04 Şubat 2015

GASİYE SURESİ FİZİLALİL KURAN TEFSİRİ



FİZİLALİL KURAN TEFSİRİ
GASİYE SURESİ
88-Gasiye

1- Ey insanoğlu! Herşeyi kaplayacak kıyametin haberi sana gelmedi mi?
Gönülleri yüce Allah'a yöneltmeyi hedefleyen, varlık aleminde O'nun varlığını gösteren delilleri hatırlatmayı ve Allah'ın ahirette herkesi hesaba çekeceğini; yapılanlara kesin karşılık vereceğini belirtmeyi amaç edinen bu sure yukardaki ayetle, ve ayetin başındaki "Kıyametin büyük bir olay olduğu"nu ilham eden dinleyeni bunu itiraf etmeye zorlama amaçlı şu soru ile başlıyor. Bu soru Aynı zamanda, ahiret olgusunun daha önce açıklanan ve hatırlatılan olgulardan birisi olduğunu da göstermektedir. Burada kıyamete "Ğaşiye" diye yeni bir isim verilmektedir. Gaşiye, insanları çepeçevre kuşatan, felaketleri tüm yaratıkları kaplayan bela musibet demektir. Bu isim Kur'an-ı Kerim'in bu son cüzünde yeralan, "Tamme", "saahha", "ğaşiye", "karia" gibi bu cüzün havasına uygun düşen insana ilham veren yeni isimlerden birisidir.
Şu "Sana gelmedi mi?" seslenişi üzerinde bir nebze duralım. Resulallah Efendimiz bu sureyi her duyduğunda yüce Allah'ın bu soruyu kendine yöneltmesinden etkisini benliğinde hissederdi. Ve kalbinin yüce Allah'ın seslenişine aşırı duyarlı olmasından, bunun özünü benliğinde canlandırmış olmasından, kulağına her geldiğinde bu ifadenin aracısız olarak kendisine yöneldiğini hissettiğinde, sanki doğrudan doğruya Rabbinden ilk kez Alıyormuş gibi olurdu. İbn Ebi Hatim anlatır: Meymun oğlu Ömer, bize kadar ulaşan Tanafesli Muhammed oğlu Ali, Abbas oğlu Ebu Bekir, Ebu İshak rivayet zinciri ile şöyle der: Rasulullah herşeyi kapsayacak (Kıyàmetin haberi sana gelmedi mi?) ayetini okuyan bir kadına rastlar ve bu ayeti duyunca ayağa kalkar ve: "Evet bana geldi" der...
Ancak yukardaki hadise rağmen bu ayetteki sesleniş şu Kur'an'ı dinleyen herkese yöneltilmiş genel anlamlı bir ifadedir. Kıyamet haberi, bu Kur'an'da tekrar tekrar sözü edilen bir olgudur. Kur'an-ı Kerim kıyameti hatırlatır, insanları uyarır, müjdeler verir, kıyamet öğesi ile gönüllerde duyarlılığı, korkuyu, takvayı, ürpermeyi harekete geçirir, öte yandan yine bununla gönüllere ümit ışığı, bekleme ve arzu etme duygusu verir. Bundan dolayı bu gönüller canlanır da artık ölmez ve dikkatsizliğe düşmez.
KIYAMETTE ZİLLET HAYATI
"Herşeyi kaplayacak olan kıyametin haberi sana gelmedi mi?" ayetinden sonra yüce Allah, kıyametin haberlerinden birtakım manzaralar sergilemektedir:

2- O gün birtakım yüzler zillete bürünmüştür.
3- Zor işler altında bitkin düşmüştür.
4- Yakıcı ateşe yaslanırlar.
5- Kızgın bir kaynaktan içirirler.
6- Onlar için kuru dikenden başka yiyecek de yoktur.
7- Ne semirtir, ne de açlığı giderir.
Nimete erenlerin sahnesinden önce, hemen azaba uğrayanların sahneleri sunulmuştur. Çünkü bu "Gaşiye: Kıyamet"in atmosferine ve çağrışımlarına daha yakındır ve daha uygundur. O gün ortada korkan, küçümsenen, yorgun ve bitkin yüzler (kimseler) vardır. Çalışıp yorulan ancak yaptığına sevinemeyen sonuçtan hoşnut olmayan, yaptığına karşılık olarak bula bula ancak sorumluluğu, zararı, bulan ve bunun sonucu hoşnutsuzluğu, bitkinliği ve sorumluluğu kat kat artan kimseler vardır. Bu kimseler "zor işler altında bitkin düşmüşlerdir." Bunlar Allah için çalışmamışlardır, (amel etmemişlerdir) Allah'ın yolundan başka yol, uğruna yorulmuşlardır. Bu kimseler kendileri ve çocukları için çalışmışlardır. Kendi dünyaları ve dünya arzusu uğruna yorulmuşlar sonra da bu çalışma ve yorulmanın sonucunu bulmuşlardır. Dünyada ahiret sermayesi olan yorgunluk ve sıkıntı olarak, ahirette de azaba götüren bir karaltı şeklinde... Bu kimseler, artık önemsenmezler, sorumludurlar, yüzükoyun düşmüşlerdir, arzularına ulaşamamışlar, korku içinde kendi sonları ile yüz yüzedirler.
Bu önemsizlik ve sorumluluk ile birlikte bir de azap ve elem vardır. "Yakıcı ateşe yaslanırlar." Bunlar o kızgın ateşi tadacaklar ve o ateşten azap göreceklerdir. "Kızgın bir kaynaktan içirilirler". Yani bu kaynak son derece sıcak olacaktır. "Onlar için kuru dikenden başka bir yiyecek yoktur. Ki o ne semirtir ne de açlığı giderir." Kafirlerin yiyecek olduğu "Dari", cehennemin ortasında biten Zakkum ağacı ile ilgili haberlere dayanılarak, cehennemde ateşten bir ağaçtır diye açıklanmıştır. Bazıları ise, develerin yeşil iken yediği ve adına "Şibrık" denilen yere yapışık bir çeşit dikendir demişlerdir. Bu diken kökünden koparılıp kuruduğunda adına "Dari" denilir ki develer onun acılığına dayanamazlar çünkü artık zehirlidir. İster "Dari" olsun ister ikinci olsun, o gün "Gıslin": Cehennemliklerin vücutlarından akan cerahat, "Gassak": cehennemliklerin vücutlarından akan kan ve irin ve semirtmeyip açlığı gidermeyen öteki yiyecek çeşitleri ile birlikte cehennemliklerin yiyecekleri gıdalardan bir çeşittir.
Bizlerin ahirette yapılacak bu azabın içyüzünü bu dünyada kavrayamayacağımız açıktır. Azabın bu niteliklerle sunulması bu manzaranın bizim insani duyularımıza dokunup da önemsiz hale gelmekten, zayıflıktan, arzusuna ulaşamayıp mahrum kalmaktan, kızgın ateşin yakıp kavurmasından ve kızgın su ile serinlemekten ve susuzluğunu gidermekten oluşan, develerin bile acılığına dayanamadığı hiçbir yararı ve faydası olmayan diken ile gıdalaşmanın da eklendiği "elem olgusu"nu kafamızda canlandırabildiğimiz kadar canlandırabilmemiz içindir. İşte bu algıların toplamından, duyularımızda elemin en son derecesi hakkında bir fikir ve kavram oluşur. Ahiret azabı ise bundan da öte daha da şiddetlidir. Nasıl olduğunu da -Allah korusun- ancak onu tadanlar anlarlar.

KIYAMETTE KURTULUŞA ERENLER
8- İnanmış olanların yüzleri, o gün, pırıl pırıldır.
9- Yaptıklarından hoşnutturlar.
10- Yüksek bir bahçededirler.
11- Orada boş söz işitmezler.
12- Orada akan bir kaynak vardır.
13- Orada yükseltilmiş tahtlar vardır.
14- Konulmuş kadehler.
15- Dizilmiş yastıklar.
16- Serilmiş halılar vardır.
Diğer yanda, rahatlığın üzerinde belli olduğu, hoşnutluk fışkıran yüzler vardır. Bu yakada buldukları ile rahatlık içinde yüzen, yaptıklarından sevinen ve karşılığını hayır olarak bulan, bu yüce ve manevi haz ve duygu ile, yaptıklarından Allah'ın hoşnut olduğunu görünce bunlardan hoşnut olma duygusu ile tatmin olan yüzler vardır. Bir kalp için hayırdan huzur bulmak ve onun sonuçlarından hoşnut olmak, arkasından da bu sonucu yüce Allah'ı şerefli hoşnutluğunda ve nimetinde simgelenmiş olarak görmekten daha doyurucu ve daha sevinç veren birşey yoktur. Kur'an-ı Kerim buradan hareketle, bu çeşit mutluluğu, cennetteki bolluktan ve yararlanmaktan elde edilen mutluluktan daha üstün tutmaktadır. Bundan sonra yüce Allah, cenneti anlatmakta ve bu bahtiyar insanlara verilecek olan nimetleri belirtmektedir.
"Yüksek bir bahçededir". Cennet olarak yüksek, yüce ve şerefli cennettedirler onlar. Sonra bu cennetin dereceleri ve makamları da yüksektir. "Yükseklik" sözcüğü insanın duyusuna özel bir etki bırakmaktadır. "Orada boş bir söz işitmezler." Bu ifade, sükunet, sessizlik, esenlik, gönül huzuru, sevgi, hoşnutluk,
sevenler ve sevgililer arası fısıldaşma ve sohbet havası, içinde hiçbir hayır ve yarar olmayan boş ve yararsız sözden uzaklık ve kaçınma olan bir atmosfer canlandırmaktadır. Sadece bu bile bir başına nimettir. Yalnız bu bile tek başına bir mutluluktur. İnsan şu dünya hayatını ve bu hayatta rastlanan boş ve yararsız sözleri, münakaşaları, çekişmeleri, itişip kakışmaları, gürültüleri, düşmanlıkları, anlamsız karmakarışık sesleri, gürültüleri, bağırıp çağırmaları, gevezelikleri ve terbiyesizce konuşulan sözleri hatırladıkça kafasında canlandırdıkça ortaya çıkan ve değeri anlaşılan bir mutluluktur. Bunun arkasından insan, "Orada boş bir söz işitmezler" ifadesinin ilham ettiği, güvenli sükunete, sakin olan esenliğe, hoşnutluk veren sevgiye ve ılık bir çağrışım düşüncesinin kucağına kendisini teslim eder. "Orada boş bir söz işitmezler." ifadesinin sözcükleri bile, ılık bir sevinç havası estirir, sözcükler yumuşakça ve kolayca, gür ve ılık müzikal bir etki bırakarak kayar gibi dökülür. Bu dokunuş, mü'minlerin münakaşadan ve boş sözlerden uzak olarak yeryüzünde sürdükleri hayatlarının cennet hayatından bir parça olduğunu ve onların bu hayatları ile Şerefli nimete hazırlandıkları havasını ve ilhamını verir.
Yüce Allah İşte böylece, cennetin niteliklerinden olan şu yüce, şerefli ve parlak anlamı bizlere sunmaktadır. Arkasından duyuları ve hisleri doyuran nimetler gelmektedir. Hem de insanoğlunun kafasında canlandırabileceği biçimi ile yer almaktadır. Ancak bu nimetler cennete, -tadına varanlardan başka hiçbir kimsenin bilemeyeceği biçimde- ve cennetliklerin ruhlarının eriştikleri dereceye göre ayarlanmış olarak sunulacaktır.
"Orada akan bir kaynak vardır." Bu ifadede yer alan "aynun cariye" deyimi, fışkırıp duran su kaynağı demektir. Bu ifade cennetlikleri suya kandırmanın yanına güzellik öğesini de hareket güzelliğini de, fışkırıp kaynama ve akma güzelliğini de katıyor. Akan su, insanın hissine canlılık, titreyen ve çağlayıp akan bir rahatlık verir ve İşte insanın duygularının derinliklerine işleyen bu gizli açıdan ruhlara ve gözlere tatmin sağlayan bir olgudur. "Orada yükseltilmiş tahtlar vardır." "Yükseklik" sözcüğü, temizlik çağrışımı vermesinin yanında pis şeylerden arınmış olma havası da vermektedir.
"Önlerine konulmuş kadehler". Önlerine dizilmiş içilmeye hazır kadehler vardır. Ne istemeye gerek vardır ne de hazırlamaya:.. (Nemarık): Rahatça yaslanmak için yastıklar ve koltuk minderleri vardır orada. "Serilmiş halılar vardır" (Zerabiy) saçaklı... Burada yer alan (zerabiy) saçaklı yaygılar demektir. Yaygılar oraya buraya süs ve rahat sağlamak için dizilip serpiştirilmişlerdir. Bütün bunlar insanların yeryüzünde benzerlerini gördükleri nimetlerdir. Cennet nimetlerinin yeryüzündeki benzerleri gibi nitelenmesi insanların kavrayabilmeleri içindir. Bu nimetlerin asıllarına ve onlardan yararlanmanın şekli ise cennetteki tat alma duyusuna, yüce Allah'ın tat alma duyusunu kendilerine bahşetmiş olduğu bahtiyar insanlara, bırakılmıştır.
Nimetin veya azabın şeklini araştırmaya kalkışmak ve bu uğurda karşılaştırmalarda ve değerlendirmelerde bulunmak boş sözlere dalmak demektir. Herhangi bir şeyin nasıl olduğunu kavramak kavrama duygusunun çeşidine bağlıdır. Yeryüzündekiler bir şeyi yeryüzünün şartları, ortamı ve orada sürdürülen hayatın şekline bağımlı olan bir his yapısı ile kavrarlar. Oraya, ahirete geçtiklerin-de ise, perdeler kalkar, engeller kaldırılır, ruhlar ve akıllar bağımsız hale gelir. Hatta sözlerin anlamları bile, tatlarının değişmesinden dolayı değişmiş ve nasıl olacaksa o anlamı taşır hale gelmiştir. Tabi bizler şu an, onların nasıl olacaklarını kavramaktan aciziz.
Biz bu niteliklerden algılama yeteneğimiz gücünün yettiği en son sınıra vararak lezzet duyma, tat alma ve nimetten yararlanma biçimlerini canlandırsın diye söz ediyoruz. Çünkü bu dünyada bulunduğumuz sürece tadına varabileceğimiz budur, gerçek yüzünü ise orada ahirette yüce Allah bizlere ihsanı ve hoşnutluğu ile ikramda bulunduğu zaman, bizleri ağırladığı zaman anlayabileceğiz.
EY İNSAN GÖRMÜYOR MUSUN?
Öbür dünyada yapılan bu gezinti sona ermektedir. Arkasından yüce Allah, gözler önünde durmakta olan ve şu herşeye gücü yeten yaratıcının idaresini, sanatının eşsizliğini, yaratıcı olarak benzersizliğini ilham eden ve şu yönetimin ve planlamanın gerisinde, bu dünya hayatından sonra, önemli başka şeylerin olacağını, yeryüzü uğraşısından başka bir uğraşının bulunacağını, ölümün bir son olmayıp ondan sonra başka şeylerin olacağını gösteren şu varlık alemine dönüyor.

17- Bu insanlar bakmıyorlar mı, develerin nasıl yaratıldığına?
18- Göğün nasıl yükseltildiğine?
19- Dağların nasıl dikildiğine?
20- Yerin nasıl yayıldığına?
Şu dört kısacık ayet, bu Kur'an-ı Kerim ile yüzyüze gelenlerin ilki olan arap toplumunun içinde yaşadığı çevreyi ortaya koymaktadır. Nitekim bu ayetler gök-yüzünden, yeryüzünden, dağlardan ve develerden söz ettiği için kainat çapında belli-başlı yaratıkları da ortaya koymaktadır. Burada deve, hem genel olarak yaratılışından gelen üstünlükten dolayı ve hem de özel olarak arap insanı için taşıdığı değer nedeni ile tüm hayvanları temsilen gündeme getirilmiştir.
İnsan nerede olursa olsun bu tablolar gözünün önünde sergilenmektedir. Gökyüzü, yeryüzü, dağlar ve hayvanlar... İnsan hangi ilim ve medeniyet seviyesinde olursa olsun, bu tablolar onun dünyasına ve bilincine girip yer eder. Bakışlarını ve kalbini bunların anlamlarına fısıldadıkları gerçeğe verirse, bu tablolar arkalarında gizli olan gerçekleri insana ilham ederler.
Bunların herbirinde bir mucize gizlidir. Yaratıcının eşsiz benzersiz bir sanat harikası vardır bunlarda. Yalnızca bu sanat bile inanç sisteminin ilk gerçeğini insana fısıldamaya ve ilham etmeye yeterlidir. Bundan dolayı Kur'an-ı Kerim bütün insanların dikkatlerini bu sanat harikaları üstüne çevirmektedir. "Bu insanlar bakmıyorlar mı develerin nasıl yaratıldığına?" Deve arap insanının ilk başta gelen hayvanı idi. Onun üzerinde yolculuğa çıkar, onun üzerinde yüklerini taşırlardı. Sütünü içerler, etini yerlerdi. Yününü örüp, derisini yaygı olarak kullanırlardı. Yani deve onların ilk hayat kaynağı idi. Sonra devenin öteki hayvanlardan ayrı özellikleri de vardı. Bunca kuvvetine, cüssesine ve güçlü yapısına rağmen deve boyun eğen bir hayvandır, bir küçücük çocuk çeker götürür onu, o da boyun eğer. Çok büyük yarar sağlaması ve iş görmesine rağmen az masraflı bir hayvandır. Beslenmesi kolaydır, yetiştirilmesi için harcanan emek yok denecek kadar azdır. Evcil hayvanlar içerisinde açlığa, susuzluğa, yorgunluğa ve kötü hayat şartlarına en çok dayanabilen hayvandır. Bir de az ilerde belirtileceği gibi, devenin şeklinin gözler önündeki doğal tablo ile uyum sağlaması bakımından da bir farklılığı vardır.
Bunun için Kur'an-ı Kerim, dinleyenlerin dikkatini, önlerinde bulunan ve yeni bir bilgiyi ve haberi gerektirmeyen devenin yaratılıyı düşünmeye çekiyor. "Bu insanlar bakmıyorlar mı develerin nasıl yaratıldığına?" Devenin yaratılışına ve vücut yapısına bakmazlar mı onlar? Sonra da üşenmezler mi? Deve görevini yerine getirmeye uygun olan şu biçimi ile nasıl yaratılmıştır? Yaratılış gayesini yerine getiren, yaşadığı çevre ile ve görevi ile uyumlu olarak bu biçimi ile nasıl biçimlendirilmiştir. Onu yaratan kendileri değildir. Kendi kendini de yaratmış olmayacağına göre, geriye kala kala eşsiz sanatı olan bir yoktan var edicinin yaratması sonucu var olmaları kalıyor. Ki o yaratıcının sanatı kendi varlığına delil olup varlığını kesin olarak göstermektedir ve O'nun herşeyi yönettiğini ve planladığını göstermektedir.
"Göğün nasıl yükseltildiğine?"
Gönüllerin gökyüzüne çevrilmesi Kur'an-ı Kerim'de sürekli tekrarlanır durur. Gözünü gökyüzüne çevirmeye en elverişli insanlar ise çöl insanlarıdır. Çünkü çölde gökyüzünün ayrı bir tadı ve zevki vardır. Sanki gökyüzü sadece orada çölde varmış gibi insana bambaşka ilhamlar verir ve üzerinde bambaşka etkiler bırakır.
Apaçık göz alıcı ve kamaştırıcı bir gündeki sema... İnsanı kendinden geçiren hoş ve büyüleyici bir akşam-üstü zamanı gökyüzü... O eşi bulunmaz güzelliğe sahip olan ve insanı duygulandıran güneş batımının göğü... Uçsuz bucaksız gecesi, parıl parıl parlayan yıldızı, fısıldaşan gök cisimleri ile birlikte gök kubbe. Ve güzel, canlı, parlak şafak vakti ile birlikte gökyüzü...
İşte çölün gökyüzü... Bakmazlar mı ona? Göz atmazlar mı göğün nasıl yükseltildiğine? Onu direksiz olarak yükselten kimdir? İçine sayısız yıldızları serpiştiren kimdir? Gökyüzüne bu güzelliği, bu alımı ve bu duygu verme yeteneğini bahşeden kimdir? Göğü yükselten onlar değildir. Kendiliğinden yükseltilmediğine göre, mutlaka onu bir yükselten, bir yoktan var eden vardır. Bu konu bilgiye, kafa yormaya gerek kalmayacak kadar açıktır. Bilinçli bir bakış bunun anlaşılması için yeterlidir.
"Dağların nasıl dikildiğine?"
Dağlar -özel olarak- arap insanı için sığınak, barınaktır. Bir dost ve bir arkadaştır. Göstermiş olduğu manzara -genel olarak- insan ruhuna ürperti ve heybet verir. Çünkü insan dağların görkemi karşısında kendi küçüklüğünü ve cılızlığını görür, hiçliğini anlar. Yüce ve vakur ululuk karşısında boyun eğer. Dağların kucağında insan ruhu bütün benliği ile yüce Allah'a yönelir, orada kendisini Allah'a daha yakın hisseder, yeryüzünün karmaşasından, gürültüsünden, küçüklüğünden ve önemsizliğinden uzaklaşır. Hz. Muhammed'in -salât ve selâm üzerine olsun- Sevr dağındaki hira mağarasında ibadete çekilmesi ve uzun bir süre içinde bulundukları toplumun kirlerinden ruhen uzaklaşmak isteyenlerin dağlara çekilmesi bir tesadüf veya boşuna yapılmış bir hareket değildir.
Burada dağların en büyük özelliği "Nasıl dikildiği"dir. Çünkü bu nokta canlandırma açısından -ilerde geleceği gibi- sahnenin karakterine uyum göstermektedir.
"Yerin nasıl yayıldığına?"
Yeryüzü gözler önüne serilmiştir. Üzerinde yaşamaya, gezip dolaşmaya ve çalışmaya elverişli şekilde hazırlanmıştır. Yeryüzünü böyle yayıp seren insanlar değildir. Orası insanlar yaratılmadan önce de yayılmış bir biçimde idi. O halde insanlar yeryüzüne neden bakmazlar? Onun gerisindeki gizli gerçeği düşünüp de bunu kim yaydı ve hayata elverişli hale kim getirdi? diye neden sormazlar?
Bu tablolar, sadece bilinçli bir bakışla ve uyanık bir düşünce ile insan kalbine birçok şeyler anlatır. Bu kadarı vicdanların harekete geçirilmesi, kalplerin diriltilmesi ve ruhun şu yaratıkların eşsiz bir şekilde yoktan var edicisine doğru yönelmesi için yeterlidir.
Biz burada, kainat tablolarının canlandırılmasındaki ahenk üzerinde kısaca durmak ve Kur'an'ın dinî duyguya sanatsal güzelliğin dili ile nasıl seslendiğini ve bu ikilemin varlığın güzelliğini hisseden mü'minin duyusunda nasıl kucaklaştığını görmek istiyoruz.
Toplu sahnede yükseltilen gökyüzü serilen yeryüzü tablosu bulunmaktadır. Ve uzayıp giden bu boyutta dağlar atılmış ve sabit olarak değil zirvelerinden aşağıya doğru dikilmiş olarak göze batmaktadır. Develerin hörgücü de toplu dağlar gibi dikilmiş olarak görülmektedir. Alabildiğine engin alanda baş döndürücü tabloda iki yatay iki de düşey çizgi vardır. Fakat bu tablonun yönü ile boyutları, Kur'an'ın sahneleri sunma metodu ile, kısaca canlandırarak ifade etme yöntemine uygun olarak tam bir ahenk içindedir.
EY MUHAMMED! SEN ÖGÜT VER
Şimdi, ahiret alemindeki ilk gezintiden, kainatın gözler önündeki sahnelerinde yapılan ikinci yolculuktan sonra, yüce Allah Rasulullah Efendimize dönüyor ve O'na görevinin sınırlarını belirliyor ve niteliğini açıklıyor. Sonra da son ve uyarıcı dokunuşla kafirlerin kalplerine dokunuyor.

21- Ey Muhammed! Sen öğüt ver. Çünkü sen ancak öğüt verensin.
22- Onların üzerinde zorlayıcı değilsin.
23- Ancak kim yüz çevirir, inkar ederse,
24- Allah onu en büyük azaba uğratır.
25- Dönüşleri bizedir.
26- Sonra onların hesabını görmek bize düşer.
Sen bununla ve onunla öğüt ver kendilerine. Ahireti hatırlat, ahirette olacakları söyle. Onlara kainatı ve kainatta olanları hatırlat. Sen ancak bir öğütçüsün. Tamı tamına senin görevin budur. Bu çağrıda senin rolün budur. Bunun ötesinde senin lehinde ve aleyhinde hiçbir şey yoktur. Senin görevin sadece öğüt vermektir. Sen bu görev için hazırlanmış ve yükümlü kılınmışsın.
"Sen onların üzerinde zorlayıcı değilsin: '
Sen onların kalplerini etkileyecek hiçbir otoriteye sahip değilsin ki zorla ve baskı ile kalplerini imana yöneltesin. Kalpler Rahman'ın parmakları arasındadır. Onlara hiçbir insanın sözü geçmez.
Bundan sonra farz kılınmış cihad ise, insanları zorla imana sokmak için değil, islam davası insanlara ulaşsın diye, davanın önünde dikilen engelleri kaldırmak içindir. İnsanlar davayı duymaktan engellenmesinler, çağrıyı işittikleri ve kabul ettikleri zaman, dinlerinden döndürülmesinler diyedir. Cihad, Rasulullah'ın yapabileceği biricik rol olan öğüt verme yolunun önüne dikilen engelleri ortadan kaldırmak içindir.
Peygamberin bu davada ancak bir öğütçü ve bir açıklayıcı olduğunun belirtilmesi Kur'an-ı Kerim'de birçok nedenden dolayı tekrarlanır. Bu nedenlerin başında, görevini yerine getirdikten sonra, Rasulullah'ın sinirlerini davanın tasasından kurtarmak ve işi dilediğini yapmak üzere Allah'ın kaderine bırakmaktır. İslam davasının başarıya ulaşması ve insanların bunu kabullenmeleri için aşırı düşkünlük göstermek ve bu duygunun insana yaptığı baskı (stres) son derece ağır, dayanılmaz bir baskıdır. Dolayısı ile bu baskı dava adamının kendisini ve arzularını dava alanının dışına çekip çıkarmak için böylesine ard arda telkinleri gerekli kılmaktadır. Davaya katılım nasıl olursa olsun, sonuç ne olursa olsun dava adamı ancak böylece görevine koşabilir. Ve kaç kişi iman etti, kaç kişi kafir oldu diye endişe etmekten kendini yiyip bitirmez. İman ettiği davayı çevreleyen şartlar (ortam) kötüleşince davaya katılma oranı azalıp, yüz çevirenler ve düşmanlar çoğalınca kafasını bu ağır tasalarla meşgul etmez.
Peygamberin Allah davasının başarıya ulaşmasını ve insanların bu davadaki Hayrı ve rahmeti tatmaları için, aşırı düşkünlük gösterdiğini, insani arzularının ağır. bastığını gösteren şeylerden birisi de kendisine ard arda yapılan şu yönlendirmelerdir. Halbuki o Allah'ın hoşnut olduğu terbiye ile eğitilen, kendi kapasitesini ve Allah'ın kaderini bilen birisi idi. Bundan dolayı, arzularının kendisini baskısı altına alması çeşitli zamanlarda tekrar tekrar yapılan bu uzun vadeli tedaviyi gerektirmiştir.
Fakat Peygamberin kapasitesinin sınırı bu olduğuna göre, problem bu sınıra gelip dayanmakla iş bitmez. Yalancılar kurtulup gidecek, sağ-salim geri dönecek değillerdir. İşin sonunda Allah vardır. Bütün problemler en sonunda O'na döndürülür.
"Ancak kim yüz çevirir, inkar ederse, Allah onu en büyük azaba uğratır."
Onlar kesinlikle bir olan Allah'a döneceklerdir. Ve kuşkusuz yalnızca Allah onları cezalandıracaktır. İşte surede kesinlik ve pekiştirme ifade eden üslup ile verilen en son vurgulama budur.
"Dönüşleri bizedir. Sonra onların hesabını görmek bize düşer."
Rasulullah'ın bu davadaki rolü ve kendisinden sonra islam davetçilerinin yapacakları bu ifade ile belirleniyor. Sen ancak bir öğütçüsün. Öğüdü verdikten sonra onların hesabını görmek Allah'a aittir. Allah'a dönmekten kurtulacak, hesabından ve cezasından sıyrılacak durumları yoktur. Ancak şurası iyice anlaşılmalıdır ki dava insanlara ulaşsın ve öğüt bütünü ile gerçekleşsin diye onun önüne dikilen engelleri kaldırmak da öğüt vermek sayılır. İşte gerek Kur'an'dan gerekse Peygamberin hayatından çıkarılıp anlaşılan cihat görevi ne bir fazla ne bir eksik bundan ibarettir.

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...