03 Şubat 2015

FATİR SURESİ FİZİLALİL KURAN TEFSİRİ




FİZİLALİL KURAN TEFSİRİ 
 FATİR SURESİ
1- Gökleri ve yeryüzünü yoktan var eden; iki, üç ve dört kanatlı melekleri elçi olarak görevlendiren Allah'a ham dolsun. O yaratma işleminde dilediği eklemeleri yapar. Hiç kuşkusuz O'nun gücü her şeye yeter.
Görüldüğü gibi sure, yüce Allah'a "hamd" sunarak söze başlıyor. Bu surenin ana amacı insan kalbini yüce Allah'a yöneltmek, onu Allah'ın nimetlerini görmeye, Allah'ın rahmetini ve lütfunu fark etmeye özendirmek, yaratıklarına yansıyan çarpıcı sanatının örneklerini irdelemek, duyu organlarını bu çarpıcı örneklerin algıları ile doyurmak, O'nun lütfunu hamd ile, tesbih ile ve saygı sunarak karşılamaktır. Evet:
"Allah'a hamd olsun."
Yüce Allah'a hamd etmeyi O'nun yaratmaya ve yoktan var etmeye ilişkin sıfatlarını dile getirmek izliyor:
"Gökler ve yeryüzünü yoktan var eden..."
Evet, yüce Allah evreni oluşturan şu müthiş yaratıkların, uzayda yüzen şu görkemli gezegenlerin yoktan var edicisidir. Biz bulunduğumuz yere göre bu gezegenlerin bir kısmını üstümüzde ve bir kısmını da altımızda görüyoruz. Onların bize en yakını ve en küçüğü olan ve bizi bağrında barındıran yer yuvarlağının bile çok az bir bölümünü tanıyabiliyoruz. Bu gezegenler arasındaki duyarlı koordinasyonu ve uyumu aynı yasal sistemin kanunları sağlıyor. Oysa aralarında öyle büyük uzaklıklar var ki, bu mesafeleri insan hayali ancak büyük bir güçlükle tasavvur edebilir. Kendileri ve yörüngeleri arasındaki müthiş uzaklığa ve hayalı zorlayan iriliklerine rağmen aralarında öylesine esrarlı bir uyum ve "görelik" ilişkisi vardır ki, eğer küçük oranda bile zedelenme bütün bu gezegenler çarpışarak parçalanır ve parçaları uzayın boşluğuna dağılırdı.
Kur'àn-ı Kerim'in göklere ve yer yuvarlağına ilişkin bu tür işaretleri umursamazlıkla geçiştiririz. Onların önünde durup çarpıcı anlamlarını uzun uzun düşünmeyiz. Tıpkı bakışlarımızın önünden geçen göklere ve yer yuvarlağına ilişkin görüntüleri umursamadığımız, uzun boylu bir gözlem süzgecinden geçirdiğimiz gibi. Çünkü algılarımız körelmiş, duyarsızlaşmıştır. Bu yüzden bu çarpıcı görüntüler duyu organlarımızın bam tellerini titreştiremiyor, onlarda uyarıcı ve depreştirici dalgalanmalar meydana getiremiyor. Oysa sürekli olarak Allah'ı anan; O'nun evrene yansıyan yaratıcı elinin izlerini fark eden duyarlı kalpler bu görüntülerin görkemi karşısında hiçbir zaman ilgisiz kalmazlar. Bizdeki bu umursamazlığın sebebi şudur: Algı alışkanlığı organlarımızın duyarlığını, keskinliğini törpülemiştir. Bu tür sanat eserlerini ilk kez gören kalplerin heyecanı ve coşkusu yüreklerimizde ve algı organlarımızda kalmamıştır.
Gökteki yıldızların yerleri, hacimleri, birbirlerine oranları, çevrelerindeki uzay boşluklarının oranları, yörüngelerinin biçimleri; hacimleri, konumları ve hareketleri arasındaki ilişki son derece duyarlı, ince hesaplıdır. Fakat açık, bilinçli ve Allah'a bağlı bir kalbin, bu muhteşem varlıklar karşısında coşku ve heyecan duyması için bütün bu saydığımız özelliklerin inceliklerini bilmeye ihtiyacı yoktur. Karanlık bir gecede görülen dağınık yıldızların manzarası, bu manzaranın bam tellerini titreştiren mesajları, ay'1ı bir gecenin uzayı saran aydınlığı, tanyerinin karanlıkları yaran ışıkları, batan güneşin karanlıklar tarafından yutuluşu onun için yeterlidir. Hatta böyle bir kalp için yer yuvarlağının şu çeşitli ve çarpıcı görüntüleri bile yeterlidir. Bu görüntüler görmekle bitmez. İnsan bütün ömrünü bu görüntüleri yakalama ve gözleme amacı uğrunda hep gezilerde harcasa bu manzaraların çok azına yetişebilir. Hatta duyarlı bir kalp için bir tek çiçek bile yeterlidir. Onun renklerini, boyalarının ton farklarını ve yapısının çeşitli öğeleri arasında bulunan uyumu insan inceleye inceleye bitiremez.
Kur'an-ı Kerim, bu irili-ufaklı sonsuz varlıkları inceleme konusunda uyancı bir işaret vermekle yetiniyor. İnsan kalbi için bu varlıkların bir teki bile yeterlidir. Eğer o tek varlığı gereğince algılasa, evrenin yaratıcısının ululuğunu kavrayabilir ve bu kavrama sonucunda O'na tesbihle, hamdle ve saygı dolu bağlılıkla yönelir. Evet, ayeti bir kez daha okuyoruz:
"Gökleri ve yeryüzünü yoktan var eden; iki, üç ve dört kanatlı melekleri elçi olarak görevlendiren Allah'a hamd olsun."
Bu surede peygamberlerden, vahiy olayından ve yüce Allah'ın peygamberlere ilettiği "gerçek" içerikli mesajdan sık sık söz edilir. Melekler, yüce Allah'ın yeryüzünde seçtiği kullarına vahiy mesajını getiren elçilerdir. Bu "elçilik" en önemli ve en yüce görevdir. İşte melekler, yüce Allah'ın bu elçilikle görevlendirilen yaratıklar oldukları için göklerin ve yeryüzünün yaratılışının anlatılmasından hemen sonra gündeme getirilmişlerdir. Çünkü onlar gökler ile yeryüzü arasında iletişim sağlıyorlar. Çünkü onlar göklerin ve yeryüzünün yaratıcısı ile yüce Allah'ın peygamberleri, insanlara gönderilmiş elçileri arasında en önemli görevi yerine getirmektedirler.,
Kur'an'da ilk defa meleklerin biçimlerine, nasıl varlıklar olduklarına ilişkin bir bilgi ile karşılaşıyoruz. Başka ayetlerde bize onların karakteristik özelliklerine ve görevlerinin niteliğine ilişkin bilgiler verilmişti. Mesela şu ayetlerde olduğu gibi:
"O'nun katındakiler hiçbir büyüklük kompleksine kapılmaksızın ve hiç bıkmaksızın O'na ibadet ederler.
Hiç ara vermeksizin, gece-gündüz, O'nu noksanlıklardan tenzih ederler."(Enbiya Suresi, 19-20) "Rabb'inin yanındakiler burun kıvırıp O'na kulluk etmekten geri durmazlar. O'nu noksanlıklardan tenzih ederler ve O'na secde ederler." (A'raf Suresi, 206)
Şimdi burada "iki, üç ve dört kanatlı" ifadesi ile bize meleklerin yaratılış biçimlerine ilişkin bir bilgi veriliyor. Bu tanımlama melekleri kafamızda canlandırmamızı sağlamaz. Çünkü biz bu açıklamaya rağmen, meleklerin nasıl varlıklar olduklarını, ne biçim kanatlar taşıdıklarını bilmiyoruz. Bu tanımlamanın sınırlarında durmak zorundayız, zihnimizde belirli bir tasarı canlandırmaktan kaçınmalıyız. Çünkü canlandıracağımız her tasarı, yanlış ve yanıltıcı olabilir. Çünkü elimizde meleklerin biçimlerine ilişkin, güvenilir hiçbir bilgi yoktur. Kur'an'da cehennemin tanıtımı sırasında meleklere ilişkin şu açıklama ile karşılaşıyoruz;
"Cehennemin görevlileri, Allah'ın kendilerine verdiği emirlere karşı gelmeyen, kendilerine verilen buyrukları uysalca yerine getiren pek haşin meleklerdir." (Fatır Suresi, 6)
Görüldüğü gibi bu ayette de meleklerin biçimleri belirlenmiyor. Bu konuda bir de Peygamberimize dayandırılan bazı açıklamalar 'var. Bu açıklamalardan birinde Peygamberimiz, "Cebrail'i iki kez kendi öz kılığında gördüğünü" öbüründe "Cebrail'in altı yüz kanadı olduğunu" belirtiyor. (Ravisi ibn-i Mesud, Muttefekunaleyh) Fakat görülüyor ki, Peygamberimizin bu açıklamaları da meleklerin biçimleri hakkında belirleyici bir tanımlama yapmıyor. Demek ki, bu konuda elimizde ayrıntılı bilgi yok. Bu tür "gayb" konularının tümünde olduğu gibi bu konunun bilgisi de yüce Allah'ın tekelindedir.
Bu ayette "iki, üç, dört kanatlılık"tan söz ediliyor. Oysa insanlar sadece "iki kanatlılığı" görmeye alışıktırlar. İşte bu münasebetle "O yaratma işleminde dilediği eklemeleri yapar" denilerek yüce Allah'ın iradesinin özgürlüğü, hiç-bir yaratma biçimi ile kayıtlı olmadığı gerçeği vurgulanıyor. Gördüğümüz ve bildiğimiz varlıklar arasında sayısız yaratma biçimleri vardır. Bildiklerimizin dışında bu örnekler çok daha fazladır. Çünkü "Hiç kuşkusuz O'nun gücü her şeye yeter."
Bu yorum cümlesinin kapsamı, bir önceki cümleciğin kapsamından daha geniş ve daha yaygındır. Anlamının sınırları içine girmeyen hiçbir yaratma, yoktan var etme, değişikliğe uğratma ve başkalaştırma biçimini dışarda bırakmamaktadır.

ALLAH'IN DEĞİŞMEZ RAHMETİ
2- Allah'ın insanlara açtığı bir rahmeti hiç kimse alıkoyamaz. O'nun alıkoyduğunu da O'nun dışında hiç kimse salamaz. O üstün iradelidir ve her işi yerinde yapar.
Bu ayet, ilk ayetin sonunda vurgulanan anlamı somut bir örnek halinde önümüze koyuyor. Bu örneği içine sindiren bir insan kalbi düşünce, duygu, yöneliş ve hayata ilişkin tüm değer yargıları bakımından köklü bir değişime uğrar.
İnsan kalbi, bu köklü değişimin sonunda, göklerde ve yerdeki tüm güçlerden umudunu keserek yüce Allah'a bağlanır. Göklerdeki ve yerdeki her türlü rahmet beklentisini içinden atarak umudunu yüce Allah'ın rahmeti üzerine yoğunlaştırır. Bütün gök ve yer kapıları önünde kapanır, sadece Allah'a açılan kapıdan medet bekler. Karşısındaki bütün gök ve yer yolları tıkanarak sadece yüce Allah'a erdiren yolun doğrultusu ile başbaşa kalır.
Yüce Allah'ın rahmetinin örnekleri çoktur. Bunlar sayılara sığmaz. İnsanoğlu bu örneklerin sadece kendine yönelik olanlarını bile izleyip belirlemekten acizdir. Bir düşünelim ki, yüce Allah, insanı yoktan var etmiş, çeşitli ayrıcalıklarla onurlandırmış, "üstünde ve altında" birçok olanağı buyruğuna sunmuş, bildiği ve çoğunu bilmediği birçok nimeti eline vermiştir.
Yüce Allah'ın insanlara yönelik rahmeti birçok örnekte somutlaşır. Bu örneklerin bir kısmı bağışlanan iyilikler, bir bölümü de engellenen belâlar biçimindedir. Allah'ın rahmet kapılarını yüzlerine açtığı kimseler bu rahmetin örneklerini her şeyde, her konumda, her durumda ve her yerde bulurlar. Onlar bu örnekleri kendi üzerlerinde bulurlar, duygu dünyalarında bulurlar, çevrelerinde bulurlar, oldukları yerde bulurlar, yaşama tarzlarında bulurlar. İnsanların kaybını "mahrumiyet" saydıkları her şeylerini yitirseler de bu böyledir. Buna karşılık yüce Allah'ın rahmetinden uzak tuttuğu kimseler bu rahmetin her şeydeki, her konumdaki, her durumdaki ve her yerdeki tezahüründen yoksun kalırlar. İnsanların varlığını "kısmet" ve "hoşnutluk sebebi" saydıkları şeylerin tümünü yanı başlarında bulsalar da bu böyledir.
Yüce Allah'ın rahmetinin eşliğinde olmayan her nimetin kendisi bahtsızlığa dönüşür. Buna karşılık yüce Allah'ın rahmeti ile kuşattığı her sıkıntının kendisi nimet haline gelir. İnsan yüce Allah'ın nimetinin eşliğinde dikenler üzerinde uyusa, üzerinde uyuduğu dikenler rahat bir döşeğe dönüşür. Buna karşılık Allah'ın rahmetinden yoksun kalan kimselerin üzerinde yattıkları ipekli döşekler sipsivri dikenlere dönüşürler. Allah'ın rahmeti ile en zor durumlar kolay ve rahat olur. Buna karşılık Allah'ın rahmeti elini çekince en kolay durumlar, sıkıntıya ve zorluğa dönüşür. Allah'ın rahmetinin eşliğinde içine düşülen tehlike-ler ve korkunçluklar, güvene ve esenliğe dönüşürken O'nun rahmetinden yoksun olarak girilen caddeler ve asfaltlar kaza ve ölüm kapanı olur.
Yüce Allah'ın rahmetinin eşliğinde "darlık" olmaz. Darlık sadece O'nun rahmetinin kesintiye uğradığı durumlar için söz konusudur. İnsan Allah'ın rahmetinin eşliğinde olunca, zindan hücrelerinin kuytu köşelerinde, işkence hücrelerinde ve ölümün kapanında bile olsa "dar"da olmaz. Buna karşılık Allah'ın rahmetinden yoksun kalan kimse nimet ve refah denizlerinde yüzse bile `'rahat"lık ve "genişlik" bulamaz. Allah'ın rahmeti ile bütünleşen kalplerden mutluluk, hoşnutluk ve güven pınarları fışkırır. Buna karşılık Allah'ın rahmetinin uğramadığı kalplerde endişe, keder, bezginlik, ızdırap ve sıkıntı akrepleri cirit atar. Diyelim ki, bu tek kapı açılmış da diğer bütün kapılar, pencereler ve yollar yüzüne kapanmış. Hiç aldırış etme; önün ferahlık, rahatlık, kolaylık ve bolluk-tur. Buna karşılık diyelim ki, bu tek kapı yüzüne kapanmış da diğer bütün kapılar, pencereler ve yollar önünde açılmış. Hiçbir işe yaramaz. Önün darlık, ızdırap, dert, endişe ve sıkıntıdır.
Diyelim ki, bu "feyiz" kanalı üzerine doğru açılmış da rızkın, evin, geçimin dar olmuş; hayatın sıkıntılı ve yatağın dikenli olmuş. Üzülme, hiç önemi yok. Çünkü bolluk, rahat, güven ve mutluluk seni beklemektedir. Buna karşılık bu "feyiz" kanalının sana gelen vanası kapanmış ise yandın! Ne kadar rızkın bo1 olsa da, ne kadar her işin tıkırında gitse de yararı yok. Önün darlık, sıkıntı, mutsuzluk ve belâdır.
Yüce Allah'ın rahmet musluğu kuruyunca mal, evlât vücud sağlığı, maddi güç, rütbe, mevki, bütün bunlar endişe, sıkıntı ve mutsuzluk kaynağı olurlar. Fakat ilâhi rahmetin muslukları açılınca bütün varlık türleri birer huzur, rahat, mutluluk ve güven kaynağı olurlar.
Yüce Allah rızık musluklarını açınca eğer rahmeti de birlikte gelirse rahat geçime ve refaha kavuşurlar. Bu durum dünyada bolluk ve ahirette azık sağlar. Ama eğer rızık bolluğuna Allah'ın rahmeti eşlik etmez ise bu zenginlik endişe, korku, kıskançlık ve kin sebebi olur. Bazen cimrilik veya hastalık sebebi ile "mahrumiyet"e götürür; kimi zaman da savurganlık ve değer bilmezlik yüzünden varlık tümü ile elden çıkar.
Çoluk-çocuk eğer yüce Allah'ın rahmetinin eşliğinde gelirse, hayatın süsü, sevinç ve mutluluk kaynağı olurlar. Allah'a bağlı birer mirasçı olarak ana-babanın sevap defterlerine yeni sevaplar yazdırırlar. Buna karşılık yüce Allah'ın rahmeti eşliğinde kazanılmayan çoluk-çocuk, ana-babanın başına belâ uğursuzluk, dert, mutsuzluk, gece uykusuzluğu ve gündüz sıkıntısı olur.
Allah insana vücud sağlığı ve maddi güç verdiğinde eğer bunlara O'nun rahmeti eşlik ederse, sahipleri için nimet, onurlu hayat ve yaşama zevki kaynağı olurlar. Eğer bu nimetler yüce Allah'ın rahmetinden ayrı düşerlerse sahiplerinin başına belâ kesilirler. Bu durumda sağlık ve maddi güç vücudu yıpratan, ruhu yozlaştıran ve hesaplaşma gününün günah birikimini kabartan birer iç düşman olurlar.
Yüce Allah'ın rahmeti eşliğinde verdiği rütbe ve mevki, sahipleri için birer toplumu düzeltme aracı, birer güven kaynağı, birer ahirete yönelik iyi birikim vesilesi olurlar. Eğer Allah'ın rahmet muslukları kurursa, o zaman mevki ve rütbe sahipleri için birer endişe kaynağı olurlar. Adam, onları her an kaybedeceği kuşkusu içinde yaşar. Bunun yanı sıra saldırganlık ve azgınlık aracı olarak kullanılırlar. Ayrıca sahiplerini kıskançlıklara ve düşmanlıklara hedef yaparlar. Adam bir türlü huzur bulamaz, rütbesinin ve mevkiinin zevkini tadamaz olur. Bütün bunlara ek olarak ahirete cehennemi boylamasına yol açarak bir sürü günah biriktirir.
Geniş bilgi, uzun ömür, iyi mevki de öyle. Bunların hepsi yüce Allah'ın rahmetinin eşliğinde başka, yüce Allah'ın rahmetinden yoksun kaldıklarında başka olurlar. Az bilgi meyve verebilir, yararlı olabilir. Kısa ömür bereketli ve verimli olabilir. Az gelir, Allah'ın rahmeti sayesinde, insana mutluluk sağlayabilir.
Bütün bu konularda, durumlarda, olanlarda toplumlar, tek tek kişiler gibi, milletler de fertler gibidirler. Açıkladığımız örneklere göre bu iki kesimi biribiri ile karşılaştırabiliriz.
Allah'ın bir rahmeti de insanın Allah'ın rahmetini algılayabilmesidir. Yüce Allah'ın rahmeti insanı sarabilir, kuşatabilir, üzerine oluk oluk akabilir. Fakat insanın onun bilincine varması, onu umması, onun geleceğine güvenmesi, şartlar ne olursa olsun onu beklemesi başlı başına bir rahmettir. Buna karşılık insanın Allah'ın rahmetini kafasından silmesi, ondan umut kesmesi, onun geleceğinden kuşku duyması, başlı başına bir azaptır. Yüce Allah, hiçbir zaman mü'minleri bu azaba çarptırmaz. Okuyalım:
"Allah'ın lütfundan sadece kâfirler ümitsiz olur" (Yusuf Suresi 87)
Yüce Allah'ın rahmetini isteyen herkes her yerde ve her durumda onu yanı başında bulur. Hz. İbrahim bu rahmeti ateşin içinde buldu. Hz. Yusuf onu kuyunun dibinde ve zindanda buldu. Hz. Yunus onu üç katlı karanlığın altında, balığın karnında buldu. Hz. Musa onu her türlü güçten ve korumadan yoksun olduğu bebeklik döneminde nehrin dalgaları arasında ve pusuda bekleyen, her yerde kendisini arayan azılı düşmanı Firavun'un sarayında buldu. Mağaraya sığınan genç mü'minler onu bir mağaranın kuytu köşesinde buldular. Oysa onlar onu önce köşklerde ve evlerinde aramışlardı da sonra birbirlerine şöyle demişlerdi:
"Öyleyse mağaraya sığınınız, Rabb'iniz engin rahmetinden size bir pay göndersin ve şu işinizde size kurtuluş yolu göstersin (Kehf Suresi, 16)
Peygamberimiz ile yakın dostu Ebu Bekir bu rahmeti Kureyşlilerin iz süren yoğun kovalamaları altında bir mağarada buldu. O'nu O'na sığınan herkes bulur. Yalnız bunun için diğer insanın her şeyden ümidini kesmiş olması, başka hiçbir yerde güç vehmetmemesi, başka hiçbir yerden rahmet beklememesi, bütün kapılardan yüz çevirerek tek Allah'ın kapısına yönelmiş olması gerekir.
Şunu da unutmamak gerekir ki, yüce Allah rahmetinin kapılarını açınca bu rahmetin akışını hiç kimse durduramaz. Buna karşılık yüce Allah rahmetinin akışını durdurunca onu kimse salamaz. Öyleyse hiç kimseden ve hiçbir şeyden korkamaya gerek yok; hiç kimseye ve hiçbir şeye umut bağlamaya da ihtiyaç yok. Ne fırsat kaçtı diye korkuya kapılmalı ve ne de fırsat çıktı diye ümide kapılmalı. Bu konudaki tek yönlendirici faktör, yüce Allah'ın dileğidir. Onun açtığını kimse kesemez ve O'nun kestiğini de kimse salamaz. İş doğrudan doğruya Allah'ın elindedir. Çünkü:
"O üstün iradelidir ve her işi yerinde yapar."
Hiç kimseye danışmaksızın açar, ya da kapatır. Bu açmasının ve kapatmasının arkasında her zaman bir hikmet hakli bir gerekçe bulunur. Evet, ayeti tekrar okuyoruz:
"Allah'ın insanlara açtığı rahmeti hiç kimse alıkoyamaz."
İnsanların, Allah'ın rahmetine erebilmek için yapacakları tek iş, onu doğrudan doğruya O'ndan istemektir. Hiçbir aracıya, hiçbir vesileye başvurmamaktır. Tam bir güven ve teslimiyetle, tam bir umutla ibadete koyularak O'na yönelmektir. Devam adıyoruz:
"O'nun alıkoyduğunu da O'nun dışında hiç kimse salamaz."
Öyleyse ne bir Allah kuluna umut bağlamalı ve ne de bir Allah kulundan korkmalıdır. Çünkü yüce Allah'ın alıkoyduğu bir rahmeti hiç kimse salamaz. Bu ayet insan vicdanına ne güçlü bir huzur ve güven aşılıyor; duyguları, düşünceleri ve değer yargılarını ne kadar berrak hale getiriyor değil mi? Bir tek ayet, yeni bir yaşama tarzının ana hatlarını belirliyor, insan kafasına bu yeni hayatın değişmez değer yargılarını yerleştiriyor. Bu değer yargılarının ölçüleri, kriterleri sarsılmaz, zigzag çizmez ve dış etkenlerin baskısına kapılarak değişmez. Bu etkenler ister gitsin, ister gelsin; ister büyük, ister küçük olsun; ister önemli, ister önemsiz olsunlar; kaynakları ister insanlar, ister olaylar, isterse nesneler olsun, fark etmez.
Eğer bu tek ve net kavram bir insanın kalbine yerleşse, o kimse bütün olaylara, bütün dış nesnelere, bütün kişilere, bütün güçlere, bütün değer yargılarına, bütün bakış açılarına karşı yalçın dağlar gibi direnir. İsterse bütün insanlar ve cinler başına yüklensinler. Ne önemi var. Çünkü onlar yüce Allah'ın kıstığı bir rahmetin musluğunu açamazlar ve Allah'ın açtığı bir rahmetin musluğunu da kesemezler. Çünkü "O üstün iradelidir ve her işi yerinde yapar."
Kur'an-ı Kerim, İslâmın ilk günlerinde o şaşırtıcı insan grubunu işte bu ve benzeri ayetler ile, bu tür belirli kalıplara dökerek meydana çıkarmıştı. O örnek insan grubu yüce Allah'ın gözü önünde O'nun Kur'an'ı aracılığı ile yetiştirilmişti. Sonradan bu bir avuç insan, yüce Allah'ın gücünün somut bir aracı olmuştu. Yüce Allah, bu bir avuç insan aracılığı ile istediği inanç sistemini, istediği düşünceyi, istediği değer yargılarını, istediği sosyal kurumları ve rejimi kurmuştu. Onlar aracılığı ile istediği ve bugün bize hayal gibi, rüya gibi görünen yaşama örneklerini pratiğe yansıtmıştı.
Bu örnek toplum yüce Allah'ın bir gücü idi. Onu dünyada dilediği kimselerin üzerine salıyor, ona yaptırım gücü sayesinde pratik hayatta ve insanlar üzerinde dilediği reformları yapıyor, silmek istediği değerleri ve uygulamaları siliyor, ortaya koymak istediği değerleri ve kurumları ortaya koyuyordu.
Çünkü o seçkin toplum, Kur'an'ın sadece sözleri ile ve sadece güzel anlamları ile ilgilenmiyordu. O toplum bunlardan çok Kur'an'ın somutlaştırdığı gerçekler ile ilgileniyor, gündelik hayatın ı bu gerçeklere göre düzenliyordu.
Kur'an bugün de insanların ellerindedir. O ayetleri ile ilk müslüman fertleri gibi fertler ve ilk İslâm toplumu gibi toplumlar oluşturabilir. Bu fertler ve toplumlar yüce Allah'ın izni ile O'nun silmek istediğini silebilir ve O'nun ortaya koymak istediğini ortaya koyarlar. Bunun için bu davranış kalıpların kalplere yerleşmesi gerekir. İnsanlar bu davranış kalıplarını ciddiye almalı, onları elle tutar ve gözle görürcesine algılayarak gerçek anlamda pratiğe yansıtmalıdırlar.
Şimdi bir işim daha var. Bu ayeti okurken tanıdığım bana yönelik özel bir rahmetine karşılık yüce Allah'a hamd etmek istiyorum. Anlatayım:
Şu anda bu ayeti okurken sıkıntı, bunalım, ruh darlığı ve ızdırap içinde idim. Ruhum kurumuş, içim kararmış, sıkıntıdan bunalmış bir durumdayken bu ayet karşıma çıktı. Böyle zor bir anımda bu ayetle yüzyüze geldim. Bu hava içinde bu ayetin özünü kavramaya, gerçek mahiyetini içimde özümlemeye beni muvaffak etti. Ayetin özü sanki burnuma çektiğim kokusunun, içime dalda dalga yayılışını hissettiğim bir misk idi. O kavradığım soyut bir anlam değil, attığım somut bir gerçekti. Bu bana yönelik başlı başına bir rahmet idi. Bu rahmet, ayetin pratik açıklaması halinde ruhuma doluyordu. Allah'ın açtığı bir musluktan içime gürül gürül akıyordu.
Ben bu ayeti daha önce birçok kez okumuştum; sözcükleri birçok kez gözlerimin önünden geçmişti. Fakat şu anda duru bir su gibi içime akıyor, ruhumda anlamı somutlaşıyor, soyut gerçeği varlığımla bütünleşiyor ve bana şöyle fısıldıyor: İşte o benim, yüce Allah'ın kanalını açtığı rahmetin bir örneğiyim. Gör bakalım, nasıl olduğunu.
Çevremde değişen hiçbir şey yok. Fakat her şeyin duygu dünyamdaki algısı değişiverdi. İnsan kalbinin, bu ayetin içerdiği gibi bir evrensel gerçeğe açılması son derece büyük bir nimettir. İnsanın tattığı ve yaşadığı bir nimet. Fakat insan çoğunlukla böyle bir nimeti tanımlayamaz; yazıya, kelimelere dökerek başkalarına aktaramaz. Ben bu nimeti yaşadım, tattım ve tanıdım. Bütün bunlar hayatımın en sıkıntılı ve içimin en kararmış bulunduğu, en bunalımlı anlarımda oldu.
Bir anda rahatlık, genişlik, huzur, doygunluk buluyorum. Kendimi bütün bağlardan kurtulmuş, bütün sıkıntıların baskısından sıyrılmış hissediyorum, tüy gibi hafifim. Oysa deminki yerimdeyim! Bu Allah'ın rahmetidir, O'nu musluğunu istediği kimse açarak bir ayeti aracılığı ile kalbine gürül gürül akmasını sağlar. Yüce Allah'ın bir tek ayeti insanın kalbine bir ışık penceresi açar, bir pınar olup duru su fışkırtır; hoşnutluğa, güvene, huzura ve esenliğe erdiren bir yol olur. Bütün bunlar göz açıp kapayıncaya, bir nefes alıp verinceye, bir kez kalp atıncaya kadar kısa bir süre içinde gerçekleşir. Allah'ım, sana hamd olsun. Ey şu Kur'an'ı mü'minler için rahmet ve hidayet kaynağı olarak indiren Allah'ım.
NİMETLERİ HATIRLAMA
Hayatımın bu unutulmaz anını yazıya geçirdikten sonra surenin kaldığımız yerine dönüyoruz. Önümüzde duran üçüncü ayetin, birinci ve ikinci ayetin mesajını vurgulayarak tekrarladığını görüyoruz. Bu ayette insanlara, yüce Allah'ın kendilerine yönelik nimetleri hatırlatılıyor. O ortaksız yaratıcı, ortaksız rızık vericidir. O kendisinden başkası olmayan tek ilâhtır. İnsanlar bu açık ve net gerçeği nasıl göz ardı ediyorlar, hayret- doğrusu! Okuyoruz:

3- Ey insanlar, Allah'ın size yönelik nimetlerini hatırlayınız. Size gökten ve yeryüzünden rızık sağlayan Allah'tan başka bir yaratıcı var mı? O'ndan başka ilâh yoktur. Nasıl oluyor da bu gerçeği göz ardı ediyorsunuz?
Yüce Allah'ın nimetleri karşısında insanların yapmaları gereken tek şey onları hatırlamaktır. O zaman bu nimetlerin belli ve açık oldukları fark edilir. İnsanlar onları görebilirler, algılayabilirler, onlara elleri ile dokunabilirler. Fakat bu nimetler unutulursa belleklerinden uzak kalır.
Çevrelerini kuşatan gök ve yer insanlara oluk oluk nimet akıtmakta, gürül gürül rızık yağdırmaktadır. Her adımda, her an yüce Allah'ın gökten yağan ve yerden biten yeni bir nimeti, yeni bir bağışı ile karşılaşıyoruz. Yüce Allah, kullarına böylesine nimet yağdırıyor. İnsanlara bu yaygın nïmetleri bağışlayan, bu ardı arkası gelmez rızıkları sunan Allah'dan başka bir yaratıcı mı var? Asla, insanlar böyle bir iddia ileri süremezler. En koyu ve en sapık müşriklik dönemlerinde bile böyle bir iddia ileri sürmeye dilleri varmamıştır. Kullara rızık sunan, Allah'dan başka bir yaratıcı olmadığına göre ir`sanlar O'nu niye hatırlamıyor, O'na niye şükretmiyorlar? Niye Allah'a hamd etmekten, övgüyü ve sığınmayı sırf O'nun dergâhına yöneltmekten kaçınıyorlar? O "kendisinden başkası olmayan tek ilâhtır" insanlar bu tartışma götürmez gerçeğe inanmaktan nasıl sapıyorlar. Ayetin deyimi ile;
"Nasıl oluyorda hu gerçeği göz ardı ediyorsunuz?"
İnsanın böyle bir gerçeği görmezlikten gelmesi gerçekten şaşırtıcı bir şeydir. Oysa elindeki rızık hep onu bu gerçek ile yüzyüze getiriyor. Bu açık gerçeği itiraf etmekten kaçınması mümkün olmayan kimsenin Allah'a hamd etme, O'na şükretme görevini göz ardı etmesi de şaşılacak bir iştir.
Bu üç güçlü ve köklü mesaj bu surenin ilk kesitini oluşturur. Bu üç mesajın her biri, içerdiği köklü gerçeğin vicdanlara yerleşmesi halinde, insanı yeniden yaratılmış gibi bir yapı değişikliğine uğratır. Bu mesajların her üçü farklı yönlere yönelmekle birlikte aslında uyumlu bir bütün oluştururlar.
Surenin ilk "kesit"i bu üç köklü mesajla noktalandı. Bu köklü mesajlar şu üç temel gerçeği vurguluyordu: Her şeyi yoktan var eden yaratıcının birliği gerçeği "Rahmet"in O'nun tekelinde olduğu gerçeği "Rızık" verenin tek başına O olduğu gerçeği.
Surenin ikinci "kesit"inde önce Peygamberimize sesleniyor. Kendisi teselli ediliyor; gönlünü hoş tutması, müşriklerin yalanlamalarını dert edinmemesi isteniyor. Çünkü bu yüce Allah'ın elinde olan bir iştir. Bu "kesit"in ikinci seslenişi tüm insanlara yöneltiliyor. Onlara şu gerçekler hatırlatılıyor: Yüce Allah'ın verdiği söz gerçektir. Şeytanın oyunları karşısında dikkatli olmalı, yukarda sayılan temel gerçekleri göz ardı etmeleri yolundaki kışkırtmalarına kapılmamalıdırlar. Eğer kışkırtmalarına kapılırlarsa şeytan onları cehenneme sürükler. Çünkü o insanoğlunun eski ve amansız düşmanıdır. Bu arada ahiret hesaplaşması konusunda açıklama yapılıyor. Mü'minlerin alacakları ödül ile sözü geçen "amansız düşman"ın tuzağına düşen kâfirlerin çarpılacakları cezanın ne olduğu anlatılıyor. Son olarak yine Peygamberimize dönülüyor, müşrikler iman etmiyorlar diye üzülmemesi, hayıflanmaması telkin ediliyor. Çünkü hidayet ve sapıklık yüce Allah'ın elindedir ve Allah "Onların neler yaptıklarını herkesten iyi bilir.

ŞEYTANIN HİLESİ
4- Ey Muhammed, eğer onlar seni yalanlıyorlarsa bil ki, senden önceki nice peygamberler de yalanlanmıştır. Her işin çözümü Allah'a götürülecektir.
Senin o müşriklere duyurduğun gerçekler açık, belli gerçeklerdir. Eğer anlattıklarını yalanlıyorlarsa bunun sana zararı yok. Sen diğer peygamberlerden farklı bir örnek değilsin:
"Senden önceki nice peygamberler de yalanlanmışlardır."
Mesele tümü ile yüce Allah'ın elindedir:
"Her işin çözümü Allah'a götürülecektir."
"Duyurma" ve "yalanlama" sadece birer sebep, birer araçtır. İşlerin sonuçları yüce Allah'ın tekelindedir. O bu sonuçları istediği gibi tasarlayıp yürürlüğe koyar. Bunun arkasından insanlara sesleniyor:
5- Ey insanlar, Allah'ın verdiği söz gerçektir. Sakın dünya hayatı sizi aldatmasın, sakın şeytan, sizi Allah'ın affına güvendirerek ayartmasın.
6- Şeytan kesinlikle size düşmandır. Onu siz de düşman tutunuz. O taraftarlarını cehennemliklerden olmaya sürükler.
Yüce Allah'ın sözü gerçektir. Kesinlikle günü gelecek, bunda şüphe yok. Bir gün kesinlikle gerçekleşecek, boşa çıkması söz konusu değil. O'nun sözü gerçektir ve gerçek kesinlikle ortaya çıkar. O ne kaybolur, ne geçersizliğe uğrar, ne havaya gider, ne hedefinden sapar. Fakat dünya hayatı aldatıcı ve ayartıcıdır:
"Sakın dünya hayatı sizi aldatmasın."
Ayrıca şeytanın işi-gücü de sizi kışkırtıp baştan çıkarmaktır. Onun size zarar vermesine fırsat vermeyiniz;
"Sakın şeytan sizi Allah'ın affına güvendirerek ayartmasın."
Şeytan sizin düşmanınız olduğunu ve bu düşmanlığında ısrarlı olduğunu açıkça ilân etmiştir. O halde;
"Onu siz de düşman tutunuz."
Ona yanaşmayız, onun telkinlerini iyiliğinize sanmayınız, onun izinden gitmeyiniz. Çünkü aklı başında insan düşmanın peşinden gitmez. O sizi iyiliğe çağırmaz, sizi kurtuluşa erdirmez:
"O taraftarlarını cehennemliklerden olmaya sürükler."
Hiç bir aklı başında insan, kendisini cehenneme sürüklemek isteyen çağrıya olumlu karşılık verir mi?
Bu gerçekçi bir psikolojik dokunuştur. Çünkü insan ezeli düşmanı şeytan ile arasındaki bitimsiz savaşı göz önüne getirince tüm gücü ile ve tüm uyanıklığı ile dikkat kesilir; kendini savunma, özünü koruma içgüdüsü harekete geçer. Tüm dikkati ile şeytanın ayartma ve baştan çıkarma girişimlerine karşı koyar. Şeytanın kalbine girerken kullanabileceği kanalları yoklar. Her türlü iç fısıltıya karşı kulak kesilir. Bütün bunları hemen yüce Allah'ın şeytan tuzaklarını tanımaya ilişkin ölçülerine vurmaya koşar. İçinde beliren dürtüler belki de düşmanının gizli manevralarıdır diye düşünür.
Kur'an insanın vicdanında böylesine tedbirli bir savunma bilinci oluşturmayı amaçlar. İnsandan her an şeytanın kışkırtmalarına, şeytanın ayartma girişimlerini savmaya hazır olmasını ister. Herhangi bir dış düşman karşısında, herhangi bir gizli komplo karşısında nasıl uyanık olmak gereğini duyuyorsa şeytanın saptırma girişimleri karşısında da her an eli tetikte olsun ister. Kötülüğe ve kötülüğün ön sebeplerine karşı, şeytanın içine fısıldadığı sürekli iğvalara karşı bu iğvaların dışa yansıyan dâvetiyelerine karşı insanın bilinçli olmasını bekler. Hiçbir an durmayan, dünya durdukça hızından hiçbir şey kaybetmeksizin devam edecek olan bu amansız savaşta gözünü dört açmanın gerekliliğini telkin eder.
Bu hazırlıklı olma, uyanıklık ve dikkatli olma telkinin, şeytanın çağrısına uyan kâfirlerin akıbeti ile bu çağrıya karşı koyan mü'minlerin sonuna ilişkin bir açıklama izliyor. Okuyalım:
7- Kâfirler ağır bir azaba çarptırılacaktır. İman edip iyi ameller işleyenler ise bağışlanma ve büyük ödül beklemektedir.
Bu açıklamanın arkasından şeytanın ayartmasının niteliği hakkında bilgi veriliyor. Şeytanın davranış tarzı tanıtılıyor. Bu kapı açılınca arkasından bütün kötülükler geliverir. Bu kapının önünde bir sapık yolu açılır. Bu yola girip bir kaç adım atan kimse bir daha geri dönemez. Okuyoruz:

8- Kötü işi allandırılıp pullandırılarak gözüne güzel gösterilen kimse davranışlarını süzgeçten geçiren, gerçekçi biri gibi olur mu? Allah dilediğini saptırır, dilediğini de doğru yola iletir. Sakın onlar için hayıflanma. Hiç kuşkusuz onların neler yaptıklarını Allah iyi bilir.
Evet, şimdi ayetin cümlelerini irdeleyelim:
"Kötü işi allandırılıp pullandırılarak gözüne güzel gösterilen kimse."
Bu durum, tüm kötülüklerin anahtarıdır. Düşünelim ki, şeytan insanın kötü davranışını süsleyip püsleyerek onu kendisine güzel bir iş gibi gösteriyor. Adam kendini ve yaptığı her işi beğeniyor. Hiçbir işinin arkasından acaba neresinde hata yaptım, neresinde kusur işledim diye bir kuşkuya kapılmıyor. Çünkü hata yapmayacağından emindir, yaptığı her işin doğru olduğuna kesinlikle inanmaktadır. Elinden çıkan her işi övmektedir. Kendinden kaynaklanan her davranışa hayrandır. Yaptığı bir işi gözden geçirmeyi, herhangi bir işin, ileri sürdüğü herhangi bir görüşün başkası tarafından süzgeçten geçirilmesine katlanamaz çünkü yaptıkları vé düşündükleri kendi gözünde güzeldir. Onları renkli gözlüklerin arkasından görmekte, hepsine bayılmaktadır. O halde eleştirilecek yanları eksik bulunacak yerleri yoktur.
Bu zihniyet, şeytanın insan başına sardığı bir belâdır. Onun insanın boynuna taktığı bir yulardır. O yularla adamı sapıklığa, mahvolmaya sürükler. Buna karşılık yüce Allah'ın alınlarına "hidayet" ve "hayır" yazdığı kimseler de vardır. Yüce Allah bunların kalplerine duyarlık, çekingenlik, kendini denetleme ve özünü hesaba çekme duygusu aşılar. Bunlar yüce Allah'ın "tuzağından" kalplerinin değişmesi ihtimalinden, hatadan, ayaklarının kaymasından, kusur işlemekten, yetersiz kalmaktan hiçbir zaman emin olmazlar. Davranışlarını sürekli biçimde süzgeçten geçirirler, kendilerini her an hesaba çekerler, her an şaytanın tuzağından çekinirler sürekli Allah'ın yardımını beklerler.
İşte bu nokta hidayet ile sapıklık arasındaki, başarı ile mahvolmaya sürüklenmek arasındaki yol ayırımıdır.
Bu son derece derin ve duyarlı bir psikolojik gerçektir. Kur'an bu gerçeği, sayılı birkaç sözcükle dile getirir. Tekrarlıyoruz:
"Kötü işi allandırılıp pullandırılarak gözünü güzel gösterilen kişi." Böyle bir adam bir sapıtmışlık, mahvolmuşluk, kötülüğe balıklama dalmışlık örneğidir. Bütün bu kötülüklerin anahtarı o allandırıp pullandırma işlemi, o aldanma, kalbi ve gözü kör eden perdedir. Böyle bir insanın hiçbir işi iyi olmaz. Çünkü yaptığı iş kötü olduğu halde iyi iş yaptığına inanır. Hiçbir hatasını düzeltemez. Çünkü hata etmeyeceğinden emindir. Hiçbir bozuk yanını onarmaz. Çünkü bozuk bir yanın olmadığına güvenmektedir. Kötülüğün herhangi bir sınırında duracağını da bekleyemezsiniz. Çünkü attığı her adımın yapıcı ve yerinde olduğunu sanır.
Bu zihniyet bir kötülük kapısı, bir belâ penceresi ve frensiz bir sapıtmanın anahtarıdır.
Ayetin cümle yapısı aslında soru biçimindedir: "Kötü işi allandırılıp pullandırılarak gözüne güzel gösterilen kişi için ne dersiniz?" Bu soruya cevap da verilmiyor. Amaç her cevaba açık olmasıdır. Bu cümle şu örneklerde görüldüğü gibi çeşitli şekillerde tamamlanabilir: Böyle bir kimsenin islâh olması, tevbe etmesi umulabilir mi? Böyle bir kimse kendini hesaba çeken, yüce Allah'ın denetimini üzerinde hisseden kimse gibi olabilir mi? ßöyle bir kimse, hiç alçak gönüllü ve kötülükten sakınan kimse gibi olabilir mi? Bu soru cümlesi daha başka türlü de tamamlanabilir. Bu üslubun örneklerinde Kur'an'da sık sık rastlanır.
Ayetin devamında bu soruya, dolaylı biçimde sözünü ettiğimiz cevaplardan biri verilmektedir. Okuyalım:
"Allah dilediğini saptırır, dilediğini de doğru yola iletir. Sakın onlar için hayıflanma."
Sanki yüce Allah şöyle demek istiyor: Allah böyle bir kişinin alnına sapıklığı yazmıştır, o böyle bir damga ile damgalanmayı haketmiştir. Çünkü şeytan ona kötü işlerini güzel göstermiştir; böylece önüne öyle bir kötülük kapısı açmıştır ki, bu kapıdan içeri giren hiçbir sapık bir daha geri çıkamaz.
Evet, Allah dilediğini saptırır, dilediğini de hidayete erdirir. Fakat bu durum, sapıklığın ve hidâyetin adamlara yansıyan özelliğine bağlı olarak meydana gelir. Sapıklık karakteri insanın aslında kötü olan davranışını iyi görmesinde kendini gösterir. Hidayet karakteri de kendini denetleme, hesaba çekme, çekinme ve sakınma titizliğinde ortaya çıkar. Bu nokta hidayet ile sapıklık arasındaki yol ayırımı ve ara kesittir.
Durum böyle olduğuna göre, ey peygamber; "Sakın onlar için hayıflanma."
Bu mesele, yani hidayet ve sapıklık meselesi, insanoğlunun yetki alanına giren işlerden değildir. Bu insan isterse peygamber olsun. Mesele bütünü ile yüce Allah'ın tekelindedir. Kalpler yüce Allah'ın iki parmağı arasındadır. Bakışları ve kalpleri istediği tarafa döndüren O'dur. Yüce Allah bu gerçeği vurgulamakla Peygamberimizi teselli ediyor, yüreğine su serpiyor. Hemşehrilerinin sapıklığı ve bu sapıklığın sonucunda karşılaşacakları acı akıbet karşısında merhamet ve şefkat dolu kalbinin acılarının dinmesini istiyor. "Ama bu adamlar doğru yola gelsinler getirip öğrettiğim gerçeği tanısınlar diye" kendisini harap etmemesini telkin ediyor. Bu normal, insanca bir arzudur. Yüce Allah, kalbinde beliren bu arzu yüzünden onu okşuyor ve kendisine açıklıyor ki, bu iş onun elinde değildir, bütünü ile Allah'ın yetki tekelindedir.
Temsil ettiği dâvanın değerini, üstünlüğünü, yararlılığını kavrayan her samimi dâva adamı, insanların çağrısını umursamadıklarını, sözlerine sırt çevirdiklerini, çağrının içerdiği iyiliği ve üstünlüğü fark edemediklerini, tanıttığı gerçekten ve olgunluktan yararlanamadıklarını görünce bu hayıflanma duygusuna kapılabilir. En iyisi dâva adamları, Peygamberimize yüce Allah'ın iltifatını kazandıran bu ince gerçeği bilmeli ve olanca güçleri ile dâvalarını tanıtmaya gayret etmeli, sonra da yüce Allah'ın kurtuluş ve düzelme nasip etmediği kimseler için üzülmemeli, yürekleri yanmamalıdır. Ayetin son cümlesini okuyalım:
"Hiç kuşkusuz onların neler yaptıklarını Allah bilir."
Yüce Allah insanların neler yapacaklarını ilişkin bilgisine göre hidayet ile sapıklığı aralarında paylaştırır. Yüce Allah bu gerçeği meydana gelmeden önce bildiği gibi gerçekleştikten sonra da bilir ve ezeli bilgisi uyarınca hidayet ile sapıklık şıklarından birini paylarına ayırır. Fakat onları bu ön bilgisine göre değil, ön bilgisi uyarınca gerçekleşecek davranışlarına göre hesaba çeker.
Böylece surenin ikinci "kesit"i burada noktalanıyor. Bu kesit ilk kesit ile bütünleşmiş olduğu gibi, bir sonraki kesitle uyum içindedir.
EVRENDEN KESİTLER
Surenin bu üçüncü "kesit"i evrenin çeşitli alanında gerçekleşen ardışık gezilerden oluşur. Kur'an bu gezilerde iman kanıtlarını sunar, gözler ve basiretler önüne serilen sahnelerden deliller ve dayanaklar devşirir.
Bu ardışık geziler, hidayet ile sapıklığın söz konusu edilmesinden, çağrısına yüz çevirenlerin olumsuz tutumu karşısında yüreği yanan Peygamberimizin teselli edilmesinden, bu işin yetkilisine, yani insanların neler yaptıklarını iyi bilen yüce Allah'a gerektiğinin belirtilmesinden sonra gündeme geliyor. Buna göre kim iman etmek istiyorsa, evren kitabının sayfalarına yansıyan iman delillerini önünde bulur. Bu delillerin gizli-kapaklı bir yanı ve ne de karmaşık bir tarafı vardır. Buna karşılık sapıtmak isteyen de bile bile, yol gösterici bütün kanıtlar ortasında inadına sapıtır.
Meselâ ölümden sonraki hayat sahnesi bir delildir. Yeniden dirilip biraraya gelmenin delilidir. İnsanın topraktan yaratılması, arkasından şu gördüğümüz gelişmiş varlığa dönüşmesi delildir. İnsanın bütün yaratılış ve hayat evreleri açık bir kitapta yazılı olan belirli bir tasarı uyarınca gerçekleşmektedir.
Farklı sulardan oluşmuş denizlerin sahnesi ve bu suların değişik tadlarda yaratılmaları bir delildir. Bu iki su türünde de yüce Allah'ın insanlara sunulmuş çeşitli nimetleri vardır. Bu nimetler şükretmeyi ve kadirşinaslığı gerektirir. Biribirleri ile bütünleşen, uzayan ve kısalan gece ve gündüz sahnesinde delil vardır. Bu iki ardışık doğal olguda yüce Allah'ın tasarlayıcılığına ve planlı yöneticiliğine ilişkin delil vardır. Şu duyarlı ve şaşırtıcı evrensel düzenin yasalarına boyun eğen güneş ve ay sahneleri de birer delildir.
Bunların hepsi engin evren alanında gözler önüne serilmiş deliller, göstergelerdir. Bunların kanıtladıkları gerçek şudur: Bütün bunların yaratıcısı ve sahibi yüce Allah'dır. Allah bir yana bırakılarak tapılan putlar ne ses işitirler ne karşılık verirler ve ne de evrende tek bir çekirdek kabuğunun sahibidirler. Onlar kıyamet günü kendilerine tapan sapıkları tanımazlıktan gelirler, sorumluluklarına katılmaya yanaşmazlar. Öyleyse haktan sonra sapıklıktan başka ne var ki?
Şimdi bu kesiti oluşturan ayetleri incelemeye geçelim:

9- Bulutları sürükleyen rüzgârların estiricisi Allah'dır. Biz bulutları ölü bir yöreye göndererek onlar aracılığı ile ölü toprağı diriltiriz. İşte yeniden diriliş olayı da böyledir.
Kur'an'da imanın evrensel delilleri sunulurken bu sahne sık sık karşımıza çıkar. Denizlerden kaldırdığı buharlarla bulutları oluşturup önlerinde sürükleyen rüzgârların sahnesi yani. Gerçekten sıcak rüzgârlar buharlaşmaya yol açarlar. Soğuk rüzgârlarda da bu buharları yoğunlaştırıp bulut haline getirirler. Sonra yüce Allah, bu bulutları, hava akımları aracılığı ile değişik hava katmanlarına gönderir. Bu bulutlar sağa sola dağılarak yüce Allah'ın istediği, sürükleyicileri olan rüzgârların ve hava akımlarını O'nun izni uyarınca götürdükleri yerlere giderler. Sonunda dilediği bir yere, "ölü bir yöreye" varırlar. Burası yüce Allah'ın bilgisinde o bulut aracılığı ile hayata kavuşacağı belirlenmiş bir yöredir. Şu yeryüzündeki tek hayat kaynağı şudur:
"Bu bulutlar aracılığı ile ölü toprağı diriltiriz."
Böylece insanların umursamazlıkları ve ilgisizlikleri ortasında her an olan olağanüstü olay bir daha gerçekleşir. Her an bu olağanüstü olay olduğu halde, insanlar ahiretteki yeniden dirilmeyi akıllarına sığdıramıyorlar, oysa bu olay dünyada her gün gözleri önünde yineleniyor:
"İşte yeniden diriliş olayı da böyledir."
Yalın, sade, hemen anlaşılabilir bir ifade karşısındayız. Hiçbir karmaşık yanı, tartışmaya yol açacak hiçbir belirsizliği yoktur.
Kur'an'da evrensel iman delilleri sunulurken, bu sahne sık sık karşımıza çıkarılıyor . Çünkü her şeyden önce bu olay somut, elle tutulur bir kanıttır. Göz göre göre inkâr edilemez. Ayrıca bu sahne uyanık bir kalp tarafından algılandığında onu şiddetle sarsar, kendine yönelen duygulardan duyarlığı keskinleştirici titreşimler meydana getirir. Bunların yanı sıra güzel, göz alıcı, gönül açıcı bir sahnedir. Özellikle bir çölde olduğunuzu düşünün. Bugün çevreyi geziyorsunuz. Her taraf kupkuru bir kum denizi. Ertesi gün aynı çevreyi geziyorsunuz. Bu defa yağan yağmurların etkisi ile ortalık yeşermeye, canlanmaya başlamış. Kur'an insanların gündelik hayatlarında tanıdıkları ve umursamaz duygularla geçiştirdikleri olayları ve sahneleri "uyarıcı" olarak kullanır. Çünkü bu olaylar ve sahneler dikkatle izlendiklerinde olağanüstü ve şaşırtıcı oldukları görülür.
Ölülerde nabzı atan hayat sahnesinden sonra enteresan bir noktaya, psikolojik bir espriye dayalı bir bilinç konusuna geçiliyor. Üstünlük, şeref, itibar ve prestij konusuna geçiliyor. Bu ayrıcalık ile Allah'a yükselen güzel söz ve Allah'ın kendi katına yükselttiği iyi amel arasında bağ kuruluyor. Sonra bunun karşı sayfası sunuluyor. Kötü komploların ve pis tuzakların sayfası ki, bunlar boşa çıkar, etkisiz kalır. Okuyoruz:

10- Kim itibar ve üstünlük isterse bilsin ki, itibar ve üstünlük tümü ile Allah'ın tekelindedir. Güzel söz O'na yükselir, iyi ameli de O yükseltir. Kötü amaçlı komplolar düzenleyenler ağır bir azaba çarpılacaklardır. Ayrıca onların komplosu da boşa çıkar, verimsiz olur.
Bir yanda ölü vücutlarda nabzı atan hayat, öbür yanda güzel söz ile iyi amel. Bunların arasındaki ilişki nedir? Herhalde her ikisinde de nefes alıp veren "temiz hayat" ile bir de evrenin ve hayatın özünde bu ikisi arasında bulunan ortak bağ. Bu ortak bağa daha önce İbrahim suresinde değinilmişti:
"Allah'ın güzel sözü neye benzettiğini görmüyor musun? O, onu yerin derinliklerine kök salmış ve dalları göğe tırmanan yararlı bir ağaca benzetiyor." "O ağaç sürekli olarak meyve verir. İnsanlar öğüt alsınlar diye Allah onlara çeşitli örnekler verir."
"İğrenç söz de kökü yerden kesilmiş, dik duramayan, acı meyvalı bir ağaca benzer." (İbrahim Suresi, 24-26)
Bu, sözün özü ile ağacın arasındaki gerçek bir benzerliktir. Ayrıca her ikisinde de hayat ve gelişme yeteneği vardır. Ağaç nasıl büyüyor, uzuyor ve meyve veriyorsa, söz de öyle. O gelişiyor, boy atıyor ve meyvesini veriyor.
Mekkeli müşrikler, dini otoritelerini devam ettirebilmek için bu sapık inançlarına sarılıyorlardı. İnanç sömürüsü yolu ile Kureyş kabilesi, diğer Arap kabilelerini egemenliği altında tutuyordu. Bu egemenlik, Kureyş kabilesine çeşitli avantajlar, çıkarlar sağlıyordu. Bu avantajların başında doğallıkla prestij, üstünlük ve itibar geliyordu. Bu yüzden peygamberimize şöyle demişlerdi:
"Eğer seninle birlikte doğru yola girersek, yurdumuzdan atdırız." (Kasas Suresi, 57)
Oysa yüce Allah onlara şöyle diyor:
"Kim itibar ve üstünlük isterse bilsin ki, itibar ve üstünlük bütünü ile Allah'ın tekelindedir."
Bu gerçek kalplere iyice yerleştiği takdirde bütün ölçüleri, bunun yanı sıra bütün yöntemleri ve planları kesinlikle değiştirir.
Evet, itibar ve üstünlük bütünü ile Allah'ın tekelindedir. O'nun en küçük bir zerresi bile Allah'dan başkalarının elinde değildir. Öyleyse kim prestij ve üstünlük elde etmek istiyorsa, onu alternatifi olan kaynağında, yani yüce Allah'ın katında arasın. Onu ancak orada bulabilir. Başka hiç kimsenin yanında, hiç kimsenin koltuğu altında, hiçbir sebebin aracılığında onu bulamaz. Çünkü "itibar ve üstünlük bütünü ile Allah'ın tekelindedir."
Kureyşli kodomanlar itibarı ve üstünlüğü putperest Arap kabileleri arasında arıyorlardı. Bu yüzden bu kabilelerin sapık putperestliklerine sahip çıkıyorlar, onun koruyucusu kesiliyorlardı. Bunun sonucu olarak kendi ağızları ile "doğru"luğunu itiraf ettikleri hak yola girmeye cesaret edemiyorlardı. Bu yola girseler prestijlerinin, kabileler arasındaki itibarlarının sarsılacağından korkuyorlardı. İşte bu Arap kabileleri vardı ya, onlar prestijin ve itibarın kaynağı değillerdi. Ne bir kimseye itibar bağışlayabilir ve ne de bir kimsenin itibarını geri alabilirlerdi. Çünkü "itibar ve üstünlük bütünü ile Allah'ın tekelindedir." Eğer bu beylerin bir gücü varsa, bunun ilk kaynağı yüce Allah'dır. Eğer bu beylerin bir itibarı varsa onu kendilerine Allah bağışlamıştır. Öyleyse kim güç ve itibar arıyorsa, bunun ilk kaynağına başvursun. Sermayesini bu kaynağa borçlu olan aracıların, simsarların peşinden koşmasın. O zaman gücü ve itibarı bütünü ile tekelinde bulunduran ana kaynaktan pay alabilir. İnsanların ellerindeki kırıntılara ve döküntülere el açmasınlar. Çünkü bu insanlar kendisi gibi muhtaç, eli boş, zavallılardır.
Bu ilke, İslâm inancının temel gerçeklerinden biridir. Bu gerçek değerleri ve ölçüleri, yargıları ve bakış açılarını, yöntemleri ve davranışları, araçları ve sebepleri değiştirmek için tek başına yeterli bir faktördür. Eğer sadece bu gerçek bir kalbe iyi yerleşirse, o kalbin sahibi tek başına bütün dünyanın karşısında durur; herkese karşı onurla, şerefle, hiç sarsılmadan, sendelemeden, hangi yoldan şerefe ereceğini, alternatifi olmayan bu itibar yolunu bilerek direnir.
Böyle bir kimse hiçbir zorbanın, hiçbir azgın kasırganın, hiçbir çarpıcı olayın, hiçbir rejimin, hiçbir baskı kurumunun, hiçbir çıkarın, hiçbir yeryüzü kaynaklı kaba gücün önünde boyun eğmez. Niye eğsin ki? İtibar ve üstünlük bütünü ile Allah'ın tekelindedir. O'nun rızası olmaksızın hiç kimsenin bu tarakta bezi olamaz.
İşte bu gerekçe ile iyi söz ve iyi amel gündeme geliyor. Okuyalım:
"Güzel söz O'na yükselir, iyi ameli de O yükseltir."
Söz konusu büyük ve önemli gerçeği anlattıktan sonra hemen böyle bir değerlendirme yapmak, son derece anlamlı ve mesaj vericidir. Çünkü bu değerlendirme ile itibarı ve üstünlüğü Allah katında arayanların yararlanacakları sebeplere ve başvuracakları yöntemlere işaret ediliyor. Bu sebepler ve yöntemler güzel söz ile iyi ameldir. Güzel söz, yüceliği ile Allah'a yükselir. İyi amele gelince, onu Allah kendi katına yükselterek onurlandırır. Buna bağlı olarak bu amelin sahibini de onurlandırarak ona itibar ve üstünlük bağışlar.
Gerçek üstünlük, insanların dünyasına yansımadan önce kalpte kökleşir. Bu duygu sayesinde insan bütün onursuzluk ve başkalarına boyun eğme sebeplerinin üzerine yükselir. Bu duygu sayesinde her şeyden önce kendi nefsini alt eder. Küçük düşürücü ihtiraslarını, karşı durulmaz arzularını, korkularını, insanlara ve insan dışı varlıklara bağlanmış ümitlerini yener. İnsan bu alanlarda üstünlüğünü kabul ettirince hiç kimse onu alçaltmaya, ona boyun eğdirmeye sebep bulamaz. İnsanları arzuları, ihtirasları, korkuları ve umutları küçük düşürür. Bunları denetim altına alabilen kimse her duruma, her şeye ve herkese karşı üstün gelir. İşte güç, üstünlük ve otorite ile bütünleşen gerçek itibar budur.
Üstünlük ve itibar gerçek karşısında inatla direnmek ve batıl ile pohpohlanmak değildir. Önüne çıkan herkesi ve her şeyi kırıp döken şımarık bir zorbalık da değildir. İçgüdülere boyun eğen, ihtiraslara yenik düşen taşkın bir reaksiyon da değildir. Hak, adalet ve yarar düşünmeden pençe atan, yakalara yapışan kör bir kaba güç de değildir. Asla.
Üstünlük ve itibar nefsin ihtiraslarına egemen olmaktır, bağımlılığı ve aşağılanmayı alt etmektir; Allah'dan başkası önünde boyun eğmemektir. Bunların yanı sıra Allah'a boyun eğmek, saygı beslemektir; Allah'dan korkmak, çekinmektir; sevinçte de kederde de yüce Allah'ın gözetimini üzerinde hissetmektir. İnsan Allah'a boyun eğerse başı dik olur. İnsan Allah'dan korkarsa O'nun hoşuna gitmeyen her şeye karşı çıkar. İnsan kendini Allah'ın sürekli gözetimi altında hissederse O'nun izni olmadıkça başını eğmez.
İşte güzel söz ve iyi amel ile üstünlüğün ve itibarın söz düzeyindeki konumu budur. İşte ayetlerin akışı içinde bu ikisi arasındaki ilişki budur. Bunun arkasından önümüze bu sayfanın karşısı açılıyor. Okuyalım:
"Kötü amaçlı komplo düzenleyenler ağır bir azaba çarpılacaklardır. Ayrıca onların komplosu da boşa çıkar, verimsiz olur."
Buradaki "komplo düzenlemek" "plan kurmak" anlamında kullanılmıştır. "Komplo düzenleme" deyimi, genellikle ifade ettiği kötü amaçlılığı, vurgulamak için tercih edilmiştir. Bu komplo düzenleyicileri ağır bir azap bekliyor. Üstelik kurdukları tuzaklar da kısa ömürlüdür, boşa çıkmaya mahkûmdur, bekledikleri sonucu veremezler. Buradaki "kısa ömürlü"lük, hatta "ölü doğma" imajı bir önceki ayetteki "canlanan ve ürün veren toprak" imajı ile ters yönlü çağrışım yapmaktadır.
"Kötü amaçlı komplo düzenleyenler" bu komploları sahte şöhret kazanmak, asılsız üstünlük sağlamak için kurarlar. Fakat yüce Allah'a yükselen diğer güzel söz olduğu gibi, O'nun kendi katına çıkardığı birikim de iyi ameldir. Geniş ve kapsamlı anlamı ile itibar ve üstünlük bunlar sayesinde kazanılabilir. Gerek söz ve gerekse davranış biçiminde kötü amaçlı komplo ise itibara ve üstünlüğe ulaştırıcı bir yol değildir. Gerçi bu yöntemle kimi zaman azgın ve zorba bir güç kazanılabilir. Fakat bu kaba güç kısa ömürlüdür, kısa sürede yok olmaya mahkûmdur. Ayrıca sahibinin ağır bir azaba çarptırılmasının da gerekçesi olur. Allah'ın vaadi böyledir ve Allah'ın vaadinden cayacağı da düşünülemez. Fakat O kötü komplo düzenleyicilerine biraz mühlet verebilir, ön tasarısında belirlediği süreye kadar onların at oynatmalarına fırsat tanıyabilir.
İNSANIN YARATILIŞI
Su aracılığı ile oluşan genel "canlılık" olgusuna değinildikten sonra insanın ilk yaratılış sahnesi gözler önüne getiriliyor; yanı sıra bu olayın çağrıştırdığı "hamilelik", "uzun ömür", "kısa ömür" gibi olgulara değinilerek bunların tümü ile yüce Allah'ın gizli bilgisinin bir parçasını oluşturdukları vurgulanıyor. Okuyoruz:

11- Allah siz önce topraktan, sonra spermadan yarattı. Sonra erkekli-dişili çiftlere dönüştürdü. O'nun bilgisi dışında hiçbir dişi ne hâmile kalabilir ve ne de doğurabilir. Ömrü uzun olanın çok yaşaması ve kısa ömürlülerin az yaşamaları kesinlikle bir kitapta kayıtlıdır. Hiç kuşkusuz bu .Allah için kolay bir iştir.
İnsanın topraktan meydana gelişinde somutlaşan "ilk yaratılış" olgusuna Kur'an'da sık sık işaret edilir. Hamileliğin ilk aşamalarından biri olan "sperma" dönemine de sık sık değinildiğini görüyoruz. Toprak cansız bir madde iken "sperma (nutfel" canlı bir çekirdektir. İlk ve en büyük mucize işte bu "hayat" mucizesidir. Hiç kimse bu mucizenin nasıl ortaya çıktığını, ya da insanın hammaddesi olan toprakla nasıl kaynaştığını bilmiyor. Bu olgu, geçmişte olduğu gibi günümüzde de insan bilgisine kapalı bir sırdır. Aynı zamanda gözle görülen, aktüel bir gerçektir. Kendisi ile yüzyüze gelmekten, varlığını itiraf etmekten kaçınmak mümkün değildir. Ayrıca can verici ve gücü her şeyi yapmaya yeten bir Allah'ın varlığının da göstergesidir; bu da savsaklanmaz ve tartışılmaz bir gerçektir.
Bu cansızdan canlıya geçiş olayı, son derece uzun mesafeli bir geçiştir. Öyle ki, bunun yanında bütün zaman ve yer boyutları küçük kalır. Şu şaşırtıcı varlık aleminin sırlarını irdeleyen bir kalp, bu geçiş olayının büyüklüğünü düşünmekle bitiremez. Aslında bu alemin her sırrı diğerinden daha büyük ve daha şaşırtıcı bir sanat örneğidir.
Canlılarda tek hücre aşamasını temsil eden "sperma" aşamasından tam teşekküllü bir canlı aşaması olan "cenin" evresine geçiliyor. Bu evrede erkek ve dişi biribirinden ayrılıyor, böylece Kur'an'ın işaret ettiği şu tablo gerçekleşmiş oluyor: "Sonra erkekli-dişili çiftlere dönüştürdü."
Bu cümlenin anlamı "Allah sizi daha cenin evresinde erkekli-dişili çiftlere dönüştürdü" şeklinde olabileceği gibi, "O sizi doğumunuzdan sonraki aşamada birbiri ile evlenen erkek ve dişi çiftler haline getirdi" biçiminde de olabilir. Bu geçiş olayı, yani spermadan erkek ve dişi organizmalar evresine geçiş olayı da, tıpkı cansızlık aşamasından canlılık evresine geçiş gibi, son derece uzak mesafeli bir geçiştir. Neden derseniz, "sperma"nın temsil ettiği tek hücre nerede; son derece karmaşık yapılı, çeşitli fonksiyonlu ve çok sistemli bir canlı organizma olan "cenin" nerede? O belirsizlikler yuvası olan tek hücre nerede; çok sayıda farklılaşmış nitelikleri olan minik organizma, yani "cenin" nerede?
Eğer bu yalın hücre incelenecek olursa, şu gerçekler öğrenilir. Söz konusu hücre bölünerek çoğalır. Çoğalan hücrelerin eş fonksiyonları dokuları oluşturur. Dokulardan da fonksiyonu ve niteliği belirli organlar meydana gelir. Sonra bu organların ahenkli ve uyumlu işbirliği sayesinde "insan" denen şaşırtıcı canlı varlık ortaya çıkar. Bu canlı varlıkların her biri, diğer türdeşlerinden, hatta en yakın akrabalarından farklı organizmalar olurlar. Öyle ki, iki insan, kesinlikle birbirinin aynısı olmaz. Oysa hepsi algılanabilir hiçbir farklı yanı olmayan aynı spermadan meydana gelmişlerdir. Sonra yukarda değindiğimiz gibi dokular oluşmuş ve bu dokulardan da erkekli-dişili çiftler türemiştir. Bu çiftler yeni bir sperma hücresi aracılığı ile hiçbir sapma göstermeksizin aynı aşamaları izleyecek yeni bir insan yavrusu üretebiliyorlar. Bütün bunlar son derece şaşırtıcı-dır ve bu "şaşırtıcılık" nitelikleri hiçbir zaman sona ermeyecektir. İşte Kur an, bu esrar dolu olağanüstü olaya, daha doğrusu esrarlarla dolu, olağanüstü olaylar zincirine bu yüzden sık sık değiniyor. Amaç, insanları bu olayları düşünmeye, irdelemeye yöneltmek, bu sürekli mesaj bombardımanı sayesinde ruhları uykudan uyandırmaktır.
Burada bu "işaret"in yanı sıra yüce Allah'ın bilgisinin evrenselliğini canlandıran bir tablo sunuluyor. (Bu tablonun benzerleri daha önce Sebe suresinde gözlerimizin önüne serilmişti.) Bu tabloda yüce Allah'ın bilgisinin, yeryüzündeki tüm canlı dişilerin karınlarında taşıdıkları yavruları kapsadığı vurgulanıyor. Okuyoruz:
"O'nun bilgisi dışında hiçbir dişi ne hamile kalabilir ve ne de doğurabilir."
Ayetteki "dişi" kavramı sadece insan dişilerini değil, bütün hayvan, kuş, balık, sürüngen ve böcek türlerinin dişilerini de içeriyor. Hatta bunlar dışında kalan bildiğimiz ve bilmediğimiz bütün canlı türlerinin dişileri de bu kavramın şemsiyesi altındadır. Yeter ki, gebe kalan ve doğuran bir canlı türü olsun. Yumurtlayan canlılar da bu hesaba girer. Çünkü yumurta da bir tür "doğurulmuş" yavrudur, yalnız gelişmesini anasının vücudunda tamamlamadan yumurta ha1inde dışarıya çıkıyor ve gelişmesinin geri kalan bölümünü anasının vücudu dışında sürdürüyor. Bu sırada yumurta ya anası üzerinde kuluçkaya yatıyor ya da kuluçka şartlarını sağlayan makinelerde barınıyor. Sonunda eksiksiz bir cenin evresine varınca kabuğunu kırıp çıkıyor ve normal gelişmesini dışarda devam ettiriyor.
İşte şu uçsuz bucaksız evrenin bütün gebelik ve doğum olayları yüce Allah'ın engin bilgisinin kapsamı içindedir.
Sebe suresinde dediğimiz gibi yüce Allah'ın sınırsız bilgisini böylesine şaşırtıcı biçimde tanıtmak, ne düşünce ve ne de ifade olarak insan zihninin girişeceği bir iş değildir. Bu durum, başlı başına Kur'an'ın yüce Allah tarafından indirildiğini gösteren bir kanıt olduğu gibi, bu benzersiz Kitab'ın ilahi kaynaklı olduğunu belgeleyen bir özelliktir.
Aynı ayette geçen insan ömrüne ilişkin açıklama da bu özelliği taşır. Okuyoruz:
"Ömrü uzun olanın çok yaşaması ve kısa ömürlülerin az yaşamaları kesinlikle bir kitapta kayıtlıdır. Hiç kuşkusuz bu Allah için kolay bir iştir."
Şöyle bir düşünelim. Daha doğrusu şu evrendeki tüm canlıları hayalimizden geçirmeye çalışalım. Yani bütün ağaçları, kuşları, diğer hayvanları, insanları, öbür tüm canlıları zihnimizde canlandırmaya gayret edelim. İrilikleri, vücut biçimleri, türleri, cinsleri, yaşadıkları yer ve zamanlar, hepsini birbirinden farklı bir canlılar okyanusu farz etmeliyiz. Sonra bu kümelerin bir de tek tek bireylerini düşünmek gerekir. Saymakla bitmezler ve sayılarını da ancak yaratıcıları bilir. Bu bireylerin kimi uzun ömürlü, kimi de kısa ömürlü olur. Bu süreler daha önce belirlenmiş bir plana, yüce Allah'ın bu canlı bireylerine ilişkin bilgisine göre uzun ya da kısa olur.
Yüce Allah'ın bilgisi sade canlı bireylerin kendileri ile değil, bu canlı bireylerin organları ile de ilgilenir. Bu organların uzun mu, yoksa kısa mı yaşayacaklarını bilen O'dur. Meselâ şuradaki ağacın şu yaprağı uzun süre yeşil kalacak mı, yoksa yakında sararıp dalından kopacak mı? Şu kuşun tüyü kuşun üzerinde daha çok kalacak mı, yoksa rüzgâra kapılıp gidecek mi? Falanca hayvanın şu boynuzu uzun zaman yerinde kalacak mı, yoksa bir çatışmada kırılacak mı? Şu insanın şu gözü ya da saçının şu teli yüce Allah'ın belirli planına göre ya yerinde kalır ya da çıkar, dökülür.
Bunların hepsi yüce Allah'ın ayrıntılı ve geniş kapsamlı bilgisini simgeleyen bir "kitap"da kayıtlıdır. Bu işlem herhangi bir emeği, herhangi bir sıkıntıya katlanmayı gerektirmez. Çünkü; "Hiç kuşkusuz bu Allah için kolay bir iştir."
İnsan bütün bunları düşündüğü ya da hayal ettiği zaman, sonra da ötelerine akıl erdirmeye çalıştığı zaman anlar ki, bu iş son derece şaşırtıcı, hayret uyandırıcıdır. Ayrıca burada insan düşüncesinin bu biçimde işleyemeyeceği bir gerçek ile karşı karşıyayız. Bu gerçek insan aklına yabancı bir yaklaşımla tasarlanıp tasvir edilmiştir. Burada yüce Allah'ın bu şaşırtıcı konuya ilişkin kendine özgü bir yaklaşımı ile yüz yüzeyiz.
Uzun ömürlülük, yaşama süresinin uzunluğu, yaşanan yılların çokluğu yolu ile olacağı gibi, yaşanan zamanın bereketli olması, bu zamanın verimli bir biçimde kullanılması; duygu, hareket, davranış ve eser zenginliği içinde geçmesi yolu ile de olur. Buna karşılık kısa ömürlülük de yaşanan yılların az sayıda oluşu biçiminde olabileceği gibi, yaşama süresinin bereketini yitirmek; bu süreyi eğlence, oyun, aylaklık ve tembellik içinde geçirmek şeklinde de olabilir.
Öyle saatler var ki, bir ömre bedeldirler. Düşünce ve duygu açısından o kadar zengin, iş ve eser bakımından öylesine verimlidirler. Buna karşılık nice yıllar var ki, bomboş gelip geçerler, ne hayatın terazisinde bir ağırlıkları ne de yüce Allah katında bir önemleri vardır.
Bunların hepsi bir kitapta kayıtlıdır. Yüce Allah'dan başka hiç kimsenin sınırlarını bilmediği şu uçsuz bucaksız evrendeki her canlı bireye ilişkin bütün bu ayrıntılar bir kitapta kayıtlıdır. .
Toplumlar ve milletler de bu açıdan bireyler gibidirler. Onlar da hem uzun hem de kısa ömürlü olabilirler. Onlar da fertler gibi bu ayetin kapsamına girerler.
Hatta bu konuda cansız varlıklar da canlı varlıklar gibidirler. Meselâ kimi kayalar, kimi mağaralar, kimi nehirler uzun ömürlüdürler. Kimi kayalar dayanıksız olur, kısa sürede parçalanır gider. Kimi mağaralar da kısa ömürlü olur. Bir bakarsınız ki ya çökmüşler ya da ağızları kapanmıştır. Kimi nehirler de kısa ömürlüdürler. Bir bakarsınız ki, kurumuşlar ya da küçük kollara ayrılarak sularını yitirmişlerdir.
İnsan elinden çıkan cansız eşyalar da öyledirler. Kimi yapı uzun, kimi yapı ise kısa ömürlü olur. Kimi teknik aygıt uzun ömürlü olur, çok dayanır; kimisi de kısa ömürlü olur, dayanıksız çıkar. Kimi elbise uzun ömürlü olduğu gibi, kimi elbise de kısa ömürlü olur. Bütün bu varlıklara ait ömürler ve dayanma süreleri, tıpkı insan ömürleri gibi bir kitapta kayıtlıdır. Bütün bunlar yüce Allah'ın engin bilgi ve haber alanı içinde yer alırlar.
Mesele bu şekilde düşünülünce, kalpler uyanarak şu evreni yeni bir yaklaşımla, yeni bir duyarlılıkla düşünmeye, irdelemeye koyulurlar. Böylesine büyük bir duyarlılıkla her şeyde yüce Allah'ın elini ve gözünü fark eden bir kalp O'nu zor unutur, zor göz ardı eder, zor yolundan sapar. Çünkü ne tarafa dönerse yüce Allah'ın elini, gözünü, ilgisini ve gücünü görür. Şu evrendeki her nesnenin O'nun varlığının ve ortaksız yöneticiliğinin somut kanıtı olduğunu fark eder.
İşte Kur'an kalpleri böyle eğitir.
SU VE HAYAT
Daha sonraki ayetlerde de devam ettirilen bu değişik görüntülü evrensel gezide dikkatlerimiz başka bir olguya çekiliyor. Bu sahnede şu yeryüzündeki su olgusuna belirli bir açıdan, farklı özellikteki su türleri açısından bakılıyor. Bir yanda içmeye elverişli sular şırıl şırıl akarken, öbür yanda tuz oranı yüksek acı suların engin birikimleri ile karşılaşıyoruz. Yüce Allah'ın boyun eğdirici yasaları uyarınca bu su türleri kimi zaman birbirine karışarak, kimi zaman da birbirinden ayrılarak insanlara çeşitli yararlar sağlıyorlar. Okuyoruz:

12- İki deniz aynı değildir. Birinin suyu tatlı kolay içimli, öbürününki tuzlu ve acıdır. Her ikisinden de taze balık eti yer ve takı olarak kullandığınız süs eşyaları çıkarırsınız. Allah'ın size yönelik bağışını aramanız ve O'na şükretmeniz için geminin suları yararak yol aldığını görürsünüz.
Su türleri arasındaki farklılaşma olayının iradeye bağlı olarak meydana geldiği açıktır. Bildiğimiz kadarı ile bu olayın arkasında bir hikmet vardır. Önce içmeye elverişli olan su türüne bakalım. Bu tür suyun neden böyle yaratıldığını onu kullanarak ve yararını somut olarak görerek biliyoruz. Tatlı su bütün canlılar için hayat kaynağıdır. Şimdi de öbür su türü olan ve acı tuzlu suya bakalım. Bu tür su daha çok denizler ve okyanuslar biçiminde karşımıza çıkar. Aşağıda bu konuda bir bilginin sözlerini okuyacağız. Adam bu açıklamayı şu koca evreni düzenleyen duyarlı planı değerlendirirken yapıyor. Okuyoruz:
"Yüzyıllardır yerden fışkıran gazlar havaya yükselir. Bunların çoğu zehirlidir. Buna rağmen hava (atmosfer) yine de kirlenmemiş kalır. İnsanın yaşaması için elverişli olan gaz oranlarının dengesi değişmez. Bu büyük dengeyi sağlayan mekanizma denizleri ve okyanusları kaplayan engin sulardır. Hayat, besin maddeleri, yağmurlar, ılımlı iklim ve son olarak insan, varlıklarını bu uçsuz bucak-sız su kütlesine borçludurlar."
Bu açıklama niçin farklı türde yaratıldıklarına kısmen ışık tutuyor. Bu sözler kanıtlıyor ki; suların farklı türlerde yaratılmış olması belirli bir amacın ve planın sonucudur. Bu yolla şu evrenin varlığında ve düzeninde gerekli olan, birbirine bağlı birtakım dengeler ve uyumlar gözetilmiştir. Bunu ancak şu evrenin ve şu evrendeki canlı-cansız tüm varlıkların yaratıcısı olan yüce Allah düzenler. Çünkü bu hassas uyum, asla rast gele meydana gelmez. Ayette "iki denizin" farklılığının vurgulanmış olması, gerek bu alandaki farklılaştırmanın, gerekse diğer bütün farklı yaratmaların mutlaka bir amaca dayandığını düşündürür. Surenin ilerdeki ayetlerinde duygular, yönelmeler, değerler ve ölçüler alanında varolan başka "farklılık" örnekleri ile karşılaşacağız.
Sonra bu farklı sulardan oluşmuş iki denizin birleştiğini görüyoruz. Maksat insana çeşitli yararlar sağlamaktır. Okuyalım:
"Her ikisinden de taze balık eti yer ve takı olarak kullandığınız süs eşyaları çıkarırsınız. Allah'ın size yönelik bağışını aramanız ve O'na şükretmeniz için geminin suları yararak yol aldığını görürsünüz."
Ayetin orijinalindeki "taze et" deyiminden maksat, balıklar ile öbür deniz hayvanlarıdır. "Takı" sözcüğünden maksat da inci ve mercandır.
İnci, kabuklu yumuşakçalar sınıfındaki hayvanların vücutlarından elde edilir. Olay şöyle olur: Rastlantı sonucu bu hayvanların vücutlarına kum tanesi ya da su damlası gibi yabancı bir madde girer. Bunun üzerine hayvanın vücudu özel bir sedefli sıvı salgılayarak yabancı maddeyi kuşatır. Amaç bu maddenin, vücudun iç organlarını tırmalamasını önlemektir. Belirli bir süre sonra işte bu sıvı katılaşarak inciye dönüşür.
Mercan, bitkisel özellikler de taşıyan bir deniz hayvanıdır. Bazan birkaç mil uzunluğu olabilen koloniler halinde yaşar. Bu kolonilerin büyükleri hem deniz yolcuları için ve bu hayvanların kollarına yakalanan bütün canlılar için tehlike oluştururlar. Mercanlar, özel yöntemler ile biçilerek süs eşyası haline getirilirler.
Yüce Allah'ın şu evrendeki nesnelere sunduğu çeşitli niteliklerin sonucu olarak gemiler, nehir ve deniz sularını yararak yol alırlar. Gemilerin yapımında kullanılan maddelerin yoğunluk ortalamasının suyun yoğunluğundan fazla olması, gemilere su yüzeyinde kalarak sular içinde yol alma imkânı sağlar. Bu olayda rüzgârın gücünden yararlanıldığı gibi, yüce Allah'ın insanın faydalanmasına yol açtığı ve nasıl kullanılacağını öğrettiği buhar, elektrik ve diğer enerji türlerinden de yararlanılır. Bu enerji türlerinin hepsi insanın kullanımına sunulmuştur. Sebep;
"Allah'ın size yönelik bağışını arayasınız."
Deniz yolculuğu ve ticaret yapasınız diye. Deniz hayvanlarının taze etlerinden ve takı maddelerinden yararlanasınız diye. Nehirlerin ve denizlerin suları ile gemilerden yararlanasınız diye. Bir de; "O'na şükredesiniz diye."
Zaten yüce Allah şükür sebeplerini hazırlayıp önünüze getirdi. Böylece şükür görevinizi yerine getirmenize yardımcı oldu.
KÂİNATIN TEMEL YASASI
Surenin bu kesiti bir evrensel gezi ile noktalanıyor. Bu gezide önce gece gündüz sahnesi karşımıza çıkıyor. Sonra da belirli bir surenin sonuna kadar ki hareketlerini düzenleyen yasa uyarınca güneşe ve aya boyun eğdirildiğini öğreniyoruz. Okuyalım:

13- O geceyi gündüze ve gündüzü geceye dönüştürür. Güneşi ve ayı buyruğu altına almıştır. Her biri belirli bir sürenin sonuna kadar hareket eder. İşte Rabb'iniz bu Allah'dır. Egemenlik O'nun tekelindedir. O'nu bir yana bırakarak taptığınız düzmece ilahlar bir çekirdek kabuğunun bile sahibi değildirler.
Ayetin orjinalinde kullanılan "gecenin gündüze ve gündüzün geceye girdirilmesi" deyimi iki türlü yorumlanabilir. Birinci yorum, şu iki çarpıcı doğal sahneyi gözümüzün önüne getirir. Sahnelerin ilki şöyle: Gece, gündüze giriyor. Aydınlık azar azar kayboluyor ve yerine ağır ağır karanlık çöküyor. Böylece güneş batıyor, arkasından da karanlık gitgide koyulaşıyor. İkinci sahne de şöyle: Gündüz, geceye giriyor. Tanyeri ağarıyor. Aydınlık yavaş yavaş ortalığa yayılıyor ve karanlık yavaş yavaş dağılıyor. Sonunda güneş doğuyor ve aydınlık her yanı sarıyor.
Ayetteki deyim şöyle de yapılabilir. Uzun bir gece düşünelim. Bu gece, gündüzün uçlarını yiyerek sanki onun içine giriyor. Bir de uzun bir gündüzü düşünelim. Bu gündüz de sanki gecenin uçlarını yiyerek içine giriyor.
Ayetteki deyim ile her iki anlam birden kastedilmiş de olabilir. Bütün bu sahneler insan kalbini, sakin sakin gezdirerek ona ürperti ve korku bilinci aşılıyor. Bu gezi sırasında insan kalbi, yüce Allah'ın elinin şu çizgiyi uzatıp şu çizgiyi dürdüğünü, şu ipi gererek şu ipi saldığını görüyor. Bütün bunlar duyarlı ve sürekli bir düzen içinde gerçekleşiyor. Bu düzenin bir kere bile, şunca yüzyıllık ömrü içinde bir gün ya da bir yıl için ne bozulduğu, ne sarsıldığı ve ne de değiştiği görülmemiştir.
Güneşe ve aya boyun eğdirildiği ve ne kadar olduğunu yalnız Allah'ın bildiği belirlenmiş bir sürenin sonuna kadar hareket ettikleri, sonuç olarak herkesin gördüğü bir doğal olaydır. İster bu gök cisimlerinin hacimlerini; yıldız mı, yoksa gezegen mi olduklarını, yörüngelerini, dönüşlerini ne kadar zamanda tamamladıklarını bilsin, isterse bu konulara ilişkin hiçbir bilgisi olmasın. Güneş ile ayın kendileri, herkesin karşısında görünüp kayboluyor, her gözün önünde inip çıkıyorlar. Hiç şaşmayan ve ayarını bozmayan bu sürekli hareket görünen bir olgudur; izlenmesi bilgi ve hesap istemez.
Bu nitelikleri ile bu olgular evren kitabının sayfasında her aklı başında insanın ve bütün kuşakların bakışlarına sunulmuş mucizelerdir. Biz bu konuda bugün, Kur'an'ı ilk okuyanlardan daha çok şeyler bilebiliriz. Fakat önemli olan bu değildir. Önemli olan bu doğal mucizenin onlarda meydana getirdiği etkiyi bizde de meydana getirmesi, onların kalplerini titrettiği gibi, bizim kalplerimizi de titretmesi, bizi de onlar gibi yüce Allah'ın evrende sürekli işleyen yaratıcı elini görüp düşünmeye özendirmesidir. Çünkü hayat demek, kalbin yaşaması demektir.
Bu değişik, derin anlamlı ve sarsıcı sahnelerin ardından "Rabb'lık gerçeği açıklanıyor. Bunun yanı sıra Allah'a ortak koşmaya yeltenen iddiaların asılsızlığı ve bu iddiaları ileri sürenlerin kıyamet günü karşılaşacakları acı son vurgulanıyor

İşte Rabb'iniz bu Allah'dır. Egemenlik O'nun tekelindedir. O'nu bir yana bırakarak taptığınız düzmece ilahlar bir çekirdek kabuğunun bile sahibi değildirler.
14- Eğer onları imdadınıza çağırırsanız, çağrınızı işitmezler. Sesinizi işitseler bile size karşılık veremezler. Üstelik kıyamet günü, sizin kendilerini Allah'a ortak koşmuş olmanızı reddederler. Hiç kimse, her şeyin içyüzünü bilen Allah gibi sana haber vermez.
Yani bulutların önünde rüzgârları estiren, ölmüş toprağı dirilten, sizleri topraktan yaratan, sizleri erkekli-dişili çiftlere ayıran, dişilerin taşıdıkları ceninleri ve doğurdukları yavruları bilen, uzayan ve kısalan ömürleri bilen, iki tür deniz yaratan, geceyi gündüze ve gündüzü geceye dönüştüren, güneşi ve ayı buyruğu altına alıp belli sürenin sonuna kadar hareket ettiren yüce güç var ya; işte "Rabb'iniz bu Allah'dır."
"Egemenlik O'nun tekelindedir. O'nu bir yana bırakarak taptığınız düzmece ilahlar bir tek çekirdek kabuğunun bile sahibi değildirler."
Ayetin orjinalinde geçen "Kıtmir" sözcüğü "çekirdek kabuğu" anlamına gelir. Müşriklerin, Allah dışında taptıkları sözde ilahlar basit bir çekirdek kabuğunun bile sahibi değildirler. Arkasından bu sözde ilahların mahiyetleri biraz daha deşiliyor. Okuyoruz: "Eğer onları imdada çağırırsanız çağrınızı işitmezler."
Çünkü onlar ya çamurdan yoğrulmuş bir heykel, ya taştan, ağaçtan yontulmuş bir put, ya bir yıldız ya da gezegen, ya bir melek veya cindirler. Bunların hiçbiri bir çekirdek kabuğunun bile sahibi değildirler. Yine bunların tümü sapık tapıcılarının çağrılarını işitemezler. Ya aslında ses algılama yetenekleri yoktur, ya da insan sözünü anlamazlar. Devam edelim: "Sesinizi işitseler bile size karşılık veremezler."
Cinler ve melekler gibi. Çünkü cinler karşılık verme yeteneğinden yoksundurlar. Melekler ise sapıklara karşılık vermezler. Bu dünyada böyledir. Kıyamet günü ise, o sözde ilahlar sapıklığa ve sapıklara karşı çıkarlar, onlarla ilişkili görünmekten şiddetle kaçınırlar.
"Üstelik kıyamet günü sizin kendilerini Allah'a ortak koşmuş olmanızı reddederler."
Bunu her şeyin içyüzünü, her meseleyi, dünyayı ve ahireti bilen yüce Allah açıklıyor. Okuyoruz:
"Hiç kimse, her şeyin içyüzünü bilen Allah gibi sana haber vermez."
Surenin bu "kesit"i burada sona eriyor. O değişik alemlerde gerçekleştirilen geziler ve görülen o enteresan sahneler burada noktalanıyor. İnsan kalbi bu gezilerden öylesine yüklü bir azıkla dönüyor ki, eğer iyi kullanılsa, kendisine ömrü boyunca yeter. Zaten insan kalbi için tek surenin tek "kesit"i yeterlidir. Yeter ki, istediği hidayet ve aradığı açık delil olsun.
Surenin bu noktasında bir kere daha tüm insanlara sesleniliyor; onlara yüce Allah ile aralarındaki ilişkileri ve kendi mahiyetlerini süzgeçten geçirmeleri telkin ediliyor. Arkasından Peygamberimize dönülerek teselli ediliyor, gördüğü yüz çevirmelerden ve sapık reaksiyonlardan ötürü canını sıkmaması isteniyor. Tıpkı surenin ikinci kesitinde olduğu gibi. Yalnız şu farkla; burada hidayetin sapıklıktan farklı bir özellik taşıdığı vurgulanıyor. Bu iki zıt tutum arasında köklü ve derin bir bağdaşmazlığın varolduğu belirtiliyor. Bu bağdaşmazlık tıpkı körlük ve görebilmek, karanlıklar ile aydınlık, gölge ile kavurucu sıcaklık, ölüm ile hayat arasındaki gibi taban tabana zıtlık ifade eder. Başka bir deyim ile hidayet, görebilme yeteneği, gölge ve hayat arasında nasıl sıkı bir benzerlik ilişkisi varsa körlük, karanlık, kavurucu sıcaklık ve ölüm arasında öylesine sıkı bir benzerlik vardır. Bu açıklamanın arkasından eski dönemlerde peygamberleri yalanlayanların yok edilme örneklerine değiniliyor. Amaç uyarmak, sakındırmaktır.

15- Ey insanlar, siz Allah'a muhtaçsınız; oysa Allah hiç kimseye muhtaç değildir ve övgüye lâyıktır.
16- Eğer dilerse sizi yok eder ve yerinize başka bir canlı türü getirir.
17- Bunu yapmak, Allah için zor değildir.
İnsanları hidayete çağırırken, onları içinde yüzdükleri karanlıklardan Allah'ın aydınlığına ve doğru yoluna çıkarmaya çalışırken, onlara bu gerçeği hatırlatmaya ihtiyaç vardır. Başka bir deyimle, insanlar kendilerinin fakir ve Allah'a muhtaç zavallılar olduklarını, buna karşılık Allah'ın kelimenin her anlamı ile "zengin" ve ihtiyaçsız olduğunu hatırlamaya ihtiyaçları vardır. İnsanlar iyice bilmelidirler ki, gerçi onlar Allah'a inanmaya, O'na kulluk etmeye, O'nun verdiği nimetlere hamd etmeye çağırılıyorlar, ama bu çağrı Allah'ın onların ilgilerine muhtaç olduğu anlamına gelmez; yüce Allah'ın onların ibadetlerine ve övgülerine ihtiyacı yoktur, O özü itibarı ile övgüye lâyıktır. Bunun yanı sıra onlar Allah ile başa çıkamazlar, O'nu zor duruma düşüremezler. Çünkü eğer O, eğer onların kökünü kurutup yerlerine kendileri gibi ya da kendilerine hiç benzemeyen başka bir canlı türü geçirmek isterse bunu yapmak O'nun için son derece kolaydır.
İnsanların bu gerçeği hatırlamaya ihtiyaçları vardır. Yoksa yüce Allah'ın kendileri ile ilgilendiğini, onlara peygamberler gönderdiğini, bu peygamberlerin onları sapıklıktan döndürüp doğru yola iletmeye, karanlıklardan aydınlığa çıkarmaya çalıştıklarını görünce Allah için çok önemli varlıklar olduklarını, doğru yolda olmalarının, ibadet etmelerinin Allah'ın rakipsiz egemenliğine bir şey kattığını sanarak gurura kapılabilirler.
Yüce Allah, insanlara peygamberler gönderiyor. Bu peygamberler insanların sırt dönmelerine ve eziyetlerine göğüs geriyorlar. Bu sırt çevirmelere ve eziyetlere rağmen Allah'a çağırma görevini ısrarla sürdürüyorlar. Bu yolla yüce Allah insanlara ilgi gösteriyor, onlara rahmetini oluk oluk akıtıyor, onları lütfu ile kuşatıyor. Yüce Allah'ın insanlara yönelik bu tutumu O'nun tek yanlı rahmetinden, lütfundan, kereminden ve bağışlayıcılığından kaynaklanıyor. Çünkü tek yanlı bağışlayıcılık, O'nun özü ile bütünleşmiş bir niteliğidir. Yoksa şu kulların doğru yola girmeleri O'nun ortaksız egemenliğine bir şey katacak, ibadet etmeleri O'nun egemenliğinden bir şey eksiltecek değildir. Ayrıca şu kullar, eşleri bulunmaz varlıklardır da, yerlerine başkalarını koymak zor olduğu için bütün küstahlıklarına göz yumuyor, yerleri doldurulamayacağı için şımarıklıklarına katlanıyor değildir.
Gerçekten şu zavallı, küçük, önemsiz, yetersiz, güçsüz ve bilgisiz insan, yüce Allah'ın bunca yoğun ilgisine ve gözetimine mazhar olunca yüce Allah'ın bu bağışı, bu lütfu ve bu karşılıksız keremi karşısında başı dönüyor, hayrete kapılıyor.
Oysa insan şu yer yuvarlağının küçük, önemsiz bir konuğudur. Yeryuvarlağı da güneşin küçük bir uydusudur. Güneş ise, uzayda ışık saçan sayısız yıldızlardan biridir. Yıldızlara gelince; onlar da bütün görkemli iriliklerine rağmen sınırlarını yüce Allah'dan başka hiç kimsenin bilmediği engin uzay boşluğuna serpiştirilmiş birer küçük noktadırlar. Engin boşluğuna serpiştirilmiş yıldızları birer kaybolmuş nokta gibi gördüğümüz uzay ise, yüce Allah'ın yaratıklarının sadece bir bölümünden ibarettir.
Bununla birlikte insan yüce Allah'ın ilgisine mazhar oluyor. Bu yoğun ilginin başlıca göstergelerini şöyle sıralayabiliriz: Yüce Allah, insanı yaratıyor. Onu halifesi, sözcüsü, sıfatı ile yeryüzüne yerleştiriyor. Onu bu halifeliğin gerektirdiği bütün araçlarla donatıyor. Yapısını ve bileşimini bu göreve göre düzenliyor. Gerekli bütün evrensel güçleri ve enerji kaynaklarını yararına sunuyor. Sonra bu varlık sapıtıyor, şımarıklığa kapılıyor. Öyle ki, Rabb'ine ya ortaklar koşuyor ya da büsbütün inkâr ediyor. Bunun üzerine Allah ona ardarda peygamberler gönderiyor. Bu peygamberlere kitaplar indiriyor, onları olağanüstü mucizeler ile destekliyor.
Yüce Allah'ın insana yönelik bağışı zaman içinde artarak devam ediyor. Öyle ki, indirdiği son kutsal kitabında insanlara tarihe ışık tutan hikâyeler sunuyor. Bu hikâyelerde onlara atalarının başlarından neler geçtiğini anlatıyor. Yine bu kitapta onlara kendi özlerini anlatıyor. Benliklerinin güçleri ile enerjileri yanında zayıf ve güçsüz yanlarını tanıtıyor. Kimi zaman bu kitapta falan oğlu filancadan söz ediyor ve belirli bir kişiye "şunu yaptın, şunu yapmadın" derken, bir başka belirli kişiye "senin probleminin çözümü şöyledir, sen içinde bulunduğun sıkıntıdan şöyle kurtulursun" diyerek somut direktif veriyor.
Oysa ki, yüce Allah'ın bunca yoğun ilgisine mazhar olan bu yeryuvarlağının küçük bir konuğudur. Yeryuvarlağı da güneşin bir uydusudur. Güneş ise, şu evrenin uçsuz-bucaksız enginliğinde varlığı belirsiz bir yıldızdır. Buna karşılık Allah, göklerin ve yeryuvarlağının yoktan var edicisi; üzerindeki tüm canlı cansız varlıklar ile şu evrenin yaratıcısıdır. Bu yaratmanın, bu yoktan var etmenin tek itici faktörü kendi iradesidir. İşte bu engin evrenin bir başka türlüsünü de yaratabilir. Bunun için bir tek sözü ve o amaca yönelmiş dileği yeterlidir.
İnsanlar bu gerçeği kavramalıdırlar. Ancak o zaman yüce Allah'ın kendilerine yönelik lütfunun, gözetiminin ve merhametinin çapını kavrayabilirler. Ancak o zaman bu katıksız lütufkârlığa, bu tek yanlı ilgiye, bu taşkın merhamete yüz çevirme ile, inkârcılıkla ve nankörlükle karşılık vermenin utancını içlerinde hissedebilirler.
Ayetteki bu açıklama yalın ve somut bir gerçek olması yanında, bu yönü ile vicdanın ham telini titreten uyarıcı bir darbedir. Zaten Kur'an, insanların kalplerini gerçeklerin elleri ile okşar. Çünkü belirgin hale gelen gerçek, vicdanı daha derinden etkiler. Çünkü Kur'an gerçektir ve gerçeği içererek inmiştir. Bu yüzden O gerçekten başka bir şeyden söz etmez, gerçekten başka hiçbir inandırma yöntemine başvurmaz, gerçekten başka bir şey sunmaz, gerçekten başkasını göstermez.
BİREYSEL SORUMLULUK
Şimdi de başka bir gerçeğin vicdanları okşayan yumuşak dokunuşu ile karşı karşıyayız. Bu gerçek sorumluluğun ve cezanın bireyselliği ilkesidir. Hiç kimse bu konuda başkasının yerine geçemez, kendini başkasının yerine koyamaz. Öyleyse Mekkeli müşrikleri doğru yola iletmeye çalışan Peygamberimizin onların doğru yola girmelerinde doğrudan kendisi hesabına bir kazancı yoktur. Nasıl onlar kendi davranışlarından dolayı hesaba çekilecekler ise, Peygamberimiz de sadece kendi davranışlarının hesabını verecektir. Herkes sorumluluk yükünü kendi sırtında taşır. Hiç kimse bu konuda ona yardımcı olamaz. Kim kötülüklerden arınırsa, bu arınmayı kendi hesabına gerçekleştirmiştir. Kazançlı çıkan kendisidir, başkası değildir. Her iş sonunda Allah'ın huzuruna varacaktır.

18- Hiç kimse başkasının günahını yüklenmez. Eğer günah yükü ağır bir kimse, yükünün sırtından alınmasını istese, en yakını bile yükünün en küçük bölümünü kendi sırtına almaz. Sen sadece görmeden Rabb'lerinden korkanları ve namaz kılanları uyarabilirsin. Kim kötülüklerden arınırsa kendi yararına arınmış olur. Sonunda Allah'a dönülecektir.
Sorumluluğun ve cezanın bireyselliği ilkesi hem ahlâk bilincini, hem de davranış tarzını kesin biçimde etkiler. Her insanın davranışlarının cezasını göreceği, başkasının davranışlarından sorumlu tutulmayacağı, fakat kendi davranışların5n sorumluluğundan da yakayı kurtaramayacağı bilincine vardığını düşünelim. Bu bilinç, o kişiyi uyanık tutan güçlü bir etken olur. Adam hesaba çekilmeden önce kendini hesaba çeker. Üstelik başka birisinin kendisine faydalı olacağı ya da sorumluluk yükünü paylaşacağı yolundaki bütün yanıltıcı amellerden sıyrılır. Bu ilke aynı zamanda insana güven aşılayan bir etkendir. Bireyler toplumların suçlarından sorumlu tutulacakları endişesinden kurtulurlar. Fertler topluma öğüt verdikten, ellerindeki bütün imkânları kullanarak onu sapıklıktan alıkoymaya çalıştıktan sonra görevlerini yapmış olacaklarının ve kendi kişisel iyi davranışlarının yararı ile başbaşa kalacaklarının vicdan huzurunu hissederler.
Yüce Allah insanları listeleri tutulmuş gruplar halinde huzuruna çağırıp hesaba çekmez. O herkesi tek tek hesaptan geçirir. Herkesi kendi davranışlarından dolayı ve sorumluluğunun sınırları içinde hesaba çeker. İnsanın dilinin döndüğü kadar başkalarına öğüt vermesi, elinden geldiği oranda bozuklukları düzeltmeye çalışması gerekir. Bu herkesin görevidir. Eğer birey bu görevi yerine getirirse, artık toplumun içinde yüzdüğü kötülüklerden sorumlu değildir. Tersine o yaptığı iyiliklerin ödülleri ile başbaşa kalır. Buna karşılık toplumun iyi olması da kötü bir kimseye fayda sağlamaz. Çünkü dediğimiz gibi yüce Allah insanları listeleri tutulmuş gruplar halinde karşısına alıp hesaba çekmez.
Ayette bu gerçek, Kur'an üslubuna uygun bir somutlaştırma yöntemi ile dile getiriliyor. Bu yüzden de daha etkili, daha içe işleyici oluyor. Ayet bu ilkeyi şöyle somutlaştırıyor. Herkes kendi yükünü sırtında taşır. Hiç kimse başkasının yükünü taşımaz. Eğer birinin yükü kendine ağır gelir de en yakın akrabasını bu yükün bir kısmını kendi sırtına almaya çağırırsa, ricasını kabul ederek yükünü hafifletecek bir yakın bulamaz.
Burada bir kafile sahnesi karşısındayız. Kafilede bulunan herkes yükünü sırtında taşıyarak yürür. Yolunun sonunda terazinin ve tartma işlemini yapacak olan yüce Allah'ın önünde durur. Bu durma ve bekleme sırasında son derece yorgun ve bitkin görünür, yükünün ağırlığından başka hiçbir şey düşünmez, uzak-yakın hiçbir Allah kulunu gözü görmez.
Bu ağır yüklü yorgun kafile sahnesinin arkasından, Peygamberimize dönülüyor. Okuyalım:
"Sen sadece görmeden Rabb'lerinden korkanları ve namaz kılanları uyarabilirsin."
Ancak bunlara yönelik uyarı girişimleri başarılı sonuçlar verebilir. Bunlar Rabb'lerini görmeden O'ndan korkarlar. Rabb'leri ile ilişki halinde olmak ve O'na kulluk etmek için namaz kılarlar. İşte senin uyarı girişimlerinden yararlanacak olanlar ve senin çağrılarına olumlu karşılık verecek olanlar bunlardır. Allah'dan korkmayanlar ve namaz kılmayanlar ile senin işin yok. Devam ediyoruz:
"Kim kötülüklerden arınırsa, kendi yararına arınmış olur."
O bu arınmayı ne senin için ve ne de bir başkası için yapıyor. O arınmışlığın yararını görmek için kötülüklerden arınıyor. "Arınma" ince ve esnek bir kavramdır. Bir yandan kalbi, kalbin çarpıntılarım, duygularını içerdiği gibi, öbür yandan davranışı, yönelmeyi ve sonucunu da ifade eder. Görüldüğü gibi bu kavram son derece duygu yüklü ve kıvrak bir kavramdır. Son cümleyi okuyoruz:
"Sonunda Allah'a dönülecektir."
Hesaba çekme, ödül ve ceza biçme yetkisi O'nun tekelindedir. Ne iyi bir işi hesaptan siler ne de kötü bir davranışı göz ardı eder. Ödüle ve cezaya ilişkin kararını başkasına, yani yapıları itibarı ile kayırmacı, unutkan ve ihmalkâr olan insanlardan birine havale etmez.
Nasıl körlük ile görebilirlik, karanlık ile aydınlık, gölge ile kavurucu sıcak, hayat ile ötüm bir değil ise, bunlar yapısal olarak birbirine taban tabana zıt şeyler ise, aynı bunun gibi Allah katında müminlik ile kâfirlik, iyilik ve kötülük
hidayet ile sapıklık da bir değildir. Okuyoruz:

19- Kör ile görebilen bir olmaz. ·
20- Karanlıklar ile ışık da bir olmaz. ·
21- Gölge ile aşırı sıcaklık da bir olmaz. ·
22- Diriler ile ölüler de bir değildir. Allah dilediğine ses işittirir. Fakat sen mezarlıktakilere sesini işittiremezsin.
Kâfirlik ile körlük, karanlık, kavurucu sıcaklık ve ölüm arasında sıkı ilişki vardır. Aynı şekilde müminlik ile aydınlık, görebilirlik, gölge ve hayat arasında da sıkı ilişki vardır.
İman kalbe, organlara, duyu organlarına yansıyan bir aydınlıktır. Nesnelerin, değer yargılarının, olayların içyüzlerini ortaya koyan, bunlar arasındaki ilişkileri, bağları, görecelikleri ve boyutları açığa çıkaran bir aydınlıktır. Mü'min bu aydınlıkla, bu yüce Allah'ın ışığı ile bakar da o saydığımız gerçekleri görür, onlarla ilgi kurar. Bu ışık sayesinde ne yolunu şaşırır ne de adımlarında tökezler.
İman, gören bir gözdür. O doğru ve isabetli olarak görür; ne yanılır ve ne de gördüklerini birbirine karıştırır. Sahibinin aydınlık, güven ve endişesizlik içinde yol almasını sağlar.
İman, serin bir gölgedir. İnsanın içini serinletir, kalbini meltem gibi okşar. Kuşkunun, endişenin, şaşkınlığın, karanlık, kılavuzsuz çöl sıcağına karşı bir gölgedir.
İman hayattır. Kalpleri ve duyguları canlandırır. Niyetlere ve yönelişlere dinamizm kazandırır. Bunun yanı sıra o yapıcı, verimli ve amacı belirli bir hare-kettir. Sönüklüğe, pörsümüşlüğe, pısırıklığa düşmez. Boşuna emek ve zaman kaybetmez.
Kâfirlik ise körlüktür. Kalp körlüğüdür, gerçeğin kanıtlarını görememe körlüğüdür. Evrenin içyüzünü, evrenin çeşitli kesimleri arasındaki ilişkilerin mahiyetini; değer yargılarının, kişilerin, olayların ve nesnelerin özünü görememe körlüğüdür.
Kâfirlik karanlık, hatta üst üste binmiş katmanlardan oluşmuş karanlıklar-dır. İnsanlar iman ışığından uzaklaşınca çeşitli karanlıkların içine düşerler. Bu karanlıklar içinde herhangi bir objeyi seçmek son derece zor olur.
Kâfirlik kavurucu bir sıcaklıktır. Şaşkınlık, endişe, amaçsızlık, geçmişe ve geleceğe ilişkin güvensizlik korları ile kalbi dağlar. Son durağı ise cehennem ateşidir, orada çekilecek olan kavurucu azaptır.
Kafirlik ölümdür, vicdanın ölümüdür. Asıl hayatın kaynağından kopmaktır. Amaca ulaştıran yoldan ayrı düşmektir. Hayatın akışını etkileyen, enerjilerini gerçek kaynaklarından alan tepkilere, reaksiyonlara güç yetirememektir.
Müminlik ile kâfirliğin özellikleri ayrı, görecekleri karşılıklar ayrıdır. Yüce Allah katında asla bir olmazlar.
ÇARESİZ KALINCA
Bir sonraki ayette yine Peygamberimize dönülerek teselli ediliyor, yüreğine su serpiliyor. Allah'a çağırmaya ilişkin görevinin ve çabasının sınırları çiziliyor ve bundan sonrasını meselenin asıl sahibine havale etmesi; O'nun dilediğini yapmasını beklemesi telkin ediliyor. Okuyalım

23- Sen sadece bir uyarıcısın.
24- Biz seni gerçeğin müjdecisi ve uyarıcısı (korkutucusu) olarak gönderdik. Her millete mutlaka 6ir uyarıcı gönderilmiştir.
25- Eğer onlar seni yalanlıyorlarsa bil ki, daha önceki milletler de peygamberlerini yalanlamışlardı. Oysa peygamberleri onlara açık kanıtlar, kutsal sayfalar ve yık saçan kitap getirmişlerdi.
26- Sonra ben kâfirlerin yakalarına yapıştım. Benim karşı darbem nasıl oldu?
Hem evrenin doğasındaki hem de insan psikolojisinin doğasındaki farklılıklar köklüdür. İnsanlar arasındaki yapısal ve Allah'a yönelik çağrıya verecekleri karşılıkların arasındaki nitelik farklılıkları, tıpkı evrenin yapısında görülen farklılıklar gibi köklüdürler. Görebilirlik ile körlük, gölge ile kavurucu sıcaklık, karanlıklar ile aydınlık, hayat ile ölüm, söz konusu evrense1 farklılıklara örnektirler. Bütün bunların gerisinde yüce Allah'ın planı, hikmeti ve dilediğini yapan sınırsız gücü vardır.
Buna göre peygamber sadece bir uyarıcıdır. Onun insan olarak gücü bu sınırda biter. O ne mezarlıktaki ölülere ve ne de ölü kalpler ile yaşadıkları için mezardakilerden farksız olanlara sesini işittiremez. Sadece yüce Allah, dilediklerine, dileği uyarınca, dilediği gibi ses işittirebilir, buna sadece O'nun gücü yeter. Peygamber görevini yerine getirdikten, taşıdığı mesajı duyurduktan ve bunun sonucunda Allah'ın dilediği kimseler sözlerini dinledikten ve dilediği kimseler de çağrısına sırt döndükten sonra, sapıtanlar ve yüz çevirenler için ne yapabilir ki?
Bu surenin önceki bir ayetinde yüce Allah, Peygamberimize şöyle buyurmuştu:
"Sakın onlar için hayıflanma."
Yüce Allah, Peygamberi hak mesaj eşliğinde müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdi. O'nun bu açıdan durumu, çok sayıdaki diğer peygamberlerin durumu gibidir. Çünkü her millete mutlaka bir peygamber gönderilmiştir. Okuyalım:
"Her ümmete mutlaka bir uyarıcı gönderilmiştir."
Eğer Peygamber, hemşehrilerinin yalanlayıcı reaksiyonu ile karşılaştı ise, bu tepki toplumların peygamberlerin çağrılarını karşılama biçimlerinin değişmez özelliğini yansıtır. Yoksa peygamberlerin yetersizliğinden ya da delil eksikliğinden kaynaklanmaz. Okuyoruz:
"Eğer onlar seni yalanlıyorlarsa bi1 ki, daha önceki milletler de peygamberlerini yalanlamışlardı. Oysa peygamberleri onlara açık kanıtlar, kutsal sayfalar ve ışık saçan kitap getirmişlerdi."
Ayetin orjinalindeki "Beyyinat" sözcüğü sayıca çok olan değişik türden deliller demektir. Müşriklerin istedikleri ya da peygamberlerin meydan okuma amacı ile ortaya koydukları olağanüstü olaylar, gösterdikleri mucizeler de bu kavramın kapsamına girer. Yine ayette geçen "Zubur" sözcüğü çeşitli öğütler, yönlendirmeler, yükümlülükler ve direktifler içeren kitaplaşmamış kutsal sayfalar anlamına gelir. "Kitab-ı Munir" deyimi ile en yaygın yoruma göre, Hz. Musa'ya indirilen Tevrat kastedilmiştir. Eski milletler bütün bu açık kanıtları, kutsal sayfaları ve ışık saçan Kitab'ı yalanlamışlardı.
İşte eski milletlerin birçoğu peygamberlerini ve peygamberlerin sundukları doğru yola iletici delilleri böyle karşılamışlardı. Buna göre Peygamberimize karşı gösterilen reaksiyon yeni bir şey, benzeri görülmemiş bir tutum değildi. Tersine yüce Allah'ın insan doğasına ilişkin yasalarına uygun bir gelişmeyi yansıtıyordu.
Ayetin bu noktasında müşriklere eski yalanlayıcıların acı sonları sunuluyor. Belki çekinirler diye. Okuyoruz:
"Sonra ben kâfirlerin yakalarına yapıştım."
Ayetin sonunda şaşkınlık uyandırma amacına yönelik dehşet dolu bir soru ile karşılaşıyoruz. Okuyalım:
"Benim karşı darbem nasıl oldu?"
Bu karşı darbe şiddetli oldu. Yakalarına yapışılanlar toptan yok edildi. Buna göre eskilerin yolundan gidenler, aynı acı sonla karşılaşmaktan korkmalıdırlar!
Kur'an'a özgü bu dokunaklı uyarı ile surenin bu kesiti, aynı zamanda bu kesitte çıkılan gezi noktalanıyor. Sonraki ayetlerde yeni bir vadide yeni bir geziye çıkılıyor.
Surenin bu kesitinde gerek evren kitabının ve gerekse insanlara indirilen Kutsal Kitab'ın bazı sayfalarını okumak için geziye çıkılıyor. Önce evren kitabının sayfaları okunuyor. Bu sayfalar şaşırtıcı, hatta çarpıcıdır. Okuyucuya açılan görüntülerin renkleri, türleri, cinsleri değişiktir. Meyveler değişik renktedirler, dağ yolları rengârenktir; insanlar, diğer canlılar, hayvanlar çok sayıda ve farklı renktedirler. Evrenin açık Kitab'ının çarpıcı sayfalarına yönelik şaşırtıcı bakış böyle gerçekleşiyor.
Sonra insanlara indirilen Kutsal Kitab'ın okuma parçalarına geçiliyor. Bu Kitap gerçeği içeriyor ve daha önce inmiş kutsal kitapları onaylıyor. Bu Kitap müslüman ümmete miras olarak geçmiştir. Bu varislerin dereceleri farklıdır. Fakat yüce Allah'ın günahkârların günahlarını bağışlamasından sonra hepsini mutlu bir son bekliyor. Nitekim "nimet yurdu" olan cennetteki sahneleri gözlerimizin önündedir. Bu sahnenin karşısında kâfirlerin acıklı sahnesi ile yüzyüze geliyoruz. Bu uzun ve rengârenk gezi, bütün bunların yüce Allah'ın kalplerin özündeki gizli sırları aydınlatan bilgisine göre gerçekleştiklerini belirtir.

27- Allah'ın gökten su indirdiğini görmüyor musun? O su aracılığı ile türlü türlü renkte meyvalar yetiştirdik. Dağlarda beyaz, kırmızı, koyu siyah değişik renklerde yollar, patikalar açtık.
28- Yine böyle değişik renkte insanlar, hayvanlar ve davarlar yarattık. Allah'dan asıl korkanlar, O'nun bilgin kullarıdır. Hiç kuşkusuz Allah üstün iradeli ve bağışlayıcıdır.
Burada Kur'an'ın kaynağının Allah olduğunu kanıtlayan acayip bir evrensel görüntü karşısındayız. Bu görüntüde insan yeryüzünün her tarafım dolaşıyor. Karşısına çıkan bütün varlıkların renklerini gözlüyor. Meyvaların, dağların, insanların, öbür canlıların ve hayvanların renklerini izliyor. Görüntü az sayıdaki cümleye yeryüzünün tüm canlıları ile cansızlarını sıkıştırıyor ve arkasından insan kalbini bu ilahi, bu parlak, bu çarpıcı ve bu tüm yeryüzünü kapsayacak kadar engin görüntüyü seyretmekle başbaşa bırakıyor.
Evrensel gösteri, gökten yere su indirilmesi olgusu ile başlıyor. Sonra rengârenk meyvaların yetiştirilmesine dikkatler çevriliyor. Gösteri renk ağırlıklı olduğu için meyvaların sadece renklerinden söz ediliyor. Okuyoruz.
O su aracılığı ile türlü türlü renkte meyvalar yetiştirdik."
Meyva renkleri, orjinal bir renk görüntüsü sunar. Bu renklerin sadece bir bölümünü gelmiş-geçmiş bütün ressamlar biraraya gelseler meydana getiremezler. Hiçbir meyva türünün rengi başka bir meyva türünün rengi ile aynı değildir. Hatta aynı türden iki meyva tekinin renkleri bile aynı değildir. Aynı türden iki meyva tekini önümüze koyup yakından incelediğimizde mutlaka renkleri arasında fark buluruz.
Meyvaların renklerinden dağlara geçiliyor. Bu geçiş ilk bakışta tuhaf görünebilir. Fakat temel ilginin renk araştırması olduğu hatırlanınca doğal ve anlamlı olduğu anlaşılır. Çünkü taşların, kayaların renkleri ile meyvaların renkleri arasında ilginç bir benzerlik vardır. Hatta bu benzerlik onların türleri, çeşitleri arasında bile görülür. Öyle ki, kimi zaman taşlar bazı meyvaların biçiminde ve büyüklüğünde olurlar ve bu yüzden onları irili-ufaklı kimi meyva türlerinden ayırd etmek zor olur. Okuyoruz:
"Dağlarda beyaz, kırmızı, koyu siyah değişik renklerde yollar, patikalar açtık."
Ayetin orijinalindeki "Cüded" sözcüğü dağ yolları, patikalar demektir. Buradaki açıklama doğadaki aslına uygundur. Çünkü beyaz dağ yollarının aralarında renk farkları olur. Kırmızı dağ yollarının aralarında da renk farkları olur. Bu renklerin koyuluk dereceleri, gölgeleri, öbür renklerle karışmışlık dereceleri birbirine benzemez. Bir de koyu siyalı, simsiyah dağ yolları ve patikalar vardır.
Meyvaların renklerine göz gezdirildikten sonra bakışların taşların renklerine ve ton farklarına yöneltilmesi insan kalbini titreten, ondaki yüce güzellik zevkini uyandıran bir olaydır. Bu yüce güzellik zevki, güzelliğe soyut olarak baktığı için, onu meyvada gördüğü gibi taşta da görür. Bu bakış için taşın yapısı ile meyvanın yapısı arasındaki uzaklık önemli olmadığı gibi, insan gözü ile bu ikisi arasında varolan fonksiyon farkı da önemli değildir. Çünkü sadece güzeli gören soyutlayıcı bakış bu iki farklı nesne arasındaki ortak unsur olan, görülmeye ve göz dikilmeye değer bir ortak nitelik olan güzelliği görür, bu nesnelerin diğer niteliklerini algılamaz.
Sonra sıra insanların renklerine geliyor. Bu gözlem sadece ırkları birbirin-den ayıran ana renk farklarını vurgulamakla bitmez. Bu temel renk ayırımının ötesinde her fert, kendi renkdaşlarından şu ya da bu oranda farklıdır. Hatta bu renk farklılığı aynı gebelik dönemini ve aynı ana karnını paylaşmış olan ikiz kardeş arasında bile görülür.
Son olarak sıradan hayvanların ve çiftlik hayvanlarının renklerinden söz ediliyor. Ayetin orijinalinde geçen "devab" sözcüğü, yine ayette yer alan ve "enam" sözcüğünden daha geniş kapsamlıdır. Başka bir deyimle "dabbe" her tür hayvan, buna karşılık "enam" deve, sığır, koyun, keçi gibi çiftlik hayvanları demektir. Çiftlik hayvanlarının ayrıca anılmalarının sebebi, bunların insanlar,n yakınında yaşamaları, evcil olmalarıdır. Hayvan renkleri de tıpkı meyva ve taş renkleri gibi son derece güzeldir.
Şu orijinal sayfalı, acayip yaratılışlı, rengârenk evrenin kitabı var ya; Kur'an bu kitabı açıyor, yapraklarını bir bir çeviriyor, sonra da diyor ki; "Bu Kitab'ı okuyan, kavrayan ve inceliklerini irdeleyen bilgiler var ya; asıl Allah'dan korkanlar onlardır. Okuyalım:
"Allah'dan asıl korkanlar O'nun bilgin kullarıdır."
Kur'an'da okuduğumuz evren kitabının sayfaları, o kitabın tüm sayfalarının sadece bir bölümüdür. Bilginler bu şaşırtıcı kitabın sırlarını araştıran kimselerdir. O yüzden onlar yüce Allah'ı hakkı ile bilirler. O'nu sanatının eserleri ile bilirler, gücünün eserleri ile kavrarlar, yaratıcılığının mahiyetini gördükleri için, O'nun ululuğunun gerçek anlamda bilincine varırlar. Bundan dolayı O'ndan gerçekten korkarlar, gerçekten sakınırlar ve O'na gerçekten kulluk ederler. Onların kulluğu evrenin görkemi karşısında belirsiz bir heyecana kapılan kalbin geçici duygusallığına dayanmaz; ayrıntılı bilgiye ve dolaysız tanımaya dayanır.
Bu sayfalar evren kitabından derlenmiş seçme sayfalardır. Gördüğümüz çarpıcı renkler de yaratılış sanatının sadece birkaç örneğidir. Geride kalan sayfaları ve öbür örnekleri ancak bu kitabı sürekli araştırma alanı olarak seçen bilginler kavrayabilirler. Fakat bu bilgi gerçeğe erdirici olmalıdır; kalbi uyarmalı ve harekete geçirmelidir. Kalp, bu bilgi sayesinde yüce Allah'ın şu çarpıcı evrende işleyen yaratıcı, yoktan var edici koordine edici ve renk verici elini görmelidir. Anlaşılan güzellik, şu evrenin yapısına işleyişine özellikle yerleştirilmiş, bilerek konmuş bir unsurdur. Varlıkların güzellikleri yolu ile fonksiyonlarını yerine getirmeleri bu güzellik unsurunun vazgeçilmezliğini, varlığının gerekliliğini kanıtlar. Meselâ çiçeklerin çarpıcı renkleri, saldıkları özel kokunun etkisi ile birlikte arıları ve kelebekleri kendine çeker. Arıların ve kelebeklerin çiçeklere yönelik görevleri döllenmiş tozları taşıyıp çiçeklenme olayını sağlamaktır. Böylece çiçekler güzellikleri yolu ile görevlerini yapmış olurlar. Erkekte ve dişideki güzellik karşı cinsi kendine çeker. Bu da karşıt cinslerin fonksiyonlarını yerine getirmelerini sağlar. Böylece varlığın fonksiyonu, onun güzelliği sayesinde gerçekleşmiş olur.
Evet, şu evrenin yapısında ve işleyişinde amaca dayalı olan bir unsurdur. Bundan dolayıdır ki, yüce Allah'ın insanlara indirdiği Kitap, gözlemlere sunulan kitabın güzelliklerine dikkatlerimizi çekiyor. Ayetin son cümlesini okuyalım:
"Allah üstün iradeli ve bağlayıcıdır."
Üstün iradelidir; hem yaratmaya, hem de ödül ve ceza vermeye gücü yeter. Bağışlayıcıdır; sanatının çarpıcı örneklerini görüp durdukları halde, O'nun korkusuna kalplerinde yeterince yer vermeyenlerin günahlarını af silgisi ile siler.

KUR'AN-I KERİM'İ OKUYANLAR
29- Allah'ın Kitab'ım okuyanlar, namazı kılanlar, kendilerine verdiğimiz rızıkların bir bölümünü gizlice ve açıkça ihtiyacı olanlara verenler, hiçbir zaman zarar etmeyecek bir ticaret yaptıklarını umabilirler.
30- Çünkü Allah onların ücretlerini eksiksiz olarak öder ve kendi bağışı olarak fazlasını verir. Hiç kuşkusuz O affedicidir, iyiliklerin karşılığını bol bol verir.
Yüce Allah'ın Kitab'ını okumanın, sesli ya da sessiz olarak bu Kitab'ın cümlelerini gözden geçirmekten başka bir anlamı vardır. Kur'an'ı okumak, onun anlamını düşünmek demektir. Bu düşünmeyi anlamak, etkilenmek ve arkasından uygulamak ve davranışlara yansıtmak izlemelidir. Bundan dolayı ayette Kur'an okumayı namaz kılmak ve Allah'ın bağışladığı rızkın bir bölümünü gizli ya da açık bir şekilde dağıtmak görevleri gelmektedir. Mü'minler bu adımları attıktan sonra "Hiçbir zaman zarar etmeyecek bir ticaret" umabilirler. Çünkü onlar iyi biliyorlar ki, yüce Allah'ın katındaki ödül, harcadıkları maldan daha değerlidir. Zarar etme riski olmayan, kâr getireceği kesin olan bir ticaret yapmışlardır. Yüce Allah ile alış-veriş yapıyorlar ki, bu en kârlı alış-veriş türüdür. Verdiklerinin karşılığını ahirette alacaklardır ki, bu en kazançlı ticaret işlemidir. Bu ticaretin sonunda ücretlerini eksiksiz olacakları gibi, bir de yüce Allah'ın tek yanlı bağışı olan bir fazlalığa konacaklardır. Ayetin son cümlesini okuyoruz:
"Hiç kuşkusuz O affedicidir ve iyiliklerin karşılığını bol bol verir."
O kusurları bağışlar ve görevlerini yapanlara "teşekkür" eder. Yüce Allah'ın "teşekkür" etmesi, normal olarak "teşekkür"e eşlik eden hoşnutluğu ve ödülü dolaylı biçimde ifade eder. Fakat insan, nimetlerin vericisine şükret etme görevini hatırlatır. Bu konuda Allah örnek almayı ve nankörlükten utanç duymayı telkin eder. Öyle ya, madem ki, yüce Allah görevlerini yapan kullarına teşekkür ediyor, onların da hiçbir nimeti kendilerinden esirgemeyen cömert Rabb'lerine şükretmeleri gerekmez mi?
Bir sonraki ayette Kur'an'ın ve içerdiği gerçeğin niteliğine işaret ediliyor. Böylece bu Kitab'ın mirasçılarından söz etmeye uygun bir ortam hazırlanıyor.
31- Ey Muhammed, sana vahiy yolu ile indirdiğimiz bu Kitap daha önceki kutsal kitapları onaylayan gerçek kitaptır. Hiç şüphesiz Allah, kullarını iyi tanır ve her şeyi görür.
Bu Kitap'ta gerçeğin kanıtları belirgin biçimde görülür. Bu Kitap, şu evrenin aslına uygun bir tercümesidir. Başka türlü söylersek okunan sayfalardan, evren ise suskun sayfalardan oluşmuştur. Ayrıca bu Kitap, kendisinden önce aynı kaynaktan gelen bütün kutsal kitapların onaylayıcısıdır. Onlardaki ve bundaki gerçek tektir, bir ikincisi yoktur. Bu Kitab'ı insanlara indiren yüce Allah, onları iyi tanır, onlara neyin yarayacağından ve aksaklıklarını neyin düzelteceğinden iyice haberdardır. Çünkü; "Hiç şüphesiz Allah kullarını iyi tanır ve her şeyi görür."
İşte bu Kitap özü itibarı ile böyle bir Kitap'tır. Yüce Allah, müslüman milleti ona mirasçı yapmıştır. Bu ümmeti bu mirasçılık için seçmiştir. Nitekim O,
bize şöyle buyuruyor.

32- Sonra bu Kitab'ı seçtiğimiz kullarımıza miras bıraktık. Bunların kimi kendilerine yazık eder, kiminin davranış notu ortadır, kimi de Allah'ın izni ile iyiliklerde öncüdür. İşte büyük lütuf budur.
Evet; "Sonra bu Kitab'ı seçtiğimiz kullarımıza miras bıraktık."
Bu sözler, bu ümmete yüce Allah katında taşıdığı saygınlığı hissettirecek niteliktedir. Ayrıca onlara bu seçilmenin ve bu mirasçılığın omuzlarına ne büyük bir sorumluluk yüklediğini de hatırlatmaktadır. Bu sorumluluk beraberinde birtakım yükümlülükler getiren büyük bir sorumluluktur. Acaba bu "seçilmiş" ümmet Peygamberin çağrısını işitiyor ve bu çağrıya olumlu karşılık veriyor mu?
Yüce Allah bu ümmeti, hem onu bu şerefli mirasçılık için seçerek ve hem de onun günahkârlarını bile ödüle lâyık görerek iki kere onurlandırmıştır.
"Bunların kimi kendilerine yazık eder, kiminin davranış notu ortadır, kimi de Allah'ın izni ile iyiliklerde öncüdür."
Herhalde ümmetin çoğunluğunu oluşturduğu için ilk sırada anılan grup "kendilerine yazık edenler"den oluşur. Bunların kötülükleri iyiliklerinden daha çoktur. İkinci grubu oluşturanların davranış notu "orta"dır, yani iyilikleri ile kötülükleri birbirine denktir. Üçüncü grubu oluşturanlar ise "Allah'ın izni ile iyiliklerde öncü"dürler, yani iyilikleri kötülüklerinden daha fazladır. Fakat yüce Allah her üç grubu da lütfunun şemsiyesi altına almıştır. Çünkü bir sonraki ayetten anlaşılacağı üzere, bu üç grubun her üçü de sonunda cennete girecek ve sonsuz mutlulukla kucaklaşacaktır. Ama cennetteki dereceleri farklı olduğu gibi, sonsuz mutluluktaki payları da değişiktir.
Görülüyor ki, bu ümmetin mirasçı olarak seçilmek ve ödüllendirilmek suretiyle onurlandırıldığı belirtiliyor. Metnin satır aralarına düşürdüğü gölge budur. Bu ümmetin karşılaşacağı "son aşama" budur. Biz bu "son aşama"nın berisini irdelemek, yani son aşama ile karşılaşmadan önce çekilecek olan ve yüce Allah'ın bilgisinde belli olan ön cezaya ilişkin ayrıntıya dalmak istemiyoruz. Bu ön ceza aşamasını atlayarak bu ümmetin her üç grubu için belirlenmiş olan ödüle dikkatleri çekiyoruz. Okuyalım:

33- Bunlar Adn cennetlerine girerler. Orada altın bilezikler takarlar. Oradaki elbiseleri ipekten olur.
34- Onlar şöyle derler; "Ïçimizdeki üzüntüyü gideren Allah'a hamd olsun. Hiç kuşkusuz Rabb'imiz affedicidir ve iyiliklerin karşılığını bol bol verir. "
35- "O bizi lütfu ile içinde sürekli oturacağımız bir yurda yerleştirdi. Burada bize ne yorgunluk değecek ve ne de bıkkınlık ilişecektir. "
Burada bir yanı elle tutulur, maddi nimetlerden ve öbür yanı ile duygulara hitap eden psikolojik nimetlerden oluşmuş iki kesimli bir sahne ile karşı karşıyayız. Sebebine gelince; "Bunlar orada altın bilezikler takarlar. Oradaki elbiseleri ipekten olur."
Bunlar insanların psikolojik arzularını tatmin eden bazı maddi görünümlü nimetlerdir. Bunların yanı sıra Allah'ın hoşnutluğu, huzur ve güven de vardır.
Okuyalım: "İçimizdeki üzüntüyü gideren Allah'a hamd olsun."
Oysa dünya hayatı, bu sürekli nimetler ve bu kalıcı mutluluk yanında bitimsiz bir üzüntü, tükenmez bir tasa kaynağıdır. Çünkü bu hayatta insan her zaman gelecek kaygısı ile ve çözüm isteyen problemlerin sıkıntıları ile yüzyüzedir. Ayrıca mahşer gününe ilişkin gelecek endişesi başlı başına büyük bir endişe sebebidir. Devam ediyoruz: "Hiç kuşkusuz Rabb'imiz affedicidir ve iyiliklerin karşılığını bol bol verir."
O bizi affetti ve iyiliklerimizi ödüllendirerek bizlere teşekkür etti. Çünkü; "O bizi lütfu ile içinde sürekli oturacağımız bir yurda yerleştirdi."
Bizleri huzur içinde kalacağımız ve bir daha hiç çıkarılmayacağımız bir yurda yerleştirdi. Bu bizim hak ettiğimiz bir ödül değil, O'nun tek yanlı lütfudur; onu dilediği kimselere karşılıksız olarak sunar. Ayetlerinin son cümlesini okuyoruz:
"Burada bize ne yorgunluk değecek ne de bıkkınlık ilişecektir."
Hep mutluluk, huzur ve güven içinde olacağız.
Bu ayetlerin yansıttıkları hava konfor, huzur ve mutluluk havasıdır. Kullanılan seçme sözcüklerin melodileri ve mesajları bu cana yakın, bu sıcak, bu rahmet saçıcı hava ile yüklüdürler ve metnin anlamı ile ahenkli bir bütün oluşturmaktadırlar. Öyle ki, "üzüntü" anlamına gelen "hazen" sözcüğünün bile yumuşak okunan kalıbı seçilmiş, "hüzn" biçimindeki sert okunuşlu ve gırtlağı tırmalayıcı kalıbından kaçınılmıştır. Bu arada cennet "istikrar yurdu"dur; "yorgunluk" ile "bıkkınlık" cennetliklere ilişmemektedir bile . Kısacası ayette kullanılan tüm sözcüklerin melodisi yumuşak, tatlı ve sessiz akışlıdır.
Sonra sahnenin öbür bölümüne dönüyoruz. Bu tabloda endişe, sarsıntı ve istikrarsızlık motifleri ile yüzyüze geliyoruz. Okuyalım:

36- Kâfiri ise cehennem ateşi beklemektedir. Ne ölümlerine karar verilir de ölürler ve ne de azapları hafifletilir. İşte biz azılı kâfirleri böyle cezalandırırız.
Ne o taraftan ve ne de bu taraftan bir kapı açılır önlerine. Ölümü rahmet sayarlar, ama ona bile eremezler. Devam edelim:
"İşte biz azılı, koyu kâfirleri böyle cezalandırırız."
Arkasından kulak zarlarımız, yüksek frekanslı bir uğultu ile titreşiyor. Acı bir çığlığın dağınık korusu çevremizde yankılanıyor. Cehenneme atılmışların yürek paralayıcı feryadıdır bu. Kullanılan kelimeler de cümlenin anlamı gibi tırmalayıcı ve acıtıcıdır. Şimdi iyice kulak kesilelim de ne dediklerini seçelim:
37- Onlar orada "Ey Rabbimiz, bizi buradan çıkar da daha önce yaptıklarımızdan farklı, iyi işler yapalım " diye feryad ederler. Düşünmek isteyenlerin düşünmelerine yetecek kadar uzun bir süre sizi yaşatmadık mı? Ayrıca size uyarıcı da gelmişti, Şimdi azabı tadınız bakalım. Zalimlere yardım eden bulunmaz.
Belli ki, pişmanlıklarını, yanlış yolda olduklarını ve tutumlarını değiştirmeye kararlı olduklarını dile getiriyorlar. Ama iş işten geçtikten sonra. Nitekim kendilerine verilen kesin cevap hemen kulaklarımızda yankılanıyor. Bu cevap sert bir azar içeriyor.
Ömrünüzün size sağladığı geniş fırsattan yararlanamadınız. Oysa bu fırsat, düşünmek isteyenlerin düşünmeleri için yeterli idi. Üstelik; "Ayrıca size uyarıcı da gelmişti."
Bu uyarmayı ve sakındırmayı pekiştiren bir etkendi. Fakat aklınızı başınıza toplamadınız, çekinmeden sapıklığınızı sürdürdünüz. Öyleyse; "Şimdi azabı tadınız bakalım."
Burada iki karşıt tablo ile yüz yüzeyiz. Bir yanda huzur ve güven tablosu, öbür yanda endişe ve ızdırap tablosu. Bir yanda şükür ve dua namesi, karşı tarafta feryad ve çığlık narası. Bir yanda ilgi ve onurlandırma görüntüsü, öbür yanda ihmal ve azarlama görüntüsü. Bir yanda ruhları okşayan, yumuşak bir melodi; öbür yanda kaba ve kulak tırmalayıcı bir uğultu. Böylece tabloların hem ana hatlarında hem de ayrıntılarında tam bir simetri, eksiksiz bir uyum sağlanıyor. " "
Son olarak hem bu sahnelerin tümüne, hem daha önce açıklanan seçme ve "mirasçı kılma" olgularına ilişkin bir değerlendirme ayeti ile karşılaşıyoruz.

38- Hiç kuşkusuz Allah, göklerin ve yeryüzünün "gayb "ını bilir. O kalplerin özünü bilir.
Yukarda yüce Allah'ın Kutsal Kitab'ı indirdiği, bu Kitab'a kimlerin mirasçı olacağını, onu kimlerin taşıyacağını seçtiği, bu mirasçı ümmetin birbirlerine yönelik zalimliklerini bağışladığı, hepsini cömertçe ödüllendirdiği ve kâfirler için kötü bir gelecek hazırladığı açıklanmıştı. Yüce Allah'ın bilgisinin geniş kapsamlılığı, kıvraklığı ve bütün ayrıntıları kucaklayan duyarlılığı bu açıklamalara son derece uygun düşen bir değerlendirmedir. Sebebine gelince yüce Allah göklerin ve yeryüzünün sırlarını olduğu gibi insan kalplerinin gizliliklerini de bilir ve bu yaygın, kıvrak, ayrıntıları kucaklayıcı bilgisine dayanarak açıklanan konulara ilişkin hükmünü verir.
Surenin bu kesiti de geniş ufuklu, kalplerin bam tellerini titreten ve çeşitli mesajlar içeren gezilerden oluşuyor. Bu gezilerden birinde ardarda gelen bütün insanlık kuşakları ile birlikte oluyor ve bu kuşakların birbirinin yerine geçişlerini izliyoruz. Bir başkasında gökleri ve yeryüzünü dolaşarak müşriklerin yüce Allah'a ortak koştukları düzmece ilahların izlerini boşuna araştırıyoruz. Bir başka gezide yine göklerde ve yeryüzünde yüce Allah'ın evrensel dengeyi sağlayan güçlü elini görmeye çalışıyoruz. Bir diğer gezide bütün bu delilleri yalanlayan kâfirlerle birlikte oluyoruz. Oysa bu adamlar kendilerine bir uyarıcı geldiği taktirde doğru yola en bağlı toplumlardan biri olacaklarına dair vaktiyle söz vermişler, fakat kendilerine bekledikleri uyarıcı gelince verdikleri sözü unutarak peygamberlerine ve hakka dönük çağrıya karşı amansızca düşman kesilmişlerdi.
Bu gezilerin bir başka aşamasında eski kâfir kuşakların tıpkı kırım sahneleri ile yüzyüze geliyoruz. Yani inkârcılar eski yoldaşlarının başlarına gelen felâketlerin somut izlerini gözleri önünde gördükleri halde, aynı felâketlerin kendi başlarına da gelmesinden, yüce Allah'ın yasasının kendileri hakkında da işlemesinden korkmuyorlar. Bu gezilerin sonunda surenin son ayetinde uyarıcı ve tüyler ürpertici bir mesajla yüzyüze geliyoruz. Okuyalım:
"Eğer Allah insanların davranışlarının cezasını hemen verseydi, yeryüzünde hiçbir canlı yaratık bırakmazdı."
Demek ki, yüce Allah'ın insanlara mühlet vermesi, onların yakalarına hemen yapışarak kendilerini yok etmemesi, O'nun büyük lütuflarından biridir.

39- Yeryüzünde sizleri daha önceki kuşakların yerine geçirip egemen kılan O'dur. Kâfirlerin inkârcılıkları kendi zararlarınadır. Kâfirlik, kâfirlere Rabb'leri katında sadece daha çok nefret kazandırır. Kâfirlik, kâfirlerin sadece zararlarını arttırır.
Yeryüzünde insan kuşakları birbirini izliyor; bir kuşak gidiyor, yerine yenisi geliyor; gelen, gidenin mirasçısı oluyor. Bir devlet yıkılıyor, yerine başka bir devlet kuruluyor. Bir ocak sönüyor, yerinde başka bir ocak tütmeye başlıyor. Yüzyılların akışı boyunca uygarlıkların biri batıyor, öbürü doğuyor. Bu sürekli değişimi izleyip düşünce süzgecinden geçiren insan bu kesintisiz süreçten şu dersi çıkarmalı, şu bilince varmalıdır:
Herhangi bir dönemin "yaşayanlar"ı bir süre sonra "tarih" olacaklardır. Şimdi onlar nasıl kendilerinden önce gelip geçenlerin izlerini gözlüyor, tarih olmuş maceralarını konuşuyorlarsa, ilerdeki kuşaklar da onların kalıntılarını seyredecek, hayat serüvenlerini tartışacaklardır. O halde gaflet uykusundan uyanarak çağları değiştiren, insan ömürlerinin çarkını döndüren, hayvan döllerini birbirinin yerine geçiren, devletleri yıkıp kuran, egemenliklere el değiştirten, insan kuşaklarını birbirine mirasçı kılan yüce Allah'ın güçlü elini görmek gerekir. Her şey geçip gidiyor, son buluyor, yok oluyor. Sürekli kalan, sadece yüce Allah'dır. Hiçbir kesintiye, hiçbir değişime uğramadan varlığını sürdüren tek güç O'dur.
Düşünmek gerekir ki, insan gelip geçici bir canlıdır. Dünyada kalıcı bir "ölümsüz" değildir. Belli bir süre sonra noktalanacak bir yolculuğun akıntısına kapılmış gitmektedir. Buna göre şu dünyadaki kısa "oturum"unu güzelliklerle donatmalı, arkasında iyi anılar bırakmalı, ilerdeki sürekli hayatında işine yarayacak kalıcı birikimler sağlamalıdır.
Sürekli batıp çıkma, doğup batma olguları ile yüzyüze gelen; yıkılan egemenliklerin, sönen hayatların ve birbirine mirasçı olan ardışık kuşakların sahneleri ile karşı karşıya kalan insanın bilincine varacağı gerçeklerin, alacağı derslerin bazıları işte bunlardır. Evet, şimdi yukardaki ayetlerin ilk cümlesini okuyalım:
"Yeryüzünde sizleri daha önceki kuşakların yerine geçirip egemen kılan O'dur."
Yüce Allah, bu ardışık tablolu ve etkili sahnenin ışığında insanlara sorumluluğun bireysellik ilkesini hatırlatıyor. Hiç kimse başkasının yükünü taşımaz, hiç kimse başkasının sırtındaki yükü paylaşmaz. Bunun yanı sıra insanların gerçeğe yüz çevirmeleri, kâfirlikleri, sapıklıkları ve en sonunda yüzyüze gelecekleri hüsranlı akıbet gözler önüne seriliyor. Okuyoruz:
"Kâfirlerin inkârcılıkları kendi zararınadır. Kâfirlik kâfirlere Rabb'leri katında sadece daha çok nefret kazandırır."
"Nefret" sevmezliğin en koyu derecelisidir. Rabb'inin nefretine uğrayan kimseyi ne ağır bir hüsranın, ne onarılmaz bir yıkımın beklediğini düşünebiliyor musunuz? Aslında bu nefretin kendisi, bütün hüsran ve yıkım türlerinden daha büyük bir hüsran daha onarılmaz bir yıkım değil midir?
İkinci gezide gökler ile yeryüzü dolaşılıyor. Amaç, müşriklerin yüce Allah'a ortak koştukları düzmece ilahların izlerini araştırmaktır. Fakat gezinin sonunda bu düzmece ilahlara ilişkin hiçbir belirtiye, hiçbir kanıtlayıcı belgeye rastlanmayacaktır.

40- Ey Muhammed, müşriklere de ki; "Baksanıza, Allah'a ortak koşarak imdada çağırdığınız, O'nun dışındaki düzmece ilahlarınız var ya. Onların yeryüzünde neyin yaratıcıları olduklarını bana göstersenize. Yoksa onların göklerin yaratılmasında payları, katkıları mı var? Yoksa onlara bir kitap indirdik de ondaki kanıtlara mı dayanıyorlar?" Hayır, o putperest zalimler birbirlerini sadece asılsız vaadlerle aldatıyorlar.
Deliller açık, kanıtlar ortada. Meselâ şu yeryüzü canlı-cansız bütün varlıkları ile gözlerimizin önünde duruyor. Bu gezegenin hangi bölümünün, hangi varlığının, yüce Allah'dan başkası tarafından yaratıldığı iddia edilebilir. Kim ortaya çıkıp böyle asılsız bir iddiayı ileri sürebilir? Eğer böyle bir iddiayı ileri sürmeye yeltenen çıkarsa, yeryüzünün tüm varlıkları karşısına dikilir, davasının asılsız olduğunu yüzüne vururlar. Yeryüzünün bütün varlıkları yaratıcılarının, yoktan var edicilerinin yüce Allah olduğunu haykırıyorlar. Her şey bu "yaratma sanatı"nın göz kamaştırıcı izlerini üzerinde taşıyor. Hiç kimse bu sanatın izlerini sahiplenemez. Çünkü bu izler, hiçbir zavallı ve ölümcül sanatkârın sanat eserlerine benzemez. Evet; "Yoksa onların, göklerin yaratılmasında payları, katkıları mı var?"
Böyle bir şey de kesinlikle söz konusu değil. Çünkü bu müşriklerin hiçbiri gökler ile yerin yaratılışında ya da sahipliğinde düzmece ilahlarının ortak olduklarını ileri sürmeye cüret edememişlerdir. Cinleri ve melekleri Allah'a ortak koşanlar da dahil olmak üzere hiçbir müşrik, hiçbir düzmece ilah hesabına böyle bir iddia seslendirmemiştir. Bu konuda en ileri gidenler, şeytanların kendilerine gökten mesaj getirdiklerini ya da meleklerin yüce Allah ile aralarında aracılık ettiklerini söylemişlerdir. Yoksa ne şeytanların ve ne de cinlerin göklerin egemenliğine ortak olduklarını iddia etmemişlerdir. Devam ediyoruz "Yoksa onlara bir kitap indirdik de ondaki kanıtlara mı dayanıyorlar?"
Bu düzmece ilahlara yüce Allah'ın bir kitap, bir belge verdiği ve o yazının kanıtlarından güç aldıkları biçiminde bir iddia da yok ortada. Bu olumsuz sorunun müşriklerin 1. udilerine yönelik olması da muhtemeldir. Bu yoruma göre onların ısrarlı müşrikleri şu ihtimali akla getirebilir: Onlar bu sapık inançlarını yüce Allah tarafından kendilerine iletilen bir yazınım kesin kanıtlarına dayandırıyorlar. Böyle bir şey ne doğrudur ve ne de onlar tarafından ileri sürebilir.
Fakat böyle bir yorum bize şöyle bir mesaj verir. İnanç konusunda mutlaka yüce Allah'ın Kitab'ına, O'nun ilettiği açık bir belgeye dayanmalıdır. Bu alanda güvenilecek tek kaynak budur.
Fakat dediğimiz gibi, müşriklerin elinde iddialarına dayanak yapacakları böyle bir belge yoktur. Oysa Peygamberimiz onların karşısına yüce Allah'dan gelen bir Kitap'la, kesin bir belge ile çıkıyor. İnanç ilkelerini elde etmenin tek yolu bu iken, müşrikler Peygamberimizin sunduğu Kitab'a ne gerekçe ile yüz çeviriyorlar? Ayetin son cümlesini okuyoruz:
"Hayır, o putperest zalimler birbirlerini asılsız vaadler ile sadece aldatıyorlar."
Bu zalimler, yoldaşlarına kendi yollarının en doğru yol olduğunu ve sonunda zafere ulaşanların kendileri olacağı propagandasını yapıyorlar. Onlar, elebaşları ile, yandaşları ile bir bütün olarak aldanmışlar, yanılgı tuzağına düşmüşlerdir. Birbirlerini yanıltıyor, aldatıyorlar. Kendilerine hiçbir yarar sağlamayan bir aldatmaca ortamında yaşıyorlar.
Düzmece ilahların göklerde ve yeryüzünde hiçbir izleri, hiçbir belirtileri olmadığı vurgulandıktan sonra, üçüncü bir geziye çıkılıyor. Bu gezide yüce Allah'ın güçlü ve kahredici eline dikkat çekiliyor. Gökleri ve yeri dengede tutan, yok olmaktan koruyan ve yöneten gücün bu "el" olduğu vurgulanıyor.

41- Gökleri ve yer yuvarlağını dengede tutarak yörüngelerinden çıkmalarını önleyen sadece Allah'dır. Eğer onlar yörüngelerinden çıkacak olsalar onları O'ndan başka hiç kimse dengeye getiremez. Hiç kuşkusuz O, hoşgörülü ve bağışlayıcıdır.
Şu göklere, yeryuvarlağına ve "uzay" denen uçsuz-bucaksız boşluğa serpiştirilmiş sayısız gök cismine gezegene bir bakalım. Hepsinin belli bir yeri var. Hepsi bağlı olduğu sistem içinde bir yörüngeye bağlı olarak sürekli dönüyor. Aksamıyor, yörüngesinden çıkmıyor, dönüş temposunu değiştirmiyor; yani ne hızlanıyor ne de yavaşlıyor. Hiçbiri ne bir direğe, bir sütuna dayanıyor ne bir sıra dağın tepesine oturuyor ve ne de şu ya da bu yanından bir şeye bağlıdır. Bu şaşırtıcı ve müthiş gök cisimlerini görmek insanın "basiret"ini açmalı, bu cisimleri dengede tutan, kaymaktan alıkoyan güçlü ve üstün iradeli, gizli "el"i görmesini sağlamalıdır.
Eğer bu gök cisimleri yörüngelerinden kaysalar, sistemlerinden çıkarak boşlukta başıboş kalsalar, artık onları hiç kimse tekrar dengeye getirip sistemlerine bağlayamaz. Bu da Kur'an'ın bu alemin sonu olarak adlandırdığı anın gelmiş olması anlamına gelir. O an gelince gök cisimlerinin düzeni bozulur, gezegenler sistemlerinden koparak boşluğa dağılır, bütün uzay cisimleri öteye beriye saçılır, hiç kimse artık onları denetim altına alamaz.
Bu "kaos" anı dünyada olup biten her şeyin hesap mayasına döküleceği, ödüllerin ve cezaların belirleneceği andır, başka bir "alem"e geçiş anıdır. Bu "başka alem" özü bakımından dünyadan tamamen farklı bir alemdir.
İşte bundan dolayı, göklerin ve yeryuvarlağının dengede tutuluşuna ilişkin açıklamayı şu değerlendirme cümlecikleri izliyor: "Hiç kuşkusuz O hoşgörülü ve bağışlayıcıdır."
"Hoşgörülü ve yumuşak tutumludur", yani insanlara fırsat verir, dünyalarını hemen yıkmaz; belli zamanı gelmeden onları kollarından tutup hesaba çekmez ödüllerini ve cezalarını hemen vermez. Tersine tövbe etmeleri, iyi ameller
" işlemesi, hazırlık yapmaları için onlara mühlet tanır. Bağışlayıcıdır ; yani insanları her kötülüklerinden dolayı cezalandırmaz. Tersine çoğu kötülüklerine göz yumar, onları affeder; yeter ki, bu kötülükleri işleyenlerde iyiye yöneliş belirtisi görsün.
Bu değerlendirme gafilleri, daldıkları uykudan uyandırıcı, onları bir daha ellerine geçmeyecek olan fırsatı değerlendirmeye özendirici niteliktedir. Surenin bu bölümünü oluşturan "gezi"lerin dördüncüsünde Mekkeli müşriklerin yüce Allah'a verdikleri söz, sonradan bu sözden cayarak giriştikleri bozguncu eylemler gündeme getiriliyor. Arkasından adamlar yüce Allah'ın değişmez, sapmaz ve farklılaşmaz ilahi yasalarla tehdit ediliyorlar. Okuyalım:

42- Onlar, Allah kendilerine uyarıcı gönderdiği taktirde herhangi bir milletten daha sıkı biçimde doğru yola bağlanacaklarına dair kesin bir dille Allah adına yemin etm1şlerdi. Fakat kendilerine uyarıcı gelince bu olay nefretlerini arttırmaktan başka bir işe yaramadı.
43- Bu nefretlerinin sebebi yeryüzünde büyüklük taslamaları ve kötü niyetli komplolar kurmalarıdır. Oysa kötü niyetli komplolar, sadece düzenleyicilerini tuzağa düşürür. Onlar daha önceki yoldaşları hakkında işleyen yasalardan başka bir akıbet mi bekliyorlar? Allah'ın yasasının değiştiğini göremezsin. Allah'ın yasasında herhangi bir sapma göremezsin.
Araplar, İslâmın gelişinden önce, Yarımada'daki komşuları olan yahudileri Kitap Ehli olarak görüyorlardı.
'Bu arada onların sapıklıklarını ve kötü davranışlarını da yakından gözlüyorlardı. Ayrıca peygamberlerini öldürdüklerini ve bu peygamberlerin getirdikleri gerçeklere sırt döndüklerini tarihten okumuşlar, anlatılan hikâyelerden öğrenmişlerdi. Bu yüzden yahudileri kınıyorlar ve son derece kesin bir dille "kendilerine bir uyarıcı gönderildiği taktirde herhangi bir milletten daha sıkı biçim-de doğru yola bağlanacaklarına dair" Allah adına yemin ediyorlardı. "Herhangi bir millet" derken kastettikleri yahudilerdi. Gerçi bunu açıkça söylemiyorlardı ama, demek istediklerinin bu olduğu dolaylı olarak anlaşılıyordu.
İslâm öncesi Araplarının tanırları buydu, ettikleri yemin böyle idi. Kur'an bize Araplar'ın bu geçmişini anlâtırken sanki o günlerin tanığı olmamızı ister gibi bir ifade kullanıyor. Arkasından arzuları yüce Allah tarafından gerçekleştirilerek kendilerine "uyarıcı" yani Peygamberimiz gönderilince nasıl bir tutum takındıklarını gözlerimizin önüne seriyor. Okuyoruz:
"Fakat kendilerine uyarıcı gelince bu olay, nefretlerini arttırmaktan başka bir işe yaramadı. Bu nefretlerinin sebebi yeryüzünde büyüklük taslamaları ve kötü niyetli komplolarıdır."
Sözü geçen ağır yeminleri yapanların sonraki tutumlarının böyle olması ve bu "verilmiş söz"den cayma anlamına gelen inkârcı tutumun yeryüzünde büyüklük taslama ve kötü amaçlı komplolar düzme arzusundan kaynaklanması son derece çirkin bir şeydir. Kur'an onların bu çirkin tutumlarını teşhir ediyor, bu tutarsız davranışlarını tescil ediyor. Arkasından onlara yönelttiği bu nazik aşağılamayâ bu aşağılık tutumu benimseyen herkese yönelik bir tehdit ekliyor. Okuyoruz:
"Oysa kötü niyetli komplolar sadece düzenleyicilerini tuzağa düşürür."
Onların kötü niyetli komploları kendilerinden başka hiç kimsenin başına çorap örmez. Bu komplolar onları kuşatır, kıskıvrak bağlar; iyi amellerini boşa çıkarır.
Durum böyle olunca, onlar neyi bekleyebilirler? Neyi bekleyecekler? Doğallıkla kendilerinden önceki peygamber yalanlayıcılarının başlarına çöken kötü akıbeti. Bu akıbetin ne olduğunu kendileri de biliyorlar. Yüce Allah'ın değişmez ve yolundan sapmaz kanunu onlar hakkında da işleyecektir. Okuyoruz:
"Allah'ın yasasının değiştiğini göremezsin. Allah'ın yasasında herhangi bir sapma göremezsin."
Toplumsal olayların akışı gelişi güzel ve rastlantısal değildir. Dünyadaki hayat bir oyun, bir eğlence değildir. Ortada değişmez, sapmaz, bozulmaz ve işlerliğini yitirmez kesin kanunlar vardır. Kur'an bu gerçeği sık sık vurgular, onu insanlara belletmek ister. Amaç şudur: İnsanlar olayları tek tek ve birbirlerinden kopuk görmesinler, hayatın köklü kanunlarından habersiz yaşamasınlar, kısa bir zamanın ve dar bir yörenin sınırları içinde mahpus kalarak kendilerini kısa görüşlülüğe mahkum etmesinler. Ufuklarını genişleterek hayatın çok yönlü ilişkilerini, varlığın çok sayıdaki yasasını kavramaya çalışsınlar. Varlık bütününe egemen olan kanunların değişmezliğini, doğal yasaların sürekliliğini hiç akıllarından çıkarmasınlar. Eski kuşakların karşılaştıkları akıbetlerin bu gerçeğin pratiğe yansımış bir doğrulaması olduğunu unutmasınlar. Geçmişte yaşanan olayların, ilahi kanun1ann değişmezliğinin ve doğal yasaların sürekliliğini kanıtladığının bilincinde olsunlar.
Surenin sonunda çıkılan bu beşinci gezi, yüce Allah'ın yasasının değişmezliğini, sapmazlığını dile getiren genel gerçeği vurguladıktan sonra bu yönlendirici ilkenin bazı somut örneklerini gözlerimizin önüne seriyor. Okuyalım:

44- Onlar yeryüzünü gezip daha önceki yoldaşlarının karşılaştıkları acı sonu görmezler mi? Oysa onlar kendilerinden daha güçlü idiler. Göklerde ve yeryüzünde Allah ile başa çıkabilecek hiçbir güç yoktur. Hiç kuşkusuz O her şeyi bilir ve gücü her şeye yeter.
Açık gözler ile ve uyanık kalp ile yeryüzünü gezmek, eski kuşakların acı sonlarının izlerini görmek, onların ne olduklarını ve neye uğradıklarını düşünmek, bütün bunlar insan kalbini etkileyici, duygulandırıcı ve Allah'dan korkmaya özendirici mesajlar verir.
İşte bundan dolayı yeryüzünü gezmeye, eski kuşakların başına neler geldiğini izlemeye, bizden önceki milletlerden kalan izleri görmeye ve bu sayede kalbi gaflet uykusundan uyandırmaya yönelik direktiflere sık sık rastlarız. Çünkü gaflet, kalpte çöreklenince gerçekleri görmez; görse bile hissetmez; hissetme bile onlardan ders almaz. Bu gaflet de yüce Allah'ın değişmez yasalarının farkında olmamaya, olayları algılayıp genel kanunlarına bağlamak konusunda yetersiz kalmaya sevk eder. Oysa bu kavrayış çabası insanı hayvandan ayıran kriterdir. Hayvan birbirinden kopuk "an"larda yaşar. Bu "an"lar arasında hiçbir bağ kuramaz, bu zaman dilimlerine yön veren kuralların farkında olmaz. Oysa insan, ilahi yasaların, doğal kanunların sürekliliği önünde bir bütündür.
Okuduğumuz ayette yüce Allah, müşrikleri eski milletlerin yıkıntıları karşısına dikiyor. O eskiler kendilerinden daha güçlü idiler. Fakat bu güçleri onları kaçınılmaz akıbetlerinden kurtaramamıştı. Bu "durup düşünme" müşriklerin duygularını yüce Allah'ın üstün gücüne yöneltir. Bu gücü hiçbir şey yenemez, hiçbir şey alı edemez. Eski sapıkların yakalarına yapışabilen bu güç, onların da yakalarına yapışabilir. Çünkü: "Göklerde ve yeryüzünde Allah ile başa çıkabilecek hiçbir güç yoktur."
O'nun bilgisi göklerdeki ve yerdeki her şeyi kuşatır. O'nun gücü de bilgisi ile atbaşı gider. Buna göre nasıl hiçbir şey O'nun bilgisi dışında kalmaz ise gücünün önünde de hiçbir şey duramaz. Bundan dolayı göklerde ve yerde hiçbir şey O'nunla başa çıkamaz, ne gücünden kaçılabilir ve ne de bilgisinden saklanılabilir. Çünkü "O her şeyi bilir ve gücü her şeye yeter."
Artık surenin son ayetindeyiz. Bu ayette yüce Allah'ın üstün gücü yanında, O'nun hoşgörüsü, yumuşaklığı ve merhameti açığa vurulur. Bu hoşgörüsünün ve merhametinin sonucu olarak insanlara mühlet verdiği vurgulanır. Fakat bu hoşgörü ve bu merhamet ahiret hesaplaşmanın titizliğini ve amellere adil karşılıklar biçme hassasiyetini etkilemez. Okuyoruz:

45- Eğer Allah, insanların davranışlarının cezasını hemen verseydi yeryüzünde hiçbir canlı yaratık bırakmazdı. Fakat O, onları belirli bir sürenin sonuna kadar erteliyor. Söz konusu süreleri dolunca, kuşku yok ki, Allah kullarının durumunu görmektedir.
İnsanlar, yüce Allah'ın nimetlerine karşı nankörlük ediyorlar. Yeryüzünü kötülüklere ve kargaşaya boğuyorlar. Zalimlikleri ve azgınlıkları ayyuka çıkıyor. Bu kötülüklerin hepsi o kadar iğrenç ve o kadar yıkıcıdır ki, eğer yüce Allah cezalarını hemen verse, bu cezaların boyutları insanları aşarak yeryüzünün tüm canlılarını etkisi altına alırdı. Bunun sonucunda yeryüzünü tümü ile yaşamaya elverişli olma niteliğini yitirirdi. Üzerinde ne canlı bir tek insan ve ne de canlı bir tek hayvan kalırdı.
Bu çarpıcı ifade insanların işledikleri kötülüklerin iğrençliğini ve hayatın özüne yönelik yıkıcı etkisini vurguluyor; yüce Allah'ın bu kötülüklerin cezalarını derhal verdiği varsayılsa, ne kadar feci bir durum doğacağına dikkatleri çekmektedir.
Ne var ki, yüce Allah hoşgörülüdür, yumuşak tutumludur, insanların hak ettikleri cezaları anında vermiyor; "Fakat O, onları belirli bir sürenin sonuna kadar erteliyor."
Fertleri, bireysel ömürlerinin sonuna kadar erteliyor. Toplumları, önceden belirlenmiş halifelik, egemenlik dönemlerinin sonuna kadar erteleyerek, çağı geçmiş kuşağın yerini yeni ve dinamik bir kuşağa devretmesini sağlıyor. Bir bütün olarak insan soyunu da bu alemin ömrünün bitimine ve kıyametin kopacağı ana kadar erteliyor. Böylece gerek fertlere, gerek toplumlara ve gerekse bütün insan soyuna davranışlarını düzeltme, kötülüklerini iyiliklere dönüştürme fırsatı veriyor. Fakat; "Söz konusu süreleri dolunca."
Çalışma ve kazanma süresi sona ererek hesaplaşma ve çalışmaların karşılıklarını belirleme anı gelip çatınca, yüce Allah kullarına kesinlikle haksızlık yapmaz. Çünkü; "Kuşku yok ki, Allah kullarının durumlarını görmektedir."
Yüce Allah'ın kullarının durumlarını görmesi, hesaplarının amellerine ve kazançlarına göre titizlikle yapılacağının garantisidir. Küçük-büyük hiçbir şey ne lehlerine ve ne de aleyhlerine olarak gözden kaçırılmaz.
Gökleri ve yeri yoktan var eden, "çok-kanatlı" melekleri gökten yere mesaj iletmek üzere görevlendiren Allah'a hamd ederek söze başlayan surenin son mesajı işte budur. Bu mesaj müjde ile korkutmayı, cennet ile cehennemi birlikte içermektedir.

O başlangıç ile bu son arasında çeşitli geziler yer aldı, bu geziler sırasında çeşitli alemleri dolaşma fırsatını bulduk. İşte gerek o gezilerin, gerek hayatın ve gerekse insanın "son"u bu noktadır.

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...