KAVİM 5
- Alinin yüzünde bir hayal kırıklığı beliriyor."Tek başınıza mı Baş komiserim?""Sen Kınalı Meryemin peşine düşeceksin Ali, ben de adamla konuşurum. HaaZeynepçim, unutmadan, Yusufun ailesine haber vermemiz lazım. Bu işi de sen hallet.""Tamam, Baş komiserim, adresleri var mı?""Ne adresleri var, ne de kim olduklarını biliyoruz. Seni biraz uğraştıracak ama MidyatNüfus Müdürlüğünden onlara ulaşabilirsin. Gerekirse Mardin Emniyetinden yardımiste.""Merak etmeyin hallederim Baş komiserim.""Güzel, yeniden Yusufa dönelim. Evde bulduğunuz başka bir şey var mı?""iş Bankasında açılmış bir hesap var. Banka cüzdanını bulduk, bugün araştıracağız.Telefon kayıtlarını da bugün soracağız.""Telefon kayıtları önemli. Yusuf başka kimlerle görüşüyormuş bilmemiz lazım.Bankadaki hesap da önemli. Bakalım kimden ne almış, kime ne vermiş?"Zeynep, plastik, şeffaf bir kanıt poşetinin içine konmuş, üzerinde el yazılan olan birdosya kâğıdı çıkarıyor."Son olarak bu var Baş komiserim. Bir mektup. Cesedin yattığı divanın altındabulduk."Parmak izlerini bozmamak için, delil poşetiyle birlikte alıyorum mektubu. Ama poşetinüzerinden yazılan okumak zor oluyor. Yeniden Zeynepe uzatıyorum."Sen okusana, hep birlikte öğrenelim yazılardan.""Sevgili kardeşim" diye başlıyor okumaya Zeynep:Nasılsın, iyi misin? Đnşallah iyisindir. Beni soracak olursan, her geçen gün biraz dahaiyiye gidiyorum. Başıma gelenleri kabullenmeye başladım. Kabullenmek benirahatlatıyor. Ama mektubundan anladığını kadarıyla sen pek rahat değilsin. Mektubunisyan dolu, hastaneye ilk geldiğim günlerde ben de öyleydim. Ama sonra bunun kaderimolduğunu anladım ve Allaha sığındım. Şimdi onun kutsal kitabını okuyorum. Onunsözlerini okumak bana huzur veriyor. Đnan bana ağrılarım bile azalmaya başladı. Sen deoku, huzuru ancak böyle bulabilirsin isyan etmek, küfür etmek, dünyaya kızmak çözümdeğil. Bu bizim kaderimiz, üstelik bu kaderi biz seçtik. Basma gelenleri kabul et, inanbana rahatlayacaksın.Hastaneye gelmek istediğini yazmışsın, bu doğru olmaz. Buna gerek de yok. Sağolsun Timuçin beni hiç yalnız bırakmıyor, yapılması gereken ne varsa, hepsini yapıyor.Sen kendine dikkat et, yeter. Hiç değilse senin iyi olduğunu bileyim.Timuçin biraz para sorunun olduğunu söyledi. Sakın bir delilik yapma. Sakın emanetikimseye gösterme. Yakında elime toplu para geçecek, sana yollarım. Timuçin de birşeyler ayarlayacağım söylüyor. Ona kızıyormuşsun, bu yanlış. Timuçin bize hepağabeylik yaptı, bizim hep iyiliğimizi istedi. Onun söylediklerini yapsaydık, başımızabunlar gelmezdi. O ikimizden de tecrübeli, ikimizden de akıllı. Söylediklerini dinlerseniyi olur.Aslında ben de seni çok özledim. Ne kadar oldu görüşmeydi, ama çok sürmeyecekyakında beni taburcu edecekler, o zaman eve gelirsin, rahatça görüşür, hasret gideririz.Şükran Yengen de sevdiğin musakkadan yapar.Allahın selamı ve rahmeti üzerine olsun.Kardeşin FatihMektubu okumayı bitiren Zeynep, güzel gözlerinde soru dolu pırıltılarla bize bakıyor.Her zamanki gibi ilk soru Aliden:
- "Mektubun kime yazıldığı belli mi?""Değil" diyerek başını sallıyor Zeynep, "mektubu yazan hitap ettiği kişinin adınıbelirtmemiş.""Ama kendi adını yazmakta bir sakınca görmemiş" diye fikir yürütüyor Ali. "Birrastlantı mı? Yoksa mektup yazdığı kişinin adını belirtmeyi uygun mu bulmadı?Baksanıza, hastaneye gelme diyor. Çekindiği belli... Sonra şu emanet meselesi.Kimseye gösterme diyordu değil mi? Bunlardan yola çıkarak adamın ismini özellikleyazmadığını söyleyebiliriz."Bu bulguyu çok önemsemiyor Zeynep:"Yani?""Yani si mektup yazılan adam, bir suçlu ya da kaçak olabilir. Mektubu yazan da, adıTimuçin olan öteki herif de, adamın suç ortaklan. En azından ona yataklık yapmışkişiler.""Mantıklı" diyor Zeynep, "ama asıl bilmemiz gereken bu mektubun Yusuf a yazılıpyazılmadığı."Ali kendinden emin:"Bence Yusufa yazılmış" diyor. "Neden dersen, birincisi onun evinde, yatağınınaltında bulundu, ikincisi, dün Meryem bize Yusuf un Timuçin adında bir arkadaşıolduğundan söz etti." Bana bakıyor. "Gerçi şu mektubu yazan Fatihin lafı hiç geçmediama belki de Meryem onu tanımıyordu bile.""Söylediklerine gönül rahatlığıyla katılabilirdim" diyor Zeynep. "Çünkü mektuptaYusuf un çok sayıda parmak izini de bulduk. Ama önemli bir ayrıntıyı atlıyorsun." Eliylemektubun son satırını göstererek ekliyor. " Allahın selamı ve rahmeti üzerine olsuncümlesi. Bu cümle, pek Hıristiyan üslubuna benzemiyor. Bu, bir Müslümanın yazacağıcümle..."Đlgiyle dinliyorum konuşmalarım. Artık gereksiz tartışmaları bir kenara bırakmış,benim de düşüncelerimi açan, önemli noktalara parmak basıyorlar."Tamam, diyelim ki öyle..." diyor Ali. "Mektubu yazan kişi, yani Fatih, Müslüman."Kendi kendine gülüyor. "Zaten Fatih adında bir Hıristiyan olacağım da sanmıyorum ya.Ama bu, bir Hıristiyan arkadaşına mektup yazarken, ona Müslüman geleneklerine göredileklerde bulunmasına engel değil ki. Yani Yusuf ile Fatih arkadaşlar, ama biriMüslüman, öteki Hıristiyan. Niye olmasın?" Bir an bana dönüyor. "Mesela Başkomiserim Müslüman, ama onun en yakın..." Kullanacağı sözcüğü bulmakta güçlükçekiyor. "En yakın arkadaşı, Evgenia Hıristiyan..." Yoksa baltayı taşa mı vurdukdercesine şöyle bir bakıyor bana Durumu kurtarmak için bana soruyor: "Öyle değil miBaşkomiserim?"Alıngan davranmıyorum."Haklısın Ali" diyorum. "Ben de senin gibi düşünüyorum. Büyük olasılıkla bu mektupYusufa yazıldı. Ama yine de bundan emin değiliz." Elimle Zeynepi gösteriyorum. "Onuikna etmemiz için biraz daha kanıta ihtiyacımız var. O yüzden, artık bu yararlıtartışmayı sona erdirip işe bakmayı öneriyorum. Sen Kınalı Meryemi bul, buraya getir,ben de gidip şu Malikle konuşayım."13Çünkü öç, Tanrı nındır.Eski Ahit, Nahum. 1:2
- Benim emektar Renault’u meydandaki otoparka bıraktığım için Beyazıt Kapısındangiriyorum Kapalıçarşıya içeri girerken, hâlâ yerinde mi diye kapının üzerine bakıyorum;Evet, II. Abdülhamit’in tuğrası da, altındaki Osmanlıca yazı da duruyor: "Allah ticaretyapanı sever." Rahmetli kayınpederim Fethi Bey göstermişti bu yazıyı bana. Anlamınısöyleyen de oydu. Çok iyi Osmanlıca bilirdi. Hesap kitap işlerini de Osmanlıca yapardı.Ressamdı, ama sanırım başarılı değildi, bu nedenle olsa gerek eski tabloların onarım,tamir işlerini yapardı. Dükkânı, Beyazıt Kapısından girdiğinizde, ortalarda, sol taraftakalan Perdahçılar Sokağındaydı. Birkaç kez karımla gelmiştik yanına, bir kere dekızımla. Bizi görür görmez ayaklanırdı. O yaşlı haline bakmaz, çaydı, kahveydi, gazozdu,ağırlamak için çırpınır dururdu. Vefat ettikten sonra sattılar dükkânı. Nur içinde yatsın,iyi adamdı. Kapalıçarşının ilk bedesteninin Fatih Sultan Mehmet tarafından yapıldığınıda o anlatmıştı bana. Ayasofya Kilisesini camiye çeviren hükümdar, gelir getirsin diyedaha sonra bu devasa çarşıya dönüşecek bir bedestenin yapımına karar vermiş. FethiBey daha bir sürü bilgi vermişti çarşı hakkında ama çoğunu unuttum, aklımda kalanbunlar sadece. Ne zaman Kapalıçarşıya gelsem, karım Güzidenin babası, kızımAysunun dedesi, o iyi huylu, Đstanbul beyefendisi Fethi Beyi, onun sıcakgülümsemesini hatırlarım.Dışarının soğuğundan sonra Kapalıçarşının ılık havası iyi geliyor. Işıltılı vitrinleri,rengârenk mallarla dolu dükkânların arasından geçerek aşağılara iniyorum. Malikindükkânı, çarşının öteki ucunda yer alan Sandal Bedesteninde. Sandal Bedestenindeeskiden müzayede salonları vardı. Bir cinayet soruşturmasının peşinde, önemli bir kanıtolan kayıp bir gerdanlığı bulmak için ben bile katılmıştım müzayedeye,Malikin antikacı dükkânının adı Orontes. Ne anlama geliyor bilmiyorum, Latince ya daYunanca bir isim olmalı. Adreste yazılan yerde, antikacı dükkânını buluyorum, amaüzerinde Orontes diye bir levha yok. Yine de giriyorum dükkâna. Dar bir cephesi var,içerisi de öyle; tren vagonu gibi uzayıp gidiyor. Derinden gelen ilahî bir ezgi okşuyorkulaklarımı. Orada çalman müzikle aynı olmamasına rağmen, bu ezgi, Nazareth Barıçağrıştırıyor bana. Loş bir ışıkla aydınlanan dükkânın içi geniş görünsün diye duvarlarakarşılıklı, gümüş çerçeveli aynalar yerleştirilmiş. Dükkânda sergilenen eşyalarınsuretleri aynaların içinde: heykel başlarından eski parfüm şişelerine, Acem işi ipekhalılardan Hint şallarına, gümüş şamdanlardan dövme demirden yapılma kandillere,Fransız konsollarından elişi örtülere, eski paralardan bakır tepsilere, enfiyekutularından ahşap duvar saatlerine kadar ne ararsanız var. îriyarı, esmer bir gençkarşılıyor beni. Kalın dudaklarında müşterilere göstermesi gereken yapay birgülümseme:"Buyurun, neye bakmıştınız?""Buranın adı Orantes mi?" diye soruyorum.Hemen düzeltiyor delikanlı:"Orontes." Bununla kalsa iyi sanki sormuşum gibi açıklıyor. "Yani Asi Irmağının eskiadı. Evet, burası Orontes..."Irmakların eski ya da yeni isimlerinin ilgimi çekmediğini arılaması için:"Malik Beyle görüşmek istiyordum" diyorum.Delikanlı şöyle bir süzüyor beni. Sanırım Orontes adını yanlış söylememin de etkisiyleMalik Beyle görüşecek niteliklere sahip olmadığıma karar vermiş olmalı ki:"Ben yardımcı olsaydım" diyor.îşi daha fazla uzatmanın anlamı yok, kimliğimi gösteriyorum:"Baş komiser Nevzat. Malik Beyle derhal görüşmem lazım."Esmer delikanlının yüzünden bir huzursuzluk bulutu geçiyor:
- "Neden görmek istiyorsunuz babamı? Kötü bir şey yok değil mi?""Adın ne senin?""Zekeriya..."Ali bu ismi duysa tüyleri diken diken olurdu herhalde."Korkacak bir şey yok Zekeriya... Konu Malik Beyle ilgili değil. Birkaç soru soracağımsadece."Sözlerim Zekeriyanın kuşkusunu gidermiyor."Yusuf Abinin öldürülmesiyle mi ilgili?""Kim söyledi Yusuf Abinin öldürüldüğünü?"Yanıtlamasam mı diye geçiyor aklından."Can mı aradı?" deyince teslim oluyor."Evet, Can Abi aradı. Dün gece...""Sık gelir miydi Yusuf Abın buraya?"Bu Zekeriya hiç de aptal bir çocuk değil; bakışlarım kaçırarak:"Gelirdi..." demekle yetiniyor."En son ne zaman geldi?""Bilmiyorum" diyerek olduğu yerde kıpırdanıyor. Yanlış bir şeyler yapmaktankorkuyor. "Babama haber vereyim, en iyisi siz onunla konuşun, o daha iyi bilir."Dükkânın içine yürüyor. Çağrılmamış olmama rağmen ben de peşi sıra ilerliyorum. Darkoridorun sonunda, sanki satılacak antika mallardan biriymiş gibi duran, üzerindeçeşitli motifler, figürler kazınmış iki kanatlı ahşap bir kapının önüne gelince, gözlerinderica dolu bir bakışla bana dönüyor:"Biraz beklerseniz, babama geldiğinizi haber vereyim.""Tamam, beklerim..."Zekeriya kapının sağ kanadını açıp içeriye giriyor. Kapının kanadı yeniden yüzümekapanıyor, böylece üzerindeki figürleri daha iyi seçebiliyorum. Her kanatta bir adamresmi yer alıyor. Dikkatli bakınca sol kanattaki kişinin Îsa olduğunu fark ediyorum.Yüzü profilden görünüyor; başının üstünde ışıktan bir hale var, uzun saçları omuzlarınakadar iniyor, sağ elini avucunun içi yere bakacak şekilde öne doğru uzatmış. Sağkanattaki kişi dizlerinin üzerinde duruyor. Saçları dökülmüş, geniş bir alnı var, inceyüzünü bir sakal süslüyor. Adam bir aziz olmalı çünkü onun da, başının üzerinde bir haleyer alıyor. Ancak, Đsadan af diler gibi bir hali var; yüzünde pişmanlık, acı ve kederokunuyor. Doğrusu yontucunun ustalığı takdire değer, çizgiler biraz kaba kaçmış olsada ayrıntıları ahşabın üzerine başarıyla resmedebilmiş.Birden kapı açılıyor, Đsa’nın eli, bana odayı işaret etmeye başlıyor. Đsanın gösterdiğiyerden, az önce ahşap kapıdaki kabartmasını gördüğüm adamın canlısı beliriyor."Buyurun efendim, size nasıl yardımcı olabilirim?" Hayır, şaka yapmıyorum, kapınınüzerindeki adama tıpatıp benzeyen bir kişi, az ötemde durmuş bana sesleniyor.Şaşkınlığımı çabucak atlatıp, karşımdaki kişinin Malik olduğundan emin olmamarağmen sormadan edemiyorum:"Malik Bey siz misiniz?""Evet, lütfen içeri girin, burada daha rahat konuşuruz."Kapıya yaklaşıyorum. Kibarca yana çekilerek bana yol veriyor. Uzun boylu biri değil,ama sağlam yapılı. Solgun bir teni var, günlerce güneş görmemiş insanlar gibi.Kırlaşmış uzun sakallan, ince yüzüne saygın bir hava veriyor. Gözlerinde ne tedirginlik,ne de bir heyecan var. Kendisiyle, herkesle, her şeyle barışık insanlar vardır ya,onlardan biri. Đçeri girerken, kapının üzerindeki resmi gösteriyorum:"Siz misiniz?"Eski bir dosta bakar gibi sevecen gözlerle süzüyor resmi:
- "Onun ismi Pavlus... Yani Aziz Pavlus..."Aziz Pavlus adını duymuştum. Papaz Dimitri büyük bir saygıyla bahsederdi ondan,havari olmadığı halde aziz kabul edilen kişi. Misyonerlik çalışmaları ve Hıristiyanlıklailgili düşünceleri Đncilde yer alacak kadar önemli biri..."Akraba filan mısınız? Pavlusla yani." Sözcükler ağzımdan çıktıktan sonra anlıyorumsaçmaladığımı. Neredeyse iki bin yıl arayla yaşamış iki insandan bahsediyoruz. Malikyüzündeki sakin ifadeyi hiç bozmadan bakmakla yetiniyor yalnızca. "Yani çokbenziyorsunuz da..." diye toparlamaya çalışıyorum."Fark etmeniz ne kadar güzel, ilginize teşekkür ederim."Sorumun yanıtını almış değilim ama ısrar etmesem iyi olacak, yoksa komik durumadüşeceğim. Đçeri giriyorum. Oda mis gibi ıhlamur kokuyor. Fişe takılı elektrik ocağınınüzerinde kaynayan çaydanlığı görünce anlıyorum kokunun nereden geldiğini. Malikinodası, dükkânın çıfıt çarşısı görünümünün tersine son derece yalın döşenmiş, en küçükbir karışıklık bile yok. Gözü yormayan, yumuşak bir ışıkla aydınlatılıyor. Yerde eski birhalı, küçük bir masa, masanın hemen arkasında bir Đsa resmi, üzerleri siyah deriyledöşenmiş üç iskemle, kapaklan, siyah, kırmızı, yeşil cilt bezleriyle kaplanmış kalınkitaplarla dolu küçük bir kitaplık. Malik eliyle kitaplığın önünde duran iskemleyigösteriyor."Buyurun şöyle oturun." Daha ben oturmadan, hâlâ ayakta dikilen oğluna dönüyor."Zekeriya evladım, bizi biraz yalnız bırakır mısın?" Gözleri bana kayıyor. "SanırımNevzat Bey baş başa konuşmayı tercih eder.""Evet" diyorum, "öylesi daha iyi olur."Zekeriya çıkarken, Malik, kütüphanenin altındaki dolabı açıyor. Küçük bir tepsiye ikibardak, bir şekerlik koyuyor, doğrulurken soruyor:"Ihlamur içersiniz değil mi Nevzat Bey?""Đçerim, sağ olun."Küçük tepsiyi masanın üzerine koyuyor."Biraz bekleyeceğiz ama" diyor özür diler gibi. "Ihlamur henüz olmadı da."Masanın arkasındaki iskemlesine otururken yüzü acıyla buruşuyor. Elleri aşağıya,sanırım dizlerinin üzerine iniyor."Dizlerim" diye açıklıyor sonra. "Havalar soğuyunca başlıyor ağrımaya. Yaşlılık işte.""Pek yaşlı göstermiyorsunuz."Đltifat olsun diye söylemiyorum, sahiden de dinç görünüyor."Teşekkür ederim, ama yaşlıyım. Bu beden altmışı çoktan devirdi Nevzat Bey... Amaüzüldüğümü sanmayın sakın. Ne bu dünyaya..." Eliyle kendini gösteriyor. "Ne de, bubedene güvenirim ben. Bunlar geçici. Bu dünyayı da, bu bedeni de Tanrı yaratmış olsabile, gerçek dünya, gerçek yaşam bu değil. O nedenle yıpranmalarını sevinçle bilekarşılarım, çünkü bedenin dayanıksızlığı, ilahî bir mesajdır aslında. Bu bedene inanma,onun arzularının esiri olma, daha derindekine, daha içerdekine bak. Onu görmeye çalış,çünkü o hiç yaşlanmaz diyen bir mesaj."Aksardı konuşuyor Malik, ama etkileyici bir ses tonu var. Đyi bir vaiz olur bu adamdan.Beni şaşırtan nokta ise, Yusuf un ölüm haberini almış olmasına rağmen bu kadar sakinolması. Fazla uzatmadan giriyorum konuya:"Sanırım Yusufu duydunuz."Solgun yüzü, kederle gölgeleniyor."Tanrı taksiratını affetsin... Đyi adamdı Yusuf, severdim.""Sizce kim öldürmüş olabilir Yusufu? Hiç düşmanı var mıydı?"Sakinliğini zerre kaybetmeden:
- "Bunu Meryem Hanıma sormalısınız" diyor. "Dün gece olayı duyunca başsağlığıdilemek için onu aradım... Yusuf u öldüren kişiyi bildiğini söyledi.""Kimmiş, sordunuz mu?""Sormadım. Çünkü merak etmiyorum. Kötülüğün giydiği elbise ne olursa olsun,kötülüğü kim yaparsa yapsın, bu, kötülüğün iblisin marifeti olduğu gerçeğinideğiştirmez, iblisin ise merak edilecek bir yanı yoktur. O yüzden sormadım. AmaMeryem Hanımla konuştum. Acı çekiyordu, öfke duyuyordu, intikam almak istiyordu.Ona, Tanrı sözünü hatırlattım: Öldürmeyeceksin dedim. Ona,Bırak, Tanrının öfkesi alsın öcünü. Çünkü öç, Tanrınındır, karşılığını ancak o verir2dedim. Kötülüğe yenilme, kötülüğü iyilikle yen3 dedim."Anladığım kadarıyla Malikin Bingöllünün öldüğünden haberi yok. Demek ki düngeceden sonra Meryemle konuşmadı."Peki ikna oldu mu Meryem Hanım?" diye soruyorum.Umutsuzca ellerini yana açıyor:"Bilmiyorum, umarım olmuştur. Yoksa kan dökülecek..."Çaydanlıktan, elektrik ocağının üstüne düşen damlaların çıkardığı cızırtı kesiyorsözünü. Usulca kalkıyor:"Ihlamurumuz kıvamım buldu" diyerek çaydanlığı alıyor, iki bardağı da bal rengisıvıyla dolduruyor. Tepsiyi uzatırken ekliyor. "Şeker, limon...""Tek şeker lütfen, limon istemez."Küçük bir tutamakla bir şeker atıyor bardağıma."Teşekkür ederim." Ben bardağa uzanırken uyarıyor:"Dikkat edin, çok sıcak."Üzerinden hoş kokular yükselen ıhlamur dolu bardağı alıp, masada eliminulaşabileceği bir yere koyarken soruyorum: "Siz, Yusufla nasıl tanışmıştınız?"Bardağıyla ilgilenen Malik, başını, kaldırmadan yanıtlıyor:"Buraya gelmişti... Ticarî işlerimiz vardı, oradan tanırım Yusuf u. Sonra arkadaşolduk...""Hıristiyandı değil mi Yusuf?"Soruyu yanıtlamadan önce, bardağına attığı şekeri eritmek için ıhlamurunukarıştırıyor:"Bakın Nevzat Bey" diyor sonra, "insanlara inançlarını sormam ben. Birine Hıristiyanmısınız, diye sormak güzel değil. Müslüman mısınız, diye sormak da hoş değil. Beninsanlara kendi düşüncelerimi, kendi inancımı anlatırım, ama onlara siz şu musunuz, bumusunuz diye sormam. Aslına bakarsanız, bir zamanlar ben de inançlı biri değildim.Hatta günahkârdım. On yıl önce yanlış bir hayat yaşadığımı fark ettim. Değişmeyebaşladım."Konudan uzaklaşıyor. Soruyu başka biçimde tekrarlıyorum:"Yusuf da Hıristiyan mıydı? Nüfus kâğıdında öyle yazıyor da."Hiç acelesi yok Malikin."Gerçek inanç, nüfus kâğıdında yazmaz Nevzat Bey. Gerçek inanç yüreğimizdedir.Gerçek inanç, ruhumuzun ta kendisidir.""Yani Yusufun inancı güçlü değil miydi?"Ölçülü bir biçimde başım sallayarak:"Öyle demek istemedim, Yusuf da Tanrıya inanıyordu, ama belim gibi değil. Dinîkonulara ilgisi son bir yıldır artmıştı.""Neden son bir yıl?"Ihlamurundan bir yudum alıyor, yüzünde hoşnut bir ifadeyle, derinden bir oh çekiyor:"Đçilecek kıvama gelmiş" başıyla bardağımı gösteriyor, "soğutmayın"
- Ben de bir yudum alıyorum. Nefis olmuş. Bardağımı masanın üzerine koyarken:"Rüyasında hep bir azizi görüyormuş" diye açıklıyor Malik. "Son bir yıldır hep aynı azizgörünüyormuş ona."Yusufun evindeki kitapta adı yazılı olan azizi hatırlıyorum."Mor Gabriel mi?"Malikin yüzündeki dinginlik bir an bozulur gibi oluyor ama çok sürmüyor bu, yeniden odünyayla barışık, hep gülümseyen ifadeyi takmıyor:"Đsmin ne önemi var. Önemli olan isim değil zaten, belki o aziz de değil, önemli olanazizin ne söylediği.""Ne söylemiş?""Isa Mesihin yolunu seçmesini söylemiş. Bu dünyanın esaretinden, bu bedeninesaretinden kurtulmasını, sevgiye gelmesini söylemiş. Çünkü bu dünya sonludur, çünkübu beden günahkârdır, kirlidir. Saf ve ölümsüz olan sadece sevgidir. Bizi gerçekkurtuluşa götürecek olan da bu sevgidir..."Malik açıkça vaaz vermeye başlıyor. Bıraksam, belki Đncil’deki bütün sözlerisıralayacak."Bu aziz çok etkilemiş olmalı Yusuf u" diye konuya dönmeye çalışıyorum. "Nasılbiriymiş bu aziz?"Neden anlamıyorsunuz der gibi bakıyor, ama öfkeli bir ifade değil bu, kendi meramınıanlatamamaktan kaynaklanan çaresizliği yansıtıyor gözleri."Nasıl biri olduğunu bilmiyorum. Doğrusu bunu merak da etmiyorum. Tanrı bize farklıgörünümlerde seslenebilir. Önemli olan görüntü değil, önemli olan ses değil, sesinsöyledikleri...""Yusuf dindar olmaya bu rüyalardan sonra mı karar verdi?""Hemen değil, daha çok anlamaya çalıştı. Bana sorular sormaya başladı.""Neden size? Yusuf da Hıristiyandı, neden kendi kilisesindeki kişilere başvurmadı?""Bilmiyorum. Doğrusu bunu sormadım da. Sanırım güvendiği biriyle konuşmak istedi.Din adamı da olsa, kuşkularını hiç tanımadığı birine anlatmaktan çekindi herhalde.Evet, kuşkulan da vardı. Onları da soruyordu."Malikin bu kaya gibi sağlam dinginliği, her soruya verdiği mantıklı yanıtlar canımısıkmaya başlıyor. Ihlamurdan bir yudum daha alıp:"Peki kuşkularını giderebildiniz mi bari?" diyorum."Kısmen... Kısmen çünkü inanç, yalnızca mantıkla kavranamaz. înanç evrenindeyolculuğa çıkan biri için mantık, kötü bir kılavuzdur, inanmak için içgörünüzüngelişmesi gerekir. Beş duyunuzun algılayamayacağı gerçekler vardır. Yusuf bunuanlamıyordu. Gerçeği sadece mantığıyla arıyordu, duyularıyla... Gerçeğe ulaşmanın tekyolunun, görmek, işitmek, dokunmak, tatmak, koklamak olduğunu sanıyordu. Yanikullandığı yol yanlıştı. Onlarla gerçeğe asla ulaşılamaz. Ben, bunu anlatmayaçalıştım...""Anlattıklarınız yeterli olmamış galiba. Yusuf başkalarına da başvurmuş. Çandanbahsediyorum. Onunla da Hıristiyanlık üzerine sohbet ediyorlarmış."Malik yeniden o uysal ifadeyi takmıyor:"Onları ben tanıştırdım. Can, hemşerimdir. Đkimiz de Antakyalıyız. Can bilgili birçocuk, özellikle de Hıristiyanlık konusunda. Dayısı Antakya Katolik Kilisesindepapazdı. Onu Vatikana yolladı. Can üç yıl Vatikanda ilahiyat eğitimi gördü..."Đşte bu ilginç. Can bundan hiç bahsetmedi bize."Yani Can da mı Hıristiyan?""Hayır, o inançsızdır. Kendisine agnostik diyor, yani bilinemezci. Bana sorarsanızdüpedüz Tanrıyı inkâr ediyor, ama iyi çocuktur. Ondan hâlâ ümitliyim."
- "Dayısı papazdı, dediniz, Can’ın ailesi Hıristiyandı yani?""Orası biraz karışık. Babası Nusayriydi..." Can’ın soy ismi de "Nusayri" gibi bir şeydigaliba diye düşünüyorum, emin olamıyorum. Malik anlatmayı sürdürüyor. "Yani ArapAlevîsi. Nusayrîlik, Antakya yöresinde yaygın bir inançtır. Benim ailem de öyledir..."Kafam iyice karışıyor..."Bir dakika... Bir dakika... Siz de mi Nus...""Nusayri" diye tamamlıyor söyleyemediğim sözcüğü. "Evet, benim ailem deNusayridir..."Yanlış mı anlıyorum diye kendimden kuşkulanıyorum."Alevî... Müslüman yani..." diye mırıldanıyorum."Evet, ailem Müslümandı. Ben Hıristiyan olmayı seçtim. Daha doğrusu Hıristiyanolduğumu anladım.""Anladınız!" diyorum şaşkınlıkla.Bitişik kaşlarını yukarı doğru kaldırıyor:"Çarpıcı bir tecrübeyle" diyor sözcüklerin üzerine basarak."Yoksa siz de Yusuf gibi rüyalar mı görüyordunuz?"Yüzünde alınganlığa benzer bir ifade beliriyor."Çok özür dilerim" diyorum, "niyetim alay etmek değil. Konu bana o kadar uzak ki,sadece anlamaya çalışıyorum."Đçten olduğumu anlayınca:"Yusufunkinden daha sarsıcı bir tecrübeydi benimkisi..." diyor. Yeniden ıhlamurbardağını alıyor. Benim elim de kendiliğinden bardağıma uzanıyor. Malik, bardağıdudağına götürmeden ekliyor. "Kapıdaki kabartmada anlatılan türden bir tecrübe..."Ihlamurunu içiyor. Ben içmeden öylece kalıyorum. Gözlerim kapıya takılıyor. Dışarıdakikabartmanın aynısının içeride de olduğunu şimdi fark ediyorum. Yere diz çökmüş,Đsa’dan af dileyen Aziz Pavlus. Bu konuşma giderek daha ilgi çekici bir hal almayabaşlıyor. Sonunda heyecan beni de mi sarmaya başladı ne? Yok, yok sakin olmalıyım,en az şu karşımdaki adam kadar sakin. Ihlamurumdan bir yudum içtikten sonra:"Sakıncası yoksa" diyorum, "yaşadığınız tecrübeyi duymak isterdim."Hiç beklemediğim bir davranışta bulunuyor; kesin bir ifadeyle başını sallayarak:"Olmaz" diyor. "Lütfen bunu benden istemeyin. Bunu açıklamaya yetkili değilim."Malikin sözleri, merakımı iyice kamçılıyor. Söyleyeceklerinin soruşturmaya ne kadaryaran olacağını bilmiyorum ama, yaşadığı tecrübeyi öğrenmek için can atıyorum. Elimlekapıdaki Pavlus kabartmasını göstererek:"Aziz Pavlus ismini duymuştum" diyorum, "ama nasıl bir tecrübe yaşadığımbilmiyorum. Sanırım onun yaşadığı tecrübeyi anlatmanızda bir sakınca yoktur."Manidar bir gülümseme beliriyor Malikin yüzünde:"Siz çok akıllı bir adamsınız Nevzat Bey" diyor. "Peşine düştüğünüz suçlulardan biriolmak istemezdim. Sorunuza gelince, elbette anlatırım. Aslında herhangi bir Đncil’de desorunuzun yanıtı bulabilirsiniz. Aziz Lukanın yazdığı Resullerin işleri adlı bölümde..."Bir an düşünüyor. "Aziz Pavlusun yaşadığı muhteşem bir tecrübeydi" diyor sonra. Sankio anı kendi yaşamış gibi bir hali var. Sakinliğinin gerçek anlamda ilk kez bozulduğunugörüy0rum, gözlerinde tuhaf bir ışık beliriyor, yüzündeki kaslar geriliyor. "Şamyolundaki tecrübe..." diyor yeniden... "Saul, yani Pavlus Şama gidiyordu..."Merakıma yenilip sözünü kesiyorum. "Saul kim? Pavlus la aynı kişiden mi sözediyoruz?""Aynı kişiden söz ediyoruz. Çünkü Aziz Pavlus, hem Yahudiydi, hem de Romavatandaşı. Saul Đbranîcedir, dinî kökenli bir isim, Pavlus ise Romalıların kullandığıtürden bir isim. Aslında ses olarak ikisi de birbirine benzer. Tabiî Türkçedeki gibi Pavlus
- olarak değil, dünyada bilindiği gibi Paul diye okuyacaksın, Đbranîce isim ise Saul. Paulya da Saul. Sesler benziyor değil mi?""Evet, benziyor...""Aziz Pavlusun Tarsuslu olduğunu biliyor muydunuz?""Hayır, bilmiyordum... Yani Anadoluda yaşamış...""Evet, Anadoluda, benim doğduğum topraklarda yaşamış." Söyledikleri değil de, sestonundaki o tuhaf tını tüylerimi diken diken ediyor. Yoksa bu adam kendisinin Pavlusolduğuna mı inanıyor... Belki de bu düşünceyi kafamdan kovmak için dudaklarımkendiliğinden mırıldanıyor: "Ama uzun yıllar önce...""Çok uzun yıllar önce" diye onaylıyor. Ancak ne sesindeki o ürkütücü tını kayboluyor,ne gözlerindeki o tuhaf parıltı. Yüzündeki solgunluğun arttığını görüyorum, sakallanderinden gelen bir ürperişle hafifçe titriyor."Şama gidiyordu" diye başlıyor yeniden. "O zamanlar Pavlus, Đsa Mesihin düşmanıydı.Yahudilerin baş kâhininden mektuplar almıştı. Mektupları Şama götürecek, Mesihinyolunda yürüyenleri kadın, erkek ayırımı yapmadan tutuklayarak Kudüse getirecekti.Çünkü Saul henüz gerçeği görmemişti. Henüz gözleri karanlığın görünmeyen kumaşıylaörtülüydü. Saul bu amaçla çıktı Şam yolculuğuna. Ancak Şama yaklaşırken gökteansızın bir ışık belirdi. Saul şaşkın şaşkın bakınırken ışık onu içerisine aldı. Işıkınparlaklığından gözleri kamaşan Saul yere yığıldı. Aynı anda bir ses duydu. Yaralı birceylanın derinden gelen sesi, aynı zamanda genç bir aslanın öfkeli sesi.Saul, Saul neden bana eziyet ediyorsun?Şaşkınlık içinde kıvranan Saul sonunda cesaretini toplayıp:Sen kimsin, ya Rab? diye sordu.Aldığı yanıt şöyleydi:Ben, senin eziyet verdiğin Đsa’yım.Saul ne yapacağını bilemeden, yattığı yerde korkuyla titredi. Göklerden gelen sesyeniden gürledi:Şimdi ayağa kalk, kente gir. Ne yapman gerektiği sana bildirilecektir.Saulun yanındakiler de şaşkınlık içindeydi. Sesi onlar da duymuşlardı. Saul güçlükledoğrularak ayağa kalktı ama gözleri görmüyordu. Yanındakiler koluna girerek onuŞama götürdüler, gamda üç gün boyunca ne gördü, ne içti, ne de yedi. ŞamdaHananya adında biri vardı. Isa Mesih, ona göründü: •Ey Hananya dedi, kalk, Yahudanınevinde Tarsuslu Saulu sor. Kendisi şu arıda gözleri yeniden görsün diye dua ediyor. Gitve ona yardım et. Hananya şöyle yanıt verdi:Ya Rab, bu adamın Kudüste senin kutsal insanlarına karşı yaptığı kötülükleriduydum. Üstelik bu adam, sana bağlılıklarıyla bilinen kişileri tutuklamak için başkâhinlerden yetki almıştır. Rab hiç duraksamadan yineledi:Sen oraya git dedi. Çünkü o adam ulusların, kralların ve Israiloğullarının önündeadıma tanıklık etmek için seçilmiş aracımdır. Adıma bağlılığı yüzünden çekeceğiişkencelerin tümünü kendisine göstereceğim.Bunun üzerine Hananya kalkıp o eve gitti. Saulun gözlerinin üstüne ellerini koyarak:Saul kardeş dedi, seninle karşılaşan Rab Isa, gözlerin yeniden görsün ve için KutsalRuhla dolsun diye beni gönderdi.O anda Saulun gözlerinden balık puluna benzer kabuklar düştü. Yeniden gördü. Ayağakalkıp vaftiz edildi ve yemek yedikten sonra kendine geldi.4Böylece Saul, yani Tarsuslu Pavlus, Tamı yoluna girdi, Isa Mesihin elçiliğini yapmaya,kutsal müjdeyi yaymaya başladı. Böylece Aziz Pavlus oldu."
- Sözlerinin sonuna doğru Malikin sesi titremeye başlıyor, gözlerinin nemlendiğini farkediyorum. Sözleri bitince de, yüzünü benden kaçırıp, elini cebine sokarak bez bir mendilçıkarıyor. Saklamaya çalıştığı gözyaşlarını silecek... "Malik Bey, iyi misiniz?" diyorum."iyiyim... Đyiyim... Ne zaman bunları anlatsam, yeniden yaşar gibi oluyorum. O kadargüçlü bir duygu ki insanı altüst ediyor...""Çok özür dilerim, bilseydim anlatmanızı istemezdim." Gözyaşlarını sildiği mendilicebine koyarken: özür dilemenize gerek yok" diyor. "O anı yeniden yaşamak bilemuhteşem bir tecrübe..."Yok, bu adam kendini kesinlikle Pavlus sanıyor... Bu nasıl olabilir? Zavallı, herhaldekafayı sıyırdı. Ne kadar da inanıyor anlattıklarına, beni bile etkiledi."Sanırım siz de benzer bir tecrübe yaşadınız" diyerek ikinci kez şansımı denemekistiyorum. "O da muhteşem olmalı." Kesin bir ifadeyle başını sallıyor:"Lütfen Nevzat Bey, bu konuda konuşmak istemiyorum." Artık kibarlığı bırakmanınsırası geliyor: "Bakın Malik Bey isteğinize saygı duyuyorum. Ama burada bir arkadaşınızya da meraklı biri olarak bulunmuyorum. Ben bir cinayeti soruşturuyorum. Hunharcaişlenmiş bir cinayet. Siz de beni anlamalısınız...""Sizi anlıyorum Nevzat Bey... Ama bu cinayetin Hıristiyanlıkla ne ilgisi var?""Çünkü Yusuf, kabzası haçtan yapılma bir bıçakla öldürüldü. Çünkü yanında sayfalanaçık bir Đncil vardı. Çünkü Đncilin bir satırının altı kanla çizilmişti; Yusuf un kanıyla."Malikin ne o sağlam sükûneti kalıyor, ne de kendine güvenen gülümsemesi. Yüzüdehşet içinde kasılıyor."Haç mı, Đncil mi?""Evet, haç, Đncil ve Yusuf un kanı... Sizce de bu cinayetin Hıristiyanlıkla bir ilgisi yokmu?"Donmuş gibi öylece yüzüme bakıyor."Yusufu tanıyorsunuz" diyorum, "belki onun çevresindeki insanları datanıyorsunuzdur. Onu öldürmek isteyen bir Hıristiyan tarikatı ya da başka biri. Dinkonusunda anlaşamadığı, tartıştığı biri ya da birileri..."Başını sallıyor, gözlerindeki dehşet yerini derin bir kaygıya bırakıyor."Yok" diyor. "Yok, Nevzat Bey. Ne öyle bir tarikat var, ne de öyle biri... Kim yapmakister böyle bir şeyi? Bu... Bu iblisin işi."Belki hatırlamasına yardımcı olur diye:"Kutsal Kitap’ın kenarında iki sözcük vardı" diyorum. "Yusuf un kanıyla yazılmış ikisözcük. Bir Süryanî azizin adı. Mor Gabriel..."Malikin yüzündeki kan çekilir gibi oluyor. Mor Gabriel konusunda bir şeyler bildiğinidüşünüyorum. Ama hiçbir açıklamada bulunmuyor. Israrımı sürdürmekten başka çarekalmıyor:"Bu Mor Gabriel, Yusufun rüyalarında gördüğünü söylediği aziz olabilir mi?"Bakışlarını kaçırarak:"Evet o, ama hakkında fazla bilgim yok" diyor Malik. "Bu konuda bir uzmanlagörüşseniz daha iyi olur."Malikin benden bir şeyler gizlediğinden eminim, ama şu anda bunu kanıtlayacakdurumda değilim. Üstelemenin bir anlamı yok. Tanıdığınız biri var mı, diye sormayahazırlanırken, masanın üzerindeki telefon çalıyor. Telefonun çalması Maliki birazrahatlatıyor. Benden özür dileyerek, kaldırıyor ahizeyi. "Alo... Alo... Ah Meryem Hanımsiz misiniz?" Malikin huzursuz bakışları yüzümde geziniyor. Kınalı Meryem bu! DemekAli henüz ulaşamadı ona."Nasıl oldunuz?" diye konuşmayı sürdürüyor Malik. "Evet, olayı duyduğumdan beribenim de içim yanıyor... Öyle Meryem Hanım. Kader diyeceğiz... Ne gelirse Tanrıdan."
- Malikin bakışları hep üzerimde. "Yanlış bir şeyler yapmayacaksınız değil mi MeryemHanım?" Bunu özellikle yaramda söylüyor ki, kendisinin bu işlerle hiçbir ilgisi olmadığınıanlayabileyim. "Öyle mi? Konuşmak mı istiyorsunuz? Ben, dükkândayım. Siz? Efendim,Yusufun evinde mi? Ne yazık ki bugün gelemem. Birazdan bir görüşmem var... Yarınbuluşsak olur mu? Yok, yarın kesin... Tamam... Yarın, sizi buraya bekliyorum. Tekrarbaşınız sağ olsun..."Malik benden hiç bahsetmedi. Aslında bu da bir mesaj, bakın ben her zamankanunlardan yanayım, demek istiyor. Yoksa başka bir neden mi var? Acaba Meryemdenmi kuşkulanıyor? Telefonu kapattıktan sonra:"Meryem Hanım" diye açıklıyor. "Sesi daha iyi geliyordu. Sanki öfkesi geçmiş gibi.Đnsan her şeye alışıyor..."Alıştığı filan yok, sadece sevgilisinin intikamını aldığı için kendini iyi hissediyor. Bunuaçıklamıyorum Malike. Çünkü Yusufun katili olan Bingöllü öldüğüne göre, meselekalmamış deyip çıkar işin içinden."Ne için aramış Meryem Hanım?" diyorum. "Söylemedi, sadece konuşmak istiyorumdedi. Belki nasıl bir dinî tören yapılması gerektiğini soracak."Yine yalan söylüyor, adım gibi eminim bundan. Ama çok sürmez, yakında anlarızMalikin sakladıklarım.Hıristiyan bir ölünün ardından okunan Müslüman duası.Kapalıçarşıdan çıktığımda gün ışığının kaybolduğunu görüyorum. Đri, kül rengibulutlar, dün olduğu gibi, bugün de gökyüzünü kaplamış. Hava biraz daha soğumuş; karyeniden başlayacak galiba. Pardösümün önünü sıkı sıkı ilikledikten sonra, cebimdentelefonumu çıkarıp, Alinin numarasını tuşluyorum. Zavallım, hâlâ Meryemin peşinde..."Kadını bulamadık Başkomiserim" diyor gergin bir sesle. "Evine baktık, yok. Barınyakınlarına postu serdim bekliyorum.""Gerek yok Alicim, Kınalı Meryem Yusufun evinde. Yarım saat sonra orada buluşalım.Ben gelmeden içeri girme.""Anlaşıldı Başkomiserim."Görevi tamamlayamadığı için sesi iyice tatsız.Beyazıt Meydanındaki kalabalığa karışırken, Malikin söylediklerini düşünüyorum,daha doğrusu söylemediklerini. Sahiden de kafayı mı sıyırmış bu adam? Yoksa rol müyapıyor? Hiç rol yapar gibi bir hali de yok. Açıkça söylemese de, Aziz Pavlus olduğunainanıyor galiba... Baksanıza yaşadığı tecrübeyi bile anlatmaktan çekindi. Buna yetkilideğilmiş. Yetkiyi veren kim acaba? Kim olacak Tanrı ya da Đsa Mesih. Gerçi Malikininancına göre her ikisi de aynı kapıya çıkar ya; Tanrı ve Đsa aynı ilahî varlık... AslındaMalik aradığımız katilin profiline uyuyor. Hıristiyanlık için cinayet, işlemektençekinmeyecek kadar çılgın biri. Adam bundan yaklaşık iki bin yıl önce yaşamış biriolduğuna inanıyorsa, bir gece gelen esinle kalkıp Yusufu neden öldürmesin? Ama butürden cinayet işleyen biri kendini gizler mi? Din adına işlenen cinayetler, bircezalandırma, bir ibret işlevi taşır; bu nedenle katiller, eylem gerekçelerinin herkestarafından bilinmesini ister. Herkesin kendisini tanımasını, cesaretini, adanmışlığınıöğrenmesini ister. Dahası bu tür suçlarda, katil gerçek adaleti mahkemede değil, Tanrıkatında bulacağına inanır. O nedenle yeryüzündeki mahkemelerin onu yargılaması,cezaya çarptırması hiç önemli değildir. Önemli olan ilahî yargı, ilahî adalettir. AmaMalik henüz misyonunun bitmediğini düşünüyorsa, henüz tamamlayamadığı ilahî işlerivarsa, üstelik bu ilahî işler bir dizi cinayetten oluşuyorsa? O zaman kendini gizlemekiçin elinden geleni yapacaktır. Çünkü ilahî görevini yerine getirememek ya da eksikbırakmak çok büyük günahtır, Tanrı katında suçlu konumuna düşmektir. Öte yandanMalik, hiç de cinayet işleyecek birine benzemiyor. Cinayet işleyecek kişi nasıl biridir,
- diye soracak olursanız, aslında ikna edici bir yanıt verebileceğimi sanmıyorum, ama birzanlıyla konuştuğumda, onun cinayet işlemeye ne kadar yatkın olduğunu söyleyebilirim.Elbette yanılma payını da koyarak ki tahminlerimde birçok kez yanıldığımı da itirafetmeliyim.Arabama girene kadar bu düşünceler geçiyor aklımdan. Motoru çalıştırdıktan sonraarkayı görmek için başımın üstündeki aynayı ayarlarken, birden kendi gözlerimlekarşılaşıyorum: dalgın gözbebeklerimde tuhaf bir kıpırtı, yıllardır görmediğim,meslekteki ilk günlerimden kalma bir parıltı fark ediyorum. Neler oluyor, Aliyle dalgageçerken bu dava beni de mi etkilemeye başladı ne? Yok canım, ben sadece görevimiyapıyorum. Ama aynadaki gözler benimle aynı düşüncede değil... Hem etkilenmiş olsamne çıkar? Yeniden heyecan duyabiliyorsam, bunun neresi kötü? Belki de sevinmeliyim,çünkü bu değiştiğimi gösterir... Ve unutmaya başladığımı... Karımı, kızımı, onların failimeçhul bir suikasta kurban gitmesini... Dün gece Evgenia, "Neden benimleevlenmiyorsun?" diye sorduğunda her ne kadar bakışlarımı kaçırıp, işi şakaya vurdumsada, içimden bir ses, "Sahi neden evlenmiyorsun onunla?" diye fısıldamadı mı? Bendekivefa bu kadar mıymış? Bu kadar mı sürermiş sevdiklerinin ölüm acısı? Onların katillerinibile bulmadan... Yeniden bakıyorum aynadaki gözlerime... Yok, az önce gördüğümparıltı kaybolmuş. Tuhaf bir rahatlık duyuyorum. Huzursuzca kıpırdanan vicdanım,içimde büyüyen merakı, acımasızca boğduktan sonra eski soğukkanlılığıma yenidendönüyorum. Ama arabamı caddeye çıkarırken, Aliye geç kalmamak için saatimebakmaktan da kendimi alamıyorum.Yusufun oturduğu sokak son derece sakin. Vatikan Konsolosluğu dikkatimi çekiyor.Dünyadan yalıtılanmış, korunaklı bir kaleyi andıran binanın duvarlarına bakarken,Yusufun evinin Vatikan Konsolosluğuyla aynı sokakta bulunmasının rastlantı olupolmayacağını düşünüyorum. Düşüncelerim cep telefonumun ziliyle bölünüyor. ArayanZeynep."Şimdi otopsiden çıktım Başkomiserim" diyor heyecanlı bir sesle, "önemli bir ayrıntıyıfark ettim.""Ne o, yoksa Yusuf bıçakla öldürülmemiş mi?""Bıçakla öldürülmüş, iki darbe de kalbe isabet etmiş, ilk darbe değilse bile ikincisiölüme neden olmuş. Söyleyeceğim o değil Başkomiserim, bu Yusuf Hıristiyan değilmiydi?""Kimliğinde öyle yazıyor, tanıyan herkes öyle olduğunu söylüyor."Ama adam sünnetli...""Nasıl yani?""Basbayağı Başkomiserim, Yusuf sünnetli." Sesi mahcuplaşıyor. "Gözlerimle gördüm.""Bu tuhaf işte.""Bir de maktulün sağ bileğindeki şu çileğe benzeyen leke" diyerek konuyu değiştiriyorZeynep. "Dövme değilmiş, doğum lekesiymiş.""Tamam Zeynepçim" diyorum. "Haber verdiğin için teşekkür ederim. Ben deMeryemle konuşmaya gidiyordum. Bir de ona soralım, bakalım nasıl açıklayacak budurumu. Ha Zeynep, şu Maliki de bir araştırır mısın? Bizde dosyası filan var mı? Nasılbir adammış anlayalım."Apartmanın önüne geldiğimde Aliyi beklerken buluyorum. Meryem çıkacak filanolursa, gözden kaçırmayayım diye, arabasını apartman kapısının önüne park etmiş.Beni görünce çıkıyor araçtan. Suratı asık, Meryemi neden kendisinin bulamadığını dertediyor hâlâ. Emektarı, onun arabasının önünde durduruyorum. Alinin elinde cızırdayanbir telsiz var. Arabadan inerken:
- "Şunun sesini kıs Alicim" diyorum. "Bizi karşılarında görmeden, kim olduğumuzuanlamasınlar.""Emredersiniz Başkomiserim" diyerek kapatıyor telsizi. Suskun, beni takip ediyor.Apartmanın iki kanatlı büyük kapısından içeri girerken "Meryem yalnız mıymış?" diyesoruyor sadece."0 kadarını bilmiyorum Ali. Yalnız değilse de bize karşı koyacaklarını sanmıyorum.Kadın intikamını aldı, gereksiz yere polisle çatışmaya niye girsin?""Yine de...""Haklısın" diyorum, "yine de tetikte olmakta fayda var."Kapıdan içeri girince, silahlarımızı çıkarıp, namluya kurşun sürüyoruz. Horozlandüşürüp, silahlarımızı elimizin kolayca erişebileceği yerlere koyuyoruz. Yukarı çıkarkenbu kez antika asansörü değil, merdivenleri tercih ediyoruz. Ali genç olmanın verdiğigüçle hızla çıkıyor, ben de geri kalmamaya çalışıyorum ama ne yalan söyleyeyim, dahaüçüncü kata gelmeden nefesim kesilmeye başlıyor. Bir an önce Meryemle karşılaşmakisteyen Ali, halimden habersiz ikişer ikişer tırmanıyor merdivenleri. Keşke asansörebinseydik diye düşünerek, yetişmeye çalışıyorum arkasından. Üçüncü kata ulaştığımdaderinden gelen bir ses duyuyorum. Bir insan sesi; yanık, ahenkli bir ses. Ne söylediğinitam olarak duyamıyorum ama türkü ya da şarkı olmalı. Ali de sesin farkında, beşbasamak yukarıda durmuş, bana bakıyor. Yanma gelince: "Bu da nedir Başkomiserim?"diye soruyor. "Biri şarkı söylüyor galiba.""Şarkı değil Başkomiserim, ilahi gibi bir şey." Anlamak için yaklaşmamız gerekiyor.Bir an soluklanıp, yeniden çıkmaya başlıyoruz merdivenleri. Ali her zamanki gibi yineönde. Her adımda ses biraz daha belirginleşiyor. Ali, haklı bu şarkı değil, türkü de değil.Đlahi, daha doğrusu dua. Dördüncü kata vardığımızda, sözleri anlamaya başlıyoruz.Sözlerin anlamlarını değil de hangi dilde söylendiklerim. Evet, bu sözcükler Arapça.Anlamını bilmesek de, çocukluğumuzdan beri belki yüzlerce kez dinlediğimiz için artıkaşina olduğumuz bu seslerin Kuranıkerimden alınma bir dua olduğunu anlıyoruz.Muhtemelen ölülerin ardından okunan bir dua. Đşin tuhafı, güzel sesli bir hocanınokuduğu duanın bizim maktulün evinden gelmesi. Hıristiyan bir ölünün ardından okunanMüslüman duası. Kapının önünde Aliyle birbirimize bakıyoruz. Daha fazla beklemeninanlamı yok. Ardı ardına üç kez zile basıyorum. Ama zil sesi içerideki duayı bölmüyor.Yoksa kapıyı açmayacaklar mı derken açılan kilidin sesini duyuyoruz. Aralanan kapıda,dün gece Nazarethin kapısında karşılaştığımız öteki korumanın uzun suratı görünüyor.Adı neydi bu herifin yahu? Alinin muhteşem belleği anında çalışıyor, hemen hatırlıyorkorumanın adını:"Merhaba Tayyar" diyor alaycı bir sesle. "Mevlit mi var?" Tayyar yutkunarakyanıtlıyor: "Dua okunuyor, Yusuf Abi için..." Ali eliyle kapıyı iterek:"Bak şimdi olmadı Tayyar" diyor. "Biz niye davetli değiliz." Alinin iyice araladığıkapıdan giriyorum içeri. Tayyar çaresiz kenara çekiliyor."Amirim" diyor durumu kurtarmak için. "Salonda dua okunuyor. Đsterseniz ben habervereyim Meryem Ablaya." Ben de Alinin esprili tavrını takınıyorum: "Okunsun Tayyar,ne sakıncası var evladım. Hepimiz Müslüman değil miyiz elhamdülillah." Tayyar yine deiçeri yöneliyor. Ali omzundan yakalıyor onu. "Nereye Tayyar? Dön yüzünü şu duvara...Bir mühimmat dökümü yapalım bakalım."Tayyarın gözlerinde kararsız bir ifade beliriyor. Ali anında çekiyor silahını:"Duvara yaslan dedim sana. Yusuf Abinin üzüntüsü seni sağunu etti yoksa?" Sesiniyükseltiyor. "Hadi."Tayyar yüzünü duvara dönerek, ellerini kaldırıyor. Ali aramaya başlıyor. Tayyarınbelinden dokuz milimetrelik bir Beretta çıkıyor; üç de şarjör.
- "Ne kadar ayıp Tayyar, insan mevlide silahla gelir mi?" diye takılıyor Ali. Tayyardançıt çıkmıyor. "Bunun ruhsatı var değil mi Tayyar?""Var" diyor Tayyar, ama sesi cılız çıkıyor. Ali, silahın namlusunu adamın böğrünegömüyor. "Hıı ne dedin Tayyar? Đyi duyamadım.""Var... Var dedim Komiserim.""Aferin Tayyar, yoksa bu şarjörlerdeki kurşunlan tek tek yedirirdim sana."Tayyarı hafiflettikten sonra önümüze katıp salona yöneliyoruz. Salonda önceMeryemi görüyorum, kızıl saçlarını siyah bir başörtüsünün altına saklamış, gözlerikapalı, avuçlarını açmış, pencerenin önündeki koltukta oturuyor. Yanındaki koltuk Cantarafından parsellenmiş, onun duayla, mevlitle hiçbir ilgisi yok, şu iş bitse de gitsek dergibi sıkıntılı bir ifadeyle önüne bakıyor. Bu küçük törenin baş aktörü olan hocamız isedün Đncilin durduğu masanın üzerine, Kuranıkerimi açmış, takkeli başını hafifçesallayarak okumayı sürdürüyor. Kendini o kadar kaptırmış ki, bizim içeri girdiğimizi bilefark etmiyor. Salonun ortasına doğru birkaç adım atınca Can görüyor bizi. Bizi görünceyüzündeki sıkıntı anında endişeye bırakıyor yerini. Hemen Meryeme fısıldıyor: "Polislergeldi!"Meryem hiç acele etmiyor, gözkapaklarını usulca aralayarak, bize bakıyor. Gözlerindeen küçük bir şaşkınlık belirtisi yok. Sanki gelmemizi bekliyormuş gibi bir hali var. Hiçkonuşmadan, eliyle boş koltuklan göstererek, oturmamızı istiyor. Bir an ne yapacağımakarar veremiyorum. Alinin de benden farkı yok. Gözlerini yüzüme dikmiş, ne yapacağızdercesine bakıyor. Đkimizin de yardımına hoca yetişiyor, avuçlarını yukarı doğru açarakduanın son sözlerini söylemeye başlıyor. Duayı bildiğimden değil, hocanın sözcüklerisöylerken yaptığı vurgudan anlıyorum bunu. Hoca, son olarak odadakileri Fatihaokumaya davet ederken, bizi fark ediyor. Ters bir durum olduğunu anlıyor hemen. Duayıkesmiyor ama şaşkın gözlerle önce bize, sonra Meryeme bakıyor. Meryem başıyla duayıtamamlamasını işaret ediyor. Hocanın sesi gerginleşiyor, artık sözcükleri aceleyleokumaya başlıyor. Anlaşılan Meryem hakkında epeyce bilgiye sahip. Sonunda duayıtamamlayıp avuçlarını yüzüne sürüyor. Belki önde Tayyar arkada Ali ile ben, böylesalonun girişinde durmasak, ölen kişi için başka dualar da okuyacak, törenitamamlayacak başka sözler de söyleyecek, ama varlığımız onu huzursuz ediyor."Allah rahmet eylesin" diyerek Kuranıkerimin kapağını kapatıyor. Başındaki takkeyiözenle katlayarak, ayağa kalkıyor."Allah rahmet eylesin" diyorum ben de, sonra Meryeme dönüyorum. "Hoca efendiyigönderseniz de, artık dünya meselelerine dönsek."Önerim en çok hoca efendiyi sevindiriyor, sağ eliyle ince bıyığını sıvazlayarak, kadınabakıyor. Meryemin gözü bende:"Hoş geldiniz Nevzat Bey" diyor. "Ziyaretiniz biraz vakitsiz oldu, ama yine de hoşgeldiniz.""Haklısınız Meryem Hanım vakitsiz geldik. Ama ne yaparsınız, vakitsiz cinayetler,vakitsiz ziyaretlere yol açıyor."Neden bahsettiğimi çok iyi bilmesine rağmen hiç umursamıyor. Can’ın yüzündekibütün kan çekilirken, Meryem son derece sakin bir tavırla Tayyara sesleniyor:"Hoca Efendiyi kapıya kadar geçiriver."Tayyarın kararsız gözleri Alide."Neden öyle bakıyorsun Tayyar?" diyor Ali, alaycılığını yitirmeden. "Sevap bize delazım oğlum. Hadi, Hocayı birlikte yolcu edelim. Sonra kaldığımız yerden devam ederizmuhabbete."Hoca Efendi iyice rahatlayarak, Meryeme yaklaşıyor. Kadının elini sıkarak:
- "Tekrar başınız sağ olsun Meryem Hanım kızım" diyor. "Rahmetlinin mekânı cennetolsun."Meryem ağırbaşlılığını hiç yitirmiyor:"Âmin... Dostlar sağ olsun Hoca Efendi, dilinize sağlık."Hoca Efendi, Ali ve Tayyarla birlikte salondan çıkarken, ben Meryemin karşısındakikoltuğa geçiyorum."Yalnız anlamadım" diyorum, "Hıristiyan biri için Müslüman duası, biraz abes değilmi?"Meryem hiç alınmıyor."Hıristiyan, Müslüman fark etmez. Dua duadır. Hepimiz aynı Tanrıya inanmıyormuyuz?""Orası doğru da, bir başka doğru daha var. Hepimizin inandığı Tanrı, kimseyiöldürmeyeceksin, diyor. Kulun canını, kulun almasına asla izin vermiyor..." Oturduğumkoltukta öne eğilerek Meryemin gözlerinin içine bakıyorum. "Öyle değil mi?"Meryem bakışlarını kaçırmıyor; dünyadan vazgeçmiş gibi, öyle korkusuz bir hali var ki,açıkçası ürküyorum. Şimdi sağ yanındaki komodinin üzerinde duran çantasınauzanacak, içinden silahını çıkarıp, üzerime boşaltacak diye geçiyor aklımdan, amasözlerimi sürdürüyorum:"Sanırım artık rahatlamışsınızdır Meryem Hanım?""Neden rahatlayacakmışım?""Ne demek istediğimi gayet iyi anladınız.""Bingöllüden mi bahsediyorsunuz?""Başka kimden olacak?"Hiç istifini bozmuyor Meryem."Bingöllüyü, Tonguç vurdu" diyor sadece. "O da dün gece teslim oldu.""Nerden biliyorsunuz?""Çünkü yanındaydım." Ciddi bir ifadeyle yüzüme bakıyor. "Yapmayın Nevzat Bey,bunların hepsini biliyorsunuz. Tonguç olanı biteni anlatmış size.""Evet anlattı. Onu sizin azmettirdiğinizi de söyledi."Đnanmayan bir gülümseme beliriyor solgun dudaklarında."Sadece azmettirmekle kalmamışsınız" diyorum sinirlendirmeye çalışarak."Bingöllüye bizzat siz ateş etmişsiniz, hem de yakın mesafeden."Dudaklarındaki gülümsemeyi yitirmeden, arkasına yaslanıyor:"Boşa uğraşıyorsunuz Nevzat Bey. Tonguçun size neler anlattığını biliyorum.Avukatından öğrendim. Olaylar sizin anlattığınız gibi olmadı. Evet, Tonguçla birlikteBingöllü Kadiri görmeye gittiğimiz doğrudur."Hemen kesiyorum sözünü:"Neden görmeye gidiyordunuz Bingöllüyü?""Neden olacak Yusuf un katilini sormaya...""Yani Yusufu sen mi öldürdün diyecektiniz?""Evet, onu da soracaktık. Ama bara giderken Bingöllü ve adamıyla yolda karşılaştık.Onlar da bizi gördü. Bingöllünün adamı elini beline atarak silahını çekti, bunun üzerineTonguç kendini korumak için ateş etti. Adamının vurulduğunu gören Bingöllü de silahınıçekti, Tonguç onu da vurdu. Olay bundan ibaret. Tonguç da size bunları anlatmışzaten.""Ama gerçek bu değil" diyorum başımı sallayarak. Sesim gergin, neredeyse öfkeli. Neoluyor bana, Meryemi sinirlendirmem gerekirken, kadın benim asabımı bozdu. "Gerçek,şu ki: Bingöllüyü siz öldürdünüz. Doğru, onlarla yolda karşılaştınız. Doğru sizi görünceBingöllünün adamı Ferhatın eli refleks olarak beline kaydı. Ama ateş etmeye filan
- niyeti yoktu. Oysa siz niyetliydiniz, Bingöllüyü kesinlikle öldürecektiniz. Bu yüzden dünNazarethe geldiğimizde, Bingöllüden hiç bahsetmediniz. Çünkü kendi intikamınızıkendiniz almak istiyordunuz. Yanık Fehminin kızı Kınalı Meryem olarak bunamecburdunuz. Bingöllüyü vurmasaydınız, zaten bir kadın olarak güçlükle ayaktakaldığınız bu âlemden silinip giderdiniz... Evet, Tonguçun Ferhatı vurduğu da doğru,ama sonra silahı siz aldınız. Ve Bingöllüyü öldürdünüz. Yeraltı yasası burada dadeğişmedi, racon yürürlüğe girdi; cinayeti Tonguç üstlendi."Meryem siyah eşarbını çözüyor, başım usulca sallayarak, ona Kınalı Meryem lakabınıkazandıran kızıl saçlarını özgür bırakıyor. "Tonguç neden yapsın ki bunu?" diye soruyor."Başka biri için neden hapse girsin?""Ona ve ailesine yaptığınız iyiliklerin bedeli olarak. Sadece bedel değil kuşkusuz,Tonguç, bu cinayetin kendisine iyi bir kariyer kazandıracağını da düşünüyordu. Kimbilir, belki ilerde sizin yerinize bile geçebilirdi. Bu yüzden işlemediği bir cinayeti seveseve üstlendi. Sizin için de en iyi çözüm buydu. Polise cinayetin Tonguç tarafındanişlendiğini söylemenize rağmen yeraltı dünyası tetiği çeken kişinin aslında sizolduğunuzu bilecekti, yani namınıza leke sürülmemiş olacaktı. Öyle de oldu, eminim şuanda sizin âlemde bu cinayeti duymayan kalmamıştır.""Yusuf Abiyi, Bingöllü mü öldürmüş?" Soruyu soran Can. Şaşkınlıkla bir bana, birMeryeme bakıyor. Olanları kendisine açıklamak istercesine söyleniyor. "Sonra daTonguç, Bingöllüyü mü öldürmüş?" Gözlüklerinin ardındaki ela gözleri sitemleMeryeme kayıyor. "Neden bunlardan benim haberim yok?"Yanıt Meryemden değil, Tayyarla birlikte salona dönen Aliden geliyor:"Sen yeraltı dünyasından mısın? Biz, seni entel sanıyorduk." Entel lafına bilekızmayan Can bütün içtenliğiyle durumunu açıklamaya çalışıyor:"Ben sadece olayları duymadığımı söylemek istedim. Yeraltıyla filan ilgim yok. YaniYusuf Abıden sonra bir kişi daha öldürülmüş." Bakışları yine Meryeme kayıyor. "Kimsebana söylemedi." Meryemin umurunda bile değil, çözdüğü başörtüsünü katlamaklameşgul. Ama genç adam ısrar ediyor: "Gerçekten de Yusuf Abiyi, Bingöllü müöldürmüş?" Usulca başını kaldırıp, Can’a bakıyor Meryem: "Bunu bana değil, NevzatBeye soracaksın. Burada kanunu o temsil ediyor."Can’ın bakışları bana çevriliyor; gözlerinde derin bir merak. Açıklamadan önce ben deMeryem gibi arkama yaslanıyorum:"Sen okumuş çocuksun Can, bilirsin" diyorum. "Şu dünyada iki tür insan vardır.Gördüğüne inananlarla, gördükleriyle yetinmeyip gerçeği arayanlar, ikinci türdeninsanlar, duyduklarıyla, gördükleriyle yetinmezler, gerçeği bulmak için hep yeni delillerararlar. Kendi inançlarım, kendi düşüncelerini, kendi dünyalarını yıkmak pahasına daolsa, korkunç da olsa olayların perdelediği gerçeği bulmaya çalışırlar.Gördüğüne inanan ilk türden insanlara gelince, onlar hayata, olaylara bakarkengerçeği değil, inandıklarını doğrulayacak deliller ararlar. Yaşananların içindenkafalarındaki düşünceyi onaylayacak olayları cımbızla çekip alırlar. Çünkü başkatürlüsüne inanmak, onların inançlarını, düşünce tarzlarını, dünyalarını yıkacaktır.Dünyalarının yıkılmasını göze alamazlar. Bütün o cesur havalarına rağmen, aslındaiçlerinde büyük bir korku vardır. Onları yönlendiren bu korkudur işte. Korktukları içinhata yaparlar. Tıpkı Meryemin Bingöllü Kadiri öldürerek yaptığı gibi."Can kulaklarını açmış ilgiyle sözlerimi dinlerken, Meryem neler saçmalıyor bu adamdercesine bakıyor. Ali ile Tayyarın da Meryemden çok farkları yok. Her ne kadar Ali,bizim Nevzat Baş komiser boş konuşmaz inancını koruyorsa da, Tayyarın yorgun biröküz gibi boş boş bakan gözleri söylediklerimden hiçbir şey anlamadığını gösteriyor.Meryeme dönüyorum, sesimi de biraz yükselterek anlatmayı sürdürüyorum.
- "Evet Meryem Hanım, Yusufu, Bingöllü öldürmedi. O cinayet, Bingöllü gibi birinintasarlayamayacağı kadar karmaşık bir olay. Bingöllü günlük ekmeğini çapulculuklaçıkarmaya çalışan, hayatı kaymış, zavallı bir adamdı. Yusufu öldürmek isteseydi, bunukendi bildiğince yapardı. Yani herkesin gözü önünde, muhtemelen de sizin eski barıniçinde. Çünkü racon bunu gerektiriyordu. Evet, racon diyorum. Bu kelime sizin için deçok önemli. Çünkü siz de racon yüzünden öldürdünüz Bingöllüyü. Kusura bakmayınbelki biraz ileri gidiyorum ama bana kalırsa Yusufa duyduğunuz sevgi azalmıştı.Baksanıza günlerdir görüşmüyormuşsunuz. Belki Yusuf ölmese ondan ayrılacaktınız.Ama ne yazık ki Yusuf siz ayrılmadan önce öldü. Ve racon artık sevmeseniz bile, âlemsizi sevgili bildiği için onun katilini öldürmenizi emrediyordu... Evet... Hiç öylealdırmıyormuş gibi bakmayın yüzüme. Sözlerimin gerçek olduğunu siz de biliyorsunuz.Bingöllünün öldürülmesinin Yusufa duyduğunuz sevgiden çok sizin piyasadakinamınızla alakası var. Ama Yusufun katili Bingöllü değil. Boş yere öldürdünüzBingöllüyü. Zavallı Tonguçu da boş yere hapse yolladınız."Meryem pür dikkat beni izliyor; doğru mu söylüyorum yoksa onu tuzağa mı düşürmekistiyorum anlamaya çalışıyor. Elindeki eşarbı, yandaki komodinin üstüne bırakarak:"Bingöllü değilse kim öldürdü Yusufu?" diye soruyor.Gülümseyerek Can’a bakıyorum."Ve böyle acelecidirler. O yapmadıysa, öteki yapmıştır. Bir an önce öğrenip, onu daortadan kaldırmak isterler. Daha önce de söylediğim gibi racon böyle emretmekteçünkü. Oysa hayat bu kadar basit değildir. Cinayetler ise hiç basit değildir. Ensıradanmış gibi görünen cinayette iç içe geçmiş onlarca neden bulabilirsin. HeleYusuf’unki gibi son derece karmaşık bir cinayette..."Bakışlarımı yeniden Meryeme çeviriyorum."Hayır, Meryem Hanım, henüz Yusufu kimin öldürdüğünü bilmiyorum. Ama sizegaranti verebilirim onu Bingöllü öldürmedi."Gözlerini kuşkuyla kırpıyor."Yanlış adamı öldürdünüz Meryem Hanım. Yakında siz de anlayacaksınız bunu."Meryemin siyah gözleri yüzüme saplanmış öylece kalırken, Can hayretler içindemırıldanıyor:"Bütün bunlar dün gece oldu ha!""Ne o Can Efendi, yoksa üzülüyor musun?" diyor Ali.Can burnunun üstüne düşen gözlüklerini sağ elinin ortaparmağıyla yukarı iterek Aliyebakıyor:"Neden üzüleyim ki?""Neden olacak, Meryem Hanımla Beyoğlunda itirafçı safarisine çıkamadım diye.""Yok, canım ne ilgisi var. Ben olanlardan haberim olmadığını söylemek istedimsadece.""Nevzat Bey" diyor Meryem. Sesi duygu yüklü, artık o aldırmıyorum tavırlarınıbırakmış. Size yardım edeceğim demesini bekliyorum ama "Yanılıyorsunuz, benYusuftan ayrılmayacaktım" diyor. "Onu seviyordum. Racon meselesi değil bu.Babamdan sonra kimsenin ölümüne bu kadar çok üzülmedim." Nemlenen siyah gözlerinikaçırıyor. "Onu Bingöllü öldürmedi diyorsunuz, ama elinizde ne bir delil, ne de şahit var.Size neden inanayım ki? Üstelik Yusufun Bingöllüden başka düşmanı yoktu...""Sizin bildiğiniz yoktu" diyerek kesiyorum sözünü. "Söyler misiniz Meryem Hanım,Yusuf u ne kadar tanıyordunuz?""Tanıyordum...""inkâr etmeyin daha önce siz de söylediniz tanımıyordunuz. Can ile Malik dışındahangi arkadaşım tanıştırdı sizinle? Timuçin diye birinden bahsediyorsunuz, adamın
- yüzünü bile görmemişsiniz. Yusufun Hıristiyan olduğunu söylüyorsunuz ama adamsünnetli..." Can’a bakıyorum. "Hıı Can, sünnetli Hıristiyan olur mu?" Genç adam iyiceşaşırmış durumda. "Ne? Nasıl?..""Sünnetli Hıristiyan olur mu diyorum?""Olmaz" diyor. "Gerçi Hıristiyanlığın ilk yıllarında önce Yahudi olup sonra, Đsayainanan kişiler sünnetliydi. Çünkü hepsi Yahudiydi. Hatta Isa bile sünnetliydi. Aslında bukonu Hıristiyanlığın ilk yıllarında önemli bir tartışma konusu olmuştu. Antakyayöresinde dini yayan Aziz Pavlus sünnetin gerekli olmadığım savunuyordu, KudüstekiHıristiyanlar ise Yahudilikte var olan bu uygulamanın Hıristiyanlıkta da sürmesiniistiyorlardı. Sonuçta Aziz Pavlusun dediği oldu, sünnet gerekli bir uygulama olmaktançıkarıldı.""Sağlık nedeniyle yapmışlar" diye araya giriyor Meryem. Yüzü kızarmış, bu konuyukonuşmak onu utandırıyor olmalı. "Ben de sormuştum. Çocukken ameliyat olmuş."Bu, sorumuzu yanıtlıyor, eğer Yusuf, Meryeme yalan söylemediyse."Şu Malik" diyorum. "Onunla ne tür bir ilişkisi vardı Yusuf un?""Sanırım bazı ticarî işleri olmuş. Son yıllarda Malik kendini iyice dine verdiği için,sadece dostluk ilişkileri vardı" diyor Meryem."Severler miydi birbirlerini?""Severlerdi" diyerek Can yanıtlıyor soruyu. "Malik Amcanın yanında huzur bulduğunusöylerdi Yusuf Abi."Malik geliyor gözlerimin önüne. Bir zanlı olarak değil, dünyanın, kendi bedenininağırlığından kurtulmuş, yüzü huzur dolu bir ermiş olarak. Neredeyse başının üzerindekihaleyi bile göreceğim. Bu görüntüyü kendi sözlerimle kovuyorum kafamdan:"Senin hemşerinmiş Malik, öyle mi Can?""Evet, o da Antakyalı. Aslında Müslüman bir ailenin çocuğudur. Sonradan Hıristiyanoldu..."Malik hakkında Çandan öğrenmek istediğim çok şey var, ama Meryemin önündekonuşmak istemiyorum."Meryem Hanım" diyorum yeniden kadına dönerek, "bir konu daha var. Şu Timuçindenilen adam. Bize Yusuf hakkında çok şey anlatabilir. Onu nasıl bulabiliriz, telefonu,adresi, yani adamın hakkında herhangi bir şey...""Bilmiyorum Nevzat Bey, hiçbir şey bilmiyorum.""Ya sen" diyerek Can’a sesleniyor Ali. "Sen de tanımıyor musun Timuçini?""Adını duydum, yanımda da birkaç kez telefonla konuştu. Ama hiç görmedim. Kimolduğunu da bilmiyorum. Bir keresinde sordum. Bir arkadaş deyip geçiştirdi Yusuf Abi.""Peki Fatih adında birini duydunuz mu?" diye bu kez ikisine de soruyorum. "Bu evdebir mektup bulduk. Yusuf a yazılmış olduğunu düşünüyoruz. Mektubu Fatih adında biriyazmış. Adam bir ara hastanede yatmış, rahatsızlığı filan olmalı. Yusuf size böylebirinden bahsetti mi?"Can başını sallayarak:"Yusuf Abi arkadaşlarından söz etmeyi pek sevmezdi" diyor. Ne arkadaşlarından, nede ailesinden." Meryeme bakıyor. "Ailesinden hiç bahsetmedi bana. Sana anlatmışmıydı?""Yok, bana da anlatmadı. Mardinde akrabaları varmış, ama onlardan da kimseyitanımadım.""Biz tanırız artık" diyor Ali. "Yusufun cenaze törenine geleceklerdir herhalde.""Yusuf akrabalarından pek hoşlanmazdı. Törene onlar gelmese de olur. Zatencenazeyi ben kaldıracağım.""Ama" diyor geniş alnı kırışan Can, "Yusuf Abiye Hıristiyan töreni yapmak lazım."
- "Ne gerekiyorsa yaparız" diye kestirip atacak oluyor Meryem."Korkarım bu imkânsız" diyorum.Tokat yemiş gibi sarsılıyor kadın:"Nedenmiş o?""Sizi gözaltına almak zorundayız. Çünkü Tonguç dün geceki ifadesinde, onu sizinazmettirdiğinizi söyledi. Olay yerinde olduğunuzu siz de gizlemiyorsunuz zaten.Tutuklanıp tutuklanmayacağınıza savcılık karar verecek. Savcılık sizi salıverse bile,maktulle hiçbir akrabalığınız yok. Yani Yusuf un naaşım size vermezler. Onu ancakakrabaları alabilir. Tören için akrabalarından izin almanız gerekecek.""Gerekirse alırım, ama onu sonra konuşuruz, şimdi avukatımı aramam gerek."Meryem cep telefonundan avukatım ararken, sizi gözaltına alacağız dememi yanlışyorumlayan Can:"Başkomiserim, beni de mi gözaltına alacaksınız?" diye soruyor."Korkma Can, seni gözaltına almayacağız, ama sakıncası yoksa bizimle emniyetegelmeni istiyorum. Konuşmak istediğim birkaç şey var."15Ben, senin eziyet verdiğin Đsa’yım.Yeni Ahit, Resullerin Đşleri, 9:5Merkeze geldiğimizde kar yeniden başlıyor; yoğun bir sis gibi ansızın bastıran koyubeyazlığın içinden geçerek giriyoruz emniyete. Meryemin avukatı Sıtkı elindeçantasıyla kapıda bizi bekliyor. Müvekkilini görür görmez başlıyor yaygaraya.Saygıdeğer Meryem Hanımı ne hakla gözaltına alıyormuşuz, elimizde kanıt var mıymış,tanık var mıymış? Hiç tınmadan üzerimdeki karlan silkeliyorum. Sonra bu kısa boylu,şişman avukatı, saygıdeğer müvekkilini ve cesur görünmeye çalıştığı halde,gözlerindeki korku giderek büyüyen Tayyarı, Aliye havale edip, Can’la birlikte odamınyolunu tutuyorum. Ali hiç itiraz etmiyor bu duruma, bayılır böyle belalı işlere. Şimdiavukatla çene yarıştıracak, ifadesini yazarken Meryeme bulaşacak, Tayyarla alayedecek...Asansörle çıkarken, yeni farkına varmış gibi Can da omzundaki karları temizliyor.Gözlerindeki endişe, yerini meraka bırakmış, karlan temizledikten sonra asansörüniçinde hangi katta, hangi emniyet biriminin bulunduğunu belirten tabelaya bakıyor."Emniyete ilk gelişin mi?" diye soruyorum."ilk... Birkaç kez karakola gitmişliğim vardır ama buraya ilk kez geliyorum.""Pek sevimli değil ha..."Gerçeği mi söyleyeyim, yoksa kibarlık mı yapayım dercesine bakıyor."Çekinme, çekinme söyle...""Evin sıcaklığı yok burada" diyor gülümseyerek. "Allahtan sizin konuğunuzum."Odama geçtiğimizde eşyaların üzerinde gezinen bakışlarındaki yabancılıkduygusundan, ev sıcaklığım burada da bulamadığını anlıyorum, onu rahatlatmayaçalışıyorum. "istediğin yere geç... Aç mısın, yiyecek bir şeyler söyleyeyim?""Teşekkür ederim" diyor masama en yakın koltuğa yerleşirken. "Kamım tok, çay,kahve de istemem."Anlaşılan kendini bana yakın hissetmeye başladı. Çünkü çoğunlukla bu odayasoruşturma için gelenler masaya en uzak koltuğa yerleşirler.
- "Peki o zaman... Seninle açık konuşacağım Can."Anlamak istercesine ela gözlerini yüzüme dikiyor."Bugün Malikin dükkânındaydım. Đlginç şeylerden bahsetti."Tatlı bir gülümseme yayılıyor Can’ın aydınlık yüzüne."Öyledir, ilginç bir adamdır Malik Amca...""Senin hakkında da ilginç şeyler söyledi. Özellikle dayın hakkında..."Gülümsemesi donuyor, bedenini kasarak hafifçe öne eğiliyor."Dayın Katolik Kilisesinde papazmış...""Bunda ne var Başkomiserim?""Seni Đtalya’ya yollamış, ilahiyat eğitimi için... Yani Hıristiyanlığı öğrenmen için."Can önemsememiş gibi omuzlarını silkiyor:"Doğru...""Bize bunlardan hiç bahsetmedin.""Yeri gelmemiştir... Ne bileyim, önemli bulmamışımdır. Hem siz de sormadınız,istiyorsanız anlatırım."Koltuğumda geriye yaslanıyorum."istiyorum, anlat o zaman.""Tamam anlatayım... Arap olduğumu söylemiştim. Annem de, babam da Araptı; ikiside Antakyalıydı. Annem Hıristiyandı, babam ise Nusayri, yani Arap Alevîsi. Lisedetanışmışlar, tanıştıkları anda da birbirlerine âşık olmuşlar. Dinlerinin farklı olmasınınhiçbir önemi yokmuş. Ne babam, annemden dinini değiştirmesini istemiş, ne de annem,babamdan. Onlar için önemli olan tek şey aşklarıymış. Ama insanlar onlar gibidüşünmüyormuş, başta da Antakya Katolik Kilisesinin Başpapazı Daniel Dayım. BabamEğitim Enstitüsünü bitirip de annemle evlenmek isteyince ilk dayım karşı çıkmış bu işe.Tek kız kardeşi Elizabethin bir Müslümanla evlenmesini içine sindiremiyormuş. Buevlilik olmaz demiş. Dedem ile ninem yıllar önce öldüğü için de evde onun sözügeçiyormuş. Annem de çok severmiş abisini, fakat bu kez onu dinlememiş. Abisininkendisini dışlamasını göze alarak babamla evlenmiş. Annemin ailesinden kimsekatılmamış düğüne, çok üzülmüş kadıncağız. Bunları bana yıllar sonra Daniel Dayımanlattı. Pişman olmuştu yaptıklarına. Belki de o pişmanlığının bedeli olarak beni yanmaaldı. Đtalya’ya yolladı, iyi bir eğitim almamı sağladı.""Ama dinî bir eğitim" diye vurguluyorum. "Öyle, Hıristiyanlık eğitimi.""Baban ne dedi bu işe?" ince bir hüzün dalgası kaplıyor yüzünü: "Babam ile annemben küçükken öldüler. Đkisi birlikte..." Bu, hiç beklemediğim bir yanıt. "Üzüldüm..."diyorum, "Trafik kazası mı?" Acı bir gülümseme beliriyor Can’ın dudaklarında: "Onungibi bir şey... Terör kazası, Đstanbul’da bir arabada kurşunlandılar."Gözlerim şaşkınlıkla yüzünde takılı kalırken, anlatmayı sürdürüyor:"Askerî darbe öncesi dönem. Ülkede kan gövdeyi götürüyormuş. Babam o sıralarKadıköyde bir okulda görevliymiş. Okulda adı çıkmış komünist diye. Sonradanöğreniyorum ki, sadece sosyal demokratmış. Hayal meyal hatırlıyorum, babamınkülüstür bir arabası vardı; Murat 124. Bir sabah bizimkiler alışverişe gitmek içinarabaya binmişler, olacaklardan haberleri yok, ama birileri mahallenin çıkışında pusukurup, onları bekliyormuş. Tam mahalleden çıkarken, taramışlar babamın arabasını.Babam olay yerinde ölmüş, annem hastanede..." Dudaklarındaki buruk gülümseyişiyitirmeden bakıyor. "O günleri siz, benden daha iyi bilirsiniz Başkomiserim. Her günbirkaç kişi ölüyormuş. Annem ile babam da kim vurduya gitmiş işte."Yaşananların etkisini atlatmış gibi sakin sakin anlatıyor Can, ama bunun o kadarkolay olduğunu sanmıyorum. "Senin için zor olmalı... Kaç yaşındaydım o zaman?"
- "Dokuz filan... Zordu herhalde, fazla bir şey hatırlamıyorum. Dayım yalnız bırakmadıbeni. Hemen alıp Antakyaya götürdü. Orada bir okula yazdırdı. Ne istediysem yerinegetirdi. Liseden sonra da Romaya yolladı.""Đtalya’ya yollamasını da sen mi istedin? Yani şu Hıristiyanlık eğitiminden sözediyorum." Yanıtlamadan önce biraz düşünüyor."Yok. onu ben istemedim ama karşı da çıkamadım. Zaten dayımın yanındaHıristiyanlıkla ilgili bir sürü şey öğrenmiştim. Öğrendiklerim çok da ters gelmiyordubana. Đsa’yı seviyordum, iyi bir adamdı, barıştan yanaydı, yoksuldan ve sevgidenyanaydı. Aslına bakarsanız hâlâ seviyorum; Musayı da, Muhammedi de sevdiğim gibi...Kendi dönemlerinde hepsi iyi adamlar.""O halde görüşlerin Đtalyada değişti" diyorum.Gözleri dalıyor; sanki Đtalya günlerini yeniden yaşıyor gibi."Öyle oldu... Üçüncü sınıfa geçmiştim. Roma Üniversitesinden Alessandra diye birkızla tanıştım. Kız, Arapçaya merak sarmıştı, sanat tarihi okuyor ve Đslam felsefesiyleilgileniyordu. Sanırım benimle de Arapça öğrenmek için arkadaşlık kurmak istedi. Herneyse... O bana Aquinolu Aziz Tommasoyu anlattı. Bu Aquinolu Tommaso, Hıristiyanlariçin çok önemli bir adam. Đslamiyetin bir türlü gerçekleştiremediği reformu,Hıristiyanların gerçekleştirmesini sağlayan kişilerden biri. Onun görüşlerini öğreninceaklım karıştı. Çünkü Aquinolu Tommasonun bazı önemli meselelerde kendine örnekaldığı kişi Đbni Rüşddü. Yani bir Đslam felsefecisi. Ibni Rüşdün kitaplarını okuyanAquinolu Tommaso, onun sayesinde Aristotelesi yeniden keşfetmişti. Evet, şaşılacakşey ama Aristoteles gibi önemli bir felsefeciyi yeniden gün ışığına çıkaran kişi, bir Batıkfelsefeci değil, îbni Rüşddü. O zamanlar Batı dünyası Ortaçağın en karanlık günleriniyaşıyordu. Hıristiyanlık kara bir duman gibi çökmüştü Avrupanın üzerine. Kilise, akladayalı tüm düşüncelerle birlikte, Antik Yunan filozoflarının pagan olmakla suçlayıp,düşman ilan etmişti."Canın söylediklerinin bir kısmım anlıyorum, söz gelimi Aristotelesin adınıduymuştum, Ortaçağın karanlığım biliyordum, ama ne Aquinolu Tommasodan haberimvardı, ne de Đbn Rüşdden. Belli ki, Can çok önemli konulardan bahsediyor, ne var ki bircinayet soruşturmasının ortasında bu konular bana önemsiz birer ayrıntıymış gibigeliyor. Yüzümdeki sıkıntıyı fark edenince:"Kusura bakmayın Başkomiserim, bunlar biraz ağır konular" diye açıklamak zorundakalıyor. "Fazla akademik, ilginizi çekmemesi doğal. Şöyle özetleyebilirim: Đslamfilozoflarının, Aquinolu Tommaso gibi önemli bir Hıristiyan din adamını etkilediğini,değiştirdiğini öğrenince kafam karıştı. Buna Alevî bir babanın oğlu olmamı da eklersek,uzun saçlı, iri gözlü, masum yüzlü Đsadan uzaklaşmaya başladım. Đslâm filozoflarınınkitaplarına yöneldim. Ardından ötekiler geldi, bir de baktım bilinemezci olup çıkmışım."Sessizce gülmeye başlıyor. "Şu bilimsellik işini de fazla abartmayalım, tamam o sıralardin felsefesiyle filan ilgileniyoruz, ama kafamızı asıl karıştıran şey Alessandranınesmer teninde, iki iri zümrüt gibi parlayan yeşil gözleri. Çünkü bütün bunları Alessandrasayesinde öğreniyordum. Bütün bunları onunla tartışıyordum. Üstelik bu tartışma, kısasürede üniversite kantininden, Alessandranın evine taşınmıştı."Ben de gülmeye başlıyorum. Samimi bir çocuk bu Can, kendini bir bok zanneden, oçokbilmiş entelektüellerden değil."Dayın ne dedi bu işe?""O sıralar beni en çok endişelendiren dayımdı zaten. Acaba ne diyecekti bu işe? Yaztatilinde Antakyaya dönünce, hiç kıvırmadan, çekinmeden gerçeği olduğu gibi anlattım.Zaten heykel yapmaya, resme filan merakım var. Ben artık ilahiyat değil, sanat tarihiokumak istiyorum dedim. Dayım hiç kızmadı, sadece Âşık oldun değil mi? diye sordu.
- Ne diyeceğimi bilemedim, yüzüm kızardı. Çünkü dayım hiç evlenmemişti, ruhuylabirlikte bedenini de Đsa’nın ideallerine adamıştı. Böyle bir adamın karşısında neyapayım, Alessandranın yeşil gözlerine, uzun bacaklarına vuruldum demek, biraz hafifkaçacaktı. Azarlamasını, hatta aşağılamasını, Hemen git günah çıkar demesinibekledim, yapmadı. Elini omzuma koydu.Tanrının sınavları bitmez evladım dedi. Sen şimdi Âdem Babamızın karşılaştığıcinsten zor bir sınava girdin. Biliyorsun, Âdem Babamız o sınavdan geçememiş, HavvaAnamızla birlikte cennetten kovulmuştu. Ama bunun sayesinde insanoğlunun büyükmacerası başlamış oldu. Eğer Âdem Babamız, Tanrının yasakladığı o meyveyiyemeseydi, şimdi ne sen olurdun, ne de ben. Çünkü günah diye bir şey olmazdı. ÂdemBabamız ile Havva Anamız hâlâ cennette ne kendilerini, ne de cenneti bilmedendolaşıyor olurlardı. O yasak meyveyi yedikleri için, Tanrıdan bağımsızlaştılar, günahişlediler. Bir başka deyişle günahı yarattılar. Đşte o günah olduğu içindir ki, ĐsaEfendimiz, bizi kurtarmak amacıyla dünyaya geldi. O günah olduğu içindir ki, biz ĐsaMesihin yolundan yürüyoruz. O günah olduğu içindir ki, sen, genç bir adam olarak heradımda yeni bir sınava giriyorsun. Çünkü o ilk günahla birlikte bedenin istekleri ileruhun istekleri birbirinden ayrıldı. O yüzden utanma! Bedenin ile ruhun arasındaki busavaş sonsuza kadar sürecek. Ta ki Đsa Efendimizin söyledikleri gerçekleşinceye, ruh,bedenin hapishanesinden kurtuluncaya, gerçek özgürlüğü buluncaya kadar.Evet, Başkomiserim, Daniel Dayım bunları söyledi. Aslında ne demek istediğini çok iyianlıyordum. Ama duyduğum sevinç söylediklerinin bir kulağımdan girip, ötekindençıkmasına neden olmuştu. Demek dayım artık bana karışmayacaktı. Demek artıközgürdüm, demek artık istediğim okulda okuyabilecek, resimle, heykelle uğraşabilecek,Alessandraya daha yakın olabilecektim. Oldum da, ta ki Alessandra, beni Đslamfelsefesi uzmanı, keçi sakallı Amerikalı bir profesör için terk edinceye kadar."Kin yok sesinde, keder de yok, yaşadığı yenilgiyi kabullenmiş birinin ezikliği varsadece."Alessandra seni terk edince düşüncelerin değişmedi mi?""Hıristiyanlık meselesinde mi? Yok değişmedi, işin içine akıl, düşünce girincetercihleriniz kolay değişmiyor Başkomiserim. O kadar şey okuduktan, o kadar şeyinfarkına vardıktan sonra, eh sevdiğimiz kız da bizi terk etti, yeniden Đsa’ya dönelim baridiye düşünmüyorsunuz. Hem Alessandra gitti, yerine başka kızlar geldi, insanyaşadıkça aşkın da geçici bir duygu olduğunu anlıyor."Đkimiz de gülüyoruz."Babanın dini de mi çekmedi seni?" diye soruyorum sonra."Nusayrîlik mi? Yok çekmedi. Kafamdaki sorular sadece Hıristiyanlıkla değil, bütündinlerle ilgiliydi. Yani Tanrıyla.""Ama Malik senden hâlâ umutlu" diyorum konuyu antikacıya getirmek için. "Gününbirinde senin yeniden Hıristiyan olacağına inanıyor."Düzgün dişleri görününceye kadar gülümsüyor:"Evet, Malik Amcanın öyle bir beklentisi var. Fakat yanılıyor, öteki dinler gibiHıristiyanlık da çekmiyor beni. Zaten ben hiçbir zaman Hıristiyan olmadım ki. Kimsebeni vaftiz bile etmedi. Hıristiyanlığı öğrenmeye çalıştım, olmadı işte. Pişman dadeğilim, hatta beni bırakıp gitmiş olmasına rağmen Alessandraya bir teşekkür borcumbile var. Malik Amca bunu anlamak istemiyor. Sonradan Hıristiyan olmasına rağmen,Daniel Dayımdan daha inatçı biri.""Sahi nedir şu Malikin hikâyesi?"Yüzü sıkıntıyla buruşuyor."Ne oldu" diyorum, "anlatmak istemiyor musun yoksa?"
- "Anlatırım da Başkomiserim, biraz ayrıntılı bir konu.""Olsun, vaktim var.""O kadar çok insana anlattım ki bu konuyu. Yıllarca dinle ilgisi olmamış, üstelik babadini Nusayrîlik olan bir adamın, birden çıkıp ben Hıristiyan oldum demesinianlayamıyordu kimse. Oğlu Zekeriyaya bile ben açıkladım babasının durumunu. O daişin içinden çıkamıyordu.""Zekeriyayla ben de tanıştım, bugün Malikle konuşmaya gittiğimde dükkândaydı. Oda mı Hıristiyan?""Yok, Zekeriya annesinin dininden ayrılmadı. Çünkü kadın ölüm döşeğinde oğlunayemin ettirdi, Asla babanın dinine girme diye... Zavallı kadıncağız, kocasının nasıl olupda böyle birdenbire değiştiğini hiçbir zaman anlayamadı. Zaten Mâlik Amca Hıristiyanolunca, karısıyla ilişkisini bitirdi. Evini bırakıp, Kumkapı’da başka bir ev satın aldı.""Peki, neden değişti Malik?""Şimdi Başkomiserim, bu olay doğrudan Nusayri kültürüyle bağlantılı. Daha doğrusuNusayrîliğin düşünce tarzıyla. Nusayrîlerin Arap Alevîsi olduğunu söylemiştim ya, buinanç biçimi Anadoludaki Alevilikten oldukça farklı. Onları buluşturan tek nokta Alidüşüncesi. Bir de politik olarak her iki kesim de sola daha yakındır. Anadolu Alevîliği,Türk Şamanizm’i, Antik Yunan felsefesindeki bazı öğretiler, son olarak da Alininadaletli düşünce sisteminin birleşmesinden oluşur. Nusayrîlik ise temelde Alinindüşüncesi üzerinde yükselir. Nusayrîliğin kökleri Đslamiyet’in gelişme dönemlerinekadar uzanır. O dönem Müslüman askerler dinlerini yaymak için, dünyanın birçok yerineolduğu gibi Mısıra da akınlar düzenlemişlerdi. Mısırda hâlâ binlerce yıl öncekiinanışlarını sürdüren çoktanrılı rahipleri Müslüman yapmışlardı. Ancak insanlarındinlerini değiştirmek sanıldığı kadar kolay değil. Ve din değiştiren insanlar da eskiinanışlarını tümüyle terk edip, yeni inanışa şartlamazlar. Yeni bir dini benimseseler bile,eski inançlarını da yanlarında sürüklerler. Eski ile yeni dini kendi içerinde birleştirmeyeçalışırlar. Buna en iyi örnek Ayasofyadaki bir Isa mozaiğidir. Hıristiyanlıktan önceAnadoludaki çoktanrılı din kültüründe Apoilon ışığın tanrısıydı, yani dünyayı onunaydınlattığı söylenirdi. Bugün Ayasofyanın kapısının üzerindeki Đsa mozaiğinebakarsanız, Đsa’nın sol elinde bir Đncil tuttuğunu görürsünüz, Đncil’in üzerinde Bendünyanın ışığıyım yazmaktadır. Yani eski dinler, eski inanışlar birdenbire yok olmazlar,kültürel değişimler içinde yeni olanla birleşerek, başka bir inanç biçimi olarak ortayaçıkarlar..." Can’ın söyledikleri sahiden merak uyandırıyor, ancak bizim konumuzla neilgisi var, hâlâ tam olarak anlayamıyorum. Yine de sabırla onu dinlemeyi sürdürüyorum."Bence Nusayrîlik eskiyi içinde taşıyarak yeni inançla birleşebilen kültürlerden biri...Çünkü Đslamiyet’te reenkarnasyon, yani öldükten sonra başka biri olarak yenidendünyaya gelme inanışı yoktur. Oysa bizim Antakya yöresinde, yani Nusayrîlerin yaşadığıbölgede, neredeyse insanların tümü reenkamasyona inanır. Bu inanış o kadar yaygındırki, her aileden bir kişi böyle bir deneyim yaşadığım size anlatabilir."Kafamdaki sisler aralanmaya başlıyor: Malikin ailesi de Nusayri olduğuna göre,demek ki kendisinin önceki yaşamında Pavlus olduğuna inanıyor... Gözlerimdekiparıltıdan mı, yüzümün gerilmesinden mi, ne düşündüğümü sezinleyen Can benionaylıyor:"Evet, Malik Amcanın başına gelen de tam olarak buydu."Ama bu kadar basit olmamalı, merakla atılıyorum:"iyi de nasıl olmuş bu olay? Yani Malik eskiden Pavlus olduğunu nasıl anlamış?"Canın sevimli yüzünde ciddi bir ifade beliriyor."Aslında oldukça uygun bir ortamda, Şam yolunda...""Pavlusun Đsa’yı gördüğü yerde" diye mırıldanıyorum.