VI. İMAN ESASLARI
A. Allah'a İman
İnanç esaslarıyla ilgilenen akaid ve kelam ilmi Allah'a iman konusu çerçevesinde Allah'ın varlığı ve sıfatlarını ağırlıklı olarak incelemişlerdir. Allah'ın varlığı meselesini şu şekilde ele almışlardır: Allah'a iman dinin temelidir. Din bütünüyle Allah'a iman esasına dayanır. İnsanda doğuştan Allah'a inanma kabiliyeti vardır. Kainattaki ahenk ve nizam insanı zihinsel ve duygusal yönden etkileyen ve onu Allah'a iman etmeye sevkeden delillerdir. Dini kabiliyet ve iman motivleri başlıklı konularımızda bu hususlara değinmeye çalışmıştır. Allah'ın sıfatları konusunu ise burada, iman eden bir müminin bu sıfatları bilmeye olan gereksinimini esas alarak inceleyeceğiz.
İnsan doğal olarak inandığı Allah'ı bilme yönünde eğilim gösterir. Bu konuda hiç bir şey bilmeyen kimse merak ve tatminsizlik içinde kalır, bunalır. Kur'ân öğretileri doğrultusunda Allah'ı bilmenin yolu O'nun isim ve sıfatlarını bilmekten geçer. İman ettiği Allah'ı isim ve sıfatlarıyla bilmek, kişiye vasıtasız olarak yaratıcıyla bir tür diyalog kurma imkanı sağlar. Bu isim ve sıfatlar, beşer idrakine sığmayan uluhiyet ile duyular âlemi ve akıl dünyasında yaşayan insan arasında iletişimi sağlayan bir bağ olarak değerlendirilebilir.
İnsanda Allah'ı bilme merak ve eğilimi çocukluk çağında başlar. Çocuklar 3-4 yaşlarında Allah'ı algılamaya, zihinlerinde canlandırmaya çalışırlar. Fakat zihinleri soyut kavramları anlama yeteneğinden yoksundur. [482] Allah'ı hep somut bir varlık olarak, [483] bir insanın nitelikleri çerçevesinde algılayabilirler. Kavrama kabiliyetleri ancak gözle görülebilen şeylerle sınırlıdır. Sekiz yaşlarından itibaren Antropomorfizmin etkisi hafifler, on bir yaşlarına doğru Allah tasavvuru gittikçe ruhanî bir niteliğe bürünür. On iki yaşlarına gelindiğinde ise rûhânileşmiş bir Allah inancı kesinleşir.[484]
Yetişkin bir mümin kendi güç ve kabiliyeti nisbetinde Allah'ın zat ve sıfatlarım soyut bir tasavvurla bilip O'nun varlığına öylece inanır. Çünkü kendisine verilen akıl ve duyu organlarıyla Allah (cc)'ın hakiki hüviyetini bilme ve idrak etme kabiliyetinden yoksundur. Duyu organları ve akli idraki sınırlı olan insan; zatı ve sıfatlarıyla her türlü somut tasavvurun üstünde bulunan Yüce Allah'ın ilâhi hakikatini anlayamaz. Beşeri güç ve kabiliyetleri bunun için yetersiz kalır. İnsanın elindeki imkânlar ne kadar çoğalirsa çoğalsın, bütün bunlar Allah'ın zatını kavrama konusunda işe yaramazlar. Allah'ın zatını kavramaya çalışmak, aklı sapıklığa götüren sonuç alınamayacak bir çabadır.
Varlık ve olaylar iki kategoride değerlendirilir; Duyularla algılanabilenlerin duyularla algılanamayıp, akıl ile idrak edilebilenler. Duyularla algılanabilenlerin gözlenebilir bir sureti vardır. Aklen ve zihnen tasavvur edilebilen nesne ve olayların ise zihni bir sureti mevcuttur. Yüce Allah ne duyularla algılanabilen bir varlık ne de aklen İdrak olunan bir eşyadır. O bunlardan apayrı bir “Zat”tır. O'nun Zat'ı duyu ve akıl vasıtasıyla eserlerinden bilinebilir.
İnsan doğal olarak Rabb'ini bilmek tanımak ister ve bu isteğini Allah'ın isim ve sıfatlarını bilerek karşılar. Allah'ın isim ve sıfatları bilgisi insanın ikinci bir ihtiyacını daha giderir. Mümin, Allah ile olan bağını her zaman ve konum içerisinde kesintisiz sürdürmek durumundadır. Bu süreç içerisinde insanın ruh hali ve ihtiyaçları, içinde bulunduğu durum çeşit çeşittir. Sever, korkar, minnet duyar, sığınır, yardım ister, yalvarır, nzık ve nimet ister, bağışlanmak ister, başarı ister, hidayet ister, iman ettiği ilahın yüceliği hissetmek ister. Sözkonusu ihtiyaçlarını gidermek için Allah (cc)'ın hususiyetlerini belirten isimlerine başvurur. Çeşitli durumlarda vaziyetine en uygun isim ile niyazda bulunur.
Allah'a olan sevgisini izhar etmek istediği zaman eî-vedüd sıfatıyla, şükretmek istediği zaman, el-Hamid eş-şekür sıfatlarıyla, yardım istediğinde el-Mustean sıfatıyla, rızk istediğinde er-Rezzak sıfatıyla, bağışlanma istediğinde el-Gafur sıfatıyla, düşmanları karşısında zorda kaldığında en-Nasir sıfatıyla, Yüce Allah'ın güç ve kudretini hissetmek istediğinde el-Ala, el-Aziz, el-Cebbar... sıfatlarıyla insan Allah'a yönelir.
“En güzel isimler Allah'ındır. O'na o isimlerle dua edin...” [485] “Bütün güzel isimler O'nundur. Yerde ve göklerde ne varsa O'nu teşbih eder.” [486] “O Allah'tır ki, O'ndan başka tapacak yoktur. En güzel isimler O'nundur.” [487]Allah'ın bu '“İsim”lerinden “sıfatlar” şeklinde bahsedilmiştir.[488] İnsanlar eşyaya, onlar hakkındaki kendi kanaatlerini ifade eden isimler verirler. Öte yandan insanın bir nesne ile olan ilişkisi, o nesne hakkında oluşturduğu tasavvura dayanır. Eğer bu tasavvur doğru ise, aradaki ilişki de doğru olur. Bu durum insan ile Allah ilişkisinde de aynen geçerlidir.[489]
Yüce Allah insanda oluşacak Allah'ı bilme eğilimini karşılayan ve uluhiyet makamına yakışmayacak tasavvurlardan insanı sakındıran, her türlü ihtiyaç halinde Allah ile kul ilişkisine insanın güç ve kabiliyetine uygun bir şekilde cevap veren isim ve sıfatlan Kur'ân-ı Kerim'de şu şekilde zikretmiştir. [490]
1. Allah:
Yüce Allah'ın zatına mahsus olan özel isim Allah lâfzıdır. Bu isim Allah (cc)'tan başka hiç bir varlık için kullanılmamıştır. Allah lafzı bütün Kur'ân'da- açık ve müstetir zamirler ve muzaf durumları hariç- 980 defa geçmektedir. Bu lâfız muzaf durumuyla birlikle 2700 civarındadır. [491]
2. “El-A'lâ, El-Aliyy, El Müteâl:
3. El-Alim, Alîm, Allâmü'l-Guyûb, A'lem
“İlm” kökü ve bu kökten müştak olarak Allah'a tavsif için gelen isimler 900 kadar yerde zikredilir.
Alîm, İlm'den, ism-i fail olup “bilen,”bilici” anlamındadır. Allâmu'l-ğuyûb, Alîm'in “faal” kalıbı olup olmuş olacak herşeyi bilen, gökte ve yerde hiçbir şey kendisine gizli kalmayan manasına gelir. [502]
4. El-Azîz
el-Azîz, Yüce Allah'ın kudretiyle ilgili isimlerindendir. Şiddet, kuvvet, galebe, kahr gibi manaları içerir. “Azız, kendisi kahreden, fakat kahredilmeyen” demektir.[505] “Sakın, Allah'ı elçilerine verdiği sözden döner sanma; Çünkü Allah daima azizdir, ve öc alandır.” [506] “Ey Musa, gerçek şu ki ben, azîz, hüküm ve hikmet sahibi olan Allah'ım.” [507] gibi âyetler, el-Azîz isminin yer aldığı âyetlerdir.[508]
5. El-Azîm
6. El-Afuvv
Afuvv, mübalâğa ifade eden bir sıfattır. Kur'ân'da dört defa “Afuvv Gafur” bir defa da “Afuvv Kadîr” şeklinde yer alır. Bu isim “günahları mahvetmek” anlamını içerir. Dolayısıyla “Gafur” ismiyle yakınlık arzeder. Fakat Gafûr'dan, daha geniş anlamlıdır. [511]
7. El-Ahir
8. El-Basîr
Basîr sıfatı “gören, bilen, kendisine hiç bir şey gizli kalmayan, yapılanları tek tek zaptederek kaydeden” anlamını ihtiva eder. Yüce Allah Kur'ân-ı Kerim'de 44 âyette Basîr sıfatıyla tavsif edilir. [514]
9. El-Bâtın
10. El-Bâri
11. El-Berr
Berr sıfatı. Yüce Allah'ın kullarına karşı şefkatli, onlara karşı ihsanı bol, iyilikleri bütün mahlukata yaygın olduğunu ifade eder. [519]
12. Bedîu's-Semâvâti Ve'l-Ard
Allah'ın bütün kainatı, içindekilerle beraber yoktan yaratması anlamını ihtiva eden bu sıfat Kur'ân-ı Kerim'de iki yerde vârid olmuştur.[520]
13. Câmiu’n-Nâs
Câmiu'n-Nâas, Yüce Allah'ın kıyamet gününde insanları hesaba çekmek üzere toplayan, bir araya getiren olduğunu belirten sıfattır. Bu sıfat Kur'ân-ı Kerim'de iki âyette yer alır. a.g.e.,olmayan günde şüphesiz insanları toplayacak olan sensin” [521] “Doğrusu Allah münafıkların ve Kâfirlerin hepsini cehennemde toplayacak olandır.”[522]
14. El-Cebbâr
15. El-Evvel
Yüce Allah'ın bir vasfı olarak Evvel, bütün varlıklardan önce var olan, hiç bir varlığın kendisinden önce olmadığı zâta delâlet eder. Kur'ân-ı Kerim'de yalnız bir âyette vârid olan bu vasıf hadis-i şerifte şöyle dile getirilir. “Yüce Allah, her şeyden önce vardı. O, her şeyin yaratıcısıdır ve her şey son bulduktan sonra da O, varlığını sürdürecektir.”[525]
16. El-Ehad, El-Vâhid
“Ehad lafzı “bir” anlamında olan “Vâhid” sözcüğü yerine kullanılabiliyorsa da, esas itibariyle zatında hiç bir noksanlık, hiç bir adet (sayı) kabul etmeyen, hiç bir surette iki olma ihtimali olmayan, hakiki bir, hep bir, daima bir, kendisi dışında kendisi gibi benzerin bulunmasına imkân olmayan bir, yegane bir, celâl ve cemal bütün kemâl sıfatlarıyla varlık kendisinde olmakla uluhİyet kendisinin hakkı olan, yani hakkıyla ma'bud olan. yalnız kendisine ibadet edilmesi gereken, evvel ve âhir, ikincisi olmayan, tek bir vb. anlamlarda kullanılır. Vâhid ise, Allah dışında kalan tüm sahte ilâh, rabb ve mabudların nefyedilmesi, sadece Allah'ın bir olması, şeriki/ortağı olmaması bakımından bir olduğunu ifade eder. [526]
Kur'ân-ı Kerim'in yalnız bir âyetinde Ehad olan ismi zikredilir. “De ki: O Allah tek'tir.”[527]
Vâhid ismi ise Kur'ân'da 30 defa varid olmuştur. [528]
17. El-Ekrenı, El-Kerîm
el-Ekrem, Yüce Allah'ın kullarına sayılamayacak kadar çok nimetten ihsan etmesini ifade eden bir sıfattır. Bu sıfat ilk nazil olan Kur'ân ayetleri arasında yer alır: “Senin Rabb'in nihayetsiz kerem sahibidir.”[529] Daha sonra nazil olan âyetlerde “el-Kerîm” isminin geçtiğini görürüz. “Ey insan! Kerîm olan Rabb'ine karşı seni aldatan nedir? O ki seni yaratmış, sana şekil vermiş, senin yaradılışını düzgün kılıp denkleştirmiş ve istediği gibi seni bir araya getirmiştir.[530]
18. Ehlu't-Takvâ Ve Ehlu'l-Mağfire
Ehlu't-Takvâ ve Ehlu'l-Mağfire ismi şöyle izah edilmiştir: “Azabından çekinilip korunulacak, kendisi tarafından bağışlanılacak olan Allah'tır. Ondan çekinmeyen hiç bir şeyden çekinmez ve korunmaz. Allah'tan başka hiç kimse günahları affedemez.” “Ehlu't-Takva ve Ehlu'l-Mağfire” isminin geçtiği Müddessir suresinin son âyetini okuyan Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur. “Rabb'imiz şöyle buyurdu: Ben sakınılmaya lâyıkını. Öyleyse benimle beraber başka bir ilâh edinilmesin. Her kim benden sakınır da, benimle beraber başka bir ilâh edinmezse, ben onu mağrifete ehilim.”[531]
19. Fa-Âlun Li Mâ Yurîd
Yüce Allah dilediğini yapma gücüne sahiptir. İstediği şeyi yapmaktan O'nu alıkoyabilecek hiç bir güç yoktur.
“O yaptığından sorulmaz, ama onlar (yani o sahte tanrılar veya kullar) sorulurlar.”[532]
“Allah istediğini yapandır.”[533]
“Gökler ve yer durdukça orada sürekli kalacaklardır. Meğer Rabb'in çıkmalarını dilemiş olsun, çünkü Rabb'in istediğini yapandır.” [534]
20. El-Fettâh, Hayru'l-Fâtihîn
el-Fettâh “Adil, Hakîm” anlamını taşır. Mübalağa ifade eder. [535] Kur'ân-ı Kerim'de Alîm ismiyle birlikte yer alır. “De ki: Rabb'iniz sonunda hepinizi toplar, sonra aranızda hükmeder. O'dur Fettâh, Alîm.”[536] Yine Allah (cc) için “Hayru'l-Fâtihîn” ismi varid olmuştur: “Ey Rabb'imiz! Bizimle kavmimizin arasında sen gerçekle hükmet. Muhakkak ki sen hükmedenlerin en hayırlısısın.”[537]
21. Fâtıru's-Semâvâti Ve'l-Ard
Bu sıfat Allah'ın gökleri ve yeri yaratmasına delâlet eder. “Ey gökleri ve yeri yaratan! Sen dünyada ve Ahirette beni.m.” [538]
22. Fâliku'I-Habbi Ve'n-Nevâ
Yüce Allah'ın Fâliku'l-Habbi ve'n-Nevâ ismiyle tavsif edilmesinin nedeni, O'nun tohum ve çekirdekleri toprağın altında çürümekten ve bozulmaktan koruyarak, canlı bir şekilde yeryüzüne çıkarması, tohumlardan ekinler, çekirdeklerden de ağaçlar çıkarmasıdır.
“Daneleri ve çekirdekleri açan şüphesiz Allah'tır. O, ölüden diriyi çıkaran, diriden de ölüyü çıkarandır.”[539]
23. Fâliku’l-Îsbâh
Fâliku’l-İsbâh. beyazlığı karanlıktan ayıran, sabahın karanlığını aydınlatan [540] manasında bir isimdir,
“Karanlığı yarıp, sabahı ortaya çıkaran O'dur. Geceyi dinlenme zamanı, güneş ve ayrı birer hesap (ölçüsü) yapmıştır. Bu, o üstün ve bilen Allah'ın takdiridir.”[541]
24. Gâlib Alâ Emrihî
Gâlib Alâ Emrihî sıfatı gereği Allah, “Yaratılanlar isteseler de istemeseler de, onlar hakkında irade ettiği şeyi gerçekleştirir.” “Allah, emrini yerine getirmeye kadirdir. Fakat insanların çoğu bunu bilmezler.”[542]
25. El-Ganiyy
Ğaniyy, ismi Kur'ân-ı Kerim'in bazı âyetlerinde münferid olarak, bir çok âyette de “Ganiyy Hamid” terkibiyle vârid olmuştur. [543] İsim, “Allah'ın kendisinde mevcut ve mâlik bulunduğu şeylerle kemal sahibi bulunması, başkalarına muhtaç olmaması” anlamını ihtiva eder. “Allah ganîdir, siz ise fakirsiniz.”[544]
26. El-Ğafûr, El-Ğaffâr, Ğâfiru'z-Zenb, Hayru'l-Gâfir”n, Zû Mağfire, Vâsiul-Mağfire
Ğafür ve Gaffar isimleri genel olarak “Allah'ın kulların günahlarını örtmesi, suçlarım bağışlaması ve günahkâr olan suçluları ahirette cezalandırmaktan vazgeçmesi” anlamını ihtiva eder.[545]
Ğâfiru'z-Zenb: Günahları bağışlayan demektir. Yalnız bir Kur'ân âyetine konu olmuştur.
Hayru'l-Gâfirin: Bağışlayanların en hayırlısı anlamındadır. Kur'ân'da bir ayette geçer.[546]
Zû Mağfire: Mağfiret sahibi anlamına gelir. Bu isim iki ayette yer alır. [547]
Vâsiu'l-Mağfire: Bağışlaması geniş olan demektir. Yalnız bir âyette geçer.[548]
27. El-Hâlık, El-Hallâk, Ahsenu'l-Hâlikin
Kur'ân, Yüce Allah'ın Halk (yaratma) fiili üzerinde çok çeşitli boyutlarıyla durmuş, bu kök çok fazla kullanılmıştır.
“İşte Rabb'iniz olan Allah budur. O'ndan başka ilâh yoktur. (O), her şeyin yaratanıdır. Öyleyse O'na ibadet edin.” [549]
“Hallâk” ismi mübalâğa ifade eder, devamlı olarak ve mükemmel bir şekilde yaratan manasına gelir.
“Ahsenu'l-Hâlikîn”, yaratanların en güzeli demektir: “Yaratanların en güzeli olan Allah ne yücedir.”[550]
28. El-Habir
Habir, “hiç bir şey kendisine gizli kalmayacak derecede bilgi sahibi, kendisinden gizli hiç bir haber saklanamayan, mülkünde gizli açık olup biten herşeyden, hareket edebilen en küçük zerreden bile haberdar olan, amellerimizin bütün haberlerini veya işlerimizin gizliliklerini bilen demektir. [551] Habir ismi Kur'ân'da 45 âyette geçer.
“Allah (kıyamet) saatinin ne zaman geleceği hakkındaki bilgi, O'nun yanındadır. Yağmuru O yağdırır, rahimlerde olanı bilir. Hiç kimse yarın ne kazanacağını bilemez ve hiç kimse hangi yerde öleceğini de bilemez. Herşeyi bilen, her şeyden haberi olan yalnız Allah'tır.”[552]
29. El-Hamîd
Kur'ân-ı Kerim'de “Hamîd” ismi mutlak anlamda Allah (cc) için kullanılmıştır. Hanide lâyık olan yalnızca O'dur. Bu isim 40'tan fazla yerde Yüce Allah hakkında vârid olmuştur.
“Hamd” hamdolunan demektir. [553] “Uhdud Ashabının cam çıksın. O yakıt doldurup tutuşturulmuş (hendeğin adamları). Onlar o ateş hendeğinin başında oturmuşlardı. Ve onlar (müminlere) yaptıklarını seyrediyorlardı. Müminler sırf Azîz ve Hamîd olan Allah'a inandıkları için (o zalimler) onlardan öç aldılar.”[554]
30. El-Hâkim, El-Hakem, Ahkemu'I-Hâkimîn, Hayru’l-Hâkimîn
Kur'ân-ı Kerim'de önemli bir yer işgal eden HKM maddesi, kök olarak toplam 250 defa kullanılmıştır.
Hayru'l-Hâkimin, “hâkimlerin en hayırlısı” demektir. Kur'ân'ın üç yerinde Yüce Allah kendisini bu sıfatla nitelemiştir.[557]
el-Hakem, hükmü elinde tutan, düzensizliği ve bozukluğu ortadan kaldıran, demektir. “Allah size mufassalan kitap indirmişken ben Allah'tan başka hakem mi ararım.”[558]
31. El-Hâdî
Yüce Allah'ın bir sıfatı olarak Hadi Kullarına kendini tanıma yollarını gösterip, bildiren, bu tanıma yollarını Rubûbiyetini ikrar edici deliller olarak sunan, varlığını sürdürebilmesi konusunda her mahlûku gerekli cihetlere yönelten anlamını taşır. Allah bu sıfatıyla kullarına kurtuluş yollarını gösterip açıklar. Yine bu sıfatıyla kullarından dilediğini hidayete eriştirir.
32. El-Hayy
Bu sıfatın açıklaması, her zaman var olan, hayat sahibi olmakla nitelenen, hayatı yokluktan sonra çıkmamış olan, hayatta sonra kendisinde ölüm arız olmayan ve bu konuda diğer canlılara asla benzemeyen şeklinde yapılmıştır.“Yüzler Hayy ve Kayyum'a boyun eğmiştir.” [561] “O'dur Hayy, yoktur O'ndan başka ilâh.”[562]
33. El-Hafiyy
Hafiyy sıfatı, Yüce Allah'ın iyilik sahibi; hayn bol olduğuna delâlet eder.[563]
34. El-Halîm
Kullarını kendisine isyan eder gördüğü halde, onlara hilm ile muamele eden, küfürden dönmeleri için fırsat tanıyan, sonra da onlara bağışlama müjdesi veren Yüce Allah Halım sıfatının sahibidir.[564]
35. El-Hakk
Yüce Allah'ın bir sıfatı olarak Hakk, varlığının itiraf edilmesi zorunlu olan, inkârı mümkün olmayan anlamındadır.
Bir çok âyette zikredilen Hakk sıfatı, bir Hadis-i Şerifte şu şekilde yer alır: “Allahım! Sensin hakk, vadin de hak, sözün de hakk, sana kavuşmak da hakk'dır. Cennet, Cehennem ve kıyamet de hakk'dır.”[565]
36. El-Hâfız, El-Hafiz
Hafız sıfatı, hiç bir şey kendisine gizli olmayan, iyi veya kötü olarak kullarının yaptıkları herşeyi muhafaza eden, kuvvet ve kudretiyle gökleri ve yeri koruyan, kullarını belâ ve musîbetler karşısında kollayan, insanların söz ve davranışlarını tesbit eden, insanların niyetlerini ve kalblerindeki gizlediklerini bilebilen, sevdiği kullarım zalimlerin şerrinden, şeytanların dürtmesinden koruyan manalarını ihtiva eder.
el-Hafîz sıfatı da üç Kur'ân âyetine konu olmuştur.[566]
37. Hayru'l-Fâsilîn
38. El-Hâsib
Hâsib, Allah'ın, kullarının ancak hesab ile bilebileceği şeyleri, hiç bir hesaba ihtiyaç duymadan bilmesi olarak tanımlanır. [569]
39. İlâh
Kur'ân-ı Kerim'de Allah'ın ilâhlığı üzerinde durulurken özellikle O'nun “tek ilâh” olması hususuna önem verilmiş, böylece sahte ilâhların reddedilmesi gündeme getirilmiştir.
“Allah ile beraber hiç bir ilâh edinip tapma, O'ndan başka hiç bir ilâh yoktur.”[570]
40. El-Kâdir, El-Muktedir, El-Kadîr
el-Kâdir, hiç bir şeyin Yüce Allah'ı âciz bırakamayacağı anlamına gelir. Dilediği her şey O'nun istediği şekilde meydana gelir. “Dediler ki, “O'na Rabb'inden bir mucize indirilmeli değil miydi?” “De ki; Şüphesiz Allah bir mucize indirmeye kâdirdir, fakat çokları bilmezler.”[571]
41. El-Karîb
Karîb ismi, Yüce Allah'ın kullarına yakın olduğunu, onlardan uzak olmadığını, kulun hiç bir halinin Allah'a gizli kalmadığını, yöneldiği zaman kulun duasına karşılık verdiğini belirtir. Kur'ân-ı Kerim'de nitekim, “Ey Muhammed! Kullarım sana beni sorarlarsa bilsinler ki; ben şüphesiz karîb (yakın)ım. Benden isteyenin duasını kabul ederim.” [574] buyurur. [575]
42. El-Kahhâr, El-Kâhir
Yüce Allah, hâkimiyet ve kudretle kullarına galebe edip, onları istediği yöne dilediği şekilde yöneltir. Bu kahhâr sıfatının bir tezahürüdür. el-Kâhir ismi ise daha ziyade düşmanlarını kahreden, onların belini kıran, onları öldürerek kahreden anlamına gelir.”[576] Bu vasıf Kur'ân-ı Kerim'de iki yerde geçer.[577]
43. El-Kebir
Kur'ân-ı Kerim'de altı âyette Allah'ın stfatı olarak geçen el-Kebir “yüceliği yanında her büyüğün küçük kaldığı mutlak büyük” anlamındadır. Bir âyet-i kerimede şöyle geçer; “Eğer size itaat ederlerse artık onların aleyhine başka bir yol aramayın, çünkü Allah yücedir, büyüktür.”[578]
44. El-Kâfî
Ulûhiyette ortağı olmadığı için bütün yeterlilikler yalnız Allah için geçerlidir. “el-Kâfi” sıfat olarak Kur'ân-ı Kerim'de bir âyette Allah hakkında zikrolunmuştur: “Allah kuluna kâfi değil midir.”[579]
45. Kâbilut-Tevb
46. El- Kuddûs
47. El-Kaviyy, Zu'l-Kuvve
48. El-Latîf
Latif sıfatı, Kur'ân'da yedi yerde Allah'ın vasfı olarak karşımıza çıkar. Bu âyetlerden genel olarak lâtîf sıfatının iki anlamda kullanıldığı anlaşılmaktadır.
Birincisi; Allah'ın yaratıklarına rızık vermesi ve onlara sınırsız ihsanda bulunması: “Allah kullarına lûtûfkârdır, dilediğini rızıklandırır. O kuvvetlidir. Gâlib'dir.”[586]
İkincisi; Allah'ın bütün işlerin gizliliklerine vâkıf olması: “Lokman öğütlerine devam ederek dedi ki: “Yavrucuğum, (yaptığın iyilik ve kötülük) hardal tanesi ağırlığınca birşey de olsa, bir kayanın içinde, göklerde veya yerde bulunsa Allah mutlaka onu getirir. Çünkü Allah lâtiftir, haber alandır.”[587]
49. Mâliki Yevmi'd-Dîn, Melik, El-Melik, Mâliku'l-Mûlk
“Din gününün mâliki” [588] olmak yüce Allah'ın vasıflarından biridir. Kur'ân-ı Kerim “meliklik” sıfatını gerçek ve mutlak olarak hem bu dünyada hem de âhirette Allah'a tahsis etmiştir.
“O gün onlar, ortaya çıkarlar. Onlardan hiçbirşey Allah'a gizli kalmaz. (Ve sorarlar onlara): “Bugün mülk kimindir? O tek ve Kahhâr olan Allah'ın!” [589]
50. El-Mecîd
51. El-Muhîd
Muhîd, yüce Allah'ın, kudret ve ilimle ihata eden, çepe çevre kuşatan bir zat olduğuna delâlet eder: “(Allah), onların yanında bulunan, her şeyi (bilgisiyle) kuşatmıştır, herşeyi tek tek saymıştır.”[592]
52. El-Mucîb
Allah'ın bir sıfatı olarak Mucîb, O'nun isteyenlerin isteklerini, dua edenlerin dualarını, kabul etmesi, sıkıntı ve darda kalanların imdadına yetişmesi, kendisinden istekte bulunmadan dahi sayısız nimetler vermesi demektir.
“Kullarım sana beni sorarlarsa, (iyi bilsinler ki) Ben şüphesiz onlara çok yakınım. Benden isteyenin, dua ettiğinde duasını kabul ederim.”[593]
53. El-Müsteân
Mûsteân sıfatı, yüce Allah'ın “kendisinden yardım istenilen” olduğunu ifade eder. Kur'ân kendisinden yardım istenecek gerçek merciin Allah olduğunu vurgular: “Allah'tan yardım isteyıniz.” [594]
54. Muhyi'l-Mevtâ
Yüce Allah'ın bu sıfatı, ölüleri dirilten anlamına gelir» “Şimdi, bak Allah'ın rahmet eserlerine: Yeryüzünü ölümünden sonra nasıl diriltiyor? Ölüleri diriltecek olan da odur. O, herşeye hakkıyla kadirdir.”[595]
55. Munzir
56. Mursil
Bu vasıf, yüce Allah'ın zaman zaman insanlara peygamberler göndererek onları uyarmasını ifade eder. [598]
57. Mûsi
Rızıkları, mülkü, nimetleri genişleten gibi manaları ihtiva eden mûsi sıfatı Kur'ân-ı Kerim'de yalnızca bir âyette geçer: “Göğü kuvvetle biz bina ettik. Biz geniş bir kuvvet ve kudret sahibiyiz.” [599]
58. El-Metîn
59. El-Mukîd
Kur'ân'ın yalnız bir âyetinde Mukîd ismi yüce Allah'ı tavsif eder: “Kim iyi bir işe aracılık ederse, onun da o işten bir nasibi olur. Kim kötü bir işe aracılık ederse, onun da ondan bir payı olur. Allah herşeyin karşılığını vericidir.”[602]
60. El-Mümin
El-Mümin sıfatının içeriği konusunda şu görüşler ileri sürülmüştür: Mümin, yüce Allah'ın yaratıklarını zulümden emin kılmasıdır. [603] Veya Mümin, kıyamet gününde kullarını haksız yere ceza görmekten emin kılandır. Başka bir görüşe göre de; kendisini tevhid eden birleyendir şeklinde açıklanmıştır. Mümin sıfatı Haşr süresinin 23. âyetinde vârid olmuştur. [604]
61. El-Mhuheymin
Sözkonusu sıfat İki Kur'ân âyetine konu olmuştur.[607]
62. El-Mûtekebbir
63. El-Musavyir
64. El-Mubîn
65. Nûru's-Semâvâti Ve'l-Ard
66. En-Nasîr, Hayru'n-Nâsırîn
Nasır yardım eden veya destekleyen, arka çıkan manasını ihtiva eder. “Allah'a sarılın, o sizin mevlânızdır. O ne güzel Mevlâ, ne güzel yardım edendir.”[618]
67. Rabb, Rabbu'l-Alemin
“Rabb” kavramı, Allah lâfza-i celâlinden sonra, mutlak olarak Allah için, Kur'ân'da en çok kullanılan kelimedir ve bu manada 970 kere vârid olmuştur.
“De ki: “Kim o yedi göğün Rabb'i ve o büyük arşın sahibi” [621]
68. Er-Rauf
Rauf sıfatı, aşırı merhamet ve şefkat anlamını ihtiva eder. Kur'ân'da genellikle Rahim sıfatıyla birlikte zikredilir.[624]
69. Er-Rahmân, Er-Rahîm
er-Rahmân, Yüce Allah'ın bütün yaratılmışlara nzık, yaşama vesileleri ve her türlü faydalar hususunda rahmetinin yayılmış olduğuna işaret eden bir sıfattır. Rahmeti, mümin kafir, iyi kötü ayrımı yapmaksızın herkesi kapsar. er-Râhim de, ne kadar bazı farklar olsa dahi aynı manaya gelir.[625]
Aynı sıfat “Erhamu'r-Râhimin”, Hayru'r-Râhimin, Zu'r-Rahme, Zû Rahme Vâsia” kalıplarıyla da vârid olmuştur.[628]
70. Refîu'd-Derecât
71. Er-Rakîb
72. Es-Selâm
73. Sâdık
74. Es-Samed
75. Eş-Şehîd
“Ne işte bulunsan, Kur'ân'dan ne okusan ve siz ne iş yapsanız mutlaka biz içine daldığınız an üzerinizde şahidiz. “Her yaptığınızı görürüz. Ne yerde, ne gökte zerre kadar bir şey, Rabb'inin bilgisinden kaçmaz. Ne bundan küçük, ne de büyük hiçbirşey yoktur ki, hepsi apaçık bir kitapta olmasın” [643] âyetinde şehîd ismi kapsamlı olarak verilmiştir. [644]
76. Eş-Şekûr, Eş-Şâkir
Yüce Allah, kullarını bağışlayan, yaptıkları amellerin karşılığını veren, onları övendir. “Eğer Allah'a bir ödünç verirseniz, onu sizin için kat kat yapar ve günahlarınızı örter, Allah şekûr, halîm'dir.”[645]
77. Şedidû'l-İkâb
Şedidû'l-İkâb, cezası şiddetli olan demektir. Bu vasıf Kur'ân-ı Kerim'de 14 yerde varid olmuştur.
78. Et-Tevvâb
79. El-Vekîl
Vekîl, Yüce Allah'ın bir sıfatı olarak herşeyi evirip-çeviren, kendisine hiçbirşeyin bilgisi gizli olmayan, hiçbirşeyi korumak ve idare etmek kendisine ağır gelmeyen, bilhassa yaratıkları üzerinde koruyucu ve gözetici oian, hepsini rıziklandıran gibi nitelikleri içerir. [652]
80. El-Velî, El-Mevlâ, El-Vâlî
el-Mevlâ ismi Kur'ân'da Velî ile aynı anlamda kullanılmıştır. “Allah iman edenlerin Mevlâsıdır. Kafirlerin ise Mevlası yoktur.[656]
81. El-Vâris, Hayru'l-Vârisin
Hayrul-Vârisin, vârislerin en hayırlısı anlamına gelir. Kur'ân-ı Kerim'de Hz. Zekeriyya'nın bir duasında geçmektedir.[659]
82. El-Vahhâb
Allah (cc)'ın karşılıksız olarak insanlara lütuf ve ihsanda bulunduğunu, nimetler verdiğini ifade eden bir sıfatıdır, Vehhâb. Bu sıfat üç âyette Yüce Allah'ı nitelemektedir. [660]
83. El-Vedûd
Yüce Allah'ın bu ismi şu manaları ihtiva eder: el-Vedûd, Allah (cc) ile müminler arasındaki karşılıklı muhabbeti belirtir. Yine Allah (cc) bu sıfatla kendisine yönelip tevbe edene sevgi besler.[661]
84. Zu'n-Tikâm, Muntakimûn
Yüce Allah, kullarını hakettikleri oranda cezalandırır. Bu aynı zamanda O'nun Azız sıfatının da tezahürüdür. Nitekim, Kur'ân'da zü'ntikâm sıfatı dört âyette Azîz ismiyle terkip halinde zikredilmiştir. [664] Muntakimûn da, cezalandıran, intikam alan anlamına gelir: “Biz mücrimlerden intikam alıcılarız.”[665]
85. Zu’l -Fadl
Allah (cc)'ın bir sıfatı olarak zu'l-fadl, O'nun yaratıklarından sevip istediğine lütuf ve ihsanda bulunmasını ifade eder.
“...Allah'ın insanları birbirleriyle savması olmasaydı, şüphesiz yeryüzünün düzen ve dengesi bozulurdu. Ancak Allah âlemlere karşı lütûfkardır.” [666]
“...Allah rahmetini dilediğine tahsis eder. Allah, büyük lütuf ve ihsan sahibidir.” [667]
86. Zi'1-Meâric
Yücelik ve nimetler sahibi olmak, büyük lütuf sahibi olmak, ruhların ve işlerin kendisine yükseltildiği zat olmak gibi manalara [668] geldiği ifade edilen Zi'1-Meâric sıfatı yalnızca bir âyette geçer.
“Yükselme derecelerinin sahibi Allah'tır.”[669]
87. Zü'l-Arş
88. Ez-Zâhir
Yüce Allah fiilleriyle apaçık aşikârdır. Varlığına ve birliğine delâlet eden delilleriyle de aşikârdır. Yine delilleriyle rubûbiyeti de açıktır. Kudretiyle herşeyin üzerindedir. İşte ez-Zâhir sıfatı bu gibi manaları ihtiva eder. Kur'ân-ı Kerim'de “O ilktir, sondur, zahirdir, bâtındır. O herşeyi bilendir.” [672] âyetinde vârid olmuştur. [673]
B. Kitaplara İman
İnsanda doğuştan iman etme kabiliyeti vardır. İçinden gelen psikolojik ve dışardan tesir eden sosyolojik motivler onu iman objesiyle ilgi ve temas kurmaya sevkeder.
Kur'ân öğretilerine göre kişi iman objesiyle (iman edilecek varlık ve esaslar) doğrudan değii, ancak dolaylı olarak ilişki kurma imkanı bulabilir. Bu durumda inanılacak olan objeyle ilişki kurmak için vasıtaya Kur'ân'ın ifadesiyle peygambere ve onun getirdiği vahiylere ihtiyaç vardır. Peygamberin getirdiği vahiylerin kaynağı ise Yüce Allah'tır.
Kur'ân'ın öngördüğü iman olayı sadece aşkın bir ilâhın var olduğunu kabulden ibaret değildir. Allah'ın bildirmek istediği esasları elçi aracılığıyla göndermesine (inzal olayına) vahiy mahsulü sözkonusu esaslara da iman etmedikçe iman gerçekleşmiş olmaz.
“De ki; biz Allah'a, bize indirilene, İbrahim, İsmail. İs-hak, Yakub ve Yakub oğullarına indirilenlere iman ettik.”[683]
Bu âyette Kur'ân'ın vahiy ürünü sahİfelerin, Tevrat ve İncil'in, kısacası Allah tarafından indirilen bütün kitapların müminler tarafından tasdik edildiği, inkâr edilmediği belirtiliyor.” [684] Peygamberlerin hepsine gelen vahiyler tasdik ediliyor. Bazısını doğrulama, bazısını yalanlama gibi bir ayrıma gidilmiyor.” [685] Peygamber ayrımı yapmaksızın, vahiy mahsulü bütün ilâhî mesajlara ve bu iletişimin gerçekleştiği inzal olayına inanmak ve tasdik etmekle iman olayı gerçekleşir. [686]
1. Kitaplara İmanın Tesirleri
İlâhî kaynaklı bir kitaba inanıyor, ilâhî bir kitaba muhatap bulunuyor olmanın insanın iç dünyasında özellikle de imanında önemli tesirleri görülür.
“De ki, onu Mukaddes Ruh, iman edenlere sebat vermek, müslümanları doğru yola iletmek ve onlara müjde vermek için, Rabb'in katından hak olarak indirdi.” [690]
İnsan iman ettikten sonra imanında'devamlılık sağlayabilmesi için imanı güçlendirici, yenileyici unsurlara ihtiyaç duyar. Allah'ın ketâmıyla muhatap bulunduğu bilincini ve hissini taşımak var olan inanca daha bir güç katar. Ayrıca imanda itminan arayışı vardır. Kitaplara iman bu arayışa da karşılık verici özelliğe sahiptir.
Genel manada insanın kalbinde yer etmiş imanın, söz ve davranış halinde dışarıya yansıdığı bir gerçektir. Fakat bu durumda tutum ve davranışların ölçüsü ne olacak, iyi ve kötü davranış neye göre belirlenecek sorusu akla geliyor. Her ne kadar insan hayrı ve şerri ayırabilecek bir melekeye sahip bulunuyorsa da bunun tek başına yeterli olmadığı bilinen bir gerçektir. İşte davranışlarda iyi ve kötüyü, ölçüyü belirlemede başvurulacak en sağlıklı kaynak vahiydir. Vahye iman edip doğrulayan İnsan ondaki, davranışların ölçüsünü, amellerin iyisini kötüsünü belirleyen esaslaria davranışlarını şekillendirir. Bu bağlamda müminin davranışlarında vahye dayalı esasların tesiri hakimdir. Hem fert planında hem de toplum bazında, inananların vahye uygun olarak davranmak ve yaşamak zorunluluğu vardır.
Vahyi kabul etmek, tasdik etmek, koşulsuz olarak itaati zorunlu kılar. Aslında insan kalben neye inanıyor, neyi benimsiyorsa davranışlarında da onun tesiri görülür. Vahye iman edenin davranışında da vahyin tesiri... [695]
2. Vahiy Karşısında İnkarcılar
Kur'ân-ı Kerim'de müşriklerin vahyi kabul etmemek ve inkâr etmek için birtakım itirazlar ileri sürdüklerini, daha doğrusu bahaneler aradıkları anlatılır.
“İnkar edenler, Kur'ân ona topluca indirilmeli değil miydi dediler.” [696] “ Bu altında fayda bulunmayan gereksiz bir itirazdır.”[697] Müşriklerin itiraz etmeleri ve karşı çıkmaları zaten haktan saptıklarının, uzaklaştıklarının delilidir.[698] Müşrikler Kur'ân'ın nazil oluşu karşısındaki tutumlarını “İnanmıyoruz, reddediyoruz” diyerek kapatıp sona erdirebilirlerdi. Fakat Kur'ân'ı inkâr ve reddetmelerin geçerli ve haklı, mantıklı bir sebebini ortaya koyamıyorlardı. Bu durumda tek çıkar yol kalıyordu o da bahane bulmak, savunma mekanizması geliştirmek.
“Kur'ân ona topluca indirilmeli değil miydi?”, “Bu Kur'ân iki şehirden bir büyük adama indirilse olmaz mıydı?” [699] gibi bahaneler ileri sürdüler. Aslında dedikleri ve istedikleri şekilde olsa yine inanacak değillerdi. Maksatları, inkârlarına mantıklı bir gerekçe bulamamanın verdiği sıkıntıyı telâfi etmekti. Bunu da meseleyi başka mecraya çekerek, gereksiz itirazlar ileri sürerek, boş isteklerde bulunarak ödünleme yoluna gittiler. Gaye vahyi kabul etmemek olunca bahaneler bulmak çok zor olmuyor.
Vahyi inkâr edenlerin takındığı bu tavır psikolojide bahane bulma, akla uydurma, mantığa bürünme (Rationalization) gibi ifadelerle anlatılır. İnsan kimi kez gerçeklerin verdiği kaygıdan, yalın ve yüzeysel mantık oyunlarıyla kaçmaya çalışır.”[700] Bahaneler bulur, yaptığı bir şey için gerçek nedenden başka bir neden gösterir.”'[701] Aynı şekilde müşrikler de yaptıkları şey için gerçek neden bulamayınca, yalın ve yüzeysel mantık oyunuyla kaçmaya çalışmışlardır.
Yüce Allah'ın elçileri aracılığıyla insanları hidayete sevketmek için kitap gönderdiği gerçeğini inkâr etmeye götüren motivler, aynı zamanda genel inkâr motivleridir. Fakat Kur'ân'da ayrıca İlâhi kitabları ve inzal olayını inkâra sebep olan psikolojik ve sosyolojik motivlerden söz edilir.
“Kullarından dilediğine, Allah'ın lütuf ve ihsanından göndermesini kıskandıkları için Allah'ın indirdiklerini inkâr edip kendi canlarına karşılık satın aldıkları şey ve o sebeple de önceden gelmiş bir lanet üstüne gazaba uğramaları ne kötü.” [702] “Onlara Allah'ın indirdiğine uyun denildiği zaman onlar, hayır biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye uyarız derler.”[703]
Genel inkâr motivlerinde olduğu gibi kıskançlık türünden psikolojik motivlerin, geleneklere bağlılık tarzındaki sosyoloik motivlerin tesiriyle vahiy olgusunun, inzal gerçeğinin inkâr edildiğini görüyoruz. [704]
3. Vahiy Tecrübesi
Yüce Allah'ın kullarından seçtiği kimselere beşerin alışık olmadığı gizli bir yolla hidayet ve bilgi türünden bildirmek istediği her şeyi bildirmesine vahiy denir.[705] Vahiy insan psikolojisine hakim kanunlarla izahı mümkün olmayan bir hakikattir. Bir dinî tecrübe olarak vahiy anlaşılması güç bir tecrübedir. Aşkın varlık Yüce Allah ile zaman-mekan sürecine bağlt olan peygamber arasındaki ilişkiyi açıklamak insan aklının sınırlarını zorlamak demektir. Vahyin niceliği ve nasıllığı Allah (cc) ile peygamber arasında kalmış bir sır olduğundan, insanın bütünüyle bu sırrı anlayabilmesi mümkün değildir.
Bununla birlikte Yüce Allah gerektiği kadarıyla insanları vahiy konusunda bilgilendirmeyi dilemiştir. Hem inkâr edenlere bir karşılık, hem de iman edenlerin yakînini artırma kabilinden vahye dair bazı ipuçları vermiştir.
“Allah bir insanla ancak vahiy yoluyla veya perde arkasından konuşur, yahut bir elçi gönderip izniyle ona dilediğini vahyeder. O, Yücedir, Hakim'dir.”[706] Ayette “Vahiy” ile gizli kelam” [707] ilkâ, ilham, kalbe doğmak ve rüya kastedilmektedir.[708] “Perde arkasından konuşma” şeklindeki vahiyde konuşan şahıs görülmemekte, ses işitilmektedir.” [709] Musa (as)'nın Allah'ın kelâmını duyması örneğinde olduğu gibi... [710] Vahyin bir diğer geliş şekli ise meleğin elçi olarak vahiy getirmesidir.[711]
“Battığı zaman andolsun yıldıza ki, arkadaşınız sapmadı ve batıla inanmadı; o kötü arzularına göre konuşmaz. Onun konuşması kendisine vahyedilenden başkası değildir. Çünkü O'nu kuvvetlinin kuvvetlisi Cebrail öğretti ki o, aklında ve davranışında kamil bir melektir. Hemen aslî suretine girip doğruldu. İşte o zaman, kendisi en yüce bir ufukta idi. Sonra O'na yaklaştı ve sarktı. İki yay kadar yahut daha yakın oldu. Allah, vahyettiği şeyi bunun üzerine vahyetti. Gözleriyle gördüğünü kalbi yalanlamadı.” [712] Yani Kur'ân'ı Hz. Muhammed kendiliğinden uydurmamıştır. O'na Allah tarafından vahyolunmuştur. O'na vahyin ulaşmasında aracılık eden herhangi birisi değil, üstün bir varlık olan melektir. Ve Peygamber (sav) Allah'tan vahiy getirenin Cebrail olduğu konusunda asla şüphe duymamıştır. Kendisinden o kadar emindi ki, yanlış bir şey görmediğine inanmıştı.[713]
“De ki: Cebrail'e kim düşman ise şunu iyi bilsin ki Allah'ın izniyle Kur'ân'ı senin kalbine bir hidayet rehberi, Önce gelen kitapları doğrulayıcı ve müminler için de müjdeci olarak indirmiştir.” [714] Cebrail, getirmiş olduğu vahiyleri peygamberin kalbine indirmiş yani şuur ve anlayışına sunmuştur.[715]
Ayetler ışığında Hz. Peygamber'in yaşadığı vahiy tecrübesi hakkında ortaya çıkan hususlar şunlardır: Peygamberimiz, kalbinde ve şuurunda bir takım bilgilerin varlığının farkındaydı. Bu bilgiler onun kendi duygu ve düşüncelerinin ürünü değildi.
O, bu bilgilerin Cebrail tarafından kalbine indirildiğine inanıyordu. Yani bu bilgiler dışardan geliyordu. Bu bilgileri gönderen Yüce Allah'tır. Ve peygamberimiz kalbine gelen bu bilgilere olumlu karşılık vermişti. İşte Peygamber (sav)'in yaşadığı vahiy tecrübesinin mahiyeti hakkında insan bilgisine sunulan hususlar bu çerçeve içerisinde bilinebilmektedir. Vahyin niteliğine dair bunun ötesindeki hususlar Allah ile Peygamberi arasında bir sırdır. [716]
C. Peygambere İman
Kur'ân üzerine bina edilen İslâm dininde peygamberlik ve peygamberlere inanmak iman esaslarmdandır. Fark gözetmeksizin bu peygamberlerin hepsinin Allah tarafından gönderildiğine ve getirdikleri hakikatlere inanırız. Yüce Allah peygamberliğe kimlerin lâyık olduğunu bilir ve bu rütbeyi layık olanlara verir.
“Yüzlerinizi doğudan ve batıdan yana çevirmeniz iyi olmak değildir. Lakin iyi olan, Allah'a ahiret gününe, meleklere, kitaba, peygamberlere inanandır.”[717]
“Allah'a, bize indirilene, İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a, Yakub'a ve torunlarına indirilene, Rableri tarafından Musa, İsa ve peygamberlere verilene inandık onları birbirinden ayırdetme-yiz, biz O'na teslim olanlardanız de.”[718]
“Ey inananlar! Allah'a, peygamberine, peygamberine indirdiği kitaba ve daha önce indirmiş olduğu Kitaba inanın. Kimi Allah'ın meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve âhiret gününü inkâr ederse o, şüphesiz derin bir sapıklığa sapmıştır.” [719]
“Ey müminler! Deyin ki, “Biz Allah'a bize indirilene, İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a, Yakub'a ve torunlarına indirilenlere iman ettik. Onlardan hiçbirini diğerinden ayırdetmeyiz. Biz Allah'a teslim olmuşuz.”[720]
“O Peygamber de kendisine Rabb'inden indirilene iman etti, müminler de. Onlardan herbiri, Allah'a, onun meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine inandı. Ve dediler ki: Allah'ın peygamberlerinden hiçbirisini diğerlerinden ayırmayız.” [721]
Yapılan her işin ve söylenen her sözün arkasında bir gaye, aramak esastır. “Peygamberler göndermek” gibi çok önemli ve kutsal iradenin ardında da elbette yüce hedefler, büyük gayeler gözetilmiştir. Bu hedef ve gayeler arasında konumuz açısından önem arzeden iki meseleye değineceğiz.
Birincisi, İnsanın eğitilebilirliği açısından Peygamberlere iman, ikincisi de, kişilik psikolojisi açısından Peygamberlere iman meselesidir. [722]
1. İnsanın Eğitilebilirliği Açısından Peygamberlere İman
Kant, “Hayvanları içgüdüleri idare eder, halbuki cemiyet hayatı içinde yaşamak zorunda olan insanların eğitilmeye ihtiyaçları vardır.”[723] der. Hayvanlarla ortak özellikleri olmakla birlikte insan, pek çok yönden farklıdır. Hayvanlar kendilerine özgü birtakım özelliklerle donatılmışlardır. Dışarıdan herhangi bir idareciye, eğiticiye, yol göstericiye ihtiyaçları yok gibidir [724] Oysa insan yavrusu bir çok davranışları yapabilme kabiliyetinden yoksun bir halde dünyaya gelir. Yürüyemez, konuşamaz vs. yardıma muhtaç bir durumdadır. Ve bu nedenle çok şey öğrenmek zorundadır. İnsanın fiziki, ruhî ve sosyal ihtiyaçlarının çok yönlülüğü ve sınırsızlığı da göz önünde bulundurulursa, bir insan yavrusunun ne derece acz içerisinde olduğu anlaşılır.
İnsan eğitime muhtaç bir vaziyette yaratıldığı gibi, kendisine yönelen herşeyi almaya hazır, kalbi her türlü nakış ve şekilden arınmış, saf bir cevherdir. Nitekim, Kur'ân-ı Kerim'de, “Allah sizi annenizin karnından hiç bir şey bilmezler olarak yarattı”[725] buyrulmuştur. Doğduklarında bir hayvan yavrusundan daha cahil ve muhtaç halde olan insan [726] bilgisizlik konusunda tıpkı cansız varlıklar gibidir. [727] İnsanın elde ettiği bilgiler ise, Yüce Allah'ın kendisine ihsan ettiği öğrenme kabiliyetinin eseridir.
İşte bu nedenlerden dolayı insan dışarıdan yönlendirilmeye muhtaçtır. Ve peygamberlerin gönderilmesi düşüncesindeki dayanaklardan biri de bu ihtiyaçtır. Çünkü insan taşımış olduğu olağanüstü yeteneklerinden habersiz, taşıdığı özellikler ve değerler konusunda bilgisizdir. Kendisinde nelerin olduğunu bilememekte ve onlardan gerektiği şekilde yararlanamamaktadır. Bu yüzden kendisini harekete geçirecek, yol gösterecek kontrol ederek, iç ve dış baskıların etkisinden kurtaracak, maddi ve mânevi potansiyellerini örgütleyecek ve gerekli enerjiyi verecek rehbere ihtiyaç vardır. [728] “Onlar ki, yanlarında Tevrat ve İncil'de yazılı buldukları o elçiye, o ümmi peygambere uyarlar. O (Peygamber) ki kendilerine iyiliği emreder, kendilerini kötülükten meneder; onlara güzel temiz şeyleri helal, çirkin şeyleri haram kılar, üzerlerindeki ağırlıkları, sırtlarmdaki zincirleri kaldırıp atar.”[729]
Peygamberlerin görevlerinin başında, insanın eğitilebilir potansiyellerinden biri olan fıtratı yani inanma kabiliyetini uyarmak ve bu fitrî ihtiyacına cevap vermek, gerçek bir karşılık önermektedir. Kendisine insanlardaki iman kabiliyetini uyandırma görevi verilen peygamberlerin sonuncusu Hz. Muhammed (sav)'dir. “O kitap sana, ataları uyarılmamış, bu yüzden kendileri de gaflet içinde kalmış bir toplumu uyarman için indirilmiştir.”[730] Tarih boyunca gelmiş geçmiş bütün ümmetlere fıtratı uyarmakla görevli peygamberler gelmiştir: “Andolsun ki, her ümmete; Allah'a kulluk edin, tağutlardan kaçının” diyen peygamberler göndermişizdir.”[731] Aslında insanın fıtratında Allah (cc)'ın varlığını bilme O'na yönelme kabiliyeti vardır. Fakat çoğu kere yaratıcıyı gerçek olmayan, yanlış şekillerde tasarlayıp, tasavvur ederler. Peygamberler aynı zamanda fıtratı bozabilecek yanlış ilâh tasavvurlarının da önüne geçmekle görevlidirler.[732] İnsanları, tek Allah'a kul olmaya, Allah'tan başka tanrılaştırdıkları şeyleri bırakmaya davet etmişlerdir.[733]
Özetle söylemek gerekirse, din duygusu insanda fıtrîdir. Bu duygu, gelişmek, tekâmül etmek istidadındandır. İnsanoğlu, psikolojik yapısı icabı, bu duygunun tekamülünü ister. Bu imkânı bulamazsa bunalımlar ve buhranlar içinde kıvranır. Bu ise kendine olan güven hissini yok eder. Nübüvvet ise, insanı kötülüklerden, yanlış gidişten korur, onun dünya ve âhiret hayatını temellere oturtarak saadetini sağlar. Hakikat âleminin klavuzluğunu yaparak, kalblerde esen kötülük ve vahşet kasırgalarını dindirir. Ruh sükûnu ve kalb safiyeti Peygamberlerin: insanlara bildirdikleri hakikatlarla mümkün olmuştur. [736]
2. Kişilik Psikolojisi Açısından Peygamberlere İman
Buna göre kişilik “bir doğal ve sosyal ortamda yaşayan bireyin doğuştan getirdiği, kalıtsal nitelikte olan psikolojik, biyolojik, fizik yapısının gerektirdiği tepki şekillerinin çevre etkilerine göre geliştirilmiş ahenkli ve organik bir bütünüdür. [739] Yani kişilikte dikkate değer bir husus, kişiliğin kendine özgü ve ahenkli bir bütün olmasıdır.[740]
Duygu, algı ve öğrenme, konuşma, düşünme, yargı, dış görüntü, giyim biçimi, tutum ve davranış özellikleri, ahlâk ve inanç yapısı gibi unsurların bir arada bütünleşmesiyle insanın kişiliği meydana gelir.[741] Kişiliği meydana getiren farklı yapıdaki unsurlar, sosyal ve doğal çevrelerin etkisine göre birleşerek bir biçim ve bütünlük kazanırlar. [742] Yani, doğum sonrası gelişme devresinde insanlar arası etkileşim süreci içindeki çevresel ve sosyal etkenlerin kişilik üzerindeki etkileri yadsınamaz.[743]
Modern psikolojinin bu verileri de gözönünde bulundurularak peygamberlerin hayatlarına bakılacak olursa, onların hayatları “olgun kişiliğin birer modeli” olarak karşımıza çıkar. Sağlıklı bir kişilik sahibi olduklarından toplum içinde de, yalnızken de aynı davranış dürüstlüğünü, şahsiyet bütünlüğünü gösterirler. Sözleriyle davranışları uygunluk arzeder.
Peygamberlerin kişiliği, inanan insanlar açısından büyük önem arzeder. Nitekim Kur'ân-ı Kerim’de insanların dikkati Hz. Muhammed (sav)'in olumlu şahsiyetine yöneltilmektedir.
“Ve sen elbette yüce bir Ahlâk'a sahipsin” [744] Resulüllah Kur'ân esaslarını insanlığa tebliğ etmekle kalmamış, bu esasları bizzat kendi şahsında tatbik etmek suretiyle insanlığa bir model sunmuştur. [745] Yüksek hayırlara ulaştıracak üstün karakteriyle, övgüye lâyık seciyye, meleke ve maneviyatıyla [746] insanlığa örnek olmuştur.
“Andolsun ki, Resûlullah'da, sizin için, Allah'a ve âhiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah'ı çok zikredenler için en mükemmel bir örnek vardır.”[747] Bu âyette müminlerin hayatlarının her safhasında her yönüyle Resûlullah (sav)'ı örnek model kabul etmeleri, kişilik ve karakterlerini bu modele göre şekillendirmeleri isteniyor.
Hz. Muhammed (sav) zirve olarak kişiliğiyle ümmetini eğittiği gibi, O'ndan önceki peygamberler de kişilikleriyle ümmetlerine örnek olmuşlardır. “İbrahim'de ve O'nunla beraber olanlarda sizin için gerçekten güzel bir örnek vardır.”[748] “Andolsun Onlar'da sizin için, Allah'ı ve Ahiret gününü arzu edenler için güzel bir örnek vardır.”[749]
Söz konusu âyetlerde Hz. İbrahim'e uyma ard arda tekrar edilmiştir. Bu tekrar İbrahim (as)'a uymaya teşvik edici bir ifade tarzıdır. Konunun önemi vurgulamak için ayrıca âyete yeminle başlanmıştır.[750]
Bir müminin, peygamberi örnek alarak edindiği tecrübelerle oiuşiurduğu kişiliği kendi şahsi tecrübelerine dayanarak oluşturmaya çalıştığı kişilikten daha köklü ve daha sağlıklıdır.
Fakat peygamberin kişiliğini örnek edinen müminin dikkat etmesi gereken önemli bir husus vardır. Olgun bir mümin, peygamberin kişiliğini örnek alıp onun gibi yaşamaya çalışırken, sadece peygamberi taklit etmek, onun gibi davranmak yeterli değildir. Peygamber, Allah'ın emrine uygun davrandığı için bu davranışın doğruluğuna inanarak o şekilde davranmak, o davranışı kendine maletınek, benimsemek lâzımdır.[751]
D. Ahirete İmanın Psiko-Sosyal Temelleri
Kur'ân-ı Kerim âhiret gününe iman konusuna, inanç esaslan içerisindeki rolü ve konumuna bağlı olarak son derece önem verir. Öyle ki, bir çok yerde âhirete iman'ı Yüce Allah'a iman ile birlikte zikreder. Müminleri tanıtırken, onları Allah (cc)'a ve âhiret gününe inananlar olarak niteler.
“İşte sizden Allah'a ve âhiret gününe inanmış olanlara bununla öğüt veriliyor. Bu sizin için daha iyi daha temizdir. Allah bilir, siz bilmezsiniz.”[752]
“Bu topluluk Allah'a ve âhiret gününe inanırlar. İyiliği emreder, kötülükten vazgeçirirler. Hayırlara koşuşurlar, işte onlar salihlerdendir.”[753]
“Sizin için andolsun ki, Resûlüllah'ta güzel bir örnek vardır. Allah'a ve âhireî gününe kavuşmayı umanlar ve Allah'ı çokça zikredenler için.”[754]
Âhiret gününe imanın doğrudan Allah'a iman ile bağlantılı olduğu, onun bir tamamlayıcısı olduğu görülmektedir. İnsanın psikolojik bir ihtiyaç olarak, ebediyet özlemi içerisinde bulunduğu, bunun ruhun derinliklerinden gelen bir çığlık olduğu belirtilmektedir. [755] Beka hissi ve ebediyet fikrinin İnsanda doğuştan var olduğu ileri sürülmektedir.[756]
Ahirete inanan bir mümin nasıl bir ruh haline sahiptir veya olmalıdır meselesine gelince, müminler, Kur'ân-ı Kerim'de anlatılan kıyamet olayını devamlı tefekkür eden, bu tefekkür ile kıyametin dehşetini idrak ederek korku içine düşen ve bu kıyametin hak olduğuna iman eden kimselerdir. Ahirele iman etmenin mühim unsuru, kıyameti yakın bilmek ve her an kopabileceği bilincini taşımaktır.
“Kıyamet saati yaklaştı.”[757]
“O yaklaşmakta olan kıyamet saati artık yaklaştı.” [761]Şeklindeki âyetler müminlerin tutum ve düşüncelerini yönlendirmeye yöneliktir: Yani ne acelesi var, daha vakit çok zannına kapılmayın. Çünkü hiç kimse ne kadar zamanı olduğunu, ölümün ve kıyametin ne zaman geleceğini bilemez.
Kıyametin yakın olduğuna ve her an kopabileceğine kesin olarak iman eden müminlerin iç dünyasında, dünya görüşünde, dünya ve insanlara yaklaşımında, hal ve yaşantısında mutlaka bir değişme meydana gelir. İç dünyasında ve dışa yansıyan tutum ve davranışlarında bu inancın tesirleri görülür.
Sırf âhiret gününe iman etmiş olmak yeterli değildir, eksiktir. Gerçekten bu inancı taşıyan, onu sürekli hatırlayan, hatırından hiç çıkarmayan kimsedir. Kur'ân-ı Kerim'in âhirete iman konusunu sık sık tekrar etmesinin İşaret ettiği gerçek bu olsa gerek... Âhiret gününü bir kez hatırlayıp geçmekle iş bitmez, bilakis âhiret gününü ve onun aşamalarını sürekli hatırda tutmak gerekir.”[762]
İşte böyle gerçek ve tam boyutlu bir âhiret inancının insanın psikolojik ve sosyal yönüne etkide bulunması muhakkaktır. Aynı zamanda sosyal hayatın gerekleri ve insanın psikolojik yapısı, âhirete inanmayı psiko-sosyal bir ihtiyaç olarak görür. Meselâ Adalet hissi, Ahlâkî değerleri korumaya duyulan eğilim, insanın isteklerinin sonsuzluğu ve bu dünyada bütünüyle doyuma ulaşmıyor olması insanda âhiret inancını bir ihtiyaç olarak hissettiren motivlerdir. Yine bir âhiret inancı taşıyan insanın psiko-sosyal yapısında da şüphesiz bu inancın tesirleri gözlenir. Meselâ kişi bu inanç sayesinde benliğindeki ölümsüzlük arzusunu tatmin eder, ölüm korkusundan kurtulur, sorumluluk duygusu taşıma bilinci kazanır, dünyaya bakışı ve yönelişi yepyeni bir açı çizer, zorluklar karşısında âhiret inancı sabır ve teselli kaynağı olur. [763]
1. Ahirete İman Motivleri
A) Adalet Ve Hak Eğilimi
İnsan doğuştan getirmiş olduğu kabiliyetle iyilikle kötülüğü, adaletle zulmü birbirinden ayıracak güçtedir. Fakat ne var ki, aynı insan kendisine verilen bu fıtrî eğilimin tersine hareket ediyor, hemcinslerine zulmedip öldürüyor, onlara etinden gelen her türlü kötülüğü reva görebiliyor. Hak ve adaletin insanların gönlüne hiç ışık tutmadığını söylemiyoruz. Fakat ne acıdır ki, insanlık tarihinin büyük bir kısmı, zulüm, düşmanlık, kati, yıkım, yağmalama, işkence vb. olaylarla doludur. Hırsızlıklar, vurgunlar, zorbalıklar, iftiralar, haksız ithamlar, akla gelmeyecek dolandırıcılıklar, yakıp-yıkmalar, en vahşi hayvanlara taş çıkartacak korkunç cinayetler, dünyanın her bir köşesinde bucağında meydana gelen yürek sızlatan hadiseler...
Özellikle kuvvet ve kudret sahibi zalim dikdatörler. zayıfları, güçsüzleri sömürüp ezmektedirler. Bu şekilde çeşitli zulüm ve haksızlıkların hüküm sürdüğü dünyamızda mazlumlar zalimlerden, ezilenler ezenlerden haklarını alamadan ölmekledirler. Ne hukuk, ne ahlâk ne de başka kurallar bunu önleyememektedirler. Bu durumda, mutlak adaletin gerçekleşeceği, herkesin eksiksiz bir şekilde hakkını alacağı, haksızlık ve zulüm yapanların da noksansız ceza göreceği bir âlemin varlığına ihtiyaç duyulmaktadır. [764]
Bu dünyada insan olmak, topluluk halinde yaşamayı gerekli kılar. Ve bu birliktelik karşılıklı aynı zamanda çok yönlü ilişkiyi zorunlu hale getirir. Çok basit münasetlerden en ciddi ve girift alışverişlere varıncaya kadar hayatın her safhasında karşı karşıya gelmek durumunda olan insanlar arasında, binbir sebebe bağlı olarak haksızlıklar, tecavüz ve saldırılar cereyan etmektedir. Acaba bunlar eninde sonunda karşılıklı haklarını elde edebiliyorlar mı? Acaba er-geç haksız ortaya çıkartılıp hak sahibi memnun edilebiliyor mu? Gizlice yapılan iftiralar ortaya çıkıyor mu? Gözlerden uzakta işlenen zulüm ve tecavüzlerin failleri bulunabiliyor mu? Bu sorunlara mutlak olumlu cevap vermek imkânsızdır. İşte böyle bir pozisyonda mazlum, kalbini bu dünyanın dışında başka bir âleme açıyor. Yine böyle bir durumda selim akıl mazlumun hakkının alınabileceği, zalimin cezasını çekeceği, mutlak adaletin noksansız gerçekleşebileceği bir âleme çeviriyor bakışlarını.
Böylece ortaya çıkıyor ki, âhiret düşüncesinin dayandığı temellerden birisi “adalet'tir. Yaşadığı dünyada iyilikle kötülüğün, fazilet ile alçaklığın sürekli çarpıştığını gören insan çoğu kere kötülüğün iyiliği bastırdığını, alçaklığın fazilete baskın çıktığını müşahade ediyor. Selim fıtratıyla, vicdanının gerçekçi sesiyle, sağduyusuyla iyinin kötüye üstün gelmesini istiyor. Fakat sınırlı ömrü çerçevesinde, bu beklentisinin gerçekleştiğini göremeyebiliyor. Yine de iyiliğe karşılık mükafatın, kötülüğe karşı da cezanın verilmesinin zorunluluğunu hep bilinçaltında taşıyor. Belki de bilinçaltı onu böyle düşünmeye zorluyor. Bu dünyada olmasa bile, yine de adaletin gerçekleşmesini diliyor. Böylece adalet olgusu fikri ve düşüncesi doğrudan, ister istemez, direkt insanı, âhiretin varlığını hissetmeye sevkediyor.[765] Eğer âhiret hayatı olmasaydı, zalimlerin mazlumlara yaptığı zulüm ve haksızlık sıradan basit bir olay olmuş olurdu. İyiliğin veya kötülüğün insanlar için hiç bir anlamı olmazdı. Oysa insan vicdanı her zaman iyiliğin ve kötülüğün değerini takdir edebilecek yapı ve yeteneğe sahiptir.
“Dünyada iyi insanlar da kötü insanlar da vardır. Başkalarının hak ve hukukunu gözeten, adaletle davranmak için her türlü zorluğu, sıkıntıyı göze alanlar da vardır; alamayanlar da. Eğer ölümle her şey mutlak bir sona ulaşıyorsa, adaletli ile adaletsiz arasında nihâî noktada ne fark kalacaktır? Madem ki bu dünyada her şey tam olarak karşılığım bulamıyor, iyi insan sıkıntı içinde kötü ise refah içinde yaşayabiliyor ve adaleti sağlamak için de töreler, kanunlar vs. kâfi gelmiyor; adaletin tam olarak tecelli edeceği bir dünyanın varolması gerekmez mi? Kötünün tekdir, iyinin ise takdir edileceği bir dünya yoksa ahlâkî olgunluk için harcanan o kadar emek, ortaya konan o kadar çaba abes olmaz mı? Madem ki, adil bir Tanrı vardır, o halde adaletin tam olarak tecelli edeceği bir dünyanın da olması gerekir. İşte ahlâkî açının ısrarla üzerinde durduğu ilk konu budur.”[766]
Yüce Allah, bu dünyada insanlara belli bir mühlet verse de, küçük büyük, zerre kadar her şeyin hesabının sorulduğu âhiret yurduna onları sevkedecektir.
“Yoksa kölülük işleyenler ölümlerinde ve sağlıklarında kendilerini, inanıp iyi ameller işleyen kimseler ile bir mi tutacağımızı sandılar? Ne kötü hüküm veriyorlar.” [767] Yüce Allah, kötülük yapanlarla iyilik yapanları bir tutmanın mümkün olmadığını; iyilerle kötüler arasındaki farklılığın halk esasına dayanan ve kainatın temelinde mevcut bulunan değişmez bir kanun olduğunu belirtiyor. [768] İyiliğe mükâfat, kötülüğe ceza verilmesi adaletin bir gereğidir. Aksi takdirde iyi ve kötü kavramlarının hiç bir anlamı olmaz. [769] İyilik ve kötülüğün sonucunun aynı olmasını düşünmek selim fıtratlı insanı rahatsız eder..Bu dünyada bütün iyilikler ve kötülükler hakettiği karşılığı bulamamaktadır. Böyle bir dünyanın eksik olduğu görülmektedir. Ve bu noksanlığın tamamlanacağı bir başka dünya gerekmektedir. [770]
b) İnsanın İsteklerinin Sonsuzluğu
Bu dünyada insanın ömrü sınırlı günleri sayılıdır. Yine bu dünya eksik ve fâni, buradaki nimetler de sonlu ve mahduttur. Her şeyi bu dünyada gerçekleştirmek mümkün olmamaktadır. Buna karşılık insanda yaşama eğilimi fikri, dünyadaki istekleri de sayısız ve sonsuzdur. Ruhun arzu ve emelleri için herhangi bir sınır ve son söz konusu değildir. Ama insanı bu dünya lezzetleri tatmin etmiyor; Dilek ve beklentilerini geride bırakıp ölüp gidiyor.
O halde insanın hayal ve tasavvur âleminde arayıp bulduğu sayısız zevk ve güzellikler, hoşa giden olay ve eylemler hakkında yapılabilecek en inandırıcı ve tatmin edici açıklama “âhiret inancı” olacaktır. Yani insanın sonsuz arzu ve emellerini gerçekleştirecek olan ancak ölümsüzlük inancıdır. Yüce Allah bu dünyada bahşetmiş olduğu nimetleri orada tamamlayacak, kemale erdirecektir.
İnsan yaratılışı gereği, dünyada elde ettiği nimetleri sever, ondan zevk ve haz duyar, ancak onun kemaline erişemez. Geçici ve sınırlı tatminler zaman zaman ürkütücü olur. İnsan bunun kaybolmasından, yok olup gitmesinden, günün birinde zevk alamayacak duruma düşmekten endişe duyar. İşte ölümsüzlük inancı, sonsuz zevk ve mutluluğa kavuşabilme ümidi insanı boşlukta kalmaktan kurtarır.'[771]
Dünyadaki nimetlerin en güzel ve kemaliyle, yok olmadan tadılması arzusu ve eğilimi insanı âhiret düşüncesine motive ediyor. Dünyanın zevk ve güzelliklerini tadan insan, bunun sonsuz güzellikte ve mükemmellikte olanını düşlüyor ve buna ancak âhirette kavuşabileceğini kabul ediyor.
“Size verilen herhangi bir şey, dünya hayatının bir geçimliği ve süsüdür. Allah katında olan daha iyi ve devamlıdır. Akletmez misiniz?” [772] Dünya nimetlerini insan dünyada bulunduğu süre içerisinde tadar. Âhirette ise insan lezzetin en özeline sevinç ve neşenin en zirvesine ebedî olarak erişir.[773]
2. Ahirete İmanın Psiko-Sosyal Tesirleri
A) Ölüm Korkusu Ve Ölümsüzlük Arzusu
İnsanın fıtratında sonsuzluğa karşı oldukça güçlü bir eğilim vardır. Ne zaman, yok olacağım aklına getirse derin bir teessüre kapılır. [774] Ne var ki, ölüm problemi ayrıcalıksız her insanın kabul etmek zorunda olduğu bir hakikattir. İnsan, en yakınından en uzağına kadar zengin-fakir, kuvvetli-zayıf herkesin öldüğünü görüyor, bunun için de ölüm zihinleri sürekli meşgul ediyor. Ve sorular geliyor ardından... Ölüm nedir? İnsan bu ölüm kapısından ne zaman geçecek? Ve acaba bu kapının ardında neler var?
Ölüm, insan için kaçınılmaz bir gerçek, akıl da bunu doğal ve normal bir olay şeklinde kabul etmesine rağmen insan duygusal ofarak ölüm hadisesine bir türlü alışamamış ve onu daima ürkütücü, korku verici, ürpertici, soğuk bir vakıa olarak görmüştür.[775]
Öncelikle ölüm korkusu, ölümün acı veren bir hadise olduğu düşüncesinden kaynaklanabilir. Belki de ölüm korkusu, insanın sahip olduğu maddi mânevi değerlerin elden çıkmasından kaynaklanıyordu. Hatta ölümden dolayı hissedilen korku ve endişelerin daha başka nedenleri de mevcuttur. Sebepleri ne olursa olsun bu durumda insana düşen, ölüm korkusunu yenmeye çalışmaktır. Genel ve yaygın kanaata göre, ölüm karşısında duyulan korku ve endişelerin çaresi âhiret inancına sahip olmaktır.[776] Ahiret inancını içtenlikle benimseyen mümin için ölüm korkutucu, ürkütücü, acı verici bir hadise olmaktan çıkar.[777] Meselâ özellikle ölümüne ramak kalmış yaşlı kimseler, âhiret inancı sayesinde ölümü tahammül ve soğukkanlılıkla karşılamaya hazırlanabilirler. Hayatlarının sönecek olması ve güzel dünyaların kapanmasına karşılık ancak bu inanç sayesinde teselli bulabilirler.[778]
Ahiret inancına sahip bir kimse için ölüm olayını doğru yorumlamak kolaydır. Bütün canlılar için kaçınılmaz bir gerçek olan ölümü âhiret inancı sayesinde gayet doğal karşılamak hiç de zor değildir.
“Her kim Allah'a ve âhiret gününe hakikaten iman eder ve salih amel işlerse elbette bunların Rableri yanında ecirleri vardır, bunlara bir korku yoktur. Ve bunlar mahzun olacak değillerdir.” [779] Ayetten Allah'a ahirete inanıyor ve bu doğrultuda amel ediyor olmanın bu dünyada korku ve üzüntüyü ortadan kaldırıcı tesire sahip olduğu anlamı da çıkarılmıştır.[780]
Öldükten sonra dirilmeye inanmayan kimseler için ise, ölüm kaçınılmaz bir sondur. Böyle kimseler herşeyin bu dünyada olup bittiğini zannederek, bütün güç ve imkânlarını dünyadan daha fazla haz almak için sarfederler. Fakat hastalık yahut ihtiyarlık gibi nedenlerle bedensel arzuların zayıflayıp kaybolmaya yüz tutması ve hiç bir şeyden haz alamaz hale gelmesi kişiyi sonu gelmez ızdırapların ve bunalımların kucağına iter. Göz göre göre yok olacağım zanneden hu kişinin, ölümü hatırladıkça nasıl zavallılaştığını, çaresiz ızdıraplardan kurtulmak için nasıl çırpındığını bir görmelisiniz!
Ahireti inkâr, insanları korkak ve cesaretsiz yapar. Savaş gibi zor şanlarda cesaretleri kırılır, azimleri kaybolur. Bu dünya hayatının ardından, daha üstün bir hayata kavuşacağına kesinlikle inanan bir kimseye gelince, o savaştan korkmaz, yılgınlık göstermez. Ahirete inancı olmayan, her şeyi bu dünya hayatından ibaret görerek, ölmek istemeyeceğinden savaşa cesaret edemez. Ahirete inanmaması, dünya tutkusu kâfiri cesaretsiz kılar.[781] “Karşılaşan şu iki toplulukta sizin için ibret vardır. Bir topluluk Allah yolunda çarpışıyordu, öteki de nankördü, (onları, gözleriyle) kendilerinin iki katı görüyorlardı.”[782]
B) Ahiret İnancı Sabır Ve Teselli Kaynağıdır
Kişi hayatta karşılaştığı haksızlıkların, zulüm ve adaletsizliklerin, çaresiz hastalık ve sakatlıkların, kısacası bütün olumsuz şartların vermiş olduğu sıkıntılara, ızdıraplara âhiret inancıyla direnme ve sabır gücü bulur. İnsan eğer zulme uğramışsa ve bunu kendi imkânlarıyla meşru olarak giderme imkânı bulamamıssa, ömür boyu böyle bir fedâkârlığın kurbanı olmuşsa er ya da geç hakkını mutlaka alacağına, hiç kimsenin yaptığının yanında kalmayacağına olan inancı onun için en büyük teselli kaynağı teşkil edecektir. Şayet söz konusu olumsuz şartlar, insanın başına herhangi bir insan eliyle değil de, doğuştan yaratılıştan tabiî olarak geliyorsa ve insanın elinden hiç bir şey gelmiyorsa, çaresizlik son haddine varmışsa âhiret inancı ve sabır en büyük sığınak ortaya çıkacaktır.
Ölümsüzlük inancı öyle tesirli bir güçtür ki sarsılmaya yüz tutan ümitleri yeniler, sıkıntı ve ızdırapları dindirir, musibetlere katlanmada ve zorluklara karşı koymada üstün bir sabır ve direnç kaynağı görevi üstlenir. Çünkü ahirete inanan bir mümin başına, gelen olumsuz şartlara sabredip isyan etmediği takdirde, âhiret gününde bunun karşılığını mutlaka göreceği bilinciyle yaşar. Böyle bir sabır ve ümit kaynağından yoksun olan kimse için, en küçük musibet bile, onu sarsmaya, öldürücü bir yeise sürüklemeye yeter sebep teşkil eder. Fakat mümin gerek olumlu, gerekse olumsuz şartlarda en uygun tavrı takınabilme güç ve yeteneğine sahiptir. Nitekim Hz. Peygamber (sav) onun bu halini şu şekilde tasvir eder: “Müminin hali hayret vericidir. Çünkü bütün halleri onun için hayırlıdır. Bu hak, yalnızca mümine özgü bir durumdur. Ona bolluk verilirse şükreder, bu onun için hayır olur. Şayet ona darlık gelir, yokluğa düşerse sabreder, bu da yine onun İçin hayırlı olur.”[783]
Mümin doğal olarak Rabb'inden gelen nimetlere şükreder. Er geç âhirette karşılığını alacağına inandığı için hastalık, musîbet, kaza gibi hoşa gitmeyen hallerle karşılaşınca bağırıp çağırmaz, isyan etmez, sabırlı olur.
Mümin içinde bulunduğu olumsuz şartlar nedeniyle rahat, sıkıntısız, mutlu bir ömür süremiyor olsa bile gelecekteki ebedî saadeti ümit ederek ruhuna musallat olabilecek bunalımları kolaylıkla savabilir, vicdanını ve duygularını kötümserlikten, karamsarlıktan anndırabilir. Bu dünyada maddi sıkıntı ve yokluğun kucağına düşmüş olsa bile, huzurlu ve mutlu olmasını bilir. Ümit ve beklentilerini Yüce Allah'ın öteki âlemde vadettiği nimetlere çevirir.
Kur'ân-ı Kerim'in bakış açısıyla bu dünya insanların çeşitli şekillerde denendiği, imtihana tabi tutulduğu ve olaylar karşısında sabırlı tutum sergileyebilenlerin seçildiği bir sınav alanıdır.
“Amelce hanginiz daha güzeldir diye sizi imtihan etmek için hem ölümü, hem hayatı icad eden O'dur. O azizdir, çok bağışlayandır.”[784]
“Andolsun ki, sizi biraz korku, açlık, mallardan, onlardan ve ürünlerden biraz azalma ile imtihan ederiz, deneriz. Sen sabırlı davrananları müjdele.”[785]
Yüce Allah bir kısım mallarını elinden almakla, yakın ve akrabaların ölümüyle, tarım ürünlerini verim sizle ştirmekle, insanlara korku vererek onları imtihan eder [786] Bütün bu başına gelenlerin bir imtihan olduğuna ve bunlara sabrettiğinde karşılığını âhirette göreceğinize iman eden bir mümin hemen teselli bulur ve sabretmesini bilir.
Bir müminin çektiği sıkıntı ve katlandığı bütün olumsuz şartlara karşı, bütün bunların kendisi için bir İmtihan vesilesi olduğu ve bunlara sabrettiği takdirde âhirette kat kat mükafaatını göreceği inancı onu bu dünyada sıkıntıya düşmekten alıkoyacak, mutlu ve huzurlu olmasını sağlayacaktır.
“O, Allah'a karşı yalan yere iftira mı etti? Yoksa onda bir delilik mi var? Hayır, âhirete inanmamakta olanlar azapta ve derin bir sapıklık içindedirler.”[787] Bu ümidi taşımayan, öteki dünyaya yönelik beklentileri bulunmayanların, bu belâ ve çilelere sabretmeleri katlanmaları mümkün değildir. Bu dünyada işlenen hayır-şer, büyük küçük ne varsa âhirette meydana çıkacak ve hesabı görülecektir. Böylesine ferahlatıcı ve rahatlatıcı bir imandan yoksun olmak, insanı azap ve şaşkınlık içerisinde bırakır.[788]
c) Sorumluluk Duygusu
Yüce Allah insanı yaratırken bir hedef ve gaye gözetmiştir. İnsan boş yere eğlence olsun diye değil, bir hikmete bağlı olarak yaratılmıştır. Ve sonunda Yüce Allah'ın huzuruna çıkacak olan insan, yaratılış gayesine uygun davranıp davranmadığının, sorumluluklarını ve yükümlülüklerini yerine getirip getirmediğinin hesabını verecektir.
“Sizi boşuna yarattığımızı ve huzurumuza çıkarılmayacağınızı mı sandınız?” [789] Kur'ân-ı Kerim, âhiret gününde her bireye tek tek yaptıklarının ve yapması gerekip de yapmadıklarının hesabını sorma esası getirmiştir. Böylece “bireysel sorumluluk duygusu”nu yerleştirmiştir.
“Kimse diğer kimsenin günahını yüklenemez. İnsan için çalıştığının karşılığından başka bir şey yoktur. İnsanın yaptığı amelin karşılığı mutlaka görülür. [790] Hiç kimse başkasının işlemiş olduğu günahtan dolayı yargılanamaz. [791]İnkâr eden yahut bir günah işleyen kimsenin bu yaptıklarının günahını bir başkası değil, kendisi yüklenir.[792] Esas olan sorumluluğun bireyselliğidir.[793] Dikkat edilirse âyette sorumluluk duygusu ve sorumluluğun bireyselliği prensibi, âhiretle özdeşleştirilerek sunulmaktadır. Bununla âhiret inancının sorumluluk duygusu üzerindeki tesiri vurgulanmaktadır.
Âhiret hayatının inkârı, insanın tutum ve davranışlarına yansır. Bu inançtan yoksun olan birey kendisini büsbütün bir sorumsuzluk içinde bulur. Sorumluluk duygusu taşımaktan uzak olan bir insanın da nefis muhasebesi (sübjektif gözlem) yaparak kendini kontrol etmesi (otokontrol) imkânsız hale gelir.
Buna karşılık âhirete inanan kimse öncelikle nefis muhasebesini elden bırakmaz. Her şeyin hesabının sorulacağı bir günün mutlak varlığına iman ettiği için de, temas halinde bulunduğu bütün varlıklara ve bağlı bulunduğu tüm değerlere karşı sorumluluğunu yerine getirmeye gayret eder.
Ahirete iman, insana başıboş olmadığını gereksiz olarak yaratılmadığını, kendi istek ve arzularıyla başbaşa bırakılmadığını telkin eder. Ona kesin bir şekilde şunu bildirir; Mutlak bir adalet seni bekliyor... Böylece kalbine güven dolar, gönlü huzura erer.[794]
d) Dünyaya Bakış Açısı
Ölümsüzlük inancı taşımayan bir kimse yaptığı veya yapacak olduğu her işe pragmatist bir bakış açısıyla yaklaşır. Normal şartlar altında bir insan doğal yapısı gereği kendisine fayda sağlamayan işleri yapmaya yanaşmadığı gibi, faydalı olacağına inandığı şeye karşı var gücüyle yönelir. Bu, insanın yaratılıştan getirdiği bir hakikattir. Fakat, âhirete iman etmeyen kimse salt bu dünyada elde edebileceği fayda ve zararı hesabeder. Eğer sonucunda maddi bir çıkar sağlama olasılığı söz konusu değilse iyi eylemde bulunmaya çalışmaz. Şayet maddi çıkarlarına dokunmuyorsa, kötü bir eylemi terketmeyi de düşünmez. Sadece dünyevî açıdan elde edeceği menfaatleri ve erişeceği hazları düşünür.
Böyle birisi için bu dünya hayatı ilk ve sondur. Ömür ise. onun tek fırsatıdır ve bu süre içerisinde haz ve menfaat adına ne kapabilirse kârdır. Hayat felsefesinde ahlâk, vicdan, hak gibi yüksek değerlere yer yoktur. Bunun yerine çıkarcılık ve fırsatçılık hâkimdir.
Var gücüyle dünyanın görünen maddi şeylerine gözünü çevirir. Hakikatin sadece bu dünyadan ibaret olduğunu zanneder.[795]
“Onlar dünya hayatının görünen yüzünü bilirler, Ahiret-ten ise, onlar tamamen gafildirler.”[796] Ahiretten gafil olanlar dar görüşlüdürler. Dünya hayatının sadece görünen ve yüzeyde olan kısmını görürler, onun arkasındaki gerçeklerden habersizdirler.[797] Bilgileri dış dünyaya açılan duyuların algısına dayanır. İman edenler ise, yalnız görülebilen hayatı kazanmaya değil, sürekli mutluluk için, gizli gerçekler âlemi olan âhireti kazanmaya çalışırlar.[798]
Ama âhirete iman eden gerçek mükâfatın orada olacağını bilir; maddi fayda ve zararları gelip geçici sayar. Ebedî fayda ve zararı dikkate alarak tutum ve davranışlarına ona göre yön verir.
İnsan, ömür boyu süren mücadele sonuçlarının yalnızca bu dünyadan ibaret olduğunu, dünyada işlediği her şeyden hesaba çekilmeyeceği ve sonuçta, yaptığı şeylerin iyi veya kötü, doğru veya yanlış olduğu konusunda hüküm verecek herhangi bir mahkemenin varlığını inkâr ettiği zaman, bunun kaçınılmaz bir sonucu olarak hayata karşı, kendi iç dünyasında maddeci bir görüş ve anlayış geliştirir. Yine bir kimse, dünya hayatında işlediği fillerin gerçek değerleriyle mütenasip olarak mutlaka karşılık göreceği bir öte dünya hayatı inancına sahip değilse, o kişi doâat olarak hayat konusunda bencil bir tutum geliştirecektir.[799]
E. Meleklere İmanın Psiko-Sosyal Temelleri
Gayba imanın bir başka şeklidir, Allah (cc)'ın meleklerine inanmak Gayba iman, insanı hayvanlara mahsus olan hissiyatın sınırlarından çıkarır ve ona marifet kapılarını açar. İnsan gaybî bir hakikat olan meleklere imanı bizzat hissî ve aklî kabiliyetleriyle kavrayamaz. Ama varlığı itibarıyla gayb hakikatlerini bilmek arzusu ve isteği taşır. Bu yaratılışının gereği bir eğilimdir. Ve bu hikmete bağlı olarak insanın arzularını en iyi bilen Yüce Allah, meleklere imanı emrederek, insanın, gayb hakikatlerinin bir tarafına vakıf olmasını diledi.
“Hepsi de Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine iman etti.[800]
Kur'ân'ın getirdiği inanç esasları çerçevesinde meleklere iman eden bir müminin psikolojik ve fizyolojik yapısında bu inancın tesirlerinin görülmesinden daha doğal bir şey olamaz. Bu bir gereklilik, hatta zorunluluktur. Ve meleklere iman edenin zihninde, kalbinde, tutum ve davranışlarında elbette, bu inancın olumlu etkilerinin görülmesi lâzımdır. Aksi takdirde inancın yokluğuna veya zayıflığına hükmetmek durumunda kalırız. Kur'ân'ın verileri ışığında, meleklerin, insanın psiko-sosyal yapısına olan tesirlerinden tesbit edebildiklerimizi burada nakletmek istiyoruz. [801]
1. İyiliğe Ve Hayra Sevkederler
İnsanın iyiliğe ve hayra olan eğiliminde meleklerin ilhamının da payı vardır. İnsanı hayra teşvik eden bu ilhamdan ise müminler istifade ederler.[802] Melekler insanın zihnine iyi düşünceler atarak [803] hakkı ve hayrı ilham ederek insandaki ruhî kuvvetleri aktif hale getiren, artıran varlıklardır. [804] İnsanın arzularını, maddî ve manevî kuvvetlerini daima hayır ve iyiliğe teşvik eden asil ve ulvi işlere sevkeden manevi kuvvet sahibi varlıklardır.
Konuya açıklık getiren Hz. Peygamber (sav)'den nakledilen haber şu şekildedir. “Ademoğluna hem şeytanın bir yaklaşması (vesvese ve dürtmesi), hem de meleğin bir .yaklaşması (ilhamı) vardır. Şeytanın yaklaşması kötülüğü telkin ve Hakk'ı yalanlaması şeklindedir. Meleğin yaklaşması ise, hayrı telkin ve teşvik, Hakk'ı tasdik şeklindedir. İçinde böyle bir şey hisseden bunun Allah'tan olduğunu bilsin. Allah'a hamdetsin. Diğerini hisseden de kovulmuş şeytandan Allah'a sığınsın.[805] Hadiste meleklerin insan üzerindeki olumlu tesiri izaha gerek duyulmayacak bir açıklıkla ifade edilmektedir. Yine dikkat çeken bir husus var ki, o da meleğin ilhamının hep hayır yönünde oluşu, şer içerikli bir ilhamın melek kaynaklı olması mümkün değildir. Bu işi şeytan yapmaktadır. Meleğin bu tesirinin keyfiyetini izah etmek oldukça zordur.
Kur'ân'ı Kerim'de meleklerin müminlere sebat ilham ettiği, azimlerini kuvvetlendirip, niyetlerini sağlamlaştırdıkları belirtilir: “Hani Rabb'in meleklere şüphesiz ben sizinle beraberim, haydi iman edenlere sebat ilham edin diye vahiy ediyordu.”[806] Meleklerin müminlere yapmış olduğu tesirin müjdeleme, hayır ilham etme'[807] şeklinde olabileceği belirtiliyor. [808]
2. Ahlak Ve Davranışa Tesiri
Özellikle bir kısım meleklerin ilgi alanı, görevleri doğrudan insan ve onun davranışlarıyla bağlantılıdır.
“Andolsun insanı biz yarattık. Nefsinin ona ne vesveseler vermekte olduğunu da biliriz. Çünkü biz ona şah damarından daha yakınız. Çünkü hem sağında hem solunda oturan onun amellerini tesbit eden iki de melek vardır. O bir söz söylemeye dursun mutlaka yanında hazır bir gözcü vardır.”[809]
Bu âyet-i kerimede şu anlatılmak isteniyor: İki koruyucu yazıcı melek, söylenenleri kaydederken, Yüce Allah insanın içinde bulunduğu durumu her iki gözetleyiciden daha iyi bilmektedir. O'nun, bu iki meleğin korumasını istemeye aslında ihtiyacı yoktur. Çünkü O, bu iki melekten daha iyi bilir ve onların bilmedikleri her şeyi bilir. Fakat kul, Yüce Allah'ın ilmiyle her şeyi kuşattığım bilmekle birlikte, meleklerin bunları yazdığını da bilince, iyilikleri daha çok yapmaya kötülüklerden de olabildiğince uzak durmaya çalışacaktır.[810]
“Halbuki üzerinizde hakiki bekçiler, çok şerefli yazıcılar vardır. Onlar ne yaparsanız bilirler.”[811] Allah (cc) insanı kâinatta bütünüyle kendi başına bırakmamıştır. Her insanın üzerine gözetleyiciler tayin etmiştir. Gözetleyiciler iyi kötü insan ne yapıyorsa hepsini kaydetmektedirler. Onlardan kaçmak, gizlenmek imkansızdır. [812] İşte bütün bunları bilmek kişinin uyanık, edepli ve huşu içinde yaşaması için yeterlidir.[813]
“Yoksa onlar işi sağlam mı tutmuşlar? İşte biz de hakikaten tutanlarız. Yahut biz onların içlerinde gizlediklerini ve aralarındaki fısıltılarını işitmiyoruz mu sanıyorlar? Hayır onların yanında elçilerimiz de var. Yazıyorlar.”[814]
Meleklere iman eden mümin tutum ve davranışlarının ince ve sıkı bir şekilde gözetlenmekte olduğu bilincini taşır. Yaratılış açısından bizce bilinmeyen bir âleme mensup olan melekler yalnız başına bulunan insanın hareketlerini görebilme imkânına sahiptir. Melekler, Allah'ın insanı gözetleme vesilelerinden biridir denilebilir. [815] Gerçi inanan bir kimse, bütün tutum ve davranışlarının, Yüce Allah'ın gözetim ve bilgisi çerçevesinde cereyan ettiğine inanır, fakat bir de bu iş için meleklerin özel olarak görevlendirildiğine de bunların amel defterlerini yazdıklarına inanacak olursa, elbette daha tesirli olur. Ayrıca bir de melekler tarafından yakın bir takip ve kontrol altına alındığını düşünmek, insanı tutum ve davranışlarında daha dikkatli ve tutarlı olmaya sevkeder. Her an meleklerin gözetimi altında olduğunu hisseden mümin, ahlâki olmayan davranışlardan uzak durur, nefsani güdülerini kontrol altına alır, böylece hayatının düzene girmesi kolaylaşmış olur. Böylece, meleklere iman, bireysel ahlâkın düzenli ve sağlıklı, toplumsal düzenin de istikrarlı ve makul bir tarzda işlemesini temin etmiş olur. [816]
F. Kadere İmanın Psikolojik Temelleri
Kader, kelime olarak miktar, ölçü, bir şeyi belli ölçülere göre yapmak, belirlemek, tayin etmek gibi içeriklere sahiptir.
İtilâdi bir esas olarak ise. Yüce Allah'ın ezelden ebede kadar olacak ne varsa, bunların hepsinin zaman ve yerini, nitelik ve niceliklerini kısacası ilgili bütün hususları ezelde bilip o şekilde takdir etmesidir. Ezelde takdir edilen şeylerin zamanı gelince Yüce Allah'ın ilim ve iradesine, takdirine uygun şekilde meydana gelmesi, yaratılması ise “kaza” olarak tanımlanır. Kaza ve kadere imân eden bir mümin hayır ve şer, iyi ve kötü ne varsa bunların hepsinin Allah'ın takdiri ve yaratması ile olduğunu kabullenir ve inanır. Fakat kadere inanmak insanın irade sahibi bir varlık olduğunu gözardı etmek olarak değerlendirilmemelidir. İnsanlar kaderi bahane ederek sorumluluktan kurtulamazlar.
İnsan kendi iradesinin varlığını ve sorumlu olduğunu kabul ederek ve bu irâdenin üzerinde de ilâhi bir iradenin bulunduğuna iman ederek dengeli bir inanç yapısı, tutarlı bir manevî yaşantı, uyumlu bir dünya görüşü oluşturma imkânına kavuşur.
Kur'ân-ı Kerim'de, insanın irade sahibi bir varlık olduğunu bildiren âyetlerle, Allah'ın iradesinden bahseden âyetler arasındaki ilişkiden hareketle kader inancının, insanın tutum ve davranışlarında nasıl bir kontrol mekanizması görevini üstlendiğini anlamaya çalıştık. Kader inancına sahip olanlarla olmayanlar arasındaki karşılıklı psikolojik çizgilerden bazılarını yakalamaya çalıştık. Olumlu şartlarda, bir yarar elde edildiğinde, başarı kazanıldığında müminde oluşan, tevazu çizgisine karşılık kâfirde, gurur çizgisi; şükür çizgisine karşılık şımarıklık çizgisi oluştuğunu gördük. Olumsuz şartlarda, musibet ve felâket anlarında, çaresizlik ortamında müminde oluşan rıza (teslimiyet) çizgisine karşılık inkarcıda feryat ve hüzün, tevekkül (güven) çizgisine karşılık yeis (ümitsizlik) meydana geldiği ortaya çıktı. [817]
1. Psikolojik Açıdan Kadere İman
Kur'ân-ı Kerim'in, kader meselesine konu olan âyetlerinden bir kısmı Yüce Allah'ın irâdesinden, bir kısmı da insanın irâdesinden bahseder. Biz konuyla ilgili “Kelâm” tartışmalarına girmeden, kader meselesinde psikolojik bir boyutun bulunup bulunamayacağını araştırmaya çalışacağız.
İrâde insanda bulunan bir sıfattır. İnsan irâde sıfatıyla fiillerinin meydana gelmesini sağlar.[818]
Bu beşerî irâdenin sınırlarını, mahiyetini tam bir şekilde tayin etmek imkânsız gibidir. [819] Bununla beraber insan “ilim, meşiyet, irâde, kuvvet sahibi ve dilediğini yapabilmek kudretini haiz olarak” [820] yaratılmıştır. İnsanın özgür irâdeye sahip bulunduğuna işaret eden âyetlerden bazıları şunlardır.
“Bir millet kendini değiştirmedikçe Allah'da onları değiştirmez.” [821]
“Onlara Allah zulmetmiyordu, onlar kendilerine zulmediyorlardı.”[822]
“Biz ona yolu gösterdik, ister şükredenlerden, isterse nankörlerden olur. “[823]
“Bırak isteyen iman etsin, isteyen inkâr etsin.”[824]
“Karada ve denizde fesat, insanların elleriyle işledikleri şeyler yüzündendir.”[825]
“Ahiret kazancını isteyenin kazancını artırırız, bu dünyanın kazancını isteyene de ondan veririz.”[826]
“Kim bir fenalık yapar, yahut kendine zulmeder de, Allah'tan mağfiret dilerse, Allah'ı çok bağışlayıcı, çok merhametli bulur. Kim bir günah işlerse, onu ancak kendi aleyhine yapmış olur. Allah herşeyi hakkıyla bilendir. Hükmünde hikmet sahibidir.”[827]
Dünyada sorumluluk yüklenen insanoğlunun, bu âyetlerde belirtildiği şekliyle beşeri irâdeye sahip olduğu bir gerçektir. İnsan sahip olduğu “irâde” donanımıyla her türlü eğilim ve eylemi gerçekleştirmeye hazır bir yaratılışa sahiptir. İnsanın dilemesiyle, istemesiyle ortaya çıkacak eğilim ve eylem olumlu da olabilir, olumsuz da, fayda da getirebilir, zarar da; belki hiç bir sınır taşımaksızın taşkınlık derecesine bile varabilir. Meselâ bir başarı kazandığında veya yarar sağladığında gururlanıp büyüklük taslayarak şımarır, azıtır gider. Bazen de bir musibetle karşılaştığından gereğinden fazla aşırı hüzne kapılır, kendini kaybeder, feryadı basar, sızlanır durur. Bu haliyle insan sürekli kamçılanan, kamçılandıkça hızını belirsiz yer ve yönlere doğru artıran bir at gibidir. Bu atın dizginlenmesi ve kontrol altına alınması lâzımdır. İşte insanın iradesini başına buyrukluktan, taşkınlıktan ve ölçüsüzlükten alıkoyacak olan, Allah'ın iradesine, dilemesine, takdirine olan imandır.
Kader, elde ettiği iyilik ve başarılara gururlanan insanın karşısına dikilir ve ona haddini bilmesini, asıl yapanın kendisi değil Yüce Allah olduğunu hatırlatır. [828] Ve, işte bu kontrolü sağlayan, ilâhî irâdeye işaret eden âyetler;
“Rabb'ın dilediğini yaratır ve seçer; irâde, serbestlik onların değil, (Allah'ındır.) Allah yücedir ve onların ortak koştuktan şeyden uzaktır.”[829]
“Her dilediğini mutlaka yapandır.”[830]
“O, yaptığından sorumlu değildir, onlar ise sorumlu tutulacaklardır.”[831]
“Yeryüzünde hiç bir şey ve sizin başınıza gelen hiç bir musibet yoktur ki, biz onu ortaya çıkarmadan önce kitapta yazılı olmasın. Doğrusu bu Allah'a kolaydır.”[832]
Söz konusu insanın irâdesini bildiren âyetlerle, Allah (cc)'ın irâdesini bildiren âyetler arasında zıtlık yoktur. Birinci guruptakiler, insanı kamçılar: ikinci guruptakiler ise dizginler. [833]
2. KADER İNANCINI TAŞIYAN VE TAŞIMAYANLARDA KARŞILIKLI PSİKOLOJİK ÇİZGİLER
a) Olumlu Şartlarda
1) Tevazu-Gurur
Tevazu ve Gurur, aynı psikolojik çizgi üzerinde hareket eden, birbirine zıt kutuplara yönelmiş olgulardır. Aynı ortamda, farklı düşünce ve inanç yapısına sahip bulunan kimselerin göstermiş olduğu tepkilerdir. Olumlu, iyi, güzel, başarılı, kazançlı, nimete kavuşulan şartlarda müminin göstermiş olduğu tevâzuya karşılık, inkarcı buna gurur olgusuyla tepki gösterir.
Kadere inanan bir insan, başarı elde ettiği anlarda hiç bir zaman tevazu ve alçak gönüllülüğü elden bırakmaz, zafer sarhoşluğuyla kendini kaybetmez.[834] İşleri muvaffakiyetle sonuçlandığında, mütevâzi davranması gerektiğini unutmaz, sevincinin şiddetinden dolayı olgunluğunu kaybetmez.” [835] Bir iyilik anında Yüce Allah'a karşı boynunu büker, ondan af diler, kavuştuğu bu iyiliğin kendi çalışması neticesinde değil, Allah (cc)'ın bir ihsanı olarak geldiğini bilir.[836]
“Ne yerde ne de nefislerinizde bir musibet başa gelmez ki, biz onu yaratmadan önce yazılmış olmasın. Şüphesiz bu Allah'a göre kolaydır. Bu kaybettiğinize üzülmeyesiniz ve Allah'ın size verdikleriyle de şımarmayasmız diyedir. Allah, çok Öğünen kibirlileri sevmez.” [837] Bu inancı taşıyan kimse makam ve derecesinden dolayı böbürlenmez. Yüce Allah'ın mülkünde. O'nun verdiği nimetlerle yaşadığını, onun daima kendisini gördüğünü unutmaz. Ve Allah'ın büyüklük laslayanlan sevmeyeceğini bildiği için alçak gönüllü olmaya çalışır.[838]
Fakat kader inancına sahip bulunmayan bir kimse bir iyilige, bir hayra kavuşunca gurura kapılır, taşkınlıkta bulunur. Rabb'ine şükretmesi gerektiği aklının ucundan bile geçmez. Oysa kadere inanan bir mümin, ne kazandığı başarıdan gurur duyup coşar, ne de başarısızlığa uğradığında cesaretini yitirir. Çünkü o, her iki durumun da Yüce Allah'ın takdirinin bir sonucu olduğuna inanır. [839] Nitekim Yüce Allah, Hz. Peygamber (sav)'den şöyle demesini istiyor: “De ki, Allah'ın bizim için yazdıkları dışında, bize kesinlikle hiç bir şey isabet etmez.”[840]
2) Şükür-Şımarıklık
Aynı psikolojik ortamın, kadere inanan ve inanmayan kişiler üzerinde meydana getirdiği iki ayrı tepkidir, şükür ve şımarıklık.
İnanan kişi kendisine bir “hayır” (iyilik) dokunduğunda şükreder. [841] Kader inancı taşıyan insan, güzel bir iş başardığında, iyi bir eylemde bulunduğunda bilir ki, bu yapmış olduğu, Yüce Allah'ın kendisine bir lütfudur. Böylece kendiliğinden doğal olarak Yüce Allah'a hamdetmeye şükretmeye yönelir.” [842] “Ve onlar derler ki, lütfedip hidayetiyle bizi buna, bu nimete kavuşturan Allah'a hamdolsun.”[843]
Fakat kadere inanmayan kimse başarı kazandığında, kendisine bir iyilik dokunduğunda her şeyi unutarak sevinip şımarır. Herhangi bir yarar ve başarı esnasında şımarmaktan kendini alamaz.
“Gerek yerde, gerek nefislerinizde hiç bir musibet yoktur ki, bizim onu yaratmamızdan evvel mutlaka bir kitapta yazmışızdır. Şüphesiz ki bu Allah'a göre kolaydır. Allah bunu kayıplarınıza tasalanmayasanız ve O'nun size verdiği ile sevinip şımarmayasınız diye yazmıştır. Allah çok böbürlenen her kişiyi[844] nazil olduğu ortamı gözönünde bulundurmak bu âyetin daha iyi anlaşılmasına yardımcı olur. Müşriklerin tehdit ve kuşatması altında bulunan müminler bu musibetlere göğüs geriyorlar, fakat zaman zaman bu musibete dayanmak zor geliyordu. Yüce Allah bu musibetlerin kendi bilgisi dışında olmadığını bildirerek müminleri teselli etmiştir. [845] Herşeyin Allah'ın kaderiyle olduğunu bilen mümin başına gelen, musibetlerin Allah'ın bir emri olarak kabullenir ve üzülmez, eline geçen nimetlerden dolayı da şımarıp taşkınlık ederek böbürlenmez.”[846] Aşırı sevinç ve gurura kapılmayıp şükreder, hüzün ve kedere boğulmayıp sabreder.[847]
Fakat kötü olaylar karşısında hiç etkilenmemek, hüzünlenmemek, iyi olaylardan dolayı sevinmemek insanın elinde değildir. İnsan çok doğal olarak kendisini ilgilendiren kötü olaylardan üzüntü duyar, iyi şeylerle de sevinir. Kur'ân'ın yasakladığı sevinme taşkınlığa varan, insanı gururlandırıp böbürlendiren, şımarıklık yapmasına neden olan sevinmedir. Elde ettiklerini kendi ilmine ve yeteneğine bağlayan, ilâhî takdiri hesaba karmayan sevinmedir. Yasaklanan hüzün ise kendinden geçercesine musibetler karşısında aşırı derecede sızlanıp feryad eden, isyan eden kimsenin hüznüdür.
Ayette sözü edilen musibetler daha çok insanın iradesinin dışında gerçekleşen, hastalık, ölüm, âfet gibi musibetlerdir. Bunlar insanın elinde olmayan şeylerdir. Aslında insanın istemli olarak yaptığı işlerde Allah'ın bilgisi dahilindedir. Fakat insan kendi irade ve tercihini kullanarak yaptığı bu işlerden sorumludur. Amalinde olmayan musibetler karşısında rıza gösterir, kader inancının sağladığı rahatlık ve mutluluğu tadar. [848]
B) Olumsuz Şartlarda
1) Rıza (Teslimiyet)-Feryat Ve Hüzün
İnsan daima sıkıntılarla musibetlerle içice yaşar. Sıkıntısı olmayan insan yok gibidir. Sıkıntılar, şiddetine göre az veya çok, insanı etkiler ve sarsar. En katı kalpli kimseler için dahi bu kural geçerlidir. Fakat her İnsanın musibetlerden doğal olarak etkilenmesi ile aşırı şekilde sarsılıp yıkılmasının, çökmesinin arasında fark bulunduğunu belirtmek gerekir. İkincisi, yani insanda mecal bırakmayan, kişiliği öldüren sarsıntı istenmeyen bir durumdur. Ne yazık ki, kadere inancı olmayanlar genellikle musibet anında bu duruma düşerler. Oysa yüce Allah inananları bu konuda eğitmek maksadıyla, “Başa gelen hiçbir musibet Allah'ın izni olmaksızın olmaz. Allah'a kim inanırsa onun gönlünü doğruya yöneltir.” [849] İşte kader inancı taşıyan insan, her zaman kendine, duygularına hakim olmasını bilir, Yüce Allah'ın kaderine güvenerek, O'ndan iç huzuru dileyerek yoluna devam eder.
Kendisine bir sıkıntı isabet eden mü'min, bunun Yüce Allah'tan geldiğine rıza ve teslimiyet gösterir. Böylece içi rahatlık ve huzura kavuşur. Ama diğerleri, musibetler karşısında adeta kırılıp dökülürler, hüzün ve hasret içerisinde boğulurlar, feryatlar kopararak, sızlanıp dururlar. Fakat kadere inanan mümin başına bir musibet geldiğinde hüzne ve hasrete kapılmaz, kendisine bir zarar dokunduğunda yahut başarısızlık anında feryadı basmaz.
“Kadere inanan, kederden uzak olur.” Kadere inanan, başa gelen üzücü olayları normal ve doğal karşılar. Değiştirmeye gücü yetmediği meselelerde boşuna üzülmemesi gerektiğini bilir. Olayları sabır ve teslimiyetle, olgunluk ve soğukkanlılıkla karşılar. Bağırıp çağırarak kendini harap etmez, sitem dolu ifadelerle hayıflanarak keder ve üzüntüsünü artırmaz. Elde edemediği arzularından, ulaşamadığı ihtiraslardan dolayı üzüntüye kapılmaz. Çünkü o, Allah'ın takdir ettiği birşeyin olacağına inanır. Buna bağlı olarak gerçekleşen ve gerçekleşmeyen şeyler karşısında taşkınlık ederek aşırı gitmez.[850]
Allah'ın takdirine boyun eğme düşüncesi zihinde yer edecek olursa, kişi, başına gelen herşeyi huzur ve emniyet içinde karşılar. Eline geçiremediği şeyler onu kendinden geçercesine sarsıp üzmediği gibi, elde ettiği bir başarı da, kendisinden geçercesine sevindirmez. Hadiseleri her zaman gönüllü ve memnun olarak karşılar.[851]
Allah (cc)'ın ezeli kaderinin değişmeyeceğine inanan kimse, olan şeyin neden olduğuna, olamayanın da neden olmadığına üzülmez. Bunları, Yüce Allah'ın takdir ve iradesine havale ederek rahatlar. Rızkının azalmasından, kıtlık ve kuraklığa uğramaktan, bir sıkıntıya düşmekten dolayı kendini yeyip bitirerek bunalımlara düşmez. İnsan ancak bu inançla mutlu olabilir.[852]
2) Tevekkül (Güven)-Ye's (Ümitsizlik)
Devamlı bir mücâdele içerisinde geçen insan hayatı tehlikelerle, zorluklarla ve sıkıntılarla doludur. Her an başına bir felaket gelebilir; maddi, mânevi her türlü güç ve kuvvetini yitirebilir. Bu dünyada geçerli olan her türlü yola, çareye başvurmasına rağmen, bütün beşeri imkânlarını zorlamasına rağmen başarılı olamayabilir, musibet ve sıkıntılardan kurtulamayabilir. İşte kendisini böyle bir çıkmazın ve açmazın ortasında bulan mümin, Yüce Allah'a tevekkül etmek suretiyle bu bağdireyi en asgari zararla kapatmasını bilen insandır.
Sağlıklı bir kader inancına sahip bulunan kimse, öncelikle sebeplere tevessül eder, fakat, onun asıl güvendiği dayanak, sebepler değil, Yüce Allah'tır. [853] Çünkü, “Kim Allah'a güvenirse O, kendisine yeter,” [854] “Göklerin ve yerin gaybı (sırrı) yalnız Allah'a aittir. Her iş ona döndürülür. Öyleyse ona kulluk et.ve ona dayan.”[855]
Tevekkül, sebeplere sarıldıktan sonra yapmamız gerekenleri yaptıktan sonra Yüce Allah'a güvenmek, O'na dayanmak, işleri O'na teslim etmek, her an O'ndan yardım dilemek demektir. İşte böyle sağlam ve engin bir güvenceye sahip olan mümin, en zor şartlar altında bile korku ve endişeye kapılmaz, içi her zaman rahat olur.
Kader inancı olmayanlara gelince, onları bu şartlar altında, ümitsizlik ve belirsizlikten başka birşey beklememektedir. Şartların zorluğu, çabaların boşa çıkması, kurtuluşun imkânsızlığı, deıtlerin çaresizliği ve bunun gibi ortamlarda inkarcının sığınabileceği hiçbir dayanak yoktur. Açık hiçbir ümit kapısı kalmamıştır, kendisini teselli edecek hiçbir şey yoktur. [856]
2- İNKAR
Kur'ân'da genellikle küfür kavramıyla ifade edilen inkâr olayı, lugatta kalpteki inancı gizleyen ve iman etmeyen kimselerin sıfatı olarak ortaya çıkar.[857] Allah'ın bir tek oluşuna, nübüvvete, şeriata iman etmemek, bir şeyi Örtmek manasına gelir. îmanın zıddıdır. [858] Bulut gökyüzünü kapladı, gecenin karanlığı her tarafı sardı, çiftçi tohumu tarlaya ekip gömdü şeklindeki eylemleri İfade etmek için kefera fiili kullanılır.[859]
İmanın terim manasında ortaya çıkan görüş ayrılıklarının doğal bir neticesi olarak küfürün de istilanda hangi manaya geldiği konusunda, hangi şeylerin bulunmamasıyla kişinin kâfir olarak nitelendiğinde ihtilâf edilmiştir. Fakat bununla birlikle küfrün genel bir tanımını yapmak imkân dahilindedir: Hz. Peygamber (sav)'i Yüce Allah'tan getirdiği kesin bir şekilde sabit olan şeylerde yalanlayıp tevâtiire'n bize ulaşmış bulunan esaslardan birini veya birkaçını inkâr etmek demektir.[860]
Küfür, kâfirin tutum ve davranışında genel olarak iki şekilde tezahür eder. Açık küfür, gizli küfür. Kişinin Allah'ı peygamberi ve O'nun Allah'tan getirmiş olduğu esasları kalbi ile kabullenmemesi dili ile söylemesine rağmen kalbi ile tasdik etmemesi gizli küfürdür. Dıştan mümin ve müslüman görünmek kalben. Allah'ı, peygamberi, onun getirdiklerini kabul etmemek manasına gelen nifak gizli küfürdür. Kalben inanmayıp, zahiren nıüslünıanmış gibi görünen kimseye münafık denir. Konumuzun bu bölümünde insanları inkâra sevk eden, küfre düşüren motivlere, inkarcılıktan doğan psikolojik hastalıklara bunların genel sebeblerine ve Kur'ân-ı Kerim'de önemli bir yer işgal eden inkarını gizleyen münafık karakterlerine yer vereceğiz. [861]
1. İnkara Sevkeden Motivler
İnkâr olayını bir hastalık olarak değerlendiren Kur'ân-ı Kerim bu hastalığın teşhis edilmesine, hastalığa neden olan etmenlerin ortaya çıkmasına büyük önem vermiştir. İnsanları inkâra sevkeden faktörlere sık sık, detaylıca fazlasıyla yer vermiştir. İnkâra sevkeden bu motivleri tam ve net çizgilerle birbirinden ayırmak sınıflamaya tabi tutup sistematiğini gerçekleştirmek güç olsa da, biz en ince titizliği göstererek genel bir gruplama yapmaya çalıştık. Böylece şu tablo karşımıza çıktı.
Psikolojik motivler: Bunlar duygusal ve fikrî motivler olmak üzere ikiye ayrılır. Duygusal motivler şunlardır: Kibir, heva, hased, hıkd (kin), inatçılık, nankörlük, acelecilik, dünyaya aşırı bağlılık... Fikrî motivler ise şunlardır: Zan, inkarcı aşırı şüphe, önyargı (peşin hüküm), gaflet, cehalet, kadercilik (cebr-fatalite)dir.
Sosyolojik motivler: Sosyal çevre, atalar kültü, baskı ve zor kullanma, toplum liderlerinin saptırması, aşırı tazim gibi sosyal içerikli etkinliklerdir.
Kur'ân-ı Kerim bu motivlere bir de şeytan faktörünü eklemektir. [862]
A. PSİKOLOJİK MOTİVLER
1. Duygusal Motivler
a) Kibir:
Kibir; insanın kendisini başkalarından büyük görmesidır.[863] Kibir kelimesiyle aynı kökten türemiş olan “tekebbür” kavramı, insanın hakkı kabul etmekten kaçınarak, Allah'a karşı büyüklük taslamayı ifade eder [864] Allah hakkında bir övgü sıfatı olan “tekebbür”, kullar için olumsuz bir sıfattır. Bu sıfat yalnız Allah için hak, onun dışındakiler için batıldır. “İstikbar”, tevhidden ve peygambere tabi olmaktan uzaklaşmak manasınadır.[865]
Genellikle “inat” sıfatıyla birlikte bulunan kibir, insan fit-ratı'nın yaratıcıya açılan pencerelerini perdeler[866] Kur'ân'da insanı inkara götüren sebeplerden biri olarak zikredilen kibir öğesiyle, birçok hallerde kâfirin en tipik niteliği sembolize edilir. Yani Kur'ân terminolojisinde kafir, insanları küçük gören ve kendisiyle övünen kişidir.[867]
Esasen kibir, insanı hakkı kabul etmekten; yaratıcısına itaatten alıkoyan, batıl inançlara ve taklide yol açan, psikolojik bir hastalıktır. Kibir bir kimsenin benliğinde yer ettiği zaman, onun iradesini elinden alıp, düşünme yeteneğini perdeler, onu Hak'kı şiddetle inkâra ve Hakkın varlığının delillerini örtmeye; batıl tasavvurlara bağlanmaya sevkeder. Gururlanmak, kendi görüşünü beğenmek, fikrî kaymaların en büyük nedenlerinden biridir. İnsanın batıl şeylere inanmasına, sapıklığa düşmesine ve bu uğurda çalışıp çaba sarfetmesine sebep olur.
Kibir, insanın fıtratında yaratılıştan getirmiş olduğu inanma kabiliyetini örten psikolojik bir hastalıktır. İnsanın hidâyete ulaşmasını engelleyerek inkâra sebep olur: “Vicdanları da buna tam bir kanaat hasıl ettiği halde zulüm ve kibir ile yine bunu inkara kalkıştılar.” [868] Büyüklenerek imandan yüz çevirdiler.[869]
Günümüzde olduğu gibi tarihte de toplumların çoğu kibirleri sebebiyle Allah'ı Rab olarak kabul etmek istememişler, elçilerini ve getirdikleri mesajları inkâr etmişlerdir. İblis, Yüce Allah'ın Rablığını, Firavun ve kavmi Hz. Musa'nın peygamberliğini, Semud kavmi Hz. Salih'in peygamberliğini, Medyen ve Eyke halkı, Hz. Şuayb'in peygamberliğini. Mekke toplumu Hz. Muhammed'in peygamberliğini bildikleri halde, kibirleri sebebiyle inanmamışlardır.
Bunlar daha ziyade Allah'a kul olmayı, Allah'ın diğer kulları gibi muamele görmeyi gururlarına yediremeyen aristokrat kesimidir. Firavun, Nemrud, Karun gibi tipler Kur'ân'in sunduğu müstekbir prototipleridir. Ebu Celil, Velîd b. Muğîre, Ebu Leheb gibi müstekbirler de Hz. Muhammed'in dâvetine karşı çıkanlar arasındadır.
“Kendilerine gelmiş hiçbir delil olmadan Allah'ın âyetleri hakkında tartışanlar yok mu. onların göğüslerinde, hiçbir zaman erişemeyecekleri büyüklük taslamaktan başka birşey yoktur. Sen Allah'a sığın, çünkü işiten, gören O'dur.”[870]
Kur'ân-ı Kerim, kibirlenmek suretiyle Allah'a isyan edenlerin ilki olarak İblis'i gösterir. Nitekim, Yüce Allah onun kibirini küfür olarak isimlendirmiştir.[871]
Hükümranlık, dünyaca güçlü olmak, bolluk ve zenginlik içerisinde yaşamak, kibirlenmeye, dolaylı olarak da sirke ve küfre götüren sebeplerdendir. Halkının yalnız kendisine tapmalarını isteyen Firavun'un şirki, bu tür şirke örnektir.
“Firavun, milletine şöyle seslendi: “Ey milletim! Mısır'ın hükümdarlığı ve memleketimde akan bu ırmaklar benim değil mi? Görmüyor musunuz?” [874] “Firavun'a git; doğrusu o azmıştır. O'na de ki, arınmaya niyetin var mı? Rabbine giden yolu göstereyim ki ona saygı duyup korkasın. Bunun üzerine ona en büyük mucizeyi gösterdi. Ama Firavun yalanladı ve başkaldırdı. Geri dönüp yürüdü. Adamlarını toplayıp seslendi: Sizin Yüce Rabb'iniz benim dedi.”[875]
Firavun dedi ki: Ey ileri gelenler, ben sizin için benden başka bir ilâh bilmiyorum. Ey Hamam, haydi benim için yüksek bir kule yap. Olur ki, ben o yollara, göklerin yollarına ulaşırım da, Musa'nın tanrısına yükselip çıkarım.”[876]
“Firavun (Musa'ya): Andolsun eğer benden başka bir tanrı edinirsen seni muhakkak ve muhakkak zindana gidenlerden eylerim dedi.”[877]
Firavun'un bu ifadelerinden asıl maksadı doğrudan Allah'ı inkâr etmekten çok, Hz. Musa'nın davasını reddetmektir. Hz. Musa'nın dâvetine karşı çıkışı, hükümdarlığının, saltanatının, dünyaca güçlü oluşunun, zenginlik ve bolluk içerisinde bir hayat yaşamasının kendisine verdiği kibir ve gurur yüzündendir.
Kur'ân-ı Kerim Nemrud'un şahsında kibrin, küfüre ve şirke sebep olduğunu haber veriyor: “Allah kendisine hükümdarlık verdi diye İbrahim ile Rabb'i hakkında tartışanı görmedin mi? İbrahim: Rabb'im dirilten ve öldürendir” demişti. Ben de diriltir ve öldürürüm dedi. İbrahim: Şüphesiz Allah güneşi doludan getiriyor, sende batıdan getirsene dedi. İnkâr eden şaşırıp kaldı. Allah zulmeden kişileri doğru yola eriştirmez.”[878]
Firavun ve Nemrud'un ağına düştüğü kibir ve gurur. Ad kavminde de görülür. Bu kavim doğrudan Allah'ın varlığını inkâr etmekle birlikte, çok kuvvetli olduklarını zannederek, yeryüzünde haksız yere büyüklük taslamaları sebebiyle şirk koşmuşlardır: “Ad kavmi yeryüzünde haksız olarak büyüklük tasladılar ve: Bizden daha kuvvetli kim var? dediler. Onları yaratan Allah'ın kendilerinden daha kuvvetli olduğunu görmediler mi?”[879] Buradaki “büyüklük taslama”, başkaların küçük görme şeklinde kibrini ortaya koyma, onlar üzerinde hâkimiyet kurup sömürme manalarına gelir.[880]
Semûd kavminin inkârında da kibir motivi etkili olmuştur: “Sonra Salih'in kavminin kibirli önde gelenleri, hakir görülen alçak tabakadan insanlara dediler ki, siz, Salih'in Rabb'i tarafından gönderilen biri olduğunu katiyetle biliyor musunuz? Onlar da biz onunla gelen ilâhi habere iman ediyoruz dediler. Ama kibirlenenler dediler ki, biz ise sizin iman ettiğiniz şeye iman etmiyoruz.”[881]
Hz. Nuh devrinin inkarcıları müminleri küçük görerek iman etmekten kaçınmışlardır. “Sana bir sürü bayağı kişiler uymuşken, biz sana iman eder miyiz?” demişlerdir. [882] Nitekim Nuh (as)’un kavmine yapmış olduğu ziyaret sadece onların kibirlerini arttırmıştır: “Doğrusu ben, onları senin bağışlaman için her davet ettiğimde, onlar kulaklarına parmaklarım tıkadılar ve elbiselerine hüründüler, ısrar ettiler, kibirlendikçe kibirlendi.”[883]
Mekke müşrikleri de büyüklenme duygusunun esiri olmuşlardır: “Onlara insanların iman ettikleri gibi siz de İman edin denildiği vakit, biz hiç sefillerin iman ettikleri gibi iman eder miyiz? derler. Biliniz ki akılsız ve ahmak olanlar yalnızca onların kendileridir, fakat bunu bilmezler.”[884]
İlk dönemde Kureyş'in ileri gelenleri yoksul, zayıf müslümanlara karşı tavır takınmışlardır. Bu zayıf müslümaniardan Habbab b. Ered şöyle anlatır: Kureyş'in ileri gelenlerinden Akra b. Habis et-Temimi ve Uyeyn b. Hısn el-Fizari geldiler. Bilal-i Habeşi, Süheyb-i Rumi, ben ve daha başka zayıf müminler Resulullah ile birlikte oturuyorduk. Gelenler bize hakaret ettikten sonra Resulüllah'a;
“Araplar bizim üstünlüğümüzü bilirler. Onun için bize bunlardan ayrı bir meclis tahsis et. Dışardan gelen elçilerin bizi bu köleler ile birlikte görmelerinden utanıyoruz. Biz senin yanma geldiğimizde onları buradan uzaklaştır, biz gittikten sonra otururlarsa otursunlar” dediler. Hatta bu isteklerinin yazılı olarak kaydedilmesini istediler. Resulullah onların bu isteklerini kabul ederek yazılması için kağıt istedi. Biz henüz meclisten ayrılmak üzereydik ki, vahiy geldi. Resulullah bizi çağırarak gelen âyet-i Kerime'yi okudu:
“Selâm sizlere! Rabbiniz kendi üzerine rahmeti yazdı. İçinizden kim bilmiyerek bir kötülük yapıpta sonra arkasından tevbe etmiş ve düzeltmiş ise, şüphesiz ki o, çok bağışlayıcı ve çok esirgeyicidir.” [885] Artık biz de onunla birlikte oturmaya başladık. “Sabah, akşam. O'nun cemalini dileyerek dua edenlerle beraber sebat et. Dünya hayatının zinetîni arzu edipte gözlerini onlardan ayırma. Kalbine bizi anmaktan gaflet verdiğimiz, heva ve hevesine uymuş, işinde haddi aşmış kimselere boyun eğme” [886] âyeti nazil oldu. Bundan böyle Resulullah hep bizimle oturdu. Kalkacağı vakit geldiğinde o da kalksın diye, bize kalkar, O'nu yalnız bırakırdık.”[887]
Allah'ın kendisine verdiği nimetler dolayısıyla şımarıp kibirlenen Velid b. Muğire de büyüklenme sebebiyle inkâra düşen Mekke müşriklerinden biridir: “Ey Muhammed! Tek olarak yaradıp, kendisine bol bol mal, çevresinde bulunan oğullar verdiğim ve nimetleri yaydıkça yaydığım o kimseyi bana bırak. Bir de verdiğim nimeti daha da arttırmamı umar. Hayır, hayır; çünkü o, bizim âyetlerimize karşı son derece inatçıdır. Onu sarp bir yokuşa sardıracağım. Çünkü o düşündü, ölçtü, biçti. Canı çıkası ne biçim ölçtü biçti. Sonra baktı, sonra kaşlarını çattı...”[888]
Yahudilerin Allah'a şirk koşmalarının nedenleri altında, kibirliliğe yenik düşmeleri vardır.
“Andolsun ki, biz Musa'ya kitab verdik ve O'nun peşinden birçok peygamber gönderdik. Meryem oğlu İsa'ya da açık deliller verdik ve O'nu Ruhu'l-Kudüs ile destekledik. Fakat ne zaman bir peygamber size canınızın istemediği bir mesaj getirdiyse kibirlilik taslamadınız mı? Bu peygamberlerin kimilerini yalanladınız ve kimilerini de öldürdünüz.” [891] Yahudilerin tutumunun sadece canının istediği mesajı benimsemeye yanaşan, kendini beğenmiş kibirlilerin tutumu olduğu görülür.
İnkarcılar, peygambere ve getirdiği esaslara itirazda bulunmuşlardır. Onların bu itirazlarına neden olan anlayış, gerçeğe ulaşmak isteyen samimi bir insan anlayışı olmayıp, kibirden kaynaklanan bir anlayıştır: “Bize kavuşmayı ummayanlar. bize ya Melekler indirilmeliydi ya da Rabb'imizi görmeliydik! dediler. Andolsun ki onlar, kendileri hakkında kibire kapılmışlar ve azgınlıkla ileri gitmemişlerdir.”[892]
Müşriklerin bu tür itirazları, zihni ve fikri meleklerini yıkan inat ve kibirlerine dayanır.[893]
“Onlar, sen dediler, bizim için yerden bir kaynak fışkırtmadıkça sana asla inanmayacağız. Veya. senin bir hurma bahçen ve üzüm bağın olmalı; öyle ki; içlerinden gürül gürül ırmaklar akmalı. Yahut, iddia ettiğin gibi, üzerimize gökten parçalar yağdırmalısın veya Allah'ı ve Melekleri şahit getirmelisin. Yahut da, altından bir evin olmalı, ya da göğe çıkmalısın, bize okuyacağımız bir kitap indirmediğin sürece göğe çıktığına da kesinlikle inanmayacağız. De ki: Rabb'imi tenzih ederim. Ben sadece beşer bir elçiyim.”[894]
İnkâr ile tekebbür arasında sebep netice açısından ayrılmaz bir ilişki vardır. Tekebbür inkârın, şirkin ayrılmaz bir sebebidir. İnkâr da tekebbür gibi motivlerin bir sonucudur.
“Boyunlarından, bir de ayaklarından zincire vurulacak, kaynar suya atılacaklar, sonra da, ateşte yanacaklar. Sonra onlara şöyle seslenilir: “Nerede” Allah'a ortak koşabildiğiniz bütün İlâhlar? Onlar kayboldu diyecekler. “İşte Allah kâfirleri böyle şaşkınlığa düşürür. Bütün bunların sebebi, dünyada hakkınız olmadığı halde böbürlenmeniz ve kendinizden son derece memnun olmanızdır. Girin cehennemin kapılarından, orada ebediyyen kalmak üzere, hakikaten kendini beğenmişlerin en son girecekleri yer çok kötü biryerdir.”[895]
İnkâr-kibir ilişkisi Hadis-i Şeriflerde de açık bir şekilde ifadesini bulur. Kimin kalbinde zerre kadar.-iman bulunur ise cehenneme gitmez. Kimin kalbinde zerre kadar kibirlik bencillik bulunursa o kimse cennete giremez.” [896]Hadiste geçen kibir, herkesçe bilinen ve başkalarını küçük görmekten ibaret olan kibirlenmeyi ifade etmenin yanında, daha çok insanı iman etme hususunda tekebbüre düşürecek, küfre sebep olacak kibirlenmeyi anlatmaktadır.
Sahabilerden birisi Peygamberimize;
“Ya Resûlullah, bir adam düşünelim ki, bu kimse elbise ve ayakkabısının güzel olmasını ister. Bu kibirlilik, bencillik midir? diye sordu. Bunun üzerine Peygamberimiz o sahabiye şu cevabı verdi;
“Hayır, değildir. Allah güzeldir, güzeli sever. Kibirliliğe gelince o, hakkı kabul etmemek ve insanları horgörmektir.”[897]
Başta, insandaki fikri inanma kabiliyeti olmak üzere kâinattaki sayısız âyetler (deliller) insanı Allah'a inanmaya sevkeder. Fakat büyüklük taslayanlan Yüce Allah, bu âyetlerden uzaklaştırır. Büyüklenmek sebebiyle Allah'ın âyetlerinden uzak kalan kimse Allah'tan da uzak kalır.
“Allah haksız yere büyüklenenleri âyetlerinden uzaklaştırır.” [898]
“Kendini kendine yeterli gören insanlar, kendi gücüne sonsuz güven taşıyan, hiçbir minnet duygusu taşımayan kimseler -aynen Firavun ve benzerleri örneğinde olduğu gibi- “bağımsızlık” dürtüsünün tesiriyle kendilerini tanrı yerine koymaya çalışırlar. Proudhon'un ifadesiyle kendini tanrısından daha iyi hisseden insan inançsız olur. Çünkü Allah kavramı, psikolojik ken-diliğindenliği ile hareket eden insanın “bağımsızlık” eğilimine ters düşmektedir. Ölçüsüz bir gurur ve büyüklenme içerisinde kendini kendine dayatan insan, kendisi üzerinde hakim ve otorite bir yaratıcıyı red ve inkâr etmektedir.”[899]
b) Hevâ
Kısaca, nefsin kötü isteğe olan yönelişi [900] olarak ifade edilen hevâ, canının her istediğini yapan, onu elde etmede hiçbir sınır tanımayan ve bu hevâ denilen arzusunu putlaştıran insanın niteliklerini karakterize eder. [901] Hevâ'nın genel manada insan ruhunun şehevi arzulardan ve hayvani içgüdülerden doğan eğilimi olduğu da söylenir.[902]
Kur'ân-ı Keıim'de hevanın ifade ettiği hiç değişmeyen anlamı, insanı Hak yoldan saptırması kaçınılmaz bir motiv olduğudur.
“Ey Muhammed, eğer sen, bilgi sana geldikten sonra, onların hevalarına uyacak olsaydın, muhakkak ki kötülerden olurdun.”[903]
“Yo, yanlış işler yapanlar, bilgi yerine kendi nevalarına tabi olmaktadırlar. Allah'ın şaşırttığım kim doğrultabilir ki? Onların yardımcısı olmaz!”[904]
“Eğer bilgi sana geldikten sonra sen onların nevalarına uyarsan Allah'a karşı ne koruyucun, ne de bir yardımcın olur!”[905]
Vahye değil de kendi nevalarına tabi olanların tavrı Kur'ân'da “hevasını tanrı edinmek” şeklinde son derece dikkat çekici bir tabirle ifade edilmiştir: “Görmedin mi hevâsını tanrı edineni! Allah'ta onu bile bile şaşırttı ve kulaklarıyla kalbine mühür vurup gözlerinin üzerine perde çekti. Şimdi Allah'tan sonra onu kim yola getirecek ki?” [906] “Hevasını kendine ilâh edineni gördün mü? O'na sen mi vekil olacaksın?” [907]
Heva, nefsin kendiliğinden meylettiği arzularıdır. Ayette geçen “hevasım kendisine ilah edinen” tabiri, canının istediğinden başka kendine ilâh tanımayan demektir. Böyle kimselerde Hakk'a yöneliş düşüncesi bulunmayıp, sadece arzu ve isteklerinin doğrultusunda hareket etmek anlayışı hâkimdir. Düşünceleri hakiki faydayı elde etmek üzere değil, sırf içgüdüsel ve sübjektif kuruntular üzerine kuruludur. Bunlar delil, ölçü ve sınır kabul etmez, kendi zevk ve arzularına kıymet ve kutsallık atfederler. Zevklerinin kendileri için bir felaket kaynağı olduğunu bilseler dahi, Hakkı zevklerine feda ederler. Din onlara göre insanın hissi arzularından, keyif ve zevklerinden ibarettir. Neyi arzu ederlerse ona taparlar. Hakka itaat arzusu, Hakk'ın rızasını kazanma düşüncesi taşımazlar. [908] Allah'tan başka herşeye tapanların ve her türlü isyanda hevâya tabi olan kimselerin “nevasını ilâh edinenler” sınıfına dahil olduğu belirtilir. [909] Kısaca hevâsını ilâh edinen dinde yaptığı veya terkettiği her hususta, hiçbir delile ve burhana dayanmadan hevâya boyun eğen, onun kulu olandır. [910] Neyi güzel görse, nefsinin nevası neden hoşlansa, o onun dini ve yolu olur.”[911]
“Ey Resul, sana da kendinden önceki kitabı doğrulayıcı ve ona karşı bir şahit olarak hak olan kitabı indirdik. O halde sen de onlar arasında Allah'ın indirdiği ile hükmet. Sana Hak'tan geleni bırakıp onların nevalarına uyma![912]
Yüce Allah, değişik vesilelerle hevâya tabi olmama konusunda dikkatleri çeker. Meselâ Davud (as)'a: “Hevâna tabi olma, bu seni Allah yolundan saptırır” [913] buyurur.
“Eğer dileseydik, onu bu âyetler sayesinde yüceltirdik. Fakat o, yeryüzüne meyletti ve hevâsına tabi oldu”[914] âyetinde hevâya bağlılık, yeryüzüne sığınma ile aynı ilişki içerisinde vârid olmuştur. Ayette geçen “yeryüzüne meyletti,”ona bağlandı ifadesi, dünyevi hazlardan yararlanma ve onlara bağlanmaktan kinayedir.” [915] Orada ölümsiizleşmeyi umarak, yeryüzüne meyletti [916] şeklinde açıklanmıştır. Yere meyletmek “Cenab-ı Hakk'ın mutlak ve tek kesin hakikat olan emirlerinden sıyrılıp, onlarla ruhi ve fizik münasebetleri keserek, sadece duyu organlarıyla idrak edilen ve '“insan merkezli” bir dünya kurmak demektir. Hevâya bağlılık da, şeytanın düzenine uyup, onun arzusuna uygun bir hayatın izleyicisi olmak demektir.”[917]
İnsanların Hakk'ı kabulden kaçınmalarında hevâ büyük rol oynar. Hevâlarının esiri olanlar, Hakka aldırış etmeden, haz arayışı içerisinde şehvetlerinin peşine düşerler. Hevâ ve arzularının güzel bulduğu şeyleri de din edinirler. Çünkü hevâ insan nefsini kuşattığı zaman insan adeta hayvanlaşır, şehvet ve arzularının esiri olur. Böyle kimseler de insanı hidayete götüren sağlam delillerden, uzak yaşarlar ve şirk her yönden onları kuşatır.[918]
Hevâ aynı zamanda şehvete eğilimli nefis için de kullanılır. Kötülük yönünde eğilimleri olan, şehevi arzularına esir düşmüş kimseler her türlü günaha bulaştıklarından dolayı, Allah'tan kaçabilmek için O'nun hakkında şüphelere kulak verirler ve yavaş yavaş inkâra varırlar. Aslında bunlar küfrü sevdiklerinden değil, fuhuş yapmak, kötü arzularını tatmin etmek için inkâr ederler.
İnsanların Tevhid'e baş kaldırıp şirke düşmeleri de hevâ ve heveslerine, nefislerinin tutkularına kul olmalarının oynadığı rol yadsınamaz. Çünkü, müşrik fert ve toplumlar aynı zamanda ahlâksız, arzularının ve tutkularının esiri, zalim, azgın ve bozguncudurlar.
Burada din psikolojisinin verilerine de yer vererek konumuzu noktalıyoruz: “İlkel bir şuur seviyesinde, ciddi düşünce ve akıl yürütme alışkanlığı olmayan, istek ve arzularının tabii eğilimi içerisinde yaşayan kimseler vardır. Hayatın geçiciliği ve bir daha ele geçirilmez olduğu düşüncesinden hareketle, doyumsuz bir zevk ve tatmin arayışı içerisinde kendini bırakmış olan insan için din, ilgi alanının tamamen dışında bir konu olarak kalmaktadır. Hayatın zevklerine sınır getirmesi ve kişiye ahlâki bir sorumluluk yüklemesi sebebiyle dini iman, arzu edilmeyen ve reddedilmesi gereken birşey olarak gözükmektedir. “Motivasyon Psikolojisi”nden kaynaklanan bu inançsızlık şekli, “kaba ve bayağı” bir hayat anlayışının sonucudur ve ahlâk dışı davranışları oyalamaya yarar.”[919]
Keyiflerine, batıl düşüncelerine uyarak hiç bir kanıta ve delile-dayanmadan kendisine bir yol çizmeye kalkışan hidayeti bulamaz. '“Hevâyı ilâh edinmek”, keyfine geleni yapan, ihtiraslarının esiri olan anlamına geldiği gibi, edindiği bir takım batıl inanç ve gelenekleri din sayıp ona uyan anlamını da içerir. Kişi her ne kadar arzularma ve batıl inançlarına bilfiil tapmasa da, kendini kayıtsız şartsız arzu ve batıl inançlarına terketmesi bunları tanrı edindiğinin bir kanıtıdır. Böyle bir bakış açısı ve ruh haline sahip olan kimseye, Allah'a ve O'nun emirlerine itaat etmek ağır gelecek ve hidayete ulaşması güçleşecektir. Çünkü o hiç bir ölçüyü kabul etmez, hiç bir kuralı dinlemez, hiç bir ciddiliği benimsemez, gerçekleri çok kolay inkâr eder. [920]
c) Hased
Ehl-i Kitab, özellikle Yahudiler, ellerindeki kitapların verdiği bilgiye dayanarak, bir peygamber geleceğini bekleyip durdukları halde, gelen peygamber kendi aralarından olmadığı için hased ettiler. Ve hasedleri iman etmelerine mani oldu. Yahudiler'in ve hristiyanların Resûlullah'ı tanıma konusundaki bilgileri gayet kesin ve net şekildeydi.
“Kendilerine kitap verdiklerimiz o peygamberi öz oğullarını tanır gibi tanırlar. Böyle iken içerden bir topluluk hak ve hakikati bile bile gizlerler.”[925]
İçlerindeki hased duygusu o kadar şiddetlidir ki, kendileri iman etmemekle kalmayıp inananları da imanlarından çevirmeye çalışırlar: “Kitab ehlinden çok kimseler, hak kendilerine apaçık belli olduktan sonra, sırf içlerindeki hasetten dolayı, sizi imanınızdan sonra küfre döndürmeyi arzu ederler.” [926] Yahudilerin bu hasedleri hakka bağlı olmalarından değil, sırf nefis ve arzularından kaynaklanmaktadır.[927]
Yahudilerin Resulullah'ı ve peygamberliğini kabul etmemelerinin gerçek sebebi, son gelen peygamberin yahudilerden olmamasıydı. Son peygamberin Yahudilerin içinden çıkmamış olması onlarda hasede sebeb olmuştu, dolayısıyla hades de inkâra...[928] Fakat onlar Resulullah'ı çok iyi tanıyorlardı. “Ne zaman ki onlara Allah katından, yanlarında bulunan Tevrat'ı doğrulayıcı bir kitap geldi ki, daha önce küfredenlere karşı nısret talebinde bulunup dururlarken, o bildikleri Kur'ân kendilerine gelince, onu inkâr ettiler, artık Allah'ın laneti inkarcıların üzerine olsun.”[929]
Yahudilerin Resulullah'ı bilip tanıdıklarını açıkça isbat eden bir haberi nakledelim; Abdullah b. Selâm, Resulullah'a gelerek:
“Ya Resulullah, beni bir yere saklayın ve Medine'de ne kadar Yahudi alimi varsa hepsini çağırın! Sonra da onlara beni ve babamı nasıl tanıdıklarını sorun! Muhakkak olumlu cevap vereceklerdir. Sonra da ben, saklandığını yerden çıkıp müslümanlığımı ilân edeyim.” teklifinde bulundu. Resulullah da bu teklifi kabul etti. Abdullah b. Selâm, evin bir yerine gizlendi. Gelen Yahudi alimleri yerlerini aldılar. Resulullah sordu;
“Siz Abdullah b. Selâm'ı ve babasını nasıl bilirsiniz?”
“O ve babası bizim aramızda en alim ve en şereflilerdendir.” cevabını verdiler. Resulullah tekrar sordu;
“O beni tasdik ederse siz ne dersiniz”, Onlar,
“İmkânsız, asla böyle bir şey olmaz!” dediler. O sırada Abdullah b. Selâm gizlendiği yerden çıktı. Şehadet getirip Resulullah'ın peygamberliğini tastik etti. Bu duruma şaşırıp kalan Yahudi alimler, az önce Abdullah b. Selâm hakkında söyledikleri övgü dolu ifadeleri geri alarak;
“O bizim en şerlimiz ve en şerlimizin oğludur.” dediler. Resulullah da bu iki yüzlülerin daha fazla huzurunda kalmalarına müsaade etmedi.[930]
Yine Hz. Ömer Abdullah b. Selâm'a sorar;
“Resulullah'ı öz evladın gibi tanıyor muydun?” O,
“Öz evladımdan daha iyi tanıyordum.” cevabını verir. Hz. Ömer tekrar
“Nasıl?” diye sorunca;
“Evladım hakkında şüphe edebilirim, belki hanımım beni kandırmıştır. Fakat Resulullah'ın son peygamber olduğundan zerre kadar şüphem yoktur” cevabını verır.[931]
Buraya kadar naklettiğimiz deliller Yahudilerin Resulullah'ı bilip tanıdıklarını isbat etmektedir. Fakat bilip tanımak, iman etmek manasına gelmez. Tanıyorlar fakat iman etmiyorlardı. Çünkü hased ve kıskançlıkları iman etmelerine mani oluyordu.
Çekememezlik insanda olumsuz bir duygu, hasetçilik de olumsuz bir karakterdir. Nefret ve intikam duygularından beslenir. [932] Bu duygunun insanı kötü sonuçlara, haksızlığa sürükleyeceği muhakkaktır. Üstelik bile bile, göre göre. Yahudiler Hz. Muhammed'in elçiliğini açık seçik bilmelerine rağmen sırf hasetlerinden ve çekememezliklerinden dolayı iman etmemişlerdir, Kur'ân'ın ön plana çıkardığı yahudi tipi, hasetçiliğin inanmaya engel teşkil eden motivlerden biri olduğunu belirtiyor. [933]
d) İnat
İnatçı müşrik, Hakk'ı kabul edemez. Kendisine yapılan öğütlere yüz çevirir. Kendi cehalet ve yanlışları arasında boğulup gider. Aklı ölçü kabul etmez, hakikati öğrenmeyi istemez.[934]
“Onlar, “sen, dediler, bizim için yerden bir kaynak fışkırtmadıkça sana asla inanmayacağız. Veya, senin bir hurma bahçen ve üzüm bağın olmalı; öyle ki, içlerinden gürül gürül ırmaklar akmalı, yahut iddia ettiğin gibi, üzerimize gökten parçalar yağdırmalısın veya Allah'ı ve melekleri şahit getirmelisin. Yahut da altından bir evin olmalı, ya da göğe çıkmalısın. Bize okuyacağımız bir kitap indirmediğin sürece göğe çıktığına da asla inanmayacağız. De ki; Rabbimi tenzih ederim. Ben sadece beşer bir elçiyim.”[935]
Bu âyeti kerimede müşriklerin içinde bulundukları inkarcı tutum, onların inatlarını açıkça yansıtmaktadır. Zira inatçı olmaları akıl ve düşünme kabiliyetlerini dumura uğratmıştır.
Velid b. Muğire hem büyüklük taslayan hem de inatçılığıyla temayüz etmiş inkarcıların prototipidir. “Asla! Çünkü o, bizim âyetlerimize karşı alabildiğine inatçıdır.” [938] Hakkın delillerine, imanın emirlerine karşı direnmektedir. Peygamber (sav)'le mücadeleye girişerek, daveti engellemeye çalışmaktadır. [939] Ayete konu olan Velid b. Muğîre Allah'ın birliğine ve O'nun gönderdiği esasları inkâr etme hususunda hep karşı çıkan, çekişen birisiydi. Allah'tan gelen esasların doğruluğunu bilmesine rağmen diliyle inkâr ediyordu. Onun bu küfrüne “küfür inadı” denilmiştir.[940]
Bir âyet-i kerimede de inat, kâfirin sıfatı olarak “inatçı kâfir” ifadesiyle gelmiştir. “Yanındaki arkadaşı, işte yanımdaki hazır. Haydi ikiniz her inatçı kâfiri hayra bütün hızıyla engel olanı, azgın şüpheciyi Allah ile beraber başka ilâh edineni şiddetli azaba birlikte atın” der.”[941]
İnkarcıların bu inatçılık vasfı bir âyette “İnkârda ısrar ettiler, ayak dirediler” şeklinde vârid olmuştur. “Gerçekten de İmana gelmeleri ve böylece günahlarını bağışlamam için onları ne zaman davet ettiysem, parmaklarını kulaklarına tıkadılar, elbiselerine büründüler, ayak dirediler, kibirlendikçe kibirlendiler.”[942]
Hidâyete engel olan diğer motivler gibi inatçılık da insandaki fıtrî iman kabiliyetini perdelemekte, fıtratın uyanmasına mani olmaktadır.
İyiliğe engel olmak, aşırı şüphecilik, kibirlenmek, zorbalık yapmak gibi kötü sıfatları da beraberinde taşıyan inatçı kâfir, Allah'ın âyetlerine inanmama ve bir kısım insanları da zorbalık yoluyla kendine uydurarak inanmalarına engel olma yolunda inat ve ısrarla direnmiştir. Bu inatçı ve katı tutumuyla kendi batıl inançlarına sımsıkı sarılmış, onun dışındaki düşüncelere zihnini ve kalbini açmamakta ısrar etmiştir. Kur'ân âyetleri karşısında inatçı bir tutum değil de, en azından tarafsız bir tutum sergilese belki de hidayet kapısı kendisine açılabilecekti. [943]
e) Nankörlük
“Küfrân” kavramı, Kur'ân'da genel olarak Allah'ın nimetleri karşısında nankörlüğü ifade eder. Nankörlük, Allah'ın nimetlerine karşı şükürsüzlüğü ifade etmenin yanında Allah'ın lütuf ve ihsanını O'ndan başka varlıktan bilme anlamında kullanılır.[944]
Şükürsüzlük, Allah'ın nimetini hafife almayı ifade ederken, Allah'ın lütuf ve ihsanını başka varlıktan bilme Allah'a ortak koşma manasına gelir.
Kâinatı bir ölçü ve nizam dahilinde, muhkem olarak yaratan, insanın geçinmesi için bütün imkânları var eden Allah kullarından bu nimetlere karşılık şükretmelerini beklemektedir. Fakat müşrikler, sadece şükretmemekle kalmayıp, Allah'ın nimet ve ihsanlarını başka varlıklara nisbet etmişlerdir. Dolayısıyla takındıkları nankörce tavır onların şirk koşmalarına yol açan motîvlerden biri olmuştur.
“Yeri ve göğü yaratan Allah'tır. Ve sizin için gökten su indiren ve rızık olarak meyveler yeşerten O'dur. Emri ile deniz üzerinde yüzen gemileri hizmetinize veren de O'dur. Nehirleri emriniz altına alan da. Belirtilmiş güzergahlarında Güneş ve Ayı hizmetinize sunan da O. Geceyi ve gündüzü size hizmetkâr kılan da O'dur. Evet O size kendisinden istediğiniz herşeyden verdi. Allah'ın nimetlerini saymaya kalkarsanız bitmez. Doğrusu insan pek adaletsiz, pek nankördür.”[945]
Siz bilmezken Allah sizi annelerinizin rahimlerinden çıkardı, size duyuş, görme ve kalb verdi, hani şükredesİniz diye. Havada gezen kuşları görmüyorlar mı? Onları orada tutan ancak Allah'tır. Doğrusu bu, iman edenler için bir işaret olsa gerekir. Ve size ikâmetgâh olarak evlerinizi tayin eden de Allah'tır ki, sizin sığır derilerinden yola gittiğiniz gün de konakladığınız günde taşıması müşkül olmayan konutlar, bir de bunların tüy ve yününden, sizin için, bir vakit zevkini çıkaracağınız eşya ve aletler kılmıştır. Allah'tır ki yine yarattıkları içinde sizin için, güneşten korunma kılmış ve dağlan dayanağınız yapmış ve sizi birbirlerinizin karşılıklı saldırganlığından muhafaza edecek vesileler ittihaz etmiştir. O belki teslimiyette bulunursunuz diye size karşı nimetini bu suretle ikmal etmektedir. “Ama, bütün bunlara karşın yine de sırt çevirenlere senin görevin sadece, bu açık haberi duyurmaktır. Allah'ın nimetlerini görüyor, ama inkar ediyor, çünkü çoğu insan nankördür.”[946]
Birinci âyet-i kerirne'de Yüce Allah insanlara sayısız nimetler verdiğini, insanların da buna karşı nankörlükle karşılık verme niteliği taşıdığını belirtiyor. İkinci âyette ise nimetlere karşı takınılan nankörce tavrın inkâra sebep olan bir motiv olduğu vurgulanıyor. Müşrikler kendilerine ihsan edilen nimetlerin Allah'tan olduğunu biliyorlar, bu nimete karşılık Allah'a kulluk etmeye sıra geldiğinde, nimeti verenden başkasına yöneliyorlar.[947]
“Rabbinizdir, nimetini arayasınız diye, denizde gemileri yüzdüren. Öyle merhametlidir size karşı! Bir de denizde bir bela ile karşılaş sanız, her daim adını andığınız ne varsa hepsi yok olur. O kalır yalnız. Lakin sizi selametle kıyıya ulaştırdığı zaman, sırtınızı dönersiniz, insan gerçekten nankördür.” [948]
“Gemilere bindikleri vakit, dini Allah'a has tutarak samimiyetle O'na dua ederler. Fakat O, onları salimen sahile ulaştırdığında, evet, putlara yönelirler. Etsinler nankörlük. Bizim kendilerine yaptığımız iyiliklere karşı; bırak oynasmlar çok geçmeden anlayacaklar.”[949]
“İnsanlar bir darlığa uğrayınca, Rablerine yönelerek O'na yalvarırlar. Sonra Allah, kendi katından onlara bir rahmet taddırınca, bakarsınız ki, onlardan bir grup Rablerine ortak koşup durmaktadırlar. Kendilerine verdiklerimize nankörlük etsinler bakalım! Haydi sefa sürün; ama yakında bileceksiniz.”[950]
Yukarıdaki ve daha bir çok âyette [951] insanın sıkıntılı anlarındaki tutum ve davranışları üzerinde yapılan gözlemlerden elde edilebilecek veriler sunulmuştur. Söz konusu âyetlerde çizilen insan tipi, uğradığı en ufak bir musibeti zihninde muhafaza ettiği halde, yararlandığı tüm nimetleri unutan bir tiptir.[952] Nimetler karşısında iradesini şükretme yönünde değil, nankörlük yönünde kullanmıştır. Nankörlük motivi ise insanı Allah'a ortak koşmaya, O'nu inkâr etmeye sevkedebilmektedir.
Nankörlük her insanda yaratılıştan mevcuttur. Bu insan olmanın verdiği bir eğilim türüdür. Şükrün zıddıdır. İnsan iradesiyle bu iki tutumdan dilediğini, dilediği şekilde kullanabilir. İnsan bir yönüyle kendisine yapılan iyiliklere ve yardımlara iyilikle karşılık veren bir müteşekkir, diğer yönüyle de kendisine gösterilen iyilik ve yardımlar karşısında nankördür.[953]
İnsan sahip olduğu bütün nimetleri kendisine veren Allah'a karşı iki tutum sergileyebilir. Ya şükreder, ya da nankördür. Şükretmesi en genel anlamda Allah'a karşı minnet duyması, O'na hamdetmesi ve kulluğa yönelmesidir. Bu tutum insan fıtratına uygun olumlu bir tercihtir. Fakat insanın nimet karşısında nankörlük etme eğilimi de mevcuttur. Nimeti vereni görmezlikten gelmek, nimetten dolayı duyulması gereken hamd ve şükür eğilimini, genel manada kulluğu başkalarına yöneltmek insanı şirke götürür. İnsan için nimeti verene şükretme eğilimi esas olduğu halde, onu Allah'a karşı nankörlüğe iten sebepler nelerdir?
Müşrikler kainatı Allah'ın yarattığına, bütün nimetleri O'nun verdiğine inanmakla birlikte, bir takım tanrısal güçler taşıdıklarını sandıkları şeylere taparlar, bu şekilde Allah'a yakla-saçaklarım sanırlardı.[954] Müşriklerin şükür yönünde değil, nankörlük yönünde tercih yapmalarında daha önceki batıl inançlarının etkisi sözkonusudur. Dolayısıyla nankörlük doğrudan değil dolaylı bir inkâr motividir. [955]
f) Acelecilik
Acelecilik, insanda aklına gelen her konuda süratlice isteme arzusunun uyanması gibi manalara gelir.
İnsanda aceleciliği doğuran çeşitli faktörler vardır. Nefsin dürtülerinin tesiriyle birtakım arzu ve isteklerin gerçekleşmesine ısrarla yönelmek, karşılaşılan çeşitli durumlarda tam bir ileri görüşlülükle değil, nefsin dürtülerinin etkisiyle akla ilk gelen düşünceyle hareket etmek, yine nefsî dürtülerin gücü karşısında iradenin zayıflaması ve işlevini yapamaz olması aceleciliği doğuran nedenler arasındadır.[956]
Müşriklerin Kur'ân hidâyeti karşısında düşünmeden acele karar vermeleri, onları fikri kaymaya, dolayısıyla şirke sevkeden bir motiv olmuştur. Oysa Kur'ân, herhangi bir konuda karar vermeden önce insanın temkinli hareket etmesini ve mesele üzerinde iyice düşünmesini salık verir. [960] Eğer konu üzerinde yeterince delil toplamadan ve hakkında enine boyuna hesap yapmadan karar verilirse, atılan her adım düşünce ve inanç alanında bir çok sapmanın habercisi olur.
“İnsan aceleciliğinden dolayı hayrı ve şerri birbirinden ayıramaz. Sonra da”... “İyiliğin gelmesine dua ettiği gibi kötülüğün gelmesine de dua eder.” [961]
Acele etmek, körü körüne yapılan bir iştir. Dolayısıyla yapılan iş de körü körüne olur. Kişi Hayrı da, şerri de birlikte arar [962] Acelecilik sonucu yeterince delil toplamadan hüküm verip, görüş belirtmek, mesele üzerinde aniden ve hiç düşünmeksizin karar vermek ihtiyattan uzak bir tutumdur.”[963]
“Resulüm” Kâfirler seni gördükleri zaman, sizin.ilâhlarınızı diline dolayan bu mu, diyerek sana alaydan başka bir şeyle davranmazlar. Halbuki onlar, çok esirgeyici Allah'ın Kitab'ım inkâr edenlerdir. İnsan aceleci bir tabiatla yaratılmıştır. Size âyetlerimi göstereceğim; benden acele istemeyin. Eğer, diyorlar, doğru iseniz, ne zaman gerçekleşecek bu vaad.”[964]
Yukarıdaki âyetlerde anlatıldığı gibi Peygamber insanları geleceğinden şüphe olmayan bir günün azabıyla uyarınca müşrikler yaratılıştan gelen acelecilik güdüsünün sâikiyle peygamberin uyardığı bu azabın çabuk gelmesini istediler. Azap hemen gelmediği için de hiç gelmeyeceğini sanarak kendilerini azapla korkutan elçiye inanmadılar. Kur'ân'ın verdiği bu örnek, aceleciliğin insanı inkâra sevkediş yollarından sadece birisidir. Genel olarak düşünmeden karar verme şeklindeki her türlü aceleciliğin insanı İnkâra motive etme olasılığı vardır. [965]
h) Dünyaya Aşırı Bağlılık
İnsanların Allah'a şirk koşmalarına sebep olan motivlerden biri de dünyaya aşın bağlılık, mala ve mülke fazla düşkünlüktür. Mal ve mülk sevgisi, dünyalık biriktirme hırsı, refah düzeyini yükseltme arzusu çoğu zaman insanları şımarıklığa, azgınlığa sevketmiş, onları Allah'a itaat ve kulluktan alıkoyarak maddeye kul ve köle yapmıştır.
Dünya, mal, mülk sevgisi insanda yaratılıştan mevcuttur. Fakat insan dünyaya olan sevgisinde ölçülü olmalı ve bu sevgi Allah'ı unutturmamalIdır. “Ey iman edenler! Mal ve Mülkünüz, evlatlarınız sizi, Allah'ı anmaktan alıkoymasın, kim bunu yaparsa hüsrana uğrayanlardan olur.”[966]
Kur'ân-ı Kerim'in ışığı altında dünya metaı ile kafirler arasında yakın bir ilişki görülür. Onlar dünya hayatını aşırı sever ve öncelik tanırlar, onu âhirete tercih eder. Sadece dünya İçin çalışıp âhireti bir yana bırakırlar: “Gerçek şu ki siz, çarçabuk geçen dünya hayatını ve nimetlerini seviyor, âhireti bırakıyorsunuz.” [967] “Şu insanlar çarçabuk geçen dünyayı seviyorlar da önlerindeki çetin bir'günü, âhireti ihmal ediyorlar.” [968] “Her kim bu çarçabuk geçen dünyayı dilerse ona, yani dilediğimiz kimseye dilediğimiz kadarını verir, sonra da onu, kınanmış ve mahrum bırakılmış olarak gireceği cehenneme sokarız.”[969]
Dünya metaı ile insanların delâlete düşmesi arasında sıkı bir ilişki vardır. Dünya metaı onları dalâlete götüren motivler arasında yer almıştır. “O zulüm ehli kendilerine verilen refahın peşine düşüp şımardılar ve suç işleyen günahkârlar olup çıktılar.” [970] Şehvet ve arzularına uydular, kendilerine verilen mal ve lezzetler arasında adeta boğuldular. Dünya haz ve menfaatlerini her şeyden, âhiretten bile üstün tuttular. [971] Kendilerini refah ve zevke kaptırarak suç işlemiş oldular.[972]
Mal ve servetin şımarttığı kimseler mallarına güvenip kendilerinin Allah'a muhtaç olmadığı kuruntusuna kapılarak, Tevhid gerçeğine karşı isyankâr bir tutum sergilerler.
“Arkadan çekiştirmeyi, yüze karşı eğlenmeyi ve başkalarını ayıplamayı ve servet biriktirip onu saymayı adet edinenlere yazıklar olsun! O, malın kendisini ebedî tutacağını mı zanneder? Hayır! Andolsun o Hutame'ye atılır.”[975]
Varlık içinde yaşıyor olmak, zaman zaman insanın şımarmasına neden olabilir ve dolayısıyla onu Allah'tan uzaklaştırabilir. Kendilerine verilen nimetin karşılığının şükür olduğu bilinciyle hareket etmeyen toplumlar, sahip oldukları mal ve mülkü kendi kişisel çabalan ve bilgileri neticesinde elde ettikleri kuruntusuna kapılırlar. Allah'ı insan hayatından dışlayarak şirke ve inkâra saparlar.[976] İnsanların kalbîerinde mal sevgisi öyle bir yerleşir ki, adeta ateş üzerindeki bir döşeğe serilir gibi onun üzerine yıkılırlar ve onun dışında her şeyden yüz çevirirler.”[977]
Sırf dünyanın geçici fayda ve çıkarları için çalışan kimse sadece bu dünyaya tapar. Ve başka ilâh kabul etmek istemez. Hiç bir sınır ve kayıt tanımadan dünya nazlarından istifade etme eğiliminde olan insan, şehvet ve arzularının bir takım ahlakî kurallarla kayıtlanacağı endişesiyle iman etmekten kaçınır.
İnsanları dünya nimetlerinden mahrum bırakmak bir ifrat teşkil ediyorsa alabildiğine dünyaya dalmak, yaratıcıyı ve yaratılış gayesini unuturcasına dünyayı putlaştırmak da tefrit ifade eder. Kur'ân'a göre, mahrumiyetlerin yer almadığı, fıtrî değerlerin çiğnenmediği bir denge esastır. Dengenin bozulması halinde sorunlar ortaya çıkar. Meselâ denge dünyaya aşırı bağlılık şeklinde bozulursa kişinin benliğini madde kaplar ve ilâhî âlemle ilişki kurmak zorlaşır. [978]
2. Fikri Motivler
a) Zan
Zan henüz belirtileri açık şekilde ortaya çıkmamış bir sahada, mahiyeti bilinemeyen bir konuda tahminde bulunmak, akıl yürütmek demektir.[979]
Zan ve tahmine dayalı bilgi anlayışı Kur'ân'da reddedilmiş, deney ve gözleme, akla, vahye dayalı bilgi teorisi geçerli kabul edilmiştir. İlim derecesinde kesinliği bilinemeyen zan ve tahmin yollarına uymanın insanı sapıklığa götüreceği belirtilmiştir.
“Görmez misin ki gökte ve yerde ne varsa Allah'ındır. Öyleyse, Allah'a ortak koşanların istediği yol nedir? Onlar zandan başka bir şeye uymuyorlar, doğrusu onlar sadece tahmin yürütüyorlar.” [980] Kur'ân-ı Kerim şirki aklın zannetme işlevine bağlamaktadır. Esasen zan, ilmin yani şüphe edilmez bir biçimde gerçeğe dayanan bilginin zıddıdır. Dolayısıyla delilsiz ve dayanaksız bir düşünceyi şüpheli, belirsiz bir bilgiyi, güvenilmesi-ne imkân bulunmayan bir görüşü, sadece tahmini gösterir: “Doğrusu Ahirete inanmayanlar meleklere dişi isimleri vermekteler. Ne var ki hakikatte onların o konuda bir bilgileri mevcut değil. Zan peşindeler. Zan ise hakikatle bir olmaz.” [981] Melekler hakkındaki inançları bilgiye dayanmaz. Zanna göre hareket [982] inanç noktasındaki bilgileri zandan öteye geçmez.[983]
Kur'ân-ı Kerim metafizik alanda her türlü zan. boş inanç vehimden sakınmayı, sadece kesin ve açık bilgi anlamında ilme, burhana, güçlü ve aydınlatıcı sağlam delile dayanmayı emreder.[984] Çünkü boş inançların vehimlerin ve hayallerin etkisindeki düşünceler metafizik alanda çok fazla olumsuz etkide bulunurlar, insanı tevhid gerçeğinden uzaklaştırıp şirkin ortasına düşürürler.
“Hayır, zulmedenler ilimsiz, kendi nevalarının kaprislerinin peşinden gittiler. Allah'ı saptırdığı kimseleri kim hidayete eriştirebilir. Onların yardımcıları da yoktur.” [985] Kur'ân-ı Kerim ayrıca müşriklerin başvurdukları bilgi türü olan zannın hevâ, insan ruhunu yanıltıp yanlış yola sevkeden hayvansal içgüdüler olduğunu belirtir.[986]
“Yeryüzündekilerin çoğunluğuna itaat edersen, seni Allah yolundan saptırırlar. Onlar ancak zanna uyarlar, sadece tahminde bulunurlar.” [987] “Puta tapanlar: Allah dileseydi babalarımız ve biz puta tapmaz ve hiç bir şeyi haram kılmazdık diyecekler. Onlardan öncekiler de bizim acı günümüzü tadana kadar böyle demişlerdi. Onlara, bize karşı çıkabileceğiniz bir bilginiz var mı? Siz ancak zanna uyuyorsunuz ve sadece tahminde bulunuyorsunuz.” [988]Ayetlerin de belirttiği gibi müşriklerin ilimleri yoktur, hakikate, sağduyuya itibar etmezler. Düşünce ve eylem planında zan ve tahmine dayanarak bir yargıya varmaya çalışırlar. Özellikle hiç bir temele ye akli ölçüye dayanmadan putlarını Allah'ın ortakları zannederler.
Bunda atalarını taklid düşüncesi etkili olmuştur. Yüce Allah'da bu kötü davranışlarından dolayı onların idiâlini yazmıştır. [989] Yani inanç gibi hayati bir konuda zan ile hareket ettikleri için hidâyet yolunu onlara kapamıştır. Zan ve tahmine uymak onları, inkâra sevkeden bir motiv olmuştur.
Çoğunluğun hangi yolu izlediğine bakmak insanı gerçeğe ulaştırmaz. Çünkü çoğunluk bilgi yerine zanna uyar. Onların inançları, düşünceleri, dünya görüşleri esasları, ilkeleri zanna dayalı olduğu için saptırıcıdır. [990] Atalarından miras aldıkları gelenek ve değerleri taklid edenlerin yanıldıkları nokta, atalarının doğru yolda olduklarını zannetmeleridir.[991]
Zan sübjektif, enfüsî bir olaydır, tarafsız değildir. Zanda bulunan kimseler daha önceden belli düşüncelere şartlanmıştır. Gerçeğin bilgisine ulaşma yerine, sahip bulundukları inançlarına vehmederek ve tahminde bulunarak el yordamıyla sarılmayı tercih ederler. Bu durum hidayet kapısını onlara kapatır. İnanç açısından bozuk ve düşüncesini “zan” ile temellendiren topluma tabi olmak da dolaylı olarak insanların hidayetine engel olur. [992]
b) İnkarcı Aşırı Şüphe (Şekk Rayb)
Kur'ân'a göre insanları şirke sevkeden motivlerden birisi de onların Tevhid dini ve bu dinin peygamberleri hakkında şüpheci bir mantık geliştirmelerdir. Müşriklerin vahye dayalı ilâhi öğretiler karşısındaki zihnî ve fiili yaklaşımları incelendiğinde şüphe etmenin temel niteliklerinden biri, yollarında devam edebilmeleri için vazgeçilmez bahaneleri olduğu anlaşılacaktır.
İnkarcıların ruhî kimliklerinde bir çatlağı açığa vuran şüphe olgusu, Kur'ân'da daha çok şekk ve rayb terimleriyle ifade edilmiştir. Gerçek şekk, gerekse rayb kalbde arız olan hastalıklardan biridir. İkisi de şüphe demek olup manaları birbirine yakındır.
Şöyle ki, Yüce Allah'ın varlığı ve yaratıcılığı hakkında itirazda bulunmayan şüpheciler, şüphelerini daha ziyade peygamberliğin hakikati ve getirmiş oldukları ilâhi mesajın kaynağı hususunda belirtmişlerdir.[995] Onlara göre Allah'ın peygamberlik müessesi aracılığıyla insanlarla irtibata geçmesi bir mana ifade etmiyordu. Bu müessenin varlığı kabul edilecek olsa bile, kentlisine vahiy gelecek zat, beşerî ölçülere göre belirlenmeliydi. Beşeri aşan özgür bir ilâhî irade ve vahiy kabullenilemezdi.
Bu nedenle bilginin vahiy cinsinden olmasındaki ve Allah'ın peygamber gönderme sıfatının gerçekleşmesindeki şüphelerinden dolayı peygamberlik olgusunu, beşeri nitelikteki olgulara indirmek istemişler, böylece peygamberlere mecnun, sihirbaz, şâir gibi ithamlarda bulunmuşlar, vahyi de esâtîru'l-evvelîn (mitoloji) şeklinde değerlendirme yoluna gitmişlerdir. Takınmış oldukları söz konusu tavırlar nedeniyle, tabiat üstü hakikatin, kendini insanlığa açmasının imkânsız olduğu iddiasını ileri sürdükleri için, Kur'ân'a göre şekk günahı işlemişlerdir.[996]
Tarih boyunca her dönemde müşrikler, şüpheci tavırları sürdürmüşler ve her fırsatta bunu açıkça ifade etmekten kaçınmamışlardır.
“Dediler ki, Ey Salih! Sen bundan önce içimizde Ümit beslenen biriydin, şimdi babalarımızın taptıklarına tapmaktan bizi engelliyor musun? Doğrusu biz, bizi kendisine çağırdığın. şeyden ciddi bir şüphedeyiz.” [997] Ayette geçen “şekk” kelimesi nefy ve isbat arasında kalmayı, “mürîb” ise sûizanda bulunmayı belirtir.[998]
“Andolsun, biz Musa'ya kitabı verdik de onda ihtilaf edildi. Eğer Rabb'inden bir söz geçmemiş olsaydı, elbette onların arasında hüküm verilmişti. Şüphesiz ki onlar Kur'ân'dan kuşkulandırıcı şüphe içindedirler.”[999]
“Sizden öncekilerin, Nuh, Ad ve Semûd kavimlerinin ve onlardan sonrakilerin haberi size gelmedi mi? Onları Allah'tan başkası bilmez. Peygamberleri kendilerine mucizeler getirdi de, onlar ellerini peygamberin ağızlarına bastılar ve dediler ki, Biz size gönderileni inkâr ettik ve bizi, kendisine çağırdığınız şeyden şüphelendirici bir kuşku içindeyiz.”[1000]
“Onlar kendilerine ilim geldikten sonra sadece aralarındaki çekememezlik yüzünden ayrılığa düştüler. Eğer belli bir süreye kadar Rabb'inden bir erteleme sözü geçmiş olmasaydı, aralarında hemen hüküm verilirdi. Onlardan sonra kitaba varis kılınanlar da ondan bir şüphe ve tereddüt içindedirler.” [1001] Onlar İslâm daveti hakkında kuşkulu bir şüphe içindeydiler, çünkü bu davet onların zihinlerindeki huzuru bozmuştu. Mesela davet her zaman için zihinleri yorar, çünkü onun düşmanları için bile ilk anda onu reddetmek veya gönül rahatlığıyla ona karşı çıkmak imkânsızdır. Onlar onun hakkındaki şüphelerinde ne kadar ısrar ederlerse etsinler ve onun gerçekliğini ve akla yakın fikirlerini ne kadar reddederlerse reddetsinler, onun açık sözlülüğü, samimiyeti ve ifade tarzı, en azılı düşmanlarının zihninde bile karışıklıklara neden olur.[1002]
Müşriklerin bu sözleri gerçeğe ulaşmak için başvurulan, tefekküre dayalı metodik bir şüphe de değildi. Onlar sadece taklit edegeldikleri ve bir türlü bırakamadıkları atalar kültüne bahane olarak buldukları şüpheye sarıldılar. Hatta şu kadar varki; kendisinden ve getirdikleri mesajlardan şüphe ettikleri kimseler, daha önceleri pek güvendikleri, ümit bağladıkları kimselerdi ve şüpheleri düşünce unsuru içermiyordu. Sadece atalar kültünü taklit söz konusuydu. Şüpheyi hakikate ulaşma yolunda bir metod olarak kullanmamışlardı. Onların şüphesi, “İnsanı din konusunda küfre düşüren şüpheydi.” Tevhid ve nübüvvet konusunda şüpheye düşmüşlerdi. [1003] Dinin bütününü ihtiva eden Allah'ın indirdiği hükümlerde şüpheye düşen kimseyi de Yüce Allah saptırır. Bu manada şüphe insanda Allah'ın yarattığı ilk temiz fıtratı bozan bir faktör, yani insandaki inanma kabiliyetini perdeleyip, inkâra sevkeden bir motiv vazifesi görür. [1004]