26 Şubat 2015

Hipnoz / Hipnoterapi (Hypnotherapy)-İlluminati / Masonluk, Tek Göz Kültü ve İlluminati

Mathers ve Gizli Üstadlar
Yazan Jean-Pascal Ruggiu & Nicolas Tereshchenko

Mathers'ler 1892 yılında Londra'yı terk ederek Paris'e yerleştiler ve 1918 yılındaki S.L.MacGregor Mathers'in ölümüne dek bu şehirde oturdular. Mather'in Fransa'da kalmasının birkaç nedeni vardı:
- En başta, maddi nedenler vardı: Annie Horniman'in babasıyla tartıştıktan sonra, Mathers 1891 yılında Horniman Müzesinde müdürlük işinden ve ona bağlı olarak lojman olarak kaldığı Stent Lodge, Forest Hill'deki evden ayrılmak zorunda kaldı.
- İkinci neden ise, kişisel ve aileviydi: karısı Moïna Paris'te resim kariyerini devam etmek ve bazı yardımlar istediği kardeşi ünlü felsefe doktoru Henri Bergson'e yakın olmak istemişti.
- Üçüncü nedeni finansaldı: Moïna mektupların birinde belirttiği gibi Paris'te o sıralarda maddi açıdan yaşam Londra'dakinden daha uygundu.
- Dördüncüsü ezoterik nedenlerdi: O güzel zamanlarda Paris okültizmin başkentiydi. Bunun haricinde Moïna kocasının Üstatlarından ökült faaliyetlerini Paris'e taşıma emrini aldığını belirtmişti (S.L.Mathers'in "The Kabbalah Unveiled" July 1926, dördüncü baskısına önsözü).
Bu son nokta Mathers'in sürekli söz ettiği ünlü 
"Üçüncü Cemiyetin Gizli Üstadları"nın kimliklerini gündeme getiriyor.
Mathers, Temmuz 1891 tarihinde Paris'e ilk seyahatinde Westcott'a yazdığı mektupta: "Frater Lux Ex Tenebris ve diğer (gizli) Üstatlarla temasta olduğunu" belirti. Mathers her zaman 1891 son baharında Rosae Rubeae & Aureae Crucis'in İç Cemiyetlerin birinden Frater Lux Ex Tenebris adı altında bir üyesinden ders ve Ritüeller aldığını iddia ederdi. 1900 yıllı civarında Altın Şafak üyeleri, ünlü Frater Lux Ex Tenebris'in, Dr. Thiessen adında Martinist Order/Cemiyetinin yüksek dereceli bir üyesi ve Leige'de oturan bir Belçikalı olduğunu inanırlardı.
Yaptığımız araştırmaya göre, Dr. Thiessen'in Antwerpen'li ilahiyatçı Antoine Thys'in torunu olabilir. Belçikalı tarihçisi Charles Rahlenbeck inanırsak Thys, 1615 yılında Kont Maurice de Hesse-Cassel tarafında kurulan Gül+Haç de Cassel bölümüne üyeydi. Rahlenbeck'in bu incelemesi Brüksel, Belçika'da 1888 yılında yürütülen Uluslararası Gül+Haç (Rose+Croix) Masonları Konferansında sunulmuştu. Mathers ve Westcott Framason oluşlarından ve Societas Rosicruciana In Anglia'nın yüksek dereceli üyeleri olarak ünlü Uluslararası Gül+Haç Masonları Konferansını bilmeleri gerekir. İlginçtir ki, konferansın yer aldığı 1888 yılı, sadece Altın Şafak'ın kuruluş yılı değil, aynı zamanda Fransa'da Martinist Order/Cemiyeti ve Rose+Croix Kabbalistique Order/Cemiyetinin kuruluş yıllarıydı. 1888 yılı rasgele seçilmemişti, çünkü 1777 yılında derece sistemi yenilenen (S.R.I.A. ve Altın Şafak'ın uyarladığı dereceler) Altın Gül-Haç Kardeşliğin 111 yıllık bir devinimine tekabül eder.
Birçok yazarın Mathers'in ünlü Üçüncü Cemiyetin Gizli Üstadları ile temaslarını müphem gözüyle bakmışsa da, Altın Gül+Haçtan bir inisiyetik bir aktarım aldığına dair kanıtı R.R.&.A.C. Cemiyetinin bazı ritüellerinde görüyoruz. R.R.&.A.C. Cemiyetinin birkaç ritüeli (örneğin: Kabalistik Haç Ritüeli, Orta Sütun Ritüeli ve Adeptus Minor Majikal Aletleri Kutsama Ritüelleri) Altın Gül+Haç Cemiyetinin son derece gizli bir belgesinin başlangıç noktası olarak elle almaktadır; şimdiye dek basılanlardan farklı VIIème Livre de Moïse'nin (Hz. Musa'nın Yedinci Kitabı) ezoterik bir eleştirisidir. Bu belgenin başlığı "Das VII Buch Mosis"dir (Wittenberg, Anno 1505).
VIIème Livre de Moïse başlıklı gizli belgenin 1505 tarihli olmasına rağmen, 1785 yılında Asya Kardeşleri (Asiatic Brethren) tarafından değiştirildiği kesindir, çünkü Sabatay Sevi ekolünden etkilendiği bellidir. Asya Kardeşleri Alman Gül+Haçın Kabalistik dalı özelliklerini taşıyordu, çünkü üyeleri arasında Sabatay Sevi'nin Polonyalı Kabalistik Ekolüne mensup Yahudileri kabul ediyordu. Birçok tarihçinin iddia ettiklerine aksi olarak Asya Kardeşlerinin 1800 civarlarında yok olmadığını, ama 1817'de İngiliz Büyük Locası tarafından tanınan Frankfurt-am-Main'de l'Aurore Naissante ("Doğan Şafak") Masonik Cemiyeti olarak devam ettiğini görüyoruz. Kenneth MacKenzie (Altın Şafak şifre el yazmasının yazarı) mutlaka l'Aurore Naissante Cemiyetini biliyordu, çünkü gençliğine Vienna, Avusturya'da, bir zamanlar Avusturya'nın Paris Büyük Elçisi olan Kont Apponyi tarafından Gül+Haç cemiyetine inisiye olduğunu iddia etmişti. Ancak, yaklaşık olarak 1840 yılında MacKenzie'nin Vienna'da bulunduğu zaman, Gül+Haç cemiyetinin tek ayakta kalan dalı Frankfurt-am-Main'de l'Aurore Naissante Masonik Cemiyeti altında korunan Asya Kardeşlerinkiydi. Zaten bu şehirde Gül+Haç Cemiyetinin dereceleri ve ritüelleri 1777 yılında reform görmüştü.
MacKenzie Asya Kardeşlerinin Kabalistik derslerini bir başlangıç noktası alarak Altın Şafak ritüelleri yarattı. Altın Şafak Kabalistik sistemi ve Asya Kardeşleri Kabalası ile VIIème Livre de Moïse arasında birçok benzer nokta vardır. Ancak, bu kitabın gizli yorumu esas Gül+Haç Cemiyetinin Magister Templi derecesinin Teurji Ritüellerinin bir ksımını açıklıyor. Bu ritüeller her zaman gizli olduğundan ve bunlar sadece halen mevcut olan Gül+Haç İç Cemiyetinin yetkisiyle inisiyasyon aktarımı ile devredileceği için, bu bize göre Mathers'in inisiyasyon aktarımı aldığına dair resmi kanıt oluşturmaktadır. Ayrıca onun Alman Gül+Haç Cemiyetinden simya el yazmaları (örneğin: "Sigillum Secretorum Magnalia Dei Optimi Maximi") aldığını biliyoruz, çünkü elimizde bunların kendi elliyle tercüme edilmiş ve yazılmış suretleri vardır. Onun, VIIème Livre de Moïse'in gilzi Kabalistk yorumunu Martinist Cemiyetinden alabilmiş olması olası dışı değildir, çünkü Hirschfeld ve Joseph Molitor gibi l'Aurore Naissante Cemiyetinin başkanları (Asya Kardeşleri Synédrion'ün bütün üyeleri) Strasbourg'de Yenilenmiş İskoç Riti (Order of the Rectified Scottish Rite) aracılığı ile Louis Claude de Saint Martin ve Rodolphe de Salzmann gibi ilk Martinistler ile temas halindeydiler.
VIIème Livre de Moïse'nin kabalistik tefsirini saran sırlar, onun Sabatay Sevi'nin kabalistik ekolünden gelen "Tantrik" veya cinsel ritüeller içermesinden dolayıdır. Amerikan Mabetler ve esas Alpha Omega Cemiyeti arasındaki mektuplarda bulanan bazı ibarelerden anlıyoruz ki Mathers, Adeptus Exemptus Derecesinde olanlara (ayrıca "İç Simya" olarak da bilinen) bu tür dersleri aktarılmıştı ve tepkileri onların cemiyetten istifa etmelerine neden olmuştu. Zira, onların çoğu aynı zamanda cinsel perhiz ve iffete önem veren Teosofi Cemiyetine üyesiydiler ve "gayri-saf" olarak nitelendirdikleri bu öğretileri şok edici bir skandal olarak değerlendirmişler. Bütün bunlar her açıdan hiç şüphe götürmeyecek bir şekilde gösteriyor ki, Mathers Gül+Haç Kardeşlerinin veya Asya Kardeşlerinin Simya Külliyatı dahil Magister Templi derecesinin Corpus Hermeticum'nın (Hermetik Külliyatı) çoğunu almıştı, ancak tamamını değil. Zira, sadece Magus derecesine vakıf kişiler "Thesaurus Thesaurorum A Fraternitate Rosae Et Aureae Crucis Testamento" (1580) adlı bir eserin içeriği simya ve teürji külliyatının tamamına sahip olabilir.
Kısacası, şüphe götürmeyecek şekilde bildiğimiz şey, Rosae Rubeae & Aureae Crucis İçsel Cemiyetlerinin belgeleri son derece gizli Alman Gül+Haç Kardeşliğinin Magister Templi derecesi belgelerinden gelmiş olmasıdır. Bu belgelerin son derece gizli içeriği bize aktarılmış olmasından bunun kanıtına sahibiz, ancak (bu bilgiler Gül+Haç'ın İç Kolejinin yemini altında verildiği için) onları yayınlayamayız. Ancak, R.R.&.A.C Cemiyetinin Adeptus Exemptus 7°= 4° derecesine inisiye olan üyelere (kendi sorumluluğumuz altında) onları iletmek yetkisine sahibiz. Şimdiye dek, onları bu dereceye vakıf Amerika'da Alpha Omega Cemiyetinin Amerikan dalının bir kısmından sorumlu sadece bir kişiye devredebildik.
Mathers ayrıca Gizli Üstatlardan birinin "Frater Lux Ex Septentriones" mistik adıyla temsil ettiği Paris'te oturan İskoç asılı bir Fransız İnisiye olduğunu iddia etmişti. Bu inisiye belki de halen Fransa'da soyundan torunları bulunan Stuart ailesine akrabalığı olabilir. Zira Mathers Beyaz Gül Cemiyeti ("The White Rose Society") adında Jakobit bir örgüte üyeydi.

Hipnoterapi (Hypnotherapy)
Hipnoterapi hipnozun kullanıldığı bir tedavi şeklidir. Uygulamayı gerçekleştiren uzmanların inanışına göre hasta transa girerse ya da girdiğine inanırsa, telkinleri ve diğer terapi yöntemlerini algılama yeteneği artar. Hipnoterapinin en sık kullanım alanları, şişmanlık, bağımlılık, ağrı, ego sorunları, endişe, stres, unutkanlık, fobiler ve performans endişesi gibi psikolojik-fiziksel kökenli durumlardır. Buna ek olarak doğum eyleminde kolaylaştırıcı ve yardımcı, spastik kolit ya da irritabl kolon gibi barsak hastalıklarında iyileşmeyi hızlandırıcı etkileri olduğu klinik çalışmalarla gösterilmiştir.

Tarihçe
Kökleri eski Mısır ve Hindu topluluklarına uzanmaktadır. Bu amaçla uygulanan dinî ritüeller dans, müzik ve maskelerin kullanımıyla karakterizedir. Halen kimi Uzakdoğu ülkelerinde ve geri kalmış topluluklarda dinî törenlerde hipnotik fenomenler belirgin olarak öne çıkmaktadır.
19 uncu yüzyılda Abbe Faria gibi sağıtımcılar ve Franz Anton Mesmer gibi uygulayıcılar ve İskoç kökenli James Braid, James Esdaile, John Elliotson, Ambroise-Auguste Liébault, Emile Coue, Jean-Martin Charcot gibi uygulayıcılarla hipnoz ile ilgili bilgilerimiz ve deneyimlerimiz artmıştır. Bu sayede modern hipnoterapi güvenli bir biçimde tedavideki yerini almıştır.
Mesmer hipnozun histeri tedavisindeki kullanımını, onun hayvani magnetizma adını verdiği bir etkiye bağlanmıştı. Bu amaçla mıknatıslı ortamlar yaratarak özel törenler şeklinde histeri ve endişe tedavileri uygulamıştı. Mesmer'e göre tüm canlı organizmalarda bir enerji alanı bulunmaktaydı. Histeri bu kişinin bir organizmadan manyetik alan almasıyla ve kendi manyetizmasının bozulmasıyla ortaya çıkıyordu. Mesmer bu manyetik alanı değiştirerek histerinin ortadan kalkmasına yardımcı olduğunu belirtiyordu. Mesmer'in uyguladığı bu yöntem o zamanlar Mesmerizm ya da hayvani magnetizm olarak biliniyordu. Mesmer'in aslında grup hipnoterapisi yanında plasebo etkisi adını verdiğimiz yöntemi kullandığı ve bu yolla etkili olduğu kabul edilmektedir.
Armand-Marie-Jacques de Chastenet, Marquis de Puységur bir Fransız aristokratıydı. Temelde Mesmer'in yöntemlerini uygulayarak ve hipnoz indüksiyonu yöntemini geliştirerek hipnoza ve psikolojiye katkıda bulunmuş gizli bir kahramandır. Hipnoza yapay uyku-somnambulizm (Somnus-Lat. uyku) ismini veren Puysegur'dur. Hipnozun etkili olabilmesi için gerekli olan en temel 2 faktörü, Mason cemaatine gerçekleştirdiği bir uygulama gösterisi sırasında şu sözlerle tanımlamıştı:
"Benim içimde bir güç olduğuna inanıyorum. Bu inanç benim gerçekleştirme isteğimi sağlıyor. Hayvani Manyetizmanın bütün doktrini 2 kelimeye bağlıdır. 
İNANMAK ve İSTEMEK.
İçimde, hayatî üyeliğimi yerine getirmemi sağlayacak güce sahip olduğuma inanıyorum ve bunu tüm bilimsel gücümle sunmayı arzuluyorum. 
İNANMAK ve İSTEMEK beyler, 
bendeki tüm bilim ve tüm mevcudiyet budur."
James Braid, hipnoterapiyi bir adım ileriye taşımış ve bu konuda çok yararlı yazılar sunmuştur. Hipnoz ismini öneren de Braid olmuştur. Braid hipnozun bir tür uyku olduğunu ve beynin özel bir aktivite halinde bulunduğunu gözlemiş ve yazılarında Yunan uyku tanrısı Hypnos'u referans almıştır. Bu sayede yeni bir dal olarak "neur-hypnoloji" okulunu oluşturmuştur.
Hipnozun histeride kullanımını ortaya koyan ve geliştiren kişilerden belki en bilenen ve önemlisi Jean-Martin Charcot (1825-1893) olmuştur. Hipnozun histerinin bir nörolojik şekli olduğunu ileri sürerek nörotik ve histerik hastalarda hipnozu yaygın olarak kullanmıştır. Öyle ki kendisine "Nörozların Napolyon'u" denmiştir. En tanınmış öğrencileri Alfred Binet, Pierre Janet, and Sigmund Freud'dur. Onlar hipnozu bir fizyolojik durum olarak kabul etmiş ve hipnozun terapide kullanımı açısından Charcot'tan ayrılmışlardır.
Hipnozun yaygınlaşmasında önemli bir mihenk taşı olan Sigmund Freud, kendi çalışmalarında önceleri yoğun şekilde hipnozu kullanmış ve histeri vakalarında hipnoterapiyi başarıyla kullanmıştır. Charcot ekolünün en iyi öğrencilerinden ve hipnoterapistlerinden birisi olduğu bilinmektedir. Hipnoz uygulamaları ve rüya değerlendirmeleriyle klasik psikanaliz teorilerini oluşturmuştur. Daha sonra hipnoterapi uygulamalarını bırakarak klasik divan psikanalizi yöntemini (serbest çağrışım yöntemini) kabul etmiştir. Bunda Freud'da gelişen ağız kanserinin etkisi olduğu ileri sürülmektedir. Yine de hipnoterapinin gelişmesi ve bilinç dışının tanımlanarak psikoterapideki önemli gelişmelerin kapısını açması bakımından hipnoterapide Freud çok önemli bir yere sahiptir.
Modern hipnoterapinin babası olarak kabul edilen kişiyse Dr. Milton H. Erickson'dur. Hipnoz ve hipnoterapiyle ilgili çok sayıda kitap, dergi, makale yazmış ve gerek sesli gerekse görüntülü birçok kaynak bırakmıştır. Verdiği kişisel eğitimlerle yüzlerce yetenekli ve bilgili hipnoterapist yetiştirmiştir. 1970'lerde psikiyatr olarak çalıştığı dönemlerde hipnotik yöntemlerin ve insan davranış kalıplarının kullanımıyla telkinlerin etkinliğini görerek kendisine has bir terapi yöntemi oluşturmuştur. Bu yönteme şimdilerde Eriksonian Hipnoterapi denilmektedir. Bu yöntem Freud ve Braid'in kullandığı otoriter yöntemin tam tersidir. Terapötik etki açısından kontrolün hastada olmasına izin veren ve hastayı öne çıkaran bir yöntem olduğu için büyük kabul görmüştür. Erickson'un bu yöntemi daha sonraları ileri derecede incelenmiştir. İnsan otomatik davranışlarıyla beynin etkileşimi incelenerek NLP (nöro-linguistik Programlama) adı verilen yöntemin oluşmasına yardımcı olmuştur.
Hipnoterapötik teknikler
- Yaş geriletme: Daha önceki tarihlere ait ego durumlarına geri götürülerek, kaybedilmiş ya da zedelenmiş olan benlik algısı ve yaşam kalitesi geri kazanılmaya çalışılır. İlk stresan olay öncesindeki sağlıklı ve güçlü dönemin hatırlanması ve ilk stresan olayın tespit edilerek bellekten açığa çıkartılması belirgin bir düzelmeyi sağlayabilmektedir. Hasta eski özgüvenine ve gücüne kavuşabilmektedir. Kimi uygulayıcılar ise; olayların geçmişte yaşanmasına rağmen etkilerinin dün değil bugün yaşandığını ve geçmiş olayların günümüzdeki olgunluk, özgüven, bilgililik ve yeterlilikle aşılabileceğine inanmaktadırlar. Yaş geriletmeyi gereksiz bulmaktadırlar.
- Yeniden yaşama: Geçmişte yaşanarak bilinç dışına bastırılmış olan olumsuz deneyimlerin transın güvenli ortamında tekrar hatırlanması / yaşantılanmasıyla soruna ait belirtilerin etkisi azaltılmaya çalışılır. Bir kesikte yara uçlarının bir araya getirilmesi gibidir. Bu sağlanmazsa yara çok uzun sürede iyileşir ya da hiç iyileşmez.
- Yönlendirilmiş imgelem: Trans altında hipnoterapistin yönlendirmesiyle oluşan görsel imgelerin değerlendirilmesidir.

- Çatışan parçalar (parts) tedavisi: Charles Tebbets tarafından uygulamaya getirilmiş bir yöntemdir. İnsanlarda birbiriyle çatışan 2 tarafın bulunduğu düşüncesi üzerine uygulanır. Her 2 tarafın aslında o kişinin iyiliği için çalıştığı inancı esastır. Fakat kişide yer alan tarafların sorun üstündeki yaklaşımı farklıdır ve trans altında değerlendirilerek terapötik bir anlaşmaya döndürülür.
- Konfüzyon metodu: Milton Erickson tarafından uygulamaya getirilmiştir. Hastanın kafa karışıklığı kullanılarak istenilen yöne doğru telkin altına alınmasıdır.
- Tekrarlama: Trans altında hastanın kabullenebileceği bir telkinin sürekli olarak tekrarlanmasına dayalıdır. Özellikle sigara, alkol bağımlılığı gibi hastanın sürekli mantıklı / mantıksız gerekçeler bularak reddettiği durumlarda yararlıdır.
- Doğrudan telkin: Hastanın da zaten kabullendiği ya da kabulleneceği bir olumlu önerinin trans altında tekrarlanması ve bilinç dışının iknası yöntemidir.
- Dolaylı telkin: Daha çok analitik yapıdaki kişilerde yararlıdır. Trans altında bilinç dışının ikna edilmesi için kullanılan bir yöntemdir.
- Hipnoanaliz: Bilinç dışının açığa çıkartamadığı ya da kişinin yüzleşmekten çekindiği için ifade edemediği düşünce ve duygulanımların hipnotik gevşeme anında irdelenmesidir. Psikanalizin hızlandırılmış şekli olarak betimlenebilir.
- Post-hipnotik telkin: Hipnoz sonrası aktive olması gereken durumlar için kullanılan bir yöntemdir. Örneğin ağrısız doğum, sınav başarısı, performans anksiyetesi gibi durumlar ortaya çıktığında kullanılan bir yöntemdir. Self-hipnoz da bir post-hipnotik telkinle ortaya çıkartılabilir.
- Görüntüleme: Hipnotik trans altında, hastanın kendisini olmayı arzuladığı istediği kişi olarak ya da bulunmak istediği ortam içinde görmesini sağlamaktır. Bu sayede kişinin motivasyonu sağlanır ve yaşamını yeniden programlamasına ve kendisini tarafsız gözle görmesine yardımcı olunmaya çalışılır.
- 5-
PATH(TM) tedavisi:
 Af tedavisinin geliştirilmiş bir şeklidir. 
7-PATH SELF-HİPNOZ tedavisi adında yeni bir versiyonu da vardır. 
Calvin Banyan tarafından geliştirilmiştir. Kişinin sıkıntılarına yol açan olaylara geriletildiği ve buna yol açtığına inanılan kişilerle ve kendisiyle hipnotik ortamda yüzleştirildiği ve özel bir affetme eyleminin gerçekleştirildiği seanslardır.

Hipnoterapi nasıl uygulanır?
Hipnoterapi; temel olarak danışanın hipnotik trans altına alınması ve belirli telkin sözcükleriyle desteklenmesi şeklinde gerçekleşir. Genel olarak bu amaçla 3 ila 5 yakınlarında seans yapılır. Seans araları hipnoterapist tarafından ayarlanır. Kimi vakalarda 2 ya da 3 seansta sonuç alınırken kimi durumlarda 6-10 seans yapılması gerekebilir.
Seans sayısı fazla olduğu ve sonuç alınması zaman aldığı için kimi danışanlar sonuç almadıklarını düşünerek tedavilerini yarım bırakırlar ve ellerine geçen bu çok değerli bir yöntemi kullanılamaz hale getirirler. Bu yüzden birçok yerde hipnoterapi öncesi bir görüşme gerçekleştirilir ve danışana prosedür hakkında bilgi verilir. Eğer danışan uygulamayı kabul ediyorsa en az 5 seans için uygulama ücreti peşin olarak alınır. Burada amaç danışanın tedaviyi yarıda bırakmasını önleyebilmektir. Çoğu zaman danışan seanslarını sürdürmezse alınan ücret geri ödenmez. Kimi yerlerdeyse danışanın tedaviden sonuç almayacağı belirlenirse ya da ikna olunursa bir kısmı geri ödenebilir. Bu hipnoterapi uygulayanın ya da kuruluşun kararına kalmıştır.
Hipnoterapinin başarılı olması için danışanın hipnotik transa alınması gerekir. Bu yüzden de danışanın uygulamayı yapan hipnoterapiste güvenmesi gerekir. Aynı zamanda kimi danışanlar hipnotik transa zor girerler ya da girmeyi reddedebilirler. Bu yüzden danışanların seanslardan önce hipnoterapist ile önceden tanışması, yapılacak uygulama hakkında bilgilendirilmesi, sean ortamını görmesi ve benimsemesi ve karşılıklı konuşulmasında yarar vardır. Böylece her seansta transın derinliği daha fazla olacak ve başarı oranı artacaktır. Kimi hipnoterapistler danışanın hipnotize olma yeteneğini kimi testlerle tespit etmek isterler. Ön görüşme bu açıdan da yararlıdır. Sonuç olarak hipnoterapi seanslarına başlamadan önce karşılıklı görüşme gereklidir, abse açtırır gibi hipnoterapi seansına başlanamaz.
Hipnoterapide kullanılan telkinler hipnoz uygulanmadan verilemez mi? Bu danışanlarımızın en çok sorduğu sorulardan birisidir. Telkinler yaşam boyu bize çeşitli kişiler tarafından ve farklı ortamlar yoluyla verilmektedir. Örneğin televizyon reklamlarında kendi ürünlerini kullandırmak için telkinler verilir. "... deneyin, beğeneceksiniz..." gibi. Oysa bilinç kontrolümüz bu telkinleri eğer bizim için uygun bulmazsa kabullenmez. Bu yüzden de hipnotik trans altında bilincin bu kontrol mekanizması hafifletilir. Hipnotik trans altındayken bilinç altı ya da bilinç dışı dediğimiz merkez bir bilgisayar gibi telkinleri dikkatle dinler ve kendi iyiliği için olanları kabul ederek benimser.
Örneğin kilo problemi olan bir danışana hipnotik trans altında "...bundan sonra çok sağlıklı, huzurlu, dingin olacaksın. Yaşamdan ve yediğin yemeklerden keyif ve zevk alçaksın. Bunun için her seferinde katı lokmalarını en az 25 kere çiğneyecek ve lokmandaki tatların farkına varacaksın ve yemekten aldığın keyif artacak. Keyif artarken iştahın da azalacak. Çünkü her çiğnemede tokluk hissin belirginleşecek. Bir tabak dolusu yemekten sadece az bir şey yediğin halde doyduğunu hissedeceksin..." gibi bir telkin ile onun kilo sorununa hiç değinmeden yaşam farkındalığı ve yaşamdan aldığı keyif artırılır. Aynı zamanda gıdalarına dikkat etmesi ve bizim için normalde çok sağlıklı olan fakat yeterince dikkat etmediğimiz yeterli sayıda çiğnemeye özen göstermesine çalışılır. Ek olarak vücudun enerji tüketimini sağlayıcı yönde telkinlerle kilo verme işlemi kolaylaştırılır. Yani görüleceği gibi danışanın arzuları yönünde telkinler verilir. Eğer hipnotik transa almadan bu telkinleri vermiş olsaydık; bilinç sürekli araya girerek "...aman yahu çiğneyecek zaman mı var. Hem kim her hafta pazara gidip sebze alıp pişirecek. Salata hazırlamak kolay mı? Spor yap diyor. Bizim mahallede yolda yürümek bile zor. Geçiniz efendim!..." gibi olumsuz düşüncelerle telkini etkisiz hale getirebilirdi.
Hipnoterapide telkinlerin kabul edilebilmesi için transın derinliği ne olmalıdır, sık sorulan diğer bir sorudur. Birçok durumda hipnoz seviyesi ne olursa olsun telkinlerin kabul edildiği belirtilir. Fakat yine de en etkili hal derin trans halidir. Böylece hipnoterapistin kullandığı telkinlerdeki kelimeler ve cümlelerdeki anlamlar hipnoz altındaki danışan tarafından daha iyi anlaşılır, kabullenir ve benimsenir. Çünkü aradaki bloke edici beyin aktiviteleri askıya alınır. Yani telefonun çalması, korna sesi, kapı gıcırtısı gibi dikkat dağıtıcı durumlar, hipnotik trans derinleştiğinde o kadar dikkat çekmemeye başlar. Diğer bir anlatımla danışan o denli huzurlu ve keyiflidir ki bu uyaranları dikkate almamayı tercih eder.
Diğer yandan hipnoterapistlerin çoğunluğu; hipnotik transı derin olan hastalarla farklı ve tarifi zor bir beyinsel iletişim haline girdiklerini belirtmektedirler. Yani neredeyse hiç kelime kullanmadan iletişim ve telkinlerin nakli mümkün olacakmış gibi hissettiklerini belirtirler. Zaten bu nedenle hipnoterapistler yeterince motive ve enerjik değillerse hipnoz seansı yapmayı tercih etmezler. Hatta bazen danışanla olumlu iletişim kurulamazsa terapiden vazgeçip danışanı bir başka terapiste yönlendirebilirler. Bu yüzden danışanın hipnoterapist ile ön görüşme yaparak kendisine güvenmesi ve hipnoz için ikna olması gereklidir. Böylece ilerleyen her yeni seansta, arzu edilen hipnotik derinliğe kısa sürede ulaşılabilir ve daha yüksek tedavi etkinliği sağlanır.

Bizim uygulamalarımızda da, trans altında Reiki enerjisi transferi yaparken, trans ne kadar derinse enerji transferi o denli güçle ve pozitif olmaktadır.
Resmin kaynağı, Phoenix Mason müzesi.
Masonluk, Tek Göz Kültü ve İlluminati
"Mason"un anlamı, "duvarcı"dır. Masonluk, Süleyman Mâbedi'nde çalıştığı iddia edilen duvarcı ustası Hiram Usta'yı kendisine örnek alır.
"Tek Göz", "Horus'un Gözü" ve Deccâl'in Simgesi!
Üstteki resimdeki "kurukafa"ya dikkat edin. George W. Bush, masonların Skulls and Bones Society (Kuru kafa ve Kemikler) Siyah Mason Locası'na üyedir. (SBS).
Resimde geçen "light"; yani ışık, Lucifer'in (sahte) ışığıdır.
Jakin-Boaz Sütunları
Tevrat'ın 1. Krallar, 7. bâb, 21.ayetinde geçen sütunlar da şöyle anlatılır: "İki tunç direği yaptı. Ve direkleri mâbedin eyvanına dikti ve onun adını Jakin koydu ve sol direği dikti ve adını Boaz koydu." (Eski Ahit, 1.Krallar 7:21) Bütün localarda bulunan iki sütun, Hiram'ın Süleyman Mabedi'nin giriş kapısına koyduğu sütunlardan başkası değildir.
Modern Kitab-ı Mukaddes çevirisi: "Hiram sütunları tapınağın eyvanına dikip sağdakine Yakin*fy*, soldakine Boaz*fz* adını verdi." (1.Krallar 7:21)
Hümanizm Tapınağında Garip Ayinler
Masonlar, tüm dünyayı bir "tapınak" haline getirme amacındadır. Fakat hayâl ettikleri bu tapınak, İlâhî bir dînin değil, hümanist bir dinin tapınağıdır. "İnsan" kavramının putlaştırıldığı, insanların İlâhî dinleri tamamen terk ettiği, materyalist ve evrimci felsefenin tek doğru sayıldığı bir dünya hayâlidir bu.
Masonik bir metinde masonluğun bu hedefi ve bu amaçla düzenlenen garip bir ayin şöyle ifade edilir:

"Bugünkü dinde, yavaş da olsa, şuûru tam manasıyla tatmîn edebilecek tek ve evrensel bir din teşekkül etmektedir... Bu evrensel dine paralel olarak, bir de dünya görüşü ölçüsünde ahlâk kurulacaktır. Böyle bir din, insanı kâinatla birleştirecektir. İşte bu Masonizm'dir. Bu dîn, gönülden gönüle kurulacaktır. Kurulan bu dînin mâbetleri, insanlık mâbetleri olacaktır. Bu tapınakta okunan ilâhîler, belki de bir insanın rûhundan fışkıran müzik eserlerinin en soylusu olan Bethowen'in 9. Senfonisi olacaktır.
Mithra Efsanesi'ndeki Boğa'nın eti ve kanı yerine, ekmek yiyerek ve kırmızı şarap içerek bu doğuşu kutluyoruz. Komünyonun manası olan inanç birliği yapıyoruz burada biz. Yeni bir yılda bu kutsal mücadelemizi şöyle vaftiz edip bitirmek istiyorum: Ekmekten bir parça daha yiyiniz, kardeşlerim, bu dinin misyonerleri olan sizler, ekmeği paylaşan aziz dostlar olsun. Ateş yiyerek bir daha şarabınızdan içiniz kardeşlerim, kan kardeşi olmak için." [1]

Altı Köşeli Yıldız
Tarihe Mühr-ü Süleyman (Süleyman'ın Mührü) olarak geçen "Altı Köşeli Yıldız", Siyonizm'in simgesi olarak bilinir. Aynı sembol masonlarca da yüzyıllardır kullanılır. Masonlukta altı köşeli yıldız, locada görevlilerin dizilişini simgeler.
(Altı köşeli Yıldız hakkında ayrıntılı bilgi için bknz. Davud Yıldızı Nedir, Ne Anlama Gelir?)

Yedi Kollu Şamdan
Üzerinde yan yana ve aynı düzeyde olmak üzere yedi mumluk bulunan şamdan, masonların simgelerinden biridir. Geleneksel olarak altından yapılan bir şamdandır. Yedi Kollu Şamdan, Mason mabedindeki kutsal ateşi sembolize eder. Masonluk'taki önemi kendi kaynaklarında şöyle anlatılır: "Mâbet, sembolik olarak alevlerle aydınlatılmalıdır. Usta derecesinde, yedi kollu şamdan bulunması şarttır." Yedi kollu şamdan, aynı zamanda, 1948'de kurulan İsrail'in devlet amblemidir.
Gönye ve Pergel
Mason sembolleri içinde en çok bilineni ise, iç içe geçmiş bir gönye ve pergelden oluşan kompozisyondur. Masonlar, kendilerine sorulduğunda bu sembolün bilim, geometrik düzen, akılcılık gibi kavramları simgelediğini belirtirler. Oysa ki gönye-pergelin bundan daha farklı bir anlamı vardır.
Bunu, tüm zamanların en büyük Mason üstatlarından biri sayılan Albert Pike'nin "Morals and Dogma" (Ahlak ve Dogma) adlı kitabından öğrenmek mümkündür. Albert Pike, kitabının 839. sayfasında pergel ve gönye sembolü hakkında şöyle yazmaktadır:
"Bu, Aryanlardaki Brahman ve Maya inançlarında ya da Mısır'daki Osiris ve İsis efsanesinde olduğu gibi, kutsallığın ikili bir doğası olduğu düşüncesini sembolize eder. Örneğin Güneş erkek, Ay ise dişi bir doğaya sahiptir."
Bunun anlamı, masonların en ünlü sembolü olan gönye-pergelin, aslında yine Eski Mısır'dan ya da Hıristiyanlık öncesi Aryan inançlarından kaynaklanan pagan bir hurafenin işareti oluşudur. Albert Pike'nin alıntısında geçen Ay ve Güneş sembolleri de Mason localarında yer alan önemli bir semboldür ve bunlar, Ay'a ve Güneş'e tapınan antik pagan toplumların batıl inançlarının bir ifadesinden başka bir şey değildir.
Herşeyi Gören Göz ve Tamamlanmamış Piramit
Masonların en ünlü sembolleri arasında yer alan üçgen içinde göz (Horus'un Gözü) ve piramit, Eski Mısır'dan alınmadır. Amerika Büyük Mührü'nde yer alan piramit, Firavun Keops adına yapılan büyük piramittir. Göz sembolü ise Eski Mısır gravürlerinde sıkça kullanılan bir rumuzdur.

Mason Localarındaki Eski Mısır Sembolleri
Eski Mısır ile masonlar arasındaki ilişkiyi ortaya koyan önemli gerçeklerden biri de, masonluğun sembolleri'dir. Semboller, masonlukta çok büyük önem taşır. Masonlar, felsefelerini, gerçek manalarını sadece kendi üyelerine açıkladıkları semboller aracılığıyla ifade ederler. 33. derecedenk Masonik hiyerarşi içinde kademe kademe yükselen mason, her derecede Masonik semboller'in yeni anlamlarını öğrenir. Böylelikle Masonik felsefenin derinliklerine aşama aşama ulaşır.

Gözün Altındaki Piramit
Dünyadaki en ünlü Masonik sembol, büyük olasılıkla, 1$lık Amerikan banknotunun üzerinde yer alan Amerika mührüdür. Mühürde yarım bir piramit ve bu piramidin tepesine oturtulmuş bir "üçgen içinde göz" sembolü yer alır. "Üçgen içinde göz", Mason localarının değişmez sembolüdür ve adeta masonluğun bir numaralı işareti durumundadır. Masonluk konusunu ele alan kaynakların büyük bölümü, bu gerçeğe vurgu yaparlar.
Üçgen içindeki gözün altındaki piramit nispeten daha az dikkat çekmiştir. Oysa bu piramit de son derece anlamlıdır ve masonluğun felsefesini tanımlamak bakımından oldukça açıklayıcıdır. Amerika mührü hakkında bir doktora tezi hazırlayan Amerikalı akademisyen Robert Hieronimus'un bu konuda verdiği önemli bilgiler vardır. Hieronimus'un tezi "Amerikan Büyük Mührü'nün Arka Yüzünün Tarihsel Bir Analizi ve Hümanist Psikolojiyle İlişkisi" başlığını taşımaktadır. Tezde, mührü benimseyen Amerika kurucularının Mason olduklarına, bu nedenle hümanist felsefeyi benimsediklerine vurgu yapılmakta ve mühürde de bunu yansıttıkları bildirilmektedir. Bu hümanist mesajların Eski Mısır ile olan bağlantısı ise, mührün merkezindeki piramit tarafından simgelenmektedir. Piramit, Mısır'daki Firavun mezarlarının en büyüğü olan Keops Piramidi'nin bir tasvirinden ibârettir.[2]
Mason George Washington

Amerika Birleşik Devletleri.:
 KABALİSTİK TASARIMLI MASON CUMHURİYETİ!
Ancak bütün bu yapıyı anlayabilmek için Amerika Birleşik Devletleri.'nin kuruluşundaki Masonik etkiyi dikkate almak gerekir. Bu anlamda Amerika Birleşik Devletleri, kuruluş temelleri itibarıyla aslında bir Mason Cumhuriyeti'dir. Gerçekten de Amerika Birleşik Devletleri, Anayasası ve Kurumları masonlar tarafından şekillendirilmiştir. Şu paragraf, bu konuda ilginç bilgiler içermektedir:
Amerikan Doları'nın üzerine Birleşik Devletler'in 'Büyük Mührü' basıldı. Bu, yanılgısız olarak tamamen 'Masonik'ti. 13 basamaklı, 4 köşeli piramidin üstünde, üçgen içinde herşeyi gören"Ulu Göz", altında masonluğun çok eski düşlerinden biri olan 'Yeni Seküler Düzeni'n gelişimini bildiren grift yazı.
18 Eylül 1793'te Capitol'ün köşe taşı, resmen yerleştirildi. Maryland Büyük Locası merasimi yönetti ve George Washington'dan 
ÜSTAD-I MUHTEREM 
olarak görev yapması istendi. MARYLAND JÜRİSDİKSİYONU'na katılmış localarla birlikte, George Washington'un VİRGİNİA'daki kendi locası, ALEXANDRİA'daki törende hazır bulundu. Bir topçu birliğini de içeren müthiş bir geçit töreni yapıldı.Arkasından bando, bandoyu takiben de George Washington, locaların tüm görevlileri ve üyeleri tam takım regalyalarını kuşanmış bir biçimde gelmekteydi.
Güneydoğu köşe taşının yerleştirildiği çukura vardığında; G.Washington'a, olayın anısını simgeleyen ve katılan tüm locaların isimlerini içeren gümüş bir plaket takdim edildi. Topçu birliği top atışı yaptı.Daha sonra G.Washington çukura inerek plaketi taşın üzerine yerleştirdi.Etrafına da Masonik Ayinin standart simgesel donatısı olan Mısır, şarap ve yağ kapları yerleştirildi. Katılanların tümü duaya katılarak Masonik şarkılara eşlik etti.Topçular tekrar top atışı yaptı.
G.Washington ve mahiyetindekiler daha sonra köşe taşının doğusuna doğru hareket ettiler ve burada başkan; geleneksel 3 basamaklı platformun üzerindeki kürsüde ayakta durarak, söylevde bulundu. Söylevi, Masonik şarkılar takip etti ve topçular son atışı yaptılar.
G.Washington'un merasim sırasında kullandığı "çekiç, gümüş mala, gönye, düzeç", bugün Kolombiya Federal İdare bölümündeki 5 numaralı Poatamac Locası'nda bulunmaktadır. Taktığı önlük ve eşarp ise kendi locası olan 22 numaralı Alexandria Locası'ndadır. [3]

Kaynaklar

[1] Mason Dergisi, Yıl: 29, Sayı. 40-41, 1981, s.105-107.
[2] Derin Dünya Devleti (Gizli Doktrinin Küresel Efendileri), Timaş Yayınları-İst.2003, s.159.
[3] Micheal Baigent/Richard Leigh; 'Mabet Ve Loca'-Emre Yayınları, 2000, İstanbul, s. 285.

Masonluk
Masonluğun köklerini Çin'den Ortadoğu'ya, Eski Yunan'dan Şaman rahiplerine, eski Mısır'dan Avrupa'nın şövalye tarikat larına kadar dünyanın çeşitli yer ve topluluklarına dayandırmak mümkündür, çünkü Masonik ritüellere bakıldığında ise bu kadim öğretilerin tamamının etkileri görülebilmektedir. Fakat Masonluğun çok uzun yıllar boyunca çalışmalarını büyük bir gizlilik içinde sürdürmesi ve 1390'da Regius el yazmasına kadar hiçbir kayıt tutmamaları sebebiyle, asal kökeni hakkında net ve kesin bir yargıya henüz varılabilmiş değildir. Tüm dünyadaki Masonlar köklerini Milattan önce 10. yüzyılda yapılmış olan Hazreti Süleyman Mabedi işçilerine dayandırsalar da, bu işçilerin de önceden bu işi yaptıkları ve oraya hep birlikte gittiklerinin bilinmesi, kökenleri daha eskiye taşımaktadır

Operatif Masonluk
Ortaçağ'da birçok ülkede Mason denilen duvarcı, taşçı gibi çeşitli yapı ustalarının kurdukları meslek loncaları vardı. Bugün Operatif Mason adı verilenler işte bu loncalarda çalışan yapı işçileridir. Bu loncalar da günümüzde Operatif Mason Locaları olarak anılır. Bu localar, üyelerinin mesleki menfaaetlerini koruyan, aralarında büyük bir dayanışmayla mesleki sırları kendi içlerinden dışarıya asla sızdırmayan kuruluşlardı.
Operatif Masonluğun piri ve en büyük ismi olarak, Hazreti Süleyman Mabedi'nin Baş Mimarı Hiram Abif'in ismi üzerinde bir anlaşmaya varılmıştır. Bu efsanevi kişilik, günümüz Masonluğunun en önemli ritüellerinde yer alır ve insanın kendisini yüceltmesi yolculuğundaki son noktanın, yani Kâmil İnsan olabilme serüveninin zirvesinin sembolü olarak, Hiram kişiliki ve isminde vücut bulur.
Masonlukta çok önemli bir yeri Büyük Üstat Baş Mimar Hiram Abif, Tanrı'ya atfedilen ilk yapı olan Süleyman Tapınağı'nın yapımında yanında çalışan ve Üstatlık sırrıyla gizli kelimesini öğrenmek için güç kullanmak isteyen 3 Kalfa tarafından öldürülmüştür. Hiram Abif'in gömüldüğü yer belli olmasın diye üzerine bir akasya ağacı dikilmiş ve böylece akasya, Masonlar için kutsal ve özel bir anlama bürünmüş, Üstat derecesinin önemli sembollerinden birisi olarak kabul görmüştür.
Şövalye Kökeni
Masonluğun kökleriyle ilgili bir başka çokça tartışılan ve öne sürülen konu ise, Masonların, şövalye kökenli bir topluluk olmasıyla alakalıdır. Tampliye Şövalyeleri'ne 1307'de Vatikan ve Fransa başta olmak üzere çoğu Avrupa krallığı tarafından açılan açık savaşın ardından 1314'te İskoçya'nın İngiltere'ye karşı kazandığı Bannockburn zaferinde Tampliye Şövalyeleri'nin kendi kıyafet ve kılıçlarıyla İskoç kralı Robert Bruce'un yanında savaştıkları, tüm tarih kitaplarında yerini almış bir gerçektir. Rosslyn Şapeli başta olmak üzere Tampliyeler tarafından yapıldığı bugün net olarak bilinen birçok kilise ve kale de, bahsekonu şövalyelerin bu dönemlerde Britanya'daki varlıklarını açıkça göstermektedir.
Yoğunlukla, Avrupa ve Amerika'da çalışmalarını sürdüren çok sayıda Masonik rit ise Şövalye Masonluğu denen bir janrı kabul etmişler ve çalışmalarını Masonluğun şövalye kökenleri üzerine sürdürmeyi tercih etmişlerdir. Şövalye Masonluğu doğrultusunda çalışmayan ritlerin bile hemen hemen tamamı şövalyeliğe mutlaka bir atıf yaparlar. Örneğin, Türkiye'de de uygulanan, dünyanın en yaygın riti Skoç Riti'nin yüksek derecelerinin çoğunluğu şövalyelik üzerinedir ve şövalye isimleri taşır. 2. en yaygın rit olan ve özellikle Amerika'da yoğun olarak izlenen York Riti'nin en yüksek derecesinin adı Tampliye Şövalyesi'dir.
Masonların kullandıkları pek çok sembolün şövalyelerden gelmiş olması bir sır değildir. Örneğin, Masonların bazı törenlerinde kullandıkları kılıçlar, gerek şekilleri gerek anlamlarıyla bu geleneği yansıtmakta olan şövalye kılıçlarıdır.
Masonluğun köklerini şövalyelere dayandıran görüşlere göre, kimlikleri ortaya çıkan Tampliyeler, kendilerine -daha önce kıta Avrupasında olduğu gibi- yönelebilecek saldırılardan korunmak için, duvarcı loncaları kimliğine bürünmüş, sembollerini ve çalışmalarını eski duvarcıların sembolleriyle birleştirmiş ve eski sembollerine bu yönlü anlamlar da yüklemiş, duvarcı kimliğiyle kendilerini tanıtmışlar, fakat çalışmalarını ve esas yüzlerini her zaman, hatta sonradan aralarına kabul edilen ve henüz belli bir dereceye gelmemiş olan üyelerinden bile gizli tutmuşlardır. Belki bu yüzdendir ki, günümüzde hâlen izlenilmeye devam edilen Masonik ritlerde de şövalyeliği esas alan dereceler hep yukarılarda yer alır.
Masonluğun kökenleriyle ilgili konular bugün Masonların dahi kesin olarak görüş birliğine varabildikleri bir konu değildir. Farklı obediyans ve ritler, farklı görüşleri öne sürerler. Bugünkünden çok daha gizli olan geçmişlerinde herhangi bir yazılı kayıt tutulmamış olması bunun en önemli sebebidir. Hür ve Kabul Edilmiş Masonlar Büyük Locası'nın da dahil olduğu dünya düzenli Masonluğu da, Özgür Masonlar Büyük Locası'nın dahil olduğu düzensiz obediyanslar da, ritüellerinde Masonluğun köklerini Operatif Masonlara dayandırır, ilk 3 derece ritüellerinde -şövalye yaşam tarzı denebilecek bir anlayışa atıfları saymazsak- şövalyelikten, ismen, bahis açmazlar. Şövalyelik kökleriyle ilgili konular daha ziyade yüksek derecelerde işlenilir.
Bu konuda kimse tarafından reddedilmeyen bir gerçek vardır ki, Masonluğun geçmişinde şövalyeliğin öyle ya da böyle bir etkisini yok sayabilmek mümkün değildir ve Masonluk -eğer bütünüyle onlar tarafından kurulmamışsa- Ortaçağın ünlü şövalyelerine çok şey borçludur.

İlk Büyük Loca'nın Kuruluşu
İngiltere Birleşik Büyük Locası'nın amblemi24 Haziran 1717'de İngiltere'de 4 Loca bir araya gelerek, ilk Büyük Loca'yı, İngiltere Büyük Locası'nı kurdular. Kısa zaman içinde İngiltere'deki diğer Locaların da katılmasıyla genişlemiş ve 1723'te Büyük Loca, geleneksel ve kadim yasalarını derleme görevini Protestan bir Rahip olan James Anderson'a vererek ilk yazılı anayasasını oluşturdu ve Masonluğun, ara vermeden sürdürülecek olan, yazılı tarihi ve ilk yazılı yasaları böylece resmen başlamış oldu. Anderson Anayasası (veya Anderson Yasaları ya da Nizamnamesi) adı verilen bu kuralların ana hatlarına, bugün hâlen dünya düzenli Masonluğunca riayet edilmektedir. Her ne kadar Anderson Anayasası kısa süreli bir anlaşmazlığa yol açmış ve York Locası'nın önderliğinde bir grup İngiltere Büyük Locası'ndan ayrılarak ayrı bir Büyük Loca kurmuş olsa da, ancak 1813'te bu iki Büyük Loca tekrar bir araya gelerek, bugün varlığını hâlen sürdüren ve düzenli Masonluğun ilk Büyük Locası olarak kabul edilen İngiltere Birleşik Büyük Locası'nı oluşturmuşlardır. Geleneksel olarak, günümüzde de sürdürüldüğü şekliyle, İngiltere Birleşik Büyük Locası Büyük Üstatları kraliyet ailesiyle soylu dük ya da lordlar arasından seçilir.

Türkiye'de Masonluk
Türkiye'de Masonluğun tarihi çok eski zamanlara, 18. yüzyılın sonlarına kadar uzanır. Bu dönemlerde, Osmanlı toprakları üzerinde çok sayıda İngiliz, Fransız, Alman, İtalyan, İskoç ve İrlanda Locasının varlığı bilinmektedir. İlk başlarda sadece yabancılardan oluşan bu localar, zamanla aralarına Türkleri de kabul etmeye başlamışlar ve belirli sayıya ulaşan Türkler kendi Localarını kurmaya başlamışlardır. Kısa sürede çoğalan bu Türk locaları yeterli sayıya ulaşarak kendi obediyanslarını oluşturmaya başlarlar ve 1909'da da, bugün Hür ve Kabul Edilmiş Masonlar Büyük Locası olarak bilinen ilk Türk Büyük Locası'nı kurarlar.
1935'te Türk Masonları, meclis içerisinde kendileri aleyhine cereyan eden anti-Masonik hareketler üzerine, dönemin İçişleri Bakanı Şükrü Kaya ve Mustafa Kemal'in özel doktoru Mim Kemal Öke'nin başı çektiği Masonlar, çok yakın oldukları Mustafa Kemal Atatürk ile görüşürler ve sonucunda, derneği bütünüyle kapatma yerine, bu hezeyan geçene kadar çalışmalarına ara vermeyi, Masonik tabir ile uykuya yatmaya karar verirler. Bahsekonu, Masonluk karşıtı hareketlerin başını çeken Mahmut Esat Bozkurt'un önceki yıllarda Mason olmak istediği, Necat Locası'na aday olarak önerildiği ve talepnamesini kendisi doldurduğu, fakat yeterli görülmeyerek başvurusunun kabul edilmediği göz önüne alındığında, bu Masonluk karşıtı hareketin sebebi daha net biçimde anlaşılabilecektir.
Uykuya yatma döneminde Masonlar çalışmalarına sadece resmi olarak ara vermişler, kendi aralarında toplanmaya devam etmişlerdir. 1948'de, resmen çalışmaya tekrar başlamışlar ve yeni matrikül numaralarıyla yeni Localar kurmaya başlamışlardır.
Bugün, İngiltere, Amerika ve Türkiye de olmak üzere olmak üzere Avrupa'nın genelinde Gelenekçi Masonluk, Fransa'da ise Özgür Masonluk ağırlıklı olarak varlığını sürdürmektedir. Gelenekçi Masonluk denilen ve Masonluğu başlatan kurumlar olarak kabul edilen oluşumlar, bu ayrışma sonrasında Liberal Masonluk yolunu seçenleri Masonluğun Masonluk olarak adlandırılabilmesi için olmazsa olmaz umdelerine riayet etmedikleri için düzensiz ilan etmişler ve bu topluluklarla tüm ilişkilerini keserek onları Masonluktan dışlamışlardır.
Türk Masonluğu ise, çeşitli sebeplerle, 1965'te ayrılmış ve o güne kadar sadece Hür ve Kabul Edilmiş Masonlar Büyük Locası var iken, 1966'da Özgür Masonlar Büyük Locası da ortaya çıkmıştır. Bugün, 14.000 üyesiyle Hür ve Kabul Edilmiş Masonlar Büyük Locası, Türkiye'nin en eski ve düzenli olarak kabul edilen Büyük Locası iken, 2.000 üyeye sahip Özgür Masonlar Büyük Locası ve onların bünyesinde çalışmalarını sürdüren Kadın Mason Büyük Locası bu oluşumun içinden ayrılmış bir fraksiyon olarak kendi çalışmalarını sürdürmektedir.

Derece Sistemi
En üstünde Mason simgesi bulunan İnsan Hakları BeyannamesiGeleneksel dünya düzenli Masonluğu Büyük Locaları, Çırak, Kalfa ve Üstat olmak üzere Masonluğun 3 remzi derecesinde çalışırlar. Üstat derecesi, Masonluğun en üst derecesi olarak kabul görür ve Localar da Üstat derecesinin üzerinde herhangi bir derece ne konuşulur ne de bulunur.
Farklı bir dernek hüviyeti altında ve farklı bir yerde toplantılarını gerçekleştiren, 3. derecesinin üzerindeki dereceler için rit adı verilen Masonik yollar ve öğretiler izlenir. Bu ritlere katılmak ya da katılmamak Üstat derecesine sahip Masonların kendi isteklerine kalmış bir seçimdir, zorunlu ya da yapılması gereken bir yükümlülük değildir. Bu derecelerin çalışmaları, Masonluğun ilk 3 derecesinde verilen öğretilerin gizlerine ve sırlarına daha vakıf olabilmek için yapılan araştırmaların yanısıra yüksek felsefi ve spiritüel çalışmaları da içinde barındırır.
Ülkemizde de takip edilen 33. dereceden Skoç Riti dünya üzerinde en fazla üyeye sahip olan ve bu yönüyle en fazla tercih edilen felsefi dereceler ritidir. Onu, özellikle Amerika'da geniş bir kesimce benimsenen York Riti takip etmektedir.
Dünya üzerinde var olan çeşitli ritler içerisinde 99 dereceli Memfis-Misraim Riti gibi yoğun bir çalışma gerçekleştirenleri var olduğu gibi, tek dereceden oluşan bazı ritler de vardır.
Herhangi bir ritte, dördüncü derece ve yukarısına devam edebilmek için Büyük Loca'ya bağlı olarak çalışan düzenli bir Locada Üstat derecesine sahip olmuş olmanın yanısıra, bu ana Locayla ilişkilerinin herhangi bir dönemde düzensiz olmaması ve yükümlülüklerinin aksatılmadan yerine getirilmesi gerekir. Kendi Locasında düzensiz ilan edilen bir üyenin, yüksek derecelerdeki üyeliği de otomatik olarak düşer.

Masonluğun Dereceleri ve Anlamları

Geleneksel dünya düzenli Masonluğu Büyük Locaları, Çırak, Kalfa ve Üstat olmak üzere Masonluğun 3 remzi derecesinde çalışırlar. Üstat derecesi, Masonluğun en üst derecesi olarak kabul görür ve Localar da Üstat derecesinin üzerinde herhangi bir derece ne konuşulur ne de bulunur.
Genel olarak 33. dereceden bir sistemin çeşitli tarikat ve cemiyetlere bağlı kimseleri aynı localarda çalıştırmak amacıyla Elias Ashmole'nin düşündüğü kabul edilir. Ashmole, bu sistem içinde, insan düşüncesinin çeşitli dereceleriyle ilgili bilgileri bir gelişim içinde anlatmak, uygulamak amacını gütmüştür. Fakat 33. dereceden sistemi Ashmole'den önce Fransız Masonlarının düşündüğü ve Dante'nin, düşüncelerinden yararlanarak hazırladığı da Jean Palou gibi bazı masonluk tarihini inceleyenler tarafından ileri sürülmektedir. Derecenin bulucusu kim olursa olsun, gerçek olan bugün için 33 derecenin geniş ölçüde kabul edilmiş olması ve belirli görüşleri ve öğretilere işaret etmesidir. Yalnız Ashmole'nin önerdiği 33 derecenin gruplandırılmasıyla şimdiki gruplandırma arasında fark vardır. Ashmole, 33 dereceyi 4 gruba ayırmıştır. Birinci grup 1-3.dereceleri içerir. Operatif Masonluğun çırak-kalfa-usta derecelerine gelmektedir, ikinci grup, 15 dereceli olacaktır ve geçmişe ait bütün ananeler parça parça açıklanacaktır. Esası Rose-Croixlardan alınmıştır. Üçüncü grup 13 derecelidir ve Templiyer Şövalyelerinin geleneklerini yansıtmaktadır. Sonuncusu dördüncü grup, Simyagerlerden alınmıştır ve bütün derecelerin sentezini belirtmektedir. Ashmole'nin bu ayrımına karşılık, şimdiki 33 derece 7 kısma ayrılmaktadır.
Türkiye'deki Mason Localarının da kabul ettiği İskoç Ritüeli'ne göre masonluk 33 derece üzerine düzenlenmiş bulunmaktadır. Her derece belirli bir öğretinin temelini oluşturmaktadır ve kendine özgü sembolleri, kutsal kelimeleri, ritüeli ve ikaf töreni vardır.
Masonlukta 33 derece her zaman kabul edilmiş değildir. Eski Operatif masonlar, yalnız çıraklık ve kalfalık arkadaşlık sınıflarını kabul etmişlerdir. Ustalık ise bir derece olmayıp, yalnızca bir yöneticiliktir. Bu yöneticilik, likayat ve ehliyet esaslarına dayanmıştır. Masonluğun fikri çalışmalar durumunu almasından, Londra Büyük Mahfilinin kuruluşundan sonra da, iki derece kabul edilmiştir. Buna karşılık Ramsay'ın reformcu davranışları ve mükemmel üstatlar mahfili kurmak isteği, dördüncü dereceyi ortaya çıkartmıştır. Bu arada, masonluğun yalnız Hıristiyanlık etkisinde kalmadığını göstermek için, o çağda (XV2. yy.) var olan bütün dinî ve fikri temayülleri masonluk içinde temsil ettirme endişesi, birdenbire dereceleri 91'e kadar çıkartmıştır. 1758'de, 2.Frederick (1712-1786), 33'lüler Süprem Konseyi kurmayı ve İskoç ritinin muntazam bir dereceler sistemine kavuşmasını istedi. Sonunda, 1800 yılında, ilk defa bir 33'ler konseyi Charleston'da kuruldu. Bu konseyden yetki alan masonlar, 1804'te Fransa'da, 1805'de İtalya'da, 1813'te Kuzey Amerika'da, 1817'de Belçika'da, 1824'te de İrlanda'da, 1829'de İskoçya'da ve 1861'de Türkiye'de, 33'ler konseyi kurmuş ve 33 derece hemen hemen ortak bir derece sistemi olmuştur. Buna rağmen günümüzde, yalnız 4 dereceyi uygulayan bazı Alman Ritleri vardır.
Farklı bir dernek hüviyeti altında ve farklı bir yerde toplantılarını gerçekleştiren, 3. derecesinin üzerindeki dereceler için rit adı verilen Masonik yollar ve öğretiler izlenir. Bu ritlere katılmak ya da katılmamak Üstat derecesine sahip Masonların kendi isteklerine kalmış bir seçimdir, zorunlu ya da yapılması gereken bir yükümlülük değildir. Bu derecelerin çalışmaları, Masonluğun ilk 3 derecesinde verilen öğretilerin gizlerine ve sırlarına daha vakıf olabilmek için yapılan araştırmaların yanısıra yüksek felsefi ve spiritüel çalışmaları da içinde barındırır.
Ülkemizde de takip edilen 33. dereceden İskoç Riti dünya üzerinde en fazla üyeye sahip olan ve bu yönüyle en fazla tercih edilen felsefi dereceler ritidir. Onu, özellikle Amerika'da geniş bir kesimce benimsenen York Riti takip etmektedir.
Dünya üzerinde var olan çeşitli ritler içerisinde 99 dereceli Memfis-Misraim Riti gibi yoğun bir çalışma gerçekleştirenleri var olduğu gibi, tek dereceden oluşan bazı ritler de vardır.
Herhangi bir ritte, dördüncü derece ve yukarısına devam edebilmek için Büyük Loca'ya bağlı olarak çalışan düzenli bir Locada Üstat derecesine sahip olmuş olmanın yanısıra, bu ana Locayla ilişkilerinin herhangi bir dönemde düzensiz olmaması ve yükümlülüklerinin aksatılmadan yerine getirilmesi gerekir. Kendi Locasında düzensiz ilan edilen bir üyenin, yüksek derecelerdeki üyeliği de otomatik olarak düşer.Ayrıca bu localarda sadece erkekler ve akraba olmayanlar bulunmaktadır.[1]
En üstünde Mason simgesi bulunan İnsan Hakları Beyannamesi Geleneksel dünya düzenli Masonluğu Büyük Locaları, Çırak, Kalfa ve Üstat olmak üzere Masonluğun 3 remzi derecesinde çalışırlar. Üstat derecesi, Masonluğun en üst derecesi olarak kabul görür ve Localar da Üstat derecesinin üzerinde herhangi bir derece ne konuşulur ne de bulunur.
Farklı bir dernek hüviyeti altında ve farklı bir yerde toplantılarını gerçekleştiren, 3. derecesinin üzerindeki dereceler için rit adı verilen Masonik yollar ve öğretiler izlenir. Bu ritlere katılmak ya da katılmamak Üstat derecesine sahip Masonların kendi isteklerine kalmış bir seçimdir, zorunlu ya da yapılması gereken bir yükümlülük değildir. Bu derecelerin çalışmaları, Masonluğun ilk 3 derecesinde verilen öğretilerin gizlerine ve sırlarına daha vakıf olabilmek için yapılan araştırmaların yanısıra yüksek felsefi ve spiritüel çalışmaları da içinde barındırır.

Ülkemizde de takip edilen 33. dereceden İskoç Riti dünya üzerinde en fazla üyeye sahip olan ve bu yönüyle en fazla tercih edilen felsefi dereceler ritidir. Onu, özellikle Amerika'da geniş bir kesimce benimsenen York Riti takip etmektedir.

Dünya üzerinde var olan çeşitli ritler içerisinde 99 dereceli Memfis-Misraim Riti gibi yoğun bir çalışma gerçekleştirenleri var olduğu gibi, tek dereceden oluşan bazı ritler de vardır.

Herhangi bir ritte, dördüncü derece ve yukarısına devam edebilmek için Büyük Loca'ya bağlı olarak çalışan düzenli bir Locada Üstat derecesine sahip olmuş olmanın yanısıra, bu ana Locayla ilişkilerinin herhangi bir dönemde düzensiz olmaması ve yükümlülüklerinin aksatılmadan yerine getirilmesi gerekir. Kendi Locasında düzensiz ilan edilen bir üyenin, yüksek derecelerdeki üyeliği de otomatik olarak düşer.[2]
Masonluktaki Dereceler

1. Derece: Çırak.
2. Derece: Kalfa.
3. Derece: Usta.
4. Derece: Ketum Üstat.
5. Derece: Mükemmel Üstat.
6. Derece: Sır Kâtibi.
7. Derece: Nazır
8. Derece: Bina Emîri
9. Derece: Dokuzlar'ın Seçilmiş Üstâdı
10. Derece: Onbeşler'in Seçilmiş Üstâdı
11. Derece: Yüce Seçilmiş Şövalye
12. Derece: Üstat Mimar
13. Derece: Solomon Krallığının Şövalyesi
14. Derece: Yüce üstâd (Kutsal Kubbe Büyük Seçilmişi)
15. Derece: Doğu Şövalyesi (Kılıç Şövalyesi)
16. Derece: Kudüs Prensi
17. Derece: Doğu ve Batı Şövalyesi
18. Derece: Salipverdi şövalyesi (Güllü Haç Şövalyesi)
19. Derece: Büyük Pontif (Yüce İskoçyalı)
20. Derece: Düzenli Locaların Büyük Saygıdeğer Üstâdı
21. Derece: Prusya Şövalyesi
22. Derece: Lübnan Prensi (Kral Baltası)
23. Derece: Sır Sandığı Başkanı
24. Derece: Sır Sandığı Prensi
25. Derece: Tunç Yılan şövalyesi
26. Derece: İskoçyalı Papaz (İnayet Prensi)
27. Derece: Kudüs Tapınağı'nın Hakim Amiri
28. Derece: Güneş Şövalyesi
29. Derece: Saint Ande Büyük İskoçyalısı
30. Derece: Seçilmiş Büyük Kadoş şövalyesi
31. Derece: Büyük Müfettiş Kumandan
32. Derece: Kutsal Sir Yüce Prensi
33. Derece: Hâkim Büyük Genel Müfettiş [3]


Masonluk Derecelerinde Açılan Sırlar
Masonluk, dünyanın 4 bir yanında farklı uygulanır. Dereceleri dâhi farklıdır. Kimisi Katolikliğe, kimisi Protestanlığa, Kimisiyse Yahudiliğe daha yakındır. Fakat hepsi de Yahudi Kabala inancından, Hermetizm'den, Putperestlikten ve Karmatîlik, Haşhaşîlik gibi "kült" Mezheplerden etkilenmişlerdir.
Türkiye'deki Mason Grupları 33 Dereceli İskoç Riti Uygular. Bunun 1-3. dereceleri "çırak", "kalfa", "usta" diye bilinen kısmıdır. Temel kurallar ve idealler öğretilir. "Operatif Masonluk"diye bilinir.
Daha üst derecelere "Felsefî Masonluk" denir. Bunun da 4-14. derecelerinde meşhûr Hiram (usta) felsefesi işlenir. Daha çok Yahudi inançları hâkimdir... Bu devre, "tekemmül" seviyesi olarak bilinir.
15-18. dereceler, bir ara mertebedir. Daha genel bilgiler verilir. Bu dereceler, "şapitr" diye adlandırılır.

18-30. derecelerde ise "üst felsefe" işlenir. Bu devrede sâlik, bütün dinî inançlarından arındırılmaya çalışılır. Bu dereceler, "aropaj" seviyesidir.
31-33. dereceler, öyle her babayiğidin ulaşabildiği mertebeler değildir. İdârî mertebelerdir... Girebilenler, çeşitli kurullarda, yönetim kademelerinde görev alırlar. Buradakiler, artık gerçek (!) "üstât" kabul edilir.[3]


Masonluk Derecelerinde Kalma Süreleri ve Terfî Mekanizması
Masonluğa «tekris edilerek» alınan bir kimse, «Remzî» ve «felsefî» dereceler içinde yükselerek masonluğun en üst seviyesine (33. derece ve «ötesi...») çıkabilir.
Bahsettiğimiz gibi, yükseliş, ancak bu iki şekil içinde safha safha gerçekleşebilir.
Bunlardan ilkinde (remzi dereceler) yükselme, derece grupları içinde, ikincisindeyse (felsefî dereceler) grup yükselmesi şeklinde gerçekleşir.
"Çırak» olarak masonluğu alınan birisi, sırasıyla «Kalfa»lığa ve sonra da «Usta-Üstad»lığa yükselir ki, buna Operatif-Amelî masonluktan kalma tabirle, «Nafak artırımı» ismi verilir.
Remzî derecelerden felsefî derecelerin 4.'e geçebilmek için, (Tekemmül-gelişim Localarına girebilmek için) adayın en az iki yıldan beri «Usta-Üstad» ve «Mavi Loca»nın faal bir azası olması gerekmektedir.
18. dereceden 19. dereceye; yani "Gül-Haç Şövalyeliği"nden «Yüce İskoçyalı» derecesineyükselişte Mason olan kişi, grup değiştirmiş olur.
Bir dereceden bir başka dereceye geçebilmek için belli bir süreyi geçirme ve Locasınıntoplantılarına (ki, en az yarısıdır) katılmış olmak en gerekli şarttır.
Derece yükseltmeleri, o dereceyi ilgilendiren felsefî meseleyi temsîlen ve "İkâf» ismi verilen bir tören-ritüel/ayin ile yapılır.
"Türkiye Büyük Locası Tüzüğü»nün 102-109. Maddelerine göre; «Çırak»lık mevzusunda masonik bilgileri eksiksiz edinmiş ve «Tekris»inden bir-1 yıl geçmiş ve Locası'na devamlı gitmiş ve en az on-10 celsesinde hazır bulunmuş Çırak Birader'in «nafakası arttırılır», «Kalfa»lığa çıkarılır.
2. Dereceye yükseliş: «Kalfa» olmuş Birader, kendi derecesinin bilgilerini öğrenmiş, Çırak'lığından başlayarak on-10 Çırak içtimaiyle, başka Localar dahil en az üç-3 Kalfa toplantısına katılmış ve «Hazine»ye borçsuz ve en az bir-1 senelik bekleme müddetini doldurmuşsa, «Usta-Üstad» derecesine yükseltilir.
Bu "Tüzük"e göre; "Çırak»lıkta en az 1 yıl, «Kalfa» derecesinde, yine en az 1 yıl ve 3. Derece yani «Usta-Üstad»lıkta da en az iki-2 yıl geçmeden yükselmek mümkün değildir.
Bir masonun derece yükseltilmesi, "envârın mütalaası ve Üstad-ı Saygıdeğer'in teklifi» ile olabilir ki, «envar»dan kasıt, (bu 2. dereceye yükselmek içindir.) Loca'daki diğer Biraderlerin, yükseltilecek Mason için serdedeceği fikirlerdir.
Müspet karar çıkarsa, mason, kesin karar verilmesi için «İkinci derece hücresi»ne «itilir.»
"Kalfa"lıktan «Üstad»lığa yükseliş de böyle olmakla beraber, kararda Çıraklar bulunamaz.
Karar müsbet çıkarsa, bu sefer de «Orta hücre»ye «itilenir». Mütaalar görüşülürken, «Kalfa», Loca'dan çıkarılır.
"Tüzük"e göre; Yüksek Şura-Suprem Konsey tarafından tanınmış bir Rit'e mensup her «Usta-Üstad», mason. 4. dereceye yükseltilebilir.
1. dereceden 33. dereceye yükselmek için 7-yedi yıl gerekmekte olduğu zannedilmektedir.

Bu rakam, kesin değildir elbette; ama aşağı yukarı bu kadar yıl içinde 33. dereceye yükselme gerçekleştirilir.
Bunun yanında; «Tüzük»e göre, istenilen şartları havi bir «Çırak», lüzûmu halinde Loca kararıyla bekleme süreleri kısaltılarak iki (veya daha fazla) derece birden yükseltilebilir.
Masonlara göre bu istisna, "yurtdışına gidecek ya da bir yıldan fazla orada kalacak olanlar» için geçerliyse de, çok tesirli birinin, «tekris» işleminden sonra, bu bekleme sürelerine takılmadan çok daha yüksek derecelere çıktığı bilinmektedir.
Masonik kurallar, "Tüzük"te yazıldığı gibi olabilir belki; ama «şartlar», bambaşka neticeleri tahakkuk ettirebilir.
Tıpkı, Türkiye Masonlarının, 5, 6, 7, 10, 11, 12, 13, 16, 17, 19, 20, 21, 23, 24, 25, 26, ve 28 Derecelerdeki «Sırları» bilemeyip. öğretemedikleri gibi, inandıkları Masonluğun DAHA ÜST TEŞEKKÜL VE ÜSTATLARI, «bizim» (!) masonlara da bunlardaki «sırları» öğretmiyor, derece atlatıyor ve güyâ «Üstâd-ı âzâm» yapıyor olmaları gibi!.. [4]


English

Structure of the Degrees within Freemasonry
Freemasonry provides opportunities for sincere, honest, forthright men who want to contribute to the improvement of Themselves and of their communities. Through our Masonic fraternalism, we reaffirm our dedication and unity to become involved citizens who have a strong desire to preserve the values that have continued and will continue, to make America great.
In the Northern Jurisdiction, U.S.A, Scottish Rite degree work is carried on within the; Lodge of Perfection, 4°-14°; Council of Princes of Jerusalem, 15°-16°; Chapter of Rose Croix, 17°-18°, Consistory, 19°-32° and 33° Sovereign Grand Inspector General
Symbolic Degrees
1 Entered Apprentice
2 Fellow Craft
3 Master Mason
Conferred'in a Symbolic or "Blue" Lodge under the jurisdiction of a recognized Grand Lodge of Masons
Ineffable Degrees
4 Secret Master
5 Perfect Master
6 Intimate Secretary
7 Provost and Judge
8 Intendant of the Building
9 Master Elect of Nine
10 Elect of Fifteen
11 Sublime Master Elected
12 Grand Master Architect
13 Master of the Ninth Arch
14 Grand Elect Mason
Conferred'in a "Lodge of Perfection"
Historical Degrees
15 Knight of the East, or Sword
16 Prince of Jerusalem
Conferred'in a "Council of Princes of Jerusalem"
Philosophical Degrees
17 Knight of the East and West
18 Knight of the Rose Croix of H.R.D.M.
Conferred'in a "Chapter of Rose Croix" Degrees
Traditional and Chivalric Degrees
19 Grand Pontiff
20 Master ad Vitam
21 Patriarch Noachite
22 Prince of Libanus
23 Chief of the Tabernacle
24 Prince of The Tabernacle
25 Knight of the Brazen Serpent
26 Prince of Mercy
27 Commander of the Temple
28 Knight of the Sun
29 Knight of St. Andrew
30 Grand Elect Knight Kadosh
31 Grand Inspector Inquisitor Commander
32 Sublime Prince of The Royal Secret
Conferred'in a "Consistory" of the Royal Secret
Official Degree
33 Sovereign Grand Inspector General-This Degree is conferred by the Supreme Council upon Freemasons of the 32°'in recognition of distinguished Masonic or Public service. It cannot be applied for, but is conferred by invitation only.
1° Entered Apprentice. This degree begins a mans journey into freemasonry and represents youth
2° Fellowcraft. This degree symbolizes man'in adulthood and represents work
3° Master Mason. This degree represents man'in old age and relates to wisdom
4° Secret Master. In this degree, the dignity of fidelity and integrity is demonstrated.
5° Perfect Maser. This degree teaches that unworthy ambitions are corruptive and destructive to the man who forgets his duty to family, country and God
6° Intimate Secretary. This degree shows that a man who is trustworthy can survive false accusations
7° Provost and Judge. This degree teaches that Truth prevails, and Justice triumphs, tempered with mercy and forgiveness
8° Intendant of the Building. This degree symbolizes that the personal goal of title and position can cause strife
9° Master Elect of Nine. This degree teaches that Truth often emerges from the clash of opinions, and to look at life and duty and God through the minds of others who do not share the same religious faith
10° Master Elect of Fifteen. This degree uses the symbolism of Solomon's life and that his pride prevented him from asking for forgiveness
11° Sublime Master Elected. This degree emphasizes virtue of good citizenship and that a man should ever be loyal, brave and courageous'in the conviction that right will eventually prevail
12° Grand Master Architect. This degree teaches that the quality of Mercy through a spirit of compassion and a tenderness of heart will enable one to overlook injuries, or to treat the offender better than they deserve
13° Master of the Ninth Arch. This degree portrays the history and legend of Enoch and prepares the candidate for the 14 degree
14° Grand Elect Mason. This degree describes the constant endeavor of perfection of character
15° Knight of the East or Sword. This degree shows the important lesson by the example of Zerubbabel, of loyalty to conviction, fidelity to duty, and devotion to Truth
16° Prince of Jerusalem. This degree is a drama of the rewards found'in the lessons of the 15 degree
17° Knight of the East and West. This degree teaches that one should learn from, and avoid repeating, the errors of the past
18° Knight of the Rose Croix of H.R.D.M.. In this degree, the principles of tolerance are affirmed and grants to each man the right to answer, 'in his own way, his convictions
19° Grand Pontiff. This degree proclaims the spiritual unity of all who believe'in God and cherish the hope of immortality, no matter what religious leader they follow or what creed they profess. It is concerned primarily with the perennial conflict between light and darkness, good and evil, God and Satan.
20° Master ad Vitam. This degree is a drama of the American spirit confronting the challenge of disloyalty and treason. Masonic principles and leadership are subjected to a crucial test. The degree demonstrates the Masonic condemnation of all who conspire against the security of the nation and the happiness of our people.
21° Patriarch Noachite. This degree teaches that Freemasonry is not a shield for evil doing and that justice is one of the chief supports of our fraternity.
22° Prince of Libanus. In this degree, the dignity of labor is demonstrated. It is no curse, but a privilege, for man to be allowed to earn his sustenance by work. Idleness, not labor, is disgraceful.
23° Chief of the Tabernacle. This degree teaches that those with faith'in God and love for their fellow man will make great sacrifices to help others.
24° Prince of the Tabernacle. This degree teaches that a mutual belief'in a Supreme Power should bind all men together'in a world-wide brotherhood.
25° Knight of the Brazen Serpent. This degree teaches that there are desert stretches'in every individual life'in the history of every nation, with a resultant breakdown of discipline and loss of faith. This degree is a clarion call to faith-in ourselves, 'in each other, and'in God.
26° Prince of Mercy. This degree teaches the quality of mercy; that it is a spirit of compassion and a tenderness of heart which dispose us to overlook injuries and to treat an offender better than he deserves.
27° Commander of the Temple. This degree teaches that Scottish Rite Freemasonry believes'in the concept of a free church'in a free state, each supreme'in its own sphere, neither seeking to dominate the other, but cooperating for the common good.
28° Knight of the Sun. This degree using the symbolism of the tools and implements of architecture teaches that by building high moral character among its adherents, Freemasonry may advance man's determined quest for the achievement of unity and good will throughout the world.
29° Knight of St. Andrew. This degree emphasizes the Masonic teachings of equality and toleration. We are reminded that no one man, no one Church, no one religion, has a monopoly of truth; that while we must be true and faithful to our own convictions, we must respect the opinions of others.
30° Grand Elect Knight Kadosh. This degree sets forth the tests and ceremonies that symbolize the experiences we must undergo'in the building of excellence'in character.
31° Grand Inspector Inquisitor Commander. This degree teaches that we should give every man the benefit of innocence and purity of intentions. He who would judge others must first judge himself.
32° Sublime Prince of the Royal Secret. This degree describes the victory of the spiritual over the human'in man and the conquest of appetites and passions by moral sense and reason. The exemplar represents every Freemason eager to serve humanity but caught between self-interest and the call of duty. Duty often requires sacrifice, sometimes the supreme sacrifice.[5]
Kaynaklar

[1] tr.wikipedia.org/wiki/Masonluk
[2] ogretmenforum.net/masonluk_ve_dereceleri-t20030.0.html
[3] payidar.net/konusuz-konular/47527-masonluk-dereceleri-ve-anlamlari.html
[4] Süleyman YILDIZOĞLU, "MASONLUK DERECELERİNDE KALMA SÜRELERİ ve TERFİ MEKANİZMASI", Doğu Strateji ve Tahlil Merkezi, Masonluk ve Gizli/Okült Teşkilatlar Masası. (http://cihanhakimiyeti.blogcu.com/masonluk-dereceler-ve-yukselme_2688646.html)
[5] 100megsfree2.com/jjscherr/scherr/Freemasonrydegrees.htm
Masonların Türkiye Oyunları

Ergenekon davasının tutuklu sanıklarından İsmail Yıldız'ın evinde ele geçirilen belgeler arasında, "Masonların Türkiye Örgütlenmesi Nasıldır?" başlığı altında inanılmaz bilgilere yer veriliyor.

«Legal» ve «illegal» örgütlenmeler başlığı altında Masonların örgütlenme şemasını el yazısıyla kaleme alan Yıldız, Hür ve Kabul Edilmiş Masonlar Derneği, Rotary Kulüpleri ve Lionsların, Türkiye Masonluğunun legal yapılanması olduğunu kaydediyor.

Notlara göre illegal yapılanmada ise, sivil, bürokrasi, istihbâri, tarikat ve cemaatler, etnik gruplar, medya, akademik hayat ve kadınlar başlıca hedefler olarak göze çarpıyor. Legal yapılanmayla Masonluğun meşrulaştırılmasının sağlanmasının dışında, illegal örgütlenmede yer alan 'perde arkasındaki masonlar', yani siyonistlerin gizli Yahudilerden seçildiği, Türkiye'deki gizli Yahudilerin ise Sabateistler olduğu belirtiliyor.

«Dini İnançlar, Zayıflatılmalı»

«Seçkinlerin Eğitimi Notlarından» başlıklı notlarda ise Anadolu halkını birbirine düşürmek, kamuoyu oluşturmak, millî ve manevi değerlerden uzaklaştırmak gibi birçok hedeften söz ediliyor. Toplumun her alanında, hemen her kurumda mutlaka Mason bulunduğu ifade edilen notlarda, «Kitleleri oyalayacak hiçbir alanı boş bırakmayınız.» notunun devamında, bu boşluğun nasıl doldurulacağı da ayrıntısıyla sıralanıyor... Listenin en başında kitle iletişim araçları, yani medyanın kullanılacağı bilgisi yer alıyor.

«Masonlar, toplumu biçimlendiren her türlü eylemin merkezindedirler.» denilen notlarda, bunların nasıl yapılacağı, akıllara durgunluk veren şu maddelerle ifade ediliyor:

1. Toplum, okur-yazar hale getirilmeli; ancak düşünce üretmeleri engellenmeli
2. Toplumun ahlâki değerleri, yok edilmelidir.
3. Dini inançlar, zayıflatılmalı ve yok edilmelidir.
4. Kişinin eğitimi, masonluğun örgütsel kültürünü adapte etmek içerikli olmalıdır.
5. Toplumsal ve ailevi dayanışma, kırılmalıdır.
6. Aile, dinsel ve kültürel genleri taşıyan kurum olmaktan çıkarılmalıdır.
7. Vatan ve devlet bağlılığı, zayıflatılmalıdır.
8. Adalet bilinci sürekli yok edilmelidir.

"Sinsi Olunuz, İnce İş Yapınız"

Masonluğun emellerine ulaşması için özellikle gençlik üzerinde yoğunlaştığı vurgulanan notlarda, bunun için de birinci araç olarak medyanın kullanılacağı ifade ediliyor. Popüler kültür, şov, magazin programları ve benzeri, toplumu gerçeklerden uzaklaştıracak, uyuşturacak araçların itinayla kullanıldığı bildirilen notlarda, «Şu saydığımız yerlerde mutlaka bir Mason vardır. Siz yokmuş gibi davranarak hareket ediniz.» denilerek şu noktalar sıralanıyor:

1. Bürokrasinin tüm pozisyonları
2. STK'ların hepsi
3. Etnik özgürlük gruplarının tümü
4. Çoğunluk düşmanımızdır, çoğu parçalamak için önderleri olmalıyız
5. Her türlü kültür-sanat etkinliğinde olmalıyız
6. Devletler yasalarla yönetilir. Yasa, yönetmelik, genelge gibi tüm hukuksal metinlerin arkasında olmalıyız.
7. Sinsi olunuz. Şov değil, ince iş yapınız.
Masonların Sembolü Obeliskler
Masonların önem verdikleri sembollerden biri de, Eski Mısır mimarisinin önemli unsurlarından biri olan "obelisk"tir. Üzerlerinde Eski Mısır'ın hiyeroglif yazıları kazınmış olan obeliskler, asırlar boyu toprak altında gizli kaldıktan sonra 19. yüzyılda gün ışığına çıkarılmış ve daha sonra da New York, Londra ve Paris gibi Batılı kentlere taşınmışlardır. Bunlardan biriside Sultanahmet meydanında bulunan "dikilitaş"tır. Obelisklerin en büyüğünün gönderildiği ülke ise ABD'dir ve bu işi masonlar organize etmişlerdir. Çünkü obeliskler ve üzerlerinde taşıdıkları Eski Mısır figürleri, masonlarca kendi sembolleri olarak kabul edilmektedir.
Sultanahmet meydanındaki
New York Central Park'taki
Göz ve Piramit
Masonların en ünlü sembolleri arasında yer alan üçgen içinde göz ve piramit, Eski Mısır'dan alınmadır. ABD Büyük Mührü'nde yer alan piramit, Firavun Keops adına yapılan büyük piramittir.
Altı Köşeli Yıldız
Masonluğun en ünlü sembollerinden biride altı köşeli yıldız'dır.
Yahudilerin de geleneksel sembolü olan bu figür, İsrail Devleti'nin bayrağında da yer almaktadır. Mührün ilk kez Hz. Süleyman tarafından kullanıldığı kabul edilir. Dolayısıyla da bir "peygamber mührü" olan altı köşeli yıldız, Rahmani bir semboldür. Oysa masonlar onu Eski Mısır'daki pagan inanışına göre yorumlayarak kullanırlar.
Gönye ve Pergel
Mason sembolleri içinde en çok bilineni ise iç içe geçmiş bir gönye ve pergelden oluşan kompozisyondur.
Bu obeliskler Dünyadaki bütün önemli sehirlerde aşağı yukarı bulunur.
Yukaridakilerin dışında;
Washington
Kahire
Vatikan
Kudüs
Paris-En önemlilerinden birisi!
Wimborne-Ingiltere
Roma
Bunlar yüzlerceden sadece birkaçı

Masonların Düzen ve Düşmanları, Düzen'in 3.Dünya'daki Savaşı
"İsrail'in ihrac ettiği şey, sadece silah cephane, deneyim ya da uzmanlık değil, aynı zamanda belli bir düşünüş şeklidir. Üçüncü Dünya'nın kontrol edilebileceği ve Üçüncü Dünya'ya hükmedebileceği, buradaki radikal hareketlerin durdurulabileceği ve modern Haçlıların bir geleceğe sahip olabileceğini öngören bir düşünüş, bir hissediş şekli."
(Benjamin Beit-Hallahmi, "The Israeli Connection; Who Israel Arms and Why?"
Kitabın önceki bölümlerinde incelediklerimiz bizlere açıkça gösteriyor ki; Kurân'ın İsra Sûresi'nin başında haber verilen "İsrailoğulları'nın ikinci yükselişi", içinde yaşadığımız döneme karşılık gelmektedir. Kabalacıların geliştirdiği Mesih Planıyla yüzyıllardır süren bir çabanın sonucu olan bu yükseliş, bugün, yani İsraillilerin Mesih'in gelişini "an meselesi" olarak gördüğü bir dönemde, doruğa ulaşmıştır.
Bu aşamada dikkat edilmesi gereken bir nokta, İsra Sûresi'nin başındaki ayette yer alan "kitapta İsrailoğullarına şu hükmü verdik: "Muhakkak siz yer(yüzün)de iki defa bozgunculuk çıkaracaksınız"(İsra Sûresi, 4) ifadesidir. Ayette açıkça, Yahudi önde gelenlerinin tüm yeryüzünü kaplayan bir "bozgunculuk", yani savaş, terör, baskı, şiddet, anarşi, zulüm vs. hareketini organize edeceklerini bildirilmektedir.
Peki bugün bu bozgunculukla karşı karşıya mıyız?
Kitabın önceki bölümlerinden yola çıkarak bu soruya kolaylıkla olumlu cevap verebiliriz. Bu yüzyılda yaşanan savaşlarda; 1. ve 2. Dünya Savaşları'nda ya da Vietnam savaşı gibi Soğuk Savaş dönemi çatışmalarında Yahudilerin büyük rolü olduğunu gördük. Bunun yanında insanlar üzerindeki baskı ve şiddetin en önemli kaynağı olan ve en çok da bu yüzyılda hüküm süren totaliter devlet sistemlerinin de aynı kaynaktan geldiklerini biliyoruz. 
(Naziler'in, totaliter komünizmin, baskıcı lâik ulus-devletlerin Yahudi önde gelenleriyle olan ilişkisini ve CFR'nin totaliter toplum projelerini hatırlayın.)
Ancak tüm bunların yanında, eğer bugün dünyada bir "bozgunculuk"
yaşanıyorsa, bunun en etkili olduğu coğrafyanın "Üçüncü Dünya" diye bilinen coğrafya olduğuna kuşku yoktur. Afrika'da, Latin ve Orta Amerika'da ya da Asya'da yer alan fakir, gelişmemiş hatta aç Üçüncü Dünya ülkelerinin halkları, bugün dünya sistemi içinde en çok ezilen, en çok acı çeken halklardır.
Üçüncü Dünya halklarının çektiği acıların en büyük nedeni ise, az gelişmişliklerinden kaynaklanan ekonomik sıkıntılar değildir. Bu halkların acılarının en büyük nedeni, onlara sunulan siyâsî sistemlerdir. Çünkü Üçüncü Dünya'nın çok büyük bir bölümü, son 50-60 yıldır, özellikle de Soğuk Savaş döneminde, ırkçı rejimler tarafından yönetildi. Bu rejimlerin başındaki diktatörler bu ülkeleri sömürürlerken kendileri de inanılmaz bir lüks içinde yaşıyorlardı; buna karşın ülke nüfusunun yarısı açlık sınırında hayatını sürdürüyordu. Bu ülkelerde iktidar bugün de hala genellikle askeri cuntalar arasında el değiştirir. Bu cuntaların genel mantığı, halkı ne kadar ezerlerse, o kadar güç elde edecekleri şeklindedir.
Başka bazı Üçüncü Dünya ülkeleri onyıllarca süren içsavaşların kurbanıdırlar. Farklı ideolojik ya da etnik kökene dayanan gerilla grupları iktidar için savaşır ve karşı gerilla grubuyla birlikte halkı da öldürürler. Zaten Üçüncü Dünya ülkelerinin sınırları da etnik ve kabilesel çatışmaları körükleyecek bir biçimde çizilmiştir. Özellikle Afrika ülkelerindeki sınırlar yapaydır; kıtayı 1960'lara dek ellerinde bulunduran Avrupalı sömürgeciler tarafından masa başında çizilmişlerdir. Bu yapay sınırlar nedeniyle kabileler bölünmüş, bir kabile iki ayrı devletin topraklarında kalmış ve bir devletin içine de pek çok kabile sıkıştırılmıştır. Kıta halkının talepleri gözönünde bulundurulmadan yapılan bu yapay dağılım, yalnızca sömürgecilerin çıkarına uygundur. Sömürgecilerin bu bölme stratejisiyse Kurân'da bildirilen "gerçek şu ki, Firavun yeryüzünde büyüklenmiş ve oranın halkını birtakım fırkalara ayırıp bölmüştü... Çünkü o, bozgunculardandı" (Kasas Sûresi, 4) hükmüne göre, tam bir bozgunculuktur.
Kısacası, Üçüncü Dünya'nın durumuna baktığımızda yüzyılımızda yeryüzünde tam bir "bozgunculuk" yaşandığını; insanların baskıcı rejimler tarafından ezildiğini, iç savaşlarla yok edildiğini görebiliriz. "Üçüncü Dünyacı" literatüre biraz göz gezdirmek, dünyanın bu geri bırakılmış ülkelerinde ne gibi acıların yaşandığını anlamak için yeterlidir. Bunlara ilerleyen sayfalarda da kısmen değineceğiz.
Ancak, İsra Sûresi'nin başındaki bildirilen haberi aradığımız için bizi burada asıl olarak ilgilendiren, Üçüncü Dünya'yı kasıp kavuran bu "bozgunculuğun" içinde Yahudilerin ne gibi bir yeri olduğudur.
Bu soruya genel bir cevap verilebilir: Bugün yürürlükte olan dünya sistemi, Yahudi önde gelenleri ve masonlar arasındaki İttifak'ın ürettiği Yeni Seküler Düzen'dir ve dolayısıyla da bu Düzen'in bir sonucu olan Üçüncü Dünya acılarından İttifak sorumludur. Ayrıca Üçüncü Dünya'da yaşanan acıların kaynağı çoğu kez başta Amerika olmak üzere Batılı güçlerdir ve bunlar da İttifak'ın denetimi altındadırlar. Dolayısıyla Üçüncü Dünya'daki bozgunculuğun arkasında Yahudi önde gelenlerinin önemli rolü vardır...
Ancak bu sorunun cevabına ışık tutan daha da ilginç ve özel bilgiler vardır. Bu bilgiler doğrudan İsrail Devleti'nin Üçüncü Dünya'daki faaliyetleriyle ilgilidir ve bu devletin genelde pek bilinmeyen daha doğrusu gözlerden saklanan önemli bir özelliğini ortaya çıkarmaktadır.
The Israeli Connection
Bu bölümde kendisine en çok başvuracağımız kaynak, İsrail Hayfa Üniversitesi'nde psikoloji profesörü olan Benjamin Beit-Hallahmi'nin The Israeli Connection: Who Israel Arms and Why (İsrail Bağlantısı: İsrail Kimi Neden Silahlandırıyor) adlı kitabıdır. Hallahmi, bir Yahudi, hatta bir İsrail vatandaşı olmasına karşın, kitap boyunca tarafsız bir bakış açısıyla Yahudi Devleti'nin Üçüncü Dünya'daki kirli çamaşırlarını ortaya döküyor. Sonuçta ortaya çıkan tablo, Hallahmi'nin de dediği gibi inanılması zor, ancak son derece gerçek bir tablodur.
Hallahmi, kitabının "Vorster Kudüs'te" başlıklı girişinde böyle bir kitap yazmaya neden gerek duyduğunu şöyle anlatıyor:
Beni bu kitabı yazmaya iten olaylar dizisi, yaklaşık on yıl önce, 1976 Nisan'ının bir gecesinde başladı. Hayfa'daki dairemde İsrail televizyonunun akşam haberlerini izliyordum... Haber bültenindeki diğer haberleri hatırlamıyorum ama özellikle bir olay hemen dikkatimi çekti. Bu haberde, Güney Afrika Cumhuriyeti Başbakanı Balthazar Johannes Vorster'in, İsrail'e yaptığı resmi ziyaretin ilk günü gösteriliyordu. İsrail televizyonu haber bülteninin seyircilere yansıttığı sahneler ise Vorster'ın İsrail'deki Soykırım müzesi Yad Vashem'i ziyaret ettiği sahnelerdi.
İsrail'e yapılan her resmi gezi Yad Vashem'e yapılan bir ziyaret ile başlar. Burası, havaalanından Kudüs'teki herhangi bir otele giderken yol üstünde durulan ilk noktadır. Bu ayinin amacı, İsrail'in Soykırımla olan ilgisini ifade etmek, ülkeyi Soykırımdan kurtulanlar için bir cennetmiş gibi yansıtmak ve diasporadaki Yahudi varlığının bir tehlike olduğunu iddia edenlere karşı bir cevap vermektir. Bunun ikinci amacı ise ziyaretçide suçluluk duygusu oluşturmaktır. Bir çok İsrailli için, Vorster'ın ziyareti sadece bir yabancı lider tarafından yapılan bir diğer resmi ziyaretti. Vorster, İsrail basını tarafından, İsrail'in yakın bir dostu ve Kutsal Topraklar'a kutsal bir gezi yapan dindar bir adam gibi gösterilmişti. Sadece, İsrail'in New York Times'ı sayılan Haaretz gazetesinin editörü, Vorster'ın bir Nazi işbirlikçisi olduğunu ve İsrail yasanına göre tutuklanması ve İsrail topraklarına ayak bastığı anda yargılanması gerektiğini yazdı. Oysa, Vorster Tel-Aviv havaalanına indi, yere kırmızı halılar serildi ve İsrail'in başbakanı Yitzhak Rabin onu sıcak bir şekilde karşıladı. İsrail basınında birçok sıcak karşılama haberi çıktı.
Zaman geçtikçe, İsrail-Güney Afrika ittifakı üzerinde hazırladığım dosyaların sayısı basından kestiğim haberler ve raporlarla arttı. 1970'lerin sonlarında, bu kez de dünyanın başka bir bölümü basının dikkatini çekti. Temmuz 1979'da bir Cuma gecesi, haberlerde, Nikaragua'nın başkenti Managua'ya doğru ilerleyen Sandinista asileri, iktidardaki son günlerini yaşayan Anastasio Somoza'ya gönderilen yepyeni İsrail silahlarını çıkarırken gösteriliyorlardı. Böylece yeni bir dosya oluşturmaya başladım, bu sefer Orta Amerika üzerine eğildim. Çok kısa zaman içinde bu dosya da gazete haberleri ve kitapçıklarla doldu. (Filipinler Başkenti) Manila'dan (Nikaragua başkenti) Managua'ya kadar dünyanın her tarafına ulaşan İsrail müdahalelerini ortaya koyan dosyalar biriktikçe, küresel bir strateji keşfetmeye başladığımı ve bu stratejiyi anlamak için daha çok çaba sarfetmem gerektiğini anladım. Üçüncü Dünya'daki İsrail faaliyetlerinin çapı, İsrail'in dostları için de düşmanları için de şaşırtıcı ve endişe vericiydi. Bu tablonun geneline bakıldığında ve bunun altında yatan model düşünüldüğünde, bu stratejinin gerçekte ne olduğu merak edilebilir. Son on yılda Üçüncü Dünya'daki hangi olaylı noktaya bakarsanız bakın, gazete sayfalarında soğuk soğuk gülümseyen İsrail subaylarıyla ve parlayan İsrail silahlarıyla karşılaşırsınız. Artık bu görüntüler sıradan olmuştur; Uzi hafif makineli tüfeği ve Galil saldırı tüfeğinin adıyla anılan Uzi, Galil ya da Golan adındaki İsrail subayları... Onlara Güney Afrika'da, İran'da, Nikaragua'da, El Salvador'da, Guatemala'da, Haiti'de, Namibya'da, Tayvan'da, Endonezya'da, Filipinler'de, Şili'de, Bolivya'da ve birçok başka yerde de rastlayabilirsiniz.
İlerideki bölümlerde, İsrail'in Üçüncü Dünya'daki müdahalelerini ortaya koyacak ve sonra da bu müdahalelerin ne açıdan Siyonizmin tarihi ve İsrail Devletiyle bağlantılı olduğunu inceleyeceğim. Birçok gerçek artık tartışılmayacak kadar ortadadır. Asıl tartışılması gereken, bu gerçeklerin anlamı ve onları açıklamak için ne gibi yollara başvurulacağıdır. Benim amacım şu sorulara cevap vermektir; birbirinden tamamen farklı görünen bu faaliyetleri açıklayan tutarlı bir strateji, tutarlı bir politika, tutarlı bir bakış açısı var mıdır? Ve eğer varsa, bunun esası nedir?...
İsrail'in dış politika ideolojisini değerlendirmek için İsrail'in dünya çapındaki faaliyetlerini bir kaç düzeyde incelemek gerekir. 
Birincisi, devlet-devlet diyaloğuyla ya da Birleşmiş Milletler'de yapılan diplomatik temaslar ve açıklamalardan oluşan resmi diplomatik düzeydir. 
İkincisi, silah satışlarından müşteri ülkede bulunan askeri danışmanlara, ev sahibi ülkede verilen askeri eğitime kadar uzanan askeri işbirliği alanıdır. 
Bu alan, genelde İsrail hükümeti tarafından gizli tutulur. 
Üçüncüsü, MOSSAD tarafından yürütülen, nüfuz ve istihbarat kazanmaya yönelik yapılan gizli operasyonlardır. 
Ve dördüncüsü, yukarıdaki üçüyle bağlantılı olan özel faaliyetlerdir.
Üçüncü Dünya'daki son İsrail müdahalelerini anlamak için 1950'lerdeki, 1960'lardaki, hatta daha evvelki olaylara bakmak gerekir. Böylece izlenen yolları belirlemeye çalışırken, Nikaragua'daki Somoza, İran'daki Şah, Uganda'daki İdi Amin, Portekiz ve Afrika kolonileriyle olan ilişkiler gibi belirli olayların tarihine bakarak İsrail'deki 'modus operandi' hakkında daha çok şey öğrenebiliriz. 
Geçmişin bize öğrettikleri çok açıktır. Birincisi, İsrail'in Üçüncü Dünya'daki belirli rejimleri ciddi ve köklü bir şekilde desteklerken izlediği bir yol vardır. İkincisi, bu müdahalelerin detaylarına olaylar esnasında inilememekte, bu yüzden eldeki kaynaklar bu müdahalelerin önemini tam olarak ifade edememektedir. Dolayısıyla, İsrail'in mevcut faaliyetleri medyada ya da halka açık platformlarda söylenenlerden çok daha geniş ve çok daha derindir.
Eski bir Nazi işbirlikçisi olan John Vorster, Güney Afrika'daki ırkçı rejimin en sert liderlerinden biriydi ve İsrail'in çok yakın bir dostuydu. Üstte Vorster (fötr şapkalı) Kudüs'ün ünlü "Ağlama Duvarı"nda.
Hallahmi, kitabının girişinde yazdığı bu satırların ardından son olarak; İsrail'in "Manila'dan Managua'ya" Üçüncü Dünya'nın 4 bir yanına uzanan faaliyetlerini "İsrail'in dünya savaşı" olarak yorumlamaktadır. Evet, İsrail'in bir "dünya savaşı" vardır. Ancak bu savaşta İsrail'in hedeflediği düşman çoğu kez devletler değildir. Düşman; ezilen, baskı altına alınan ve bu nedenle de kurulu dünya sistemine, Düzen'e karşı çıkan, Düzen'e karşı "radikalleşen" Üçüncü Dünya halklarıdır.
Şimdi "İsrail'in dünya savaşı"nın farklı cephelerini incelemeye başlayabiliriz.
Ortadoğu'da Radikalizmle Yapılan Mücadele

1950'lerde İsrail yeni ve ciddi bir sorunla karşı karşıya kaldı. İsrail liderlerinin eskiden uğraştığı Arap rejimleri feodal ve gelenekseldiler. İsrail bu ülkeleri hem askeri, hem de diplomatik bakımdan kolayca kontrol edebiliyordu. Fakat, 1948'deki Arap yenilgisinden sonra, bu rejimler birer birer kaybolmaya başladı ve aniden ortaya çıkan bir "radikalizasyon" dalgası Arap dünyasının çehresini değiştirdi. Eski Avrupa imparatorluklarının kolonileri dağıldıkça, Araplar da yeni ortaya çıkan milletler tarafından kabul gördüler. Bu da 1955 Nisanı'nda tarafsız milletlerin katıldığı Bandung konferansında kendini gösterdi. Araplarla Üçüncü Dünya'daki diğer ülkeler arasında oluşan ittifaklar, tıpkı Arap ülkeleriyle Sovyetler Birliği arasında oluşan ittifak gibi İsrail için gerçek bir tehdit unsuruydu.
İsrail'in kurucusu David Ben-Gurion, Ocak 1957'de şöyle demişti; "Bizim varlığımız ve güvenliğimiz açısından, bir Avrupa ülkesinin dostluğu tüm Asya insanlarının görüşlerinden daha önemlidir." Bir gazeteciyse Moshe Dayan hakkında şöyle yazıyordu; "Ona göre, Yahudi halkının bir görevi vardır, özellikle de İsrailli olanların. İsrail, dünyanın bu yanında, Nasır'ın Arap milliyetçiliğinin başlattığı akımlara karşı Batı'nın bir uzantısı olarak kaya gibi sert olmalıdır." 1
Bu tip açıklamalara 1950'ler boyunca İsrail liderlerinde sıkça rastlanıyordu. Ben Gurion, Ekim 1956'da Fransa ve İsrail liderleri arasında yapılan Sevr Konferansı'nda ortaya attığı Ortadoğu "yerleşim" planında şöyle bir öneri getirmişti:

Ürdün'ün var olma hakkı yoktur ve bölünmelidir. Ürdün ırmağının doğu yakası Irak'a katılacaktır ve Arap mültecileri buraya yerleşecektir. Batı Şeria, özerk bir bölge olarak İsrail'e verilecektir. Lübnan, Hıristiyan bölümünün dengesini bozan Müslüman bölgelerden kurtarılacaktır. Irak, Doğu Şeria ve güney Arap yarımadası İngilizler'in olacaktır. Süveyş kanalı milletlerarası olacak ve Kızıldeniz boğazları İsrail kontrolu altına alınacaktır.2
Kısacası Ben Gurion, Ortadoğu'nun İsrail açısında güvenli hale getirilmesi için bazı bölgelerin İsrail tarafından işgal edilmesini, bazı bölgelerin de İngiltere gibi Batılı güçler tarafından yeniden sömürgeleştirilmesini istiyordu. Bölge tekrardan sömürgeleştirilecek ve İsrail bu işin gerçekleşmesine yardım edecekti. Hallahmi, kitabında bu konuda şöyle diyor: "1950'lerin ilk yıllarından itibaren, İsrail liderleri Üçüncü Dünya'da ve Ortadoğu'da kolonileşmenin yıkılmasına yönelik olarak yapılan her hareketin İsrail için bir tehdit unsuru olduğunun farkındaydılar ve buna göre davranıyorlardı." 3
İsrail'in korkusu, sömürgeleştirme devrini kapatan ve bağımsızlıklarını kazanan Üçüncü Dünya ülkeleri halklarının radikalleşmesi ve kurulu Düzen'e karşı tepki geliştirmesiydi. Çünkü İsrail Düzen'le özdeşti ve Düzen'e karşı gelişen her hareket, aynı zamanda İsrail'e karşı gelişen bir hareket olarak algılanıyordu.

Örneğin, 
Mısır'ın tam bağımsızlığı anlamına gelen İngilizler'in Mısır'ı boşaltması, İsrail liderleri tarafından dehşetle izleniyordu. 16 Temmuz 1954'de Savunma Bakanı Pinhas Lavon "İngilizler'in Süveyş'i boşaltmasının anlamı"nı tartışmak için evinde bir toplantı yapmıştı. Lavon bu toplantıda "Mısır'daki İngiliz hedeflerine karşı sabotaj düzenleme" fikrini ortaya attı. Bu sabotajların Mısırlılar tarafından yapıldığı izlenimi verilecek ve bu duruma sinirlenen İngilizler de ülkeden çıkmaktan vazgeçeceklerdi. Bu fikir kabul edildi ve o ayın sonunda, Mısır'daki İngiliz ve Amerikan hedeflerine sabotajlar düzenlendi. O zamanın MOSSAD şefine göre, bu hareketlerin amacı "halkta kargaşa yaratarak Batı'nın varolan rejime karşı duyduğu güveni yıkmaktı." Buna da İngilizler'in bu bölgeyi boşaltmasını önleyecek bir kriz yaratılarak ulaşmak isteniyordu. Sabotaj yaparak böyle bir kriz yaratan grup, İsrail askeri istihbaratı tarafından yönetilen bir Mısırlı Yahudi topluluğuydu. Bu Mısırlı Yahudilere MOSSAD tarafından Temmuz 1954'ün sonunda, Kahire ve İskenderiye'deki İngiliz ve Amerikan tesislerine bomba konması emredildi. Bu topluluk genç amatörlerden oluşuyordu ve başarılı olamadılar. Tüm üyeler tutuklandı. Olayın İngilizlerin Mısır'dan çıkmasını engellemek için yapılmış bir İsrail provokasyonu olduğu ortaya çıkmıştı. Ancak İsrail hükümeti bu olayı İsrail Devleti'ne karşı atılmış büyük bir iftira olarak yorumladı ve hatta tarihte Yahudi topluluklarına yönelen "kan iftiralarına" benzetti. Kısacası İsrail "hem suçlu hem güçlü"ydü; ancak bu politikasının faydasını gördü. Amerikalılar ve İngilizler "kol kırılır, yen içinde kalır" mantığıyla Yahudi Devleti'nin kendilerine yaptığı bu provokasyonu fazla ses çıkarmadan ört-bas ettiler.4
Bu dönemde İsrail, Fransa'ya da sömürgelerini koruması için destek oluyordu. "Fransa da, İsrail de Kuzey Afrika ve Ortadoğu'daki dekolonizasyon (sömürgeden kurtulma) hareketlerini durdurmayı hedefliyordu. Böylece iki ülkenin arasında Şimon Peres'in deyimiyle 'ebedi bir dostluk' oluşmuştu." 5
O dönemde İsrail ve Fransa, özellikle de Fransız ordusu arasında çok yakın bir ittifak oluştu. İsrail, Cezayir'den Hindiçini'ne kadar uzanan bir coğrafyada, Fransa'nın sömürge yönetimlerini ayakta tutmaya çalıştı. İsrail ve Fransa, sömürgeler üzerindeki yönetimleri sürdürebilmek için Hallahmi'nin deyimiyle "Avrupa hegemonyası için birleşik cephe" kurmuştu.
İsrail'in 'Çevre Stratejisi':
İran Şahı, Türkiye ve Lübnan Bağlantıları
1950'lerde, İsrail liderleri, çevrelerinde oluşan Arap dekolonizasyonuyla başedebilmek için yeni bir strateji, bir "çevre stratejisi" oluşturdular. Bu "çevre" planına göre, İsrail, komşu Arap ülkelerini saf dışı etmek için, Türkiye, Etiyopya, İran gibi Arap Ortadoğusunun çevresindeki Arap olmayan ülkelerle ittifaklar kuracaktı.
Yıllar ilerledikçe, bu strateji doğrultusunda Lübnan'daki Falanjistler, Yemen'deki kralcılar, Güney Sudan'daki asiler ve Irak'taki Kürtlerle bağlantılar kuruldu. Gene bu strateji dahilinde, İsraillilerle işbirliği yaparak bağımsızlıklarını elde etmeye çalışan ve aralarında Lübnanlı Marunilerin ve Dürzilerin de bulunduğu Arap olmayan gayri-müslim topluluklarla da yakın ilişkiler kuruldu. (Türkiye'yle ilgili 9. bölümde, İsrail'in Kürtlerle kurduğu ilişkiyi daha ayrıntılı olarak incelemiştik.)
"Çevre stratejisi"nin en iyi işlediği ülke ise İran'dı. Baskıcı Şah yönetiminin "yukarıdan aşağı lâikleşme" politikasının uygulandığı İran, o dönemde İsrail'in en iyi dostlarından biri oldu. 1958'de, Arap dünyasında İsrail'in aleyhine olmak üzere bir radikalizm akımı oluştu. Şubat'ta Suriye ve Mısır'ın birleşmesi, Irak'taki ihtilal ve bunu izleyen Irak-Ürdün federasyonu İsrail'i oldukça rahatsız etti. Bunun üzerine, David Ben-Gurion, Şah Rıza Pehlevi'ye "Hür Dünya"ya yönelen tehdide karşı yakın bir ittifak kurmayı öneren bir mektup yazdı. İran bunu kabul etti; Aralık 1958'de İran hükümetinin Tel-Aviv temsilciliği ve İsrail'in Tahran elçiliği genişletildi.
İlerleyen yıllarda işbirliği büyüdü. Amerikalı siyaset bilimci E. A. Bayne iki ülkenin arasındaki yakın işbirliğinin bir portresini çizerken İran'ın "Arap boykotuna rağmen İsrail'in petrol ihtiyacının büyük bir kısmını karşıladığına" dikkat çekmiş ve şöyle demişti: "Ayrıca, pek bilinmese de, İran, İsrail ordu personeliyle yakın askeri bağlantılar içindedir... İran-İsrail programının çapı genelde gizli tutulmaktadır" 6
Şah'ın İsrail ile bağlantılar kurmaya karar vermesinin sebeplerinde biri de Amerikan Yahudilerinin Amerikan Kongresi'nde İran çıkarlarını gözetmesine yardım edebileceğini farketmiş olmasıydı. Hallahmi bu konuda "Washington'daki efsanevi İsrail lobisi birçok Üçüncü Dünya rejiminin ilgisini çekmiştir ve Amerikan kamuoyuyla sorunları olan Şah da İsrail'i Amerika'daki politik arenada çok güçlü gören diğer yöneticilerden farklı değildir" diyor.7
İsrail, Şah'a, baskıcı rejimini ayakta tutabilmesi için de yardım ediyordu. İran ve İsrail arasında kurulan askeri işbirliği hem silah satışını hem de İsrailli uzmanların İranlı subaylara kara savaşı, istihbarat, karşı istihbarat ve hava savaşı konularında eğitim verilmesini içeriyordu. Şah'ın işkence yöntemleriyle ünlü gizli servisi SAVAK, MOSSAD'dan önemli yardımlar almıştı. Ocak 1963'te İsrail'in personel şefi Zvi Tzur, Tahran'a resmi ve halk bilgisine açık bir gezi yaptı. Bu gezi, iki ülke arasındaki ittifakın ve bu ittifak içindeki askeri işbirliğinin rolünün arttığının açık bir göstergesiydi. 1964'de İran, İsrail'den büyük bir miktar Uzi hafif makineli tüfeği satın aldı.8
Yahudi Devleti, Şah'ın Batı'daki imajını düzeltme işini de üzerine almıştı. Batı ve özellikle de Amerikan basınındaki Yahudi güdümü, İsrail'e Şah lehinde propaganda yapma imkanını veriyordu. Öyle ki Şah, kendini tamamen İsrail'e bağlı hissediyordu. MOSSAD'ın eski Afrika şefi David Kimche, "Şah, kendisi hakkında Amerikan, hatta Batı basınında en ufak olumsuz bir haber çıktığında hemen telefona sarılır ve niçin buna izin verdiğimizi sorardı" diyor.9
Şah rejiminin sonu İsrail için çok da sürpriz olmadı ama İsrail liderleri hiç ümit yokken bile rejimi devam ettirmeye çalışıyorlardı. Bazı raporlara göre, Ariel Şaron Şah'ın devrilmesini önlemek için İsrail'in İran'a müdahale etmesini önermişti.10
Hallahmi, İsrail'in "çevre stratejisi" içinde yer alan bir başka ülke, Türkiye hakkında ise şunları söylüyor:
İsrail, Türkiye'ye istihbarat ve güvenlik hizmetleri teknik eğitimi konusunda yardımcı olmuştur. MOSSAD'ın 1950'lerden beri Türkiye'de bir üssü bulunur ve 1958'de yapılan 3 taraflı bir anlaşmayı takiben, İsrail istihbarat servisleri Türk gizli servislerine eğitim vermiştir... 1970'lerde Türkiye'de neredeyse iç savaşa dönüşecek olan iç huzursuzluklar İsrail'i de ilgilendiriyordu. Bu yıllarda meydana gelen ve her ay birçok sağcı ve solcu militanın öldürüldüğü olaylar MOSSAD tarafından yakından takip ediliyordu. 4 Nisan 1985'de, Türkiye Dışişleri Bakanı Vahit Halefoğlu Washington'da İsrail büyükelçisi Meir Rosanneyle buluştu. O zamanlar, İsrail kaynakları, Türklerin Washington'daki İsrail nüfuzundan etkilendiğini ve bu buluşmayı daha çok Amerika yardımı almak için yaptığını belirtmişlerdir.11
Bu dönemde İsrail, Arap ülkeleri içindeki iç savaşları da kışkırtma yoluna gitti. İç savaşlar yoluyla, Arap birliği ve dengesini bozarak Arapların, enerjilerini kendi aralarındaki rekabete harcamalarını ve böylece kendisine karşı bir koalisyon oluşturmamalarını sağlamaya çalıştı. İsrail'in taraf tuttuğu iki Arap iç savaşı Kuzey Yemen ve Umman'daki iç savaşlardı.
1962-1970 yılları arasında Yemen'de kralcılar ve cumhuriyetçiler arasında geçen iç savaşta, İsrail, radikal cumhuriyetçilere karşı kralcıları tutmuştu. Kralcılara İsrail silahları ve İsrailli askeri uzmanlar yollandı. İsrail, Yemen'de kendisine yakın bir rejimi iktidara getirerek, Kızıldeniz'in girişi sayılan stratejik Bab-ül Mendep boğazlarını kontrol etmek de istiyordu. Umman'da 1970'lerde yaşanan iç savaşta ise iki taraf vardı: 1970'de iktidara gelen ve bir tür monarşi kuran Sultan Kabus ibn-Said ve ülkenin güneyinde ona karşı ayaklanan Halk Kurtuluş Cephesi gerillaları. İsrail, Kabus'a büyük bir destek verdi ve onun zaferinde de önemli bir rol oynadı.12
İsrail'in bir hıristiyan devleti kurmayı planlayan Lübnan Maruni Hıristiyanlarıyla olan ilişkisi de çevre stratejisinin bir parçasıydı. Marunilerle bir ittifak yapma düşüncesi Siyonist kaynaklarında ilk olarak 1920'lerde belirmişti. Vladimir Jabotinsky 1930'larda Siyonizmle ittifak içinde olan Hıristiyan bir Lübnan kurulmasını hayal etmişti. David Ben-Gurion'un 24 Mayıs 1948 tarihli günlüğünde ise Lübnan'da, güney sınırı Litani ırmağı olan bir "Hıristiyan devletinden" bahsediliyordu. 11 Haziran 1948 tarihli günlükte ise Lübnan'da bir "Hıristiyan isyanı" çıkarmanın da İsrail'in savaş hedeflerine dahil olduğu belirtiliyordu.13
Avrupa'da okumuş bir Lübnan'lı eczacı olan Pierre Gemayel 1936'da ırkçı partinin dengi olan Lübnan Falanjlarını kurdu. İsrail, 1948 savaşı sırasında Falanjistlerle bağlantı kurdu ve 1951'de Falanjist seçim kampanyasına para yardımında bulundu.
David Ben-Gurion, 27 Şubat 1954'te Sharett'e yazdığı bir mektupta bir Maruni devleti kurulmasının İsrail dış politikasının en önemli hedeflerinden biri olması gerektiğini belirtti ve bunu başarmak için gizli yollara başvurmayı önerdi. İsrail ordu komutanı Moshe Dayan, 16 Mayıs 1955'de, "İsrail'in kendini Marunilerin kurtarıcısı olarak ilan edecek bir Lübnanlı subay bulması ya da satın alması" gerektiğini belirtti. Daha sonra, kendisiyle ittifak içinde olan bir Hıristiyan rejim oluşturulabilir ve sonra da Lübnan'ı işgal edebilirdi.14
Dayan'ın rüyası, biraz daha değişik bir biçimde de olsa, 1976'da Saad Haddad adındaki bir Lübnan binbaşısı tarafından yönetilen bir kukla örgüt olan Güney Lübnan Ordusu'nun ortaya çıkmasıyla gerçek oldu. 1976'dan itibaren yüzlerce Falanjist askeri İsrail'de, İsrail paraşütçüleriyle yan yana eğitim gördüler. İsrail, 1975 ve 77 yılları arasında Falanjist ordusuna askeri malzeme temin etmek için 150.000.000$ harcadı.15 Ve sonra da tüm bu hazırlıkların sonucu geldi: İsrail ordusu 1982 yazında Lübnan'ı işgal etti ve Filistin Kurtuluş Örgütü'nü bu ülkeden sürdü. Bugün İsrail hala Lübnan'ın güneyindeki bölgeyi "güvenlik kuşağı" adıyla işgal altında tutuyor.
Tüm bunlar, İsrail'in Ortadoğu'daki savaşının değişik aşamalarıydı. Ancak Hallahmi'nin de dediği gibi İsrail'in bir de "dünya savaşı" vardır. Bu savaş, Ortadoğu'nun ötesinde tüm Üçüncü Dünya'yı kapsamaktadır ve Üçüncü Dünya halklarının denetim altında tutulması hedefine yöneliktir.
Bu dünya savaşının cephelerinin önemli bir kısmı, Üçüncü Dünya'nın en geri kalmış kısmında, "kara kıta"dadır. Konu hakkındaki kapsamlı bir araştırma, Afrika'nın "kara" tarihinde Yahudi Devleti'nin önemli bir rolü olduğunu göstermektedir.
İsrail'in Afrika'daki Savaşı
İsrail, az önce değindiğimiz gibi Üçüncü Dünya'daki dekolonizasyon (sömürgeden kurtulma) sürecinden son derece rahatsız olmuş ve elinden geldiğince bu süreci engellemeye çalışmıştı. Bunun ardındaki mantık, ezilen halkların geliştireceği başkaldırının, Filistin halkını ezen ve Vaadedilmiş Topraklar'daki diğer halkları da ezmeyi, kontrol altına almayı hedefleyen Yahudi Devleti'ne de yöneleceği hesabıydı. Bunun yanısıra İsrail, Dünya Düzeni açısından da ezenlerin ve ezilen halkların var olması gerektiği düşüncesindedir. Bu bölümün sonunda bu konuya daha ayrıntılı olarak değineceğiz.
Ancak İsrail'in 1950'lerdeki dekolonizasyonu engelleme stratejisi fazla işe yaramadı. 1950'lerin sonundan itibaren Üçüncü Dünya'daki, özellikle de Afrika'daki bağımsız ülkelerin sayısında patlama yaşandı. 1950'de Afrika'nın tümünde sadece 4 resmi bağımsız ülke vardı. 1962'de bağımsız ülkelerin sayısı otuza çıktı, 1977'de Güney Afrika'nın Namibya üzerinde kurduğu egemenlik dışında kıtanın tümü hemen hemen bağımsızdı.
Ancak bu bağımsızlık yalnızca görünüşteydi, özellikle de halk açısından. Çünkü eski sömürgeci yönetimler gitmişti ama ülkenin yönetimi yine de halkın elinde değildi. Çoğu Afrika ülkesi son derece otoriter, baskıcı ve zalim, kısacası ırkçı diktatörlerin yönetimine girdi. Bu diktatörlerin hemen hepsi de eski sömürgeci güçlere, yani Batılı büyük devletlere bağlıydılar. Bazı ülkelerde ise Sovyet müttefiki diktatörler vardı ki, bunlar da gerçekte Batı yanlısı ırkçılerden pek farklı değildiler. Bunlara "sol ırkçı' demek mümkündür.
Dolayısıyla dekolonizasyon Üçüncü Dünya halklarına özgürlük getirmedi. Özgürlük gelmeyince de Üçüncü Dünya'nın mücadelesi bitmedi. Üçüncü Dünya ülkelerinin çoğunda, iktidarı zor kullanarak elinde tutan ırkçılere karşı çeşitli halk hareketleri gelişti. Bu halk hareketleri, ülkelerindeki diktatörlere karşı çıkarak, Düzen'e de karşı çıkmış oluyorlardı. Çünkü o diktatörleri o ülkelerin başına getiren güç, Düzen'di. Düzen'e karşı çıkan herhangi bir hareket ise İsrail için tehlikeliydi.
Bu yüzden de İsrail, bu "radikalizasyon"a karşı büyük bir savaş açtı. Savaşın mantığı, Üçüncü Dünya ülkelerindeki ırkçılerin desteklenmesini öngörüyordu. Bu diktatörler hem para ve silahla desteklenecek, hem de "halk hareketlerinin nasıl durdurulabileceği" konusunda taktik yardım göreceklerdi. Bir "çete devleti" olan İsrail, bu konularda son derece uzmandı zaten.
İsrail'in Zaireli Dostu: Mobutu Sese Seko
Çok değil, bir kaç yıl öncesine kadar, New York'un Doğu Yakasındaki ünlü bir kuaför, hatırlı bir müşterisinin daveti üzerine ayda bir kere Afrika'ya uçardı. İsterse yolda kendisine refakat etmek üzere birkaç arkadaşını da beraberinde götürebilen bu kuaför, zengin ve güçlülerin kuaförüne yakışacak bir yolculuk sürer, Concorde'la yaptığı seyahatinde Eski Dünya'da sadece bir kaç saat kaldıktan sonra New York'taki müşterilerine geri dönerdi. Bütün bunların parasını ödeyen, yani tıraş olmak için New York'tan Concorde uçakla özel kuaför getirten kişiyse dünyanın en rezil diktatörlerinden Zaire Devlet Başkanı Mobutu Sese Seko'ydu.
Zaire, bir yandan inanılmaz bir doğal kaynak servetine sahipken (bakır, kobalt, elmaslar, çinko, tin, uranyum, su gücü), bir yandan da inanılmaz ve anormal bir yoksullukla karşı karşıya olan bir ülkedir. Mobutu'nun inanılmaz lükslerine karşın, Zaire insanı, Afrika'nın en fakir insanları arasındadır ve hayatının büyük birçoğunluğunu yarı aç bir durumda geçirmiştir.
Ülke 1960'da bağımsız olmuştu. Ancak bu bağımsızlık, az önce değindiğimiz türdendi; halk yine köleydi. General Mobutu, 1965'deki darbeyle başkan oldu. Ve kurduğu rejim, tek kelimeyle cani bir diktatörlük olarak tanımlanabilirdi. Amnesty International, hazırladığı raporlarda sürekli olarak Mobutu'yu Afrika'nın en baskıcı yöneticilerinden biri olarak tanımladı. Mobutu ayrıca ülkeyi inanılmaz bir şekilde sömürdü: Diktatör İsviçre'deki banka hesaplarına milyarlar pompalarken, Zaire'nin insanları açlıktan ölmek üzereydi ve yılda 80$'dan az bir gelire sahiptiler. Ülkenin zenginliklerinin diktatör ve arkadaşları arasında sistematik bir şekilde yığılması ve paylaşılması sonucunda, Mobutu'nun şahsi servetinin 4 milyon dolara ulaştığı hesaplanıyor.
Amerikalı gazeteci J. Kwinity'nin yazdığı "Where Mobutu's Millions Go" (Mobutu'nun Milyonları Nereye Gidiyor) başlıklı bir makalede, Zaire sefaleti şöyle anlatılıyordu: "Kötü beslenme Zaire nüfusunun 1/3'ünden fazlasının ölümüne sebep olmakta ve pek çok çocukta da kalıcı beyin zedelenmesine yol açmaktadır. Zaire'nin yarısı çocuk olan 25-28 milyonluk nüfusu, çamur kulübelerinde açlıktan ölmek üzeredirler." 16
Dünyanın en fakir ülkelerinden biri olan Zaire'yi bu şekilde sömüren Mobutu, doğal olarak, iktidarda kalışını kurduğu baskı rejimine borçludur: Mobutu'ya karşı çıkmaya kalkanlar acımasızca yok edilir. Özel polisin işkence yöntemleri korku salar...
Peki bu rezil Üçüncü Dünya ırkçıi iktidarını kime borçludur?
En başta İsrail'e... İsrailli askeri uzmanlar, 1969'da Mobutu'nun ordusundaki özel timleri eğitmeye başlamışlardı. İlerleyen yıllarda ilişkiler daha da gelişti; MOSSAD Zaire'de son derece aktif hale geldi. Savunma Bakanı Ezer Weizmann (şu anki Cumhurbaşkanı) 1979'da Zaire'yi gizlice ziyaret etmiş ve Mobutu'ya askeri yardımı artırma sözü vermişti. 1981'de MOSSAD'ın ünlü ajanlarından David Kimche Mobutu'nun konuğu oldu. Aynı yıl Savunma Bakanı Ariel Şaron gizlice Zaire'ye geldi ve Mobutu'yla, diktatörün özel koruma birliğini eğitmek için anlaşma imzaladı. 1982'de, Mobutu, İsrail'le ilişkilerini geliştirmesine karşılık 10.000.000$ bahşiş aldı. 1983'te Ariel Şaron 4 günlük bir Zaire ziyareti yaptı ve Mobutu'nun özel koruma birliğinin sayısının 3.000'den 70.00'e çıkması ve İsrailli uzmanlar tarafından eğitilmesi kararlaştırıldı. 1984'de İsrail Devlet Başkanı Haim Herzog, dünya Yahudilerini Zaire'de yatırım yapmaya davet etti. İlerleyen yıllarda İsrail lobisi, Washington'da Mobutu lehine lobilicilik yaptı. 1985'te Mobutu İsrail'e resmi ve anlı şanlı bir ziyaret yaptı. Zaire diktatörü, başkan Haim Herzog tarafından 21 el silah atışı ve İsrail hava gücü jetlerinin uçuşuyla gösterişli bir şekilde karşılandı.17
Mobutu, Üçüncü Dünya'nın gördüğü en rezil ve en baskıcı diktatörlerden biriydi. Eli kanlı diktatörün en yakın müttefikiyse Üçüncü Dünya'nın "kontrol altında" tutulması hedefindeki İsrail'den başkası değildi.
Motubu, her ırkçı diktatör gibi rejim muhaliflerini baskı ve katliamla yola getiriyordu. 1978'de diktatöre karşı gelişen halk isyanı, son derece kanlı bir biçimde bastırıldı. İsyanın merkezi olan Kloweiz kenti, (üstteki gibi) ölülerle doldu. Mobutu'nun "güvenlik güçleri" başarılıydılar. İsrail tarafından eğitilmişlerdi çünkü...
Bu dönemde Mobutu'nun İsrail'den iki büyük ricası vardı: Zaire'deki baskıcı gizli polis servisinin İsrail tarafından eğitilmesi ve Yahudi lobisinin Amerika'da Mobutu'yu desteklemesi. Bu isteklerin ikisi de İsrail tarafından kabul edildi. Kısa bir süre sonra iki İsrailli general, Ehud Barak (şu anda İçişleri bakanı) ve Abraham Tamir'in Zaire'ye yaptığı ziyarette Mobutu'nun gizli polisinin, sayıları yüzleri bulan özel "bodyguard"larının ve istihbarat servisinin İsrailli uzmanlar tarafından eğitilmesi kararlaştırıldı.
İsrail Mobutu'ya yardım etmek için gerçekten Amerika'daki nüfuzunu kullandı. Dışişleri Bakanı Yitzhak Şamir'in Aralık 1982 Zaire ziyaretinde, iki Yahudi Amerika Kongre üyesinin, Howard Wolpe ve Stephen Solarz'ın Mobutu lehine lobi yapacağına söz verdi. Gerçekten de Solarz ve Wolpe Mobutu lehine lobi yaptılar ve etkili de oldular. İsrail, bu iki Yahudi Kongre üyesi aracılığıyla, Zaire'ye yapılan Amerikan yardımının artmasını ve Reagan yönetiminin genel olarak Mobutu rejimine olumlu yaklaşmasını sağladı.
İsrail, Mobutu'nun Amerika'daki imajını değiştirmek için de oldukça çaba sarfetti. 1981'de İsrail'in iktidar partisi olan Likud'un da seçim kampanya- sını yürüten İsrail Zeev First firması, bir Amerikan Yahudi delegasyonu tarafından 1982'de Zaire'ye yapılan ziyareti organize etti.18
Bu arada MOSSAD ajanı Meir Meyouhas, "Mobutu'nun sağ kolu" haline geldi ve Afrika diktatörüne hemen her konuda danışmanlık yaptı. Meyouhas, Zaire diktatörünün dış gezilerinin tümünde ona eşlik etti. Özellikle Mobutu'nun Amerika gezisinde önemli görüşmeler ayarladı: Zaire diktatörünü Amerika'daki Yahudi örgütleriyle görüştürdü ve bu örgütlerin aracılığıyla da IMF'nin Mobutu rejimine cömert krediler vermesini sağladı... Hallahmi, Meir Meyouhas'ın "Mobutu'nun en yakın dostu ve en iyi iş ortağı" olduğunu söylüyor.19
Mobutu 1995'te hâlen iktidarda. Ülkeyi, başkentten değil, Gbadolite şehri kıyısında, nehir üzerine yaptırdığı saray-gemisinden yönetiyor. Suikast korkusu nedeniyle buradan pek ayrılmıyor. Kişisel servetinin 5 milyar $a ulaştığı, İsviçre'de şatoları, Cote d'Azur'da pahalı yatırımları olduğu biliniyor. Ülkede Mobutu'nun dalkavukluğundan başka bir şey yapmayan bakanlara yaklaşık 12000$ aylık veriliyor, öğretmen maaşı ise 8 dolar kadar...
Uganda'nın Faşisti İdi Amin
ya da Kuzuların Sessizliği
Üçüncü Dünyanın en ünlü ırkçılerinden biri Uganda'daydı. 1971'de gerçekleşen bir askeri darbeyle eski Başkan Obote'yi devirerek iktidarı ele geçiren İdi Amin, tüm ırkçı diktatörler gibi İsrail'le çok yakın ilişkiler kurdu.
İdi Amin, darbe yapmadan önce de İsraillilerle yakın ilişki kurmuştu. Zaten İsraillilerin Amin'in darbesini desteklemelerinin de başta gelen nedeni, onu önceden "gözlerine kestirmiş" olmalarıydı. İdi Amin'in sözkonusu bağlantısı, Obote döneminde başlayan İsrail-Uganda ilişkileri sırasında doğmuştu.
Uri Dan, Entebbe Havaalanında 90 Dakika adıyla Türkçe'ye çevrilen kitabında bu konuda şöyle diyor:
Uganda bağımsızlığını kazandıktan kısa bir müddet sonra, o zaman İsrail Savunma Bakanlığında Müsteşar olan Şimon Peres bir ziyaret için Uganda'ya gelmişti. Ev sahipleri, Peres'ten kendi ordu ve hava kuvvetlerini kurarlarken yardım etmesini istediler. Peres uygun buldu ve 1963 Nisanı'nda, o zaman Dışişleri Bakanı olan Golda Meir İsrail'le Uganda arasındaki yardım ve işbirliği anlaşmasını imzaladı... Anlaşmadan sonra, Albay Şaham, İsrail Savunma Bakanlığı heyetinin başında Uganda'ya geldi. Şöyle üstün körü yaptığı bir teftiş Şaham'a yapılacak çok şey olduğunu gösterdi. Uganda ordusu, 700-800 askerden müteşekkil bir tek piyade taburundan ibâretti. Taburun hem komutanı, hem de diğer bütün subayları İngiliz'di. Piyade taburu, herşeyden önce merasimler ve resmi geçitler için kullanılıyordu. Genellikle bayramlarda sokaklardan geçiyor, pek başka bir işe yaramıyordu. Zonik ve yanındaki İsrailli subaylar, işte bu komik-opera taburunu, etkin bir savaş gücüne dönüştüreceklerdi.20
Uganda'nın 1960'lı yıllarda İsrail'le girdiği bu yakınlaşma süreci sırasında, Uganda ordusunda general olan İdi Amin İsrail'le "kişisel" bir yakınlık kurmaya başladı. Uri Dan şöyle anlatıyor:
İsrail, anti-Siyonist bir politika izleyen Uganda lideri Obote'yi (en solda) devirerek yerine "İsrail hayranı" bir subay getirdi: İdi Amin (yanda). Amin, İsrail'in yardımıyla gerçekleştirdiği darbenin ardından, 8 yıllık rejimi boyunca 300000'den fazla insanı öldürttü.
Zonik ve arkadaşları işe ufaktan başlayarak, sadece bir bölüğü savaşabilecek bir bölüğe dönüştürmeye koyuldular. Ugandalı askerler eğitilmek için İsrail'e gönderildiler. Piyade bölüğünün eğitilmesinde İsrailli subayların gösterdikleri başarı, Cumhurbaşkanı Obote'nin, İsrail heyetine, Uganda'nın özel polis kuvvetlerini yetiştirmesi için istekte bulunmasına yol açtı. İsrail'den gönderilen Fuga-Magista ve Dakota'ları kullanan İsrailli havacı öğretmenler Uganda Hava Kuvvetlerinin temelini attılar ve hatta teknik bir okul bile açtılar. Uganda'nın bağımsızlığının ikinci yıldönümünde, İsrailli subayların gururlu bakışları önünde altı tane Fuga-Magista uçağı hava gösterilerinde bulundu... İdi Amin, Kampala'daki İsrail misyonuyla özel ilişkiler kurdu; sık sık İsrail'i ziyaret ediyor ve her seferinde bu ülkeye duyduğu hayranlık bir kat daha artıyordu. İsraillilerin çalışkanlığını öve öve bitiremiyordu. Deniz ve karadan taşınmak üzere parçalara demonte edilmiş şekilde Uganda'ya getirilen ilk jet uçaklarının orada tekrar monte edilişini görünce, İsraillilerin bu metal parçalarını nasıl bir jet uçağına dönüştürdükleri karşısında hayretlerini gizleyemedi. Monte edilen ilk Fuga-Magista'nın ilk uçuşuna gönüllü olarak katıldı ve bu işten son derece zevklendi. Daha sonra İsrailliler Amin'e ender kimselere verdikleri bir ödül verdiler: Paraşütçülerin işareti. 2 Temmuzda Moritanya'ya giderken bile, saklamadığı bir gururla bu işareti taşıyordu... Aradaki ilişkiler o denli iyiydi ki, Amin bir gün, Kampala'da askeri ateşe olarak görev yapan Şaham'dan, İsrail'in, Kongo'dan çalınan muazzam miktarlardaki altının satışı için yardımcı olmasını istedi. Bankerler, işin esasını kurcalamak gereği hissetmedi altınların satış işlemlerini ayarladılar.21
Kısacası İsrail, Uganda devletiyle yakın ilişkiler kurarken, bir yandan da kendi savaş yeteneklerine ve güçlerine hayran olan İdi Amin gibi ırkçıleri de "özel" bağlantılarla kendi yanına çekiyordu (Güce, hatta şiddete olan hay- ranlık, ırkçılerin değişmez özelliğidir).
İdi Amin'in henüz ordu görevlisi olduğu sıralarda İsrailliler tarafından keşfedilmiş olmasına, Amerikalı yazarlar Andrew ve Leslie Cockburn de değinirler. Buna göre göre, İdi Amin ilk önce İsrail'in Uganda Büyükelçisi Uri Lubrani'nin dikkatini çekmişti. Lubrani, Uganda'ya gelen İsrail askeri heyetine "Bu Amin bizim adamımız sayılır, şimdi öyle olmasa da yakında öyle olacak" demişti. Askerî heyetin başındaki MOSSAD ajanı ve albay Baruch Bar Lev de İdi Amin'i beğenmiş ve Lubrani'nin teşhisine katılmıştı.22 İsrailliler, Uganda'da bir piyon bulmuşlardı.
Ve İsrail, kısa süre sonra İdi Amin'i Obote rejimine karşı kullanmakta gecikmedi. Çünkü Obote, diğer bazı Afrika ülkeleri gibi 1967'deki Altı Gün Savaşı'nın ardından İsrail'e soğuk bakmaya başlamıştı. İsrail'in bu savaşta işgal ettiği bölgelerden çekilmemesi, Obote'ye ve benzeri liderlere eski sömürgecilik çağını hatırlatmış ve bu liderler Filistin davasına destek olmaya başlamışlardı. Bu devletler 1967 savaşının hemen ardından Birleşmiş Milletler'de İsrail aleyhine oy kullanarak tavırlarını gösterdiler.
Bu durumda İsrail'in yapabileceği tek bir şey vardı: Üçüncü Dünya ülkelerinde, Filistin davasına değil, kendi işgalci rejimine sempati duyan güçleri iktidara getirmek. İşgale sempati duymak; baskıya, şiddete, haksızlığa sempati duymayı, "güçlü olan haklıdır" prensibini kabul etmeyi gerektiriyordu. Bu mantık, bilindiği üzere, ırkçı mantığıdır. Güçlü olanın haklı olduğunu kabul edebilecek insanlar, doğal olarak İsrail'in haklı olduğu sonucuna varacaklardı. İsrail'in Üçüncü Dünya'daki ırkçı rejimlere verdiği desteğin en önemli nedenlerinden biri budur.
Bu "ırkçı bağlantısı"nın en iyi örneklerinden biriydi İdi Amin darbesi. İdi Amin, darbeyi üstte belirttiğimiz nedenle gittikçe İsrail aleyhtarı bir çizgiye girmeye başlayan Obote'ye karşı yapmıştı. Bu yüzden de MOSSAD, İdi Amin'e destek verdi. Amin'in darbesi, MOSSAD'ın büyük yardımıyla yapılmıştı; az önce sözünü ettiğimiz MOSSAD ajanı Albay Baruch Bar-Lev, olayda büyük rol oynamıştı. Baruch Bar-Lev, darbe sonrasında da İdi Amin'le çok yakın ilişki içinde olmaya devam etti. İdi Amin'in İsrail ilişkileriyse hep sürdü: Sık sık İsrail'i ziyaret ediyor ve her seferinde bu ülkeye duyduğu hayranlık bir kat daha artıyordu.23 Uri Dan, "İdi Amin hayatını bile bir İsrailli subaya, Ze'ev (Zonik) Şaham'a borçludur" diyor.24
İsrail'in "Uganda'daki adamı" olan İdi Amin'i ünlü yapan özelliğiyse uyguladığı vahşetti. Ülkedeki tüm rejim muhaliflerini ortadan kaldıran Amin, uluslararası kuruluşların verdiği rakamlara göre, 8 yıllık iktidarı boyunca 300000'i aşkın insan öldürttü. Bunların bir kısmı Uganda nehirlerindeki timsahlara parçalatılmıştı. Ayrıca Amin'in bir de ilginç "hobi"si vardı: Uganda canavarı aynı ünlü Kuzuların Sessizliği filminde Antony Hopkins'in canlandırdığı "yamyam" doktor gibi siyâsî muhaliflerini öldürttükten sonra onların karaciğerlerini yiyordu.
Manevi Cihazlanma Derneği (Moral Re-Armament)
Aytunç Altındal, "Derneğin Türkiye kanadında, Nazizmin babası gizli Thule örgütüyle ilişkili Almanlar ve Avusturyalılar vardı. Dernek, 60'larda ordu içinde etkiliydi." diyor. 1995'te Aktüel dergisinin 229. sayısında yayınlanan dosyada ilginç iddialar yer alıyor:
İsviçre'de, Montrö yakınlarındaki Caux kentinde tarihi bir şato. Umberto Eco'nun romanından çekilen "Gülün Adı" filminin sahnelerini andıran bir Ortaçağ dekoru. 1500 kişilik dev salonlar, antikalarla dolu uzun koridorlar. Ve ortalıkta dolaşan siyah cübbelerinin arasında kollarını kavuşturmuş; yaşlı papazlar... Burası bir kilise değil; Hıristiyanlık üzerine uluslararası çalışmalarıyla tanınan, araştırmacı-yazar Aytunç Altındal'a göre "Moral Re-Armament"in, yani "Manevi Cihazlanma Derneği"nin karargâhı.
Son Toplantı 1994'te
Altındal'a göre, bu karargâhta uzun yıllar çeşitli Türkler eğitim gördü. Son olarak da, l994'te ünlü bir kadın reklamcının organizasyonuyla, 20 başarılı Türk gazetecisi bir hafta ağırlandılar. Papazlar, Türk gazetecilerinin ayaklarını bile yıkadı... "Tüm bunlarda ne var?" denebilir. Altındal'a göre ise, "Çok şey var".
AB'nin Fikir Babaları
"1920'de bir rahip tarafından kurulan bu dernek, 1936'da İngiliz İstihbaratı'nca gizli Nazi sempatizanı olmakla suçlandı. Yıkıcı faaliyetlerle bulunmakla da... İngilizler, derneği '5. Kol faaliyetlerinde bulunan 'yıkıcı kuruluşlar listesi'nin en başındaki ilk üçe soktular. Dernek, Hitler'in yenilgisinden sonra 1945'te Fransız ve Alman önde gelenlerini gizlice buluşturarak, 5 yılda 3 bin kişiyi bir araya getirdi. Avrupa Topluluğu'nun da nüvesi bu görüşmelerde atıldı. Derneğin ilkesi, Hıristiyan ahlâkının üstünlüğü çerçevesinde Katolikleri, Protestanları ve Ortodoksları birleştirmekti..."
Aytunç Altındal, derneğin bugün de çok etkin olduğunu ileri sürüyor: "Manevi Cihazlanma, Amerika'da en etkili kurumlardan biridir. Bill Clinton yönetiminde çok etkilidir. Butros Gali, Zbigniew Brzezinski gibi ünlü kişilikler de derneği övüyor ve Clinton'dan özellikle İslam ve AT konusunda örgütle temas halinde olmasını istiyorlar. Yakın bir gelecekte derneğin Türkiye-Yunanistan ilişkilerinde arabuluculuk görevine soyunduğunu görürseniz, hiç şaşırmayın!"
Önemli Türkler de "Cihaz"lanmış
Aytunç Altındal, bu iddialarını Sabah'ta yayınladığı "Mitler Doğmadan Öce" yazı dizisinde, "Türkiye ve Ortodokslar" adlı kitabında ve Aktüel'le yaptığı söyleşide dile getirdi. Altındal'a göre derneğin bir de Türkiye kolu vardı; "1950'lerde Neo Nazi hareketler yeni isimler aldılar. 54-55'lerde İstanbul'u ve büyük şehirleri güzelleştirme dernekleri sardı. Birçok işadamının Avrupa ve İsviçreyle bağlantıları, bu dernekler aracılığıyla oldu." diyen Altındal. Türkiye'de Manevi Cihazlanma Derneği'nin de kurulduğunu açıkladı:
"27 Mayıs'ta Etkili Oldular"
"Dernek, Caux'taki şatoda eğitilmiş Türkler tarafından 1958'de Ankara'da kuruldu. 40 kişilik kurucu kadrosunun toplantıları Bulvar Palas'ta yapılırdı. 

Derneğin onursal başkanı, dönemin İstanbul Valisi Fahrettin Kerîm Gökay'dı. Ünlü Mason Ekrem Tok ve İstanbul'da yaşayan bazı Alman, Avusturyalı ve Polonyalılar da üyeler arasındaydı. Bunların bir kısmı, geçmişte Nazi Partisi'nin babası olan gizli Thule örgütüyle sıkı ilişkileri olan kişilerdi. 27 Mayıs'ta çok etkili oldular. Dernek, Fener Patrikhanesi'ne Vatikan gibi 'Devlet içinde devlet' statüsü verdirmek için uğraştı, Menderes'e tavsiyede bulundu. 60'larda ordu içinde de etkiliydi..."
Aktüel, Emniyet Genel Müdürlüğü ve Dernekler Masası'ndan derneğin kayıtlarını araştırdı. Aldığımız cevap, "Dernek 1967'de feshedilmiş. Evrakları da SEKA'ya gönderilmiş." oldu...
Manevi Cihazlanma Derneği'nin kurucu listesine ulaşmak, mümkün olamadı. Kurucuların çoğunun yaşamadığını da öğrendik. Fakat derneği çok iyi hatırlayan biri vardı: 27 Mayıs döneminin devrimci gençlik lideri Dr. Memduh Eren. 12 Mart döneminde sol cunta davalarından yargılanan ve ağır işkenceler gören Eren, dernekle ilgili duyduklarını şöyle anlattı:
Celil Paşa ve İki Yahudi Aile
"Dönemin ihtilalci subaylarından, rahmetli Celil Gürkan Paşa'nın en yakın dostlarındandım. Paşa ve eşi 1972'de bana derneğin kendileriyle ilgilendiğini anlattılar. 1960'da; ihtilalden 10 gün sonra Celil Paşa Kıbrıs'ta görevli iken, İstanbul'dan komşuları olan iki Yahudi aile ziyaretlerine geliyor. Ve birlikte İsviçre seyahati yapmayı teklif ediyorlar. Paşa 'Mümkün değil. İhtilal oldu, görevimi terk edemem' diyor. Bunun üzerine İstanbul'daki 1. Ordu Komutanının telefon emriyle Celil Gürkan'a 3 ay izin çıkartılıyor. Gürkan ve eşi, Yahudi ailelerle beraber İsviçre'deki derneğin şatosuna gidiyor. Orada 15 gün boyunca, günde 6 saat ders altında, beyin yıkamaya maruz kalıyorlar. Sonunda da "Spor elbisesi alacağız' diye şatodan kaçıp Paris'e, yakınlarının yanına gidiyorlar..."
Nazi Lideri, Türkiye'de mi Saklandı?
Altındal'ın Sabah'taki yazı dizisinde ortaya attığı bir çarpıcı iddia da, Hitler'e ve Nazi partisine kaynaklık eden gizli Thule örgütünün liderinin, 2. Dünya Savaşı'nda Nazi yenilgisinin ardından, "ölü" gösterilerek yıllarca Türkiye'de saklandığı... Peki Manevi Cihazlanma Derneğiyle bu liderin gizlenmesi arasında bir bağlantı var mı? "İki olay, paralellik arz eder." diyor Altındal. "Thule'nin lideri Rudolf von Sebottendorf, 1945-1957 arasında Türkiye'de 'Görünmeyen eller' tarafından korundu. Balıkesir ve Adana'da saklandı" diye de ekliyor. Peki saklayanlar kim? "Beni fazla zorlamayın. Ben de bir kitap yazıyorum. Öümüzdeki günlerde Amerika'da çıkacak kitabımda bazı şeyleri açıklayacağım." diyerek bu soruyu yanıtlamıyor.
Aytunç Altındal'a, "Hem 'Dernek Nazi sempatizanı' diyorsunuz, hem de üyeler arasında Masonların da bulunduğunu söylüyorsunuz. Bu çelişkili değil mi? Yahudilikle masonluk arasında bir ilişki yok mu?" diye soruyoruz. Buna cevabı da şöyle:
"Dernek Yahudi aleyhtarıdır. Bünyesine hiç Yahudi almamıştı. Türkiye'deki şubesinde de Yahudi yoktu. Ayrıca sanıldığının aksine Yahudiler Masonları değil. Masonlar Yahudileri kullanır. Almanya'daki 24 bin masondan, sadece 400'ü Yahudidir..."
Dünyayı yönetenler arasında gerçekten insanlığın bilmediği gizli örgütler de mi var? Bunların kolları Türkiye'ye de mi uzanıyor? Aytunç Altındal'ın bu sorulara cevabı: "Evet!". Bu cevabın daha somut kanıtlarını öğrenmek için ise, Amerika'da çıkacak kitabı beklemek gerekecek anlaşılan...
Mahir Kaynak: "Neo Nazizm'in Arkasında Amerika Var!"
Aytunç Altındal'ın ortaya attığı, son yılların bu en çarpıcı komplo teorisi hakkında, bir başka komplo teorileri uzmanı olan Prof. Mahir Kaynak'ın da görüşünü aldık. Kaynak, teoriyi kısmen doğrulayarak şunları ekledi: "2. Dünya Savaşı'ndan sonra Alman gizli servisinin artıklarını Amerika devraldı. Bu kadroların büyük bölümünü Güney Amerika'ya kaçırdılar. Hatta buna 'Odessa Operasyonu' adı verildi. Amerika'nın Güney Amerika'daki operasyonlarını bunlar yürüttüler. Bunlar, yenik, esir ve suçlu eski Nazilerdir. Ve Amerika bunları istediği gibi kullanır. Çünkü istendiği an idam edilebilirler! Neo Nazizm'i de Almanya'nın hareket alanını sınırlamak için Amerika hortlattı. Şu anda Alman gizli servisi, Nazi aleyhtarı ve sosyal demokrat ağırlıklıdır."
Osman Aytunç Altındal Kimdir?
Lise yıllarında, okuduğu Kabataş Lisesi'ni kundaklama teşebbüsünden, bugünün uluslararası din uzmanlığına uzanan ilginç bir hayat çizgisi var Aytunç Altındal'ın. 1970'lerde TKP'nin"Bizim Radyo"su onu "Atatürk'ün kurdurduğu sahte TKP'nin üyesi" olmakla suçlarken, Marksist dergiler çıkartıyordu. Son yıllarda ise Refah Partisi'ne ve askerlere yakınlığıyla göze çarpıyor. Altındal, yılın yarısını Amerika'da geçiriyor, Hıristiyanlıkla ilgili çalışmalar yapıyor.
Hitler'in Arkasındaki Adam: Sebottendorf'un Türkiye Günleri
Nazizmin kurucusu, Türkiye'de saklanmış 1912'de kurulan gizli Thule örgütü, Aytunç Altındal'a göre Hitler'in ve Nazizmin babasıydı. Hitler'i siyasete sokan, yükselten ve ona mali destek bulan da Thule'ydi. Gamalı haçlı Nazi bayrağını bile Thule hazırlamıştı. Bu örgütün lideri, Baron Rudolf von Sebottendorf'tu. 1875'te doğan "Baron", aslında bir isçinin oğluydu. Fakat 1910'larda bir soylu Alman ailesi tarafından evlat edinilerek "Baron" sıfatını kazanmıştı. Nazi Partisi'nin ilk hali olan Alman İşçi Partisi'ni de Baron ve örgütü kurmuştu.
Alman tarihçileri "Baron 1934'te Hitler'le çelişkiye düştü ve öldürüldü." dedilerse de, ölmemiş ve İstanbul'a kaçırılarak 1934-45 yılları arasında Alman istihbaratı görevlisi olarak çalışmıştı. Burada Taksim ve Teşvikiye'de yaşamış, Türk önde gelenleriyle dostluklar kurmuştu.
İngilizler; "1945'te Almanya teslim olunca baron intihar etti." diyorlardı. Aytunç Altındal ise bunun tersi görüşteydi: "Baronun hayatını araştırdım. Ve Baronun 'öldüğü' söylenen tarihten 12 yıl sonra, bir başka soyadıyla 1957'de Balıkesir'den Antalya'ya gelen 3 kişilik bir Alman heyetinde yer aldığını, Antalya'da iki gece Cumhuriyet Oteli'nde kalarak Adana'ya geçtiğini saptadım. Sebottendorf'un 1945-57 yılları arasında Türkiye'de 'Görünmeyen eller'ce korunduğu sanılıyor..."
Ya Manevi Cihazlanma Derneği? Onun burada rolü var mı? Altındal, "Detayları kitabımda yazacağım" diyor Fakat "Dernekle Sebottendorf arasında paralellik var." demekten de kendini alamıyor...

Malta Şövalyeleri (St. Jean Şövalyeleri Tarikatı, Knights Hospitalier)

Hospitalier Şövalyeleri ya da St. Jean Şövalyeleri tarikatı (Latince: "Cavalieri Ospitalieri" [Hastane Şövalyeleri] ) 11. yüzyılda kurulmuş bir şövalye târikatıdır. Sonradan ismi "Rodos Şövalyeleri", çok sonralarıysa "Malta Şövalyeleri" olarak anılmıştır. [1] Aslında bir hayır kuruluşu olan bu târikat, XI. yüzyılın sonlarına doğru Amalfili İtalyan tacirler tarafından Müslümanlardan alınan özel izinle Kudüs'te, şehre gelecek yoksul ve hasta hacı adaylarına yardım etmek amacıyla kurulmuştur. [2] Katolik bir yardım derneği olarak günümüze kadar ulaşmış olan bu târikat, tarihin bazı dönemlerinde bağımsız bir devlet olarak güçlü bir ordu ve donanmaya sahip olmuş; Avrupa, İslam ve Osmanlı tarihi'nde büyük izler bırakmıştır. Merkezi, İtalya'nın Roma kentinde bulunan târikatın günümüzdeki resmi adı İtalyanca'da "Sovrano Militare Ordine Ospedaliero di San Giovanni di Gerusalemme di Rodi e di Malta"; yani "Kudüs, Rodos ve Maltalı St. Jean Egemen Askeri Hospitalier Tarikatı" ya da kısaca "Malta Târikatı"dır.[1] Zamanla güçlenmiş ve 1309'da Rodos Adası'nı ele geçirerek güçlü bir donanma oluşturmuşlardır.[3]
Devletin resmî siyasetinden bağımsız hareket eden ve kendilerini sadece Papa'ya karşı sorumlu sayan bu târikatlara mensup şövalyelerin sayısı, 2000 civârındaydı ve Haçlıların çekirdek gücü olan en çetin süvârileri meydana getiriyorlardı. Hospitalier Şövalyelerinin işareti, zırhlarının üstüne giydikleri uzun mantolara işlenmiş beyaz haçtır. Bu şövalyeler, önceleri Kudüs'ü sahile bağlayan «hacılaryolu»nu korumakla işe başlamışlar; daha sonra bütün Haçlı seferlerine katılmışlar Müslümanların Endülüs'ten çıkarılmasında ve Haçlıların denizlerdeki harekâtında da görev almışlardı. Hısnu'l-Ekrad, Arka, Merkab, Sahyun, Kevkeb ve Beyt-i Cibrin kalelerine sahip olan Hospitalier Şövalyelerinin Ortadoğu'daki varlıkları Kalavun'un 25 Mayıs 1285'te son kale olan Merkab'i almasıyla sona erdi.[2]


Tarihçe
5. Yüzyıl'da kurulan Hıristiyan-Katolik inanışında bir şövalyelik târikatıdır. [3] Kudüs'teki St. Jean Kilisesi yakınında [1] bir kilise dayanışma örgütünce yönetilen ve [3] hasta hacıların tedavisi amacıyla işletilen hastanenin gelişmesiyle ortaya çıktı. [1] Hugues de Payns, "Templier Şövalyeleri" târikatını kurarken; Raymond de Puy de, Hospitalier'i şövalye tarikatına dönüştürmüş ve bu tarihten sonra "Saint Jean Şövalyeleri", daha sonra "Rodos ve Malta Şövalyeleri" adıyla anılır olmuştur.[2]
Saint John Şövalyeleri tarikatının başlangıç başlangıç tarihini kesin olarak saptamak zordur. İlk Hıristiyanlar kutsal şehir Kudüs'ü ziyaret etmek için zorluklarla karşılaşıyorlardı. Uzun yolculuklar ve hastalıklar Hıristiyan hacılar için korkutucuydu. M.S.600'lerde Papa, Büyük Gregori Abbot Probus'a fakir ve hasta Hıristiyan hacılar için Kudüs'te bir düşkünler evi açması için yetki verdi. M.S. 800'lerde bin bir gece masallarının ünlü kişisi Harun Reşit, İmparator Şarlman'ın isteği üzerine düşkünler evinin daha büyük olarak yapılmasına ve yanına da kütüphane eklenmesine izin verdi.[4]
İslam ve Hıristiyan dünyasının bu hoşgörülü davranışı 200 yıl kadar sonra, Halife El-Hakim Zamanında son buldu. Düşkünler evi ve kütüphane ortadan kaldırdı. Buna rağmen her iki dünya arasında ticaret devam ediyordu.
El-Hakim'in ölümünden sonra İtalya kıyılarında Napoli'nin güneyinde küçük bir Cumhuriyet olan Amalfi'li tüccarlar, Şarlman'ın yardımlarıyla yapılan düşkünler evinin arazisini satın aldılar ve burada bir kiliseyle yeni bir hastaneyi Hıristiyan hacılar için inşâ ettiler. Sekiz köşeli beyaz bir haçı işaret olarak benimsediler. Bu haç Almalfi Cumhuriyeti'nin bayrağında olan haçtır. Kale duvarlarında görülen ve Malta haçı adını verdiğimiz bu haç Amalfi Cumhuriyetinin ticaret gemilerinde taşınan bayrağın haçıdır. Avrupa Hıristiyanları 1096'da 1. Haçlı Seferi'ne başladılar ve 1099 yazında Kudüs'e geldiler. Altı haftalık bir kuşatmadan sonra Kudüs'ü aldılar. Hıristiyan düşkünler evi bu savaş sırasında zengin fakir ayırt etmeden birçok kişiye hizmet sundu.Savaşa katılan pek çok şövalye bu düşkünler evine oldukça önemli bağışlarda bulundular. Bu sırada hastanenin, başında bulunan kutsalmış Gerard, Benedektin tarikatını bırakarak, Augustinus görüşü doğrultusunda Saint Jean Aziz Yahya düşkünler evi keşişleri adıyla yeni bir tarikat kurdu. Bu tarikatın tüzüğü de papa Pascalis II tarafından onaylandı. Aynı zamanda bu tarikata Hıristiyanların korunması için askeri hizmet bölümü eklendi. Tarikatın yöneticisi Gerard'dan sonra, Raymond du Puy, hastanesindeki şövalyelerin başına üstat unvanıyla seçildi. Kendisine tarikatın ikinci kurucusu da dendi. Getirdiği sistem günümüze kadar aynen sürdü.[2]
Hospitalier Şövalyelerin, Hıristiyan kutsal mekanlarını ziyaret edecek çok sayıdaki Hıristiyan hacıya konukseverlik göstereceği ve aralarındaki hastaları tedavi edeceği farz ediliyordu. (Gördüğünüz gibi konukseverlik daha sonra hastaların bakıldığı yerle eşanlamlı oldu: hospital hastane.) Hospitalier Şövalyeler ana binalarını Kutsal Kabir Kilisesi'nin yakınına, yani mantıklı bir yere inşâ etti. Bir kilise, acizler yurdu ve hastaneden oluşan başka bir kompleksiyse bugün eski Yeruşalim şehrindeki Yahudi mahallesinin kalbi olan yerde, Batı Duvarı'na giden ana merdivenin yakınlarında kurdular. Bu kalıntı korunmuş, turistleri çekmektedir. Yakınlarındaki Haçlı yapıları yenilenmiş ve apartman dairesi, okul ve dükkan olarak kullanılmaktadır.[7]
1099'da Haçlıların Kudüs'ü fethetmesinden sonra, hastanenin baş rahibi Gerard Kudüs'teki çalışmalarını yoğunlaştırdı. Provence'lilerle İtalyanlar'ın Filistin yolu üzerindeki kentlerinde hanlar kurdu. Hastanede tedavi gören bazı haçlı şövalyeleri mallarının bir bölümünü buraya bağışladı; bazıları ise Kudüs'te kalıp hastanede kalıp hastaneye hizmet ettiler. Böylece zenginleşen hastane, hasta ve yoksullara hizmette olduğu kadar Müslümanlara karşı savaşta da etkin olan zengin ve güçlü bir kurum durumuna geldi.[1]
1187'de Selahaddn Eyyûbî, Kudüs'ü geri aldı ve şövalyeleri kovdu. Bunun üzerine tarikat üyeleri önce Akkaya sonra 1291 de Kıbrıs'a yerleştiler. 19 yıl Kıbrıs'ta kaldıktan sonra, Kıbrıs'ı da terk etmek zorunda kaldılar.[4]
Moğolları Ayn-Câlut'ta ağır bir bozguna uğrattıktan sonra Kutuz'u öldürerek tahta geçen Baybars, Haçlılara karşı yoğun bir kampanya başlattı. 1265'te Kaysâriyye, Hayfa ve Arsuf'u, ertesi yıl Galilea'yı, 1268'de Antakya'yı ele geçirdi ve 1271'de Hospitalier şövalyelerinin karargâhını zapt etti. [5]
1291'de Acre'nin (Akka) düşüşü ve Haçlı Prensliklerinin ortadan kalkması üzerine, mezhep üyeleri birgün yeniden fethetmek umuduyla Filistin'e yakın olabilmek için Kıbrıs'a çekilip hacılara ve hastalara yönelik çalışmalarını burada sürdürmeye karar verdiler.[1]
1308 de Menteşe Beyi tarafından fethedilen Rodos'a yerleştiler. Kısa bir zaman içinde çevredeki adalara hakim oldular ve kaleler inşâ ettiler. [4]
Papa V. Clement, 2 Mayıs 1312'de Tapınak Şövalyeleri Tarikatı'nın kapatılmış olduğunu resmen ilan etti. Ancak kapatılma kararında suçlamaların hiçbiri yer almıyor, sadece "kilisenin hayrına olduğu" belirtiliyordu. Tebliğde dikkat çeken bir başka karar da, şövalyelerin bütün mallarının, Kudüs'ten beri bu tarikatın rakibi olan Hospitalier (Misafirperver Şövalyeler) Tarikatı'na devredilmesiydi. [6]
1406'da Anadolu kıyılarında, antik Halikarnassos'ta bugünkü Bodrum'da kale yapımına başladılar. Şövalyeler yedi ayrı ülkeden gelen bir birlik oluşturmuşlardır. Her bir birliğe Langue =dil adını veriyorlardı. Bunlar Provence, Auvergne (Bugünkü Fransa'nın eyaletlerinden), Fransa, İtalya, İspanya, İngiltere ve Almanya'dır. Provence Fransa'nın güney bölgesi, Auvergne ise Fransa'nın ortasındaki dağlık bölgedir. Daha sonra sekizinci dil olarak Kastilya'da (Portekiz) tarikata alınmıştır. Her bir gurup kendi milletinden ayrı bir şövalyenin emri altındaydı. Koyu Katolik Hıristiyan'dılar.
Rodos Adası 1522'de, altı aylık bir kuşatmadan sonra Türkler tarafından alındı. Şövalyeler 20 Aralık 1522'de teslim oldular.Adayı ve çevredeki diğer kaleleri 1 Ocak 1523 de terk ettiler. Bir süre Akdeniz'de başı boş gezen şövalyelere Avusturya, İspanya ve Sicilya'yı yöneten imparator V.Charles, 1530 yılında, Akdeniz'in ortasındaki Malta adasını verdi.[4]
Osmanlılar, 1522'de Rodos'u alınca, papa ve Kutsal Roma Germen İmparatoru Şarlken tarafından kendilerine verilen Malta Adası'na çekildiler. [3] Türkler 1565'te buraya da hücum ettiler. Bu kez şövalyeler galip geldi. Türkler adayı alamadılar. Bu gün hala Eylül'ün 7'si Malta'da Kurtuluş Günü olarak kutlanmaktadır. 1798'de Napolyon Bonaparte adayı işgal etti, şövalyeler 3 gün içinde savaşsız adayı teslim ettiler.[4]XV2. Yüzyıl'dan sonra güçlerini yitirdiler. 1834 Yılında merkezini Roma'ya taşıyan tarikat, günümüzde de yardım işleriyle (!) uğraşmaktadır.[3]
Rodos ve Malta'da Üslenmeleri
1309'da Rodos'u ele geçirdiler.Burada bir hastane kurup adayı bağımsız devlet gibi yönettiler.Doğu Akdeniz'de güçlü bir donanmaya sahip oldular.1522'de Osmanlı Rodos'u fethetti, ama 1530'da Kutsal Roma Germen İmparatoru V. Karl, Malta Adası'nı tarikata bağışladı.Şövalyeler Osmanlı saldırılarına karşı direnerek donanmalarını güçlendirdiler ve gelişmiş bir hastane kurdular; en parlak dönemlerini burada yaşadılar. Osmanlı tehdidinin azaldığı 17. ve 18. yüzyıllarda tarikat da giderek zayıfladı. 
1798'de Malta adası Napolyon Bonapart'ın eline geçti.
Tarikatın merkezi 1834'te Roma'ya taşındı.[1]
Kânûnî'nin Büyük Zaferi: 
Rodos
Anadolu'nun güneybatısında bulunan Rodos Adası, ilk olarak 672'de, Emevîler zamanında, Bizanslılardan alındı. Ada, 680'de tekrar Bizanslılara geçti. Daha sonra Akka'dan kovulan Hospitalier Şövalyeleri, buraya yerleştiler (1291). Hıristiyanların en kuvvetli ileri karakolu oldu. Anadolu ve Mısır'a yönelik Haçlı seferlerinde üs olarak kullanıldı. Fethi için, birçok seferler düzenlendiyse de muvaffak olunamadı. Fatih Sultan Mehmed Han zamanında da muhasara edildi. (1480). Cem Sultan'ın, Rodos Şövalyelerinin eline geçmesi, onları daha da azgınlaştırdı. Bayezid Hân'dan sonra tahta geçen Yavuz Sultan Selim Hanın Mısır'ı fethetmesiyle, Rodos'un önemi daha da arttı. Anadolu'dan Mısır'a giden deniz yollarının emniyetinin tam olarak temin edilmesi, artık katî bir ihtiyaç hâlini almıştı. Yavuz Selim Han, bu maksatla hazırlıklara girişilmesini emretti. Ömrünün vefa etmemesi yüzünden, Rodos'un fethi, oğlu Kanunî Sultan Süleyman Hana kaldı.
Rodos adası, Sen Jan Şövalyelerinin elindeydi. Şövalyeler korsanlık yapıyor, Türk donanmasına zarar veriyorlardı. Rodos'u fethetmek Osmanlı için İstanbul'un fethi kadar önemliydi.
Kanunî, Kütahya yoluyla Marmaris'e, oradan da gemilerle Rodos'a çıkmıştı. Teslim teklifinin şövalyeler tarafından reddi üzerine, Ağustos'un birinci günü kale dövülmeye başlandı. Bütün Ağustos ayı, karşılıklı top ateşi ve yine karşılıklı lağım açmakla geçti. Açılan top ateşiyle, kalede mühim tahribat yapılmasına rağmen, bu tahribat kısa zamanda düşman tarafından kapatılıyordu. Türk lağımcılarının, devamlı, Rodos burçlarının altına açtıkları lağımlar, Avrupa'nın en meşhur mühendisi olup, şövalyelere yardıma gelen Gariele Martinengo'nun mukabil lağımlarıyla karşılaşıyor ve yeraltında korkunç boğuşmalar oluyordu.
10 Aralık'a kadar, şiddetli top atışları, lağımlar ve sık sık tekrarlanan umumî hücumlarla, kale iyice yıpratıldı. 18 Aralık'ta yapılan bir umumî hücumda şövalyeler, şehir içindeki istihkam ve hendeklerin arkasına çekilmeye mecbur kaldılar ve artık mukavemet etmenin imkânsızlığını da anladıklarından, kaleyi teslim etmeyi kabul ettiler.
Ordunun aylar süren baskısı ve verilen binlerce şehidin ardından Rodos fethedildi. Kanûnî, aylar süren abluka sonunda adayı teslim aldı ve şöyle demişti; "Bağrımızdaki hançeri çıkardık". 21 Ocak 1522 [8]
St. Jean Şövalyeleri ve Mantar Kayası
Malta dilinde "Il-Gebla Tal-General" (General Kayaları) olarak geçen Mantar Kayası, adını bu kayalar üzerinde bulunan ender bir bitkiyi toplayan St. Jean Şövalyeleri'nden alıyor. "Cynomorium coccineus", koyu kahverengi, golf sopası şeklinde ve 18 cm'ye kadar büyüyen bir bitki. Bir tür asalak olduğundan ve yaprakları bulunmadığından mantar olarak sınıflandırılıyor. Doğal yaşam alanı Kuzey Afrika olan kaya mantarının, Avrupa'daki tek örneği burada.
Bitkiden çok etkili farmakolojik ürünler elde ediliyor. Kanamayı durdurucu ve yara üzerine sürüldüğünde mikrop kapmayı engelleyici özelliği bulunuyor. Ülser, dizanteri, felç ve zührevi hastalıklarda tedavi edici etki gösteriyor. Uzun yıllar boyunca Araplar tarafından kullanılan ve "ilaçların en değerlisi" olarak görülen bu bitki, Gozo'da, St. Jean Şövalyeleri'nin generali tarafından bulunduğunda büyük bir sevinç yaratmış. Bitki, şövalyelerin kurdukları hastanelerde kullanılmış ve Avrupa'nın diğer bölgelerine çok yüksek fiyatlar karşılığında satılmış.[9]
Günümüzdeki İşlevi
Malta Tarîkatı, günümüzde egemen bir "mikro devlet" statüsü taşımaktadır. Birleşmiş Milletler'e gözlemci olarak katılmasına karşılık kendine ait topraklardan yoksundur. Kendini tarafsız ve insancıl bir yardım kuruluşu olarak tanımlayan tarikatın (aralarında Türkiye'nin olmadığı) 96 ülkeyle diplomatik ilişkisi vardır. Birçok ülke tarafından diplomatik statüleri vardır.[1]

Bu Konudaki Tavsiye Makaleler
1. Yrd. Doç. Dr. Ebru Altan, «Templier ve Hospitalier Şövalye Tarikatlarının Kuruluşu», Belleten, sayı: 245 (2002), s. 87-94.
Kaynaklar
[1] tr.wikipedia.org/wiki/Hospitalier_Şövalyeleri
[2] R. Stephen HUMPREYS, "13. Yüzyılda Eyyûbîler, Memlûkler ve Latin Doğu". Çeviren: Yrd. Doç. Dr. Mustafa KILIÇ. C.Ü. İlahiyat Fakültesi Dergisi, XI/1-2007, 359-378.
[3] bulmacasozlugu.com/hospitalier-sovalyeleri
[4] karyaemlak.net/galeri.asp?id=97
[5] e-tarih.org/sayfa.php?sayfa=1252797.1793473.5111631.0.0.php
[6] turkshow.net/tr/index.php?topic=4058.0; wap
[7] sevivon.com/jewish_history.asp?id=54
[8] "Osmanlı'nın Kuruluşu", 01 Ocak 2009 tarihli Milli Gazete.
[9] focusdergisi.com.tr/tarih/00380/

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...