Meâl-i Şerifi
25- Sizden her kim hür mümin kadınları nikah edecek bir zenginliğe gücü yetmiyorsa, ona da ellerinizin altındaki mümin cariyelerinizden efendilerinin rızası ile nikahlamak var. Allah sizin imanınızı daha iyi bilir. Siz birbirinizdensiniz. O halde sahiplerinin izni ile ve mehirlerini örfe göre vermek suretiyle cariyelerden iffetli olan, zina etmeyen, dost da edinmeyenlerle evlenin. Evlendikten sonra bir fuhuş yaparlarsa, o vakit hür kadınlar hakkında gerekli bulunan cezanın yarısı kendilerine lazım gelir. Bu hükümler, içinizden günah işlemekten korkanlaradır. Sabretmeniz ise, sizin için daha hayırlıdır. Allah Gafûrdur, Rahimdir (çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir).
25- Burada muhsenat, sahip olma karşılığı olduğundan hür kadınlar mânâsınadır. Yani içinizden her kim hür kadın ve imanlı olan kadınlarla evlenecek fazla bir mali güce sahip değil ise sahip olduğunuz genç ve imanlı cariyelerinizden nikah etsin. Hür bir kadını yoksa veya hür kadın almaya mali gücü yetmiyorsa mümin cariye ile evlensin. Çünkü cariyenin masrafı azdır. Fakat her zaman mümin kadını tercih etmelidir. Mümin kadın ve cariye nikahını mutlak surette bir alçaklık saymasın, çünkü Allah imanınızı en iyi bilendir siz birbirinizdensiniz; müminlerin hür olanları ile olmayanlarınız bir dinden, bir cinstensiniz. İyi niyetle onlarla evlenmek, gerektiğinde bir erkek için alçaklık değildir. Zina tehlikesi, daha büyük bir alçaklıktır. Şu kadar var ki, cariyeleri hür kadınlara tercih etmek de hür kadınların haklarına tecavüz etmektir. Bunun için nikahı altında bir hür mümin kadın bulunan bir adamın, onun üzerine cariye ile evlenmesi asla caiz olmayacağı gibi, bir mümin hür kadınla evlenebilme gücüne sahip hür bir erkeğin de cariye ile evlenmesi mekruh veya haramdır. Ve o zaman cariye nikahı bir aşağılıktır. İmam eş-Şafiî hazretleri âyetin mefhum-i muhalifini göz önünde bulundurarak buna haram demiş ise de İmam-ı Âzam mekruh olduğunu söylemiş, haram olanın yalnız hür kadın üzerine köle kadınla evlenmeye kalkışmak olduğunu açıklamıştır.
Köle kadınla evlenmenin sahih olmasının şartına, hükmüne ve gayesine gelince cariyeleri sahiplerinin izni ile nikah ediniz ve mehirlerini veya nafakalarını kendilerine iyi şekilde güzelce veriniz ve bunları "Fuhuşta bulunmayarak, gizli dost da edinmeyerek namuslu yaşadıkları halde..." vasıfları ile vasıflanmış olmaları üzere, bu durumları yaşamaları maksadı ile onlarla evleniniz.
"Haden"in çoğuludur. Yani gizli dost tutmak demektir. Cahiliyye devrinde iki çeşit zina vardı. Birisi herkesin gözü önünde açıktan genelev işletmek, diğeri de birini dost tutarak özel bir şekilde gizlice zina etmekti. Ve bu şekildeki zinalar, çoğunlukla cariyelerle yapılırdı. İslâmda bunların ikisi de yasaklanmıştır. Dikkate değerdir ki, hür kadınlara aid olan âyette, erkeklerin zinası, burada da kadınların zinası açık olarak yasaklanmıştır. Bu ise büyük bir edeb ve belagati içermektedir.
İlk önce hür olan kadınların zinaya tenezzül etmeyecekleri ve onlar hakkında fuhuş ve zina ihtimalini düşünmek bile uygun olmadığını ve böyle bir ihtimal olsa olsa erkekler yüzünden ve erkeklerin iffetsizliği dolayısıyla tasarlanabileceği, cariyelere gelince bunların zarurete binaen zina aşağılığına düşebilmeleri pek düşünülebilen ve hatta cahiliyye devrinde âdet olduğu ve bununla beraber bunun da yine erkeklerin ahlâksızlığından meydana geldiği ve bu sefaleti (alçaklığı) kaldırmak da erkeklerin elinde bulunduğu, erkekler iyi niyetle hareket edip vazifelerini yerine getirdikleri takdirde bunların da bu sefaletten kurtulacağı ve bundan dolayı müslümanların hep bu iffet ve iyiliğinin gayesini takip etmelerinin gereği anlatılmıştır.
Bundan dolayı, cariyeler evlenmekle iffetleri güven altına alındıktan sonra fuhuş yoluna girerler ve zina yaparlarsa o vakit bunlara da hür kadınlara uygulanması vacib olan cezanın yarısı vacib olur. Çünkü bu şartlar altında mazeretleri kalmaz ve bununla beraber esir oldukları müddetçe hür kadınlar seviyesinde de tutulamazlar. Bunun için cariye ile evlenmek içinden şehvetin üstün gelmesi ile bozulmak, günaha girmek, zina tehlikesine düşmek korkusu bulunanlar hakkındadır. Yoksa sabretmeniz hakkınızda daha hayırlıdır. İmam eş-Şafiî hazretleri buradan ne hür kadın ne cariye, hiç evlenmemeniz daha hayırlıdır, ibadet nikahtan daha faziletlidir, mânâsını anlamış ise de Hanefî imamlarının dediği gibi bunun cariye hakkında olduğu açıktır. Demek ki, mehir ve harcamaya gücü yetenler için şehvetin coşması durumunda nikah vacibdir. Ve böyle bir durumda hür kadının mehir ve nafakasına gücü yetmiyecek olanlara bir cariye ile olsun evlenmesi vacibdir ve mümin cariyeyi tercih etmesi de en azından mendubdur. Çünkü cariyelerin de sefaletten kurtulmaları istenen bir husustur. Buna ise mümin cariye hepsinden daha fazla layıktır. Bundan dolayı evlenmenin vacib olması da ancak zina korkusu bulunanlar hakkındadır. Bu korku olmadığı takdirde cariye ile evlenmek, vacib olmak şöyle dursun mendub bile değildir. Çünkü bu evlilikte bir taraftan hür kadınların (itibardan) düşmelerine sebebiyyet vermek, diğer taraftan neseb soyluluğunu ve çocukların seçimini bozmak gibi sakıncaları da vardır. Bunun için Hz. Ömer (r.a.) "Cariye ile evlenen her hangi bir hür, hürriyetinin yarısını kaybetmiş olur." demiştir. Fakat bütün bu sakıncalar zina tehlikesine karşı hiçtir. Çünkü zina doğrudan doğruya spermasını yoketmek ve genel bir şekilde gerek erkek ve gerek kadınlar için pis bir alçaklık ve insan türü için pek büyük aşağılıktır. Ve insandan başka hayvanlar içinde hiçbiri dişisini yalnız suyunu telef etmek için takip etmez. İnsanlar, elinde hapsedilen erkek hayvanlar istisna edilirse kediler, köpekler bile dahil olmak üzere, hiçbir hayvan kösnümiyen dişisine zorla saldırmaz ve işini yalnız aşılama için yapar. Hatta develerin dişi sidiğini koklaması aşılanmış olup olmadığını farketmek için olduğu bilinmektedir. Özetle hayvanların bile hayvanca birleşmelerinde zina mahiyeti yoktur. Yaratılış ve fıtratları, başka bir ifade ile iç güdüleri buna fırsat vermez. Bu rezillik, bu kısırlık sevdası insanlığı hayvanlardan daha alçak bir duruma düşüren bir beladır. Bu musibete düşmektense cariye ile olsun evlenmelidir. Bununla birlikte bu korku yoksa sabır daha hayırlıdır. Her ne kadar evlenmemede de üreme ve türemeden mahrum olmak varsa da "Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir." Halbuki zina edenler için acıklı azab vardır. Bu açıklamadan sonra Allah'ın rahmeti gereğince kanun koyma hikmet ve maksadına bağlı olarak buyuruluyor ki:
Meâl-i Şerifi
26- Allah, sizlere bilmediklerinizi bildirmek, sizden öncekilerin yollarını size göstermek ve tevbenizi kabul etmek istiyor. Allah, her şeyi çok iyi bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.
27- Allah sizin tevbenizi kabul etmek istiyor. Halbuki şehvetlerine uyanlar ise, sizin doğru yoldan büyük bir meyl ile sapmanızı istiyorlar.
28- Allah, din hususundaki ağır teklifleri sizden hafifletmek istiyor. Çünkü insan sabır ve tahammül bakımından zayıf yaratılmıştır.
26- Allah'ın bu kanunu koymasından maksadı, size helal ve haramı fark ettirip açıkça anlatmak, sizi sizden öncekilerin sünnetlerine, yani tutup nimet ve mutluluğa erdikleri yollara hidâyetle yol göstermek ve cahiliyye devrinde sizden şefkatle bakışını ve rahmetini çekmiş iken sizi İslâm ile böyle doğru yola çevirip günahlarınızdan tevbe ettirerek üzerinize rahmet ve nimetlerini ardarda vermektir. Yani burada, "Sen, bizi doğru yola ilet. Kendilerine nimet verdiğin kimselerin yoluna. Gazaba uğrayanların ve sapanlarınkine değil." (Fatiha, 1/6-7) duasına özel bir cevap vardır. Bu açıklanan helal ve haram hükümleri tamamen yeni teşri olunmuş (kanun olarak vazedilmiş) ve hiç denenmemiş bir yol değil, aslında yaratılış ve fıtratın gereği olup sizden öncekilerin nimet ve mutluluğa ermelerine sebep olmuş denenmiş ve sağlam yollardır. Bundan önce nimetten faydalanan peygamberler ve salihlerin mutlulukları özellikle bu yolda olmuştur. Bundan dolayı burada önceki şeriatların pek güzel bir gelişme ile yerleştirilmesi vardır. Bundan sapanların üzerinden Allah'ın gözetimi çekilir ve tekrar bu yola girenlere de Allah'ın gözetimi yeniden döner. Çünkü "Şüphesiz ki, bir millet, kendisini değiştirmedikçe Allah onu değiştirmez." (R'ad, 13/11), "Sizden öncekilerin yollarını size göstermek (istiyor)." yüce âyeti önceki şeriatlardan bazı hükümlerin onaylanmasına delalet ettiği yönüyle usul ilmindeki "Allah ve Resulü anlattığı takdirde bizden öncekilerin şeriatı, bizim için de şeriattır." kuralını açıkça belirtmiş olduğunda şüphe yoktur. Ve yine şüphe yoktur ki, burada bu onaylama yukarda olduğu gibi vahiy ve Allah'ın açıklaması ile olmuştur. Bununla beraber biz şunda da şüphe etmiyoruz ki, burada vahy ile onaylamadan başka; özellikle peygamberlik devrinden sonrası için, hükümlerin illetlerini (sebeplerini) çıkarmada tecrübenin de büyük bir önemi bulunduğuna özel bir işaret vardır. Mutlaka teşriî (kanun koyma) içtihatlarında yalnız kelimelerin delalet ettikleri mânâ ile yetinilmeyip tecrübe ile hayatın dış ve hikmete ait akışının da göz önünde bulundurulması lazım gelecektir. "Ey akıl sahipleri ibret alınız." (Haşr, 59/2) emrinde bu nokta pek önemli bir yer işgal etmiştir. Şu şartla ki, her hususta olduğu gibi bunda da şehvetten ve hırsla istemeden iyice sakınmanın ve olaylara şehvet maksadı ile bakmamanın da bir şart olduğu şimdi anlaşılacaktır. "Allah, âlimdir, hakimdir." Kanun koyma, bir irade eseri olmakla beraber Allah'ın kanun koyması ilim ve hikmet ile beraber bulunuyor. Allah'ın Rahmân olması, sebeplerden önce ise de Allah'ın Rahim olması, sebeplerin düzeni üzerinde olur.
27- O gafur (günahları bağışlayan) ve Rahim (merhamet eden) ve herşeyi bilen hikmet sahibi olan Allah, sizin tevbe ve durumunuzun düzelmesini görüp üzerinizden devamlı olarak rahmet gözüyle bakmak ve mutlu etmek istiyor. O şehvetler (arzular) arkasında koşup zevklerine tabi olanlar da büyük bir sapma ile doğru yoldan sapmanızı, kendilerine uyup haram, helal tanımıyarak kötülük yollarında dolaşmanızı ve uçurumlara sürüklenmenizi istiyorlar. Bundan dolayı siz böyle günah işleyenlerin isteklerine uymayınız.
28-İctihatlarınızda davranış ve hareketlerinizde şehvete değil, hikmete ve Allah'ın açıklamalarına ve önünüzde bulunan doğru yolda gidenlerin ahlâk ve davranışlarına uyunuz ve İslâmın teşrî ilminde (kanun koyma ilminde) pek büyük bir esas olan şu âyete bakınız: Allah Teâlâ sizden ağır yükümlülükleri kaldırıp sorumluluğunuzu hafifletmek ister. Çünkü insan zayıf olarak yaratılmıştır. Bundan dolayı kanun koyma konusunda nefsani arzulara uymak caiz olmadığı gibi şiddet ve baskı da caiz değildir. Burada "Rabbimiz! Bizden öncekilere yüklediğin gibi bize de ağır bir yük yükleme!" (Bakara, 2/286) dualarının bir kabul olma işareti vardır ki, "Onların üzerindeki ağır yükleri ve kendilerini bağlayan bağları kaldırır." (A'raf, 7/157), "Allah size kolaylık diler, size zorluk dilemez." (Bakara, 2/185) "Dinde size bir güçlük yüklemedi." (Hac, 22/78) âyetleri, aynı şekilde "Ben size kolay ,toleranslı hanif dinini getirdim." nebevî hadisi de hep bu kolaylaştırma ve hafifletme düsturunu ifade ediyor. İnsanlar, zannettikleri gibi kuvvetli bir yaratık değildirler. Şiddete dayanamazlar, hafifletmeye muhtaçtırlar ve İslâm dini, onlara bu hafifliği bağışlamak için gelmiştir. Bu esaslardan dolayı nikah hususunda da sertlik ve zorluklar gösterilmemeli, zinaya ve suistimale (kötüye kullanmaya) meydan vermemek için hükümler ve nikah muameleleri kolaylaştırılmalıdır. İbnü Abbas hazretlerinden rivâyet edilmiştir ki, o şöyle demiştir:
Nisa sûresinde sekiz âyet bu ümmet için güneşin üzerine doğduğu ve battığı şeylerin hepsinden hayırlıdır.
1- (Nisa, 4/26)
2- (Nisa, 4/27)
3- (Nisa, 4/28)
4- (Nisa, 4/31)
5- (Nisa, 4/48-116)
6- (Nisa, 4/40)
7- (Nisa, 4/110)
8- (Nisa, 4/147)
Kanun koymakla ilgili bu esaslar, anlaşıldıktan sonra, nikahın mali güç ile özel bir ilişkisi bulunmasından dolayı malların kazanılması ve tasarruf edilmesi ile ilgili olmak üzere ayrıca bir hitap ile buyuruluyor ki:
Meâl-i Şerifi
29- Ey iman edenler! Mallarınızı aranızda haksızlıkla yemeyin. Ancak kendi rızanızla yaptığınız ticaretle yemeniz helaldir. Birbirinizin canına kıymayın. Şüphesiz Allah, size karşı çok merhametlidir.
30- Kim, zulüm ve tecavüz yolu ile bu yasakları işlerse, yakında onu cehennem ateşine atacağız. Onu ateşe atmak da Allah'a pek kolaydır.
31- Eğer siz, yasaklandığınız büyük günahlardan sakınırsanız, diğer kusurlarınızı örter, sizi güzel bir makama koyarız.
32- Bir de Allah'ın bazınıza, diğerinden fazla verdiği şeyleri temenni etmeyin. Erkeklere hak ettiklerinden bir pay vardır. Kadınlara da kendi kazandıklarından bir pay vardır. İsteklerinizi Allah'ın fazlından ve kereminden isteyin. Gerçekten Allah her şeyi hakkıyla bilendir.
33- Anne, baba ve akrabaların bıraktıkları her şey için bir mirasçı tayin ettik. Yemin akdiyle mirasçı kıldıklarınızın paylarını da verin. Şüphesiz Allah, her şeye şahittir.
34- Erkekler, kadın üzerine idareci ve hakimdirler. Çünkü Allah birini (cihad, imamet, miras gibi işlerde) diğerinden üstün yaratmıştır. Bir de erkekler mallarından (aile fertlerine) harcamaktadırlar. İyi kadınlar, itaatkar olanlar ve Allah'ın korunmasını emrettiği şeyleri kocalarının bulunmadığı zamanlarda da koruyanlardır. Fenalık ve geçimsizliklerinden korktuğunuz kadınlara gelince: Önce kendilerine öğüt verin, yataklarından ayrılın. Bunlar da fayda vermezse dövün. Eğer size itaat ederlerse kendilerini incitmeye başka bir bahane aramayın. Çünkü Allah çok yücedir, çok büyüktür.
35- Eğer karı-koca arasının açılmasından endişeye düşerseniz bir hakem erkeğin tarafından, bir hakem de kadının ailesinden kendilerine gönderin. Bu arabulucu hakemler gerçekten barıştırmak isterlerse, Allah karı-koca arasındaki dargınlık yerine geçim verir. Şüphesiz ki Allah hakkıyla bilendir, her şeyin aslından haberdardır.
36- Allah'a ibadet edin ve O'na hiçbir şeyi ortak koşmayın. Sonra anaya, babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara, akraba olan komşulara, yakın komşulara, yanında bulunan arkadaşa, yolda kalanlara, sahip olduğunuz kölelere iyilik edin. Şüphesiz Allah, kibirlenen ve övünen kimseyi sevmez.
37- Onlar ki hem kıskanır, cimrilik ederler, hem de herkese cimrilik tavsiye ederler ve Allah'ın kendilerine lütfundan verdiği nimeti gizlerler. Biz kâfirlere alçaltıcı bir azap hazırladık.
38- Bunlar, Allah'a ve ahiret gününe iman etmedikleri halde mallarını, insanlara gösteriş yapmak için harcarlar. Şeytan kimin arkadaşı olursa, o ne kötü arkadaştır!
39- Bunlar, Allah'a ve ahiret gününe iman etselerdi ve Allah'ın verdiği rızıktan gösterişsiz harcasalardı kendilerine ne zarar gelirdi? Allah onların söz ve işlerini çok iyi bilendir.
40- Şüphesiz ki Allah, hiç kimseye zerre kadar zulüm etmez. Eğer yapılan iyilik zerre kadar da olsa, onun sevabını kat kat artırır. Ve kendi katından büyük bir mükafat verir.
41- Her ümmetten bir şahit getirdiğimiz ve seni de onların üzerine bir şahit yaptığımız zaman bakalım kâfirlerin hali ne olacak!..
42- Allah'ı, inkar edip peygambere isyan edenler, o kıyamet günü yerle bir olmayı isterler. Allah'tan hiçbir sözü gizleyemezler.
29- Mallarınızı kendi aranızda -yani ister genel olarak ve ister karı-koca ve akraba arasında haksız, meşru olmayan bir şekilde boşu boşuna yemeyiniz. Ayrıca birbirinizin malını haklı ve meşru bir sebep olmaksızın almayınız. Hem de o malları boş yere harcamayınız. Bakara sûresindeki "Birbirinizin mallarını haksız yere yemeyin. İnsanların bir kısım mallarını bile bile günaha girerek yemek için onları hakimlere aktarmayın." (Bakara, 2/188) âyetine bakınız.
Batıl : Hırsızlık, hainlik, gasbetmek, kumar, faiz, geçersiz (haksız) değiştirmeler ve sefihlik, israf ve bütün meşru olmayan sebepler ve maksatların hepsini, yani hem kazanma sebebini ve hem harcama şeklini kapsar.
Ancak o malların aranızdaki karşılıklı rızadan elde edilen bir ticaret olması müstesna. Yahut Asım, Hamza, Kisâi, Halef-i Âşir kırâetlerinden başka kırâetlerde ötreli okunduğuna göre, ancak aranızda karşılıklı rızadan meydana gelen bir ticaretin bulunması başka, bundan ve bunu yemekten nehyedilmiş değilsiniz. Bu istisnanın kendinden önceki hükümsüz muamelelere mânâ açısından dahil olmadığından dolayı istisna-i munkati (önceki cümle ile ilişisi olmayan istisna) olduğu ve bundan dolayı sınırlama mânâsına gelmediği ve şu ticaretten başka, bağış, sadaka, temlik (birine mülk kazandırma), mübah kılma ve miras gibi diğer meşru sebeplerin varlığına engel olmayacağı açıklanıyor. Ticaretin özellikle zikredilmesine gelince: Bunun hikmeti olarak deniliyor ki: Bununla ticaretin mülkiyet sebepleri içinde en önemli ve en fazla vuku bulan bir esas ve şeref sahipleri için en uygun bir kazanç yolu olduğu anlaşılmıştır. Biz buna şunu da ilave edeceğiz:
Birincisi, bunlar yalnız hukuki açıdan anlaşılan hususlardır. Halbuki âyetin gelişi, evlenme ve harcama için mali hazırlıklarla da ilgili olduğundan daha fazla iktisadi yönü de vardır. Yani malların elde edilmesi, meşru vasıtalarla olsa dahi harcamalarında iktisatlı davranmak ve hazır mal yemek sevdasında bulunulmayıp eldeki malların çoğaltılması ve zaruri bir sebep olmadıkça sermayeye dokunmayıp gelirinden ve kârından yenilmesi, ve bu arada özellikle ticarete özen gösterme, ticaret esnasında da karşılıklı rıza esasına iyi riâyet etmek ve bu durumda başkalarının malları şöyle dursun, kendi mallarının bile boşu boşuna yenip yedirilmemesinin gerekli olduğu hatırlatılmıştır.
İkinci olarak, istisna-i münkati bu kuruntunun ortadan kaldırılması için önceki cümlenin hükmünden ayırmak yerinde bulunacağından burada hukuki ve şer'î açıdan önemli bir problemin halledilmesi de vardır. Çünkü yalnız akıl yoluyla yapılan mukayese ile düşünüldüğü zaman, ticaret kazanç maksadıyla mal değişimi demek olduğuna, mal değişiminin mânâsı ise tam bir eşitlik mânâsını kapsadığına göre, herhangi bir mal değişiminde bir tarafın bir kâr elde etmesi, bu mal değişimi ve eşitlik esasına aykırıdır. Bundan dolayı faiz gibi bir haksız ve haram kazanca benzemesi ihtimali celî kıyas (açık kıyas) ile devamlı söz konusu olur. Hatta mali muamelelerde mal değişimi (trampa) ve mübadele pek önemli bir esas olmakla beraber bu muamele bizzat açıkça uygun bile değildir.
Çünkü akla göre, bir malın diğer bir malın karşılığı olması akla uygun ise mal değişimi anlamsız, değil ise bir yalan demek olur. Zorunlu olan bazı ihtiyaçlardan dolayı "Allah alışverişi helal kıldı." (Bakara, 2/275) diye karşılıklı mal değişimi esasına müsade buyurulmuş ise de bunun zaruretten ileri gelen bir müsade olmasından dolayı, buna ticaret kasdı eklendiği takdirde bu ticaretin bir çeşit haksızlığı kapsamış olması ve bundan dolayı takva duygusu ile hareket edecek olanların bunda bir haram şüphesi kuruntusuna düşebilmelerinin ihtimali gerçekten vardır. Yalnız ihtimalle kalmaz aksine bir gerçektir. İşte bu kuruntuyu ortadan kaldırmak için kıyasa aykırı görünen ticaretin, " Allah sizin sırtınızdaki (ağır yükleri) hafifletmek istiyor; çünkü insan, zayıf ve güçsüz yaratılmıştır" âyetinin mânâsı gereğince insanların ihtiyaçlarından dolayı meşru kılınmış olduğu ve aslında karşılıklı mal değişimi mahiyetindeki adalet ve eşitlik konusunda alış-veriş akdini yapan iki tarafın karşılıklı olana ihtiyaçlarına ve onu değerlendirecek olan hoşnutluklarına göre düşünmenin lazım geldiği ve karşılıklı rıza olmayınca yalnız ticaretin değil, genel olarak mal değişmelerinden ve muamelelerinden hiçbirinin yapılamayacağını ve bu durumda karşılıklı rızayı bozan ticaretlerin de meşru olmayacağını anlatmak için buyurulmuş ve bu şekilde takva sahiplerinin ticaretten kaçınmaları şöyle dursun, aksine boşu boşuna mal yememek için ticaret ile meşgul olmalarının, en uygun bir iktisat yolu olduğu anlatılmış ve ondan sonra buyurulmuştur ki ve kendi nefislerinizi veya kendinizden sayılan nefislerinizi hiç bir şekilde öldürmeyiniz. Nefsi telef etmeye sebep olmayınız. Olumsuz edattan sonraki öldürme (yani öldürmemek), kasıtlı veya hata ederek, bizzat kendisinin veya sebep olacağı öldürmeyi kapsadığı gibi, kelimesi de kişisel nefsi ve milli nefsi kapsadığından dolayı bu yasak birçok mânâlara gelir:
1- İlk önce, doğrudan doğruya insanın kendini öldürmesini yani kasıtlı olarak intihar etmesini yasaklamıştır ki, bu mânâ açıkça anlaşılmakla beraber âyetin gelişine uygun değildir. İkincisi, insanın kendini öldürmesine sebep olmasını yasaklamaktır ki, bu husus başlıca üç yönden açıklanmıştır:
Birincisi, bazı cahillerin yaptığı gibi zühd ve ibadet adı altında devamlı sıkıntıya düşüp kendi nefsini son derece sıkıştırmakla ezmektir ki, Kâdı Beydâvî buna, "Hind cahillerinin yaptıkları gibi" diye misal vermiştir . Karşılıklı rıza ile yapılan ticareti, hileli bozuk muameleler gibi zühd ve takvaya muhalif sayarak bu yolda mal kazanmaktan sakınıp, kendi nefsini yok etmeye sebep olacak şekilde fakirlik ve zuraretle karşı karşıya bırakmak da bu türden olacağı için bu mânâ özellikle istisnanın gelişine uygundur. İkincisi, öldürmeye sebep olan cinâyetler işleyerek kendini öldürmeye sebep olmaktır ki, şunun bunun malına haksız yere musallat olmak da bu örneklerden biridir. Üçüncüsü, iyilik adına olsa dahi herhangi bir şekilde kendini boşuna tehlikeye atmaktır ki, ticaret yapacağım diye kendisini tehlikelere atmak da bu cinstendir. Rivâyet edildiğine göre, Amr b. Âs bu âyetten delil getirerek soğuktan sakınmak için soğuk su ile yıkanmaktan çekinip teyemmüm etmiş, Hz. Peygamber (s.a.v.) de bunu tenkid etmemiştir.
2- Kendi nefislerinizi, diğer bir ifade ile birbirinizi hiçbir şekilde öldürmeyiniz demek olur. Bunun da âyetin gelişine uygun olan yönü, haksız ve boş bir şekilde birbirinizin malını yemenin; aynı şekilde ticaret konusunda iyi şekilde karşılıklı rıza gözetilmeyip herkesi sıkıntıya sevketmek için karaborsacılık yollarına sapmanın, insanları öldürmeye ve yok etmeye sebep olmasıdır. Kısacası mallarınızı aranızda haksız ve boşu boşuna yemeyin, karşılıklı rıza ile ticaret yapın, böyle yapmazsanız yok olur ve birbirinizi yok edersiniz. Bundan dolayı hiçbir şekilde insanı öldürmeye ve insanları yoketmeye sebep olmayınız. Şüphe yok ki, Allah size karşı çok merhametlidir. Bunun için haramı yemeye ve canı yok etmeye müsaade etmez, karşılıklı rıza ile ticaret yapmaya müsaade eder. Ve birbirinizden karşılıklı razı olarak güzelce yaşamanızı ister.
30-Bunun için kim insanı öldürmeyi veya haram yemeyi veya surenin başından beri yasaklanan günahları işleyip haddini aşar, başkalarına zulmedip veya nefsine zulm ederek bunları kasıtlı olarak yaparsa biz onu ilerde muhakkak bir ateşe sokacağız. Gerçi bu nasıl olur diye bunu imkansız görenler bulunabilir. Fakat bunu yapmak da Allah'a göre çok kolaydır. "Haksızlık ve zulüm ederek" kayıtları gösteriyor ki, cehennem ateşini hak etmede en fazla göz önünde bulundurulacak yönler bunlardır.
31-Bununla beraber Allah'ın rahmetinin tecellilerine bakınız ki eğer size yasaklanan günahlardan, büyük günah denilen günahlardan sakınır, kasıtlı olarak haksızlık ve zulüm ile günah yapmaktan sakınırsanız küçük günahlar denilen diğer kusurlarınızı, tarafınızdan örteriz, bağışlarız. Ve sizi, saygı gösterilen yer olan hoş bir yere koyarız, Yahut -Nâfi' ve Ebu Cafer kırâetlerinde mimin üstün harekesi ile okunduğuna göre"sizi ikramla ağırlanacağınız hoş bir yere koyacağız." Evlerinizin kapılarından ikram edilmiş olarak girer, mezarlarınıza ikram edilmiş olarak gider ve en son cennette ağırlanmış olarak kalırsınız, Fakat bu noktada ahlâkla ilgili pek önemli bir konu vardır ki, o da genel bir şekilde ve özellikle erkeklerle kadınlar arasında birbirinizin makamına göz dikerek hased ve kin taşımamak, yarışma ve rekabet davalarına girişmemektir. Çünkü haset ve kin, bir çok büyük günahlara sevk eden huylardır.
32- Bunun için Allah'ın bazınıza diğer bazınızdan fazla olarak bağışladığı şeyleri temenni etmeye de kalkışmayınız, birbirinizin malına, makamına ve sahip olduğu Allah tarafından verilmiş veya çalışmakla elde edilen nimetlerine göz dikmeyiniz. Çünkü bu gibi temenniler, ilkönce hased, kin ve düşmanlık uyandırır. İkinci olarak Allah'ın takdir ve taksimine razı olmamayı bildirir. Üçüncü olarak, kendi hakkında takdir edilmeyen bir şeyi temenni etmek, kaderdeki hikmete karşı gelmek ve boş bir ızdıraptır. Başkasının hakkında çalışmakta takdir edileni, kuru kuru temenni etmek bir işsizlik ve avarelik ve zamanı boşa harcamaktır. Çalışmadan takdir edileni, temenni etmek de gerçekleşmesi imkansız olan boş bir temennidir. Erkekler için kendi kazandıkları şeylerden bir payları kadınlar için de kazandıkları şeylerden bir payları vardır. Hiç birinin çalışması ve kazancı boşa gitmez, mutlaka kendisine bir pay verilir. Fakat yaratılıştan birinin kabiliyeti, kazancı fazla, diğerinin eksik olması, aynı şekilde birine kazancına uygun olarak verildiği halde, diğer birine kazancından fazla verilmesi gibi yalnız Allah'ın vergisi olan özellikler, başlıbaşına Allah'ın iradesinin eseri olan bir ihsandır ki, bunda kimsenin etkisi ve müdahele hakkı yoktur. Bunun için gerek erkek ve gerek dişiye yakışan başkalarının payını temenni etmek değil, Allah'ın kendisine bağışladığı kabiliyet ve yeteneğe uygun olarak çalışmak ve Allah'tan istemektir. Bundan dolayı çalışınız, ve Allah'tan, Allah'ın lutuf ve ihsanından isteyiniz de herkesin elindeki şeyleri temenni etmeyiniz. Allah her şeyi bilendir, herkesin hak ettiğini bilir ve üstün kılmayı bilerek yapar. Demek ki yasağın esas hedefi hasedden, işsizlikten, Allah'ın hükümlerine ve takdir ettiği şeylere itiraz etmekten menedip, üstünlük ve ihsanın ve girilecek kıymetli yerin hased ve temenni ile değil, çalışma ile istenmesinin lazım geldiğini hatırlatmaktır.
Bu âyetin inmesi, miras âyetlerinden dolayı kadınlar tarafından ortaya konan bazı temenniler ile ilgilidir. Bu cümleden olarak Hz. Peygamberin hanımlarından Hz. Ümmü Seleme'nin, "Ey Allah'ın elçisi! Erkekler, din uğruna savaşıyorlar, biz savaşmıyoruz ve bizim mirastan hakkımız erkeğin yarısı oluyor. Ne olurdu biz de erkek olsaydık." diye bir temennide bulunduğu ve bunun üzerine bu âyetin indirildiği rivâyet edilmiştir. Bunun için yukarıda "Erkeğe, iki kadının payı kadar miras verilir." (Nisa, 4/11) kuralının hikmetlerine bağlı olmak üzere; yaratılıştan var olan, hukuki ve iktisadi açılardan zikredilmiş olan açıklamaların kaynaklarını burada ve bundan sonraki bir iki âyette bir ahlâki kuralı telkin etmek ve erkek, kadın çekememezliğinin düzeltilmesi ve ortadan kaldırılması ve aile hayatının takviye ve düzenlenmesi mahiyetinde tamamen göstermiş bulunuyoruz ki; üstün kılmak ve fazilet ve keremde yarışma, yaratılıştan var olan kabiliyetlere; kazanma ve kazanma payı, çalışma ve iktisatla ilgili değerlere; aşağıda gelecek olan harcama eşitliğine işaret etmiştir.
33-Şimdi mirasın kazanma ile ilgili olmayıp yalnız Allah'ın lutuf ve ihsanı olduğunu ve bundan da gerek erkek ve gerek dişi her birine kazanma gibi derecelerine göre bir pay verilmiş bulunduğunu anlatmak için, miras hükümlerini bazı ilavelerle özetleyerek buyuruluyor ki: Erkeklere ve kadınlara kazançlarına göre birer pay verildikten başka bir de erkek ve dişiden her biri için anne baba ve akrabaların ve yeminlerinizle akit yapıp veyahut kırâetine göre yeminlerinizle karşılıklı anlaşma akdi yaptığınız kimselerin, yani nikah akdi ile koca veya karının veya koruma akdi ile kölenin efendisinin terekelerinden miras alır mirasçılar yaptık, herkesi yalnız kendi kazancıyla bırakmayıp mirası da hak yaptık ve bunu yalnız erkeklere veya kadınlara ait kılmayıp ikisine de verdik. Bir de yalnız anne, baba veya çocukların terekesinden değil, genel olarak bütün akrabaların terekelerinden derecelerine göre genelleştirdik. Akrabalıkla da kalmayıp akitlerle de miras verdik ki bütün bunlar yalnız Allah'ın lutuf ve ihsanıdır. Çünkü Allah vermezse kimsenin mirasa konması mümkün değildir. Bundan dolayı birbirinizin paylarına göz dikmeyiniz de bütün o mirasçılara paylarını veriniz. Ve aranızda mallarınızı bu şekilde de haksız olarak yemeyiniz. "Çünkü Allah, her şeye şahittir."
34-Erkeklerin mirasta hak ettikleri paylarının fazla olmasının hikmeti erkekler ve özellikle tam erkek olan erkekler, kadınlar üzerinde hakimdirler, onların üstlerinde dururlar, işlerine bakarlar, dikkatle gözetir, muhafaza ederler; kahyaları, müdürleri, koruyucuları, amirleridirler. Küçükler de buna adaydırlar.
KAVVAM; "kâim"in mübalağası olup den alınmıştır. Bir kadının işine bakan ve korunmasına önem veren ve işlerini idare edene "Kayyimü'l-mer'eti" ve daha kuvvetli olarak "Kavvâmü'l-mer'eti" denilir. Bu deyim, erkeğin kadına hakimiyyetini ve fakat rastgele değil "Milletin efendisi, onlara hizmet edendir." mânâsı üzere hizmetçilikle karışık bir hakimiyetini ifade eder. Bundan dolayı bir taraftan erkeğin üstünlüğünü anlatırken diğer taraftan da kadının değer ve üstünlüğünü bildirir. Ve bu ayırım içinde eşitlik iddiasını kaldırarak karşılıklı olarak farklı bir eşitlik metoduyla öyle bir birlik sağlar ki, bu durum sultan ile ümmet arasındaki karşılıklı haklara benzeyecek ve bu şekilde aile terbiyesi, toplum terbiyesi ve siyasi terbiyenin bir başlangıcı olacaktır. Bunun için Kadı Beydâvî un tefsirinde der ki, "Valiler, halkı idare ettikleri gibi onlar da kadınları öyle idare ederler." Şimdi bu esas da biri Allah tarafından verilen, diğeri çalışmakla kazanılan iki sebebe bağlanarak buyuruluyor ki: Çünkü erkekler ve kadınların bir kısmını diğerine yaratılış açısından üstün kılmıştır. zamirinin delalet ettiği mânâ ile bundan erkeklerin kadınlara üstünlüğü ve tercihleri anlaşılmakla beraber âyetin öyle güzel bir açıklaması vardır ki, bu üstünlük ve değeri, "Allah o erkekleri kadınlara üstün kılmıştır." diye mutlak surette erkeklere tahsis etmemiş, kapalı olarak bazısının diğer bazısına üstünlüğünü ifade etmiştir. Bu ise, erkeğin kadında bulunmayan, yaratılıştan var olan bir takım üstünlüklere sahip olduğu gibi, aynı zamanda kadının da erkekte bulunmayan yaratılıştan var olan bazı üstün vasıflara sahip olduğunu ve bundan dolayı her ikisinin birbirine değişik yönlerden muhtaç olduklarını ve bu şekilde erkekle kadının yaratılıştan farklı ve karşılıklı olarak birbirlerinden üstünlükleri olduğu gibi, her erkeğin ve aynı şekilde her kadının da seviyelerinin bir olmadığını ve bundan dolayı her erkeğin, her kadın ile tek olarak mukayese edilemeyeceğini ve bununla birlikte bütün bunlar toptan karşılaştırılınca kadınların erkeklere ihtiyacının, erkeklerin kadınlara ihtiyacından daha fazla olduğunu ifade eder. Ve açıklandığı üzere esas üstünlük ölçüsü olan kazanma ve mal edinme açısından erkek, faaliyet gösterme yeteneğine sahip; kadın ise itaat duygusu ve kabiliyet yönünden ince ruhlu ve çekici bir yaratılışa sahip olup bunun için erkeklerin kuvveti ile korunmaya ve muhafaza edilmeye daha fazla muhtaçtır. Ve bundan dolayı sonuç olarak genel bir şekilde üstünlük ve faziletin erkek tarafında bulunduğunu, amirlik ve idarecilik yetkisinin, hakkıyla erkek olan erkeklere verilmesi ve kadınların onlara itaat etmesi, hem bir hak ve hem de kadınların menfaatlerinin gereği olduğunu pek beliğ özlü bir ifade ile anlatır. Ve işte erkeklerin peygamberlik, imamet (imamlık, devlet başkanlığı, valilik, şeair-i İslâm, yani İslâm'ın önemli prensiplerini gerçekleştirmek), kısas cezalarında şahitlik etmek, cihadın kendilerine vacib olması, cumanın vacib olması, ezan, hutbe, itikaf, asabelik (mirasın tamamını alan kimse), hata ile ve kasame öldürmelerinde kan bedelini yüklenmesi, ricat boşanmasında bağımsız hareket etmesi gibi bir takım özellikler, haklar ve vazifeler ile üstün olmaları da bu örneklerden bazılarıdır. "kadınlar üzerine hakimler." olarak ailede başkanlık hakkına sahip olmalarının bir sebebi, bu yaratılıştan olan üstünlük; biri de erkeklerin mallarından bir kısmını mehir ve nafakaya harcamaları meselesidir.
Çalışılarak elde edilen bu sebeb de öncekine bağlıdır. Ve kadınların mirastan paylarının yarım olması özellikle bu sebeple ilgilidir. Ve bunda kadınların faydası, mirasta erkeklere eşit olmalarından çok fazladır. Şu halde hanımının hakkını vermeyen, kadının malına göz diken ve aile için harcama vazifesini yapmayan ve ailesinin ırz ve namusunu korumayan erkekler erkeklerden sayılmazlar. Şüphesiz ki, bu vazifelerini yapan erkeklerin de kadınlar üzerinde hakimiyyet sahibi olmaları ve onlardan itaat ve bağlılık beklemeleri meşru bir haklarıdır. Bundan dolayı saliha olan kadınlar da Allah'a itaat ederler. Kocalarının huzurunda hazır olarak bekleyip haklarına riâyet ederler. Kocalarının gıyabında can, mal, namus, itibar (onur) ve aile sırları gibi korunması lazım gelen hususları Allah'ın korumasına dayanarak korurlar. Çünkü Allah bunun korunmasını emretmiştir. Peygamber Efendimiz (s.a.v.)'den rivâyet edilmiştir ki: "Kadınların hayırlısı o kadındır ki, baktığın zaman seni sevindirir, emredersen itaat eder, gıyabında bulunduğun zaman da seni malında ve nefsinde korur." buyurmuş ve bu âyeti okumuştur. Bu âyetin de yukarda açıklanan Hz. Ümmü Seleme'nin sözü üzerine indirildiği söylenmiş ise de bunun asıl iniş sebebi şu şekilde rivayet olunur: "Ensar'ın ileri gelenlerinden Sâd b. Rebia'ya karşı hanımı Habibe binti Zeyd b. Züheyr ve bir rivâyete göre Habibe binti Muhammed b. Seleme isyan etmiş, o da bir tokat vurmuş, bunun üzerine babası kızını almış, Hz. Peygambere gidip şikayet etmiş. Hz. Peygamber de "Mutlaka ondan kısasını (öcünü) alırız." buyurmuştu. Bunun üzerine bu âyet indirildi. Peygamber (s.a.v.) de: "Biz bir şeyi yapmak istedik, Allah'da diğer bir şeyi irade etti ve şüphe yok ki, iyilik Allah'ın irade ettiği şeydedir." dedi. Bu sebeple salih kadınları açıkladıktan sonra kocalarına karşı gelen kadınlar hakkında buyuruluyor ki: Ey hakim olan ve hanımlarının haklarını veren kocalar! Kafa tutup, itaatsizlik etmelerinden korktuğunuz, korkacak bir belirti hissettiğiniz karılara gelince:
NÜŞÛZ: Aslında lugatte yükseklik ve tümseklik mânâsından alınarak kadının kocasına kafa tutup baş kaldıracak bir durum almasıdır ki, sözde kendisini yüksek sayıp itaatını ortadan kaldırmış olur. Bunu açıklamak için büyük müfessirlerden şu açıklamalar yapılmıştır: Kadının nüşûzu kocasına isyan etmesi (İbnü Abbas), koku sürünmemesi, kocasını birleşmekten men etmesi, önceleri kocasına yaptığı muameleyi değiştirmesi (Ata), kocasından hoşlanmaması (Ebu Mensur), kocasının şer'î mesken olarak belirlediği konutta beraber oturmaktan kaçınıp onun istemediği bir yerde oturmasıdır (denilir) ki, bu mânâlar az çok birbirlerine yakındırlar.
Böyle bir durum karşısında önce bunlara vaaz ve nasihat ediniz. İkinci olarak onların yataklarından ayrılın. Üçüncü olarak onları hafifçe ve kusur bırakmayacak bir şekilde biraz dövünüz.
Bunun üzerine size itaat ederlerse artık onlara saldırmak için aleyhlerine başka bir yol aramayınız, ve meydana gelmiş kusurlarını olmamış gibi sayınız. "Çünkü günahtan tevbe eden günahı olmayan gibidir." Mutlaka şunu kesinlikle bilmeliyiz ki Allah Teâlâ pek yüksek ve pek büyüktür. Bundan dolayı Allah'tan korkunuz da kadınlara karşı size vermiş olduğu kuvveti kötüye kullanmayınız. Allah'ın size karşı gücü, sizin kadınlara karşı gücünüzden çok fazladır. Ve sizin Allah'a karşı günahlarınız, kadınların size karşı işledikleri suçlarından daha çok ve daha küstahçasına olduğu halde, Allah sizin tevbelerinizi kabul ve günahlarınızı affederken size itaat eden hanımlarınızın meydana gelen kusurlarını nasıl affetmezsiniz ve nasıl olur da onlara saldırmak için bahane arar durursunuz? Diğer bir mânâsı şöyledir: Allah zulümden ve haksızlıktan yüce bir ululuk sahibidir. Bundan dolayı onun şanının yüceliği ve ululuğu karşısında zulümden, haksızlıktan, sadakatsizlikten, terbiyesizlikten vazifelerinizi kötüye kullanmaktan son derece sakınmalısınız.
35- Kadın itaat etmezse ne olacak? O zaman iş yargılamaya (duruşmaya) düşer. Bundan dolayı ey müslümanlar topluluğu ve özellikle ey hakimler! Koca ile karı arasında bir geçimsizlikten endişe ederseniz. Şayet bunlar arasında bir geçimsizliğin meydana gelmesinden korkar, yani evlilik devam ettiği halde aralarının açıldığını anlarsanız biri kocanın akrabasından, biri de karının akrabasından olmak üzere iki hakem gönderiniz. Çünkü akrabaları onların iç yüzlerini daha iyi bilirler ve faydalarını daha fazla arzu ederler. Bununla beraber akrabalardan olmaları müstahabdır. Yoksa yabancılardan da hakem tayin etmenin caiz olabileceği açıklanmıştır. Hakemi seçme hakkı, ilk önce koca ve karıya aittir. Ve bunun her iki taraftan akrabalarının istişaresiyle yapılmasının müstahab olacağı da ve kayıtlarının işaretlerinden anlaşılıyor. O halde akrabaları bulunmadığı veya yabancılardan olmaları kendilerince uygun bulunduğu takdirde şüphesiz caiz olması gerekir.
Bu hakemlerin yetki dereceleri ne olacaktır? Barıştırma veya birbirinden ayırmanın her ikisini de yapabilirler mi? Bu konuda müctehidler ihtilafa düşmüşlerdir. Bir kısmı eşleri birbirinden ayırabilirler ve bu durumda bir talak-ı bain ile kadın boşanmış olur demişler ki, bu görüş Hz. Ali'den rivâyet edilmiştir. Bir kısmı da bunlara eşleri barıştırmak emredilmiştir, onları birbirinden ayıramazlar demiştir. Bu da Hasan'dan rivâyet edilmiştir. Ve bu İmam-ı Âzam'ın görüşüdür. Gerçi eşleri birbirinden ayırma yetkisi açıkça ifade edildiği, koca da bunu kabul edip ve onlara bıraktığı takdirde bu konuda ihtilaf yoktur. Ancak koca, ayırma yetkisini vermediği takdirde mahkeme kendiliğinden zorla iki hakemi mutlak yetki ile seçebilir mi seçemez mi? Sözün kısası iki hakem karı-kocanın vekilleri yerinde midir? Yoksa mahkemenin hükmetmeye izin verdiği vekilleri makamında mıdırlar? Ve mahkemenin bizzat eşleri ayırma yetkisi var mıdır, yok mudur? İşte ihtilaf bu hususlardadır. Şüphe yok ki, âyetin gelişi, eşleri barıştırma üzerindedir. Onları birbirinden ayırmaktan bahsetmek uygun görülmeyip bu konuda açıklama yapılmamıştır. Ve bunun için bir içtihad konusu olmuştur.
Bu iki hakem gerçekten iyi niyetle arabuluculuk kasdederler, aralarını düzeltmek isterlerse Allah iki tarafın arasını bulur ve onları barıştırır. Koca ve karının kalblerine sevgi ve dostluk hislerini kor. Bunu nasıl yapar? Muhakkak Allah her şeyi hakkıyla bilendir, her şeyden haberdardır. Nasıl yapacağını bilir ve şüphe yok ki, alîm (çok bilen) ve habir (herşeyden haberdar olan) Allah'ın burada eşleri birbirinden ayırma yönünden bahsetmemesi de gâyet anlamlıdır. Demek ki Allah'ın rızası geçimsizlikte değil, arabuluculuktadır. Esas istenen iyi geçinmedir. Görülüyor ki bu hükümler, kadınların itaatsizliği üzerinde yürümüştür. Acaba erkekler tarafından itaatsizlik olmaz mı? Kadın ne olursa olsun itaat etmeye mecbur mudur, gibi bir soru akla gelebilir. Evet erkekler tarafından da itaatsizlik olabilir.
İleri de "Bir kadın eğer kocasının geçimsizliğinden yahut kendisinden yüz çevirmesinden korkarsa, karı kocanın aralarında anlaşarak sulh yapmalarında bir sakınca yoktur." (Nisâ, 4/128) âyetinde bununla ilgili hükümler gelecek, ayrılmak konusu da orada zikredilecektir. Fakat burada söz konusu olan, erkeklerin hakimiyeti ve onun gereğince bütün vazifelerinin yapılması ve bundan dolayı erkek tarafından hiçbir kusur ve suç bulunmadığı varsayımı üzerine olduğundan, bu şartlar altında erkeğin geçimsizliğini düşünmek aslında geçmediği gibi, açıklama gayesi de aile hayatının yalnız düzelme ve terbiyesine bağlı bulunduğundan dolayı, burada kadınların itaatsizliğinden dolaylı olarak bahsedilmiş ve erkeklerin geçimsizliği konusu daha sonra başlıbaşına açıklanması için sonraya bırakılmıştır. Böylece aile hayatının iyiliği temin edildikten sonra, aile terbiyesinde herkesin bilmesi, genel ve temel bilgiler olarak öğrenilmesi ve uygulanması gerekli olan güzel ahlâklara geçilerek her şeyden önce şu on vazife emrediliyor:
36- Birincisi, Allah'a ibadet ve kulluk ve O'na hiçbir şeyi ortak koşmayıp samimiyet ile ibadet etmek. İkincisi, anneye babaya iyilikle muamele etmek. Üçüncüsü, akrabalara iyilik. Dördüncüsü, yetimlere iyilik. Beşincisi, yoksullara iyilik. Altıncısı, yakın komşuya iyilik ki evi yakın olan veya akrabadan olan komşu. Yedincisi, uzak komşuya iyilik ki ya evi uzak olan veya akrabadan olmayan komşu veya müslüman olmayan komşu. Hz. Peygamberin bir hadisinde buyurulmuştur ki: "Komşu üç kısma ayrılır. Birisinin üç hakkı vardır; komşuluk hakkı, yakınlık hakkı ve İslâmiyet hakkı. İkincisinin iki hakkı vardır; komşuluk hakkı ve İslâmiyet hakkı. Üçüncüsünün bir hakkı vardır; komşuluk hakkı ki bu kitap ehlinden ve Allah'a şirk koşan komşudur." Sekizincisi, yanındaki arkadaşa iyilik. Bu da öğrencilik, sanatkarlık, yolculuk gibi herhangi bir faydalı işte beraber bulunan arkadaş ve yoldaş demektir. Bu mânâ koca ve karıyı da kapsar. Dokuzuncusu, yolculuktan gelen misafire veyahut herhangi bir misafire iyilik. Onuncusu, ve elinizin altındaki köle ve cariyelere iyilik. "Allah böbürlenen ve öğünenleri sevmez." "MUHTAL" kibirlenen "FEHUR" öğünen, böbürlenen demektir ki, Allah bunları sevmez. Bilhassa o cimri kibirlenenler ki
37-41- hem kendileri cimrilik ederler, hem de insanlara cimriliği emrederler. Bazı yahudilerin Ensar'a karşı mallarınızı muhacirler için harcamayınız, fakir düşmenizden endişe ediyoruz, diye nasihat etmeye kalkışmaları bu âyetin indirilmesine sebep olmuştur. Bir de Allah'ın sırf lütuf ve kereminden kendilerine vermiş olduğu malı ve ilmi gizleyenler hele o gösteriş için harcama yapan böbürlenenlerdir ki, Burada Hz. İsa hakkındaki "Aralarında bulunduğum sürece onlara şahit oldum." (Maide, 5/117) hitabı ile tanık olarak getirilen şahid mânâsına geldiği ve her ümmetten şahid de o ümmetin peygamberi olduğu müfessirler tarafından açıklanmıştır. Yani bilir misin her ümmetten bir şahid getirdiğimiz, Ey Muhammed! Seni de o şahidler üzerine şahid getirdiğimiz vakit, o kıyamet günü o kâfirlerin hali ne olacak?
42- İşte cevabı: O gün, inkar edip Peygambere isyan eden kâfirler keşke yere geçmişler, üzerleri düzlenmiş kendilerinden hiçbir iz kalmamış olsa idi, diye isteyecekler ve Allah'tan hiçbir sözü gizleyemezler. Çünkü "Yâsîn" sûresinde geleceği üzere ağızları mühürlenecek, elleri ve ayakları konuşacaktır. İbnü Mesud hazretlerinden şöyle rivâyet olunmuştur ki: Bir gün Hz. Peygamber (s.a.v.) "Bana bir Kur'ân oku" diye emretti. Ben de "Ey Allah'ın elçisi! Bana Kur'ân'ı öğreten sensin" dedim. "Başkasından dinlemeyi severim" buyurdu. Bunun üzerine Nisâ sûresinden başladım, âyetine geldiğimde, Resulullah ağladı, ben de okumayı kestim demiştir.
Burada iç temizliği ile dış temizliği emrinin manevî bir sırrını ortaya koymak ve imandan sonra ibadetin en önde geleni namaz ve namazın ilk şartı da maddî ve manevî pislikten temizlenmek olduğu ve büyük abdest olan guslün de nikah ve aile hükümleri ile ilgisinin pek fazla bulunduğu, bunların yerine getirilmesinin ise her şeyden önce ve idraki korumakla olacağı anlatılmak üzere buyuruluyor ki:
Meâl-i Şerifi:
43- Ey iman edenler! Sarhoş iken ne söylediğinizi bilinceye kadar namaza yaklaşmayın. Cünüb iken de yolcu olanlar müstesna gusül edinceye kadar namaza yaklaşmayın. Eğer hasta olur, veya yolculukta bulunursanız veyahut biriniz abdest bozmaktan gelince veya cinsî münasebette bulunup, su da bulamazsanız o zaman tertemiz bir toprak ile teyemmüm edin. Niyetle yüzlerinize ve ellerinize sürün. Şüphesiz ki Allah çok affedicidir, çok bağışlayıcıdır.
43-Bu âyetin indirilmesinin sebebi Abdurrahman b. Avf hazretlerinin ziyafeti olayı olduğu rivâyet edilmiştir. Geniş bilgi Bakara sûresinin, "Ey Muhammed, sana içki ve kumar hakkında soruyorlar..." (Bakara, 2/219) âyetinde geçmiştir. (Oraya bakınız.) Sarhoşluğun cünüplük ile ve ondan sakınmanın da abdest ve gusül ile beraber söz konusu edilmesi ve bu durumda müminin namaza yaklaşmaktan men edilmesi, sarhoş edici maddelerin haram olduğunu ve pisliğini anlatmak için ne kadar beliğ ve edebîdir. Bu mânâ, Maide sûresinde "Pisliktir, ondan sakınınız." (Maide, 5/90) diye açıkça anlatılacaktır.
"Sarhoş iken namaza yaklaşmayın." Burada bazı müfessirler, salattan maksat cami ve namazgahtır. Bununla sarhoşlar camilere girmekten men edilmişlerdir, demişler ise de bu mânâyı anlamak için salatı, esas mânâsından çıkarmaya gerek yoktur. Bu yasak, söylediğini bilmeyen sarhoşun namazının sahih olmadığına ve bundan dolayı sarhoşluğun haram olduğuna delalet ettiği gibi, sarhoşun ve cünübün camiye girmesinin ve ona yaklaşmasının yasak olduğuna da işaret yoluyla delalet edebilir. Bundan dolayı sarhoşun ve cünubun camiye girmeleri ve hatta yakınında bulunmaları caiz değildir. Yolculuk durumu müstesna cünüb iken de yıkanıncaya kadar namaza yaklaşmayın ve dolayısıyla camiye de girmeyin.
CÜNÜB: Cenabet olan, yani menisi gelen kimsedir ki, masdar gibi hem bir kişiye hem çoğula denilir.
İĞTİSAL: Gusletmek, yani tepeden tırnağa yıkanmaktır.
ÂBİRÎ SEBİL: Yolculuk edenler, sefer halinde bulunanlar demektir. Bunların önceki hükümden ayrılmasının, teyemmüm meselesinden dolayı olduğu şimdi anlaşılacaktır. Bununla beraber âyetin mânâsı, genel olarak yoldan geçme durumuna da gelebilir. Bu itibarla da cünübün namaz kılınan camiden değil, fakat yanındaki yoldan geçmesinin caiz olduğuna bir işaret olur. Bu istisna kaydının, cünüb ile yıkanma arasında bulunduğu için sarhoşlarla ilgili yönü yoktur. Demek ki söylediğini bilmeyen sarhoşların cami yakınından geçmelerine de izin yoktur. Çünkü aslında sarhoşluğa izin yoktur.
GAİT: Engin, çukur yer demek olup helaya işarettir. Heladan gelmek de kinaye yoluyla hades ve abdest bozmak demektir. Kisâî ve Halef-i Âşir kırâetlerinde elifsiz olarak okunur. Bu den, önceki dendir. İkisi de kadınlara dokunmak demektir. Bunun da özel şekilde bir dokunmak demek olan iki tenasül uzvunun birbirine değmesi mânâsını ifade ettiğinde ittifak vardır. Ve boy abdesti gerekir. Fakat bunda, el veya diğer şeylerle yalnız vücudun vücuda dokunması mânâsına da gelmesi kasdedilmiş mi kasdedilmemiş midir? Burada âlimler ihtilafa düşmüşler. Biz Hanefilere göre bu mânâ kasdedilmemiştir. Bundan dolayı kadının bir tarafına yalnız dokunmakla abdest bozulmaz. Fakat Zâhirî ve Şâfiî mezhebine göre bozulur, boy abdesti değil, yalnız abdest almak gerekir. Ancak Zâhiriler, kelimesinin dış görünüşüne bakarak dokunanın abdesti bozulur, dokunulanınki bozulmaz demişlerdir. İmam eş-Şafiî ise, ikisinin de abdestinin bozulacağını söylemiştir. Hanefiler hafifletmeye, Şafiîler de işi sağlama bağlamaya ve ihtiyata riâyet etmişlerdir. Kısaca cünüb iken hasta olursanız veya seferde bulunursanız veya ister yolculukta, isterse evde abdest bozar veya kadınlara dokunur, boy abdesti veya abdest gerekir de bir su bulamazsanız _ ki hastalıktan dolayı su bulamamak gerçekten veya hükmen su bulamamaktan daha genel olmuş oluyor _ böyle su bulamadığınız taktirde temiz toprakla teyemmüm ediniz de yüzlerinize ve ellerinize meshediniz.
TEYEMMÜM: Lugatte, kasdetmek demektir. Bundan dolayı niyetsiz teyemmüm olmaz, niyet teyemmümün aslına dahildir. "Saîd" de yer yüzü demektir ki, taşı toprağı kapsar. Bundan dolayı eline hiç toprak bulaşmasa bile bir taş ile teyemmüm etmek caiz olur. Fakat İmam eş-Şâfiî birazcık olsun toprak bulaşmalı demiştir. "Tayyib" de tertemiz demektir. Bundan dolayı pis veya şüpheli olmamalıdır. Demek olur ki, İslâm'da maddi ve manevi temizlenme meselesinin o kadar önemi vardır ki, su bulamadığı zaman hiç olmazsa boy abdesti veya abdest yerine temizlenmeye niyet ve kalbini temizliğe bağlayıp maddi yönden de tertemiz bir toprağı abdest uzuvlarının yarısı demek olan yüzüne ve dirseklerine kadar ellerine dokundurmalıdır. Yani ellerini bir defa toprağa vurup mesh etmeli, bir defa da vurup dirseklerine kadar ellerini mesh etmelidir. İmanı olmayanlar bundan ne çıkar, diyebilirler. Fakat aklın bundan en az alacağı ders şudur ki, insan hem dış ve hem de iç temizliğini bırakmamalıdır. Kalb temizliği esasdır. Kalbi pis olan ne yapsa temizlenmez ve fakat yalnız kalb temizliği de yetmez. Maddi olarak dışını da temizlemelidir. Su bulamayınca zaruret durumunda teyemmüm etmek, aslında kalble ilgili bir temizlik işi olmakla beraber maddi şartın ve zahiri şeklin de "tamamı elde edilemeyen şeyin hepsi terkedilmez" düsturunun ifadesi üzere en güzel şekilde korunmasıdır. "Şüphesiz ki Allah çok affedici, çok bağışlayıcıdır." Bunun için teyemmüme ruhsat verir. Fakat sarhoşluğa ve cünüp durmaya müsaade etmez.
Burada konu, akıl ve şuuru korumaya ve maddi manevi temizliğe ermekle özellikle akıl ve düşünce ile ilgili terbiyeye parlaklık ve ahlâk ile dindarlığa kuvvet verilmek ve bu şekilde aile terbiyesinden genel terbiyeye ve herkesin düzelmesine doğru gidilmek, savaşmak ve din uğrunda savaşa girişmek için dost ve düşmanı, mümin ve kafiri, hak ve batılı, düzen ve bozukluğu ayırt etmek ve karşılaştırmak üzere sarhoş durumunda bulunan sapıkların ve düşmanların durumuna dikkat çekilerek buyuruluyor ki:
Meâl-i Şerifi
44- Kendilerine kitaptan bir nasib verilmiş olanları görmüyor musun? Onlar, sapıklığı satın alıyorlar ve sizin de yoldan sapmanızı istiyorlar.
45- Allah sizin düşmanlarınızı çok iyi bilir. Gerçek bir dost olarak Allah yeter. Ve yardımcı olarak da Allah yeter.
46- Yahudilerden bir kısmı, (Allah'ın kitabındaki) kelimeleri esas mânâsından kaydırıp; dillerini eğerek ve dine saldırarak, "Sözünü işittik, emirlerine isyan ettik, dinle, dinlemez olası ve râinâ (bizi gözet)" diyorlar. Halbuki onlar, "İşittik ve itaat ettik; dinle ve bize de bak" deselerdi bu, kendileri için daha hayırlı ve daha doğru olurdu. Fakat Allah, küfürleri yüzünden kendilerini lanetlemiştir. Artık onlar, pek azı müstesna, iman etmezler.
44-45-46- "Yahudi olanlardan" ifadesi, kendilerine dikkat çekilen "Kendilerine kitaptan bir nasib verilenler" âyetinin açıklamasıdır. Yani burada söz konusu olan yahudilerdir. Bunlar kelimeleri yerlerinden kaldırıp değiştirirler, dillerini eğerler bükerler. Tahrif (bozma) şekli hakkında üç suret rivâyet edilmiştir:
1- Bir kelimeyi diğer kelime ile değiştirirler. Mesela Tevrat'ta, Hz.Peygamberin vasıfları ile ilgili olan "reb'a" kelimesini "uzun olmayan" terimine, aynı şekilde "recm" kelimesini "had(şer'î ceza)" deyimi ile değiştirmeleri gibi ki, yazıdaki değiştirmedir. Buna karşı her tarafta meşhur olan bir kitap böyle nasıl değiştirilebilir, bu mümkün müdür, denemez. Çünkü bu gibi değişiklikler en fazla bir dilden diğer dile nakletme ve tercüme sırasında meydana gelir. Bunun için tercüme işi hem bir yetenek, hem bir doğruluk işidir. Bundan başka yazanların pek az ve iyi hafızlar olmaması veya az olduğu zamanlarda bunun kopya etmeler esnasında yapılması da mümkün olur. Daha sonra bu gibi değiştirmeler aslını bilenleri aldatmamakla beraber diğerlerini kolaylıkla aldatabilir.
2- Ortaya şüphe atma ve yanlış yorumlarla bir kelimeyi öteye beriye çekerek mânâsını haktan batıla çevirmektir ki, bu da tefsir ve açıklamada yapılan bir manevi tahrif (bozma)dir. Fahreddin Razi "Nitekim zamanımızdaki bidat ehli de görüşlerine aykırı olan âyetlerde böyle yapıyorlar." demiş ve tahrifin tefsirinde bu ikinci şeklin asıl olduğunu da kaydetmiştir.
3- Yalnız kitap değil, bir söz söyledikleri zaman duydukları ve kalblerinde bildikleri gibi dosdoğru söylemeyip değiştirerek söylemeleridir. Çünkü yahudiler Hz. Peygamberin huzuruna gelirler, bazı şeyler sorarlar, yanından çıktıkları zaman Peygamberin sözlerini değiştirerek yaymaya çalışırlardı. İşte Kur'ân bunların değiştirme şekillerini şu misallerle anlatıyor: Değiştirirler ve derler ki "işittik ve isyan ettik" bu bir, "işit, işitmez olası" bu iki, "râinâ" (bizi gözet) bu da üç. Yani Peygambere karşı ilk önce diyecek yerde derler, hep tersini yaparlar. İkinci olarak "dinle" diyecek yerde diye bir de cinas ilave ederler ki, bu kelime bir taraftan övgü ve saygıya, bir taraftan ihanet ve sövmeye delalet eder. Çünkü işittirilmiş olmayarak demek olduğundan bir yönden lütfen ve tenezzül ederek dinle, çünkü sana karşı söz söylemek ve zorla dinletmek haddimiz değildir, mânâsına bir saygı ifadesi olabileceği gibi, öte yandan bir kaç yönüyle de küçümseme ifade eder. İlk olarak; "dinle ha söz dinlemez", ikinci olarak; "dinle ha dinlenmiyesice?" Üçüncü olarak; "dinle ha iyi haber işitmiyesice." mânâlarına da gelebilir ki, bunlar hep sövmek ve küçümsemektir. Dördüncü olarak; "dinle fakat benden işitmiş olmayarak dinle" demek de olabilir ki, bu da bir sırrı emanet bırakma gibi olmakla beraber yalancılık teklifini kapsayan bir münafıklığı da içerir. Kelimesi de böyle iki yönlüdür. Bakara sûresinde (Bakara, 2/104) âyetinde geçmişti. (Oraya bakınız.) İşte bunlar böyle derler ve kelimeleri yerlerinden böyle tahrif ederler (bozarlar). Ve bunları söylerken dillerini burarak, sarhoş gibi ağızlarını eğerek söylerler, hem de dini kötülemek için söylerler. Halbuki bunlar Peygambere "işittik ve isyan ettik" diyeceklerine "işittik ve itaat ettik" ve "dinle işitmez olası" diyeceklerine yalnız "dinle"; ve "bizi gözet" diyeceklerine "bize bak" demiş olsalardı kendileri için elbette daha hayırlı olurdu. Fakat inkarlarından dolayı Allah onları lanetledi, onun için bunlar iman etmezler, etseler de pek az ederler. Ya pek az bir şeye iman ederler, veya faydası olmayacak az bir zamanda, mesela can çekişme durumunda iman ederler veya içlerinde iman edenleri pek az bulunur. Fakat bulunur.
Bundan dolayı bunlara ve hatta bütün kitap ehline bir nasihat ve davet olmak üzere şöyle değişik bir hitap yapılıyor:
Meâl-i Şerifi
47- Ey kendilerine kitap verilenler! Gelin yanınızda bulunan (Tevrat)ı tasdik etmek üzere indirdiğimiz bu kitaba iman edin. Biz birtakım yüzleri silip de enselerine çevirmeden yahut cumartesi halkını (yahudileri) lanetlediğimiz gibi onları lanetlemeden önce iman edin. Yoksa Allah'ın emri mutlaka yerine gelecektir.
48- Doğrusu Allah, kendisine ortak koşulmasını asla affetmez. Ondan başkasını (diğer günahları) ise, dilediği kimseler için bağışlar ve mağfiret buyurur. Her kim Allah'a şirk koşarsa gerçekten pek büyük bir günah ile iftira etmiş olur.
47- Nice yüzleri veya yüze gelenleri silip belirsiz yaparak arkalarına çevirmeden veya onları, sebt (cumartesi) ehlini lanetlediğimiz gibi lanetlemeden önce iman ediniz.
TAMS: Aslında bir şeyin izlerini yoketmek ve alâmetlerini gidermek mânâsına olmakla, burada yüzlerin kılığından çıkıp yüz denecek durumları kalmamak mânâsını ifade eder. İbnü Abbas (r.a.) deve tabanı, hayvan tırnağı gibi olması ile, Katade ve Dahhâk "Eğer dileseydik o kâfirlerin gözlerini silme kör ederdik..." (Yâsin, 36/66.) mânâsı üzere gözlerin görmez olması ile, bazı müfessirler de suratlarının maymun yüzü gibi çirkin ve perişan olması ile misal vermişler ve açıklamışlardır.
Bu şiddetli bir uyarmadır ki, hem dünya ile ilgili, hem ahiretle ilgili felaketleri hatırlatır. Bununla birlikte dünya ile ilgili olması daha açıktır. Cumartesi ehli, Bakara suresinde geçmişti.
48- "Allah kendisine şirk koşulmasını bağışlamaz." Burada şirk, kayıtsız olduğundan mutlak surette kâfirlik demek olduğu unutulmamalıdır. Bunun kitap ehline iman teklif etme yerinde gelmiş olması da bu konuda özel bir ipucu teşkil eder.
Bu âyetin inmesi üzerine yahudiler, biz müşrik değiliz, Allah'ın özel ve ileri gelen kullarındanız, demişlerdi. Nasıl ki, "Biz, Allah'ın oğulları ve dostlarıyız." (Maide, 5/18.) dediler. "Ateş bize sadece sayılı günler dokunacaktır." (Bakara, 2/80) da diyorlardı. Bir de bazı yahudiler bir gün çocuklarını alıp Hz. Peygamberin huzuruna gelmişler "Ey Muhammed! bunların günahı var mıdır?" demişler. "Hayır" buyurulmuş. Bunun üzerine "İşte biz de tıpkı bunlar gibiyiz, gece yaptığımız günahlar gündüz, gündüz yaptığımız günahlar gece örtülür." diye kendi nefislerini tezkiye etmişlerdi. Bunun üzerine bunlar hakkında şu âyetler nazil oldu:
Meâl-i Şerifi
49-50- 49 Kendi nefislerini temize çıkaranları görmüyor musun? Hayır! Ancak Allah, dilediğini temize çıkarır. Onlara kıl kadar zulmedilmez.
50- Bak nasıl da Allah'a yalan uyduruyorlar. Apaçık bir günah olarak bu yeter.
51-55-Rivayet ediliyor ki, yahudilerin reislerinden Huyeyy b. Ahtab ile Ka'b b. Eşref yanlarına yahudilerden yetmiş süvari alarak Mekke'ye gitmişler ve Kureyş ile bir anlaşma ve sözleşme yaparak Hz. Peygamber ile olan anlaşmalarını bozmak istemişlerdi. Onlar da, "Siz kitap ehlindensiniz, Muhammed'e bizden daha yakınsınız. Bundan dolayı biz size güvenmiyoruz. Bizim putlarımıza secde ediniz de gönlümüz rahat olsun." diye bir teklifte bulunmuşlardı. Yahudiler de derhal kabul edip bunu yapmışlar (putlara secde etmişler). Sonra Ebu Süfyan Ka'b'a hitap ederek, "Sen kitap okuyan âlim bir adamsın, biz ise okuma yazma bilmiyoruz; bundan dolayı bizim mi yoksa Muhammed'in mi, hangimizin tuttuğu yol doğrudur." diye sormuş, Ka'b da "Muhammed ne diyor?" demiş. Ebu Süfyan, "Yalnız Allah'a ibadet etmeyi emrediyor ve Allah'a şirk koşmaktan nehyediyor." cevabını vermiş. "Sizin dininiz nedir?" deyince de, "Biz Beytullah'ın görevlileriyiz, hacılara su veririz, misafirlere yemek yediririz, esirleri kurtarırız, şunu yaparız, bunu yaparız." diye anlatmış. Bunun üzerine Ka'b, "Sizin yolunuz daha doğrudur." demiş ve putprestleri iman ehlinden üstün saymış ve tercih etmişti ki şu âyetler bunu hakkındadır:
56-Meâl-i Şerifi
51- "Şu kendilerine kitaptan (okuma yazmadan) bir nasib verilmiş olanları görmüyor musun! Onlar puta ve şeytana inanıyorlar. Ve Allah'ı tanımayanlara, "Bunlar, müminlerden daha doğru yoldadır." diyorlar.
52- Onlar, Allah'ın lanet ettiği kimselerdir. Allah kime lanet ederse artık ona asla bir yardımcı bulamazsın.
53- Yoksa onların mülkten bir payı mı vardır. Eğer öyle olsaydı, insanlara bir çekirdeğin zerresini bile vermezlerdi.
54- Yoksa onlar, Allah'ın lütuf ve kereminden insanlara verdiği nimetleri kıskanıyorlar mı? Şüphesiz biz, İbrahim ailesine de kitap ve hikmeti vermiştik. Hem de onlara büyük bir mülk ve saltanat ihsan ettik.
55- İşte o yahudilerden bir kısmı ona iman etti. Bir kısmı da ondan yüz çevirdi. O iman etmeyenlere cehennem alevi yeter.
"Tağut" kelimesinin mânâsı Bakara sûresinde "Dinde zorlama yoktur..." (Bakara, 2/256) âyetinde geçmişti. "Cibt" ise put demektir. Kâhine de "cibt" dendiği nakledilmiştir. Bu şekilde bu iki kelime Allah'dan başka ilâh edinilen canlı ve cansız mabudların (kendisine tapılan şeylerin) tam isimleridir. Birbiri yerine de kullanılabilirler. Lügat âlimlerinin çoğu kelimesinin lugatte çekimi olmadığı görüşünde bulunmuşlardır. Fakat bunun aslı olduğu naklediliyor ki cibs, pis ve alçak demektir.
Hükmünün açıklanması için kitap ehlinin bir kısmı hakkındaki tehditten sonra bütün kâfirlere ait olmak üzere de buyuruluyor ki:
Meâl-i Şerifi
56- Şüphesiz ki âyetlerimizi inkâr eden kâfirleri biz yarın bir ateşe atacağız. Derileri piştikçe azabı duysunlar diye, kendilerine başka deriler vereceğiz. Çünkü, Allah gerçekten çok güçlüdür, hüküm ve hikmet sahibidir.
Bunlar böyledir. Fakat:
Meâl-i Şerifi
57- İman edip salih ameller işliyenleri ise, altlarından ırmaklar akan cennetlere koyacağız. Orada ebedî olarak kalacaklar. Onlara orada tertemiz eşler vardır. Onları, koyu gölgeler altında bulunduracağız.
57- Gölgeli gölge, koyu gölge, yaygın gölge ki, tam ve devamlı nimete işarettir. Çünkü refah içinde bulunanlar, genel bir şekilde latif gölgelerde yaşarlar. Nasıl ki dilimizde de sayedar olmak, sayeban olmak, sayesinde (gölgesinde) yaşamak, sayesinde (himayesinde) yaşatmak terimleri nimet ve mutluluk anlamına gelen terimlerdir.
Bu hikmetten dolayıdır ki:
Meâl-i Şerifi
58- Allah size, emanetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emrediyor. Allah, bununla size ne güzel öğüt veriyor. Şüphesiz ki Allah her şeyi hakkıyla işiten, hakkıyla görendir.
58- Allah size şunları muhakkak emrediyor: Biri, emanetleri ehline vermeniz biri de, insanlar arasında hüküm ve komuta ettiğiniz zaman adaletle hükmetmeniz.
EMANET: Aslında insanın emin (güvenilir ve itimad edilen kimse olması) yani kendisine maddi veya manevi her hangi bir şeyin gönül rahatlığı ile korkusuz bir şekilde teslim edilebilir ve istendiği zaman eksiksiz alınabilir bir şekilde bulunması anlamına masdar ve kısaca masdar olduğu gibi insanın emin olma durumuna, gerek Allah ve gerek insanlar tarafından herhangi bir şekilde bırakılmış olan şeye de ismi meful (edilgen ortaç) mânâsına gelen masdarın ismi olmuştur ki, burada emanet bu mânâyadır. Ve bunların sahiplerine verilmesi ile insanlığın, Allah'ın bir emaneti olan şeref ve namus emanetinin korunması emredilmiştir. "Biz emaneti, göklere, yere ve dağlara sunduk; onu yüklenmekten kaçındılar, onun sorumluluğundan korktular; onu insan yüklendi; (bununa beraber onun hakkını tam yerine getirmedi) çünkü o, çok zâlim, çok cahildir." (Ahzab, 33/72), yüce âyeti gereğince insan, Allah Teâlâ'nın emanetini taşıyan bir emini, bir vekili olmayı üstüne alan yegane yaratıkdır ki, bu sayede diğer yaratıklar üzerinde hüküm ve tasarruf etmeye güç yetirebilir. Bu sayededir ki, insanlar da birbirinden emin olarak birbirlerine karşılıklı olarak ve sıra ile birçok hakları ve emaneti bırakırlar. İşte insanlar, gerek Allah'a ve gerek kullara karşı emanetle ilgili bu şereflerini ne kadar güzel korurlar ve emaneti ne derece yerli yerine koyabilirlerse o oranla değer ve iyiliklerini artırmış bulunurlar ve bu şekilde Allah'ın devamlı gölgesine (himayesine) girerler ve halk arasında açıktan ve gizli olarak etkili bir hakimiyet şerefini elde etmiş olurlar. "Ey Davud! Biz seni yeryüzünde (senden öncekilerin yerine) hükümdar yaptık. İnsanlar arasında adaletle hükmet, keyfine uyma, sonra seni Allah'ın yolundan saptırır..." (Sâd, 38/26) buyurulmuştur. Sırf emanet, aslında hiçbir şeyle telafi edilebilecek değildir. Emanetlerin bir garantisi varsa, o da hainlik veya hainlik şüphesi ile emanetin yüce onurunun kırılması veya kaybedilmesi ve emniyet ile vekilliğin garantisinin düşmanlığa dönüşmesidir. Bunun için eminliği kötüye kullananlar Allah'a ve kullarına karşı başkalarının hakkını gasbedenler ve eşkiyalar gibi itibardan düşerler ve dış görünüşe göre olmasa bile, içten kalblerde düşmanlıkla mahkum olurlar. Güvenilir olmakla hakimiyetin bu önemli ilişkisine dayanan bu âyette, emaneti sahibine vermek ile adaletle hükmetmek ayrı ayrı olarak emredilmiş ve güvenilir olma emri, hükmetme emrinden önce zikredilmiştir. Bundan dolayı insanın Rabbine ve kendine ve halka karşı olmak üzere üç çeşit güvenilirlik muamelesi vardır. İlk önce Rabbine karşı emanete riayet etmesi Allah'ın hükümlerinin ve kanunlarının tatbikatı yani vazife meselesi ile ilgilidir ki, bütün uzuvların vazifelerini içine alır. İbnü Mesud hazretleri demiştir ki: "Emanet her şeyde lazımdır. Abdestte, cünüplükte, namazda, zekatta, oruçta vs. de." İbnü Ömer hazretleri de demiştir ki: "Allah insanın tenasül uzvunu yarattı ve buyurdu ki, 'Bu bir emanettir, senin yanında sakladım, bundan dolayı bunu muhafaza et. Ancak hakkıyla (helâl yerde) kullanılması hariç." İşte bütün organların da böyle birer emanet olan vazifeleri vardır. Kendine karşı din ve dünya emanetinde, kendine en faydalı ve en uygun olanı seçmesi, öfke ve şehvet veya cahillik ile sonunda zararlı olan şeyleri yapmamasıdır. Halka karşı, hakların emanetini gözetmek, alış verişte aldatmamak, zarar veren olmamaktır ki idarecilerin halka adaleti, âlimlerin halkı batıl taassuba sevketmeyip dünya ve ahirette faydalı olan amellere ve doğru inançlara sevketmesi, halkın da onlara karşı hainlik yapmaktan sakınması, aynı şekilde kocanın karısına, karının kocasına karşı sadakatla (doğrulukla) ırzlarını ve çocuklarının soylarını korumaları ve çocukların terbiyesine dikkat etmeleri bunların içindedir.
Bu şekilde ister Allah'a ait haklarda ve ister insan hakları, başka bir ifade ile ister genel haklar ve ister özel haklardan insanların emanet zimmetleri ile ilgili fiilî veya sözlü veya inançla ilgili, maddî veya manevî, malî ve malî olmayan hakların hepsini kapsadığı gibi hitabının hükmü de bütün mükellefleri kapsar. Özel haklarla ilgili ve emniyetle bırakılan emanet ve diğer şeyler, emanetlerden olduğu gibi, kamu işlerine ve haklarına ait olan yönler, makamlar, velayet (valilik), imamlık ve hüküm sürmek, nasihat ve fetva vermek de emanetlerdendir. Bir de kelimesi sahip ve ehliyetli mânâlarını kapsadığı için bu emir, verilmiş olan emanetlerin sahibine geri vermek ve ulaştırmaktan başka, emanet edilecek şeylerin de ehline ve hak etmiş olanlara emanet ve havale edilmesi mânâsını da ifade eder. Ve bu mânâ kamu hakkından olan emanetlerde önem arzeder ve ancak o itibarla emredilmiş bir vazife olur. Öyle olmakla beraber bu da Allah'a ait haklardan olan emanetleri sahibine vermek ve ona ulaştırmak demektir. Nitekim bu âyetin iş başında bulunan kimseler hakkında indiği de rivâyet edilmiştir.
Âyetin indirilmesinin sebebi hakkında meşhur olan rivâyet şudur: Mekke'nin fethi günü Resulullah Mekke'ye girdiği zaman Kâbe'nin anahtar taşıyıcısı olan Osman b. Talha b. Abdüddar kapıyı kilitlemiş, anahtarını Resulullah'a (s.a.v.) teslim etmekten kaçınmış, "Allah'ın elçisi olduğunu bilseydim engel olmazdım." demiş. Derhal Hz. Ali de Osman'ı tutmuş, kolunu bükmüş anahtarı alıp Kâbe'nin kapısını açmış ve Resulullah (s.a.v.) Kâbe'ye girip iki rekat namaz kılmış idi. Çıktığı zaman, amcası Hz. Abbas anahtarın kendine verilmesini ve eskiden sorumluluğunda bulunan Zemzem sakalığı (hacılara su dağıtma vazifesi) ile beraber sedanetin (yani Kâbe kapıcılığının) birleştirilmesini istedi. Bunun üzerine bu âyet indirildi. Bundan dolayı Hz. Peygamber (s.a.v.) anahtarları Osman'a geri vermesini ve ona teslim etmesini ve kendisinden özür dilemesini Hz. Ali'ye emretti. Hz. Ali de anahtarları götürüp özür dileyince Osman: "Beni zorladın, bana eziyet verdin, sonra geldin (hatanı) düzeltmeye çalışıyorsun." dedi. Hz. Ali de: "Senin hakkında Allah Teâlâ Kur'ân indirdi." deyip âyeti okudu. Bunun üzerine Osman, diye şehadet getirerek hemen müslüman oldu.
Kabe kapıcılığının (anahtarının taşınması görevinin) ebedî olarak Osman'ın zürriyetinde kalması hakkında bir de vahiy geldi. Sonra Osman Mekke'den hicret edip anahtarı biraderi Şeybe'ye verdi ki bugün de Kâbe'nin anahtarı Şeybe'nin torunlarındadır. Şüphe yok ki sebebin özel olması, hükmün genel olmasına engel değildir. Aksine bu sebep "emanetlerin" pek genel kapsamlı olduğunu gösterir. Bakınız, Allah size ne güzel öğüt veriyor! Emaneti sahibine vermek, adaletle hükmetmek, bunlar ne güzel şeylerdir. Ve sizin için ne kadar faydalıdır. Her zaman (mutlaka) bu emirleri tutmalı, hainlik ve zulümden sakınmalı. Çünkü "Allah her şeyi işiten ve görendir." Bundan dolayı hükümlerinizi işitir, emanet hakkında yaptıklarınızı görür.
Bu şekilde idarecilere ve hakimlere, işin başında bulunan herkese genel olarak veya özel bir şekilde emanetleri sahiplerine vermek ve adalet ile hükmetmek ve memleketi idare etmek emredildikten sonra, şimdi de diğer iman ehline bunları yapan idarecilere itaat etmeyi ve fakat kayıtsız bir şekilde değil, Allah ve Peygambere itaat etme içinde şu genel hitabı ile emrediyor.
Meâl-i Şerifi
59- Ey iman edenler! Allah'a itaat edin, Peygambere de itaat edin ve sizden olan emir sahibine de itaat edin. Eğer herhangi bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz; Allah'a ve ahiret gününe gerçekten inanıyorsanız, onu Allah ve Resulüne arz edin. Bu, daha iyidir ve sonuç bakımından da daha güzeldir.
59- Ey iman edenler! Allah'a itaat ediniz ve Allah'ın elçisine (Hz. Muhammede) itaat ediniz. Sizden olan emir sahibine (idarecilere) de itaat ediniz. Dikkat etmek gerekir ki Allah ve Resulü hakkında diye mutlak itaat açıkça söylendiği halde, emir sahipleri (idareciler) hakkında buyurulmayıp bunlara itaat etmek Peygambere itaata atfedilmiş ve yalnız Peygambere itaat etmeye tabi olarak emredilmiş ve bu şekilde tabi olma altında itaat etmenin hem aynı kuvvetle kayıtsız olarak gerektiği gösterilmiş, hem de isyan edilen şeyler de bu hükmün dışında bırakılmıştır. "Allah'a isyan hususunda hiç bir mahlukata itaat edilmez". Aynı şekilde "İyi ve faydalı şeylerde itaat edilir." hadis-i şerifleri de bunu açıklıyor. Şu halde amirin her emri, memuru sorumluluktan kurtarmaya yetmez. Diyelim ki, bir memur amirinin emri ile rüşvet alsa veya hırsızlık yapsa sorumluluktan kurtulamaz. Bu mefhum, amirin kanuna aykırı olan emri memuru sorumluluktan kurtarmaz, diye de ifade olunur.
Dikkate değer kayıtlardan birisi de müminlere hitap edilerek "sizden" kaydıdır ki, mânâsı apaçıktır. Müminlerden olmayan idarecilere itaat etmek dinen vacib kılınmamıştır. Bu hususta itaat değil, varsa bir anlaşmaya riâyet etmek söz konusu olacaktır. Fakat itaat etmenin vacib olmamasından mutlaka isyan etmenin gerekli olduğunu anlamaya kalkışmamalıdır. İtaatin vacib olmaması, isyan etmenin vacib olmasını gerektirmeyeceğinden itaat mecburiyetinde bulunmamakla, isyan mecburiyetinde bulunmak arasında fark vardır. İsyan hakkı başka, isyan etme vazifesi yine başkadır.
Bundan dolayı buradan mümin olmayan bir çevrede (ortamda) bulunan müminlerin şuna buna karşı isyancı ve ihtilalci bir durumda kabul edilmemeleri ve belki müminlerin her nerede bulunurlarsa bulunsunlar Allah'a ve Resulüne karşı itaatsizlikten sakınmak ve aynı zamanda kendilerinden olan idarecilere itaat etmeleri ve tağutlara boyun eğmemelerinin gerekli olduğunu anlamak gerekir. Bu bakımdan Taberî tefsirinde de zikredildiği gibi şu hadisler ne kadar önemlidir: İbnü Zeydin babasından rivâyet ettiği üzere Peygamber (s.a.v.) Efendimiz buyurmuştur ki: "İtaat, itaat, itaatte imtihan da vardır. Fakat Allah dilemiş olsaydı emretmeyi hep peygamberlere verirdi." Yani peygamberler mevcut iken bile hükümdarlara emretmeyi nasib etmiştir. Ve nitekim Yahya aleyhisselâmın öldürülmesine bile hükmetmişlerdir. Aynı şekilde Ebu Hüreyre'den rivayet olunduğu üzere Hz. Peygamber (s.a.v.) buyurmuştur: "Benden sonra size bir takım valiler valilik edecek iyi iyiliği ile velâyet edecek, günahkar da günah işlemekle velâyet edecek; hakka uygun olan her konuda bunları dinleyin ve itaat edin ve arkalarında namaz kılın, iyilik yaparlarsa hem sizin, hem onların lehinedir. Kötülük yaparlarsa sizin lehinize (menfaatinize), onların zararınadır." Aynı şekilde Abdullah b. Ömer hazretlerinden rivâyet olunduğu üzere Hz. Peygamber buyurmuştur ki: "Müslüman olan kişinin itaat etmesi onun vecibesidir, hoşlandığında da hoşlanmadığında da. Ancak günah işlemesi emredilmiş olursa başka. Günah işlemeyi emredene itaat yok." Şuara sûresinde: "O aşırıların emrine uymayın. Onlar yeryüzünde bozgunculuk yaparlar, ıslah etmezler." (Şuarâ, 26/151-152) âyeti de bu hususu apaçık ifade ediyor. Ebu's-Suûd, tefsirinde bütün bunları şu şekilde özetlemiştir. Bunlar raşid halifeler ve onlara uyan ve doğru hareket eden hakkı emreden idareciler ve adil davranan valilerdir. Zâlim idarecilere gelince, bunlar Allah'a ve Hz. Peygambere atf ile kendilerine itaat etmenin vacib olmasını hak etmekten uzaktırlar .
Âyette buyurulmayıp buyurulması dikkate değer bir husustur. Bu mânâ, amirleri ve hakimleri kapsamaktan başka gerçek anlamıyla (emir vermeye) sahip olmak ve işlerde başvurulacak kimse olmak mânâsını da içine alır. Buna göre sahabe ve tabiinden ilk müfessirler bu konuda bir kaç mânâ nakletmişlerdir:
1- Raşid halifeler,
2- Âyetin iniş sebebine göre küçük müfreze komutanları.
3- "Halbuki onu peygambere ve aralarında yetkili kişilere gösterselerdi, içlerinden işin içyüzünü araştırıp çıkaranlar, onun ne olduğunu (haberin neye delalet ettiğini) bilirlerdi." (Nisâ, 4/83) âyetinin işaretiyle âyetlerden hüküm çıkarma gücüne sahip olan âlim ve fakihler olduğu zikredilmiş ve bununla emrin yalnız askerî ve sivil idarecilere ait olmayıp daha fazla kazaî (hüküm verme) ve teşriî (kanun yapma ile ilgili) yöne ait bulunduğu da gösterilmiştir. Bundan dolayı Ebû Bekr er-Râzî'nin de hatırlattığı şekilde gerek âyetin beyan uslubuna ve gerekse rivâyetlerin tamamına göre meseleyi daha geniş bir şekilde düşünmek gerekir. Bunun için Fahreddin er-Râzî bu gerçeği inceleyerek Allah ve Hz. Muhammed'den sonra toplumsal bir kural halinde kendilerine kesin olarak itaat etmek vacib kılınan emir sahiplerinden maksat, "erbab-ı hal ü akd" (işleri görüp sonuca bağlayana kimseler) denilen ve ittifakları bütün ümmeti temsil ederek Kur'ân ve Sünnetten sonra başlı başına bir şerî delil meydana getiren icma ehli olması lazım geldiğini, Allah ve Peygambere itaat etmekten sonra en mutlak itaatın ancak bu olabileceğini ve amirlere, hakimlere ve âlimlere itaatin de bunlardan biriyle ilgili olduğunu delil getirerek tafsilatlı bir şekilde açıklamıştır.
Said b. Cübeyr'den rivâyet edildiğine göre bu âyet, Abdullah b. Huzafe b. Kays dolayısıyla indirilmiştir. O sırada Hz. Peygamber onu bir müfrezeye komutan olarak göndermişti. Süddi'nin rivâyetine göre de Resulullah, Halid b. Velid kumandasında bir müfreze göndermişti ki, içlerinde Ammar b. Yasir de vardı. Gittiler, geceleyin hareket hedefleri olan kavime yakın bir yere kondular. Onlar da casuslarından aldıkları bir haber üzerine sabaha kadar kaçtılar. Yalnız içlerinden bir adam çoluk çocuğuna eşyalarının toplanmasını emretmiş ve kendisi gece karanlığında yürüyüp Halid'in askerine gelmiş ve Ammar b. Yasir'i sorup yanına varmış, "Ey Ebu Yakzan! demiş, Ben müslüman oldum diye şehadet ettim, kavmim ise sizin geldiğinizi işitince kaçtılar, ben kaldım; benim müslüman olmam yarın bir fayda verir mi, yoksa ben de kaçayım mı?" diye sormuş, Ammar da, "Hayır kaçma! Sana fayda verir." demiş. O da kaçmamıştı. Sabahleyin Halid akın etmiş, o adamdan başka kimseyi bulamamışlar. Onu malı ile beraber tutmuşlar. Ammar, haber alınca Halid'e gelmiş, "O adamı bırak, çünkü o müslüman oldu ve ben ona eman verdim." demiş. Halid de, "Sen kim oluyorsun da adam kurtarıyorsun." diye çıkışmış ve bundan dolayı birbirlerine söz atmışlar. Nihayet Resulullah'a mahkeme için başvurmuşlar. Hz. Peygamber, Ammar'ın eman vermesine izin vermiş ve bir daha amire karşı böyle kendi kendine söz vermemesini de hatırlatmış, bunun üzerine peygamberin yanında da atışmışlar. Halid, "Ey Allah'ın elçisi! Bu burnu kesik kölenin bana sövmesine müsaade eder misin?" demiş. Resulullah da: "Ey Halid! Ammar'ı kötüleme, çünkü Ammar'ı kötüleyeni Allah kötüler Ammar'a karşı kin besleyenden Allah nefret eder, Ammar'a lanet edene Allah lanet eder." buyurmuş. Ammar da öfke ile kalkmış. Bunun üzerine Halid, arkasından koşup elbisesinden tutmuş, özür dilemiş, o da razı olmuştu. İşte âyeti bunun üzerine indi, diye nakledilmiştir. Bu iki rivâyetin çözümüne göre âyet, müfreze komutanları ve askerî işler sebebiyle inmiş ve fakat itaat meselesini genel olarak esaslı bir nizama bağlamıştır.
Bundan dolayı Ey müminler! gerek genel bir şekilde birbirinizle ve gerek yetkililer ile sizin aranızda ve gerekse yetkili olanlar arasında herhangi bir şey hakkında tartışırsanız onu Allah'a ve Resulüne götürünüz. Yani yalnız kendi arzu ve isteğinizle halletmeye kalkışmayınız. Çarpışmalara düşmeyiniz. Başkalarına da gitmeyiniz de önce Allah'ı, ikinci olarak Hz. Muhammed'i kendinize başvurulacak yer biliniz, bu hükme ve bu mahkemeye müracaat ediniz. Aranızda biricik hakem ve hakim Allah ve Peygamberini tanıyınız. Değişik hükümlerinizi, fikirlerinizi Allah'ın âyetlerine ve Hz. Muhammed'in açıklamalarına tatbik ederek ve uydurarak birleştiriniz ki, Allah'a müracaat, Allah'ın birliğine inanmada samimiyetle Allah'ın âyetlerini araştırmak ve incelemekle, Resûlüne müracaat da zamanında kendisine ve ondan sonra sünnetine ve halifelerine durumu arzetmekle olur. Zâhiriyye (mezhebi âlimleri) bu âyetten hareketle ihtilafa düşülen meselelerde mutlaka Kur'ân ve Sünnete başvurmanın vacib olduğunu ve bundan dolayı kıyas ile amel etmenin caiz olamayacağını zannetmişlerse de besbellidir ki, Kur'ân ve Sünnetle açıkça anlatılmamış hususların, çekişme halinde Kur'ân ve Sünnete başvurmak için sebeplerini ve illetlerini düşünmekle benzerleriyle mukayese etmekten başka bir yol yoktur. Kıyastan maksat da zaten budur. Fıkıh ve hikmet de budur. Demek ki, İslâm da dört çeşit hüküm vardır.
Kur'ân'da açıkça belirtilen, sünnette açıkça belirtilen, yetkililerin ittifakıyla üzerinde ittifak edilen ve sahih kıyas ile nasslardan çıkarılan hükümler. Bununla beraber bu dördüncüsü ile ihtilaf azaltılabilirse de tamamen birleştirilemez. Bunda anlaşmazlık çıktığı zamanda yetkililerin şûrasına ve nihâyet sultanın emrine müracaat olunur ki, bu da "Allah'a itaat ediniz, Resul'e ve sizden olan emir sahiplerine itaat ediniz." emri gereğince Allah'ın emrine müracaat etmektir. Ve "Emanetleri ehline vermenizi emrediyor." (Nisâ, 4/58) bunun da kaynağıdır. Ve mutlaka müslümanlar bir olayda ihtilafa düştükleri zaman ilk önce Allah'ın birliğine inanmak, emaneti ehline vermek ve adaletle hükmetmek vazifelerini göz önünde bulundurup, kendilerini Allah'ın ve Peygamberin huzurunda toplanmış görerek ona göre düşünmeleri ve fikirlerini ve arzularını Allah Teâlâ'nın himayesi altına vermeleri ve daima hakkın birliği yolunda gitmeleri lazım gelir. Eğer Allah'a ve ahiret gününe gerçekten iman ediyorsanız böyle yaparsınız, Allah'a ve Resulüne ve yetkililere itaat eder ve şâyet bir şeyde aranızda çekişme olursa onda da Allah'ın ve Resulünün hükümlerine baş vurursanız. Bu başvurmak sizin için halen sırf iyiliktir, çekişmeyi keser. Ve sonuç açısından da daha güzeldir.
Bu emirleri tesbit ettikten sonra işin başında adlî ve teşriî (kanun koymaya ait) esaslar üzerinde itaat etmeyi temin etmek ve müminlere adaletle hükmetmek emredilmiş iken, adalet ve hakka aykırı hükmetmeye istekli olmamaları ve muhakeme meselelerinde adalete aykırı harekette bulunma vaziyeti almamaları ve tağutlar mahkemesine müracaat etmemeleri gerektiğini telkin ve mümin ismi altında Peygambere itaat etmekten hoşlanmayan ve onun hükmüne razı olmayıp başka mahkemelere müracaat edenlerin münafık olduğunu anlatmak ve sonuçta Resulullah'a itaati sağlamlaştırmak için dikkat çekilerek buyuruluyor ki:
Meâl-i Şerifi
60- Şunları görmüyor musun? Kendilerinin sana indirilene ve senden önce indirilene inandıklarını ileri sürüyorlar da tağuta inanmamaları kendilerine emrolunduğu halde, tağut önünde muhakemeleşmek istiyorlar. Şeytan da onları bir daha dönemeyecekleri kadar iyice sapıklığa düşürmek istiyor.
61- Onlara: "Allah'ın indirdiğine ve Peygambere gelin!" denince, münafıkların senden büsbütün uzaklaştıklarını görürsün.
62- Ya nasıl, elleriyle yaptıkları yüzünden başlarına bir felaket gelince, hemen sana geldiler de: "Biz sadece iyilik etmek ve arayı bulmak istedik." diye Allah'a yemin ediyorlar.
63- Onlar, Allah'ın kalblerindekini bildiği kimselerdir; Onlara aldırma, onlara öğüt ver ve onların içlerine tesir edecek güzel söz söyle!
64- Biz hangi peygamberi gönderdikse, sırf Allah'ın izni ile itaat edilmek üzere gönderdik. Eğer onlar kendilerine zulmettikleri zaman sana gelseler de Allah'tan günahlarının bağışlanmasını dileselerdi ve Resul de onların bağışlanmasını dileseydi, elbette Allah'ı affedici, merhametli bulurlardı.
65- Hayır! Rabbine andolsun ki iş bildikleri gibi değil, onlar aralarında çıkan çekişmeli işlerde seni hakem yapıp sonra da senin verdiğin hükme karşı içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın, tam bir teslimiyetle boyun eğmedikçe iman etmiş olamazlar.
66- Eğer biz onlara: "Kendinizi öldürün, veya yurtlarınızdan çıkın." diye yazmış olsaydık, içlerinden pek azı hariç, bunu yapamazlardı. Fakat kendilerine verilen öğütleri tutsalardı, elbette haklarında hem daha hayırlı, hem de daha sağlam olurdu.
67- Ve o zaman elbette kendilerine katımızdan büyük mükafat verirdik.
68- Ve onları elbette doğru yola iletirdik.
69- Kim Allah'a ve Peygambere itaat ederse işte onlar, Allah'ın kendilerine nimet verdiği peygamberlerle, sıddıklarla, şehidlerle, iyilerle birliktedir. Bunlar ne güzel arkadaştır!
70- Bu lütuf Allah'tandır. Bilen olarak Allah yeter.
60- Sana indirilene ve senden önce indirilene iman ettiklerini iddia edenlere, dış görünüşe göre müslüman görünüp münafık olanlara baksana! Muhakeme olunmak üzere tağuta, yani Allah'tan korkmaz azgın şeytana başvurmak istiyorlar. Halbuki "Kim tağutu inkar edip Allah'a inanırsa, muhakkak ki o, kopmayan sağlam bir kulpa yapışmıştır. Allah işitendir, bilendir." (Bakara, 2/256) âyeti gereğince tağutu inkâr etmek kendilerine emredilmiş bulunuyordu. Böyle iken tağutun mahkemesine gitmek istiyorlar. "Şeytan, onları derin bir sapıklığa düşürmek istiyor."Bu âyetin indirilmesinin sebebi olmak üzere birkaç olay rivâyet edilmiştir. Birçok tefsircilerin İbnü Abbas'tan rivâyet ettikleri açıklamalarına göre bir münafık ile bir yahudi kavga etmişler. Yahudi yargılanmak için Hz. Peygambere başvurmayı, münafık da yahudilerin başkanı olan Ka'b b. Eşref'e gitmeyi teklif etmiş. Çünkü yahudi haklı, münafık haksızmış. Halbuki Hz. Peygamberin ancak hak ve adaletle hükmettiği Ka'b b. Eşref'in rüşvete düşkün bulunduğu her iki tarafça bilindiğinden yahudi, Peygambere başvurmayı, münafık da Ka'b'a başvurmayı istiyormuş. Nihâyet yahudi ısrar etmiş, Resulullah'a başvurmuşlar. Yahudinin lehine, münafıkın aleyhine (zararına) hüküm çıkınca münafık razı olmamış, "Haydi Ömer'e gidelim aramızda o hakem olsun." diye teklif etmiş. Hz. Ömer'in yanına varmışlar. Yahudi, "Resulullah benim lehime hükmetti, bu onun hükmüne razı olmadı." diye anlatmış. Bunun üzerine Hz. Ömer münafığa "öyle mi?" diye sormuş. O da "evet" demiş. Bunun üzerine, "yerinizde durunuz, azıcık dışarı çıkayım, gelir hükmümü veririm." diyerek çıkmış, varıp kılıcını kuşanmış gelmiş ve derhal münafıkın boynunu vurmuş, işini bitirmiş, sonra, "Madem ki beni hakem yaptınız, işte Allah'ın hükmüne ve Resulünün hükmüne razı olmayan hakkında benim hükmüm budur." demiş. Yahudi kaçmış. Bundan dolayı münafığın akrabaları Hz. Peygambere şikâyet etmişler. Hz. Peygamber Ömer'i getirtmiş, olayı sormuş, o da, "Hükmünü reddetti ey Allah'ın elçisi!" diye cevap vermiş. O zaman hemen Cebrail (a.s.) gelip, "Ömer, faruktur, hak ile batılı birbirinden ayırdı." demiş. Hz. Peygamber (s.a.) de Hz. Ömer'e "sen faruksun" buyurmuştur. Bu durumda demek ki, tağut, Ka'b b. Eşref'e işarettir. Şa'bî'den nakledilen bir rivâyete göre de bu münafık, hasmını Cüheyne kabilesinden bir kahine de davet etmiş, orada muhakeme olmuşlardı. Süddî'nin açıklamasına göre de olay Kurayza oğulları ile Nadîr oğulları arasında öldürülmüş olarak bulunan biri hakkında meydana gelmiş. Her iki taraftan müslüman olanlar Hz. Peygamber'e gidip yargılanmak istemişler. Münafıklar da bundan çekinip kahin Ebu Berdetü'l-Eslemi'ye başvurmakla yargılanma isteğinde ısrar etmişler ve ona gitmişlerdi. Çünkü (bu konuda) şöyle buyuruluyor:
61-66- Onlara "Allah'ın indirdiği şeriata ve Peygambere geliniz!" denildiği vakit de Ey Muhammed! Münafıkları gördün ki, senden yüz çevirmeye ve çekinmeye kalkışıyorlar, kalkışıyorlar amma elleriyle yaptıkları bu cinâyetten dolayı başlarına bir musibet gelince nasıl oluyor? Sonra sana gelmişler, "Allah'a yemin ederiz ki, bizim kötü niyetimiz yoktu, maksadımız iyilik yapmak ve Allah'ın yardımına kavuşmaktı." diye Allah'a yemin ediyorlar. Bunlar öyle kimselerdir ki, kalblerindeki kötülüğün derecesini Allah bilir. Bundan dolayı bunlara yüz verme, acı ve etkili vaaz ile ders ver. Ve kendileri hakkında öyle beliğ ve etkili bir söz söyle ki canlarına işlesin. Bunlar, Peygamberin ne demek olduğunu anlamıyorlar. Halbuki biz herhangi bir Peygamberi gönderdik ise, ancak Allah'ın izni ile itaat olunmak için göndermişizdir. Bundan dolayı Peygambere itaat, Allah'ın emrine itaat, ona isyan ise Allah'a isyandır. Hayır. Ey Muhammed! Rabbine yemin olsun ki, mümin olduklarını iddia edenler, mümin olamazlar, aralarında çatallanmış, çekişmeli işlerde seni hakem yapıp sana müracaat edinceye kadar. Sonra verdiğin hükümden gönüllerinde hiçbir sıkıntı hissetmesinler ve tam bir teslimiyetle açık ve gizli olarak sana boyun eğsinler. İşte o zaman gerçek mümin olurlar. Eğer biz onlara kendinizi öldürünüz veya yurtlarınızdan çıkınız diye yazmış olsaydık İsrailoğullarında olduğu gibi günahtan tevbe etmek ve kurtulmak için, kendi elleri ile intihar etmeyi veya vatanlarından çıkıp gitmeyi farz kılıp teklif etseydik pek azı hariç olmak üzere onlar bunu yapmazlardı. Fakat Hz. Muhammed'in şeriatında böyle ağır bir yükümlülük yoktur. Bilakis "Ve nefislerinizi öldürmeyiniz." (Nisâ, 4/29) hükmü vardır. Kendilerini ve vatanlarını ve dinlerini savunmak ve tehlikeden, musibetten korumak emirleri vardır. Bundan dolayı bunu candan kabul etmemek, samimiyetle mümin olmamak, nefsine ve vatanına zulmetmektir. Eğer onlar, verilen ve verilecek olan vaaz ve öğütlerin gereğini yapmış olsalardı mutlaka kendileri için bir hayır ve pek fazla hayırda kalmalarına sebep olurdu. Biz burada önceki âyetlerden hareket etmekle şu mânâyı daha uygun buluyoruz: Yurtlarından, vatanlarından çıkmak şöyle dursun, onda kuvvetle yerleşme ve kalmalarına sebep olurdu
67-70- ve bu takdirde tarafımızdan kendilerine gerçekten büyük bir mükafat da verirdik. Hem onları şüphesiz doğru bir yola iletirdik. Çünkü "Her kim Allah'a ve Resule itaat ederse, işte onlar, Allah'ın kendilerine nimet verdiği peygamberler, sıddîkler, şehidler ve salih kimselerle birliktedirler." şu halde: