19 Eylül 2014

KUR'AN’DA İMAN PSİKOLOJİSİ 3 c) Ön Yargı (Peşin Hüküm)

c) Ön Yargı (Peşin Hüküm)


İnkarcıların hidayetine engel olan faktörlerden birisi de önyargılı olmalarıdır. Kur'ân-ı Kerim'de belirtildiği şekilde, ta­rih boyunca insanları tevhide davet eden peygamberler hep müşriklerin peşin hükümlü, ön yargılı cevap ve tutumlarıyla karşı karşıya gelmişlerdir. Meselâ “Ad kavmi, kendilerini şirkten temizlenmeye [1005] yalnız Allah'a kul olmaya davet eden Hud'a müşrikler “ister öğüt ver, ister öğüt verenlerden olma, bizce birdir” dediler.” [1006]Müşriklerin göstermiş oldukları bu reaksiyon ancak peşin hükümlülükle ifade edilebilir.[1007]
Peygamberler apaçık delillerle gelmelerine rağmen müş­rikler; “Ellerini ağızlarına götürüp “biz sizinle gönderileni inkâr ettik” dediler.” [1008] Ayete geçen “ellerini ağızlarına götürmek” ifadesi değişik şekillerde açıklanmışsa da, muhatapların (müş­riklerin) peşin hükümlü olduklarına delalet eder.[1009]
Anlama, bilgi, başka düşüncelerle kendi düşüncesini mu­kayese etmek, yeni fikirlere açık olmak gibi faktörler toplumsal değişmeye etki ederler. Önyargılı olmaları sebebiyle müşrikler böyle bir değişikliğe kapalıdırlar. Dolayısıyla önyargılı olmak onların Hakkı bulmalarını engelleyen bir motivdir.
Önyargının, insandaki iman istidadını kapatması psikolo­jik bir olaydır. İnkârlarında kararlı ve ısrarlı olanların gerçeği duyma ve anlama istidatları kapanır. Bu nedenle duymazlar, an­lamazlar ve inanmazlar... Batıl geleneklerin etkisinde oluşan peşin fikirleri ve saplantıları onları bu hale getirmektedir.[1010]
Önyargı haklılığı kanıtlanmamış bir tutumdur. Önyargı olumlu yönde olabileceği gibi olumsuz yönde de olur. Özellikle olumsuz önyargılar, düşmanca tutumlar geliştirmeye neden olurlar ve bir kere oluştuktan sonra da kolay kolay değişmezler.
İman olayı ise inanmayanların inancında gerçekleşmesi gereken bir değişimdir. Dışarıdan gelebilecek yeni ve farklı düşüncelere peşinen kapalı olan ve başka inançlara karşı olumsuz tutum ge­liştirenlerin küfürden imana geçişleri zorlaşır.
Önceden yargıya varmayı ifade eden önyargı eyleminde kişinin inanç ve değer anlayışının oluşmasını ilk defa sağlayan küfür ve geleneğin önemli rolü vardır. Zihni ve benliği önceden saran düşünce ve inançlar, yeni düşüncelere açık olmayan, ister yanlış ister doğru olsun sahip olduğu düşüncenin tartışılmasını istemeyen kimseleri önyargılı yapar. Atalarından aldıkları inanç ve değerlere bağlanan, onları tabulaştıran, dokunulmaz ve tartı­şılmaz yapan Mekkeli müşrikler, Önyargılı olarak Hz. Muhammed'in getirdiği hak dine hemen karşı çıkmışlardır. Tarih bo­yunca da hep böyle olmuştur. [1011]

 

d) Gaflet


İnsanı inkâra sevkeden motivlerden birisi de gaflete dal­maktır. Gaflet, korunma ve dikkat azlığından dolayı insanda meydana gelen unutkanlıktır.[1012] İnsan devamlı surette kalbini gafletten uyandırmaya ve uyanık bulundurmaya çalışmazsa, gaflet perdesi kalbi kaplar, dolayısıyla insan Allah'ı unutmaya yüz tutar.[1013]
“Allah'ın âyetlerine vâkıf olabilmek için nefsi gafletten te­mizlemek gereklidir. Allah'ın âyetleri ancak saf düşünce ile keşfedilebilir.” [1014] “İbadet ve eylem vasıtasıyla da Allah kişinin kalbini âyetlerine açar.”[1015]
“İnsanların haktan yüz çevirmelerinin nedenlerinden biri­dir gaflet. İnsanı gaflete sevk eden hususların başında da hayatı oyun eğlence saymak gelir.”[1016] “Eğlencelerin toplumda yaygınlık kazanması yüzünden, insanların dikkati oyalayıcı şeylere çeki­lip duyarsızlaşma türünden bir sersemlik meydana gelir.”[1017]
Kur'ân-ı Kerim Allah'ın âyetleri hakkında insanların na­sıl duyarsızlaştığı, dikkatsizleştiğini, sersemleştiğini, gaflete düştüğünü değişik vesilelerle, farklı -motivlerle sık sık önemle vurgular.
“Yeryüzünde haksız yere böbürlenenleri, âyetlerimden uzaklaştıracağım. Onlar bütün mucizeleri görseler yine de iman etmezler. Doğru yolu görseler onu yol edinmezler. Fakat azgın­lık yolunu görürlerse, hemen onu yol edinirler. Bu durum âyet­lerimizi yalanmalarından ve onların gafil olmalarından ileri gel­mektedir.”[1018]
“Andolsun, biz cin ve insanlardan bir çoğunu cehennem için yaratmışız. Zira onların kalbleri vardır ama onlarla gerçeği kavramazlar; gözleri vardır, lakin onlarla görmezler, kulakları vardır, takat onlarla işitmezler. İşte onlar hayvanlar gibidir; hat­ta daha da sapıktırlar. Onlar gaflete düşenlerin ta kendileridir.” [1019] Gaflet içinde olanlar öncelikle fıtratlarındaki ilâhî özden habersizdirler. Hakikatleri bilinç ve duygularıyla algılayamadık­ları gibi, kâinattaki eserlerden ve kulaklarına ulaşan hak sözden, ilâhî mesajdan da duyamazlar. Vicdan denen alıcıları paslanmıştır.[1020]
“Öldükten.sonra dirilip bize kavuşmayı beklemeyenler, dünyafhayatına razı olup onunla rahat bulanlar ve âyetlerimiz­den gafil olanlar var ya! İşte onların kazanmakta oldukları günahlar yüzünden varacakları yer ateştir.”[1021]Gaflet içinde olan­lar. Allah'ın huzuruna varacağını ummayan, sadece dünyaya da­lan bu hayata razı olanlardır. Kainattaki ibret verici, kalpleri uyarıcı, tefekküre sevkedici âyetlerden habersizdirler.[1022]
“İşte onlar, Allah'ın, kalblerini, kulaklarını ve gözlerini mühürlediği kimselerdir, Ve onlar gafillerin kendileridir.” [1023] Dünyaya o kadar daldılar ki, bu durum âkibetlerini düşünmele­rini engelledi.[1024]
“İnsanların hesap günleri yaklaştı. Hal böyle iken onlar, gaflet içinde yüz çevirmekteler.”[1025]
“O kitap sana, ataları uyarılmamış bu yüzden kendileri de gaflet içinde kalmış bir toplumu uyarman için indirilmiştir.” [1026] Bu âyette Peygamberimizin gönderildiği toplumun atalarının uyarılmadığı, bundan dolayı da kendilerinin ilâhî gerçekten ha­bersiz kaldıkları anlatılıyor.[1027]
Zihinlerde ve gönüllerde dikkat azlığının, duyarsızlığın ve bir tür sersemliğin meydana gelmesi gaflet alâmetidir. İnsan benliğini saran bu bulanıklığın ve unutkanlığın başta gelen se­bebi alabildiğince dünyaya dalmak, sonunun ne olacağını dü­şünmemektir. Nefsindeki ve çevresindeki âyetler, ilâhî kitabın âyetleri her an zihnine, duyularına ve duygularına hitabettiği halde onları görememektir. Bu hal iman etme yolunda İnsanın önüne çekilmiş bir perdedir.
İlk nazil olan âyetlerin Allah'ın kudretine dair işaretler taşıdığı dikkat çeker. Her an, herkesin gözünün önünde durmak­ta olan bu işaretler karşısında insanların çoğu gaflet içindeydi. Vahiy yoluyla insanların dikkatleri bu işaretlere (âyetlere) çekil­meye çalışıldı. Vahye rağmen dikkatsizliklerini sürdürmeye ça­lışanlar gaflette kalırken, vahiy karşısında olumlu tavır takınan­lar gafletten kurtuldular. [1028]

e) Cehalet


Cehalet dediğimizde hemen mücerred bilginin zıddı olan bilgisizlik çağrışım yapar. Kur'ân-ı Kerim'de, temelde ortak bileşkeleri bulunmakla birlikte üç değişik boyutta cehaletten söz edilir.
Birincisi insanın tabiatıyla ilgili olup, hiç bir otorite önünde eğilmemeyi, ilâhi güç karşısında teslimiyet gösterme­meyi, kendini hür zannetmeyi ifade eder. Bu manada cehl, en ufak kızgınlık anında iradesini kaybeden, duygu ve hırsına yeni­len, öfkesinin pençesine kendisini kaptıran sabırsız kişinin hali­ni belirtir.”[1029]
Kur'ân'ın nazil olduğu devirde cahilîyye, cahiliyye izzet-i nefsi, gururu ve bağlılığını ifade ediyordu. [1030] Allah bu insan­ların kalbine cahiliyye kalabalığı ve öfkesi koymuştu. [1031] Sırf kendi şöhret ve gururları uğruna bile bile uygunsuz her işi yapa­cak durumdaydılar. [1032] Sözkonusu cahiliyyet hamiyyeti, gayreti onları hakka uymaktan alıkoydu.[1033] “Zira kafirler, kalblerine cahiliyye hamiyyeti gibi bir hamiyyet koydular.” [1034] Bu bağlam­da cahiliyye, kâfirlerin küfrünün temelini oluşturuyordu...  rurlu bağımsızlık ruhu, insanî olsun ilâhi olsun hiç bir otoritenin önünde eğilmeyi kabul etmeyen bu şiddetli şeref duygusudur ki, kafirleri yeni dine karşı bu kadar sert bir muhalafete itmiştir.[1035]
Müşriklerin Peygambere ve ilahi otoriteye karşı çıkışları­nın temelinde cehl ruhu vardı. Allah'ın önünde eğilmeyi daya­nılmaz bir küçüklük sayıyorlardı. Bir otoriteye teslim olmakla emrolunmak onlar için dayanılmaz bir küçülmeyi ifade ediyor­du. Ve onlar bu manada cahil idiler.
Kur'ân'a göre cehlin ikinci boyutu, insanın Allah'ın âyet­leri olan kâinat varlıklarını. Allah'ın delilleri olarak görememe­si, görünen eşya ve olayların arkasındaki ilahî iradeyi kavraya­maması, bu hususta yetersiz kalmasıdır. Hatla öyle ki“Onlara melekleri indirmiş olsaydık, ölüler onlarla konuşsaydı ve her şe­yi karşılarına getirseydik yine Allah dilemedikçe inanacak de­ğillerdi. Fakat onların çoğu bilmiyorlar.” [1036] Yani onların sap­malarının nedeni, delillerin yokluğu veya azlığı değildir. Şayet ölüler dirilse de kendileriyle konuşsa, kâinattaki her şey dile ge­lip, onları çağırsa yine iman etmezler. Aynı şekilde “Bilmeyen­ler dediler ki; Allah bizimle konuşmalı ya da bize bir delil gel­meli değil miydi? Onlardan öncekiler de onların dedikleri gibi söylemişlerdi. Kalpleri birbirine benzemektedir. Gerçekleri bilmek isteyenlere delilleri apaçık gösterdik.” [1037] Ayette bahsi ge­çen “bilmeyenler”, ilahiyat sahasında bilgiden yoksun olanlar veya bilgili bir tarzda davranmayanlardır.[1038]
Cehlin üçüncü boyutu, bir şey bilmeme[1039] anlamına ge­len, cehlin en iyi bilinen klasik manasıdır. Şu halde vahiy bilgi­sine olan ihtiyaç kaçınılmazdır.
Cahilîyyenin değer yargıları, İslâm esaslarına çoğu za­man zıt unsurlar olduğundan dolayı Kur'ân'ı bilmemek, İslâm'ı tanımamak ulûhiyeti inkâra götürmektedir. Dini eğitim ve öğre­timin eksik yapıldığı yerlerde cahilliyye değer yargılarının orta­ya çıkma ihtimali her zaman mevcuttur. İlmin azlığı ve cehale­tin, yaygınlaşması insanların din konusunda bilgi sahibi olma­malarına yol açar. Ardından toplumda bozulmalar başlar ve ni­hayet dalâlete sürüklenir.[1040]

f) Kadercilik (Cebr, Fatalite)


Hayatta insanın, başına gelen engelleme ve çatışmalara karşı takındığı değişik davranış biçimleri vardır. Bazen çatışma karşısında benimsenen tutumun bilinçli olsa bile, çoğunlukla bi­linç dışı olarak adeta kendiliğindenmiş gibi otomatik bir davraniş biçimi benimsenir. Ego'nun ıd'den gelen dürtüleri doyuma ulaştırma çabasının engele uğramasından doğan çatışmalar kar­şısında, bu çatışmaları çözümlemek için benimsediği ve çoğu zaman bilinç dışı olan davranış tepkilerine savunma mekaniz­maları denir.”[1041]
Savunma mekanizmaları pek çok olup bunlardan biri de projeksiyon (suçu üzerinden atma) dur. Projeksiyon bir eksikliği veya suçu kabul etmemek ya da bunları kendi üzerinden atmak demektir. Bir insanın başarısızlığını, dikkatsizlik eseri yaptığı kazayı uğursuzluğa maletmesi gibi.[1042]
Nitekim müşrikler peygamberliği tenkid etmek için “cebr” görüşüne tutunarak “Allah dilemeseydi biz şirk koşmazdık” şeklinde savunmaya geçmişlerdir. [1043] Suçlarını ve yanlış davranışlarını haklı göstermek için özür beyan etmişlerdir. Bi­zim şirk koşmamız Allah'ın dilemesi sonucudur diyerek suçu Allah'a atma, kendilerini masum -gösterme çabasına girmişlerdir.
Herhangi bir tutarlı tarafı olmamasına rağmen, Allah'ın dilediği budur diye kaderi mazeret göstermişlerdir. [1044]      Cebrîye olarak literatüre geçen bu tutum Allah'ın kullan günah işlemeye mecbur tuttuğu, zorladığı düşüncesi olarak tanımlanır.[1045]
“Müşrikler; eğer Rahman dilemiş olsaydı, biz bunlara tapmazdik dediler.”[1046] İnkâr edenler bahane uydurarak, şayet Allah meleklere tapmamızdan memnun kalmasaydı bize bu im­kanı vermezdi diyorlar. Çıkar yolu gerçekleri saptırmada, Al­lah'ın iradesini çarpıtmada buluyorlar.[1047]
“Putperestler diyecekler ki, Allah dileseydi ne biz ortak koşardık ne de Atalarımız ortak koşardı. Hiç bir şeyi de haram kılmazdık. Bu şekilde onlardan öncekiler de yalanladılar da sonra azabımızı tatdılar. De ki; Yanınızda bize açıklayacağınız bir bilgi var mı? Siz zandan başka bir şeye uymuyorsunuz ve siz sadece yalan söylüyorsunuz.”[1048]
“Ortak koşanlar dediler ki, “Allah dileseydi ne biz, ne de babalarımız ondan başkasına ibadet ederdik. Onun emri olma­dan hiç bir şeyi de haram kılmazdık. Onlardan öncekiler de böyle demişlerdi,..” [1049] Tarih boyunca bütün müşrikler, üzerin­de bulundukları yolun doğruluğuna dair geçerli bir izah bulama­yınca, müşrik olmalarına bahane olarak kaderi göstermişlerdir. Bizim şirk koşmamız Allah'ın dilemesi sonucudur. Bunu Al­lah'ın iradesiyle uygunluk içinde yaptık, dolayısıyla yaptığımız iş doğrudur. Eğer yanlışsa bu durumda suçlu olan biz değil, Al­lah'tır. Allah'ın dilemesi dışında hiç bir şeye güç yetiremeyeceğimizden, yaptığımızı Allah'ın dilemesine bağlı olarak yapıyo­ruz demişlerdir. Allah dilemedikçe hiç bir şey olmaz. Bu doğru­dur. Fakat kulun seçme yeteneği vardır. Allah kulları kendi dü­şüncelerinde serbest bırakmıştır, kul düşünür bir işi seçer. Müş­rikler bu gerçeği göz ardı ederek cebriyeci bir yaklaşımla şirk koşmalarını Allah'ın iradesine bağlayarak savunma mekaniz­ması geliştirmişlerdir. [1050]

 

B. Sosyolojik Motivler

 

1. Sosyal Çevre


İnsan her türlü zihinsel ve duygusal yapıya sahip olarak gelişmeye hazır bir vaziyette dünyaya gelir. Bu gelişim sürecini devam ettirebilmek için toplum içerisinde yaşamak ve faydalan­mak zorundadır. Bu yönüyle toplumsal bir varlık olarak değer­lendirilen insan, inancını, bakış açısını, her türlü değer yargısını, kimlik ve kişiliğini içinde yaşadığı toplumdan alır. O kadar ki, insan kendini tarif ederken “ben” yerine içinde yaşadığı toplu­ma baz alarak “biz” demek ihtiyacını hisseder. Kendini mensu­bu bulunduğu topluma göre tanımlar.
Fakat belirli bir noktaya gelindiğinde toplum insanın ben­liğini, iradesini, idrakini kuşatır, adeta esir alır, hapseder. İnsa­nın, toplumun koyduğu normları aşabilmesi bir mesele haline gelir. Zira toplumlar kendi normlarını bireylere binemsetmek onların düşünce, inanç ve davranışlarını yönlendirmek isterler.[1051]
Toplum binlerce yıllık birikimini, tecrübelerini, örf ve adetlerini, inançlarını, değer yargılarını bireylere aktardıktan sonra, bu sosyal değer ve normların eleştirilmesine tahammül edemez, kendine mensup bireylerden mutlak itaat bekler. Bu normlar karşısında şüpheye düşülmesini bile istemez. Sosyal çevre, insanın her yönüyle gelişimine uygun bir ortam olmakla birlikte, belli bir aşamadan sonra yetersiz kalmakta, hatta fertle­re alternatif tanımadığı zaman da zararlı olmaktadır. Hür düşün­me ve araştırma imkânlarını ortadan kaldıran toplumsal çevre baskısı hiç bir zaman hoş karşılanmamaktadır.[1052]
Toplum ve birey arasındaki iletişim ve etkileşim konusu­na değindikten sonra, Kur'ân kültürüne dayalı bir perspektiften bakarak yapılarına göre iki tür toplumun varlığından söz edebi­liriz. Biri normları ilâhi öğretiye dayalı toplumlar, diğer normla­rı câhili öğretiye dayalı toplumlar. Cahili toplumlarda insanı doğruluktan, iyilikten, güzellikten uzaklaştırıcı bir baskı vardır.
İşte böylesi toplumlarda toplumun yanlışlığına rağmen doğruyu görmek, toplumun kötülüğüne ve çirkinliğine rağmen, iyiyi ve güzeli tercih etmek, söz konusu topluma ve toplumsal değerlere karşı çıkmayı, baskılara göğüs germeği gerektirir. Ayrica kişiliğini içinde bulunduğu toplumla özdeşleştirmiş kimse­ler için böyle bir durum geçerli değildir. Bunlar için, içinde ya­şadıkları toplumu reddetmek kendi kişiliğini reddetmek gibi im­kânsızdır. Bu tip insanlar ilâhî bir mesajla, hak ile sözle karşı­laştıklarında kendilerine göre bir değerlendirme yapma yetenek­lerini işlevsiz hale getirmişlerdir. Böyle bir durumda zihinleri­nin ilk çağrıştırdığı şey, içinde yaşadıkları toplumun yaklaşımla­rıdır. Doğru da olsa yanlış da olsa toplumun reddettiği her şey kabul edilemezdir.[1053]
Hak bir sözle, ilâhî bir mesajla cahiliye toplumunun kar­şısına çıkanlar şu tür sorulara muhatap olurlar; “Bu kadar insan bilmiyor da sen mi biliyorsun. Bunca insan yanlış yolda da, sen mi doğru yoldasın, yani bu kadar insan aldatıldığının farkında değil de, bunu sen mi farkettin? vs.”
Evet, bu kimselerin anlayışına göre iyi ve doğru çoğunlu­ğun kabul ettikleridir. Peki nedir çoğunluğun Özellikleri? Kur'ân-ı Kerim çoğunluğun yoldan çıkmış “fısk” ehli, [1054] Vahiy bilgisine karşı ilgisiz [1055] Allah'ın verdiği sayısız nimetlere nankörlük eden [1056] ve kâfir kimseler olduğunu belirtir.”' [1057] “Muhakkak ki biz, bu Kur'ân'da insanlara her türlü misali, çe­şitli şekillerde anlattık. Yine de insanların çoğu inkarcılıktan başkasını kabullenmediler.” [1058] “Andolsun ki eski milletlerin çoğu dalâlete düştü.”  [1059] “Sen iman etmelerine düşkün olsan bi­le yine de insanların çoğu iman edecek değillerdir.” [1060] “Elif, Lâm. Mîm. Râ, Bunlar O, Kur'ân'in âyetleridir. Sana Rabb'inden indirilen haktır, fakat insanların çoğu inanmazlar.”[1061]
Kur'ân ölçülerine göre itikâdi ve ahlâki açıdan olumsuz kimlik taşıyan, normları cahiliye esaslarına göre belirlenmiş toplumlar, çoğunluğun cahil, gafil ve kafir olması sebebiyle insanları Hak yoldan saptırabilecek bir etkinliğe sahiptir. Yüce Allah konu üzerinde müminlerin dikkatini çekecek uyarıda bu­lunur:
“Yeryüzünde bulunanların çoğuna uyacak olursan; seni Allah'ın yolundan saptırırlar. Onlar zandan başka bir şeye tabi olmaz, yalandan başka söz de söylemezler.”[1062] Aynı zamanda bu âyet hakkın tek, batılların ise birden fazla olduğuna, yerküre üzerinde yaşayanların çoğunluğunun da inkarcılar topluluğuna mensup bulunduğuna işaret eder. [1063] İnsanın batıl inançlara mensup toplumla etkileşiminden genellikle batıl inançlar do­ğar. [1064] Ayette sözü edilen yerin Mekke, çoğunluğun da kâfirler olduğu, yani kâfir Mekke ehline” [1065] gelişigüzel tabi olmanın doğuracağı sonuçlara dikkat çekiliyor. Her insanda çoğunluğa ayak uydurma, çoğunluğun beğenisini kazanma eğilimi, çoğun­luk tarafından dışlanma korkusu vardır. İnsanın içerisinde yaşa­dığı toplum inanç açısından Tevhid üzere ise toplumun yapacağı” etkileme olumlu olur. Fakat toplum dalalet ehli insanlardan olu­şuyorsa etkileşim de bu doğrultuda olacağından, dalalet ehli toplum inkâr motivi işlevini görür. Bu durumda İslâm, çoğunlu­ğun değer yargılarına değil, Kur'ân öğretilerine itibar etmeyi öngörür.
Bireyin kimlik ve kişiliğinin oluşmasında çoğunluğun ya­ni sosyal çevrenin rolü yadsınamaz. Sosyal çevre doğrudan doğ­ruya olmasa bile, dolaylı olarak etkide bulunur. İslâmi açıdan bozuk bir çevre öncelikle ruhu bozar. Ve bozulan ruhi ortamda, kutsal duyguların, yüce düşüncelerin gelişimi zayıflar, adi dü­şünceler güçlenir, bayağı duygular revaç bulur. Böyle bir ortam­da kişinin inkâra düşmesi kolaylaşır. Hatta olumsuz sosyal çev­re bireyin inkarcılığının bir motivi olur. [1066]

2. Atalar Kültü


Bu konu aslında bir önceki konumuzun devamı niteliğin­dedir. Ancak Kur'ân-ı Kerim atalar kültü üzerinde ısrarla ve önemli durduğu için, sosyal çevre motivinin bir açılımı olan “atalar kültü” konusunu müstakil bir başlık altında ele almayı uygun gördük.
Her doğan insan bir toplum içerisinde, o topluma özelli­ğini veren kültür ortamı içerisinde bulur kendisini. Birey kültür ortamıyla başlattığı etkileşim sürecini bir ömür boyu devam et­tirir. Fertler bir yandan mevcut kültürle hayatlarını şekillendirir­ken, diğer yandan bu kültürü yeni yetişen nesle aktarma uğraşı­na girerler. Başta yetişen nesil olmak üzere bütün toplum birey­leri kültür ortamına adapte olmaya çaba harcarlar.
Zira sosyal bir varlık olan insan doğal olarak, önceki ne­sillerin devretmiş olduğu fikirleri, inançları, davranış kalıplarını benimser, sahiplenir. Sahiplenilen bu sosyal normlar nesiller bo­yu sürekliliğini korur. Geçmiş nesilden alınan sosyal normların en belirgin özelliği süreklilik arzetmesi ve sürekliliği sağlayan ataların üstünlüğü fikridir.[1067]
Kültürün insana kazandırdığı normlardan insanın bir anda sıyrılması, onları terketmesi oldukça zor bir iştir. Bu tür değer­ler önceki nesillerden miras alınmış ve bireylerin benliğine ay-rılmamacasına yerleşmiş, onların kişiliklerinin bir parçası ol­muştur.
Aynı şekilde toplumda batıl inançlar, kötü alışkanlıklar hakim olunca, bu insanları atalarında taklit yoluyla devraldıkları bu inanç ve alışkanlıklardan uzaklaştırmak, ayırmak imkânsız gibidir.
İşte toplumun yapısını oluşturan batıl inanç ve kötü davranışlar insanları hakikatleri idrak etmekten ve hakka itaatten alıkoyan en önemli sosyal motivlerden birisidir. Bireyin içinde yaşadığı cahil toplumun normları insandaki inanma kabiliyeti­nin uyanmasını ve gelişmesini engelleyen etkili bir perdedir. Kur'ân-ı Kerim bu toplumsal yapıyı Hakk'ın tezahürüne en bü­yük engel kabul etmiş; akli incelemeyi, delillere sarılmayı bi­linçli ve insanca yaşamayı önermiştir.
“Onlara Allah'ın indirdiği Kur'ân'a tabi olun denildiği zaman derler ki; Hayır biz atalarımızı hangi inanç üzerinde bulduysak, ona tabi oluruz. Şeytan onların atalarım cehenneme ça­ğırıyor idiyse de mi?”[1068]
Eski atalarına tapıyor olmalarının hiç bir aklî dayanağı yoktur. [1069] Saf, katıksız mücerret taklide yöneliyorlar. [1070] Öyle bir taklit ki taklit ettikleri şey doğru mu, yanlış mı bunun üze­rinde hiç bir şekilde düşünmüyorlar. İnsan bir şeyi taklit eder, fakat bir yandan da onu sorgular veya taklit etmeden önce üze­rinde düşünür. Fakat inkarcılar kendilerine gelen ilahî mesajı kabul etmedikleri gibi taklit ettikleri gelenek ve değerlerin doğ­ru olup olmadığı üzerinde düşünmek de istememişlerdir.
Cahiliye toplumlarında gelenekçi anlayış geçmişin tartı­şılmasına, atalardan miras alınan sosyal normların analiz edil­mesine ve seçmeciliğe tabi tutulmasına karşı çıkar; “Onlara Al­lah'ın indirdiğine uyun denilince, hayır atalarımızı bulduğumuz şeye uyarız derler; ya ataları bir şey akledemeyen ve doğru yol­da olmayan kişiler idiyseler?”[1071]
Ayetin müşrikler hakkında olduğunu söyleyenler olduğu gibi yahudiler hakkında olduğu da söylenmiştir.[1072] Kur'ân'a, peygamberin getirdiklerine tabi olmaları istendiğinde atalarını taklitle yetinmişlerdir.”[1073]
Taklitçilik şirkin ayrılmaz niteliklerinden birisidir. Kur'ân-ı Kerim, ataları taklit ve onlara uyma bahanesiyle dünya ve âhiretle ilgili hakikatleri inkâr etme anlayışını pek çok âyette değişik vesilelerle kınar.
“Hayır, yalnızca, biz atalarımızı bir ümmet üzere bulduk. Biz de gerçekten onların izleri üstünde doğruya erdirilmişleriz” dediler. İşte böyle, senden önce hangi memlekete kötü sonuçları haber veren bir peygamber gönderdiysek, mutlaka onların önde gelenleri, Biz atalarımızı bir ümmet üzere bulduk, biz de onların izine uymuşlarız, demiştir. O peygamberlerden her biri; Ben si­ze atalarınızı üzerinde bulduğunuzdan daha doğrusunu getirmiş olsamda mı? dediler. Onlar da; Bizler o sizin gönderildiğiniz şeyleri tanımıyoruz dediler.”[1074]
Aynı zamanda atalar kültü tarihin belli bir dönemiyle, belli nesille sınırlı olmayıp, sosyal etkileşim kuralı gereği nesil­den nesile geçerek süreklilik özelliği gösterir. “Bizden önce ata­larımız şirk koşmuştu; biz ise onlardan sonra gelme bir kuşağız, işleri batıl olanların yaptıklarından dolayı bizi helak mı edeceksin.”[1075]
Kur'ân-ı Kerim her inanç ve davranışta delile başvurmayı öngörürken, müşrikler inanç ve davranışlarında atalarını taklit etmeyi ölçü almışlardır. “İbrahim sordu: Nelere tapıyorsunuz? Onlar; “Putlara tapıyoruz. Onlara bağlanıp duruyoruz.”“Çağırdığınız vakit sizi duyuyorlar mı? Yahut size bir fayda ve zarar verirler mi? '“Hayır ama babalarımızı da bu şekilde bulduk.” [1076] Müşrikler putların geçerliliğini geleneğe bağlıyorlar, Delil yeri­ne taklitçiliği tercih etmeleri, şirkte kalmanın motivi olup, aynı zamanda Allah'a ortak koşanların düşünce esasım teşkil eder. Atalardan miras olarak alınan sosyal normların ve bunlara bağlılığın en olumsuz tarafı, toplumun yahut bireyin hidayete ermesi için bir aşama olan sosyal yahut bireysel değişimi engel­liyor olmasıdır. Mesela, cahiliye toplumlarım hidayete çağıran, onlarda bir değişim süreci başlatmak isteyen bütün peygamber­ler bu sosyal motiv ile karşı karşıya kalmışlardır.
Geçmişi üstün görme ve beğenme duygusu, sosyal değiş­me karşısında kalan toplumlarda sıkça görülen bir olaydır. Çün­kü adetlerine bağlı olan toplumlar değişiklikten rahatsız olur. Fakat bu durum adetlerin niteliğine göre de değişiklikler arzeder.” Kendisine veya geçmişine kusur isnad etmek insana zor gelir. Dolayısıyla önceden beri yürürlükte olan çok sayıdaki adetlerden insanı vazgeçirmek güç bir meseledir.
Özellikle köklü bir geçmişe sahip toplumların, yıllar ön­cesi, hayat normlarının bir birikimi olan geleneksel yapıyı de­ğiştirmenin kolay olmadığı görülüyor. Çünkü söz konusu gele­neksel yapı toplum bireylerinin tamamının katılımıyla bir kültür birikimi meydana getirmiştir. İşte toplum vicdanında kemikle­şen bu dahili geleneksel yapıyı değiştirmeyi başaran, aynı za­manda toplumu, ilâhi geleneğe davet eden bir din olmuştur.[1077]
İslâm'ın ilk dönemde değiştirmeyi başardığı toplumun geleneksel yapısı içerisinde dinin konumunu incelediğimizde, dini inanç ve davranışların samimi bir insan ifadesi olmadığı, körü körüne atalara bağlılık olduğu görülür. Psiko-sosyal açıdan bir değerlendirme yapıldığında, İslâm öncesi Araplarda putpe­restliğin gerçek manada bir “dîn” olmaktan ziyade, kutsallaştırılmiş geleneklere bağlı ve bir dereceye kadar sosyal düzeni sağlayan davranış kuralları olduğu sonucuna varılır. “...Cahiliye devri Araplarında “din” ferde göre değişen bir inanç olmaktan çok kollektif kabile şuurunun davranışlar şeklinde tezahür eden bir görüntüsüdür; realitenin üstünde sadece vicdana hitap eden bir duygu veya düşünüş biçimi değildir. “Kısacası inanç, sosyal çevrenin empoze ettiği bir davranış şekliydi. Rasyonel değerlen­dirmelerden uzak, körükörüne, robotvari mekanik bir taklitçilik geçerliydi. Önemli olan atalara bağlı kalarak örf ve adetlere uy­gun şekilde hareket etmekti. [1078]
Bilhassa İslâmi tebliğin Mekke devrinde nazil olan âyet­ler, İslam öncesi Arap toplumun din anlayışına ışık tutmaktadır. “Ey Muhammed! De ki; Allah'ı bırakıp da taptığınız put­larınıza hiç baktınız mı? Yeryüzünde yarattıkları nedir? Bana göstersenize. Yoksa onların Allah'la ortaklığı göklerde midir? Yoksa biz onlara kitap verdik de ondaki delillere mi dayanırlar? Hayır O zalimler, birbirlerine sadece aldatıcı söz söylerler.[1079]
“Ey İnkarcılar! Şimdi Lât, Uzzâ ve bundan başka üçüncü­leri olan Menat'm ne olduğunu söyler misiniz? Bunlar sîzin ve babalarınızın taktığı adlardan başka bir şey değildir. Allah onla­rı destekleyen bir delil indirmemiştir. Onlar sadece sanıya ve canlarının istediğine uymaktadırlar.”[1080]
“Ayetlerimiz onlara apaçık olarak okunduğu zaman; Bu adam sizi babalarınızın taptıklarından alıkoymaktan başka bir şey istemiyor derlerdi. “Bu Kur'ân düpedüz bir uydurmadan başka bir şey değildir derlerdi. Hak, inkâr edenlere geldiğinde, onun için: bu apaçık bir büyüdür, demişlerdi.”[1081]
Kur’ân-ı Kerim'in ısrarla, hidâyetin önüne bir engel ola­rak dikilen atalar kültü üzerinde durduğunu görüyoruz. Kur'ân'da en çok üzerinde durulan inkar motivi olan atalar kül­tü inkârın tarihi sebebi de sayılabilir.
Gelenekçi toplumlar batıl değer yargılarına son derece bağlı ve yeniliğe kapalıdırlar. Aslında her toplum bu özelliğe az çok sahiptir. İnsanların gelenek ve göreneklerinden vazgeçip yeni düşünceleri kabul etmeleri zor bir iştir. Özellikle toplumun yaşlı kesiminde eskiye bağlılık hissi gençlerden daha güçlüdür. Atalarından devraldıkları gelenek ve değerleri körükörüne izle­yenler, bu gelenekleri uyulması gerekli bir otorite olarak kabul ederler. Geleneklerin otoritesini benimsemiş olmak Allah'ın otoritesini benimsemeye engel olur. [1082]

 

3. Baskı Ve Zor Kullanma


İnsanları Allah'a inanmaktan, O'nu bilip itaat etmekten alıkoyan motivlerden birisi de iktidar ve otorite sahiplerinin, ile­ri gelen nüfuzlu kimselerin toplumun zayıf kesimlerine korkut­ma, yerinden yurdundan etme gibi tehdit ve baskılarıdır. Bu baskının alaya almaktan, savaşmaya varıncaya kadar dereceleri vardır. “...Onlar eğer güçleri yeterse sizi dininizden döndürünceye kadar size karşı savaşa devam ederler...” [1083] Sıcak savaşın olmadığı dönemlerde de müminleri sindirmeye korkutmaya ça­lışırlar. İmânı reddetmekle kalmayıp açıkça düşmanlıklarını ve kötü niyetlerini ortaya korlar. Zihinlerde şüpheler uyandırıp, tu­zaklar ve plânlar kurarak hidayet yollarının insanlara açılmasına engel olmak için ellerinden geleni yaparlar.
Tarih boyunca iktidar ve güç odakları tevhid inancına sa­hip olan insanları şirke döndürmek, hidâyet yollarını kapamak için baskı, şiddet, işkence, alay, hakaret, iftira, zulüm, eşitsizlik, haksızlık, zor kullanma hatta savaş gibi her türlü boykot, savaş ilanı gibi yöntemler uygulamışlardır. Bütün bu yöntemlerde in­sanlardaki “korku” zaafından istifadeyi ihmal etmemişlerdir.
Kur'ân-ı Kerim sosyal baskı gruplarının, insanları hidâ­yetten alıkoymasına ilişkin hususları yalın bir şekilde anlatıp açıklamak yerine, tarihin seyri içerisinde inanan insanlarla, inkarcı baskı grupları arasındaki mücadelelerden kesitler sunarak aktarmayı tercih etmiştir. Hz. Nuh, Hz. İbrahim, Hz. Şuayb, Hz. Musa, Uhdud Ashabı ve Hz. Peygamberin inkarcıların elebaşlarından gördüğü baskıyı anlatmıştır.
Kavminin baskıcı grupları Hz. Nuh'a önceleri demogog, mecnun, bunak diyerek baskı uygulamışlar, sonra da, “Ey Nuh, eğer sen dediğinden vazgeçmezsen muhakkak ki recmedilenlerden olursun” [1084] tehdidini yapmışlardır. Müşrikler tehdit etmek suretiyle korku hissinden istifade etmeyi planlamaktadırlar. Hz. Nuh'un onlardan korkmadığını belirtir ifadesi bu durumu yan­sıtmaktadır. “Bir araya toplanınız, istediğiniz kararı alınız. Ka­rarınızı uygulamada bana mühlet vermeyiniz.”[1085]
Hz. İbrahim şirki reddettiği, Nemrud'un rejimini kabul etmediği için, insan zihninin tasarlayabileceği en büyük baskı yöntemlerinden biriyle cezalandırılmak istenmiştir.
“İbrahim kavmine; Peki, siz Allah'ın bırakıp da size hiç bir fayda vermeyen şeylere mi tapıyorsunuz? Yuh size ve Al­lah'tan başka taptıklarınıza. Aklınızı kullanmıyor musunuz siz? dedi. Müşrikler O'nu yakın, böylece tanrılarınıza yardım edin, bir iş yapacaksanız dediler.” [1086] Hatta babası bile aynı baskı metoduna başvuruyordu. “Ey İbrahim! dedi, sen benim tanrıla­rımdan yüz mü çeviriyorsun? Eğer vazgeçmezsen, andolsun se­ni taşlarım! Uzun bir zaman benden uzak dur.” [1087] İbrahim'i taslamakla, ölümle, kınamakla tehdit ediyordu.”[1088]
Baskıcı zümre, yönelim alanında çoğulcu sivil toplum an­layışını ortadan kaldırarak düşünce ve inanç özgürlüğünü kendi tekelleri altına alıyorlardı. “Kavminin büyüklük taslayan ileri gelenleri: “Ey Şuayb! Ya dinimize dönersin ya da andolsun ki seni ve seninle beraber inananları kasabamızdan çıkarırız dediler.” [1089] Medyen halkının ileri gelenleri, Hz. Şuayb'ı ve ina­nanları küfre dönmekle, kasabayı terk arasında bir tercihe zorluyorlardı. [1090] Tehdit ve baskı uygulayarak özellikle zayıfların inanmasına engel olmaya çalışıyorlardı.[1091]
Firavun insanlardaki korku zaafını iyi kullanarak imana engel olan bir baskıcıydı. “Sonunda Firavun ve etrafmdakilerin belası korkusundan; Musa'ya kavminden ancak bir zürriyet iman etti. Çünkü Firavun o yerde çok zorba ve pek aşırı giden taşkınlardandı.” [1092]
Hz. Musa'yı yolundan döndürmek ve mevcut şirk düzeni­nin devamını sağlamak için de aynı metodu kullanan Firavun “Benden başka ilah edinirsen, yemin ederim ki, seni zindanlıklardan ederim.” demiştir. Yine şirke terketip tevhid inancını ka­bul eden sihirbazlara, “Ben size izin vermeden mi ona inandı­nız. O, size büyü öğreten büyüğünüzdür. Öyleyse size ne yapa­cağımı yakında öğrenirsiniz; Ellerinizi ve ayaklarınızı çapraz olarak keseceğim ve hepinizi asacağım.” [1093] diye Firavun, “si­hirbazların Hz. Musa ile gizli bir işbirliğine girdikleri düşünce­sini” haklı çıkarmak için korkunç tehditler savurmakta, baskı politikası izlemektedir. Böylece sihirbazlar “işbirliği yaptıkları­nı itiraf edecekler” ve onların binlerce seyirci önünde Musa'ya iman etmelerinin doğurduğu tesir silinecektir.[1094]
“Burçlarla donatılmış gökyüzüne, geleceği bildirilmiş olan kıyamet gününe, cuma ve arefe günlerine yemin ederim ki, içi yanan ateşle dolu hendeğe atılanlar öldürüldü. Yakanlar da başlarına oturmuşlar müminlere yapmakta oldukları işkenceyi temâşâ ederlerdi. Onlardan ancak şemavat ve arzın mülkü ken­disine ait olan aziz ve hamid olan Allah'a iman ettikleri için in­tikam aldılar. Oysa ki Allah herşeyi görür. Şüphesiz inanmış erkeklere ve kadınlara fitne yoluyla işkence edip sonra da tevbe etrreyenlere cehennem azabı ve yanma azabı vardır.”[1095] Bu âyetlerde sözü edilen Yahudi ve Mecusilerden bir grubun, başka bir rivayette de bazı kralların bir grup mümin topluluğunu ateş dolu bir hendeğe atarak onları imanlarından döndürmek isteme­leri anlatılır. Bu zulümle öldürülenler “Ashab-ı Uhdüd” diye anılır. Zulmedenlere verilecek cezanın iki kat olduğu belirtili­yor. Onlara küfürleri dolayısıyla cehennem azabı, fitneleri yani müminleri yakmaları nedeniyle de yangın azabı hazırlanmıştır.[1096]
Her devirde olduğu gibi Mekke müşrikleri de Hz. Pey­gamber ve müminlere karşı fikri, psikolojik ve fiziki baskıların her türlüsünü uygulamaktan çekinmemişlerdir. Hz. Peygamberi davetinde başarısız kılmak için alaya almışlar, ayıplamaya kal­kışmışlardır.[1097] Mecnun, şâir, sihirbaz gibi akıllarına gelen her türlü yalan ve iftirayı yapmışlardır. “Çünkü onlara; Al­lah'tan başka ilâh yoktur” denildiği zaman şüphesiz büyüklenirlerdi. Deli bir şair yüzünden ilâhlarımızı mı bırakalım derler­di.”[1098]
Aynı şekilde Hz. Peygamber'e tabi olan müminler de dö­vüldüler hapsedildiler, aç susuz bırakıldılar. İşkencenin her tür­lüsüne maruz kaldılar, üç yıl devam eden boykot süresince ade­ta ölüme terkedildiler.[1099]
İnkarcı güç odaklarının baskılarının insanların hidayeti bulmasında etkili bir engel olduğu ortadadır.
İşte insanları baskı yoluyla dinlerinden alıkoymak, insan­ları hidayetten alıkoyan şirk otoritelerinin etkisini kırmak için Kur'ân'ın öngördüğü siyaset savaştır. Savaş inanç hürriyetini sağlamak için meşru kılınmıştır. [1100] Sosyal baskı gruplarının uyguladığı her çeşit şiddete maruz kalan inançları yüzünden yurtlarından çıkarılan müminlere savaş izni verilmiştir; “Haksızlığa uğratılarak kendilerine savaş açılan kimselere karşı koy­maya izin verilmiştir. Allah onlara yardım etmeğe elbette kadir­dir. Onlar haksız yere ve Rabbimiz Allah'tır dediler diye yurtla­rından çıkarılmışlardır.”[1101]
İslam'da savaş insanların İslam'a girmelerine mani ol­mak isteyen güç odaklarına karşı meşru kılınmıştır. Bu çeşit maddi engeller ortadan kaldırılınca insanlar inanç özgürlüğünü elde edeceklerdir.[1102]
“Onlarla savaşın ki, fitne ortadan kalksın, din yalnız Al­lah'ın olsun. Eğer vazgeçerlerse artık zalimlerden başkasına düşmanlık yoktur.”[1103]
“Fitne kalmayıncaya ve din tamamen Allah'ın oluncaya kadar onlarla savaşın!. Eğer vazgeçerlerse, bilin ki Allah ne yaptıklarını görmektedir. Eğer dönerlerse, bilin ki Allah sizin sahibinizdir. O ne güzel sahip, ne güzel yardımcıdır.”[1104] Ayet­lerde Allah yoluna tabi olmak için gerekli olan özgürlük ve güven gibi gerekli şartlara sahip bulunmayan bir toplumun durumu anlatılıyor. İnsanın insana hükmettiği, hidayete ulaş­manın zor olduğu bir toplumda fitne yani “şirk” [1105] hüküm sürüyor demektir. İnsanların ilâhî tçbliğ karşısında iradelerini özgürce ortaya koyabilecekleri ortamın sağlanabilmesi için savaş meşru kılınmıştır.
Gerçekten de gerek Hz. Peygamber gerekse daha sonraki dönemlerde ardarda seferler düzenlemiş, bir çok kabile ken­disini Mekke müşriklerinin baskısından bağımsız hissetmeye başlamıştı. Böylece bu özgürlük ortamı onları İslam davetine hiç bir baskı altında kalmadan serbestçe karşılık verme imkânı vermişti. İşte bu kabileler kendi iradeleriyle özgürce İslâm saf­larına katıldılar.[1106]
“Allah'ın yardımı ve zaferi gelip de insanların bölük bölük Allah'ın dinine girmekte olduklarını gördüğün vakit Al­lah'a hamdederek O'nu tesbih et ve O'ndan mağfiret dile, çünkü O tevbeleri fazlaca kabul edendir.”[1107]
İnsandaki mal, can, menfaatim koruma kaygısından, kor­ku zaafından istifade ederek düşünce ve inanç özgürlüğünü ken­di tekelleri altına almak isteyen güç odakları ve uyguladıkları ekonomik, psikolojik ve fiziksel baskı politikasıyla insanların hidayetine engel olmaya çalışmışlardır. Kur'ân'ın inanç özgür­lüğünün sağlanması için öngördüğü hususlar ve tevhid mücadelesi tarihinden verdiği örnekler bunun en açık kanıt­larıdır.
Bu arada şu hususu da belirtmek gerekir ki, dine davet konusunda müslümanlara engel olan, insanların hürriyetini kısıtlayan güç odaklarına karşı savaşmak farzdır. Yoksa zorla insanları dine sokmak için savaş emredilmemiştir.[1108]

 

4. Toplum Liderlerinin Saptırması


Psiko-sosyal bir vakıa olarak yaşadığımız hayatta birey bireyle, birey toplumla, toplum toplumlarla bir etkileşim içerisindedir. Ayrıca toplumda uyanlar ve kendisine uyulanlar şeklinde bir yapılanma kaçınılmaz zorunluluk, sosyal yapının inkar edilmez kanunudur. Toplumun, kitlelerin yahut grupların uyduğu kimseler onların liderleridir.
Liderlik sosyal rollerden biri olarak değerlendirilir. Lider ise bir grup içerisinde, diğerlerini en fazla etkileyebilen kimse şeklinde tarif edilir. Liderlik bazen yaptığı iş gereği insanlara verilmiş bir görevdir. Bazen de liderler belli bir düzeni olmayan gruplar içerisinde kendi nitelik ve çabaları ile ortaya çıkarlar.
Yine sosyolojik bir realite olarak milletler ve kitleler liderlerine tabi olurlar. Onlara hayranlıkla, saygıyla gönülden bağlanırlar. Onları taklid ederler. Verecekleri emirlere itaat eder­ler, yönetilir ve yönlendirilirler.
Bu esaslar gereği dalâlet ehli liderler de otoriteleri ve yönetimleri sayesinde bâtıl inançlarını empoze ederek millet­lerini saptırmışlardır. Bu liderlere gaflet içerisinde tabi olup, on­ları büyük tanıyıp içtenlikle bağlanan toplumlar da dalâletin kökleşmesine, hidayet yollarının kapanmasına vesile olmuşlar­dır. Dalâlet ehli liderlerin insanlara hidayet yollarını kapayıp onları saptırması doğrudan olmayıp fiziki baskı, kültür emper­yalizmi, beyin yıkama gibi dolaylı yollardan gerçekleşmiştir. Başlarındaki liderlere siyasi, idari, ekonomik her alanda itaat ar-zeden cahiliye halkları, liderlerini takdis etmişler, dokunulmaz ve hata etmez saymışlar, emirlerini, yasaklarını, kanunlarını, görüşlerini ilâhi ve nebevi öğretilerin üstünde tutarak ilâhlaştırmışlardır.
Liderlerin insanları saptırmada oynadığı role dikkat çeken Hz. Peygamber, “Doğru yoldan sapıtan önderlerden üm­metin hesabına endişeleniyorum.” [1109] buyurmuştur.
Kur'ân-ı Kerim siyasi güçle, insanları hak yoldan sap­maya sevkeden liderlerin başında Firavun'u misal verir. “Netice olarak Firavun, halkını sapık yola sürükledi, doğru yola götür­medi.” [1110] Firavun kavmini din konusunda aldatan bir lider ol­duğu gibi, deniz hadisesinde de onları aldatan, kurtarmayan kimsedir. [1111] Ordusunu tehlikeye sürüklemiş ve helakine sebep olmuştur. [1112] Bir lider olarak Firavun nasıl kavminin hidayetine engel olma konusunda canlı örnek teşkil ediyorsa, her asırda liderlerin, önde gelenlerin toplumları saptırabileceğine, inanç ve değer yönlerden onları yanlış yollara sürükleyebileceğine dikkat çekiliyor. Yine Kur'ân dalâlet ehli liderlerden ve onların saptırdığı halklardan bahsederken kıyameti fon olarak, diyalog halinde bulunan lider ve saptırdık­larım obje olarak ele aldığı bir tablo çizer:
“Kâfirler dediler ki; “Biz ne Kur'ân'a inanırız, ne de on­dan öncekilere. Fakat sen zalimleri Rabb'lerinin huzurunda dur­duruldukları zaman, bazısının bazısına söz atışını, o zayıf düşürülenlerin, o büyüklük taslayanlara: Hayır, gece gündüz işiniz hilekârlıktı çünkü siz, bize Allah'ı inkâr etmemizi ve O'na eş koşmamızı emrediyordunuz” derler.”[1113]
“Size ne oldu ki birbirinize yardım etmiyorsunuz? Belki onlar o gün teslim olacaklar ve zillete boyun eğecekler. İşte bu duruma düştükleri vakit, onlardan bir kısmı diğerlerine yönelir­ler, birbirlerini sorumlu tutmaya çalışırlar. Uyanlar, uydukları adamlara; Siz bize sağdan gelirdiniz derler. “Ötekiler de bilâkis, derler, zaten siz kendiniz inanan kimseler değildiniz. Bizim sizi zorlayacak bir gücümüz de yoktu. Fakat siz kendiniz azgın bir toplum idiniz. Onun için Rabb'imizin sözü bize hak oldu. Biz  tadacağız.” [1114]
“Yüzleri ateşe evrilip çevrildiği gün eyvah bize! Keşke Allah'a itaat etseydik, peygambere de itaat etseydik! derler. Ey Rabb'imiz! Biz reislerimiz ve büyüklerimize uyduk da onlar bizi yoldan saptırdılar” derler. Rabb'imiz onlara iki kat azap ver ve onları büyük bir lanetle rahmetinden kov.”[1115]
“Kıyamet gününde Allah onlara diyecek ki; Sizden önce geçmiş cin ve insan toplulukları arasında siz de ateşe girin. Her ümmet girdikçe tâbi oldukları yoldaşlarına lanet edecekler. Hepsi birbiri ardından orada toplanınca, sonrakiler öncekilere, Ey Rabb'imiz bizi işte bunlar saptırdılar! Onun için onlara ateşten bir kat daha fazla azap ver” diyecekler. Allah'da onlara her biri için bir kat daha fazla azap vardır, fakat siz bilmezsiniz diyecek­tir.”[1116]
“Her insan topluluğunu önderleriyle birlikte çağıracağımız günde, kimlerin amel defteri sağından verilirse, onlar en küçük bir haksızlığa uğramamış olarak amel defter­lerini okurlar.”[1117]
“Kıyamet gününde hepsi Allah'ın huzuruna çıkacak ve zayıflar o büyüklük taslayanlara diyecekler ki: Biz sizin tâbilerinizdik. Şimdi siz Allah'ın azabından herhangi bir şeyi bizden savabilir misiniz? Onlar derler ki, Ne yapalım Allah bizi hidayete erdirseydi, biz de sizi doğru yola iletirdik. Şimdi biz sızlansak da sabretsek de birdir. Çünkü bizim için sığınacak bir yer yoktur.”[1118]
Yukarıdaki âyetlerde sözü edilen yöneticiler kâfirdirler [1119] Ayrıca âyetlerde yer alan “sâdetenâ” kelimesinin seçkinler ve yöneticiler; “küberâenâ” kelimesinin ise, toplumu ilmî ve kültürel açıdan saptıran bilginler anlamına geldiği söylenir.[1120]
Dalâlet ehli liderlerin insanların Hak'tan sapmasında mühim rol oynayan sosyal motivlerden biri olduğu âyet-i kerimelerden açıkça anlaşılmaktadır. Bu tür bir sapma olayında liderlerin aktif rolü açıkça görülüyor. Fakat liderlere uyanların bunda hiç rolü yok mu? Liderlere uyanlar ise bu eyleme pasif olarak katılırlar. Aşağılık duygusu içerisinde, düşünce, inanç ve hareket yönünden şahsî hürriyetlerini kaybedenler, despot ve diktatörlerin elinde birer kukla haline gelirler. Liderlerin inancı uyanlarının inancı olur. Bunun dışındaki mesajlara kulak vermeleri mümkün olmaz. [1121]

5. Aşırı Ta'zim


Toplumların içerisinde takvası, doğruluğu, ilmi, dehası ile halkının ve ülkesinin kurtuluşu için kazandığı zaferlerle, büyük başarılarla yüksek derecelere ulaşan insanlar vardır. Toplum böyle kimseleri yüceltir, layık olmadıkları halde onlara en yük­sek derecede kabul ederler. Bu hastalık toplumun bayağı, cahil, düşüncesiz kesiminin ruhlarında yer ettiği zanian yücelttikleri kimseyi ilâhlık veya bazı ilâhlık özellikleri nisbet ederek kutsallaştırırlar.[1122]
Çünkü insanın yaratılışında kahramanlığa, büyüklüğe, büyük şeylere karşı bir sempati ve ilgi mevcuttur. Onlara gös­terilecek normal ölçülerdeki bir saygı olumsuz bir davranış ol­mayıp aksine arzu edilen bir tutumdur. Mesela Kur'ân-i Kerim anne-babaya, [1123] Peygamberlere, [1124] saygı gösterilmesini ön­görür.
Fakat bir varlığa gösterilen hürmet aşırılığa kaçar, takdise kadar varırsa sapma başlar. İnsan şirke düşer, çünkü takdis yal­nız Allah için olur.
Hristiyanların Hz. İsa ile annesini, Yahudilerin Üzeyr'i, ehl-i kitabın din büyüklerini müşriklerin melekleri tazimde aşırı gitmeleri şirke düşmelerinin nedenlerinden biri olmuştur.
“Allah demişti ki; “Ey Meryem oğlu İsa sen mi insanlara; Beni ve Annemi Allah'tan başka iki tanrı edinin” dedin? İsa; Haşa, sen yücesin, dedi.” [1125] Hristiyanlar Hz. Meryem'i de ibadet edilecek bir nesne haline getirmişlerdir. M.S. 431 Efes konsülünde “Allah'ın Annesi” mefhumu resmen kullanılmaya başlandı. Arkasından Meryem'e tapıcılık hızla yayılma gösterdi. Kiliselere heykelleri dikildi. Kendisine tapıldı. [1126] Nitekim Resûlullah, kendisine aşırı derecede saygı gösterilmesini yasaklamıştır: “Hristiyanların Meryem oğlu İsa'yı övdükleri gibi beni övmeyin, Ben, bir kulum, “Allah'ın kulu ve Resulüdür”, deyin.” [1127] Hristiyanlar İsâ Allah'ın oğludur diyerek tevhidden uzaklaştılar, vahdaniyyet inancına gölge düşürdüler. Oysa tevhid, imanın zorunlu bir şartıdır. Her çeşit yardımcı ve ortak edinmekten beri olan Allah'a ne şekilde olursa olsun eş ve denkler isnad etmek şirktir.
“Yahudiler: “Uzeyr, Allah'ın oğludur dediler. Hristiyanlar da; Mesih Allah'ın oğludur” dediler. Bu onların ağızlarıyla geveledikleri sözlerdir. Sözlerini, önceden inkâr etmiş olan müşriklerin sözlerine benzetiyorlar. Allah onları kahretsin, nasıl da haktan yüz çeviriyorlar.” [1128] Dinlerine yapmış olduğu hiz­metlerden dolayı Üzeyir İsrailoğullarının aşırı takdir ve say­gısını kazanmıştı. Bu saygı ve aşırı tutum neticesinde ona kut­siyet atfettiler. Ve bazı Yahudi mezhepleri onu Allah'ın oğlu saymaya başladılar.[1129]
“Hahamlarını ve rahiplerini Allah'tan ayrı Rab'ler edin­diler, Meryem oğlu Mesih'i de öyle yaptılar. Oysa kendilerine yalnız tek ilâh olan Allah'a ibadet etmeleri emredilmişti. O'ndan başka ilâh yoktur. O, onların şirk koştukları şeylerden münezzehtir.”[1130]
Bazı kimseler de melekleri [1131] ve cinleri [1132] takdis ederek şirke düşmüşlerdir.
Yine Kur'ân-ı Kerim salih kimselere gösterilen aşırı say­gının şirke götüreceğine işaret etmiştir. “Dediler ki: Tanrılarınızı bırakmayın, ne vedd'i, ne Suva'ı, ne de Yeus'u, ve Nesr'i bırak­mayın.” [1133] Yeûk, Yagûs ve Nesr Hz. Adem ile Hz. Nuh arasında yaşamış iyi kimseler olup toplum içinde itibar görürler­di. Bu şahıslar öldükten sonra şeytanın vesvesiyle anıtları yapılarak, her birinin anıtına isimleri de verildi. Ardından da bunlara tapılmaya başlandı.[1134]
Kur'ân-ı Kerim, toplum içerisindeki seçkin ve üstün in­sanlara yapılacak aşırı tazimin takdise dönüşebileceğini ve in­sanı şirke götürebileceğini değişik vesilelerle naklettiği bilgiler ışığında isbat etmektedir. İnsanlar benliklerindeki kutsallık duy­gusunu bazen maddî, fanî varlıklara yöneltirler. Değişik neden­lerle bu varlıkları yüceltirler ve onlara kutsallık atfederler. Özel­likle kendisine minnet ve hayranlık duyulan insanlara gösterilen aşın saygı, ölçüsüzce bir tutumla onu kutsal saymaya kadar gider. Kur'ân'ın anlatmış olduğu tarihî hadiseler bu gerçeği doğrulamaktadır. Fanî varlıklara kutsallık atfetmek, secde eder­cesine aşırı tazim göstermek, hakikatte kutsallık atfedilmeye layık olan Yüce Allah'a yönelmeyi engeller. Allah'ın yanında başka şeylere de aşırı tanzim gösterme şirk inancını doğurur. [1135]

 

C. Fizyolojik Olmayan Motiv


Şeytan: İnsanları faaliyete sürükleyen ve davranışlarına etki eden unsurlardan biri de şeytandır. Kur'ân'da bu unsur, in­sanlara etkide bulunan önemli bir varlık olarak yer alır. Şeytan, insanın kendi benliği içindeki eğilimler değil, insanın dışında, ona yabancı ve düşman bir varlıktır. İyilik konusunda insanı alıkoymaya, kötülük konusunda teşvik edip süslü göstermeye çalışır. Bunu yapmış olduğu vesvese ile gerçekleştirir. [1136] An­cak şeytan her insanı nüfuzu altına alamaz: “Çünkü inananlara ve Rabb'lerine dayananlara onun bir gücü yoktur...”[1137]      
İnsana düşman olan şeytan ona sürekli kötülüğü telkin eder. İnsan psikolojisinde bu güç de vardır. Bu Allah'ın yarattığı kanundur.[1138]
Her türlü kötülüğe olduğu gibi, Allah'a ortak koşmaya neden olan motivlerden birisi de şeytandır.”[1139]
Kur'ân-ı Kerim değişik vesilelerle şeytanların insanları şirke düşürdüğünü hatırlatır. Meselâ, Sebe kraliçesi hakkında bilgi edinen Hüdhüd, Hz. Süleyman'a şunları haber verir. “O'nun ve kavminin, Allah'ı bırakıp güneşe secde ettiklerini gördüm. Şeytan onlara işlerini süslemiş de onları doğru yoldan çevirmiş, bu yüzden yola gelemiyorlar.”[1140]
Yine Kur'ân-ı Kerim'de insanları hak yoldan saptırmak için şeytanın kurduğu planlardan, yöntemlerden bahsedilir: “De ki, öyleyse beni azgınlığa mahkum ettiğin için ben de andolsun ki, onların önlerinden, arkalarından, sağlarından ve sollarından geleceğim ve sen onların çoğunu şükreder bulamayacaksın.”[1141] Bu âyetlerde geçen ifadeler müfessirer tarafından şu şekilde yorumlanmıştır: Ayette şeytanın insanların “üstlerinden” geleceği söylenmemiştir. Çünkü üstten insanlara rahmet iner. “Altlarından denmemesinin sebebi ise insanın alttan gelebilecek şeylerden ürkmesidir. Şeytanın “önlerinden” gelişinin manası, âhiret konusunda insanları şüpheye düşürmesidir. “arkadan” gelişinden kastedilen ise, dünyaya rağbet ettirmesidir, “sağların­dan” gelişinin anlamı dini meselelerde şüpheye düşürmesidir. “sollarından” gelmesinden maksat ise, isyana teşvik etmesidir.[1142]
Şeytan insanlar üzerinde, onların İradelerini ortadan kal­dırabilecek bir güce sahip değildir. Ancak şirke yönelmeleri ve böylece sapmaları noktasında vesvese verdiği, insanı kurun­tulara düşürdüğü bir gerçektir. “Onları mutlaka saptıracağım, muhakkak onları boş kuruntulara boğacağım, kesin olarak on­lara emredeceğim ve hayvanların kulaklarını yaracaklar, şüp­hesiz onlara emredeceğim de, Allah'ın yarattıklarını değiştirecekler, dedi. Kim Allah'ı bırakır da şeytanı dost edinirse el­bette apaçık bir ziyana düşmüştür.”[1143]
Şeytanlar insan üzerinde zahiri olduğu gibi bâtmî yönden de tesir yaparlar: “Şeytan, kanın damarlarda dolaştığı gibi, in­sanoğlunun kan damarlarında dolaşır. Ben sizin kalbinize şey­tanın vesvese atmasından korktum.”[1144] Şeytanın vücutta kanın dolaştığı gibi dolaşması mecaz olabilir. Hakikatte anlatıl­mak istenen şeytanın vermiş olduğu vesvesenin, yapmış olduğu dürtmenin tesiri ve etkileyiciliğidir. [1145]

II. İnkarcılıktan Doğan Psikolojik Hastalıklar


Hangi mesleğe veya hangi dünya görüşüne mensup olur­sa olsun, hemen hemen hiç bir fark gözetmeksizin herkeste görülebilen “akıl hastalıklarının, dindar insanlar üzerinde ise pek fazla etkili olduğu söylenemez. Akıl hastalıkları, her türlü ruhsal açmazlara bağlı nörotik şikayetler, psiko-somatik beden­sel rahatsızlıklar, davranış bozuklukları hep insanın dini inanış ve davranıştan uzaklığı oranında ortaya çıkar. Manevi şuurda yerinden sapmalar, maneviyatın bozulması, ihtiras, mani, melankoli, hebefreni, şizofreni gibi en hafifinden en ağırına kadar akıl hastalıklarına, ruhsal açmazlara sebep olur. Bundan dolayı din günümüzde psikiyatrinin ilgi odağı haline gelmiştir. Zira; akıl hastalıklarının menşeinde maneviyatsızlığın, manevi şuur eksikliğinin olduğu kabul edilmektedir. Kaynağı maneviyatsızlık olan şizofreni gibi akıl hastalıklarının tedavi edilmesi ve hatta baştan önlem alınabilmesi, manevi temelin düzeltilmesine bağlı görülmektedir. Çünkü dini tekamül akıl hastalıklarının meydana gelmesine imkân vermeyen bir konuma sahiptir.[1146]
İnkarcı ya da maneviyat yönünden zayıf kimselerde psikolojik hastalıkların hangi nedenlerle ve hangi boyutlarda kendini gösterdiğine bakacak olursak, karşımıza şunlar çıkar. Korku ve vehimler, ölüm korkusu, sonunun ne olacağı kaygısı, kendini güvensizlik içinde dayanaksız ve sığınaksız hissetme, her türlü dünya nimetinin elde edilmiş ve tadılmış olmasına rağ­men meydana gelen doyumsuzluk, insanî tabiatı gerçekleştirme ihtiyacını tatmin edememe, sonsuzluğa ve ölümsüzlüğe duyulan ihtiyacı karşılayamama, ruhla nefis (beşeri içgüdüler) arasındaki dengenin bozulması, hayatı anlamlandırma isteğinin engellen­mesine bağlı olarak varoluş kaygısı, fıtratın dışına çıkılarak, doğuştan var olan inanma kabiliyetinin karşılıksız bırakılması, aşırı şüphecilik ve kararsızlık gibi nedenlere bağlı olarak psikolojik rahatsızlıkların ortaya çıktığı görülebilir. [1147]

 

A. Hastalıkların Genel Sebepleri

 

1. Fıtri İman Kabiliyetini Karşılıksız Bırakma


“Resulüm! Sen yönünü “hanif” olarak dine yani, Allah insanları hangi fıtrat üzerine yaratmış ise o fıtrata çevir. Allah'ın yaratışında değişme yoktur. İşte dosdoğru din budur; fakat in­sanların çoğu bilmezler.” [1148] Ayet-i kerimede insanların dine eğilimli bir kabiliyet üzere yaratıldığı, bu fıtratın değiştirelemeyeceği, değişmeyeceği, insanların bu yaratılış ve gerçek tabiatları doğrultusunda hareket etmelerinin uygun ve'gerekli olduğu belirtiliyor. Böylece fıtratına uygun olarak bir dini düşünceye sahip bulunan ve davranışlarında dinin sınırlarını gözeten kimse uyumlu ve huzurlu olacaktır. İnanmayarak fıtrata ters düşen kimseler ise, tüm beşeri arzuları doyuma ulaşmış olsa bile huzursuzluk ve ruhi tatminsizlik içerisinde kıvranacaklardır.
İnsanî tabiatı gerçekleştirme ihtiyacını tatmin edemeyen kimselerin, bu boşluğu doldurmak ve dengeyi sağlamak için onun yerine ikame etmeye çalıştıkları, spor, talih oyunu, yarış­ma gibi maddi şeyler bu ihtiyacı karşılamaktan ve doyumu sağ­lamaktan uzaktır. Bu türden arayışlar kısmi bir tatmin sağlar görünürse de, neticede doyumsuzluğu artırır, ihtirası ve iç­güdüleri harekete geçirerek insanı saldırganlık ve taşkınlığa sürükler. Özellikle duyarlı ve dini kişilikler, Allah'a inanmazlar­sa, bu ihtiyaçları karşılıksız kalırsa şahsiyet parçalanmasına, kişilik bozukluklarına (psikoz) maruz kalırlar.[1149]

 

2. Hayatı Anlamlandırma İsteğinin Engellenmesi


Hayatı anlamlandırma isteği, insanda yaratılıştan gelen temel arayışlardan biridir. Bu isteğin engellenmesi durumunda insan, hiçlikle, yoklukla yüzyüze gelir. Bu durum can sıkıntısı ve varoluş kaygısı şeklinde dışarıya yansır. Psikoanalizcilerin kabul ettiği, dürtülerle içgüdeler arasındaki bir çatışma olmak­tan çok, çeşitli değerler arasındaki ahlâki ve manevi çatışmanın bir sonucu olarak kendini gösteren “noojenik mevrozu” bile or­taya çıkabilir. Bu varoluş boşluğu ve “yokluk” kavramları, ateist insanın kendi ben'iyle olan münasebeti kaybettiği ve imanın yok oluş durumuna düştüğü, Allah'a inançsız bir hayatın çıkmasını tanımlayan Kur'tın âyetlerini çağrıştırır. Şu alemde sadece bir yansıma olan insanın, tek gerçek olan Yüce Allah'ı unutması, varlığın esas kaynağından olan kendi ben'ine yaban­cılaşması demektir.[1150]
“Kendileri Allah'ı unutmuş, böylece O'da onlara kendi nefislerini unutturmuş olanlar gibi olmayın.”[1151]

3. Ruhla Nefis Arasındaki Dengesizlik


İnsandaki ruhî bunalımların akıl hastalıklarının nedenleri arasında ruhla nefis arasındaki dengesizlik ve ilişki bozukluğu gösterilir. İnsanı hayvandan ayıran ve metafizik âlemle ilişki kurmasını sağlayan üstün ruh hali ile yine ondaki nefis (yani iç­güdüsel eğilimler) arasında bir dengenin sağlanması zorunludur. Eğer bu denge bozulur ruhun ihtiyaçları karşılanmazsa insan bunalıma düşer. İnsanı ele alan batılı psikologlarda görüldüğü gibi nefsin bir yönü ön plana çıkarılmış, insan ruhuna nüfuz edilmemiş ve onun ihtiyaçları bir bütünlük içerisinde ele alın­mamıştır.[1152] Halbuki Kur'ân-ı Kerim, nefsin istek ve ihtiyaç­larını karşılamanın meşruluğu yanında, insanın Allah'a olan ruhî gereksiniminin de bir bütünlük içerisinde değerlendiril­mesini öngörür: “Kadınlara, oğullara yığın yığın biriktirilmiş al­tın ve gümüşe, salma ve güzel atlara, hayvanlara, ekinlere olan ihtiraskârâne sevgi insanlar için süslenip bezenmiştir. Bunlar dünya hayatının geçici birer faydasıdır. Allah'a gelince nihayet dönüp varılacak yerin bütün güzelliği onun nezdindedir.”[1153] İçgüdü ve arzular dünya hayatının gereklerini sağlamak ve Al­lah (cc)'a giden yolda vasıta olmak için verilmiş nimetlerdir. Bu eğilim ve arzulara aşırı ilgi göstermek, Allah'ı ve âhireti unut­mak yanlış bir tutumdur. [1154]
Ruhun Yüce Allah ile olan ilişkisini kesmek, insanı sadece doymak bilmeyen içgüdüsel arzuların kucağına teslim etmek sıkıntı ve bunalımların vücudun bütün hücrelerine yayıl­masına yol açar. Hayat o kimse için bir azap ve endişelerle dolu bir açmaz halini alır, sebepsiz, gayesiz, sahipsiz gördüğü bu âlem onun için musibetler ve bela cehennemi kesilir. Din gidin­ce fazilet anlayışı kaybolur, yüksek duygular adına kalbde ne varsa hepsi silinir gider, kalb bomboş kalır. Yerini bir kaos, sonu olmayan bir meydan kaplar. Bu zindanda, müthiş bir belirsizlik içerisinde olan insan sürüklenip gider.[1155]
Şehvet ve arzularına oian tutkunluğun ağır basmasıyla Yaratıcısıyla olan bağlarını zayıflatan insan hayvanlar seviyesine düşer. Benliğini hissî bir katılık kaplar, manevî duyarlılığını kaybeder. Şehvet ve arzularını ne kadar doyurursa doyursun ruhu sürekli açlık çeker. [1156]

4. Yok Olma Korkusu


İnsanın yaratıcısından uzaklaşması, O'na şirk koşması, korku ve vehimlerin kaynağıdır. Aklı ve gönlü hurafelerle, batıl inançların saçmalıklarıyla alt üst olan, sahte tanrıların yaymış oldukları vehimlere kapılan insan, artık herşeyden iyice kork­maya başlar. Açık bir sebep olmaksızın şirkin olduğu her yerde korku duygusu kolgezer. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmak­tadır: “Hakkında hiç bir delil indirmediği şeyi Allah'a ortak koşmalarından ötürü, inkâr edenlerin kalbine korku salacağız” [1157] Özellikle ölüm, yok olma korkusu sıkıntı ve strese neden olur. Bu arada belirtmemiz gerekir ki, stres, endişe, kaygı ve huzursuzluğun insanda doğurmuş olduğu gerginlik halidir. İnsanda kaygı ve huzursuzluk doğuran faktörler kişiden kişiye değişebilmektedir.[1158]
Yok olma duygusu, varlığını kaybetme yani ölüm kor­kusu insanda stresin başlıca kaynağıdır. Ölüm olayı insan için kaçınılmaz bir son, aklın normal olarak kabul etmesi gereken doğal bir olay olmasına rağmen, insan duygusal olarak ölüm hadisesine alınamamaktadır. Ölümün bu soğuk ve ürkütücü yüzü, korku veren bir olay olarak, yok olma korkusunun nedeni olmuştur. [1159] Yok olma korkusu, hayatın sadece görülebilen âlemden ibaret olduğunu sanan, onun bir yaratıcısı olduğu bilin­cini taşımayan inkarcı veya zayıf inançlı kimsulerde görülür. Yüce Allah'a ve bu hayattan sonra yeniden bir dirilişin var­lığına inananlar için böyle bir endişe, dolayısıyla aşırı bir stres söz konusu değildir.[1160]

5. Şüphecilik


Mânevi hayatın ihmal edilmesiyle ruh sağlığı yönünden başgösteren anormal tutumlardan birisi de şüpheciliktir. Şüphe insanın ruh dünyasını içten içe kemiren amansız bir hastalıktır. İnançsızlıktan kaynaklanan aşın şüphecilik ve her şeyden kuş­kulanma duygusu insanı daima sıkıntı ve ızdırap içerisinde bırakır.[1161]
Kur'ân-ı Kerim inkâr edenlerin kalblerinin kuşku dolu ol­duğunu haber verir: “Ancak Allah'a ve âhiret gününe inan­mayan kalbleri şüpheye düşüp kuşkular içinde bocalayanlar senden izin isterler.”[1162] İnkarcılar şüphecilikten kafaları karış­mış ve şaşırmış bir vaziyettedirler.[1163]
Şüphe nefse kaygı, endişe, huzursuzluk ve ızdırap verir, [1164] gönül rahatlığını ve iç huzuru bozar.[1165]
Ruh sağlığını derinden tehdit eden şüphecilik inkârın ay­rılmaz unsurlarından birisidir. İnsanda inkâr olduğu sürece şüp­heler onun ruhunu sürekli kemirecektir. [1166]

6. Güvensizlik Duygusu


Ruhsal dengenin sağlanmasına esas teşkil eden unsurlar­dan birisi de güven duygusudur. Gerçek manada güvenilebile­cek tek varlık Yüce Allah'tır. Eğer insanlar başka dayanak ve sığmaklar arayacak olursa elbette ruhsal denge sarsılacak sıkın­tı, gönül darlığı (agnossie) meydana gelecektir. [1167] Belirtmek gerekir ki “sıkıntı, özü itibariyle şuur dışıdır ve ele avuca sığ­mayan çok şekilli bir psikolojik gerçekliğe sahiptir. Gerçek sı­kıntı, umulmadık tarzda beliriverir; bir hayalet gibi nereden gel­diği ve ne istediği bilinmez. Bütün ruh hastalıklarının altında sı­kıntı yer alır; her marazı belirti bir sıkıntıyı saklar ve açığa vu­rur. Bununla birlikte sıkıntı her zaman marazı değildir. İki türlü sıkıntıda bahsetmek mümkündür. Marazı (patalojik) sıkıntı ve varoluşsal (existencielle) sıkıntı. [1168]
İnsanda sıkıntı doğuran sebeplerden birisi de inançsızlık tesiriyle ortaya çıkan güvensizlik duygusudur. İnsanda şahsiyet bütünlüğü sağlayan değerlerin kaybının veya belli ölçüde zarar görmesinin, insan benliğinde sarsıntı meydana getirmesinin se­bebi, güvensizlik duygusunda aranmalıdır. İnsan bağlandığı de­ğerlerin tehlikeye düşmesi halinde; güvensizlik duygusuna ka­pılır. Kendisini iyice yalnız hissetmeye başlar ve kendisini kur-tarabilecek bir güç arar.[1169]Kısacası, insan kendisini sarsabile­cek her türlü hadise karşısında kişiliğini koruyabilmek için gü­veneceği, dayanacağı bir şeye ihtiyaç duyar.
Güven duygusu, herhangi bir güvenceye bağlı olan kim­senin ruh halini anlatan bir duygudur. Güvence ve bu güvenceye olan bağlılık devam ettiği müddetçe güven duygusu da devam eder. Benliğini sarsabilecek, kişilik bütünlüğünü bastırabilecek herhangi bir gelişme karşısında, güvensizliğe kapılan insan ken­disini stresin kucağında bulur. Güvensizlik duygusu stresin se­beplerinden birisi durumundadır. Stresten kurtulmanın yolu da bu duygudan kurtulmakla olur.'[1170] Güvensizlik duygusundan kurtulmanın en emin ve gerçekçi yolu Allah'a bağlılık ve tesli­miyetten geçer. Bütün beşeri ihtiyaçlar gibi. sığınılacak mânevi bir kuvvete, dayanılacak güvenilir bir varlığa iman etmek de ruhun bir ihtiyacıdır. Alemde Yüce Allah'tan başka insan için sığınılabilecek, güvenilebilecek bir dayanak yoktur.[1171] Bu dayanaktan yoksun olanlar, her türlü stres ve sıkıntının tesirine açık bir korumasızlık içinde kalırlar.
Kendisini batıl tanrılanyla korkutmak isteyen müşriklere Hz. İbrahim'in verdiği cevap ve sergilediği güven duygusu imanın sağladığı avantajlardan biri olarak karşımıza çıkar.
“Allah'a ortak koştuklarınızdan nasıl korkarım? Oysa siz Allah'ın hakkında size bir delil indirmediği bir şeyi O'na ortak koşmaktan korkmuyorsunuz. İki taraftan hangisine güvenmek daha gereklidir, bir bilseniz. İşte güven onlara, inanıp iman­larına şirk karıştırmayanlaradır. Onlar hidâyete erenlerdir.” [1172] Ayette müminlere verilen güvenliğin, emniyet hissinin müşrik­lere verilmediği belirtiliyor. Sözkonusu güvenliğin “kıyamet gününde”[1173] güvende olma şeklinde yorumlandığını görüyoruz. Fakat Hz. İbrahim'in korkusuzca tavrından bu güvenliğin dünyada da geçerli olduğunu düşünüyoruz. Aynı şekilde müşriklerin de güvensizlik içinde olduklarını... Çünkü inancı olmayan güven içinde değildir. Güven duygusunun kay­nağı olan imandan yoksundur. Ortak koştuğu ilâhlar ona güven telkin edemez. Ahirete inanmadığı için geleceğe yönelik bir güvencesi yoktur. Her yönden güvenceden yoksun ve korumasızdır.[1174]

 

7. Şahsiyet Bütünlüğünü Parçalayan Şirk


Tevhid (tek olan Allah'a inanma) dîni insan şahsiyetine bütünlük kazandırır. Fakat Allah'a ortak koşmak (şirk) bu bütünlüğü bozup parçalar. Çünkü Allah'a ortak koşan insan “bu çeşitli ilâhların birbirinden ayrı arzularını yerine getirmeye çalışırken de kendi nefsi perişan olup dağılıyor. Sonunda da rahat ve huzuru kaybolduktan sonra kendi nefsini de kay­bediyor.”[1175]
“Allah, geçimsiz efendileri olan bir adamla, yalnız bir kişiye bağlı olan bir adamı misal olarak verir. Bu ikisi eşit midir? Övülmek Allah içindir, fakat onların çoğu bilmez.” [1176] Bu âyet müşrik bir kimse ile tek bir Allah'a iman eden mümin hakkında verilmiş bir misaldir.[1177] Verdiği misalde Yüce Allah tevhid ve şirk akidelerini karşılaştırmış, insan hayatı üzerindeki etkilerini açıklamıştır, [1178]
İnsan ancak tek İlâha kulluk etmekle huzur bulur. Düşün­cesi dağılmaz, ne yapacağını bilir. Müşrik ise hangi tanrıyı memnun edeceğini bilemez, şaşırıp kalır. Düşünce ve duyguları parça parça olur, benliğinde psikolojik çatışma başlar. Bu çatış­malar ruh sağlığının bozulduğunun belirtileridir. [1179]

B. Kur'an'ın Psikolojik İnkar Hastalık­larına Verdiği İsimler


Kur'ân-ı Kerim inkarcı tutumları ve fıtrata aykırı dav­ranışlarından dolayı müşriklerin iç dünyalarında meydana gelen anormal psikolojik gelişmelerden bahseder. Kalp katılığı (kas­vet), kalp darlığı (dik), zorluk (harec) gibi isimler altında in­kârın kâfir bir kalpte meydana getirdiği ruhî hastalıklara dikkat çeker. [1180]

1. Kalp Katılığı (Kasvet)


Sıkıntı duymak, bazı olaylar karşısında bunalmak insanın yaratılışında mevcuttur. “Biz insanı muhakkak bir sıkıntı içinde yarattık.” [1181] Yaratılıştan var olan bu psikolojik olgu çelişkiye düşen, çatışmaya giren, zor bir iş altında ezilen psikolojik bir engellemeyle karşı karşıya kalan insanda varlığını hissettirir. Onu bunaltır ve iyice sıkar, gönlünü daraltır, bütün genişliğine rağmen yeryüzü ona dar gelir. Yukarıda saydığımız gibi sıkıl­ması için sebeplerin fazlasıyla mevcut olduğu ateist, inkarcı kimselerin tutulmuş olduğu kalb hastalıklarından birisi “kalb katılığı”dır. İnkarcı ve müşrik kimseler yakalanmış oldukları bu hastalık nedeniyle bir türlü sıkıntı ve bunalımdan kurtulamaz, hiç bir şekilde huzurlu ve mutlu olamazlar.
“Kasvet” filolojik açıdan kuruluk, sertlik, katılık gibi içeriklere sahiptir. Müşrik ve inkarcıların kalbieri “katılığa” benzetilmiştir. [1182] Böyle bir kalb bütün doğal ünitelerini kay­betmiş olduğundan, işlevsiz ve hasta durumdadır. Sadece cehalet, nifak, kuşku, şüphe, hased ve kin gibi hastalıkları bün­yesinde barındırır. [1183] Kalbe hiçbir hayır, iyilik işlemez, hiçbir şey tesir edemez.[1184]
“Allah'ın, göğsünü İslam'a açtığı kimse, Rabb'inden bir nur üzerinde değil mi? Allah'ı anlamaya karşı yürekleri katılaş­mış olanlara yazıklar olsun. Onlar apaçık bir sapıklık içindedirler” [1185] Bu âyette iki grup insandan söz edilir. Birinci grupta ele alınan kimseler, İslâm nurunun aydınlığıyla iç dünyası genişletilmiş insanlardır, yani müminlerdir.” Yüce Allah'ın, Kendi Zâtı'nı bilip tanıması, tevhid şuuruna erişmesi, Rububiyetine boyun eğip itaati altına girmesi için kalbini geniş­lettiği kimse ile, yapmış olduğu işler yüzünden, kalbini katılaştırıp zikrinden.uzaklaştırdığı, Hakk'a tabi olmuş bir şekilde hidayete ulaşmayı kendisine zorlaştırdığı kimse bir midir? El­bette bir olamaz. Kalbi genişletilmiş olan kimse, ruhu Hak tarafından aydınlatıldığı için, kesin bir inanç ve şuur üzeredir. [1186] İkinci grupta ele alınan kimseler ise, “...kalbi katılaşmış, Yüce Allah'ı anmaktan uzaklaşmış, insanlara öğüt olsun diye indirilen Kur'ân'dan yüz çevirip, iman etmeyen, Kur'ân'ın içindekilerin i doğrulamayan insanlardır.[1187]

2. Kalb Darlığı (Dîk)


Özellikle inkârdan dolayı meydana gelen kalb darlığını ifade etmek için Kur'ân-ı Kerim'de “dîk” lâfzı kullanılır.
“Allah kimi hidayete erdirmek isterse; Onun kalbini İs­lâm'a açar. Kimi de saptırmak isterse, onun da göğe yükseliyormuş gibi kalbini daraltır, sıkar. Allah, iman etmeyenlerin üstüne işte böylece murdarlık çökertir.”[1188] Ayette geçen “dayyikan” ifadesi, genişliğin zıddıdır. [1189] înkâr ve şirk içerisine düşmüş insanlar, Yüce Allah'ın varlığının delillerine bakmaya davet edildiklerinde, sanki atmosferde yükselen kimsenin nefes alıp vermede zorluk çektiği gibi, kalb sıkıntısı, gönül darlığı, göğüs­lerinde bir tür sıkışma hissederler. [1190] Böylece hakkı kabul et­mekten hoşlanmaz, uzak düşer ve kalbine iman girmez.[1191] Göğsü daralır, sıkılır, tıkanır, son derece bunalır.[1192]  
Bu yönüyle sıkıntı, huzursuzluk, kararsızlık, güvensizlik ve ızdırap hali olan inkâr psikolojik hastalıkların, ruhsal bunalımların, içsel çatışmaların, sinirsel gerginliklerin ve aç­mazların baş etmenidir. [1193]

3. Zorluk (Harec)


Yukarıda zikrettiğimiz En'am süresinin 125. âyeti kelimesinde geçen “haraç” kelimesi, inkarcı kimselerin maruz kaldığı ruhî hastalıkları ifade eden kavramlardan biridir. Bu kavramın kapsamıyla ilgili Hz. Ömer (r.a)'den gelen bir rivayet vardır. En’âm sûresinin 125. âyetini okuyan Hz. Ömer âyette geçen haraç kelimesinin atılanımı Kinâne kabilesine mensup çobanlık yapmakta olan bir delikanlıya sordu. O genç de ağaçlar arasında, herhangi bir çobanın yahut hayvanın ya da başka bir şeyin girmediği sık ağaçlığa denir, karşılığını verdi. Bunun üzerine Hz. Ömer'de “İşte münafığın kalbi böyledir, oraya hiç bir iyilik giremez” dedi.[1194]
İnkarcıların kalblerindeki darlığı onların, ruh hallerini an­latan diğer Kur'ân âyetleri de şunlardır:
“Kendisine ortak koşmaksızın Allah'ın hanifleri olun. Kim Allah'a ortak koşarsa sanki o, gökten düşüp parçalanmış da kendisini kuşlar kapmış, yahut rüzgâr onu uzak bir yere sürüklemiş gibidir.”[1195] Müşriğin ruh hali, kuşun didiklediği ve rüzgârın perişan bir şekilde attığı adama benzetilerek, kendi nefsini şirk koşmak suretiyle helak ettiği anlatılır. Veya imanın yüceliği gökyüzüne, şirk ise. şeytanın vesveselerinden ibaret olan bir kuyuya benzetilmektedir.[1196] Bu âyette bir fizik yasasına da işaret vardır. Göğe yükselen insanın göğsünün daralacağı, o adamın nefes alıp vermede güçlük çekeceği belir­tilmiştir. Yükseğe çıkıldıkça hava basıncı düşer, solunum zor­laşır. Göğüs daralıp sıkılmağa başlar, insan boğulacak gibi olur. Her yüz metre yükseldikçe basınç bir derece azalır. 15-16 bin metrede özel cihazlar kullanılmadan solunum yapılamaz. Göğe yükselen insanın göğsünün tıkanacağını belirten Kur'ân hava basıncı kanununa işaret etmektedir.[1197]
Sıkıntıların arttığı, sorunların altından kalkılmaz hale gel­diği anlarda insanın kalbi hissedilir derecede sıkılır. Kalp kriz­lerinin genellikle böyle anlarda geldiği düşünülecek olursa bu durum daha da iyi anlaşılır. Kalbini sıkacak sebeplerin fazlasıy­la mevcut olduğu, kalbini geniş ve serin tutacak iman ikliminin bulunmadığı kâfirin göğsünü her zaman basınç altında tutan manyetik bir güç vardır.
“İnkâr edenlere gelince, onların amelleri, ıssız çöldeki serap gibidir ki, susayan onu su zanneder, nihayet opa vardığın­da orada herhangi bir şey bulamamış, üstelik yanıbaşında da Al­lah'ı bulmuştur; Allah ise, onun hesabını tastamam görmüştür. Yahut engin bir denizdeki yoğun karanlıklar gibidir; ki onu dal­ga üstüne dalga kaplıyor; üstünde de bulut... Birbiri üstüne karanlıklar... İnsan, elini çıkarıp uzatsa, neredeyse onu dahi göremez. Bir kimseye Allah nur vermemişse, artık o kimsenin ışık ve aydınlıktan nasibi yoktur.” [1198] Kafirler küfür taassubu içinde boğulur ve bocalarlar.[1199]

 

III. Gizli İnkar (Nifak)


“Nifak” ve “Münafık” kavramlarının İslâm itikad literatüründeki manasını anlayabilmek için filolojik içeriğine de bakmak yerinde olur. Bu kavram, dehliz, in, tünel, menfez an­lamına gelen en-nefeku'dan gelir. [1200] Tıpkı kalbinde nifak has­talığı bulunan münafık da, bir tür yeraltı faaliyeti içerisindedir. Açıktan İslâm'a girer, gizlice İslâm'dan çıkar, kalbinde küfrünü gizler, dışarıya inancı varmış imajını yansıtır.
İslâm itikad literatüründe en genel ifadeyle nifak, kalben ve gizliden gizliye inanmaz iken, dil ile iman ikrarında bulun­maktır. [1201] Bazı sebepler, yüzünden İslâm'a girip dışarıdan müslüman görünmeye çalışan münafık içten içe inançsızlığını ve inkârını gizleyen kimsedir.
Münafık kişilik, açısından kendine özgü öyle net ve derin şahsiyet çizgilerine sahiptir ki, bunlar onu başkalarından ayırır. Kur'ân-ı Kerim'in detaylıca üzerinde durduğu, münafığın şah­siyet yapısını oluşturan pek çok karakter özelliği vardır. İkiyüz­lülük (riyakârlık), psikolojik bakımdan kalplerinin hasta oluşu, inanç noktasında kararsızlık (tezebzüb), korkaklık, büyüklenme, döneklik, aldatıcı dış görünüş, alaycılık, yalancılık, kötülük ve bozgunculuğa eğilim gibi karakter çizgilerinin bir araya gel­mesinden münafık portresi teşekkül eder.[1202]

A. Münafıkların Karakter Özellikleri


Karakter, bireyin davranışının iradî yönünü, güdü ve yönsemelerini kontrol eden sabit ve sağlam prensipleri ifade eden bir kavramdır.[1203] Münafıklar da düşünce ve inanç yapılarına, dünya görüşlerine bağlı olarak sabitleşmiş bariz karakterler geliştirmişlerdir. [1204]

1. İkiyüzlülük (Riyakârlık)


Riyakarlık, niyeti başka olduğu halde insanlara karşı bir işi yapıyor görünmektir. Meselâ riyakar, insanlar kendisini gör­düklerinde namaz kılar, görmeyince namazı terkeder.[1205]
Bir şeyi olduğundan başka türlü göstermek, riya ile nifak'ın ortak noktalarından birisidir. Her münafık aynı zaman­da riyakâr iken, her riyakâr münafık olmayabilir. Riya, imana zıt olmayarak sadece amellerin bazısında bulunabilir. Gerçek münafıklık, akideye zıt düşen imanda ikiyüzlülüktür.
Münafıklar ya bir takım çıkarlar uğruna mümin olarak gözükmek ister ya da müminlerle aynı ortamı paylaşmak zorun­da olduklarından onlar gibi görünmenin daha kârlı olduğunu düşünürler. İster bu nedenlerle olsun, ister başka nedenlerle, münafıklar İslâmi emir ve yasaklara, müminlere kendilerini is-bat etmek için zahiren uyarlar.
“Çevrenizdeki bedevilerden ve Medine ahalisinden bir takım münafıklar vardır ki; onlar nifak üzerinde idman yapmış­lardı. Sen onları bilmezsin, onları biz biliriz.”[1206]
Davranışları çoğunlukla yapmacık ve sahtedir. Takınmış oldukları her riyakâr tutumun altında aldatma fikri ve eğilimi mevcuttur. Münafıklar başkalarını aldatma konusunda o derece ivme kazanmışlardır ki, Allah'ı bile aldattıklarını zannederler. “Küfürlerini gizleyerek (akıllarınca) Allah'ı ve müminleri kan­dırmaya kalkarlar. Halbuki sadece kendilerini aldatırlar da far­kına varmazlar.”[1207]
“Müminlerle karşılaştıkları zaman; biz de inandık derler. Şeytanlarıyla başbaşa kaldıklarında, biz sizinle beraberiz. Biz ancak müminlerle alay edicileriz derler.” [1208] âyetinin nüzul sebebiyle ilgili haber, münafıkların içyüzlerini ortaya koymaya yeter.
Abdullah İbn Übey, bir gün yolda sahabilerden bir grupla karşılaştı. İbn Übey, beraberindeki yandaşlarına usulca, bakın ben şu ahmakları nasıl defedeceğim demiş ve yaklaştıkları zaman önce Hz. Ebu Bekir'i, sonra da Hz. Ömer ve Hz. Ali'yi övücü sözler söylemiştir. Bunun üzerine Hz. Ali, ey Abdullah Allah'tan kork, münafıklık yapma, çünkü münafıklar, Allah'ın en kötü yaratıklarıdır deyince, Abdullah şu karşılığı vermiştir: Müsade et, ey Ebu'l Hasan benim hakkımda böyle mi konuşuyorsun? Allah la yemin olsun ki, bizim imanımız sizin imanınız gibi. bizim tasdikimiz, sizin tasdikiniz gibidir. Oradan ayrıldıklarında, İbn Ubey tekrar yandaşlarına dönerek, nasıl yaptım .gördünüz mü? İşte siz de bunları gördüğünüzde aynısını yapın demiştir.”[1209]
Münafıkların yapmış olduğu ibadetler, kalpteki inancın dışa yansıması değil, sadece gösteriş niyetiyle yapılan eylemlerden ibarettir. İnfak ettikleri mallar, kılmış oldukları namazlar sadece gösteriş içindir.
“İşte şu namaz kılanların vay haline ki, onlar namazların­da yanılgıdadırlar, onlar gösteriş yapmaktadırlar.”[1210] Münafıklar namazlarında Allah'a yaklaşma, farzı eda etme gayesi gütmezler. [1211] İnsanlar onu amel ederken görsün, ona hayran kalsın, [1212] onu övsünler [1213] diye uğraşır. Böylece ikiyüzlülük yaparak çıkar sağlamaya çalışırlar.[1214]
İkiyüzlülüğün münafıkların hem inançlarında hem de davranışlarında ortaya çıktığını görüyoruz. İman ediyor olmanın kazandırdığı samimiyet ve ihlastan yoksun olmaları ve riyakar­lık yaparak çıkar sağlama eğilimleri onları bu tutuma itmiştir. [1215]

2. Kalplerinde Hastalık Vardır


Kur'ân-ı Kerim iki tür hastalıktan söz eder. Biyolojik hastalıklar [1216] ve ahlâkî (etik), psikolojik hastalıklar...[1217] Münafıkların kalblerindeki hastalık ikinci türden psikolojik has­talıktır. Hatta kalbi hastalıklı olmak münafıklığın ayrılmaz bir niteliği olmuştur.[1218]
“Onların kalblerinde bir hastalık vardır. Allâh'da has­talıklarını gittikçe artırmıştır. Söyledikleri yalandan ötürü onlar için acıklı bir azab vardır.”[1219]
Ayette geçen “maraz” kavramına birbirine yakın keder, küfür, kaîb elemi gibi manalar yüklenmiştir. Keder anlamında “maraz”: Münafıklar her geçen gün Hz. Peygamber (sav)'in sebatkârlığının artması ve şanının yayılması karşısında keder­lendiler, kalbleri hastalandı. Küfür anlamında maraz Şer'î tek­lifler arttıkça onların küfürleri ve hastalıkları da artmıştı. Bu tür hastalıktan masat niyette meydana gelen gevşemedir. Onların kalbleri başlangıçta savaşma ve düşmanlıklarını ortaya koy­mada kararlı iken, daha sonra bu azimleri kırıldı, korkaklık ve çekingenliklerinden dolayı münafıklık yapmaya başladılar. Kalb elemi manasında maraz: insanın, istemediği şeylerle karşılaş­tığında hased ve nifak eğilimi göstermesidir.[1220]
Bu açıdan bakıldığında nifak insanın içini kemiren psikolojik bir hastalıktır. İnsan bir şeye ya iman eder ya da et­mez. Her iki durum normal ve sağlıklı kabul edilebilir. İnsan iman veya inkârdan hangisini tercih etmişse bu tercihine göre yaşayıp gider. Nifak hastalığı kişinin düşünce ve tutumlarının toplum ile çelişmesi durumunun doğurduğu korku ve endişeden veya kişinin özel beklenti ve isteklerinden kaynaklanabilir. Ya da kişi, inancı doğrultusunda hareket ettiği takdirde maddi çıkarlarının tehlikeye girebileceği endişesine kapılabilir. Bu tutumun sebebi aşırı bir şüphecilik de olabilir. Bir takım en­dişeler taşıdığından sağlıklı bir tercih yapma imkânı bulamamış olabilir. Bu ve benzeri tesirlerin etki alanında kalan münafık[1221] hayatını başka bir varlık olarak sürdürmek durumundadır. [1222]

3. Kararsızlık (Tezebzüb)


Münafıklar, özellikle iman konusunda, duygu, zihin ve iradelerini kesin ve sağlam bir karara varmak için kullanmaktan yoksundurlar. Bazen iman tarafını tercihe başvururlar, bazen de küfre meyil gösterirler. İnançları zayıf, temelsiz, kararsız ve is­tikrarsız olduğundan dolayı en basit ve ufak tesirler karşısında hemen değişime uğrar. Güvenilir bir esasa dayanmamış ol­manın, herhangi bir düşünce ve inanç üzerinde karar kılamamış olmanın verdiği ürkek ve şaşkınca tavır, münafıkların karak­terini yansıtan belirgin bir psikolojik çizgidir. Ne hak davanın kimliğini üzerlerinde taşırlar ne de batıl davaya mensup olduk­larını itiraf ederler. İkisi arasında bocalayıp dururlar.
“Bunların arasında bocalayıp durmaktalar, ne onlara bağ­lanıyorlar, ne bunlara. Allah'ın şaşırttığı kimseye asla bir çıkar yol bulamazsın” [1223] Yüce Allah, inanç konusunda münafık­ların bu kararsız tutumunu “müzebzebîne beyne zâlik” ifadesiy­le dile getirir. Ayetteki “zebzebe” fiili bir şeyin gidip gelmesini, istikrar bulmaksızın hareket etmesini ifade eder. [1224] İki durum veya iki kimse arasında tereddüt gösteren karara varamayan kimsenin halini anlatır.[1225] Tabiîn müfessirlerinden Katâde'ye göre âyette tasviri yapılan kimseler ihlaslı birer mümin olmadıkları gibi, açıkça şirk koşan müşrik de değillerdir.[1226]
İnanç noktasında, münafıkların yaşadıkları bu kararsızlık psikolojisine Hz. Peygamber (sav) şöyle bir açıklama getirir.
“Münafık, iki koyun sürüsü arasında kararsız gidip gelen koyun gibidir. Bir ötekine gider, bir berikine... Hangisine tâbi olacağını bilemez.”[1227]
İnsan kendisine hak veya batıl bir inanç ve yaşayış düzeni seçer ve kendisiyle aynı inancı paylaşanlarla birlikte tutarlı ve kararlı hareket etmeye çalışır. Münafık ise müminlerle birlikte zahiren mümin olarak yaşamaya çalışır. Sözleriyle, davranış­larıyla müminler topluluğunun üyesi olarak gözükmeye uğraşır, fakat kalbi kâfirler gibi düşünmekte ve onlarla birlikte olmak is­temektedir. Görünürde birlikte olduğu toplumu ve onların inançlarını benimsememektedir. İnançlarını benimsediği top­lulukla da açıktan kader birliği yapamamaktadır. İnsan fıtratına da ters olan bu durum münafığı kararsız ve şaşkın bir hale sok­maktadır. [1228]

 

4. Korkaklık


Münafıklar daima, büyük bir güvensizlik, korku ve en­dişe içerisinde yaşarlar. Değişik yollara başvurmak suretiyle gizlemeye çalıştıkları iç yüzlerinin açığa çıkmasından, hazır­lamış oldukları plan ve tertiplerin, çevirdikleri entrikaların günün birinde teşhis edilmesinden, yalan yere yemin ederek ört­meye uğraştıkları karanlık emellerinin deşifre edilmesinden, sığınmakta oldukları basit nifak yuvasının her an üzerlerine çökebileceği endişesinden dolayı tedirginlik, korku, panik, en­dişe, kaygı ve dehşet içinde yaşamak zorundadırlar.
“...Onlara korku yoktur ve onlar mahzun olmayacakiardır.” [1229] âyetinde karakterize edilen müminin sahip olduğu tes­limiyet, neşe ve rahatlığı asla elde edemez. Yaptığı herşeyin açık ve meşru olduğu, gizli kapaklı hiçbir şeyin bulunmadığı noktasından hareketle kendinden emin olmanın verdiği rahatlık ve iç huzurundan yoksundur.
“Sizden olduklarına Allah'a yemin ediyorlar. Oysa onlar sizden değiller, fakat onlar korkak bir topluluktur. Eğer sizden korunmak için sığınacak bir yer, yahut barınacak mağaralar ya da sokulacak bir delik bulsalardı. hemen oraya doğru koşarlardı.”[1230]
Münafıklar o derece korkak insanlar ki. şayet sığınabilecekleri sağlam bir yer, kale, mağara yahut fare deliği gibi başlarını sokabilecek bir tünel bulsalar, derhal o tarafa yönelirler ve gemi azıya almış, hiç bir şekilde zapleditemeyen at gibi koşup giderler. [1231] Yüce Allah, münafıkların korkaklığını bu güzel teşbihle insanların dikkatlerine sunmuştur. Hatta Allah (cc), münafıkların bu korkaklığını tasvire o kadar önem verir ki, şöyle buyurur:
“Kendilerine korku çattı mı, onların ölümden üstüne bay­gınlık çökmüş kimseler gibi gözleri dönerek, sana baktıklarını görürsün.”[1232] Münafıklar sıkıntı, savaş gibi durumlarla karşı karşıya kaldıklarında öldürülme ve yok olma korkusuna kapılır­lar. O sırada, gözleri sanki yuvasından fırlayacakmış gibi fıldır fıldır dönerek Hz. Peygamber (sav)'e bakarlar.[1233]
Münafıklar, müminlerden aşırı derecede korkarlar. Yüce Allah onların kalblerine bu korkuyu fırlattığı ve korkularını ar­tırdığı için, müminlerin karşısına çıkabilme cesaretini gösteremezler, gizlice, siperlerin arkasına sığınarak savaşırlar. [1234] “Onlar müstahkem kasabalarda, yahut duvarlar arkasında bulunmaksızın sizinle toplu halde vuruşamazlar.”[1235]
Korku, münafıkların yüreğine öylesine işlemiştir ki, en ufak bir ses ve hareket karşısında hemen irkilirler. Kendilerinin kastedildiği zannıyla paniğe kapılırlar. İkiyüzlülüklerinin ortaya çıkacağını sanarak korku ve heyecandan titrerler.“Her gürül­tüyü kendi aleyhlerinde sanırlar.”[1236]

5. Büyüklenme


Tevazu sahibi, alçak gönüllü olmak, boyun eğmek, insanı iman etmeye götüren bir motiv olduğu gibi, hakiki iman sahip­lerinin inançlarının duygusal boyutunun da bir unsurudur. Bu duygunun zıddı olan kibir ve gurur, insanın inanmasını engel­leyen bir motiv olmasının yanında, inkarcı ve münafıkların duy­gusal yapılarının ayrılmaz bir unsurudur. Son derece kibirli ve kendini beğenmiş olan münafıklar aynı zamanda hata yaptıkları zaman bunu kabullenmek istemedikleri gibi, kendilerine yapılan öğüt ve uyarıları da dikkate almazlar. Çok akıllı olduklarını ve herşeyin iyisini bildiklerini zannettiklerinden hiç kimseyi din­lemez ve beğenmezler. Tıpkı Hz. Peygamber (sav) döneminde O'nun uyarılarını dikkate almayan, büyüklenip yüz çeviren münafıklar gibi...
“Onlara: Gelin Allah'ın Resulü sizin için bağışlanma dilesin, denildiği zaman başlarını yana çevirdiler. Sen, onların büyüklük taslamışlar olarak yüz çevirmekte olduklarını görürsün.” [1237] Münafıklar özür dilemeyi gururlarına yediremiyorlar. [1238] Başlarını çeviriyorlar, büyükleniyorlar ve üstünlük tas­lıyorlar. [1239] Yüce Allah bu âyet-i kerime'de, münafığın gerçek büyüklerime ve gururunu gayet ilginç bir şekilde tasvir edip, adeta canlı bir şekilde dikkatlere sunuyor. Münafıklardan günahlarını itiraf etmeleri, Allah (cc)'da af ve bağışlanma dilemeleri isteniyor. Fakat münafıkların kibir ve gururu buna mani oluyor. Aslında münafıklar bu tutumlarıyla kimseye muh­taç olmadıklarını, kimseye karşı herhangi bir borçlarının bulun­madığını hissettirmeye çalışıyorlar. Söz konusu muhtaç ol­madıklarını teşhir etme duygusu, müminlerle karşı karşıya gel­diklerinde gurur ve büyüklenme duygusuna dönüşüyor.
“O gibilere “Allah'tan kork!” denilince işlediği günahlar sebebiyle benlik ve gurur kendisini yakalar da daha çok günah işler. Ceza ve azap olarak cehennem ona yetişir. Ne kötü yatak­tır o.”[1240] Münafıklara Allah'tan korkmaları söylendiğinde benliklerini, tenezzülsüzlük ve gurur büsbütün kaplar. [1241]
Yüce Allah'ın büyüklüğü ve azametine İnanan bir mümin gurura, kibire kapılmaz, Allah'a karşı ise hiç kibirlenmez. Hakikatte iman etmedikleri için münafıkların aynı tutumu ser­gilemesi mümkün değildir. Nitekim kendilerine “Allah Resulü sizin için bağışlanma dilesin”, “Allah'tan kork!” denildiğinde inkarcı bir gurura kapıldıklarını. Allah (cc)'a ve ondan gelen her şeye tenezzülsüzlük gösterdiklerini görüyoruz. Kalblerindeki inançları karakterlerine bu şekilde yansıyor. [1242]

6. Döneklik


İnsanların sahip oldukları inanç, şeref, namus, izzet ve haysiyet gibi yüksek duygular onları, vermiş oldukları sözü yerine getirmeye sevkeder. Fakat herhangi bir manevî inanca ve değere bağlı olmayan münafıkların böyle bir tutum ser­gilemelerini beklemek hayalcilik olur.
“Onlar sizi gözetleyip dururlar, eğer size Allah'tan bir fetih nasip olursa, biz de sizinle beraber değil miydik derler ve eğer savaşta kafirler kazanırsa onlara; biz size üstünlük sağlayıp sizi müminlerden korumadık mı? derler. Artık kıyamet gününde Allah, aranızda hükmedecek ve müminlere karşı kâfirlere asla yol vermeyecektir.”[1243] bu âyet münafıkların sıfatlarından biri olan “dönekliği” ortaya koyuyor. Döneklik, mânevi ölçülere göre değerlendirme yapmayıp, sadece dünya menfaatini hesabederek, olayların oluş seyrine göre hareket edip, yön değiştiren fırsatçı tiplerin genel niteliğidir.[1244]
Arzuladıkları şeylere kavuşabilmek için, yemin etme de dahil her türlü teminatı verirler. İsteklerine ulaştıklarında ise, verdikleri teminatı unutup sözlerinden dönerler.
“Onlardan kimi de Allah'a şöylece kesin söz vermişti, eğer Allah bize lütfü kereminden ihsan ederse muhakkak zekâtını vereceğiz, hakikaten salihlerden olacağız. Ne vakit ki Allah kereminden istediklerini verdi, cimrilik edip yüz çevir­diler. İşte onlar öyle dönektirler.” [1245] Ayet, verdikleri sözde durmayan, itaatten yüz çeviren münafıkları niteliyor. [1246] gu iutum onlarda genel bir alışkanlık halini almıştır.[1247]

 

7. Aldatıcı Dış Görünüş


Münafık eşya ve olayları dış görünüşüyle değerlendiren kimsedir.   Onun  nazarında  herşeyin değer  ölçüsü  dış
görünüşüdür. Almış olduğu kararda, sarfettiği sözde, varmış ol­duğu sonuçta hep bu dışa önem verme eğilimi ön plana çıkar. Bütün kabiliyet ve kuvvetlerini öncelikle dış görünüşü değer­lendirme yoluna kanalize edip ilgi çekici ve aldatıcı olabilmek için çaba sarfeder. Bütün dikkat ve çabasını dış görünümün süs­lü ve aldatıcı olması noktasında yoğunlaştırır.[1248] Meselâ dış görünüş olarak sempatik, iyiliksever görünen münafık, özel hayatına girildiğinde ahlâktan, merhametten yoksun bir kişilik olarak karşımıza çıkabilmektedir.
Kuru bir kabuktan ibaret olan dışlarını alımlı ve süslü, heybetli ve azametli göstermeye çalışmak bir münafık için, sağ­lam bir öze, temiz bir ruha sahip olmaktan daha önemlidir. On­ların bu halini Yüce Allah şöyle tasvir eder:
“Sen onları gördüğün zaman cüsseli yapıları beğenini kazanmaktadır. Konuştukları zaman da onları dinlersin. Oysa sanki onlar sütün gibi dayandırılmış ahşap kütük gibidirler. Her çağrıyı kendi aleyhlerinde sanırlar. Onlar düşmandırlar, bu yüz­den onlardan kaçınıp-sakının, Allah onları kahretsin, Nasıl da çevriliyorlar.” [1249] Alûsî onların bu hali için, ağaçtan yontulmuş putlardan farksızdırlar der. [1250] Bakışları yanıltan bir dış görünüş arzetme çabası içindedirler. Böylece kendileri hakkında iyi bir imaj bırakmak isterler. Bedenlerinin güzelliğine ve yaptıkları işlerin süslü ve çalımlı olmasına dikkat ederler.[1251]
Münafık etten bir kalbe ve kalıba, gösteriş ve kabuktan müteşekkil davranışlara, laftan ileri gitmeyen bir dindarlığa sahip olup, içinde iman ve ilâhî hakikatleri anlayacak ilim ve fikir bulunmayan kimsedir. [1252]

8. Alaycılık


Münafıklar, inanç açısından öyle bir ruh yapısına sahip­tirler ki, hayatta ciddiye alabilecekleri hiç bir mânevi değere sahip olmadıklarından, her şeyi hafife almayı, önlerine çıkan her şeyle alay etmeyi meşru görürler. Ciddiyet ve ağırbaşlılıktan yoksun son derece laubali insanlardır.
İnsan, yaratılışı icabı, kendisince değerli, yüce, üstün ve önemli kabul ettiği varlıklara, düşüncelere, eylemlere karşı büyük bir saygı hissi besler. Bu konulan asla eğlence konusu yapmaya yeltenmez. Onlar hakkında o derece hassastır ki, değil onlarla alay etmek, bunu aklından bile geçirmek istemez. Fakat münafıklar, başta Yüce Allah'a iman olmak üzere mânevi değer taşıyan hiç bir şeyi kabul edip benimsemediklerinden, önlerine çıkan her şeyle alay ederler. Bir de buna Allah'ın Resûlü'ne ve müminlere karşı duydukları; hased, kin ve nefret de eklenince, açıktan müminlere karşı tavır koyamadıklarından, alay etme yoluna başvururlar. Yapmış oldukları alaycı konuşmalar ve sarfettikleri iğneleyici sözler, şuuraltında gizledikleri düşmanlık ve kin duygularının bir yansımasıdır.
İslâm'ın ilk yayılış döneminde münafıkların sarfettiği tarihe malolmuş alaycı sözler oldukça dikkat çekicidir.
Münafıklardan birisi Hz. Peygamber (sav)'in Tebük seferine ordu hazırlayışını kastederek “Şu adama ve yaptığı iş­lere bakın; Suriye ve Roma İmparatorluğunun kalelerini fethedecekmiş! Çok yazık, çok!...” diyebilmiştir.”[1253]
Benî Mustalik gazvesinde Hz. Peygamberin devesinin kaybolduğu sırada münafığın biri şöyle demiştir; Muhammed, daha devesinin yerini bilemiyor! Bir de kalkmış size gökyüzün­den haber getiriyor!”[1254]
Kur'ân-i Kerim, münafıkların bu tür alaycı tavırlarına dikkat çekerek, onların içyüzlerini ortaya koymuştur.
“Şeytanlarıyla başbaşa kaldıkları zaman, biz sizinle beraberiz, biz ancak müminlerle alay edicileriz, derler.”[1255]
“Onlara sorsan, andolsun; biz dalmış oyalanıyorduk der­ler. De ki: Allah ile, O'nun âyetleriyle ve elçisiyle mi alay ediyorsunuz?”[1256]
Bir şeyi alaya alan kimse o şeyi küçümsüyor, inkar ediyor demektir. Münafıklar bir yandan İslam'ı hafife alırlarken, küfrü yüceltirler. Alay edenin gayesi alay ettiği şeyi ayıplamak suretiyle küçük düşürmektir.[1257] Münafıklar içten içe düşman­lık besledikleri İslam'ı ve müslümanlan alay ederek küçük düşürdüklerini sanıyorlardı. [1258]

9. Yalancılık


Yalancılık, münafıklığın ayrılmaz bir niteliğidir. Her yalancı münafık olmayabilir, ama her münafık mutlaka yalan­cıdır. Sahip bulundukları düşünce yapısını ve dünya görüşünü, yapmış oldukları bütün kötü fiilleri daima yalan ile gizlemeye, kendilerini masum göstermeye çalışmışlardır.
Münafıklar, öncelikle düşünce ve dünya görüşlerini, bakış açılarını gizlemek için yalana başvururlar.
“Şehadet ederiz ki, sen muhakkak ve mutlak Allah'ın peygamberisin dediler. Allah'da bilir ki, sen elbette ve elbette O'nun Peygamberisin (fakat) Allah o münafıkların hiç şüphesiz yalancılar olduğunu da biliyor.”[1259] Münafıkların ağzından çıkan “sen muhakkak Allah'ın peygamberisin” sözü münafıklar tarafından kalblerinde doğrulanmamış ve tasdik edilmemiştir. Sözleriyle onun peygamberliğini ikrar ederlerken kalbleriyle yalanlarlar. İnançlarıyla ikrarları birbiriyle çelişir. Nefislerinde onun peygamberliğini kabul etmezken, ağızlarıyla “sen muhak­kak Allah'ın peygamberisin” demeleri onların yalancılığını gösterir.[1260]
Yapmış oldukları kötü fiilleri de daima yalan ile örtmeye, yalan söyleyerek kendilerinin suçsuz olduğunu göstermeye çalışırlar.
“Bir de müslümanlara zarar vermek için ve daha evvel Allah ve Resulü ile harb edenin gelmesi iştiyakı ile beklemek ve gözetmek için bir bina yapıp onu mescid edinen ve bununla iyilikten başka bir şey kasdetmedik, muhakkak yemin edecek olanlar vardır. Allah şahitlik eder ki, onlar seksiz, şüphesiz yalancıdırlar.” [1261] Münafıkların yalancılık karakteri inanç nok­tasında olduğu gibi amel ve davranış sahasında da kendini gös­terir. Zarar vermek için gerçekleştirdikleri bir eylemi, iyilik ol­sun diye yaptık diyerek yalanı rahat bir şekilde kullanırlar. [1262]

10. Kötülük Ve Bozgunculuğa Eğilim


Münafığı, tek başına bir birey olarak değil de, toplum içerisinde bir birey olarak ele aldığımızda, onun kötülük yap­maya ve bozgunculuk çıkarmaya aşırı bir eğilimi olduğu görülür. Onu böyle bir tutuma sevkeden, böyle bir davranışa meylettiren pek çok neden olabilir.              
Sahip oldukları hayır ve şer, iyilik ve kötülük anlayışının ilâhi bir temele dayanmıyor oluşu bu sebeplerden biri olabilir.[1263] Yaratıcıya karşı isyan ruhu, yasakladığı şeyi yap­ma, yapılmasını istediği şeyi yapmama eğilimi böyle bir tutuma zemin hazırlayabilir.[1264] İnananlara karşı duydukları kin ve on­lara zarar verme çabasının etkisi bulunabilir. Fitne ve bozgunculuk çıkartılmış ortam haksız menfaat elde etmeye, bulanık suda balık avlamaya müsait olduğundan böyle bir ortamın doğ­masını isteyebilirler. Belki daha pek çok psiko-sosyal sebepler sayabiliriz. Fakat ortada bir hakikat var ki, münafıklar karısıyla erkeğiyle fitne ve bozgunculuk çıkarmadan, İyilik peşinde ve hayır yolunda çalışanları da engellemeden rahat edemezler.
“Münafık erkekler ve münafık kadınlar, bazısı bazılarındandır; kötülüğü emrederler iyilikten alıkoyarlar, ellerini sım­sıkı tutarlar. Onlar Allah'ı unuttular; O'da onları unuttu. Şüp­hesiz münafıklar fıska sapanlardır.” [1265] Münafıklar iyiliğin zir­vesi olan imanı engellemeye çalışırken, kötülüğün zirvesi in­kârın yayılmasını arzu ederler.[1266]   
“Kendilerine; yeryüzünde fesat çıkarmayın, denilince, biz ancak ıslah edicileriz, derler. Gözünü aç. Onlar bozguncuların ta kendileridir. Fakat bunu idrak etmezler.”[1267]
“Kötü sözlerin, iman edenler arasında yayılıp duyul­masını arzu edenler için muhakkak ki dünya ve âhirette acıklı bir azap vardır.” [1268]
Münafıklar genel olarak kötülükle meşgul olurlar. Kötülük yapanlara da sempati duyarlar, tavsiye ve teşvikte bulunurlar. Kötülüğün işlenmesi konusunda aralarında kollektif bir şuur hakimdir. İyilik yapıldığım duymak kalblerine acı verir, hayır işleyeni görmek onları rahatsız eder. Gizli ve sinsice bir kötülük, jurnalcilik, hilekarlık... sarmıştır benliklerini. [1269]

 

Sonuç


Bir hidâyet rehberi olan Kur'ân-ı Kerim'den azami derecede istifade edebilmek, onu iyi anlamaya bağlıdır. Kur'ân'ı anlama konusunda bakış açısı zenginliği kazandıran çeşitli yönelişler arasında psikolojik yönelişten de söz edilmek­tedir. Bu yöneliş tarzına ilişkin araştırma ve eserler yok denecek kadar azdır. Hem Kur'ân'ın anlaşılmasına yeni bir boyut kazan­dıran, hem de tefsir ilminin zenginleşmesine katkıda bulunacak olan “Kur'ân'a psikolojik yöneliş” sahasına ilişkin hazırlamış olduğumuz bu araştırma, sahasında küçük bir boşluğu doldurma görevini üslenecektir.
Asırlar boyu “inanç esaslarını” ele alan bir kısım ilim ehli daha çok kimin mümin, kimin kafir, kimin münafık olduğunu tartışmış, fert ve toplulukları inanç açısından belli bir sınıfa, statüye tabi tutmak, herhangi bir kalıba uyup uymadığım denemek, araştırmak veya tasarlanan şablonlardan hangisine tekabül ettiğine bakmakla uğraşmıştır.
Oysa öncelikle yapılması gereken şuydu. İmanın iç ve dış yapısı nasıldır, insanları imana sevkeden etmenler nelerdir. İn­san nasıl oluyor da küfre düşüyor, hangi iç ve dış sebepler onu inkâra sevkediyor? İnkarcı nasıl bir ruh haline sahiptir? Onu bu inkâr hastalığına sevkeden motivier nasıl etkisiz hale getirilebilir? Onu alıp götürüp, imanın şifalı ellerine teslim edecek motivlerin yolu nasıl açılabilir? İnanan bir mümin imanını ne kadar tanıyor, onu bütün boyutlarıyla idrak edebiliyor mu? Yoksa inancının değişik boyutlarındaki eksiklik ve zayifhk dolayısıyla birer birer bu boyutlar elinden kayıp gidiyor mu? Yoksa sadece sahip olduğu kalbî tasdik boyutu mu, elindeki iman sermayesi? Boyutlarının bir kısmının veya çoğunun işlevsiz hale geldiği bir imanı diriltmenin yolları neler­dir?
Evet, kanaatimizce iman konusunu ele alan bir ilim ön­celikle ve ağırlıklı olarak bu sorunların üzerine eğilmelidir. Ve bu metod aynı zamanda Kur'ân-ı Kerim'in metodudur.
Kur'ân-i Kerim'in asıl vermek istediği mesaj, inanç bakımından insanların ne olduğunu tespit etmek değil, nasıl ol­ması gerektiğini ön plana çıkarmak ve bunu gerçekleştirmeye çalışmaktır. Sadece kalbinde imanın tasdik boyutu olan bir in­sanın mümin olup olmadığını tartışmak yerine, iman yolunda bir adım atmış bulunan bu kimsenin diğer adımları da atıp inan­cım iç ve dış boyutlarıyla nasıl mükemmelleştirmesi gerektiği üzerinde durulmalıdır. Veya dış boyutu (ameli boyutu) işlevini yerine getiriyorsa, iç boyutlarında var olabilecek bir eksikliğin giderilmesine çalışılmalıdır. Mesela, mümin imanın iç boyut­larından biri olan “tanı bir teslimiyet” unsurunu içine sindirip gerçekleştirme, Allah'ın koyduğu hüküm ve kanunları benim­seyip, kalbinde hiçbir sıkıntı duymaksızın kabullenme konusun­da eksik olabilir. '“Bu devirde böyle olur muymuş” gibi çıkışlar yapabilir, işte asıl gaye her müminin inancında şu veya bu şekil­de olabilecek eksiklerin telâfi edilmesi olgun bir mümin kimliğinin kazanılması ve kazanılan kimliğin korunması yolunda gayret göstermektir. İmanında falan boyut eksik, filan unsur mevcut değil; bu kimse mümin midir, değil midir, tartışmaların­dan çok, iman yolunda bir adım atanın ikinci adımı atmasının yolları üzerinde durmak esas olmalıdır.
Her konuda olduğu gibi inanç konusunda Kur'ân-ı Kerim'in güttüğü en önemli gaye insanın düşünce yapısını, bakış açısını, duygusal eğilimlerini, tutum ve davranışlarını eğitmek, ölçülü ve dengeli kılmak, her yönüyle istifade edilir hale getirmek, insanı şu ya da bu yolla etkileyip düşünce ve ey­lem planında faaliyete sevketmektir. Meselâ kader konusunda insanın iradesi ile Yüce Allah'ın iradesinden bahseden âyetlerin öncelikle insana kazandırmak istediği pratik, uygulanabilir, yaşanıp hissedilebilir, kulun hayatında tesiri görülebilir bir yönünün olup olmadığı hususuna eğilmek gerektiği kanaatin­deyiz. İnsanlara bir hidâyet rehberi olan Kur'ân-ı Kerim'in gön­derilişinin başta gelen gayesi de bu olması lâzımdır. Sözkonusu meselelere kelâm ilmi çerçevesinde yapılan yaklaşımların büs­bütün gereksizliği iddiasında değiliz. Fakat bizim sözünü et­tiğimiz bu yöneliş tarzının ihmale uğradığı kanaatindeyiz.
Kur'ân-ı Kerim'de insanları inkâra götüren motivlere ıs­rarla dikkat çekildiğini, bu konuya ilişkin âyetlere çok fazla yer verildiğini görürüz. Bunun belli bir amacının, hedefinin ol­madığını söyleyemeyiz. Sözkonusu mesele hem müminler hem de kâfirler açısından büyük önem arzeder.
İnkâra götüren motivler, aynı zamanda bir mümini de etki altına alıp onun imanının önce zayıflamasına, sonra da yok ol­masına sebep olabilir. Bu bakımdan müminler kendi benlik­lerinden kaynaklanabilecek bu psikolojik motivlere ve dışardan tesir edebilecek sosyal motivlere karşı uyanık ve dikkatli olmak, kendilerini sürekli kontrol etmek durumundadırlar.
Hastalığı teşhis etmek, hastalığa sebep olan faktörleri tes­pit etmek, bir ölçüde hastalığı tedavi etmek demektir. İnkâr has­talığını tedavi etmede inkâr sebeplerinin bilinmesinin ve tedavi yöntemlerinde bu sebepleri de göz önünde bulundurarak bir yol izlemenin faydası muhakkaktır. Böyle bir metod takip etmek İs­lâm davetçilerinin işlerini kolaylaştıracaktır.
İnsanın, inkâr yolunu seçmek suretiyle benliğindeki İlâhî özden uzaklaşmasının sonuçları korkunç olmaktadır. İlâhî alem­le olan bağını kesmekle kendi benliğinden de kopan insan, sonu gelmez karanlıkların, belirsizliklerin ve açmazların kucağında buluyor kendisini. Bir yanda insanın sonu gelmez arzu ve ih­tirasları, bir yanda bu belirsizlik ve kaos... İşte insan ölçüyü kaçırıyor. Bütün dengeleri altüst oluyor. İşlenen bütün şehevî sapıklıklar, her türlü uyuşturucu bağımlılığı, şiddetin en acımasızı, mal ve para ihtirası... Çıldırma noktasına geliyor ve hatta çıldırıyor, intihar ediyor. Yine de doyumsuzluk, tatminsiz­lik, boşluk, arayış, beklentiler, ümitsizlikler, çıkmazlar ve aç­mazlar... Ve kimisi hafif, kimisi şiddetli akıl hastası milyonlarca yığınlar.Bütün bunlar imanın şifa iklimine duyulan İhtiyacı bir kere daha üzerine basa basa vurguluyor.
İnançla ilgili kavramlar. ıstılahlar, iman edilmesi gereken esaslar tamamıyla soyut değerlerdir. Bunların varlığına akıl ve kalp bazen kendi içlerinden gelen, bazen de kâinattaki eserlerin tesiriyle iman eder, Fikrin ve kalbin bu eylemleri bütünüyle soyuttur. Oysa yeni yetişen nesiller eşya ve olayları genellikle somut olarak kavramaya başlarlar ve gelişim süreci içerisinde soyuta doğru bir yükseliş grafiği çizerler. Somut şeyleri algılamaya eğilimli olan yetişme çağındaki nesle soyut esaslardan oluşan iman olgusunu kavratmak, belletmek, benimsetmek; sıradan gelişigüzel bir yolla değil, ciddi, dikkatli, metodlu ve akıllıca yapılması gerekli bir iştir. İman olayını çocuğun zihnine ve kalbine olabildiğince yaklaştırmanın metodlannı aramak gerekir. Meselâ bu dünyada imanın insanın mânevi bir ihtiyacı olduğunu, Allah'a iman ve itaatin, peygamberlere, âhirete, meleklere ve kadere, imanın insan üzerindeki olumlu tesirlerini öne çıkararak konuya yaklaşmak, çocuk kalbine ve aklına girebilmeyi kolaylaştıracaktır. İnkarcılığın olumsuz tesirlerin­den bahsetmek, onun bu dünyadaki olumsuz çehresini bu yaş­taki zihinlere yaklaştırmak elbette onları inkârdan uzak tutma konusunda etkili olacaktır. Gerek ülkemizde, gerekse diğer müslüman topluluklarda iman esaslarının yeni nesle aktarıl­masında kısmen bile olsa bu yola başvurulduğu görülmektedir. Nitekim yetişme çağındaki çocuklara okullarda okutulan ders kitaplarında konuya gösterilen eğilim bunun bir ihtiyaç ol­duğunun açık bir delilidir.
İnsan doğuştan “fıtrat” adı verilen dini bir kabiliyete sahip olarak dünyaya gelir. Onun dini düşünce ve davranışı bu kabiliyet ve eğilime dayanır. Kur'ân-ı Kerim’in değişik vesilelerle varlığına işaret ettiği bu kabiliyet iman motivlerinin tesiri ile uyanıp dirileceği ve gelişim göstererek olgun bir imanın gerçekleşmesine öz teşkil edebileceği gibi inkâr motiv­lerinin etkisi altında kalarak, küllenip. üzeri örtülü ve kilitli kalarak, sanki insan benliğinde hiç varolmamış gibi bir durum da arzedebilir.
Fıtrat, başta dini kabiliyetin bağlanma ve sığınma eğilimi, sevgi ve kutsallık duygusu, güzellik duygusu, ahlâkî moîivasyon, en yetkin varlık tasavvuru, hayatı anlamlandırma isteği, tabiat olayları karşısındaki çaresizlik ve ilâhî yardım talebi, ölümsüzlük arzusu, hakikati arama hissi gibi psikolojik gayret ve çabamıza rağmen eksik yanlarımızın ve gereksiz fazlalık­larımızın olabileceğini her zaman yineliyoruz. [1270]

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...