04 Şubat 2015

CUMA SURESİ FİZİLALİL KURAN TEFSİRİ


FİZİLALİL KURAN TEFSİRİ
CUMA SURESİ
62-Cuma

1- Göklerde ve yerde olanların hepsi mülkün sahibi, mukaddes, aziz, hakim olan Allah'ı tesbih eder.
Bu giriş, varlık dünyasında bulunan herşeyin sürekli olarak Allah'ı tesbih ettiği gerçeğini ifade etmektedir. Ve yüce Allah, bu surenin konusu ile derin ilgisi bulunan bir sıfatı ile nitelenmektedir. Bu, adı Cuma suresi olan ve cuma namazının kendisiyle öğretildiği bir suredir. Cuma namazı zamanında müminlerin kendilerini Allah'ı anmaya adamaları, eğlence ve ticareti bırakmaları, her türlü uğraşıdan daha iyi kazançları olan Allah katındaki mükafatı elde etmeye teşvik eden bir suredir. Bu nedenle Allah'ın "Melik" sıfatı sözkonusu edilmektedir. Yani herşeye sahip olma... Allah'ın bu sıfatı onların kâr elde etme amacıyla peşinde koştukları ticarete uygun düşmektedir. Ayrıca Allah'ın "Kuddûs" sıfatına da değinmektedir. Yani göklerde ve yerde bulunan herşeyin takdis ve tenzih ile kendisine yöneldiği yüce yaratıcı... Bu da onların Allah'ı anmayı bırakıp oyuna dalmalarına uygun düşmektedir. "Aziz" sıfatına da yahudilerin kendisine çağrıldığı meydan okuyuşla ilgili olarak değinilmektedir. Ayrıca buna tüm insanların değişmez kaderi olan ölüm, Allah'a dönüş ve hesaba çekilme dolayısıyla yer verilmektedir. Allah'ın "Hakim" sıfatına da yer vermektedir. Bu da yüce Allah'ın ümmi olan Arapları seçerek onların içinden bir peygamber göndermesi, bu peygamberin onlara Allah'ın ayetlerini okuyup gönüllerini arındırması, kendilerine kitabı ve hikmeti öğretmesiyle ilgilidir. Bunların hepsi girişleri ve bağları ince ve güzel olan çağrışımlardır.
Ardından surenin ana konusuna geçiliyor:
2- Ümmiler arasından kendilerine Allah'ın ayetlerini okuyan, onları arındıran, onlara kitabı ve hikmeti öğreten bir peygamber gönderen Allah'tır: Halbuki onlar daha önceleri apaçık bir sapıklık içindeydiler.
3- Bu peygamber yine onlardan olup henüz kendilerine yetişmemiş bulunan başka insanlara da gönderdik. O Azizdir, Hakimdir.
Söylentilere göre Araplar çoğunlukla okuma yazma bilmedikleri için ümmi diye biliniyorlardı. Yine peygamberden şöyle bir rivayet de aktarılmaktadır. Ki O: Parmakları ile işaret ederek ay şöyle şöyle şöyledir demiş ve "Biz ümmi bir milletiz. Ne hesap eder ne de yazarız." (İmam Cessas, "Ahkamil Kur'an" adlı kitabında bu hadisi isnadsız olarak kaydetmiştir)
Yine bir söylentiye göre yazı yazamayan insanlar "ümmi" diye adlandırılırlar. Böylece annesinden doğduğu hal üzere kalan, demek olmuş olur. Zira yazı yazabilmek ancak çaba sarf edip öğrenerek elde edilebilir. Araplar, yahudilerin kendilerinden başka milletlere İbranice de "Cuyim" yani diğer milletler dedikleri için de bu ismi almış olabilirler. Ümmi, yani diğer ümmetlere mensup olanlar. Çünkü onlar kendilerini Allah'ın seçkin milleti, diğerlerini de alelade milletler olarak kabul ediyorlardı! Arapçada tekile nisbet esastır. Bu durumda ümmetin nisbeti ümmiler olur. Bu yaklaşım, surenin konusuna daha da yakın kabul edilebilir.
Yahudiler, son peygamberin kendilerinden seçilmesini bekliyorlardı. Onlar bu peygamberin o zamanki dağınık yahudileri birleştireceğini ve yenilgiden sonra zafere kavuşturacağını, zilletten sonra onurlu bir hayata erdireceğini düşünüyorlardı. Bununla Araplara karşı galip geleceklerini, yani bu son peygamberle fetihler elde edeceklerini hesaplıyorlardı.
Fakat Allah'ın hikmeti, bu son peygamberin Araplardan, yahudi olmayan diğer bir milletten, olmasını uygun gördü. Çünkü yüce Allah yahudilerin artık insanlığa yeni mükemmel bir önderlik yapmaları için gereken özelliklerini yitirdiklerini biliyordu. Nitekim bu gerçek surenin gelecek bölümünde ifade edilmektedir. Yahudiler, "Saf" suresinde de belirtildiği gibi, doğru yoldan ayrılmış ve sapıklığa düşmüşlerdi. Uzun tarihlerinden de, dejenere oldukları anlaşıldığı gibi, onlar bu emaneti yüklenmeye elverişli bir karekterde değillerdi!
Bunun yanında Rahmanın dostu Hz. İbrahim'in -selâm üzerine olsun- duası da Kabe'nin gölgesinde İsmail (a.s.) ile birlikte Allah'a yönelttiği duası vardı:
"Hani İbrahim ile İsmail, Kabe'nin duvarlarını yükseltirlerken şöyle dua etmişlerdi: `Rabbimiz, yaptığımızı kabul et; hiç şüphesiz sen herşeyi işiten ve bilensin." (Bakara suresi, 127)
Ortada gaybın ötesinden gelen, çağların gerisinden uzanan ve buna rağmen Allah katında Allah'ın ilmine ve hikmetine uygun olarak kendisi için belirlenen zamanı gelinceye kadar saklı tutulan bu dua da sözkonusu idi. Allah'ın takdirinde ve planında, uygun zamanı geldiğinde bu dua gerçekleşecek, hiçbir şeyin ileri alınamayacağı ve hiçbir şeyin geri kalmayacağı ilahi düzenlemenin gereği olarak bu dua gelip evrendeki fonksiyonunu icra edecekti. Bu çağrı Allah'ın takdirine ve planlamasına uygun olarak gerçekleşti. Hem de surenin burasında, Hz. İbrahim'in ilgili bütün yönleri ile birlikte "Ümmilerin aralarından kendilerine Allah'ın ayetlerini okuyan içlerini arındıran kitabı ve hikmeti öğreten bir peygamber gönderdi: ' Tıpkı Hz. İbrahim'in dilediği gibi oldu. Hz. İbrahim'in duasındaki Allah'ın sıfatları bile burada aynen veriliyor. "Doğrusu sen aziz ve hakimsin:' Bu ifade burada Allah'ın nimetini ve lütfunu hatırlatan ifadenin ardın-dan yer alan cümlenin aynısı. "O azizdir, hakimdir."
Hz. Peygambere bu konuda sorulan bir soru üzerine O şöyle demiştir: "Bu, atam İbrahim'in duası ve Hz. İsa'nın müjdesidir. Annem bana hamile kaldığında kendisinden Busra'nın saraylarını ve Şam'ın diyarını aydınlatan bir nurun yükseldiğini görmüştü." (Bu rivayeti İbni İshak, Sevr bin Zeyd, Halid bin Zeyd, Halid bin Ma'an kanalı ile Hz. Peygamber'in sahabelerine dayandırmıştır. İbni Kesir derki: Bu güzel bir isnattır. Birçok yönden onu destekleyen rivayetler vardır)
"Ümmiler arasından kendilerine Allah'ın ayetlerini okuyan, onları temizleyen, onlara kitabı ve hikmeti öğreten bir peygamber gönderen Allah'tır Halbuki onlar önceden apaçık bir sapıklık içindeydiler."
Yüce Allah'ın ümmileri apaçık bir kitabın sahibi kılmak, kendilerinin içinden bir peygamber göndermek için, ümmileri seçmesi onlar için Allah'ın apaçık bir lütfudur. Allah'ın peygamberini onların arasından seçmesi onları yüksek bir makama çıkarmıştır. Peygamber onları veya onlara Allah'ın ayetlerini okuyarak onları ümmilikten, bilinçsizlikten kurtarmıştır. Onların durumlarını değiştirmiş ve milletler içinde onları seçkin bir yere getirmiştir.
"Onları arındıran:' Bu gerçekten bir temizleme ve gerçekten bir arındırmaydı. Hz. Peygamber onların vicdanlarını ve düşüncelerini arındırıyor, içlerini ve ahlâklarını temizliyordu. Aile hayatlarını ve sosyal hayatlarını tertemiz hale getiriyordu. Bu gönülleri şirk inançlarından kurtarıp tevhid inancına yükseltiyordu. Yanlış düşüncelerden, imana ulaştırıyordu. Onları ahlâki bozuklukların pisliklerinden arındırıp imana dayalı temizliğe, faiz ve haram kazancın kirlerinden, helal kazancın temizliğine kavuşturuyordu. Bu gerçekten hem birey hem de toplum için kapsamlı bir arındırmaydı. Mutlu bir hayatın, gerçeğe dayalı bir yaşamın müjdecisiydi. Bu öyle bir arındırmaydı ki, insanı hayata ve kendi özüne yetişmesine ilişkin tüm düşüncelerini aydınlık ufuklara yükseltiyor, burada onu Rabbiyle irtibata, yüceler alemi ile ilişkiye geçiriyordu. Düşüncesi ve eylemi ile, bu onurlu yüce alemin değerlerini ön plana çıkarıyor ve ona göre meseleleri değerlendiriyordu.
"Onlara kitabı ve hikmeti öğreten..." Onlara kitabı öğretir, kitaplı bir toplum olurlar. Onlara hikmeti öğretir, işlerin, eşyanın gerçeklerini kavrarlar, anlarlar. Güzel bir şekilde herşeyi takdir ederler. Ruhlarına, hükmün ve işin doğrusunu bu hikmet ilham eder. Bu ise gerçekten büyük bir erdemliliktir.
"Halbuki onlar daha önceleri apaçık bir sapıklık içindeydiler." Cafer bin Ebi Tâlib'in Habeşistan hükümdarı Necaşi'ye açıkladığı cahiliyye sapıklığı içinde. Kureyşliler Amr bin As'ı ve Abdullah ibni Ebi Rebici'yi Necaşi'ye göndererek oraya hicret eden müslümanlara karşı onu kışkırtmak, onların hükümdar katındaki değerlerini düşürmek ve böylece onların onun himayesi ve ağırlaması dışına çıkarmak için göndermişlerdi. Cafer der ki:
"Ey hükümdar! Biz cahiliyye içinde yaşayan bir toplumduk. Putlara tapar, ölü eti yer, fuhuş içinde yaşar, akrabalık bağlarını koparır, komşularımıza kötü davranırdık. Güçlü olanlarımız, zayıf olanlarımızı yerdi. Biz bu halde iken yüce Allah bize içimizden bir peygamber gönderdi. Bu peygamberin soyu belli idi. Doğruluğu, eminliği ve iffetli oluşu herkesçe biliniyordu. Bu peygamber bizi Allah'a çağırdı. O'nu bir bilmeye ve O'na ibadet etmeye, O'nun dışında bizim ve atalarımızın ilah diye tapındığımız taşlara ve putlara ibadet etmekten el etek çekmeye çağırdı. Bize doğru sözlü olmayı, emanete riayet etmeyi, akrabalarla ilişkileri güzelleştirmeyi, komşulara iyi davranmayı öğütledi. Kan dökmeyi ve haram kazanç elde etmeyi yasakladı. Bizi fuhuştan, yalan sözden, yetim malı yemekten, iffetli kadınlara iftira atmaktan men etti. Allah'a kulluk etmemizi, O'na hiçbir şeyi ortak koşmamamızı istedi. Namaz kılmamızı, oruç tutmamızı ve zekat vermemizi emretti: '
Onlar cahiliyye devrinin bunca sapıklığına rağmen yüce Allah onların islam inancını taşıyabilecek en güvenilir kimseler olduğunu, zira onların içinde iyiliğe ve düzelmeye ilişkin bir yetenek olduğunu biliyordu. Yeni çağrı için potansiyel bir güçleri bulunuyordu. Yahudilerin kalpleri Mısır'da geçirdikleri uzun zillet hayatı boyunca kararmış, içleri sapıklıklar, döneklikler ve komplekslerle dolmuştu. Artık bundan sonra onlar asla düzelmeyeceklerdi. Ne Hz. Musa'nın hayatında ne de O'ndan sonra. Neticede yüce Allah'ın gazabına ve lanetine uğramışlardı. Ve yeryüzünde kıyamete kadar Allah'ın dinini ayakta tutma emaneti ellerinden alınmıştı.
Cenabı Allah yine biliyordu ki bu sıralarda Arap yarımadası bütün bir dünyayı cahiliyyenin sapıklığından ve o zamanki büyük imparatorlukların çözülmüş uygarlıklarından kurtaracak çağrıya en güzel beşikti. Zira o sırada bu imparatorluklar gırtlaklarına kadar bataklığa gömülmüşlerdi. Bu durumu çağdaş bir Avrupalı yazar şöyle dile getiriyor:
"Beşinci ve altıncı asırlarda uygarlıklar alemi korkunç bir buhran ve uçurumun kenarındaydı. Anarşi her tarafa egemendi. Zira uygarlıkların kurulmasına ve ayakta durmasına destek olan inançlar yıkılıp yok olmuşlardı ve ortada onlardan boşalan yeri dolduracak bir değer de yoktu. Yine anlaşılıyor ki kurulması dört bin sene alan büyük medeniyet de parçalanmak ve çözülmek üzereydi. Bütün bir insanlık yeniden kargaşa ve vahşete dönmek üzereydi. Kabileler boğuşuyorlardı. Hiçbir kanun ve düzen de yoktu. Hristiyanlığın kurduğu düzenler birliğe kavuşturup düzene sokacağı yerde, ayrılığa, felaket ve yıkıma yol açıyordu. Medeniyet o gün dalları dünyanın her tarafına uzanan büyük bir ağacı andırıyordu. Bu ağaç gün geçtikçe takattan düşüyordu. Özüne varıncaya kadar her tarafında çürüme, bozulma egemendi... İşte bu alabildiğine geniş kapsamlı, bozuk ortamın içinde bütün dünyayı birleştiren adam dünyaya geldi."
Bu tablo Avrupalı bir yazarın bakış açısından alınmıştır. İslami bir bakış ile olaya baktığımızda o günkü ortamın daha karanlık ve daha kötü olduğunu görürüz!
Yüce Allah çöl gibi bir yarımadada yaşayan bedevi bir milleti bu dinin mesajını taşımaları için seçmiştir. Çünkü yüce Allah onların içlerinde ve içinde yaşadıkları şartlarda düzelme yeteneği olduğunu, çaba ve verim için potansiyel bir güç sahibi olduklarını biliyordu. Bu nedenle onlara kendilerine Allah'ın ayetlerini okuyacak, onları arındıracak, kitabı ve hikmeti öğretecek peygamberini gönderdi. Daha önceleri apaçık bir sapıklık üzere bulunmalarına rağmen.
"Henüz kendilerine yetişmemiş olan başka insanlara da gönderdik. Allah azizdir, hakimdir."
Bu, başkalarının kim olduğuna ilişkin birkaç rivayet kaydedilmiştir. İmam-ı Buhari -Allah ona rahmet eylesin- der ki; Abdülaziz bin Abdullah bize Süleyman bin Bilal'den o da Sevr'den, o da Ebu Gays'dan, o da Ebu Hüreyre'den onun şöyle söylediğini bize haber verdi: "Biz Hz. Peygamberin yanında oturuyorduk. Bu arada Cuma suresi kendisine indi. "Henüz kendilerine ulaşmamış olan başkalarına da" ayeti gelince dinleyenler: "Bunlar kimdir ey Allah'ın elçisi?" diye sordular. Peygamber, onlara bu soruyu üç kere tekrar edinceye kadar cevap vermedi. Aramızda Selman-ı Farisi'de vardı. Hz. Peygamber elini Selman-ı Farisi'nin üzerine koyarak şöyle buyurdu: "Eğer iman süreyya yıldızında da olsa bunlardan bir adam ya da bazı adamlar yine de ona ulaşırlardı." dedi." Bu da gösteriyor ki bu ayeti kerime Farslıları da kapsamaktadır. Bu nedenle Mücahid bu ayetin yorumunda demiştir ki; Bunlar Acemler ve Arapların dışında Hz. Peygambere inanan herkestir. İbni Ebi Hatim der ki; babam, İbrahim İbni A'la Zebidi, Velid İbni Müslim, Ebu Muhammed İsa bin Musa, Ebu Hazim kanalıyla Sehl bin Sa'd Saidi'nin şöyle dediği kaydedilmiştir: Resulullah buyurdu ki: "Ümmetimin, nesillerinin içinde öyle erkek ve kadınlar vardır ki hesaba çekilmeden cennete gireceklerdir." Peygamber sonra "Henüz onlara ulaşmamış onlardan başkalarına da" ayetini okudu. Yani bunlar, Hz. Muhammed'in ümmetinin uzantısının uzantılarıdır.
Bu her iki yorum da ayetin kapsamına girmektedir. Ayet Arapların dışında kalan başka müslümanları kapsadığı gibi Kur'an'ın kendisine indiği nesilden başka nesilleri de kapsamaktadır. Bu ayet de gösteriyor ki, islam ümmeti yeryüzünün her tarafına uzanan zamanın her tarafına yayılan birbirine bağlı halkalar niteliğindedir. Bu şekilde büyük emaneti taşımakta ve Allah'ın son dini üzere ayakta durmaktadır.
"Allah azizdir, hakimdir." Güçlüdür, dilediğini seçmeye gücü yeter. Hakimdir, seçilecek yerleri bilir. Allah'ın öncekileri ve sonrakileri seçmiş olması bir lütuf ve ikramdır:
4- Bu Allah'ın dilediğine verdiği lütuftur. Allah büyük lütuf sahibidir.
Yüce Allah'ın, bir toplumu, bir milleti veya bir ferdi bu büyük emaneti taşısın, Allah nurunun konduğu, onun feyzinin alındığı yer olsun, göğün kendisi vasıtası ile yerle temasa geçtiği merkez olsun diye seçmesi. Evet işte Allah'ın bu seçmesi dahi eşi ve dengi bulunmayan bir lütuftur. İnanmış insanın canını, malını ve hayatını uğrunda feda etmesine değer lütuftur. Yolun zorluklarına, mücadelenin acılarına ve cihadın tüm zorluklarına denk gelen bir lütuf.
Yüce Allah Medine'deki müslüman topluluğa ve henüz onlara ulaşmamış, onlardan sonra gelecek onlara bağlı müslümanlara hatırlatıyor. Onlara bu emaneti taşımak için kendilerini seçmiş olma lütfunu hatırlatıyor. Kendilerine kitabı okuyacak, kendilerini arındıracak, kendilerine kitabı ve hikmeti öğretecek peygamberi aralarından, içlerinden çıkarmakla ilgili lütfunu, ihsanını hatırlatmaktadır. Zaman süreci içinde sonradan gelecek nesillere ilahi azıktan ve ilk müslüman cemaatin yaşadığı hayat gerçeklerinden bir dizi deneyimler, geniş çaplı tecrübeler bırakmıştır. Yüce Allah, yanı başında tüm değerlerin ve tüm nimetlerin küçüldüğü ve yanında bütün fedakarlıkların ve acıların basitleştiği bu büyük lütfu ve ihsanı hatırlatmaktadır.
KİTAP YÜKLÜ EŞEKLER
Bundan sonra yahudilerin Allah'ın emanetini taşıma hususundaki görevlerinin sona erdiğini ifade ediyor. Çünkü onların artık bu emaneti yüklenecek kalpleri yoktur. Zira bu emaneti ancak diri, keskin anlayış ve kavrayış sahibi, bilinçli, duyarlı kendini yüklendiği göreve adayan kalpler taşıyabilirler.
5- Kendilerine Tevrat öğretildiği halde, onun gereğini yapmayanların durumu, sırtına kitap yüklü eşeğin durumu gibidir. Allah'ın ayetlerini yalanlayanların durumu ne kötüdür. Allah zalimler topluluğunu doğru yola iletmez.
İsrailoğulları Tevrat'ı yüklendiler. Şeriat ve akidenin emaneti ile yükümlü oldular. "Sonra O'nu taşımadılar." Zira emaneti yüklenmek; anlamak, öğrenmek ve kavramakla başlar. Emanetin gereğini hem iç dünyada hem de dış dünyada gerçekleştirmek için çalışmakla sona erer. Ne varki İsrail oğullarının Kur'an-ı Kerim tarafından aktarılan ve tarihi gerçeğinden de ortaya çıktığı gibi, hayatları onların bu emaneti takdir ettiklerini, onun gerçek yüzünü kavradıklarını ve onu pratik hayatlarında yaşadıklarını göstermemektedir. Bu nedenle onlar koca koca kitaplar taşıyan eşeklere dönmüşlerdir. Sadece onların ağırlığını taşımışlar, onlara sahip çıkmamışlardır. Onun amacına katkıda bulunmamışlardır.
Bu tablo çirkin ve iğrenç bir tablodur. Kötü ve çirkin bir örnektir. Bununla beraber doğru bir gerçeği dile getiren bir tablodur. Allah'ın ayetlerini yalanlayan topluluğun durumu örneği ne kötüdür: "Allah zalimler topluluğunu doğru yola iletmez." İnanç emanetini yüklenip sonra onun gereğini yerine getirmeyenler, pek çok nesiller boyunca bozulan ve bu zamanda yaşayanlar, müslümanların adlarını taşıdıkları halde onların yaptıklarını yapmayanlar, özellikle Kur'an'ı ve kitapları okudukları halde içindekilerle amel etmeyenler, gereğini yerine getirmeyenler, evet bunların hepsi önce Tevrat'ı yüklenip sonra gereğini yerine getirmeyenler gibidirler. Tıpkı koca koca kitapları taşıyan eşekler gibi. Bu tür insanlar çok hem de pek çoktur! Çünkü mesele taşınan ve okunan kitaplar meselesi değildir. Önemli olan bu kitaplardakini güzelce kavramak ve gereğini yerine getirmektir, anlamak ve yaşamaktır. Yahudiler, -bugün de kendilerini öyle kabul ettikleri gibi- Allah'ın seçkin milleti olduklarını iddia ediyorlardı. Kendilerinin dışında kalanlara ise "Cuyim" yani diğer milletler veya bilgisizler diyorlardı. Bu nedenle diğer milletlere karşı dinlerinin hükümlerine uymalarının gerekmediğini ileri sürüyorlardı. "Ümmilere (kendi dinimizden olmayanlara) karşı hiçbir sorumluluğumuz yoktur." (Al-i İmran suresi, 75) Yahudilerin buna benzer hiçbir delile dayanmadan Allah adına uydurdukları yalana dayalı nice iddialar vardır. Bu nedenle surenin burasında karşılıklı beddualaşma gündeme geliyor. Bu karşılıklı beddualaşma hem onlara, hem hristiyanlara hem de Mekke'deki müşrik Araplara yöneltilmişti:
MEYDAN OKUYUŞ
6- De ki: "Ey yahudiler! Bütün insanlar bir yana, yalnız kendinizi Allah'ın dostları olduğunuzu iddia ediyorsanız ve bu iddianızda samimi iseniz, ölümü dileyin bakalım." '
7- Dünyada yaptıklarından dolayı, ölümü asla istemezler. Allah, zalimleri çok iyi bilendir.
8- De ki: "Doğrusu kendisinden kaçtığınız ölüm mutlaka karşınıza çıkacaktır; sonra, görüleni de görülmeyeni de bilen Allah'a döndürüleceksiniz. O size yaptıklarınızı haber verecektir."
Ayet-i Kerimede geçen "mübahele" birbirleriyle mücadele eden iki grubun karşı karşıya durarak hep beraber Allah'a niyaz etmeleri ve hangisi yanlış yolda ise Allah'ın onu yok etmesini dilemeleri anlamına gelir.
Nitekim bu grupların hepsi teker teker Hz. Peygambere karşı mübaheleye girişmekten kaçınmış, O'na yanaşmamışlardır. Bu meydan okuma çağrısına karşılık vermemişlerdir. Bu da gösteriyor ki onlar bütün kalpleri ile Hz. Peygamberin doğru söylediğini ve islamın gerçek din olduğunu biliyorlardı.
İmam Ahmed der ki: İsmail İbni Yezid Zerki, Ebu Yezid, Fırat, Abdülkerim İbni Malik Cezeri, İkrime, İbni Abbas'tan şu haberi nakletmişlerdir: Ebu Cehil "Eğer ben Muhammed'i Kabe'nin yanında görsem gider O'nun boynuna çökerim" demişti. Buna karşılık Hz. Peygamber "Eğer o böyle bir iş yapsaydı, melekler onu açıkta yakalarlardı. Eğer yahudiler ölümü isteselerdi, ölürler ve ateşteki yerlerini görürlerdi. Hz. Peygamberle mübaheleye girenler olsaydı geri döndüklerinde ne mallarından ne de ailelerinden birşey görmezlerdi." (Bu hadis Buhari, Tirmizi ve Nesihi Abdurrezzak, Muamei Abdülkerim kanalıyla rivayet etmişlerdi)
Bu bir mübahele olmaya da bilir. Onlara karşı bir meydan okuma olabilir. Çünkü onlar diğer insanlardan ayrı olarak kendilerinin Allah'ın dostları olduklarını iddia ediyorlardı. Öyleyse ölümden niçin korkabilirlerdi ki? Ne diye insanların en korkakları olabilirlerdi ki? Zira onlar öldüklerinde Allah'ın dostlarının ve kendisine yakınlaştırılmış kullarının Allah katındaki mükafatlarına ulaşacak değiller miydi?
Bu meydan okuyuştan sonra onların iddialarında samimi olmadıklarını, gönül huzuru ile kendine dayanabilecekleri bir iyilik yapmadıklarını, bundan dolayı herhangi bir mükafat ve yakınlık ümidi içinde bulunmadıklarını ifade eden tesbitler yer alıyor. Onların sırf günah işledikleri bu nedenle ölüm ve ötesinden korktukları belirtilmektedir. Çünkü hazırlığı ve azığı olmayan insan yola koyulmaktan endişe eder.
"Dünyada yaptıklarından dolayı ölümü katîyken istemezler ve Allah zalimleri çok iyi bilendir."
Bu bölümün sonunda ölüm gerçeği ve ötesi dile getiriliyor. Onların ölümden kaçışlarının kendilerine bir yarar sağlamayacağı açıklanıyor. Çünkü ölüm zorunludur. Ondan kaçış yok, ondan sonrasından da kaçılamaz. Çünkü Allah'a dönüş ve insanın yaptıklarından sorguya çekilmesi de kuşku götürmeyen kaçınılmaz bir gerçekliktir.
"De ki: `Doğrusu kendisinden kaçtığınız ölüm mutlaka karşınıza çıkacaktır; sonra, görüleni de görülmeyeni de bilen Allah'a döndürüleceksiniz. O size yaptıklarınızı haber verecektir."
Bu Kur'an-ı Kerim'in, hem o zamanki muhataplara hem de onların dışındaki tüm insanlara yönelttiği mesaj dolu bir uyarısıdır. İnsanların çoğu zaman unuttuğu, fakat nerede olurlarsa olsunlar yakalarını bırakmayacak olan bir gerçeği gönüllerine yerleştirmektedir. Bu hayat birgün elbet son bulacaktır. Bu hayatta Allah'tan uzak olmak, O'na dönüşle sonuçlanacaktır. O'ndan kaçanların O'na sığınmaktan başka çareleri yoktur. O'na dönüşten sonra sorguya çekilmek ve O'na göre yaptıklarının karşılığını almak mutlaka gerçekleşecektir. Bundan kaçıp kurtulmak mümkün değildir.
Taberi, Mu ceminde, Muaz bin Muhammed Hazeli hadisinden Yunus, Hasan, Semüre kanalıyla peygambere şu sözü izafe eder: "Ölümden kaçan adara tilki gibidir. Yer ondan borcunu ister. O ise kaçmaya çalışır. Nihayet yorulur, bitkin düşer ve inine girer. Yer yine ona; ey tilki! borcum! der. Tekrar kalkar, sürünmeye başlar. Böyle sürünüp gider. Boynu önüne düşüp ölünceye kadar kaçmaya devam eder."
Bu da son derece etkili, derin anlamlı ve canlı bir ölüm tablosudur.
CUMA NAMAZI
9- Ey iman edenler! Cuma günü namaza çağrıldığınız zaman, hemen Allah'ı anmaya koşun ve alış verişi bırakın. Eğer siz gerçeği anlayan kimseler iseniz elbette bu, sizin için daha hayırlıdır.
10- Namaz bitince yeryüzüne dağılın ve Allah'ın lütfunu isteyin. Allah'ı çok zikredin, umulur ki kurtuluşa erersiniz.
11- Onlar bir ticaret ve eğlence gördükleri zaman hemen dağılıp oraya giderler ve seni ayakta bırakırlar. De ki: `Allah'ın yanında bulunan eğlenceden ve ticaretten daha hayırlıdır. Allah rızık verenlerin en hayırlısıdır."
Cuma namazı toplayıcı, kuşatıcı bir namazdır. Toplu halde kılınmadan sahih olmaz. Bu haftalık bir namazdır. Orada müslümanların toplanmaları buluşmaları, kendilerine Allah'ı hatırlatan konuşmayı dinlemeleri zorunludur. Cuma namazı düzenli bir ibadettir. Zaten islam, dünya ve ahiret hazırlığını tek bir düzen içinde ve tek bir ibadet sistemi içinde çözüme kavuşturur. Her ikisi de ibadettir, bunların. Cuma namazı islamın sosyal nitelikli inancını özel bir şekilde dile getirmektedir. Nitekim "Saf" suresi ayetlerini açıklarken bu konuda bazı yorumlar yapmıştık.
Cuma namazının fazileti, cuma namazına teşvik ve banyo yapma, temiz elbiseler giyinme ve koku sürünme ile ilgili hazırlıkları ifade eden pek çok hadisler de vardır.
Buhari ve Müslim'de İbni Ömer'den gelen bir rivayette Resulullah'ın şöyle buyurduğu ifade edilmektedir: "Biriniz cuma namazına giderken banyo yapsın." Sünen kitaplarının dördünde Evs İbni Evs Sakafi'den gelen rivayette deniyor ki: Resulullah'tan işittim, şöyle diyordu: "Kim cuma günü elbisesini yıkar ve banyo ederse, erken kalkar ve erken yola düşerse, bineğe binmeyip yolda yürürse, imama yakın durur, sözlerine kulak verip bu arada boş söz ve işle uğraşmazsa attığı her adım için gündüzü oruçlu, gecesi ibadetli bir yıllık mükafat elde eder."
İmam-ı Ahmed, Kab bin Malik yoluyla Ebu Eyüp Ensari'den, onun şöyle dediğini rivayet eder: Hz. Peygamber'den işittim, şöyle diyordu: "Kim cuma günü yıkanır ve evindeki kokusundan sürünür, en güzel elbiselerini giyer, sonra camiye gelip dilerse iki rekat namaz kılıp kimseyi de rahatsız etmezse, imam hutbeye çıkıp, namazı bitirene kadar susup sessiz kalırsa onun bu cumayla diğer cuma arasındaki günahları için kefaret olur."
Bu bölümün birinci ayeti, müslümanların ezanı duyduklarında alış-verişi ve diğer her türlü çalışmayı bırakmalarını emretmektedir.
"Ey iman edenler, cuma günü namaza çağrıldığınız zaman Allah'ı anmaya koşun ve alış-verişi bırakın: '
O andan itibaren dünya işlerinden sıyrıldıktan sonra hemen Allah'ı anmaya geçmelerini teşvik etmektedir:
"Eğer siz gerçeği anlayan kimseler iseniz bu sizin için daha hayırlıdır."
Bu da gösteriyor ki ticaret ve hayatın diğer uğraşlarından el etek çekmek, böyle bir teşviki ve sevdirmeyi gerektiriyordu. Bu aynı zamanda gönüller için sürekli bir uyarıdır. İnsanın dünya işlerinden ve yeryüzünün cazibeli değerlerinden el etek çektiği, kalbini bunlardan arındırdığı zaman dilimleri olmalıdır. Böylece yalnız Rabbinin olabilmeli, O'nunla başbaşa kalmalı, kendini O'nun zikrine adamalıdır. Bu çok özel tadın zevkine erebilmeli, böylece yüceler alemi ile ilişkiye geçerek o aleme dalmalı, kalbini ve göğsünü bu hoş kokulu tertemiz manevi hava ile doldurmalı, onun güzel kokusundan tadından, zevkinden payını almalıdır.
Sonra dünya işlerine dönmeleri, sonra bu işler sırasında Allah'ın adını hatırdan çıkarılmaması hatırlatılır.
"Namaz bitince yeryüzüne dağılın ve Allah'ın lütfunu isteyin. Allah'ı çok zikredin, umulur ki kurtuluşa erersiniz:'
İşte bu, islam sistemine damgasını vuran dengenin kendisidir. Yeryüzündeki hayatın gereklerini yerine getirme, çalışma çabalama didinme ve kazanma gibi gereksinimleri ile bir süre bu havadan ruhen koparak, kalbinin bağını keserek bütünüyle kendini zikre, Allah'ı anmaya verme arasındaki denge. Bu eylem kalbin hayatı için zorunludur. Yoksa büyük emanetin yükümlülüklerini onsuz elde etmek algılamak ve yerine getirmek mümkün değildir. Geçim peşinde koşarken dahi Allah'ı anmak gerekmektedir. Günlük işleri yerine getirirken Allah'ı kalbinde hissetmek insanın dünya hayatı için yaptığı çalışmaları ibadete dönüştürür. Yalnız bununla beraber insanın somut zikir, görevini de yerine getirmesi, kendini tamamı ile dünyadan koparma ve köklü bir şekilde kendini Allah'a adama anlarının da bulunması gerekmektedir. Nitekim bu iki ayetin teması da buna işaret etmektedir.
Ancak İbni Malik cuma namazını kıldığında kalkar gider caminin kapısında durup şöyle derdi: "Allah'ım çağrına uydum. Bana farz kıldığın namazı kıldım. Bana emrettiğin şekilde buradan ayrılıp işimin başına dönüyorum. Bana hazinenden rızık ihsan et. Sen rızık verenlerin en hayırlısısın." (Bu olayı İbni Ebi Hatim rivayet etmiştir)
Bu tablo ilk müslümanların meseleyi ne kadar ciddi olarak ele aldıklarını göstermektedir. Onlar emri duyar duymaz tam bir sadelik içinde ve gerçek anlamı ile onu harfi harfine uyguluyorlardı!
Belki de ilk müslüman nesli, surenin son ayetinde ifade edildiği gibi, onca cahili eğilimlere ve cazibelere rağmen ulaştığı seviyeye ulaştıran onların bu ciddi, net ve sade anlayışlarıydı.
"Onlar bir ticaret ve eğlence gördükleri zaman hemen dağılıp oraya giderler ve seni ayakta bırakırlar. De ki: `Allah'ın yanında bulunan, eğlenceden ve ticaretten daha hayırlıdır. Allah rızık verenlerin en hayırlısıdır."
Hz. Cabir'den rivayet edilen bir hadiste deniyor ki: "Biz bir ara Hz. Peygamberle birlikte namaz kılıyorduk. Bu sırada bir yiyecek kervanı çıkageldi. Herkes ona dönüp gitti. Peygamberin etrafında sadece on iki kişi kalmıştı. Bunların ikisi Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer'di. Bunun üzerine şu ayet indi." (Bu hadis Buhari, Müslim ve Tirmizi rivayet etmişlerdir)
"Ayet-i Kerimede onların dikkatleri Allah'ın katındaki mükafata çekilmekte ve bunun oyun ve eğlenceden daha hayırlı olduğu belirtilmektedir. Ayrıca rızık verenin Allah olduğu hatırlatılmaktadır. "Allah rızık verenlerin en hayırlısıdır."
Bu olay daha önce belirttiğimiz gibi tarihteki o eşsiz topluluğun yetiştirilmesi için eğitim ve ruhi yapının kurulması uğruna ne denli çabaların, gayretlerin sarf edildiğini ortaya koymaktadır. Bu eşsiz nesil Allah yolunda çaba sarfeden herkese tüm asırlar boyunca karşılaştıkları zaaflara, eksikliklere, geri kalmalara ve ayak kaymalarına karşı tükenmez bir sabır hazinesi kazandırmıştır. İşte bu, iyisiyle, kötüsüyle bugün de yine karşımızda bulunan insan halidir. Bu insan sabırla, anlayışla, kavrayışla, sebatla, direnmeyle yolun ortasında geri dönmekle inanç davasının, temizlenmenin ve arınmanın sınırsız basamaklarında yükselebilir. Yardımcısı Allah'tır.

CUMA SURESİNİN SONU

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...