hayran kaldığını belirtmişti.28
Evet, İsrail Güney Afrika'daki "büyük medeniyete" yani ırk ayrımcılığına, baskıya, sistematik işkenceye, devlet terörüne, totaliterizme hayrandı. Çünkü Güney Afrika, İsrail'in bir tür kopyasıydı ve İsrailliler bu ülkeye baktıklarında kendilerini görüyorlardı.
Benjamin Beit-Hallahmi, İsrail-Güney Afrika ittifakı ile ilgili önemli gelişmeleri kronolojik sıra ile şöyle veriyor:
1949, iki ülke de resmi olarak birbirlerini tanıyorlar.
1950, İsrail Dışişleri bakanı Moşe Şaret, Güney Afrika'ya gidiyor.
1953, Güney Afrika'dan Daniel F. Malan İsrail'e gidiyor.
1955, nükleer alanda ilk işbirliği gerçekleşiyor ve ayrıca Güney Afrikalılar İsrail'den Uzi makineli tüfekleri alıyorlar.
1957, Güney Afrika ilk kez İsrail'e atom nükleer silah yapımında kullanması için uranyum gönderiyor.
1962, bu kez 10 ton uranyum İsrail'e gönderiliyor.
1967, Güney Afrikalı bir askeri heyet gizli bir İsrail ziyareti yapıyor.
1972, Nükleer ve konvansiyonel silahlar konusunda gizli bir işbirliği anlaşması imzalanıyor, Tel-Aviv'de bir Güney Afrika konsolosluğu açılıyor.
1975, diplomatik ilişkiler büyükelçilik düzeyine çıkarılıyor.
1976, Güney Afrika Devlet Başkanı John Vorster İsrail'e resmi ziyarette bulunuyor. Gizli anlaşmalar imzalanıyor. İsrail Güney Afrika'nın uluslararası topluluktaki imajının düzeltilmesi işini üzerine alıyor.
1977, Güney Afrika Dışişleri Bakanı R, F. Botha, İsrail'e gidiyor.
1979, iki ülke arasında gizli bir ortak nükleer deneme gerçekleştiriliyor.
1984, R, F. Botha yeniden İsrail'e gidiyor.
1985-1987, İsrail bakanları Rabin, Arens ve Şaron, Güney Afrika'ya gizli ziyaretler yapıyorlar.
Irkçı Güney Afrika rejiminin polis ve ordusu İsrail tarafından eğitilmiş ve silahlandırılmıştı. Yanda, sırtında İsrail malı Uzi marka silahla zenci göstericilere müdahele eden bir Güney Afrika polisi.
İki ülke arasındaki işbirliği çok geniş bir yelpazede gelişiyordu. Nükleer alanda İsrail teknolojisi ile Güney Afrika'nın uranyum kaynakları birleştiriliyordu. İki ülkenin silahlı kuvvetleri de bir çok yönde ortak çalışmalar yapıyordu. Bu konuda asıl kaynak İsrail'di. İsrail, Güney Afrika ordusunu eğitiyor ve silahlandırıyordu. Hallahmi, "Güney Afrika hava gücü tamamen bir İsrail ürünüdür" diyor. İki ülke arasında Birleşmiş Milletler kararlarına karşı da bir ittifak oluşuyordu. BM'nin Güney Afrika'ya silah satışını yasaklayan 181 ve 418 numaralı kararlar, yanlızca İsrail tarafından tanınmamıştı. Aynı şekilde Güney Afrika da İsrail'e yönelik BM kararlarını tanımıyordu.29 Ayrıca Güney Afrika'daki elmas ve altın yataklarını elinde tutan Yahudi şirketler de bu işbirliği içinde önemli rol oynuyorlardı.30
Ancak tüm bu ilişkiler incelendiğinde ortaya çıkan tablo, Hallahmi'nin de kabul ettiği gibi iki ülke arasında bir ittifakın var olduğundan çok, Güney Afrika'nın bir İsrail uydusu olduğudur. Çünkü İsrail, Güney Afrika'yı bir üs olarak kullanmaktaydı, oysa böyle bir şey Güney Afrika için sözkonusu değildi. İsrail Güney Afrika'nın stratejisinin belirlenmesinde de önemli bir rol oynuyordu ve bu da Güney Afrika için sözkonusu değildi. Ayrıca iki ülke arasında psikolojik üstünlük de İsrail'e aitti; çünkü biraz sonra değineceğimiz gibi İsrail Güney Afrika için bir ilham kaynağıydı ve Güney Afrikalılar İsraillileri örnek almaya çalışıyorlardı.
İsrail'in Güney Afrika'nın stratejisini belirlemesinin en açık örneği, Güney Afrika rejiminin 1970'lerin ortasında bağımsızlıklarını kazanan eski Portekiz sömürgelerini, Namibya üzerinden Angola'yı ve Mozambik'i işgal etmesiydi. Bu işgaller, tamamen İsrail'in "anti-sömürgeci güçlerin doğurduğu radikalizasyon tehlikesine karşı müdahale" doktrini çerçevesinde gelişmiş ve zaten İsrailli askeri uzmanlar tarafından yönlendirilmişti.
Güney Afrika'nın 5 Haziran 1986'da Güney Angola'daki Namibya limanlarına yaptığı deniz baskını İsrail etkisi ve eğitiminin bir sonucuydu... İsrail askeri danışmanları Angola işgalinin planlanmasına da karışmışlardı. Bu uzmanlar 1975'den beri Namibiya'da üslenmişlerdir. Güney Afrika'nın şimdi uyguladığı strateji ki bu strateji Angola'nın işgalinde ve Afrika'daki komşu devletleri etkisiz hale getirmek için yaptığı teşebbüslerde açığa çıkmaktadır İsrail'in FKÖ ve komşu Arap ülkelerine karşı izlediği politikaları aynen takip etmektedir. Aslında İsrail deneyimlerinden yola çıkan Güney Afrikalılar sadece 'sıcak takip' operasyonlarına girişmemiş, aynı zamanda diğer ülkelerin gerilla birliklerine karşı önceden planlanan darbeler de yapmışlardır. Güney Afrika'nın Mozambik ve Angola'ya yaptığı baskınlar İsrail basınında 'İsrail stilinde cesur komando baskınları' olarak nitelendirilmiştir- diğer bir deyişle, İsrail Güney Afrikalılar'ın hem ideolojik ilham kaynağı, hem de askeri taktik kaynağıdır.31
İsrail-Güney Afrika ilişkisinin en önemli ve en anlamlı yönü ise "ilham" kavramıydı. Bu kavram biraz incelendiğinde, İsrail'in dünyadaki çeşitli faşist rejimlerden birinin değil, tümünün ilham kaynağı ve odak noktası olduğu ortaya çıkıyordu çünkü.
İsrail, Güney Afrika'nın ve Tüm Faşistlerin 'İlham Kaynağı'
Hallahmi'nin de vurguladığı gibi İsrail'in Güney Afrika'ya verdiği en önemli şey, düşünce yapısıydı. İsrailliler, bir halkı (Filistinlileri) nasıl ezmek, onların direniş örgütlerine karşı nasıl savaşmak, sivil halka karşı ne tür terör yöntemleri kullanmak gerektiği konusunda uzmandılar. İktidarlarını halkı ezerek ayakta tutan tüm rejimler de, bu yüzden İsrail'le yakınlaşmaya ve İsrail'in bu konudaki tecrübesinden yararlanmaya çalıştılar. Güney Afrika, bu devletlerin en önemlilerinden biriydi. İsrail'in "terörizmle mücadele" adını verdiği bu "halkları ezme tecrübesi", Güney Afrika'ya her alanda yol gösterdi. Hallahmi şöyle diyor:
Güney Afrika ordusunun Lesotho, Angola ve Mozambik'teki üslerine önceden planlanmış saldırılar yapmasında önemli bir ilham kaynağı oluyordu. 19 Mayıs 1986'da Zimbabve, Zambia ve Botsvana başkentlerine yapılan baskınlar da İsrail'den alınan ilham ve taktiklerin güzel örneklerini oluşturmaktaydılar. Helikopter birlikleri ve bombacılar bu kentlerde Afrika Milli Kongresi üssü olduğu söylenen hedeflere saldırdılar; tıpkı İsrail'in 1960'lardan beri Lübnan ve Ürdün'deki Filistin üslerini hedef alıp saldırdığı gibi...
... İsrail Güney Afrika polisinin eğitimini de üzerine aldı. Yüzlerce polis subayı eğitim için İsrail'e gitti. ANC lideri Nelson Mandela'nın ve diğerlerinin hayat boyu hapse mahkum olmalarıyla sonuçlanan 1964 Rivonia davasının başkomiseri olan ve 1976 ayaklanmalarını bastırma yönteminden dolayı 'Soweto Hayvanı' diye anılan Rooi Rus Swarepool 1970'lerde İsrail'de hoşça karşılanmış ve gururla misafir edilmişti. İsrail gizli güvenlik polisi SHABAK Güney Afrika'da devamlı olarak bir özel birim bulundururdu. 1980'lerin ilk yıllarında, sürgündeki ANC (Afrika Ulusal Kongresi) liderleri posta kutularında paket veya mektup şeklinde bombalar bulmaya başlamışlardı.; bu terör kampanyası da, FKÖ liderlerine karşı benzer teknikler kullanan Mossad'la yapılan işbirliğinden kaynaklanıyordu.
İsrail ve Güney Afrika savaşçılarının arasında gerçek bir dostluk vardı. Yahudi bir gazeteci ve Ariel Şaron'un danışmanı olan Uri Don'un yaşadığı bir olay ilginçtir. Şaron ve Don bir Güney Afrika birliğiyle Angola'ya yürümüş ve gördükleri şeylerden çok hoşlanmışlardı. Don şöyle diyor:
'Bir operasyon sırasında veya başka bir zaman Afrika dillerinde veya İngilizce konuşan Güney Afrika subaylarına baktığımda her an İbranice emir verecekleri hissine kapılıyorum. Dış görünümleri, dinçlikleri ve açık sözlülükleri, savaş sahasındaki davranışları, hepsi bana İsrail ordusu subaylarını hatırlatıyordu.32
Hallahmi, bu bilgilerin ardından şöyle diyor: "Güney Afrikalı'ların İsrail'den aldıkları ilk ve en önemli şey ilhamdır. İkincisi askeri atılımlarının her adımında gördükleri yardım ve destektir." 33
İşte bu noktada son derece ilginç bir gerçekle karşılaşmaktayız: İsrail'e hayranlık besleyen Güney Afrikalı liderlerin büyük bir bölümü, Nazi kökenlidirler. II. Dünya Savaşı'nda Almanya'nın yanında yer alan ve Nazi ideolojisini benimseyen bu liderlerin en başında, Hallahmi'nin kitabının girişinde anlattığı John Vorster gelir. Bir Güney Afrikalı yazar Breyten Breytenbach, bu ilginç durumu şöyle vurguluyor:
Afrikanerlerin (Güney Afrikalı beyazlar) İsrail'le olan ilişkileri son derece gariptir. Çünkü bu ülkede her zaman için güçlü bir anti-semitizm varolmuştur ve dahası, bugünkü Güney Afrika liderleri de Nazi ideologlarının mirasçılarıdırlar. Ve bu liderler İsrail'e karşı da en büyük hayranlığı besleyen insanlardır. Kendilerini İsrail'le özdeşleştirirler: Kendilerini, aynı İsrailliler gibi Tanrı'nın Kutsal Kitap'ta seçtiği insanlar olarak görürler ve yine aynı İsrailliler gibi bir düşman deniziyle çevrili savaşçı, modern bir ülke olarak algılarlar.34
Bu kuşkusuz oldukça şaşırtıcı bir durumdur. Hallahmi, bu olayı açıklarken, faşistlerin bilinçaltındaki ilginç bir mantığa dikkat çeker: Faşistler, dünyanın dört bir yanına dağılmış olan fakir ve pasif diaspora Yahudilerine antipati duyarken, bir yandan da İsraillilere hayranlık duyabilmektedirler. Çünkü diasporadaki fakir ve pasif Yahudiler, güçlü değillerdir, ırkçı değillerdir (çünkü İsrail'e göç etmemektedirler), bir azınlık olarak çoğu kez zayıf durumdadırlar. Oysa İsrailliler, sert, güçlü, acımasız ve ırkçıdırlar. (Naziler'in Almanya'da oturmak isteyen pasif Yahudilere [asimilasyonistler] duydukları antipati ve buna karşılık Siyonistlere duydukları hayranlık da bunun bir örneğiydi).
1984-1992 yılları arasında Güney Afrika'da çıkan olaylarda 12 bin kişi hayatını yitirdi. Irkçı rejimi, zenci göstericilere "İsrail tarzı" uyguluyor; topluluğa karşı "atış serbest" emri veriliyordu. Üstte, G. Afrika polisinin 3 Temmuz 1992'de Devlet Başkanı F. De Klerk aleyhtarı gösteri yapan sivillere açtığı yaylım ateşi.
Bu paradoksal durum, faşistlerin bilinçaltındaki güç kompleksine dayanır: Faşist, güce tapmaktadır. İçinde, güçlü ve acımasız olanlara yönelik karşı konulmaz bir hayranlık duygusu vardır. Buna karşın, zayıf ve ezilmiş insanlara karşı da öfke duyar; onları sefil, aşağılık yaratıklar olarak görür. Bu nedenle dünyanın dört bir yanındaki faşistler bulundukları ülkelerdeki Yahudi cemaatinin fakir, ezik kısmına düşmanlık beslerken, bir yandan da İsrail'e hayran olmakta ve İsraillilerle işbirliğine girmektedir. Faşistlerin bu tavrı, İsrail için de son derece uygundur; çünkü İsrailliler de bulundukları ülkelerde İsrail lehine faaliyet gösteren, lobi yapan zengin ve etkili Yahudiler ya da Mossad adına çalışanlar ("sayanim") hariç diaspora Yahudilerinin İsrail'e göç etmesini istemektedirler.
Faşist, İsrail'e baktığında, suçsuz bir halkı acımasızca ezen ve bu konuda dünyadan gelen tepkilere hiç aldırmayan bir prototip görür. Ünlü bir Güney Afrikalı işadamı bu konuda şöyle demiştir: "İsrailliler gibi olabiliriz... İsrailliler gibi olabilir ve dünyaya defolup gitmelerini söyleyebiliriz. Hepsinin canı cehenneme!" 35
İsrail ve Apartheid Krizi
1980'li yıllarda Güney Afrika'daki apartheid rejimi, siyahların kurduğu ANC'ye (Afrika Ulusal Kongresi) karşı daha da sertleşti. Güney Afrika'daki İsrail destekli devlet terörü de tırmandı. Bunun üzerine tüm dünyada apartheid rejimine karşı tepki gelişti. Güney Afrika'ya BM tarafından yaptırımlar uygulandı, ambargolar yürürlüğe kondu. Tüm dünya, Güney Afrika'nın ırkçı, saldırgan ve zalim bir rejim olduğunu kabul etmişti.
İsrail bu duruma karşı ilginç bir politika izlemeye karar verdi: O da Güney Afrika'yı tüm dünya gibi sözlü olarak kınayacak, ancak gerçekte apartheid rejimi ile olan tüm ilişkilerini gizli olarak sürdürecek ve dahası, bu rejimin ayakta kalması için elinden geleni yapacaktı. Bu "ikili politika"nın mimarı ise Başbakan Şimon Peres'di. Hallahmi şöyle diyor:
Güney Afrika'daki beyaz hakimiyetinde ciddi bir yıkım olduğu açığa çıkınca, Kudüs'te bir dizi acil toplantı yapıldı. Başbakan Şimon Peres yardımcılarından iki şey istedi; birincisi, ırk ayırımı rejiminde gelecekte neler değişebileceğinin değerlendirilmesi, ikincisi hareket planı. Hükümetin derdi, nükleer silahlarla ilgili projeler dahil Güney Afrika'yla devam eden sayısız anlaşmayı ve ittifakı bozulmadan muhafaza ederken kamuoyundaki imajını nasıl geliştireceği idi. Çözüm iki taraflı bir politika benimsemekti; biri halka açık biri de ittifakın temellerini değişmeden koruyacak olan gizli politika.
İsrail Güney Afrika'daki Zulu kabilesini uzun yıllar "kontra" güç olarak kullandı. Zuluların yaptığı her eylem, ırkçı beyazlara yarıyordu. Bugün de Zulular Mandela yönetimine karşı eylem halindeler. Son olarak Zulu kralı Goodwill Zwelithini (resimde sağa), Mart 1994'te kendi devletini ilan etti. Bu "devlet"in başbakanı ise İsraillilerin yakın dostu, Ikatha Partisi lideri Buthelezi (resimde solda).
İsrail'in bu dönemde uygulamaya koyduğu bir diğer politika ise Güney Afrika'daki rejimi ayakta tutabilmek için Ikatha güçleriyle bağlantıya geçmek oldu. Ikatha, Zulu kabilesini temsil eden ancak kendi ırkdaşı olan siyahlara karşı yönetimdeki beyaz azınlıkla işbirliği yapan bir gruptu. İsrail, Ikatha lideri Mangosuthu Gatsha Buthelezi'ye destek vererek apartheid rejimine yardım etmeyi denedi.
İsrail hükümeti, Ağustos 1985'de Şef Buthelezi'yi İsrail'e davet etti. Buthelezi bu davete anında cevap vererek İsrail'e gitti. Bu ziyaretle birlikte İsrail'in Buthelezi'yi Batı kamuoyunda aklamaya yönelik propagandası da başladı. Ziyaretin asıl amacı Güney Afrika rejimi tarafından kabul edilen ve desteklenen Buthelezi'yi Batı kamuoyuna da kabul edilebilir ve desteklenebilir bir lider olarak göstermekti. Zulu şefinin beyanatları Tel Aviv'de yayınlandıktan iki gün sonra, New York Times, Kudüs'te yayımlanan bu makaleden alıntılar yaparak, Buthelezi'nin ırk ayırımı hakkında yaptığı yorumları bastı. Bu yayınları, Amerika'daki televizyon kanalları izledi.37
Amerikalı Ortadoğu uzmanı Jane Hunter Ikatha şefi ile İsrail arasındaki yakın ilişkilere değiniyor ve "birçok İsrailli lider Zulu lideri, Buthelezi'yle resmi temaslarda bulunmuştur. Başbakan Peres, dışişleri bakanı Şamir, eski dışişleri bakanı Abba Eban onun onuruna yemek vermiştir; David Kimche de Buthelezi'ye yardım etme sözü vermiştir" diyor.38
Buthelezi'nin 1985'teki İsrail ziyareti sırasında bir de gizli bir anlaşma yapılmış ve Zulu kabilesi içinden oluşturalacak paramiliter "ölüm timleri"nin İsrail tarafından eğitilmesi kararlaştırılmıştı. Bu anlaşma gereğince 1986 yılında 200 Ikatha militanı İsrail'e giderek eğitim gördü. Eğitim, suikast teknikleri, gerilla savaşı gibi "konular" üzerineydi. Bu militanlar, Afrika Ulusal Kongresi lider ve üyelerine karşı yıllarca kanlı saldırılar düzenlediler. Ayrıca Ikatha'nın istihbarat servisi sorumlusu Zakhele Khumalo da İsrail'de eğitim görmüştü.39
Ancak İsrail'in tüm bu yardımlarına rağmen, apartheid rejiminin krizi gittikçe büyüdü ve sonunda F. D. Clerk'in Başkanlığındaki beyaz rejim, tavizler vermek sonunda kaldı. Birbirlerini izleyen tavizlerin sonunda ülkede ilk kez siyahların da katıldığı genel seçim yapıldı. Nisan 1994'te Güney Afrika'da zencilerin de katıldığı seçimleri, Nelson Mandela'nın liderliğini yaptığı Afrika Ulusal Kongresi (ANC) kazandı.
Ancak Mandela'nın seçimi kazanmış olması, ülkedeki beyaz hegemonyasının sona erdiği anlamına gelmiyor. Mandela'nın önündeki ilk engel şu anda ki anayasal düzen. Beyazların hazırlayıp bugüne kadar Güney Afrika'daki eşitsizlik üzerine kurulu düzenin temeli olan anayasayı değiştirmek için % 67'lik bir oran gerekiyor. Bu oran ANC'nin mevcut oy potansiyelinin üstünde. Yani Beyazlar ve diğer muhalif gruplardan bir kısım seçmen ANC'yi desteklemediği sürece zencilerin anayasayı değiştirebilmesi imkansız görünüyor.
Nitekim İsrail'in ülkedeki "kontra" gücü olan Zulular da bir yandan çalışmalarını sürdürüyorlar. Zuluların yaptığı her eylem, ırkçı beyazlara yarıyor. Son olarak Zulu kralı Goodwill Zwelithini, Mart 1994'te kendi devletini ilan etti. Bu "devlet"in başbakanı ise Inkatha Partisi lideri Buthelezi, İsrail'in yakın dostu... Buthelezi, Nisan ayında seçimleri boykot edeceğini açıklamışken, sonra bundan vazgeçerek siyahların aleyhine olarak seçimlere katıldı. Bugün Başkan Mandela, ırkçılığı tamamen ortadan kaldırmakla beraber, Inkatha mensuplarının neden olduğu terör eylemlerini de engellemek zorunda. Eğer Zuluları kontrol altına alamazsa, bu eylemler, ırkçı beyazların elinde bir daha ki seçimde önemli bir koz haline gelecek. Bu nedenle ırkçılar (ve onların arkasındaki İsrail) destekledikleri bu sürtüşmenin büyümesini bekliyorlar.
Güney Afrika Cumhuriyeti Türkiye elçisi Cornelius Jacobs, "Mandela'nın bir başkan olduğunu ama gücünün ne kadar etkili olabileceğine dair şüpheli ifadelerde bulunarak bir daha ki seçimlerde De Klerk'in tekrar başkan olacağından çok emin olduğunu" hatırlattı. (5 Mart 1994 tarihinde TGRT'de yayınlanan "Dünyaya Bakış" programında Cornelius Jacobs'la yapılan röportajdan)
Güney Afrika'nın kaderini zaman gösterecek. Ancak beyazların aynı İsrail'in Ortadoğu'da yaptığı gibi sahte bir barış ve bir tür "stratejik geri adım"la kendi hegemonyalarını sağlamlaştırmaya çalıştıkları bir gerçek. Güney Afrikalılar'ın bu konuda İsrail kadar başarılı olup olamayacaklarını ilerleyen yıllarda göreceğiz... Rodezya'nın Zimbabve'ye Dönüşümü ve İsrail'in Irkçı Rejimi Yaşatma Mücadelesi
Irkçı Beyaz Rodezya rejimine karşı savaşan siyah gerillar.
Rodezya'nın öyküsü, büyük ölçüde Güney Afrika'nınkine benzer. Ülke, ilk olarak Güney Afrika'daki elmas madenlerini ele geçiren ve sonra da bölgede dev bir finans imparatorluğu kuran İngiliz Yahudi finansör Cecil Rhodes tarafından kurulmuş ve ismini de Rhodes soyadından almıştı. İngiltere tarafından sömürgeleştirilen ülke, 1965 yılına kadar bir İngiliz sömürgesi olarak kaldı. O tarihte ülkeyi terkeden İngilizler, geride ülkedeki beyaz azınlığın yönettiği bir başka baskı rejimi bıraktı. Bu rejim dolayısıyla ülkeye Beyaz Rodezya adı veriliyordu. Ancak Ian Smith'in önderliğindeki beyazların bu egemenliği çok sürmedi; 1980 yılında ülkedeki iktidarı siyah çoğunluk ele geçirdi. Siyahların ilk işi, Cecil Rhodes'un temsil ettiği beyaz sömürgeci mirası ortadan kaldırarak, ülkenin adını Zimbabve olarak değiştirmeleriydi.
Beyaz Rodezya'nın siyah çoğunluğa karşı sürdürdüğü mücadelenin en büyük destekçileri ise tanıdık güçlerdi. Yahudi sermayesinin elindeki büyük Amerikan petrol şirketleri Mobil, Texaco ve Standard Oil hepsi birer Rockefeller şirketidir. Beyaz Rodezya'yı ayakta tutabilmek için ellerinden gelen yardımı yapmışlardı.40
Beyaz Rodezya'ya verilen diğer büyük destek de İsrail'dendi. Yahudi Devleti, ülkedeki beyaz azınlığı iktidarda tutabilmek için elinden geleni yapmıştı. Gerçi İsrail dünya kamuoyuna farklı bir görüntü çiziyor ve ırkçı rejime uygulanan yaptırımları desteklediği imajını veriyordu, ancak bu bir aldatmacaydı ve İsrail'in "ikili politika" geleneğinin yine bir örneğini oluşturuyordu.
Hallahmi, "İsrail'in kendini Rodezya'daki beyaz iktidarın devamına adadığını" not ettikten sonra, iki ülke arasındaki ilişkileri aktarıyor. İsrail farklı alanlarda ırkçı rejime destek vermişti. 1977'de Rodezya'ya yüklü miktarda Uzi hafif makineli tüfekleri yollandı. Buna ek olarak, Rodezya "Ruzi" adındaki kendi Uzi versiyonlarını üretme hakkını kazandı. Ruzi, Rodezya ordusunda ve polisinde standart silah haline geldi. 1978 yılında, Tel-Aviv'den Rodezya rejimine 11 tane Amerikan yapımı Bell 205 helikopteri yollandı. Bu, ülkeye konmuş silah ambargosunun da açıkça çiğnenmesi anlamına geliyordu. Rodezya rejimi, bu helikopterleri karşı-gerilla operasyonları için, yani siyah halkın direnişine karşı kullandı.41
İsrail, siyah halkın direnişine karşı Rodezya rejimine başka yönlerden de yardım etti. Rodezya, o sıralar sömürge yönetiminden yeni kurtulmuş olan "radikal" komşusu Mozambik'le sık sık sınır çatışmalarına giriyordu. Rodezya'daki siyah direniş hareketi de Mozambik'te üslenmişti. İsrailli askeri uzmanlar, ırkçı rejimin "sınır güvenliği" sorununu da giderdiler: General Abraham Orly'nin yönetimindeki bir İsrail firması, Mozambik ve Rodezya arasında 500 millik bir "güvenlik kuşağı" oluşturdu. 1976'da bir Rodezya askeri heyeti İsrail'e gelerek üst düzey yetkililerle görüşmüştü.42
Ancak İsrail'den gelen tüm bu yardımlar yeterli olmadı. 18 Nisan 1980 günü, ülke siyah halkın yönetimine geçti ve "Zimbabve"ye dönüştü. O gün, İsrail için kötü bir gündü... Kenya ve Fildişi Sahilleri'nin Hırsız Liderleri ya da İsrail'in Yakın Dostları
Kenya, her zaman için Batı yanlısı bir ülke olmuştur. Belki de bunun bir yansıması olarak, Kenya liderlerinin ortak özelliği, büyük miktarda haksız kazanç sağlamalarıdır. Örneğin 1964'de ülkenin bağımsızlığına önderlik eden Jomo Kenyatta, bir süre sonra boğazına kadar yolsuzluğa batmış ve ülkenin zenginliğini adeta kendi yakın çevresine bölüştürmüştür. Ayrıca kendi kabilesi olan Kikuyu'ya ülkedeki diğer kabilelere göre son derece adaletsiz bir kayırma politikası uygulamış, diğer kabilelere baskı uygulamıştır. 1978'de bu kez de Kikuyulu olmayan bir Başkan, Daniel Arap Moi iktidara gelmiş, ancak onun rejimi de en az bir önceki kadar baskıcı olmuştur. Moi rejiminin bir diğer özelliği de, aynı önceki gibi dev boyutlarda yolsuzluklara sahne olmasıdır. Başkan Moi Afrika'daki en zengin insan olarak bilinir, çaldığı paralar sayesinde elbette...
Sağda, 1990'lı yıllara dek Fildişi Sahilleri'ni yöneten Felix Houphouet-Boigny. Solda ise Kenya'nın eski lideri Jomo Kenyatta.
İsrail, ABD'yle birlikte bu baskıcı ve "hırsız" rejimlerin başta gelen destekçisidir. Tom Mboya ve Kenyatta gibi ülke liderlerine düzenli ziyaretler yapan CIA, Kenya politikasına doğrudan müdahale etmiştir ve Nairobi İsrail'in ki de dahil olmak üzere bazı Batı istihbarat servisleri için bir üs olmuştur. Kenya'daki Mossad bağlantıları Temmuz 1976 Entebbe baskınında açıkça ortaya çıkmıştı. Bu operasyon Kenya desteği ve müdahalesi olmadan gerçekleştirilemezdi. 1980'lerde İsrail ve Kenya arasında son derece dostça ilişkiler mevcuttu. İsrail resmi görevlileri tarafından, Kenya'ya, birçok gizli temas yapıldı. Mart 1981'de iki İsrail temsilcisi Nairobi'ye gizli bir ziyarette bulundu; Dışişleri Bakanlığı Enternasyonal İşbirliği Bölümü Başkanı Rahamim Timor ve Mossad Afrika Bölge Şefi David Kimche. Aralık 1982'de Dışişleri Bakanı Yitzhak Şamir de Kenya'ya kısa bir ziyarette bulundu. O gece Yitzhak Şamir Nairobi havaalanında, şahsi güvenliği için İsrail'den yardım isteyen Başkan Mai ile görüştü. İlerleyen yıllarda resmi ilişkilerin azalması Kenya'nın İsrail silahlarını satın almasını durdurmadı.43
Kenya ile benzerlik gösteren bir diğer ülke de Fildişi Sahilleri'ydi. Batı Afrika'da yer alan ülke, 1960'da Fransız sömürge yönetiminden bağımsızlığını kazandıktan 1990'lı yıllara dek Félix Houphouët-Boigny tarafından yönetildi. Boigny, Batı yanlısı bir Üçüncü Dünya lideriydi yani baskıcı, otoriter ve "hırsız"dı. Başkent Abidjan'daki bir Fransız garnizonu tarafından desteklenen Boigny, ailesi ve yakın akrabaları ile birlikte ülkenin servetinin büyük bir bölümünü onyıllarca süren rejim boyunca İsviçre bankalarındaki hesaplarına aktardılar. Boigny'nin kendisi bir keresinde İsviçre bankalarında ki bu bankaların büyük bölümü Yahudi sermayelidir "milyarlarca dolar" biriktirdiğini övünerek söylemiştir. Bu yağma nedeniyle Afrika'nın ekonomik yönden en parlak ülkelerinden biri olan Fildişi Sahilleri, son dönemlerde hızlı bir inişe geçti.
Ve, doğal olarak, İsrail'in bu "hırsız" diktatörle ilişkileri çok iyiydi. Houphouët-Boigny, İsrail ve Güney Afrika'yla açık açık ilişki kuran birkaç Afrika liderinden biri oldu. Fildişi Sahilleri, diğer bazı Afrika ülkeleri gibi Yom Kippur savaşının ardından 8 Kasım 1973'de İsrail'le ilişkileri kestikten sonra da, diktatörün İsrail liderleriyle gizli ilişkileri aynı hızda devam etmişti... İsrail bu diktatörü kullanarak Fildişi Sahilleri'ni, Mossad'ın Batı Afrika'daki en önemli üslerinden biri haline getirdi. Abidjan'daki Mossad istasyonu son derece aktifti ve hem diğer ülkelerle ilgili istihbarat yapmakta, hem de diktatöre rejimini koruması için yardım etmekteydi. Boigny ise iktidarı süresinde Yitzhak Rabin, Ariel Şaron, Yitzhak Şamir gibi İsrail liderleri ile sık sık gizli görüşmeler yaptı.44
Boigny İsrail'den aldığı taktiklerle 1990'ların ortasında hala iktidarını koruyor. "Hırsız" diktatör, 1990 yılında halkın isyana dönüşen tepkileri sonucunda çok partili sisteme geçileceğini ilan etti ve gerçekten de aynı yılın 30 Nisanında seçim yapıldı. Ancak Boigny'nin % 81.7 oy aldığı bu seçim çok açık bir biçimde hileli bir seçimdi. Muhalifler olayı bir "seçim maskaralığı" olarak nitelendirmişlerdi. Ancak 90'ına yaklaşan hırsız diktatör, hala "halka rağmen" iktidarda.
Gana ve Liberya: İstikrarlı Müttefikler
İsrail'in yakın ilişkiler kurduğu Afrika ülkeleri arasında Batı Afrika'nın iki önemli ülkesi, Gana ve Liberya da yer alır. Her ikisi de Batı yanlısı rejimlere sahip olan bu iki ülkede de İsrail ve Mossad aktif ol oynamıştır.
Gana, İsrail'in Afrika'da ilk yanaştığı ülkelerden biriydi. Batı Afrika ülkesi, İsrail için tüm siyah Afrika'ya müdahale edebilmek için bir atlama taşı görevini görmüştü. 1957'de Gana'ya giden ve Afrika'daki ilk İsrail büyükelçisi olan Ehud Avriel'in gerçekte bir Mossad ajanı oluşu, İsrail'in yaklaşımını açıklıyordu.
İsrail ve Gana arasında aynı zamanda askeri ve istihbarat işbirliği de kurulmuştu. Gana'nın hava kuvvetlerine en son teknolojiyle donatılmış askeri uçaklar temin edilir ve bunların eğitimi verilirken, istihbarat eğitimi de Mossad tarafından üstleniliyordu. Gana gizli servisindeki görevlilerin, Gana'nın İsrail'le diplomatik ilişkisi olmadığı zamanlarda bile Mossad'la bağlantı içinde oldukları bilinen bir gerçektir.
Liberya eski Devlet Başkanı Samuel Doe İsrail yapımı Galil tüfeği ile...
1847'de özgürlüklerini kazanan Amerikalı siyah kölelerin kurduğu "özgürlük ülkesi" Liberya, tarihi boyunca Batı'nın, özellikle de Amerika'nın istikrarlı bir müttefiki oldu. Amerika'nın ülkedeki askeri üsleri, askeri uçakları için istediği zaman kullanabileceği havaalanları, Liberya'nın Batı yanlısı tutumunun örnekleridir.
Bu istikrarlı ittifak içinde İsrail'in de yer almaması düşünülemezdi. İsrail 1950'lerden beri Liberya ile bağlantı kurdu. 1944'den 1971'deki ölümüne kadar görevde kalan Başkan William Tubman 1960'larda İsrail'i ziyaret etti. Liberya'nın "Siyah Siyon" olduğunu belirten Tubman, iki ülkenin birbirine çok benzediğini söylemişti.
İsrail, Liberya ile diplomatik ilişki içinde olmadığı yıllarda (1973-1984), Liberya önde gelenleri ve askeri liderleriyle Charles Rosenbaum adlı bir Mossad ajanı aracılığıyla bağlantı kuruyordu. Ariel Şaron tarafından Kasım 1981'de yapılan gizli bir ziyaret, iki ülke arasındaki ilişkilerde yeni bir başlangıcı belirledi, sonradan bir Liberya delegasyonu da yine gizli olarak İsrail'i ziyaret etti. Başkan Samuel Doe'nin rejimi "iç güvenlik" yani gizli polisin ve iç istihbarat servislerinin eğitimi konusunda İsrail yardımı aldı. Amerika'da zedelenen imajını düzeltmeye ve Amerika'daki Yahudi örgütlerinin desteğini kazanmaya çalışan Liberya, bu hedeflerine ulaşmak için diplomatik ilişkilerini yenilemeye ihtiyaç duydu. İsrail Başkanı Haim Herzog Liberya'ya bir ziyaretinde İsrail'in, Liberya ekonomisini geliştirmede tüm dünyadaki Yahudileri devreye sokacağını ilan etti.46 Çünkü Amerika'daki Yahudi lobisini kullanarak IMF'yi yönlendirebilen İsrail, istediği rejime krediler verdirebiliyordu.
İsrail'in IMF Kartı
İsrail Liberya'da devreye soktuğu bu "IMF kartı"nı Afrika'da sık sık oynuyordu. Daha önce değindiğimiz gibi Mossad ajanı Meir Meyouhas da IMF'yi devreye sokarak Zaire diktatörü Mobutu'ya iyi şartlı krediler verilmesini sağlamıştı.
Ancak IMF kartı her zaman İsrail'in dostlarını desteklemek için kullanılmıyordu. Aksine, çoğu Afrika ülkesi IMF aracılığıyla fakirleştiriliyor ve İsrail ve Batılı güçlerin egemenliğine girmeye mecbur bırakılıyordu. IMF'nin "iyi ettiği" bu ülkelerden biri, Somali'ydi. Ottawa Üniversitesi öğretim üyelerinden Prof. Dr. Michael Chossudovsky, Fransız Le Monde Diplomatique dergisinin Temmuz 1993 sayısında "IMF Somali'yi nasıl iyi etti" başlıklı uzun makalesinde bu konuyu ayrıntılarıyla anlatmış ve belgelendirmişti.
IMF, çoğu ülkeyi benzer "iyi etme" yöntemleri kullanarak fakirleştirdi. İçinde bulundukları ekonomik krizden kurtulmak için IMF ve Dünya Bankası gibi kuruluşlardan yüksek faizli krediler alan Afrika ülkeleri, bir türlü ilerlemeyen projeler yüzünden borç bataklarına girdiler. Bu durumdan kurtulmaları için gerekli 'kurtarıcı tavsiyeler' ise yine IMF ve Dünya Bankası'ndan geldi. Bir numaralı tavsiye, günümüzde de pek çok ülkede sihirli reçete sanılan özelleştirmeydi. Ancak özelleştirme (özellikle acil olarak uygulanmaya konulanları) programları fakir Afrika ülkelerinde olumsuz sonuçlar doğurdu.
İlginçtir, IMF tam da İsrail'in izlediği politikayı izliyor ve kıtadaki faşist diktatörleri destekliyordu. Afrika'daki halk talepleri ise IMF'den hiç itibar görmüyordu. Afrika Sendikalar Birliği Genel Sekreteri Hassan Sunmonu, Herald Tribune gazetesinde, Dünya Bankası'nın Afrika sorunlarıyla görevli Başkan Yardımcısı Edward Jaycox'a atfen yazdığı açık mektupta, IMF'nin bu misyonundan şöyle söz ediyordu:
... Edward Jaycox'a gösterdiği entellektüel dürüstlük için teşekkür ediyorum. Kendisi geç de olsa Dünya Bankası ve IMF'nin Afrika'ya ilişkin programlarının başarısızlığa uğradığını kabul etmiştir. Örgütümüzün üyeleri, IMF ve Dünya Bankası'nın koyduğu vahşi şartlar çerçevesinde Afrika'da fakirlik ve dış borcun artacağını adeta haykırmışlardı. Banka ve IMF gerçekten de dolaylı olarak askeri veya tekil diktatörlükleri desteklemişlerdir. Çiftçilerin Dünya Bankası ve IMF programlarına karşı protestosu vahşi biçimde bastırılmıştır.
Bu iki organizasyonun belki de Afrika'ya en büyük zararları, dayattıkları tarım politikasında olmuştur. Fakir Afrika ülkeleri gıda maddesi üretimini terketmiş yerine kakao, kahve, pamuk, kauçuk üretimine zorlanmışlar, gıda maddesini Avrupa ve Amerika'dan ithal etmeye mecbur bırakılmışlardır. Son 10 yılda Afrika'dan borç faizi olarak 100 milyar dolar çekilmiştir. Afrika dışarıya her ay yaklaşık 1 milyar dolar ödemiştir. Buna ek olarak üç yılda kamu kuruluşlarını özelleştirmek zorunda bırakılmışlardır. Unutulmasın ki İngiltere, Başbakan Thatcher yönetiminde 12 yılda kamu kuruluşlarının ancak % 17'sini özelleştirebilmiştir. Dünya Bankası ve IMF'ye egemen ideologların, çok uluslu dostlarını ve Afrika'daki yerel ortaklarını zengin etme pahasına Afrika'nın refahı ve geleceğini ipotek altına soktuklarından şüphelenmekteyiz. Dünya Bankası'na ve IMF'ye şu çağrıda bulunuyoruz:
- İnsana ve ve kalkınmaya ters düşen programlardan vazgeçin.
- Zengin veya fakir bütün ülkelerin kendilerine özgü kalkınma yöntemlerini kendilerinin geliştirmesine olanak verin.
- Afrika ülkelerinin hükümetlerine, kendi ekonomi politikaları üzerindeki egemenliklerini iade edin.47
IMF'nin izlediği politikanın İsrail'in hesaplarına uygun olduğuna bir kez daha dikkat etmek gerekir. Örgütün İsrail'le uyumlu çalıştığının göstergelerinden biri, bu finans kurumunun Afrika ülkelerine dayattığı ekonomik kararların, kıtada faaliyet gösteren İsrail şirketlerine, ya da Yahudi sermayeli Batılı şirketlere yaramasıdır. Bu noktada özellikle özelleştirme ilgi çekicidir. IMF'den özelleştirme tavsiyesini alan devletler, kuruluşlarını satışa çıkararak bunları işletmek üzere yabancı firmalara çağrı göndermişlerdir. Belki ülke, sattığı kuruluşlarla belirli bir gelir elde eder, ancak bu gelir, dış borç ödemesi, bütçe açığını kapatma veya ithalat ödemesi olarak kısa zamanda erir... Satışlar beklenen kurtuluşu getirmediği gibi devlet zenginlik kaynakları üzerindeki haklarını kısa bir süre içinde yitirmiş olur. Bu noktada devreye yabancı şirketler girer. Bu şirketler ya aralarında Yahudi işadamlarının olduğu ortaklıklar ya da doğrudan İsrail şirketleridir. Afrika üzerindeki 18 ülkede faaliyet gösteren De Beers, CSO (Merkezi Satış Organizasyonu) ve Red Sea Incoda gibi büyük Yahudi şirketleri kıtanın büyük yeraltı zenginliklerinin neredeyse tümüne sahiptirler. Bu sayede faaliyet gösterdikleri ülkelerin ekonomilerini de yönlendirmektedirler. Zaten İsrail'in Afrika'daki stratejilerinden biri, hedef ülkelerde, kendi kontrolünde endüstriyel ve ticari organizasyonlar oluşturmak ve bunların hükümetler üzerinde baskı kurmalarını sağlamaktır.
Afrika ülkelerine IMF'nin yardımıyla uzanan İsrail şirketlerinin en önemli yönü ise sözkonusu ülkeler üzerinde kurdukları ekonomik kontrol değildir. En önemli yön, bu şirketler aracılığıyla Mossad ajanlarının ülkeye sızmasıdır. Örneğin etkili İsrail şirketi Red Sea Incoda, böyledir: İsrailli gazeteciler Dan Raviv ve Yossi Melman, Red Sea Incoda'nın Mossad'ın paravan şir- keti olduğunu ve şirketin yöneticiliğini yapan Asher Ben Natan adlı İsraillinin de bir Mossad ajanı olduğunu bildirirler.48
IMF tarafından fakirleştirilen Afrika ülkelerinin tarımsal açığı da ilginç bir biçimde İsrail tarafından karşılamaktadır. İsrailliler, Afrika ülkelerine tarımsal verimi artırma teklifi götürdüler ve bu teklif kabul edilince de ülkeye "tarım danışmanları" gönderirler. Ancak bu "tarım danışmanları"nın büyük bir bölümü Mossad ajanıdır. Eski Mossad ajanı Victor Ostrovsky, İsrail'in "tarımsal yardım" görüntüsü altında pek çok ülkeye Mossad ajanlarını yerleştirdiğini bildirmektedir.
49
30 Güney Afrika'da, dünyadaki en zengin elmas ve altın kaynakları bulunur. Tüm dünya elmas rezervlerinin % 60'ı bu ülkededir ve bu kaynaklar, keşfedildikleri 1860'lı yıllardan bu yana yahudilerin elindedir. Bu rezervlerin zenginliği, 19. yüzyılın ikinci yarısından sonra Avrupa elmas piyasasını ellerinde tutan yahudi tüccarların dikkatini çekti. İlk gelenler Cecil Rhodes, Alfred Beit ve Barney Barnato gibi dönemin zengin yahudi tüccarlarıydı. Aynı zamanda kıdemli bir mason olan ve yerli halka uyguladığı kıyımlarla da ünlenen Cecil Rhodes, Lord Rothschild'ın desteğini kullanarak kısa sürede ülkenin bütün elmas rezervlerini ele geçirdi ünlü De Beers şirketini kurdu. De Beers şirketi kurulduğu tarihten bu yana dünya elmas ticaretinin tamamına yakınını elinde bulundurmaktadır. Ülkedeki altın madenleri için de aynı durum geçerlidir. Dünya altın üretiminin % 71'inin yapıldığı Güney Afrika da, bütün altın madenleri de yine yahudilerin elindedir. Ülkenin bütün altın ve elmas madenlerini ele geçirmiş olan bu yahudi şirketler, doğal olarak ülke ekonomisini de büyük ölçüde kontrolleri altına almışlardır. Ülkedeki Rhodes ve Oppenheimer gibi yahudi hanedanların elde ettiği güç, kişisel bir güçten öte, Yahudilik adına kazanılmış bir güçtür. Çünkü bu hanedanlar, ırk bilinci yüksek yahudilerdir ve güçlerini de Siyonist hedefler yönünde kullanmışlardır. Encyclopaedia Judaica, "Harry Oppenheimer, II. Dünya Savaşı sırasında elmas ve altınlardan elde ettiği servetinin büyük bir bölümünü siyonist amaçlar uğruna, İsrail Devleti'nin kurulması için harcamıştır. Ayrıca savaşta Yahudilerin çıkarına olmak üzere büyük casusluk faaliyetlerine de girmiştir" diye yazıyor. (Encyclopaedia Judaica, vol. 12, s. 1425) Yahudilerin kurduğu bu elmas tekeli, Güney Afrika'yla sınırlı kalmamış, bütün dünya elmas piyasasını ele geçirmiştir. Bügün dünyanın en önemli elmas borsaları olan Hollanda, Amsterdam ve Londra borsaları yine yahudilerin kontrolündedir. Geçmiş dönemde De Beers için tek sorun üretilen elmasın dünya piyasasına sürülmesinde çıkmıştı. Güney Afrika'nın uyguladığı ırkçılık politikası yüzünden konulan ambargolar, De Beers'in bu ülkeden elmas ihracatı yapmasını sık sık engelledi. Bu konuda ise De Beers'in yardımına İsrail yetişti. De Beers elmaslarını İsrail'e aktararak burada kesilmesini sağladı ve böylece elmaslar İsrail damgası taşıyarak dünya piyasalarına sürüldü. Böylelikle hem Güney Afrika'ya konulan ambargo delinmiş oldu, hem de İsrail uzun yıllar boyu yılda yaklaşık 200 milyon dolar gibi yüksek bir gelir sağladı.