19 Eylül 2014

KUR'AN’DA İMAN PSİKOLOJİSİ 1




KUR'AN’DA İMAN PSİKOLOJİSİ

Önsöz

İlmi gelişmelere paralel olarak Kur'ân-ı Kerim'e yöneliş­te de bir zenginliğin ortaya çıktığı gözlenmektedir. Artık Kur'ân'a psikolojik yönelişten ve bunun bir ihtiyaç olduğundan söz edilmektedir. Sınırlı sayıda da olsa, bu sahaya eğüim göste­ren İlim adamları ve araştırmacılar Kur'ân'ın psikolojik muhte­valı âyetlerine psikoloji ilminin verilerinden İstifade ederek ye­niden yönelmektedirler.
Fakat şu anda sunmakta olduğumuz tezle, psikolojik yö­nelişin, sahasında yapılmış ilk özgün çalışmasını sunuyoruz: “Kur'ân'da İman Psikolojisi.” Bu eser, yorumlarıyla, tesbitleriyle, üslubuyla ve tertibiyle bu konuda yapılmış ilk çalışmadır. Eserin, Kur'ân araştırmalarına kazandıracağı yeni boyutun ya­nında, akâid ve kelâm ilmine de yeni bir bakış açısı getireceği, din psikolojisi ve din eğitimi sahasında çalışanlara yeni ufuklar açacağını umuyoruz.
Kur'ân-ı Kerim her şeyden önce bir eğitim ve yönetim kitabıdır. İnsanın düşünce, duygu ve davranışlarını eğitir, yön­lendirir. Bu eğitimi gerçekleştirmek, yönlendirmeyi sağlamak için insan nefsindeki psikolojik hakikatleri, ahlâkî sınırları dik­kate almayı salık verir. İnsanın sağlıklı bir imana ve bu imana dayalı davranış biçimine sahip olması gerektiğini temel ilke ola­rak ele alan Kur'ân-ı Kerim; zihin, duygu, davranış gibi psiko­lojik olgularla daima iç içe bulunmuştur. İmanın psikolojik ger­çekliğine büyük önem atfetmiştir. Şimdiye kadar yeterince üzerinde durulmayan bu hususları ortaya koyma amacında olan araştırmamız iman-psikoloji ilişkisini değerlendirme çabası içe­risinde olmuştur.
Birinci bölümde iman konusunu ele aldık. İman başlığı altında fıtrat, iman motivleri, imanın boyutları, imanda artma ve eksilme, imanın insan hayatına etkinliği ve imam esaslarının psiko-sosyal tahlilleri üzerinde durduk. İkinci bölümde inkar başlığı altında inkar motivlerini, inkardan doğan psikolojik has­talıkları ve gizli inkar (nifak) konusunu inceledik.
Öncelikle Kur'ân'ı anlatmaya çalışan bu eser, ona lâyık muhteva ve üslûpla bezenmeye özen göstermişse de, bu görevi yerine getirmeye çalışırken, beşerî acze dayalı kasıtsız hatalar­dan uzak olduğunu iddia edemez.
Gerek tez seçiminde, gerekse tezin hazırlanma aşamasın­da ilgi ve desteğini esirgemeyen rehber hocam Doç. Dr. Durmuş Ali Kayapınar Beye, muhteva ve sistematik açısından araş­tırmamızın mükemmelleşmesi yönünde değerli tecrübelerinden istifade ettiğim Prof. Dr. Celal Kırca Beye ve Prof. Dr. M. Sait Şimşek Beye en derin saygı ve şükranlarımı sunarım.[1] 

Giriş

Gerek Kur'ân-ı Kerim'in kendi muhteva ve üslûbundan, gerekse müfessirlerin görüş, düşünce ve tavırlarından kaynakla­nan sebepler dolayısıyla [2] tarih boyunca yapılan tefsir çalışmala­rı, aynı gayeye ulaşmaya çalışan değişik renk mozayiklerinden oluşan bir resmi ortaya çıkarma çabalarından başka bir şey de­ğildir. Tefsir tarihi boyunca ortaya çıkan ve mecazi olarak “Tef­sir Renkleri” adı verilen Kur'ân'ı anlamaya ve açıklamaya yö­neliş akımları; sosyal, kültürel ve ilmi gelişmelere paralel olarak ilerleme kaydetmiş ve günümüzdeki konumuna erişmiştir.
Bugün ilimler ve yorumlar açısından fıkhî, kelâmı (Şiî, Haricî, Cebriyeci, Mutezilî, Sünnî), tasavvufî, felsefî, filolojik, edebî, kıssacı, etnik, bilimsel, sosyolojik, ilhâdî, psikolojik, ikti­sadi, kavramsal yöneliş akımları Kur'ân'ı anlama ve yorumla­mada başvurulan yolları oluşmaktadır.
Özellikle, sosyolojik, bilimsel, ilhâdi ve mezhebî yöneliş akımları, içinde yaşadığımız çağda ön plana çıkmış tefsir faali­yetleridir. [3] Bu eğilimlerden “İçtimâi Tefsir Ekolü” diye bilinen sosyolojik yöneliş bir takım hata ve eksikliklerine rağmen çağı­mıza damgasını vurmuş, tefsir faaliyetlerine yeni bir boyut kata­rırak bu faaliyetleri topluma taşımayı amaç edinmiştir.[4]
Ekolün en belirgin özelliğini, bu ekolün kurucusu olarak kabul edilen Muhammed Abduh'un şu ifadelerinde buluruz: Amaçladığımız tefsir, insanlığı dünya ve ahiret saadetine ulaştı­ran bir din olması acısından Kur'ân'ı anlamaktır. Tefsirde en üstün amaç budur. [5] Kur'ân'ı tefsir ederken onun hidâyet yönünü tefsire konu edinmişlerdir. Bu hedeflerin yanında tefsir yapar­ken hiç bir mezhebin etkisi altında kalmamayı, tefsiri israiliyattan, ilim ve fen ıstılahlarından arındırmayı, Kur'ân'ın genel il­keleri üzerinde durup ayrıntılara girmemeyi prensip edinmişler­dir. Tesbit edilen bu ilkeler teorik açıdan olumlu bulunmuş fakat uygulamada istenilen başarı tam olarak sağlanamamıştır.[6]
Çağımızda Kur'ân'ı yorumlamada modern ilim eğilimi­nin aniden revaç bulduğunu ve böylece bilimsel tefsir ekolünün ortaya çıkışını görüyoruz. Bilimsel tefsir ekolünün tarihi daha eskilere uzanmakta ise de, ondokuzuncu asırda Batı'da ortaya çıkan bilimsel ve teknolojik buluşların İslâm dünyasına intikali tefsirde bu eğilime olan rağbeti artırmıştır.[7] Sözkonusu gelişme­ler sonucu revaç bulan, Kur'ân metinlerinin yorumunda ilmî te­rimleri hakim kılan ve çeşitli ilimleri, felsefî görüşleri ondan çı­karmaya çalışan tefsirlere ilmî tefsir denilmiştir.[8] Ülkemizde bu yönelişin bir ihtiyaç olduğunu temellendirmeye çalışan Celal Kırca pozitif bilimlerle ilgili Kur'ân'da oldukça fazla âyet bu­lunduğunu ve yine çok sayıda âyetin insanları tefekküre ve araş­tırmaya sevkettiğini belirterek Kur'ân-bilim ilişkisinin boyutla­rını ortaya çıkarmıştır. [9] Kur'an-ı Kerim'de Fen Bilimleri adlı çalışmasında bir pozitif ilim olarak psikoloji-Kur'ân ilişkisine de yer vermiştir. Fakat daha sonra Kırca'nın psikolojik yönelişi, bilimsel yönelişten ayrı, müstakil bir ekol olarak değerlendirdi­ğini ve bunun gerekliliğini öne sürdüğünü görüyoruz.[10]
Modern psikoloji günümüzde “davranışı ve davranışın al­tında yatan süreçleri bilimsel olarak inceleyen çalışma alanı”[11] olarak tanımlanır. Psikolojinin amacı, insan davranışlarının ne­denlerini ve niteliklerini, incelemektir. Düşünme, belleme, hayal kurmanın nasıl gerçekleştiği; öğrenme ve unutmanın ne şekilde olduğu; zeka, yetenek ve kişilik bakımından insanlar arasında ne gibi farklar bulunduğu, toplum ve çevrenin inşam nasıl etki­lediği, insanın ne tür durumlarda çevresiyle uyumsuzluk haline düştüğü ve bunun nedenlerinin neler olduğu gibi sayısız psiko­lojik olayların bağlı olduğu kanunları bulmaya çalışır. [12] Deney­sel psikoloji, fizyolojik psikoloji, gelişimsel psikoloji, kişilik psikolojisi, sosyal psikoloji, bilişsel psikoloji, klinik ve danış­manlık psikolojisi, eğitim psikolojisi, endüstri psikolojisi, ayrıca yeni gelişen adalet psikolojisi, çevre psikolojisi, sağlık psikolo­jisi, spor psikolojisi, psikolojinin ilgi alanları içerisinde yer al­maktadır. Deneysel psikoloji belirli bir davranışı etkileyen çevre şartlarını ve uyarıcıları detaylı olarak tanımlayıp ölçerek, uyarı­cının hangi davranışı, nasıl ve ne derece etkilediğini bulmaya çalışır. Fizyolojik psikoloji, genel olarak, biyolojik süreçlerle davranış arasındaki ilişkiyi inceler. Gelişimsel psikoloji, bireyin kronolojik yaşıyla, onun davranışının türü arasındaki ilişkiyi ele alır. Kişilik psikolojisi, fertlerin kendilerine has davranış, dü­şünce ve duygu biçimleriyle ilgilenir. Algılama, düşünme, hatırlama ve unutma, problem çözme ve dil davranışının altında ya­tan süreçler bilişsel psikolojinin amaçları arasında yer alır. “Hangi konu kime nasıl öğretilmelidir?” sorusuyla eğitim psikolojisi ilgilenir.[13] Sosyal psikolojinin, konusu ise, genel anlamıyla birey-toplum etkileşimidir.[14]
Görüldüğü gibi psikolojinin objesi insan ve davranışları­dır. Aynı şekilde Kur'ân-ı Kerim'in de objesi insandır. Kur'ân İnsanı düşünce açısından olgunlaştırmayı, tutum ve davranışla­rında ölçülü ve dengeli olmasını hedefler. İnsanın gerek birey gerekse toplum olarak huzurlu, mutlu, tutarlı ve uyumlu olması­nı gaye edinir. Dolayısıyla bunları gerçekleştirmeyi amaç edi­nen ilâhi bir kitabın psikolojik muhtevadan uzak olması asla düşünülemez. İnsanın düşünce ve davranışlarım eğitmeyi ve yön­lendirmeyi esas alan bir kitabın; insanın psikolojik yapısından bahsetmemesi ve bu psikolojik yapının varlığını görmezlikten gelmesi imkânsızdır.
Fakat ne var ki; Yüce Kur'ân'ı psikolojik yönden ele alıp inceleyen ve psikolojik açıdan yorumlayan müslüman bilim adamlarının sayısı ve bu sahada ortaya konan eserler oldukça azdır ve bu alandaki boşluk henüz doldurulamamıştır.[15]Oysa gerçekten de mümin ve yetkili kadrolar, Kur'ân'ın rehberliğinde bir “İnsan Psikolojisi” yapmayı ciddiyetle denemelidirler. İma­nı, tanımak konusunda, insanlık, Kur'ân-i Kerim'in yol gösteri­ciliğine şiddetle ihtiyaç duymaktadır.[16]
Bugün artık, Kur'ân için mümkün olduğunca geniş tutul­ması gereken psikolojik bir tefsire ihtiyacın olduğu açıkça vur­gulanmaktadır.[17] Kur'ân'ın psikolojik teorilerle ilgili bir kitap olmadığı şüphe götürmez. Fakat bununla birlikte O, rehber bir kitaptır, ruhun ve evrenin gizlerini insanların anlamaları için or­taya çıkarır. İnsanın ruhunun potansiyelini ve zaaf noktalarını açıklar.[18]
Kur'ân âyetlerinin psikolojik yönden incelenmesi ve yo­rumlanması bazı araştırmacıların ilgi alanını oluşturmuştur. Bunlar arasında Abdulvahhap Hamude, Muhammed Osman Ne­cati, Adnan eş- Şerif, Nebil M. Tevfik es- Semâlûtî ve ülkemiz­de Celal Kırca gibi isimlerin çalışmaları ilk planda göze çarp­maktadır. Ayrıca tarafımızdan hazırlanan Kur'ân-ı Kerim'de İn­san Psikolojisi adlı çalışmayı da burada zikredebiliriz.
Muhammed Kutup, eserinde insan psikolojisine ilişkin bazı duygu ve karakterlere yer vermiştir. Adnan eş- Şerifin ese­ri ise daha metodik ve detavlı biluiler nakleder. Nefis, stres, korku, ölüm, kompleks, kişilik hastalıklar!, akıl hastalıkları gibi ko­nulara değinir ve konu, ile ilgili âyetlerin psikolojik yorumunu yapar.
Celâl Kırca, Kur'ân-ı Kerim'de Fen Bilimleri adlı eserin­de din duygusu, motivler, karakter açısından insan tipleri gibi konulara yer verir.[19] Kırca'nın Aile müessesesini Kur'ân ışığın­da psikolojik açıdan inceleyen bir çalışması da mevcuttur. [20] Ay­rıca bir başka eserinde “Psikolojik Yöneliş” başlığıyla bu konuyu ele almıştır. [21] “Kur'ân ve insan” adlı eserinde de çeşitli ko­nulara ilişkin psikolojik ve psiko sosyal tahlillere yer vermiştir.
Nebil M. Tevfik es-Semâluti de “el-islam ve Kadâyâ îlmi'in-Nefsi'l-Hadis” adlı kitabının dördüncü bölümünde, Kur'ân ışığında insanın psikolojik yapısından bazı kesitler sunmuştur.[22]
Kur'ân-ı Kerim'de İnsan Psikolojisi adını taşıyan ve Kur'ân'ın psikolojik verilerini esas alarak hazırlamış olduğumuz çalışmada insanın duyu organlarını duygusal yapısını, ka­rakter özelliklerini, insan davranışlarını yönlendiren motivleri, metapsişik olayları, uyku, rüya ve ölüm sarhoşluğu gibi olayları, ruh sağlığını konu edinmiştik.[23]
Kur'ân'ın vermiş olduğu genel psikolojik esaslar yanın­da, ortaya koyduğu iman ilkelerinin de belli bir psikolojik teme­le dayanması gerektiği kanaatinden hareketle iman olayını psi­kolojik açıdan,.Kur'ân verileri rehberliğinde tahlile tabi tutmayı kararlaştırdık.
Kur'ân'ın getirdiği esaslar manzumesi genel olarak iki başlık altında incelenebilir. İtikâdî esaslar, amelî esaslar. Bun­lardan itikadı olanlarıyla akaid ve kelâm ilmi, amelî olanlarıyla Fıkıh ilmi, Ahlak ilmi ve benzeri ilimler ilgilenir. Buna göre akaid ve kelam ilmi, İslâm dininin itikad (iman) konulan üze­rinde çalışan ilmin adı olmaktadır. Bu ilim aynı zamanda Kur'ân-ı Kerim'in itikadla, inançla ilgili âyetlerinin yorumunu esas almıştır. Tevhid akîdesini yani Allah'ın bir tekliği inancını, iman kavramını, ilahiyat bahsinde Allah'ı isbat delillerini, insan ve fiillerini, peygamberlik ve buna bağlı konuları, âhiret ve hal­lerini Kur'ân metnini esas alarak inceler.
Fakat, İslâm dininin itikâdi sahadaki düşünce ekolleri di­yebileceğimiz mezheplerin Kur'ân-ı Kerim ve sünneti anlayış, yorumlayış şekilleri farklı olmuş, bu farklılık inanç esaslarını değerlendirmede kendini açık bir şekilde göstermiştir. Daha doğrusu bu mezheplerin herbirisi kendilerine özgü bazı ilkelere sahip olmuş ve Kur'ân'a yönelişlerinde bu ilkeler hareket nok­tası olmuştur. Şia, Haricîye, Cebriye ve Mu'tezîle gibi fikrî, si­yasî ve dinî nitelikleri olan mezhepler ortaya çıkmış, ardından inanç esaslarını yorumlamada diğer mezheplere göre daha mutedil ve orta yol izleme eğilimi gösteren Eş'arilik ve Maturîdilik müslümanlar arasında revaç bulmuştur. Tarih boyunca yapılan Kur'ân tefsirlerinde İstisnaları olmakla birlikte bütün müfessirler, mensubu bulunduğu mezhebin sözcülüğünü yapmışlardır.
İnsanda biyolojik yapının merkezi kalb olduğu gibi psi­kolojik yapının merkezi de kalptir. Aynı şekilde iman da kalbe kök salan bir olgudur. İnsanın psikolojik yapısında önemli işlev­leri olan zihinsel meleke ve irade olgusu iman olayında üstlendiği görevle kendini hissettirir. İnsandaki psikolojik tezahürler­den olan duyguların iman olayına eşlik ettiği görülür. İnsan yal­nızca kalbi, aklı ve duyguları olan bir varlık değildir. Onun bu psişik (iç) yapısının davranışlar halinde dışa yansıyan yönleri de mevcuttur. Aynı şekilde insanın psişik yapısını saran, şekillendi­ren imanın onun davranışlarını da şekillendirmesi kaçınılmaz-
Yüce Allah kainattaki her şeye bir ölçü, kanun yerleştir­diği gibi, insanlar için de toplumsal (sünnetullah) ve bireysel (fıtratullah) yasalar koymuştur. Bireysel yasalar gereği insanı psikolojik, manevî güç ve kabiliyetlerle donatmıştır. İman olayı­nın çekirdeği olan dinî kabiliyet de buna dahildir. Dinî kabiliye­tin uyanmasında, inançlı hayata geçişte psikolojik ve psiko-sosyal yasaların rolü olduğu gibi, inkâr olaymda da aynı yasalar rol oynar. Dolayısıyla inanma olayını ve onun zıddı olan inkâr ha­disesini psikolojik ve psiko-sosyal gerçeklikleri dikkate alma­dan izah etmek eksiklik olur. [24]

1- İMAN

Emn kökünden if’âl ölçüsünde bir masdar olan iman, bir kişiyi söylediği konuda tasdik etmek, söylediklerini kabullen­mek, gönül yatışkanlığı ile benimsemek, karşısındakine güven vermek, şüpheye yer vermeyecek şekilde kesin olarak içten ve yürekten inanmak anlamına gelir.[25]
İman kelimesinin boyun eğme, gönül huzuru ile benimseme, İslâm'ı kabul etme manalarında kullanıldığı olmuştur.[26]
Kalb ile tasdik, dil ile ikrar ve amelin hepsine birden i iman denildiği [27]  gibi, tek tek bunların herbirine de iman denilmiştir. [28] Eğer kişi ikrar ve amel eder, tasdik etmezse münafık  olur. Mü'min tasdik eden, imanla nitelenen kimsedir. Ayrıca  Yüce Allah'ın isimlerinden birisi de mümindir. [29]  İman edilen şeylere de Mü'menün bih denir. İslâm âlimleri iman teriminin şer'i manası üzerinde farklı kanaatlere sahip olmuşlardır. Bun­lardan ehl-i sünnet kelâmcılarının tarifi şöyledir; Hz. Peygamber (sav)'in Yüce Allah'tan getirdiği kesin olarak bilinen hü­kümlerde O'nu tesdik etmek, O'nun haber verdiği şeyleri tered­dütsüz kabul edip bunların gerçek ve doğru olduğuna gönülden inanmaktır.[30]
İman olgusunun ilk ve sade nüvesini Kur'ân-ı Kerim'in “fıtrat” adını verdiği inanma kabiliyeti oluşturur. Bir insan ola­rak bizim gözlemleyebildiğimiz kadarıyla, iman motivleri kişinin inanmasına sebep teşkil eden etkenlerdir. Bu motivlerin tesi­riyle ve İlâhi kudretin takdiriyle insan iman eder. Yapılanma sü­recini tamamlayan iman bütün boyutlarıyla teşekkül eder. Psi­kolojik boyut fizyolojik (dış) boyutla tamamlanır. İnsanın iç ya­pısında yerleşen ve dış yapısında tezahür eden iman, insanın kalbine (iç dünyasına), tutum ve davranışlarına, toplum olarak sosyal yapısına tesirde bulunur. Bütün bunlar bir yandan olur­ken insan merakı Yüce Allah'ı tasavvur etmekten kendini ala­maz. Onun yanlış yol ve anlayışlara düşmemesi için, Allah (cc), sıfatlarını bildirmek suretiyle kulunun bu eğilimine karşılık ver­miştir. Yine imanı besleyen atılımlardan biri olan “dini şüp­he” de insanların alışık bulunduğu bir olgudur. [31] 

I- Dini Kabiliyet (Fıtrat)

İnsan doğuştan dini bir kabiliyete sahip olarak dünyaya gelir. Bu kabiliyet onun dîni düşünce ve davranışlarının temelini oluşturur. Kur'ân-ı Kerim'de insanlardaki bu potansiyel inanma kabiliyetine açıklık getirebilecek üç önemli kavram bulunmak­tadır. “Fıtrat”, “Misâk” ve “Sıbga” Kur'ân'da insanın dîni kabi­liyetini ifâde etme hususunda başta gelen kavramlardır.
Arap dili lügatlerinde “fıtrat” kelimesi, uzunlamasına yar­mak, memeden parmakla süt sağmak, hamuru mayalandırmadan pişirmek, deriyi tabaklamadan hazırlamak, ortaya çıkmak, zu­hur etmek, hayvanın azı dişi bitmek, yaratmak, benzeri olmayan bir şeyi icad etmek,[32] din, İslam [33] dini kabule eğilimli yaratı­lış [34] manalarına gelir.
Fıtrat kavramı değişik isim ve fiil kalıplarıyla Kur'ân-ı Kerim'de bir çok kez tekrar edilmiştir [35] ve her yerde yaratma, ibda etme manasını ihtiva etmektedir. Fakat bu âyetlerden yalnız birisinde “Fıtrat” kavramı insan ve din ilişkisini vurgulayan bir mana taşır. Bu âyette fıtrat kelimesi insanın din ile olan mü­nasebetini ifade için kullanılmıştır: “Ey Muhammed! Hakka yö­nelerek kendini Allah'ın insanlara yaratılışta verdiği dine ver. Zira Allah'ın yaratışında değişme yoktur. İşte dosdoğru din bu­dur, fakat insanların çoğu bilmezler” [36] Ayette geçen fıtratallah ifadesi Allah'ın insanları üzerine yarattığı bir yaratılış düzenle­mesini ifade eder.[37] Yüce Allah insanları hakkı kabul etme ka­biliyetleri ile hakkı idrâk etmeye hazırlıklı bir seviyeye getirerek yarattı.[38] Fıtrat gereği insanlar Allah'ın zatını biime, birle­me, O'ndan başka ilâh olmadığını kabul etme [39] Tevhide ve İs­lâm dinine yönelmede kabiliyetli olma [40]potansiyeliyle donatıl­mıştır.
İnsanların kaibine hak sevgisi ve hakka meyletme yetene­ği konmuştur. Fıtratın insanların akıllarına iyiyi ve kötüyü anla­ma kabiliyeti konması manasına geldiği de söylenir. [41] Ayette geçen en-nâs kelimesiyle ifade edilen Allah'ın fıtrat üzere yarat­tığı kimseler olduğu ve müşriklerin bu gruba dahil edilmediği yani onların İslâm fıtratı üzerine yaratılmadığı ileri sürülmüştür. Fakat tefsircilerin çoğunun ittifak ettiği görüş en-nâs kelimesi­nin müslüman-kâfir ayırımı yapılmaksızın genel manada kulla­nılmış olduğudur. [42] Allah'ın fıtratında değişme olmayacağı hu-susu ise şöyle açıklanmıştır. İnsanda Allah'ı birlemek doğuştan­dır ve bunun değiştirilmesi mümkün değildir, Çünkü iman kabi­liyeti kesbi olmayıp fıtridir.[43]
Dini kabiliyetin, doğuştan insanın mayasında mevcut ol­duğuna işaret eden kavramlardan birisi de “Misak”tır. Sözkonusu kavram Kur'ân-ı Kerim'de insanla Yüce Allah arasında sem­bolik bir iman sözleşmesi şeklinde anlatılır.
Arap dilinde “misak” akit, antlaşma manasında olup, “vesak”tan gelir. Bu kendisiyle esirlerin veya hayvanların bağlandı­ğı ip anlamını ihtiva eder. [44] “Misak”ın yemin ve ahitle pekişti­rilmiş bir akit olduğu da söylenir.[45]
“Rabbin, Ademoğullarının sulblerinden zürriyetini çıkar­mış, onları kendi nefislerine şahit tutarak; “Ben, sizin Rabbiniz değil miyim?” demiş, Onlar da; “Evet, şahidiz, sen bizim Rabbimizsin” diye cevap vermişlerdi. Bu, kıyamet gününde “Bizim bundan haberimiz yoktu” dememeniz içindir.”[46] Bu âyetteki ifade tarzı çoklarına göre temsilidir. [47] Misak Allah'ın insanları yarattığı fıtrattır denin [48] Ayette geçen “İşhâd” kavramıyla şu manaların kast edildiği söylenmiştir. Yüce Allah insanlara yara­tılışta yaratıcılarının kendisi olduğunu göstermiş, [49] onları tevhid, [50] dosdoğru hanîf dini üzere yaratmıştır. [51] Misak olayına getirilen farklı bir yorum ise şu şekildedir. Yüce Allah bütün in­sanları ilk yaratılışta âfakta ve enfüsteki delillerden istifade ede­rek tevhide ulaşmağa kabiliyetli yaratmıştır. [52] Bu delilleri onla­rın içine yerleştirmek suretiyle onları hidayetle dalâleti birbirin­den ayırmağa kabiliyetli kılmıştır.[53]
“Sıbğa” kavramının da iman duygusunun fıtri olduğuna dair işaret taşıdığı belirtilmiştir.
Arap dilinde “sıbğa”, elbise, kumaş ve benzerlerinin boyandığı şey. Allah'ın fıtratı. [54] din, millet manalarına gelir. [55] Kişinin dindarlığı güzel olduğu ve din kendisinde yerleştiği za­man, Allah'ın diniyle boyanmış denilir.[56]“Allah”ın boyası” kavramı Yüce Allah'ın insanlarda yarattığı, onları hayvanlardan ayıran, akletme melekesine işaret eder.[57]
“Biz Allah'ın boyası ile boyanmışızdır. Allah'tan daha güzel boyası olan kim? O'na kulluk edenlerdeniz.”[58] “Sıbgatullah”. Allah'ın dinidir. Fılratullah. manasına gelir.” [59] “Sıbğa”dan maksat fıtratın muhafazasıdır denilmiştir. [60]Yüce Allah'ın in­sanları fıtrat üzerine yaratması ile Sıbğa kelimesi arasındaki iliş­ki şöyle izah edilmiştir. Boya nasıl boyanan eşyanın süsü ise, fıtrat da insanın süsüdür denilmiştir. [61] er-Râzî'nin sıbğa kavramına getirdiği izah ise şöyledir: İnsan beden yapısı ve eğilimleri yönünden acziyet ve yoksullukla nitelenmiştir. Buna işaret eden deliller ise sonradan yaratılmış olması ve yaratıcıya muhtaç du­rumda bulunmasıdır. Bu deliller insan için bir sıbğa'dır.[62]
Müfessirlerin Fıtrat kavramını Misâk olayıyla; Misâk ola­yını, Fıtrat olgusuyla; Sıbğa kavramını Fıtrat ve Misâk kavra­mıyla açıklamaya çalıştıklarını görüyoruz. Bu durum Fıtrat, Misâk ve Sıbğa kavramlarının ortak bir paydası olduğuna işaret ediyor. Her üç kavramın birleştiği istisnasız nokta ise, her insan­da doğuştan Allah'a iman etme kabiliyetinin bulunduğu hususu­dur.
Bununla birlikte, fıtrat kavramına, iyiyle kötüyü ayırma kabiliyeti, sadece mümin kimselere verilen iman kabiliyeti, Mi­sâk kavramına enfüs ve âfaktaki delillerden hareketle hakkı ba­tıldan ayırma kabiliyeti gibi dolaylı izahlar getirilmiştir.
Fakat fıtrat, mîsâk ve sıbğa kavramlarına getirilen bu do­laylı yorumlar azınlıkta olup kavramlarının ağırlıklı olarak in­sandaki doğal iman etme, Allah'ı tanıma kabiliyetini ifâde ettiği görüşünde oy çokluğu sağlanmıştır. Kaldı ki. getirilen bu dolay­lı yorumlar, genel görüşe zıt değildir.
Fahreddin Râzi. ne olursa olsun insan ruhuna nakşedilen fıtratullah mührünün kazınamayacağını ileri sürer. “Allah'ın ya­ratışında değişme yoktur” ifadesini bu şekilde yorumlar. Küfür­le, şirkle, nifakla üzeri örtülse, küllense de iman kabiliyetinin İnsan benliğinden hiç bir zaman silinemeyeceğini belirtir.
Ayetlerden ve yorumlardan hareketle tanımlamaya çalış­tığımız bu iman kabiliyetini, iradeli olarak, aklederek, kalben tasdik edip söz ve fiille ikrar ederek teşekkül eden “olgun iman”ın karşılığı sayamıyoruz. Olsa olsa iman kabiliyeti olgun İmanın nüvesini, tohumunu teşkil ediyor olabilir. Kul, insanı in­kara götüren psikolojik ve fizyolojik motivlerin tesirinden sakı­nır, iç ve dış kaynaklı imana götüren motivlere sarılır, iradesini ve aklını olumlu yönde kullanırsa, Allah'ın dilemesiyle bu to­hum çimlenir, filizlenir ve yeşerir. Aksi takdirde üzeri örtülür, küllenir, küfür dediğimiz inanç türü ortaya çıkar. Fakat küllenmekle birlikte, âyetin delaletiyle er-Râzi'nin de belirttiği gibi bu mühür insan benliğinden hiç bir zaman bütünüyle silinmez.
İman kabiliyeti, “dinî mahiyet arzetmeyen bir dindarlık kabiliyeti ve yeteneğidir. Bu durumda bu duyguya, akıl ve tec­rübenin müdahalesi henüz yoktur. Ancak insan, bu kabiliyeti geliştirerek inanan bir mümin olabileceği gibi, köreltmek veya baskı altına almak suretiyle de inkarcı bir kimse olabilir.[63]
“Peygamberlerin getirmiş olduğu hiçbir şey, insanın ona karşı lakayt ve “tarafsız” olduğu şeyler değildir. Bilakis, tama­mı, insanoğlunun yaratılışı ve zatının gerektirdiği şeylerdir. Ya­ni insanoğlu, yaratılış itibariyle onlara eğilimlidir, doğası ve tıy­netinde vardır bu eğilim. Bu durumda peygamberler, bir çiçek veya bir ağacı yetiştiren bahçıvana benzerler. Çiçek ve ağaçta özel bir istidat, yani özel duruma temayül vardır. Eğer bir bahçı­van bir kayısı çekirdeğini yere ekiyorsa, bu çekirdek aynı za­manda hurma veya vişne de olmaya müsait ve bu türlere eğilim­li bir varlık değildir. Keza bahçıvan da, onu bir hurma veya viş­ne olarak yetiştirme yetki ve seçeneğine sahip değildir.
İnsanda, adına fıtrat denilen özel bir eğilim türü vardır. Peygamberlerin gönderilmesi olayı, insanoğlunun yaratılışındaki bu eğilime verilen olumlu bir cevaptan ibarettir. Gerçekte, in­sanoğlunun yaratılışı gereğince aradığı ve arayacağı her şeyi peygamberler ona sunmuşlardır. Fıtratın anlamı kısaca budur.” [64] Fıtrat bütün insanlar için geçerli olan, ortak ve genel, ev­rensel bir yaratılış özelliğidir.” [65] “Fıtratullah'ın Tanrısal bir ba­ğış ve aynı zamanda, insanlık kavramının gerçekleşmesi için varlığı zorunlu olan irade seçme, gerçekleştirebilme, vb. yapısal niteliklerle çatışmaması için, donmuş bir olgu değil de, yaratılı­şın başlangıcında herkese verilmiş olan, gerçekleştirilmesi veya küllenmesi değişik şartların bulunmasıyla bağlantılı olan şeffaf bir keyfiyet olması ümit edilir ve beklenir. Bu temel zaruretten dolayıdır ki, “Fıtrat”, hiç kimsenin yadsımayacağı “a priori” [66] bir bağıştır.”[67]
Tarafsız ve önyargıdan uzak bir şekilde araştırma yapan bazı Batılı psikologlar inanmanın fıtrî olduğunu açıkça belirt­mişlerdir. İnanmanın fıtrî olduğunu, bozulmamış insan tabiatı­nın doğuştan inanmaya yatkın olduğunu ileri sürenlerin başında Descartes gelir.” [68] H. Remplein, “dini inancın tohumları hiç şüphesiz insanın ruhunda ve benliğinde mevcuttur”[69] der. Kroh ise, çocuğun Allah'ın varlığına inanmaya hazırlıklı olduğunu söyler. [70] Bir grup Amerikalı psikolog da din duygusunu bir iç­güdü olarak gösterir: “Fert, dünyaya gelirken her türlü deneylerden ve sosyal tesirlerden önce bazı ırsî eğilimler ve içgüdüleri beraberinde getirmektedir ki, bunlar, onun dini hayatında da et­kili olmaktadır. Bu noktaya gelince karşımıza fertlerde dinin “ırsî bir içgüdü” olup olmadığı meselesi çıkar. Davranış psiko­lojisi taraftarlarının bu görüşe itiraz edecekleri muhakkaktır. Fa­kat burada bahis konusu olan, “dinî içgüdü” insana mahsus özel mahiyette bir içgüdüdür. Hayvanda yoktur. Ayrıca ilave edelim ki, psikolojide içgüdülerin sayısı ve mahiyeti üzerinde münakasalar devam etmektedir. [71] Max Nordeau ve Ferid Vecdi de din duygusunun insanın sahip olduğu duyguların en köklüsü oldu­ğunu, insanlık oldukça din duygusunun da olacağını, bu duygu­nun insandan bir an bile ayrılmayacağını belirtirler.[72]
İnsan doğuştan dindardır. Bilim ve felsefe insanın arayışı­nın ürünü iken, din daha çok insanın aranışının bir ürünüdür. İn­san Allah'ı aramakla birlikte, Allah'da insanı aramaktadır. Al­lah insan tarafından bilinmek istemektedir.[73]
Sonuç olarak denilebilir ki, fıtrat, mîsâk ve sıbğa âyetle­rinde, “iman olayının insanın nefsî varlığında köklü bir temeli olduğu ve onun iradî bir fiil olarak ortaya çıkmasında bu “ızdırârî” mesnedin önemli rolü bulunduğu”[74]anlatılmaktadır. Kur'ân öğretisinin öne sürdüğü bu fıtrilik (yaratılıştancılık) inancına göre insan dinli olarak dünyaya gelir. Objektif olarak konuya yaklaşan araştırmacıların ulaşmış oldukları sonuçlar da bu hakikati doğrular mahiyettedir.
Bu bağlamda çözüm gerektiren iki önemli soru çıkıyor karşımıza; Allah'ın varlığını hiç tanımamacasına, salt inkar mümkün mü? Fıtratın, İman kabiliyetinin sâikiyle, aşkın bir Al­lah'ın varlığını kabul etmek tek başına yeterli midir?
Fıtratla ilgili âyetlerden de anlaşıldığı gibi Kur'ân-ı Ke­rim salt ateizm'i imkânsız görür, böyle bir inanç ve düşüncenin insanda gerçekten var olabileceğini kabul etmez. Tanrıtanımaz­lık iddiasında bulunanların inkâr gibi bir yargıya doğuştan gelen fıtrî imanın sesine kulak vererek değil, aksine benliklerinde var olan bu derin duygu ve şuuru baskı altında tutarak ulaştıklarını kabul eder.
Her şeyin yolunda gittiği zamanlarda Allah (cc)'i unutan en sıkı ateistler, en azılı tanrıtanımazlar bile musibetlerin her yandan kendilerini kuşattığı ve başka çıkış yolunun bulunmadığı durumlarda imdat çığlıklanyla Allah'a yalvarıp yakarırlar. [75] “O kafirler, kara bulutlar gibi dalga sardığı zaman, dini Allah’a has kılarak O'na yalvarırlar, dua ederler. Allah onları karaya çıkarıp kurtardığında içlerinden bir kısmı doğru yolda kalır. (Diğerleri ise küfürlerine devam ederler.)” [76] En kibirli, en inatçı ateistlerin bile çaresizlik içerisinde kaldıkları zaman kur­tuluş için ister istemez Allah (cc)'a yalvardikları bir gerçektir. Çaresizlik anlarında ortaya çıkan bu durum her insanın kalbinin derinliklerinde fıtrî iman kabiliyetinin bulunduğunun bir delili­dir. İnkarcılar kibir, hevâ, hased, kin, nankörlük, inkarcı şüphe, önyargı, gaflet gibi inkar motivlerinin de tesiriyle benliklerinde varlığı mevcud olan fıtrî iman kabiliyetini baskı altında tutarak hiç yokmuş gibi davranmaya çalışırlar.
Arap cahiliye döneminde davranışlarının temelinde bir tür nihilizm bulunan, [77] kendilerine dehriler adı verilen kimsele­rin varlığından bahsedilir. “Dediler ki: Ne varsa dünya hayatı­mızdır, başka bir şey yoktur. Ölürüz, yaşarız, bizi zamandan başka bir şey helak etmiyor (öldürmüyor)” [78] Dehrilerin tabiat­taki olayları feleklerin hareketine yani bir takım maddi güçlere nisbet ettikleri [79] dolayısıyla tabiatı tanrılaştıran kimseler olduk­ları söylenir. Cahiliye insanının inanç yapısını ele alan diğer âyetlere de baktığımızda onlar arasında salt ateizmin değil, tabi­at gibi maddi şeyleri Allah'a ortak koşma, şirk inancının hakim olduğunu görürüz. “Eğer onlara: “Gökleri ve yeri kim yarattı?”diye sorarsan, elbetteki, Allah diyeceklerdir.” [80] “De ki: Biliyor­sanız dünya ve içinde bulunanlar kimindir? Onlar: Allah'ındır diyecekler. O halde düşünmez misiniz de...”[81]
Bu âyetler cahiliye insanın benliğinde Allah bilgisinin varlığını gösteriyor. Onların inkar etmelerinin sebebi ise bazı şeyleri Allah'a ortak koşuyor olmalarıdır.
En genel anlamıyla tanrıyı tanımama,[82] inanmama şek­linde tanımlanan ateizmin “salt inkâr” olarak gerçekleşmesinin çok zor hatta imkânsız olduğu ileri sürülmüştür. Bu görüşte olan Batılı bilim adamlarından bazı anekdotlar nakletmek yerinde olur.
“Tanrının asla var olmadığına inanan birisiyle karşılaş­mayı çok isterdim. Böyle birisi bana, en azından kendisini ikna edebilen, çürütülmez gerçeği açıklardı.” [83] diyen La Bruyere, böyle bir düşünceyle karşılaşmanın güç olduğunu dile getirir. Hristiyan ilâhiyatçılarmdan Anselm'in şu ifadeleri dikkat çeki­cidir. “Kalbimde tanrı yoktur diyen bir aptalın zihninde bile kendisinden daha yetkini düşünülmeyen bir tanrı fikri var­dır.”[84]
Bazı batılı bilim adamlarının da itiraf ettiği gibi şirkin çe­şitli tezahürleri şeklinde ortaya çıkan inkâr, hiç bir zaman “salt inkar” şeklinde ortaya çıkmamıştır.
Fıtrî iman kabiliyetinin saikiyle, aşkın bir Allah'ın varlı­ğını kabul etmek ve inanç yaşantısında bununla yetinmek yeter­li midir sorusuna gelince; Kur'ân öğretilerine göre iman sadece benlikte ve zihinde varlığı kabul edilen, bunun dışında hiç bir fonksiyonu ve hareket alanı bulunmayan bir olgu değildir. İman eden kişi iman objesiyle (iman edilecek varlık ve esaslarla) iliş­ki kurmak zorundadır. Bu ilişki ise doğrudan olmayıp dolaylı yoldan gerçekleşir. İman objesiyle ilgili bilgiler insana dışardan (vahiy yoluyla) gelir. Kişi bunlara gayben iman eder, inanç ve eylem plânında gereklerini yerine getirir. Bu konuya ilişkin hu­susları “Kitaplara İman” konusunda ele alacağımızı belirtelim.
İnanma konusunda sadece aşkın bir tanrının varlığını bil­mekle yetinenlerin ve iman olayını bu kadarıyla değerlendirenlerin varlığı muhakkaktır. Varlığı bilinebilen ve âleme müdahale etmeyen tanrı anlayışı olarak ortaya çıkan bu düşünce tarzı deizm olarak tanımlanır. Vahye, ahiret hayatına yer verilmeyen deizm düşüncesi.dinin kendisi değil, olsa olsa solgun ve ölgün bir yorumudur. [85] Öte yandan insanların hayatları tanrıyı ilgilendir­mez. Tanrı adına yapılan ibadetlerin de hiç bir anlamı yoktur.[86]
Yaratılıştan insan benliğinde var olan iman kabiliyetinin bütünüyle silinmesi, salt ateizmin ortaya çıkması mümkün ol­madığı gibi sadece duygu ve düşünce olarak kabul edilen, her­hangi bir fonksiyonu ve hareket alanı bulunmayan inanç da iman olarak değer kazanmaz.
“Fıtrat” kavramıyla ifade edilen olgu insan benliğine yer­leştirilmiş bir cevherdir. Bizzat imanın kendisi değil, onu başla­tan ilk muharriktir. Eğer insan iradesini iman etme yolunda kul­lanırsa bu fıtrat cevheri yönünü iman objesine (inanılacak varhk ve esaslara) çevirir. Gerekli motivasyonun sağlanmasıyla irade, zihin, kalb, duygular ve edimler iman objesiyle ilişkiye geçer ve iman hayatı başlar. İman objesiyle ilişki kurulmadığında (Al­lah'a ve O'nun gönderdiği esaslara iman edilmediğinde) fıtrî iman kabiliyetinin üzeri örtülü kalır. Küfür ve onun türevleri or­taya çıkar. İnsandaki susuzluk güdüsü nasıl, sağlıklı su ile doyuruluyorsa, iman kabiliyeti de Allah'a ve O'nun indirdiği esasla­ra iman etmekle doyurulur. Aksi takdirde her türlü inkâr hastalı­ğının ortaya çıkması kaçınılmaz olur. [87]

 

II. İman Motivleri


A. Psikolojik Motivler
“Bireyi bir harekette bulunmaya, ya da bir hareket yolunu diğerine üstün görmeye ilecek şekilde etkileyen sürücü kuvvet ve faktörlere motiv denir. Bir motivin etkisiyle ve buna uygun olarak meydana gelen faaliyet şekline de motivasyon denir.” [88] Motivler genel olarak fizyolojik, sosyal ve psikolojik (bireysel) olmak üzere üçe ayrılır. Bunlardan ilki insan ve hayvanlarda or­taktır. Sosyal ve psikolojik motivler ise, birey veya toplum ola­rak insana özgüdür.[89] Her davranışın ardında bir güdü (moti­vasyon) veya güdüler zinciri vardır. [90] Davranışların kaynağı olan bu etkenler hem fiziksel ve toplumsal hem de insanın için­den gelebilirler. [91] İşte öyle psikolojik ve sosyal motivler vardır ki, bunlar da insanı Yüce Allah'a inanmaya sevkeder, motive eder.
Psikolojik faktörler daha ziyade insanın iç yapısıyla ilgili­dir. İnsanın içinden gelen ve onu inanmaya sevkeden, aidiyet duygusu, bağlanma ve sığınma eğilimi; kutsallık duygusu, gü­zellik duygusu, ahlâkî eğilim, en yetkin varlık tasavvuru, hayatı anlamlandırma isteği, tabiat olayları karşısındaki çaresizlik ve ilâhî yardım talebi, ölüm korkusu ve ölümsüzlük arzusu, haki­kati arama hissi gibi duygusal ve zihinsel temele dayanan mo­tivler mevcuttur.
Aynı şekilde, sosyal uyum, toplumsal etkileşim, dini tel­kin, aile ortamı, insanın iman etmesinde etkin rol alabilecek sosyal motivlerdir. [92]

1. Aidiyet Duygusu


Her insanda doğuştan “köklülük” ihtiyacı vardır. Bu dür­tüyle kökenini arar, dünyanın tamamlayıcı bir parçası olmak, bir yere ait olduğunu hissetmek isler. Çocukluğunda kendisini annesine ait hissetmesi gibi.[93]
Varoluş koşullarından kaynaklanan bu ihtiyacın sâikiyle insan mensup olacağı bir yer arar. İşte din de insanlara “belirli bir yöneliş amacı kazandıran” [94] kurumlardan birisidir. Kökleri­ni yitiren, nerede olacağını ve kim olacağını bilemeyen, yapa­yalnız ve yuvasız kalan, bu durumun neden olduğu kopukluk ve çaresizlik altında kalan insan [95] yaratılışına uygun kökler edin­diği sürece bu dünyada rahat edebilir.
İnsanın köklülük ihtiyacını karşılayacak merciler arasında başı çeken din müessesesidir. Söz konusu ihtiyaç herşeyin üs­tünde, sonsuz kudret sahibi bir Rabb'e yönelme ve ona ait oldu­ğunu hissetme yoluyla en sağlıklı çözüme kavuşur.
Kur'ân, Allah'ı bırakıp da başka mercilere ait olma his­siyle hareket edilmesini fıtrata aykırı bulur. Aidiyet hissinin Al­lah'a yöneltilmesiyle gerçek tatminin ve sağlıklı çözümün ger­çekleşeceğini belirtir. Bu bağlamda insanların Rabb'e ait, Rabb'e mensup kimseler olmasını önerir. “Hiçbir beşerin, Al­lah'ın kendisine kitap, hikmet ve peygamberlik vermesinden sonra kalkıp da insanlara: Allah'ı bırakıp bana kul olun demesi mümkün değildir. Bilâkis: Okumakta ve öğrenmekte olduğunuz kitap uyarınca Rabb'e halis kullar olunuz.” [96] Ayette geçen Rabbânî kavramı Rabb'e mensup, ait olma anlamına gelir [97] Allah'a ait kimseler olarak yalnız Allah'a bağlanmak” [98] insan­daki fıtrî “köklülük” ihtiyacım karşılayacak ve insan böylece ra­hatlayacaktır.
Kendi varlığının temelini araştıran insan, kendibaşına va­roluşunda mükemmellik ve dayanıklılık bulamadığını hisseder. Bu durum insanda zihinsel ve manevî bir boşluk, belirsizlik, gü­vensizlik, bunalım ve mutsuzluk şeklinde kendini gösterir. İçin­de bulunduğu bu durumdan kurtulmak ve kendini sağlam bir yere yerleştirmek isteyen insan en sağlıklı çözümü Allah'a yö­nelmekte bulacaktır. [99]

2. Bağlanma Ve Sığınma Eğilimi


Çocuğun doğduğu andan itibaren ortaya çıkan himaye edilme ve bağlanma eğilimi onda dini duyguyu ve dini yaşayışı uyandıran nüvelerden biri kabul edilir.[100] Bu eğilim, emniyet, güven, dayanma, korunma, sığınma,, kabul görme, teslim olma, sevilme gibi çocuğun temel ihtiyaçları arasında yer alır.” [101] Daha ilk günlerden itibaren büyümek ve gelişmek için daha kuvvetli birilerinin sevgi ve şefkatine, korunmasına ihtiyaç duyar. Hima­ye edilme ve himaye edene bağlanma eğilimi, çocuğu kendisine yardım edecek ve koruyacak “sonsuz bir kuvvet” arayışına sevk eder. Kendi kaderine ve kainata hakim bir kudretin varlığım his­sedip O'nun himayesi altında olduğunu bilmek ve O'na içsel bağlarla bağlanmak ister.
Sığınma ve bağlanma güdüsünün sâikiyle ve sahip oldu­ğu bitmez tükenmez merak duygusunun da etkisiyle çocuk, he­nüz tam olarak kavrayamadığı, fakat zamanla öğreneceği ilâhî kuvveti arar durur. Ve bu ilâhî kuvveti kaçınılmaz bir dayanak, sığınak ve emniyet kaynağı olarak görür.
Kısaca denilebilir ki çocuğun Allah'a inanma gereksinimi gayet doğal olup, bu istek onun içten gelen bir ihtiyacını karşı­lamakta ve inanma isteği adeta çocuğun iradesi dışında oluşup gelişmektedir.
Çocuğun inanç dünyasını etkileyen faktörlerden olan bağlanma duygusu aynı zamanda ümit, korku, sevgi duygularıy­la da ilişkilidir. Psikanaliz sevgi ve bağlanma duygularını insa­nın en temel iki duygusu olarak ön plana çıkarır. [102]İman da kor­ku, ümit, sevgi gibi duyguları içeren bir olgudur. Kur'ân'ı Kerim'de iman edenlerin nitelikleri “korkan” ve “ümit eden” ola­rak verilir. [103] Kaynağı sevgi ve korku olan iman, sonradan ümit ve bağlanma duygusuna dönüşmektedir.
Her şeyden güçlü bir varlık arama ve bu varlığa sığınıp bağlanma duygusu Hz. İbrahim'in şu tutumunda farkedilmektedir. “Yakînen bilenlerden olması için İbrahim'e göklerin ve ye­rin hükümranlığını şöylece gösteriyorduk. Gece basınca bir yıl­dız gördü, işte bu benim Rabb'im dedi, yıldız batınca batanları sevmem dedi. Ay'ı doğarken görünce işte bu benim Rabb'im dedi, batınca Rabb'im beni doğruya eriştirmeseydi and olsun ki sapıklardan olurdum” dedi. Güneşi doğarken görünce, işte bu benim Rabb'im, bu daha büyük dedi; Batınca; Ey milletim! Doğrusu ben ortak koştuklarınızdan uzağım dedi. Doğrusu ben yüzümü, gökleri ve yeri yaratana çevirdim. Ben puta tapanlar­dan değilim.”[104]
Hz. İbrahim'in rol aldığı bu olayda sığınma ihtiyacını karşılama çabası içerisinde olan bir insanın arayışını görürüz, insanın sığınabileceği güçlü varlık olarak yıldız ön plana çıkı­yor. Yıldızın yok olmasıyla bunun “daimî ve yok olmayan” [105] bir varlık olmadığı anlaşılıyor. Daha güçlü bir varlık olduğu dü­şüncesiyle önce ay, sonra güneş seçiliyor. Gaye en güçlü varlığa sığınmak. Güneşin “hacim yönünden ve ışık gücü bakımından daha büyük” [106] olduğu düşünülüyor. Bu arayış en güçlü, gücünün üstünde güç olmayan varlığa ulaşınca son buluyor. Sığınıla­cak, güvenilecek bu varlığa yöneliyor ve bağlanıyor.
İnsan kendisindeki güçsüzlük, acz ve sığınma duygusuna bağlı olarak, her şeyden üstün, güçlü bir varlığa doğru yöneliş gösterir, Bu yöneliş din duygusunun temelini oluşturan unsur­lardan biridir. Güçsüzlük ve acziyet karşısında korunma, sığın­ma ve emniyette olma ihtiyacı küçük yaşlardan itibaren insanı etkiler, onu en büyük koruyucu, en güvenilir sığınak olarak Al­lah'a bağlılığa yöneltir.[107]
Kendi kendine yeterli olmadığını, eksik olduğunu bilip farkeden insan eksikliğini tamamlamak için yaşadığı kâinatta sı­ğınılacak ve bağlanılacak bir varlık da bulamayınca kainata de­ğil, onun yaratıcısına bağlanma gereğini zorunlu görmüştür. [108]

3. Kutsallık Duygusu


Kutsallık duygusunun nüvesi sevgidir. Çünkü kutsallık, sevgi ve korku duygularının oluşturduğu bir duygudur. Bundan dolayı “din şuurunun teşekkülünde önemli bir adım olan kutsal­lık duygusunun ilk tohumlan sevgi duygusunda saklıdır” deni­lir.[109] Kutsal bir varlığa tapmak insanda sevmek kadar doğal bir ihtiyaçtır. [110] Ve tapınma duygusu istisnasız her insanda do­ğuştan mevcuttur. Bu duygu insan ruhunun en köklü tecellile­rinden ve insan varlığının en asil boyutlarından biridir. Peygam­berler tapınmayı icad etmemişler, aksine tapınmanın doğru yo­lunu insanlığa öğreterek göstermişlerdir. Yanlış tapınma şekille­rine engel olmuşlardır.[111]
Dua ve yakarış duygusu içgüdüsel olarak, kendisinde ku­sur ve noksanlık bulunmayan yetkin bir varlığa karşı hissedilir. O her yönüyle kemal sıfatlarla muttasıf, noksan sıfatlardan beridir. İnsan tapınma yoluyla (ibadet) kendi sınırlı varlığından sıyrılıp sonu ve sının eksikliği bulunmayan bir gerçeğe ulaş­mak. O'nunla bütünleşmek ister.[112]
İnsanda bazı eşya ve varlıklara kutsallık izafe etmek, on­ları her türlü kusurdan tenzih etmek eğilimi vardır. Nitekim Yü­ce Allah, Cebrail'e Tûvâ vadisine ve kendi zâtına kutsiyet atfet­miştir. Kutsallık izafe etme, takdis etme eğilimini meleklerde dahi görüyoruz: “Melekler bizler hamdinle sana teşbih ve seni takdis ediyoruz, dediler.” [113] Takdis etmek, kutsamak noksanlık ve çirkinliği Yüce Allah hakkında uzak görmektir.[114]
Peygamberlerin ve müminlerin iskân ettiği yer olduğu için [115] Arz-ı Mukaddes'e, tamamen temiz ve Allah'ın kelamını eksiksizce ilettiği için[116] Cebrail'e, Tûvâ vadisine kutsallık atfedilmiştir. Atfedilen kutsallığın içeriği saygı, ta'zim gösterme, şeref ve üstünlük izafe etme şeklindedir.[117]
“Ey Kavmim, Allah'ın size yazdığı mukaddes toprağa gi­rin...” [118] “Çünkü sen kutsal vadi Tûvâ'dasın.” [119] “De ki: Onu Mukaddes Ruh (Cebrail) indirdi.” [120] Bu varlıkları Yüce Allah kutsal .saydığı için kutsal kabul edilirler. İnsandaki kutsal bir varlığa olan eğilim ve arayışın gerçek karşılığı Allah (cc)'ın kendisidir: “Göklerde ve yerde olanların hepsi mülkün sahibi, mukaddes, aziz olan Allah'ı tesbih eder.”[121]
Sevgi, korku, saygı gibi duyguların etkisiyle varlıklara kutsallık izafe etme eğiliminde olan insan, en kutsal varlığa ulaşma yolunda Allah'a yönelecektir. [122]

 

4- Güzellik Duygusu


İnsanın doğuştan getirmiş olduğu birtakım doğal eğilim­ler vardır. Bir başka deyişle onda var olması gereken nitelikler­dir bunlar. Tanı olarak mahiyeti açıklanıp çözümlenemeyen bu özelliklerden birisi de güzellik duygusudur. İnsan şık ve güzel olan şeylere, güzel bir görüntüye ilgi duyar, hayran kalır, gönlü ona doğru akar. Nitekim bu güzellik ve ahlâk duygusu, estetik etkilenme neticesinde müzik, resim, şiir gibi güzel sanatlar doğmuştur. İnsanlar bu sanat eserlerinin cazibesine kapılmaktan kendilerini alamazlar. Aynı şekilde çölde güneşin batışı, şahlan­mış bir deniz, güneşin doğuşu, mehtap, salıverilmiş alımlı ve çalımlı at sürüsü, rengarenk çiçekleri açmış yahut meyveleri olgunlaşmış bir bahçe karşısında insan, zihnini meşgul olmaktan, gönlünde bir takım kıpırdanışlar duymaktan kendini kurtaramaz.
İnsanın güzellikler karşısında gösterdiği tepki bazılarının iddia ettiği gibi sadece cinselliğe bağlı olmayıp daha ziyade in­sanda kendiliğinden meydana gelen bir fonksiyondur. İnsan kâ­inatta öyie ilginç tablo ve manzaralar karşısında öyle bilinmez alemlere gidiyor ki, izahı mümkün olmuyor. “Nasıl olur da in­san, güzelliğin uyardığı tesir altında bambaşka, yepyeni bir âle­me akıp gidiyor. Öyle bir âlem ki, insan kendisini orada lâyemutlar (ölümsüzler) arasında, lâyemut realite içinde hissediyor.[123]
Yüce Allah evrenlerin muhteşem ahengini sonsuz küçük­lerde ve sonsuz büyüklerde gizlemiştir. Evrendeki bitmez tüken­mez güzellik, Allah'ın emrini erişilmez bir ahenkte yansıtmakla görevlidir. Zekânın ve dehanın sınırlarını zorlayan bu sonsuz güzellik, gaye âleminin gizliliğini çağrıştırır. Gerçek manada id­rakten nasipleri olanlar evrenin erişilmez sanat tablosu karşısın­da Allah'ı görürler.[124]
Kainattaki muhteşem ahenk ve güzellik insanları her za­man etkileyegelmiştir. Tabiat yaratıcının vasıflarını yansıtan son derece esrarengiz bir kuvvet olarak algılanmıştır. Kâinattaki bu ahenk ve güzellik insan ruhunu etkilemiş ve insanı Allah'a gö­türen bir motiv olmuştur.
Kur'ânM Kerim insanların dikkatlerini kâinattaki güzellik ve ahenk üzerinde yoğunlaştırarak, güzellikten etkilenen kalb ile Allah arasında bağ kurmayı hedefler.
“O yarattığı her şeyi güzel yaratandır”.[125] Bu sonsuz ka­inatta Yüce Allah'ın yarattığı sayısız varlıkların hiçbirisi bozuk ve çirkin değildir. Her şeyin kendine özgü bir güzelliği var­dır.[126] Hikmet ve maslahata uygun bir güzelliktir bu. Gül güzel olduğu gibi dikeni de güzeldir.[127]
Yıldızıyla, gezegeniyle, meteoruyla sayısız güzellik ve ihtişamıyla tezyin edilen gökyüzü insanı adeta büyüler; “Andolsun ki yakın göğü kandillerle donattık.”[128]
Güzellik noktasında insanı en çok etkileyen unsurlardan birisi de renk faktörüdür. “Sizin için çeşitli renklerle yarattığı neler varsa onları da size müsahhar kılmıştır. Bunların herbirinde öğüt alacak kimseler için elbette alâmet vardır.”[129]
Güzellik denince insanın güzelliği ve yakışıklılığı da bü­yük önem arzeder. “Allah sizi şekillendirdi ve şeklinizi en güzel biçimde yaptı.” [130] “Şüphesiz biz insanı en güzel şekilde yarattık.”[131]
Yüce Allah aynı zamanda İnsanların seyretmekle zevk al­dıkları, güzelliği dolayısıyla “süs” ihtiyaçlarını karşıladıkları varlıklar yaratmıştır. “Hayvanları da yaratmıştır. Onlarda sizi ısıtacak şeyler ve bir çok faydalar vardır. Onların etlerini yersi­niz. Onları getirirken götürürken de zevk alırsınız. Kendi kendi­nize zor varacağınız memleketlere yüklerinizi taşırlar. Doğrusu Rabb'in şefkatlidir; merhametlidir. Sizin için atları ve merkebleri binek ve süs hayvanı olarak yaratmıştır. Bilmediğiniz daha ni­ce şeyleri de yaratır. Yolun doğrusunu göstermek Allah'a aittir. Yolun eğri olanı da vardır. Allah dileseydi hepinizi doğru yola iletirdi. Yukardan size su indiren O'dur. Ondan içersiniz. Hay­vanları otlattığınız bitkiler de onunla biter. Allah onunla size ekinler, zeytinler ve hurma ağaçları, üzümler ve türlü ürünler yetiştirir. Düşünen kimseler için bunda ders vardır. Geceyi, gün­düzü, güneşi, ayı sizin istifadenize vermiştir. Yıldızlar da onun buyruğuna boyun eğmiştir. Bunlarda düşünen kimseler için dersler vardır. Yeryüzünde rengârenk şeyleri sizin için yaratmış­tır. Bunda öğüt alan kimseler için ibret vardır. Taze et yemeniz, takındigmız süsleri edindiğiniz ve Allah'ın bol nimetlerinden faydalanmanız için denize ki gemilerin onu yara yara gittiğini görürsün; boyun eğdiren de odur, artık belki şükredersiniz.” [132] Yüce Allah bu âyetlerde hayvansal ihtiyaçların üzerine çıkabi­len insanın güzellik duygusu gibi ruhsal ihtiyaçlarını da tatmine eğilim gösterdiğini vurguluyor.[133]
Kur'ân-ı Kerim'de daha pek çok güzellik manzaralarının tasvir edildiği âyetler vardır. Yaratılan her şeyde göze çarpan bütün güzellikler Yüce Allah'ın sanatının bir eseridir. Gören bir göz, algılayabilen bir duygu, akıl yürütebilen bir zihin, en zevk­li, heyecan dolu bir akıntıya kaptırır benliğini. İlâhi âlemin asıl güzelliklerinden bu fani âleme akseden güzellikleri görür ve hisseder. Yaratılan muhteşem güzelliklerle bunları yaratan ara­sında bir ilgi kurar. Bu ilgi aynı zamanda Allah'a yönelişi sağla­yan bir motivdir. [134]

5. Âhlâkî Motivasyon


Ahlak kelimesi arapça Hulk veya Huluk kelimesinin ço­ğulu olup din, tabiat, huy ve karakter gibi manalara gelir.[135] Gazâlî bu kavramın açıklamasını şu şekilde yapar: Ahlak nefiste yerleşmiş bir melekedir (yetidir) ki, ondan fikrî bir zorlamaya lüzum kalmaksızın fiiller kolayca ortaya çıkar.[136]
Ahlâk insani bir vakıadır. Acaba ahlâki arayış ve endişe­ler dini inanca, dini davranışa başvurmaya yönelten bir motiv olamaz mı?
İnsanda hayır ve fazilet duygusu[137] bir başka deyişle hudutsuz bir hayır eğilimi vardır.
İnsan menfaat güdüsünün etkisiyle belki pek çok şeye yö­nelebilir. Çünkü bu eğilim onun fıtratında mevcuttur. Bu onun egosuyla ilgili, hayatını sürdürebilmesi için gerekli olan eğilim­lerden biridir. Bu tür eğilimlerin anlaşılması güç değildir. Ancak insanın menfaati olduğu için değil, fazilet ve hayır olduğu için eğilim duyduğu şeyler de vardır. [138]
Kaynağı menfaat duygusundan tamamen farklı olan hayır duygusu dayanışma, iyilik etme, fedakârlıkta bulunma, karşılık­sız verme gibi şekillerde tezahür eder.
“Bir şeye kendilerinin ihtiyacı olduğu halde diğerlerini kendilerinden üstün tutarlar.” [139] Kendisi ihtiyaç içerisinde ol­masına rağmen kardeşini kendine tercih eden insan, kişisel ar­zularını aşabilmiş mürüvvet (ahlâkî olgunluk) sahibi kimsedir.[140]
“Ve ona ihtiyaçları olduğu halde yemeklerini yoksula, ye­time ve tutsağa verirler, onları doyururlar ve şöyle derler; Sizi ancak Allah rızası için doyurmaktayız. Ve sizden ne bir karşılık isteriz, ne bir şükür.”[141]
Ahlâk, insanı bencillikten alıkoyup fedakârlığa, şefkate, sevgiye, karşılık beklemeden yardıma sevkeder. Ahlâklı insan iyilikte, karşılık beklemeden vermede ilâhi bir kutsallık sezer ve ona aşkla yönelir.
Ahlâkiiik aynı zamanda insanlık hayatını, hayvani yaşa­yıştan ayıran faktörlerden birisidir. Hayvanların hareketleri sa­dece içgüdüseldir. Bu yönüyle insana benzer özellik gösterirler. Fakat insanda daha başka üstün kıymetler de vardır. Akıl ve vic­dan gibi... Bu kıymetler vasıtasıyla insan sorumluluk bilincine vazife şuuruna ulaşır.
İnsanda doğuştan gelen iyiliğe ve kötülüğe hükmeden bir meleke vardır, buna vicdan adı verilir. [142] Vicdan, insanın tutum ve davranışlarının bir tür denetleyicisidir. Doğru olmayan bir fi­ilin işlenmesi, kötü bir sözün saıfediimesi vicdanın tesiriyle in­sanın İçinde sıkıntı ve rahatsızlık meydana getirir. Nitekim Yü­ce Allah, insana iyilik ve kötülüğü kavrama kabiliyetinin veril­diğini belirtmiştir: “Allah, insan nefsine fücurunu da takvasını da ilham etti. [143] İyiyi ve kötüyü öğretti,  [144]“ hayrı ve şerri il­ham etti.[145]
Fakat İnsanın her yer ve zamanda ahlâklı olabilmesi için bu meleke yeterli değildir. “Çünkü insanın meşguliyetlerinin yoğunluğu, üzüntü ve sıkıntı gibi pek çok sebep aklın doğru ka­rar vermesini engeller. Cinsel güdü ve nazların yoğunluğu da bu tür tesir yapar.” İnsanın psikolojik içgüdüleri kötü eğilimleri, olumsuz sosyal çevre vicdanın varlığına rağmen kötülüğe, ahlâ­kî vazifeyi terke sevkedebilir. İnsan bu engelleri aşmak için da­ha güçlü bir kaynağa, otoriteye gereksinim duyar. Meselâ Yusuf (as) nefsinin kötülüğe sevkedici isteğinden kurtulup ahlâklı ka­labilmek için Allah (cc)'ın yardımına ihtiyaç duymuştur: “Ben nefsimi temize çıkaramam; çünkü nefis ısrarla kötülüğü emre­der. Meğerki Rabb'im acımış ola...”[146]
Ahlak prensipleri tek başına insanı ahlaklı kılmaya yet­mez. Onlar buyururlar, kınarlar fakat motive edemezler. İhtiyaç duyulan husus, insanı ahlâk prensiplerine uygun hareket etmeye muktedir kılacak motivasyon kaynağıdır. Ahlâka böyle bir mo­tivasyon kaynağı oluşturacak olan da Allah'a ve O'nun dinine iman ve itaattir. [147]

 

6. En Yetkin (Ekmel) Varlık Tasavvuru


Önerme yoluyla insan zihnini. Allah'ın varlığını kabule yönelten motivlerden birisi de Ekmel Varlık tasavvurudur. Her bakımdan daha az yetkin olan varlık, insan zihninde, kendisin­den daha yetkin olanın varlığını çağrıştırır. Alemdeki daha az; daha çok mükemmellikler zinciri, insanı en mükemmel yetkin'in zorunlu olarak var olduğunu kabul etmeye sevkeder.[148]
İnsanda kendisinden daha mükemmeli tasavvur edileme­yen “mükemmel varlık” fikri mevcuttur. Allah'ın varlığına inanmayan insanda dahi bu fikir vardır. Mükemmel varlık fikri­nin sadece zihinde var olduğu, zihin dışında bir gerçekliği bu­lunmadığı kabul edilecek olursa insan kendisini çıkmazda bulur. Çünkü hem zihinde hem de zihin dışında var olan birşey sadece zihinde var olandan “daha mükemmel” olacaktır. Oysa insanı Allah'a inanmaya götüren ekmel varlık fikri, “kendisinden daha mükemmeli tasavvur edilemeyen varlık”tır. Eğer ekmel varlığın (Allah'ın) zihin dışında varolduğu kabul edilmezse insan mantı­kî tutarsızlığa düşer. Bu durumda Allah'ın hem zihinde hem dezihin dışında varlığı kabul edilmelidir.[149]
Descartes'in ekmel varlık tasavvurundan hareketle ele al­dığı önerme şu şekilde açılım gösterir;
(1) “Ben, Tanrı fikrini, yani en yüce derecede kemâle sa­hip bir varlık fikrini zihnimde taşıyorum.
(2) Mükemmellik vasıflarının birinden mahrum olan bir varlık, en yüce derecede kemal sahibi olamaz. Öyle ise,
(3) Tanrının yani en yüce derecede kemâle sahip olan bir varlığın, mükemmellik vasıflarının birinden mahrum olduğunu düşünmek çelişki doğurur.
(4) Varlık bir yetkinlik vasfıdır. Öyle ise,
(5) Varlıktan mahrum olmak mükemmellikten mahrum olmak demektir. Öyle ise,
(6) En mükemmel varlık olan tanrının varlıktan, mahrum olacağını düşünmek, çelişki doğurur. Öyle ise,
(7) Tanrının var olması, Tanrı kavramının ayrılmaz bir parçasıdır. Öyle ise,
(8) Tanrı gerçek anlamda vardır.”[150]
İnsanların zihinlerinde tasavvur ettikleri varlık zatı, sıfat­ları ve fiileri ile “En mükemmel varlık”tır. [151] Leibniz ise Tanrı­nın mükemmel (yetkin) varlık oluşunu üç sıfatta toplama dü­şüncesindedir. Bu yetkinlikler kudret, ilim, irâde sıfatlarıdır.[152] Yine Farabî de Yüce Allah'ın “ekmel” oluşunu “ilk” (evvel) oluşu ve kadim oluşuyla ilişkilendirir. [153] Leibniz ve Farabi’nin verdiği işaretlerden hareketle, Descartes ekmel varlık deliliyle Allah'ın varlığını ve hiçbir noksan sıfatı bulunmadığını isbat et­mektedir. [154] Ekmel varlık tasavvuru aynı zamanda İslâm inan­cının kalıplaşmış ifadelerinden biri olan “Yüce Allah kemâl sı­fatlarıyla muttasıf, noksan sıfatlardan münezzehtir.” esasını çağ­rıştırır.
İnsandaki her eğilim gibi ekmel varlık tasavvurunun da karşılık bulması lazımdır. Eğer benlikteki bu yöneliş Allah (cc)'ye çevrilirse daha iyisi düşünülmeyecek en uygun motivas­yon sağlanmış olur. Çünkü ekmel varlık olarak Allah'tan daha mükemmelini düşünmek imkansızdır. Kur'ân-ı Kerim insanın bu eğilimi karşılamaya yönelik eşsiz bir üslup örneği sergiler. Bir yandan Yüce Allah'ın kemal sıfatlarını tek tek sayarken di­ğer yandan bu sıfatların kainattaki tecellilerine dikkatleri yöneltir: “En güzel isimler Allah'ındır. O'na o isimlerle dua edin.”[155] “Bütün güzel isimler O'nundur. Yerde ve göklerde ne varsa O'nu tesbih eder...” [156] Allah, ekmel varlık oluşuna gölge düşürecek her türîü tasavvur ve düşünüşten berî ve uzaktır, en aşkın, takdise en lâyık varlıktır. [157] Hiç bir hususta dengi ve benzeri yoktur. [158] Müşrikler, “Allah Oğul edindi” dediler. O, bundan münezzehtir.”[159] “Allah'ı lâyık olmadığı şeylerden ten­zih ederim.”[160] Ayetlerde ifadesini bulduğu şekliyle Yüce Al­lah'ın ekmel varlık oluşuna ve buna gölge düşürecek düşünce ve inançlardan uzak durmaya ilişkin hususlara Kur'ân-ı Kerim önemine binaen fazla yer vermiştir. [161]

7. Hayatı Anlamlandırma İsteği


Hayatı anlamlandırma isteği insanın ihtiyaç duyduğu te­mel gereksinimlerinden biridir. Çünkü bu isteğin engellenmesi durumunda insan varoluş boşluğuna düşer, kişi hiçlikle, yokluk­la yüzyüze gelir. Bu durum can sıkıntısı ve varoluş kaygısı şek­linde kendini gösterir. Bu psikolojik hastalık (nevroz) içgüdüler arasındaki bir çatışma nedeniyle değil, çeşitli değerler arasında­ki ahlâki ve mânevi bir çatışma nedeniyle ortaya çıkar.[162]
Varoluş boşluğu ve yokluk kavramları müslüman psiko­loglara inkarcı kimsenin kendi ben'iyle olan ilişki ve bağlantısını kaybettiği, imanın eserinin bulunmadığı, inkarcı bir ruh hali­nin çıkmazını tanımlayan Kur'ân âyetlerini hatırlatmıştır: “Ken­dileri Allah'ı unutmuş, böylece O da onlara kendi nefislerini unutturmuş olanlar gibi olmayın.”[163] Allah'ın tek hakikat ve insanın da sadece bir yansıma .olarak kabul edildiği İslâm'da “Allah'ı unutmak” varlığın esas kaynağından olan kendi ben'ine yabancılaşmaktadır. [164] Allah (cc)’ı unutan insan bu dünya hayatında, kendisini yüce âleme bağlayan rabıtadan yok­sun bir şekilde, hayatın hedef ve gayesinden uzak olarak yaşar.[165]
İnsana verilen her türlü psikolojik ve fizyolojik eğilimler gibi, Allah'a inanma, O'na kulluk etme eğilimi de onun bünye­sine kodlanmıştır. Fıtrat, misak sıbğa olgusu bunu bize izah et­mektedir. Mîsâk âyetinde yer alan “Onları nefislerine şahit tut­tu” ifadesi Allah'a iman kabiliyetinin nefiste bir meleke olduğu­nu kanıtlar. İnsanın beşerî eğilimleri yaratılış ölçüleri içerisinde karşılık bulunca insan sağlıklı ve uyumlu bir hayat sürer. İnsan nefsine yerleştirilen Allah'a iman kabiliyetinin de diğer beşerî eğilimler gibi karşılık bulması lâzımdır. Eğer insan benliğine, nefsine yerleştirilen bu inanma kabiliyeti Allah'a ve O'nun bil­dirdiklerine inanılarak doyurulmazsa, insan kendi nefsine karşı yabancılaşmış, nefsindeki iman kabiliyetini unutmuş olur.
Kur'ân'a göre, Allah'a iman ve itaattan elde edilecek “manevî anlam” bu hayatta insanın elde edebileceği tek “gerçek anlam'dır. Yine Kur'ân maddi servetin “mânevi boşluk” içeri­sinde yaşayanlara verilen bir tür ceza olduğunu belirtir:“Sakın onların ne malları ne de evlatları seni imrendirmesin. Allah on­ları bu maddi şeyleriyle bu dünyada cezalandırmayı, kendileri kâfir olarak, ruhlarının güçlükle çıkmasını irâde eder.”[166]
V. E. Frankl’e göre insanın mana arayışı, hayatın temel gücüdür. O, içgüdüsel dürtülerin “ikincil aklileşmesi” değildir. Bu mana, eşsiz ve spesifiktir, sadece tek başına kendisinin yapa­bileceği ve yapması gerekendir. İnsan hayatına anlam kazandır­ma isteğini tatmin edecek bir anlamlılığı sadece o zaman başa­rabilir. Bazı yazarlara göre manalar (anlamlar) ve değerler hiç­bir şey değildir. Önemli olan savunma mekanizmaları, tepki oluşumları ve yüceltmeleridir. Fakat ben ne sadece savunma mekanizmalarımın hatırı için yaşamak, ne de tepki oluşumlarımın hatırı için ölmek istemem. İnsan, ancak idealleri ve de­ğerleri uğruna yaşayabilir ve hatta ölebilir de.[167]
Zihnî ve mânevi boşlukta bulunanlar için İslâm; belirsiz­lik, güvensizlik, bunalım ve huzursuzluktan kurtulup, kendini ve kâinatı yeniden keşfetmeyi, kendini sağlam bir konumda his­setmeyi ifade eder. Bu gibi kimseler “hayatlarına bir anlam ver­mek” için İslâm'a yönelmekten başka çıkar yol bulamazlar. [168] Çünkü inkarcı bireyin ruhunu ümitsizlik ve kötümserlik kaplar, hayat onun için anlamsızdır. Büyük bir ruhî buhran içerisinde bunalır kalır. Ferdin içine düşmüş olduğu bu boşluk ve anlamsızlık onun şahsiyetini derinden etkiler, sarsar. Bu safhada dev­reye girebilecek olan herhangi bir iman motivi veya faktörleri hidâyet olayını hazırlayacaktır. Hidâyetin gerçekleşmesi halinde boşluğun yerini iman, ümitsizliğin yerini ümit dolduracaktır. Bu yönüyle hidâyet insanın bütünlüğünü tamamlayan, şahsiyetini olgunluğa eriştiren bir unsur rolünü üstlenecektir.[169]

8- Tabiat Olayları Karşısındaki Çaresizlik Ve İlâhî Yardım Talebi


Yeryüzünün her tarafında çeşitli tabiat olaylarıyla her zaman karşı karşıya gelmek mümkündür. Bunlar, depremler, su (baskınları, yer kaymaları, şiddetli fırtına ve kasırgalar, kuraklık­lar, yangınlar, trafik kazaları, savaşlar, bulaşıcı hastalıklar vs.dir. İnsanın gücünü aşan onu âciz ve çaresiz bırakan bu felâket ve tehlike anlarında çoğu kimselerde tabiat üstü bir kurtarıcıya, ilâ­hi yardıma başvurma eğiliminin kendiliğinden uyandığı gözlen­miştir. Çünkü, insanın tabiatı gereği hayatı boyunca iniş çıkış gösteren iki yönü vardır. Bolluk ve sevinç anlarında Allah'ı unutmak, yokluk, sıkıntı ve tehlike anlarında ise hatırlamak.
İşte tabiat olayları karşısındaki çaresizlik insanda bir yer­lere sığınma dürtüsünü ön plana çıkarır. Uyumakta olan şuural­tını harekete geçirir. Kişi anî bir uyanmayla inkarcı bir hayattan dini bir hayata geçer. Bu tür olayların, yolunu kaybeden pek çok kimsenin hidâyetini hazırladığı görülmüştür. [170] Saadet ve bol­luk günlerinde Allah'ı tanımamakta inat eden insanlar, darlık anında bu inatlarını sürdüremez, yardıma muhtaç olduğunu his­seder, aczîyet ve çaresizliğinin farkına varıv. Kısacası fıtratında var olan iman ortaya çıkar.[171]
Hayatı boyunca tanrı tanımaz olarak yaşayan bir insan, tabiat olaylarından bir felâket karşısında hidâyetle karşı karşıya gelebilir. Bazen gayr-ı iradî hareketlerin zorlamasıyla İslâm inancını ifade eden kelimelerle karşılaştığı felakete tepkide bu­lunur. [172] Benliğinde doğuştan var olan fakat, iç ve dış inkâr motivleriyle örtülüp belirsiz hale gelen din ve Allah duygusu kı­pırdayıp harekete geçer. O anda Hakka teslimiyet havasına girip dua ve niyaza başlar.[173]
Literatüre geçmiş bu tüf çok sayıda ihtida örnekleri var­dır. Bir zamanların ünlü pop şarkıcısı Cat Stevens'ın hidâyet olayını hazırlayan böyle bir doğal âfettir. Atlas Okyanusu kıyı­larında yüzdüğü bir sırada akıntıya kapılan şarkıcı, o anda haya­tının yok olacağı hissine kapılır. Bu kritik anda, içinde doğan bir ümitle “Kurtar Beni Allah'ım!” diye dua ve niyazda bulunur ve ardından gelen büyük bir dalganın itivermesiyle kendisini kı­yıda bulur. Yusuf İslâm adını alarak müslüman olan şarkıcı ya­şamış olduğu bu hidâyet olayını şöyle ifade eder: “Bu size insa­nın insiyaklı olarak Allah'ın varlığını kabullendiğine bir örnektir.”[174]
İnsanların çoğunun maddi sıkıntı ve güçlüklerle karşı kar­şıya geldiklerinde Allah'ı düşündüklerini ortaya çıkaran araştırmalardan birisi Amerikan askerleri üzerinde yapılmıştır. İkinci Dünya Savaşı boyunca ve sonrasında Amerikalı askerler üzerin­de yapılan araştırmada, askerlerin yüzde yetmişbeşi ölüm tehli­kesi durumunda, duanın kendileri için çok büyük yardımı oldu­ğunu belirtmişlerdir.[175]
İşte bolluk ve saadet anları bir ölçüde fıtrattaki inanma kabiliyetini peydeleyen haller olurken “kriz anları” diye nitele­nebilen daha özel haller de fıtratın uyanışına, kulluğa geçişe, as­lî yaratılışa yeniden dönmeye vesile olurlar.[176]
Açıklamış olduğumuz bu hususları Kur'ân-ı Kerim'de değişik vesilelerle sık sık tasvir eden, meselenin önemini vurgu­layan bir çok âyet vardır.
“O, sizi karada ve denizde yürütendir. Hatta siz gemilerde bulunduğunuz, o gemiler de içindekileri güzel bir rüzgârla alıp götürdükleri ve (yolcular) bununla neşelendikleri zaman, o ge­miye şiddetli bir fırtına gelip çatar, her yerden onlara, dalgalar hücum eder ve onlar, çepeçevre kuşatıldıklarını anlarlar da dini yalnız Allah'a halis kılarak. Andolsun eğer bizi buradan kurta­rırsan mutlaka şükredenlerden olacağız diye Allah'a yalvarırlar. Fakat Allah onları selâmete çıkarınca bakarsın ki, yeryüzünde yine haksız yere azgınlıkta bulunuyorlar...” [177] Olumlu şartlarda Yüce Allah'ı hatırlamayan inkarcılar, hatta en aşırı ateisler bile, musibetlerin her taraftan kendilerini kuşattığı ve herhangi bir kurtuluş kapısı kalmadığını anladıklarında ilâhî yardım talebin­de bulunurlar. [178] İstek ve arzularına uygun güzel ortamdan, korkunç ve kahredici ortama geçiş büyük korku ve dehşete se­bep olur. İnsan bu durumda, bütün yaratılanlardan ümidini ke­ser, kalbi ve bedeniyle Allah'a yalvarıp yakarmaya yönelir. Da­ha önce bağlandığı batıi inanç ve ilahlarını unutur.'[179]
“Denizde boğulma korkusunun şiddeti size geldiği za­man, Allah'dan başka taptığınız bütün putlar hatırınızdan kay­bolur. Yalnız O'na dua edersiniz. Fakat Allah sizi kurtarıp kara­ya çıkarınca da yüz çevirirsiniz. İnsan çok nankördür.”[180]
“De ki! Karada ve denizde olan karanlıklardan sizi kim kurtarır? O halde iken gizli ve aşikâr Allah'a şöyle dua edersi­niz; Andolsun eğer bizi bu tehlikeden kurtarırsan, muhakkak şükredenlerden olacağız. De ki: Allah, sizi tehlikelerden ve bü­tün kederlerden kurtarır. Sonra yine siz O'na eş koşarsınız.”[181]
“Dağlar gibi dalgalar insanları kuşattığı zaman, dini ta­mamen Allah'a has kılarak O'na yalvarırlar. Onları karaya çıka­rarak kurtardığında, içlerinden bir kısmı doğru yolda kalır. Za­ten âyetlerimizi bilerek ancak hain nankörler inkâr ederler.”[182]
“İnsanın başına bir sıkıntı gelince Rabb'ine yönelerek O'na yalvarır. Sonra Allah, katından bir nimet verince önceden kime yalvarmış olduğunu unutuverir. Allah'ın yolundan saptır­mak için O'na eşler koşar. Ey Muhammed! De ki: İnkârınla az bir müddet zevklen, şüphesiz sen cehennemliksin.”[183]
“İnsan iyilik istemekten usanmaz da, kendisine bir kötü­lük gelince umutsuzluğa düşer, meyus olur. Başına gelen sıkın­tıdan sonra, kendisine katımızdan bir rahmet lattınrsak: Bu be­nim hakkımdır. Kıyametin kopacağını sanmıyorum. Rabb'ime döndürülürsem. O'nun katında and olsun ki benim için daha gü­zel şeyler vardır der. İnkâr edenlere işlediklerini and olsun ki bildireceğiz. Onlara and olsun ki çetin bir azab tattıracağız. İn­sana nimet verdiğimiz zaman yüz çevirerek yan çizer; başına bir kötülük gelince uzun uzun yalvarır.”[184]
“İnsana bir sıkıntı dokunduğu zaman, gerek yan yatarken, gerek otururken, gerek ayakta iken bize dua eder durur. Fakat ondan sıkıntısını giderdiğimiz zaman sanki kendisine dokunan bir sıkıntı için bize dua etmemiş gibi geçer gider. İşte o haddi aşan müşriklere, yaptıkları ameller, böyle süslü gösterilmektedir.”[185]
Nakledilen pek çok âyetten de anlaşıldığı gibi sıkıntı ve çaresizlik, insanı ilahî yardım istemeye sevkeden durumlardan biridir. Hayatın maddî güçlükleri ve çeşitli felaketleri içerisinde insanlar, Allah'tan gelebileceğini umdukları müdahaleye büyük kıymet verirler. İşte insanın fıtrî inanma kabiliyetini içten gele­rek uyandıran durumlardan birisi de budur. İnsanların çoğunda dua ve ibadet yapmak içîn en kuvvetli eğilim sıkıntı ve felaket anlarında, ölüm tehlikesi karşısında kendini gösterir. Kişinin içinde bulunduğu kritik durum onu doğrudan dini davranışa yö­neltir. Çünkü din bu tür engellemeler karşısında telâfi edici bir rol oynayabilmektedir. Kendisini tehdit altında hisseden İnsan, her şeye gücü yeten Allah'a yönelip dua eder, niyazda bulunur. [186]

 

9- Ölüm Korkusu Ve Ölümsüzlük Arzusu


Ölüm olayı, ister inansın, ister inanmasın bütün insanlar için, bazılarına göre kolay, bazılarına göre de zor bir problem şeklinde varolagelmiştir. İnsanlar daha çok yalnız kaldıklarında, yalnızlık duygusuna kapıldıklarında, karamsarlığa iten durum­larla karşı karşıya bulunduklarında ölümü hatırlar. Hayatın ne­şeli zamanlarında kendisini dünyanın çekiciliğine kaptıran, ölü­mü unutan kişi; dertler, sıkıntılar ve hayatın engelleri karşısında kendine gelmekte, geleceğini düşünme, hayatın gayesini, ne yapması gerektiğini araştırma ihtiyacı hissetmektedir.
Ölüm olayı karşısında insanların tutumları elbette birbi­rinden farklı olacaktır. Bazıları sağlam bir dini inançla ölüm  problemini aşacak, ölümden Allah ve Ahiret inancına geçecektir. Bazıları da bu gerçekten psikolojik bir kaçışla uzaklaşmayı yeğleyecektir.[187]
Ölüm korkusu ve ölümsüzlük arzusu bütün insanlar için değişmez bir psikolojik gerçek olarak kabul edilebilir. Bununla birlikte söz konusu korku ve arzunun ortak bir şekilde davranış­lara yansıyan tezahürlerini tesbit etmek zordur. Çünkü ölüm karşısında herkesin gösterdiği tepkilerde şu veya bu ölçüde farklılıklar mevcuttur.
Günümüzde ölüme karşı dört çeşit kültürel tutum gelişti­rildiği gözlenmiştir: Ölümü inkâr, ölüme meydan okuma, ölümü isteme ve ölümü kabullenme.[188]
Her olayın İnsan zihninde belli bir tesir bıraktığı muhak­kaktır. Ölüm olayının da, insanın düşünce hayatı üzerinde bir ta­kım değişikliklere neden olduğu, ölümü düşünen insanı, ötesini de düşünmeye zorladığı bir gerçektir. Buna insanın ölüm karşı­sında geliştirdiği tutumlardan biri olarak bakabiliriz. Ölümü ka­bullenen insan, zihnî faaliyetler neticesinde, olaylar arasında kurduğu münasebetlerden hareketle ölüm olayı karşısında belli bir inanca, bir kanaate ulaşabilmektedir. Bu inançlardan birisi de ölümden Allah'a ve âhiret inancına geçmektir.
Kâinatta meydana gelen olayları başıboş, sahipsiz, düzen­siz kabul etmek mümkün olmadığı gibi. ölüm olayını da anlam­sız saymak doğru değildir. Çünkü ölümün var olmasında bir ga­ye saklıdır: “Hanginizin daha iyi davranışta bulunacağını imtihan etmek için ölümü de hayatı da yaratan O'dur.” [189] “Al­lah'ın rahmetinin belirtilerine bir bak, yeryüzünü ölümden soma nasıl diriltiyor? Şüphesiz ölüleri O diriltir. O, herşeye Kâdir'dir.”[190]
Kâinatta insanı Allah'a inanmaya sevkeden her olay gibi ölüm de, Allah'ın varlığının delillerindendir. İnsan ölüm karşı­sında âciz durumdadır, hatta çoğu kez bu acizliğinin, farkına bi­le varmaz. Ölümsüzlük arzusu taşımasına rağmen, kendisini bu âlemde sonsuza dek yaşatma gücünden mahrumdur. İnsan şayet kendi kendini yaratan bir sebep olsaydı, her an özlediği sonsuz hayatı bu dünyada gerçekleştirmeye çalışırdı. Dilediğine ulaşa­mayan bir varlık olarak insan eksiktir. Bu zihin yürütme onu Allah'a götürmektedir.[191] “Ey Muhammed, de ki: Dünya geçimli­ği azdır, âhiret, Allah'a karşı gelmekten sakınan için hayırlıdır, size zerre kadar zulmedilmez. Nerede olursanız olun, sağlam kaleler içinde bulunsanız bile ölüm size yetişecektir.” [192] Ölüm, istisnasız herkesin başına gelecektir, ondan kurtuluş yoktur. Kişi istediği kadar sakınsa, korunsa da ölüm başına gelecektir. [193] Yüce Allah bu âyette ölümün kaçınılmazlığını ve buna bağlı olarak oluşacak kaygılara yer olmadığını, iman ve itaatla geçirilecek bir dünya hayatının ardından daha hayırlı bir başka hayata (âhirete) ümitle bakılmasını öneriyor.
İnsandaki sonsuzluk düşüncesi ve ebedîlik arzusunun or­taya çıkardığı eğilimler, insana çok geniş ve derin düşünme ye­teneği kazandırır, onu büyük ideallere sevkeder. Bu sonsuz İstek ve duygularını zayıf olan maddi varlığıyla, sınırlı imkânlarıyla karşılaması mümkün değildir. Yine kendisinden sonra şan-şöhret, eser bırakma gibi duygu ve arzuların kaynağı insanın ölüm­süz kalma düşüncesiyle izah edilebilir. Eğer insan için herşey bu hayattan ibaret olsaydı, bir yandan akıl almaz ruhî eğilim ve ar­zuları, diğer taraftan sınırlı güç ve yetenekleri arasında bocala­yıp duracaktı. İşte insanın bu duygusu ve ihtiyaçlarım tam anla­mıyla karşılayacak unsur imandır, din duygusudur.[194]
Fakat burada şunu da belirtmek gerekir ki, bir inanç sistemini benimsemede ölüm kaygısı tek belirleyici faktör değildir. İnsanı inanmaya sevkeden faktörlerden sadece birisidir. Ölüm korkusunun doğurduğu kaygı ve endişelere, bunalım ve çıkmaz­lara çözüm arayışı içinde bulunan kimsenin imdadına en ger­çekçi bir şekilde yetişecek olan imandır. Ahiret hayatına bağla­nan ümittir. İnsandaki ölümsüzlük arzusunu doyurabilecek olan da yine âhiret inancıdır. Dolayısıyla bu konuda kaygılarına çö­züm, arzularına doyum arayan insan doğru bir tercih yaparak âhiret inancına sığınacaktır. [195]

10. Fikri Açıklık Ve Anlama İsteği


İnsanda doğal bir istek olarak bilgiyi araştırma ve onu gözlemleme, hakikati arama ve ortaya çıkarma eğilimi vardır. [196] Bu eğilimi “bilgi arayışı” “âlemin hakikatini bulma” şeklinde de adlandırmak mümkündür.[197]
İnsanın, âlemin hakikatine ulaşma yönündeki eğilimine psikolojide “hakikati arama hissi” veya “arayış hissi” denilir. Psikologlar, arayış hissi diye adlandırılan bu eğilimin çocuklar­da dahi bulunduğunu belirtirler. Çocuğun sürekli ve ısrarlı sor­muş olduğu sorular, bir tur arayış hissi olup, onda uyanan haki­kati arama hissinin tezahürleridir. Hatta bazı çocukların yaptık­ları her gördüğü eşyayı elleyip kavramak istemeleri, nesneleri tanımak ve anlamak için yapılan eylemlerden başka birşey de­ğildir. Kısacası bu duygu insanoğlunun tabiatında vardır. Gerçe­ği bilme ve yeni şeyler öğrenmenin onlara vereceği zevkin tarifi imkânsız gibidir. İnsanlar “hakikati araştırma” eğilimi konusun­da zayıftan güçlüye doğru bir derecelemeye tabi tutulabilir, ama bu duygunun her insanda var olduğu tartışılamaz.[198]
Çocukluktaki basit arayış hissi ve anlama merakı, zamanla zihin gücünün de gelişmesiyle yaratılışın ve olayların ardın­daki nedenleri ve gerçekleri öğrenme merakına dönüşür. Bu me­rakını, kudretli bir yaratıcının varlığına dayandırmak suretiyle giderebilmesi kişide din duygusunun uyanmasına ve gelişmesi­ne neden olur. [199] Çünkü insanlar herşeyden önce, şaşırtıcı bir fikrî durum karşısında bir çözüm sağladığı için inançlara bağlanabilmektedirler.[200]
Bilimsel araştırma ve karşılaştırmaların bir çok aydının hidayetinde rol oynayan önemli bir motiv olduğu bilinmektedir. Bilhassa Kur'ân-ı Kerim üzerinde yapılan incelemeler, bilimsel anlayış ve kavrayışın zirvesine erişmiş kimselerde bile tam bir tatmin duygusu uyandırmak suretiyle, zihinsel ihtiyaçlara kesin cevaplar oluşturmaktadır. Böylece kişide oluşan zihinsel tatmin ve entellektüei doğrulama iman duygusunu uyandıran bir faktör olmaktadır.[201]
Aslında “Felsefe'nin hedefi de bilgi arayışı ve âlemin ha­kikatini bulmaktır. İnsanoğlunun felsefeyle ilgilenmesinin nede­ni, yaratılışından gelen “varlıkların hakikatini idrak etme eğilimi”dir. Buna bir anlamda “felsefî his” denilebilir.'[202]
İnsan hayatta karşılaştığı her olaya bir açıklama ve yorum getirme ve bunları anlatabilecek zihinsel imkana sahib olma gü­düsüyle hareket eder. İnsanın cevap aradığı her soruya uygun ve sağlıklı cevaplar verecek en güvenilir kaynak dindir. Gerçi dinin insana sunduğu bilgiler yalnızca onun bu “anlama” ihtiyacını tatminle sınırlı kalmaz. Din her yönüyle insan hayatını kuşatan bir kurumdur. Din, özellikle dünyanın nasıl başladığı, hayatın gayesinin ne olduğu, ölüm olayı ve ardındaki sırların mahiyeti gibi konularda doyurucu bilgiler sunar. Eğer hidâyet adayı bu bilgilerden tatmin olursa iman motivasyonu gerçekleşebilir. Kur'ân-ı Kerim'in her bir âyeti insanların entellektüei merakını giderecek mahiyettedir. Fizik ve metafizik âlemin varlık ve olayları hakkında zihinlerde oluşacak sorulara hazır ve bütün cevaplar .sunar. Ve bizzat muhataplarının kendisi üzerinde dü­şünmelerini önerir.
“Hâlâ Kur'ân üzerinde gereği gibi düşünmeyecekler mi? Eğer o, Allah'tan başkası tarafından gelmiş olsaydı onda bir çok tutarsızlık bulurlardı.”[203]
“Ey Muhammedi Sana bu mübarek Kitab'ı âyetlerini dü­şünsünler ve aklı olanlar öğüt alsınlar diye indirdik.[204]
“Onlar Kuran'ı düşünmüyorlar mı? Yoksa kalbleri kilitlimi?”[205]
Kur'ân muhatablarından âyetlerin manalarını ince bir kavrayışla, dikkatlice, derin bir şekilde düşünmelerini' [206] istiyor. Çünkü O içerisinde hiç bir çelişki bulunmayan, dengeli ve açık-seçik bir bütünlük arzeden, her konuya ve duruma hitabe­den bir kitaptır.[207] Bu özelliğiyle Kur'ân, insandaki entellektüel merakı fazlasıyla doyuracak güçtedir. İnsanın içinde yaşadığı dünyayı tutarlı bir biçimde algılamasını sağlayacak bir yönetim dayanağı olma özelliğine sahiptir. [208]

B. PSİKO-SOSYAL MOTİVLER


Sosyal bir varlık olan insan, hemcinsleriyle bir arada ya­şamak zorundadır. İçerisinde yaşamakta olduğu toplum, aynı zamanda insanın kişiliğinin oluşumunda en etkili faktörlerden birisidir. Hayatın her alanında olduğu gibi itikâdi alanda da etki­li bir unsur olan sosyal çevre insanın kişilik yapılanmasında en faal rolü üstlenir. “Çoğu kere, ferdin dinî inancı çevrenin inancı­dır: onun sahip olduğu İman. toplumun imanına bir iştirakten. âdet olan inançları taklîden benimsemekten ibarettir.”[209]
Toplumun inanç sahasındaki tesirinin her zaman aynı ol­madığı bir gerçektir. Toplumun tesiri menfî de olabilir. Meselâ, dindar bir ortamda, dinî eğitimle yetiştirilen çocukların dindar olmaları beklenirken, aralarından, yetişmiş olduğu çevreye şid­detli tepki gösteren, inançsız tiplerin ortaya çıkma ihtimali gö-zardı edilmemelidir.
Dinî inanç ve davranışların şekillenmesinde ailenin, arka­daşların, kitle iletişim araçlarının sosyal etkisi yadsınamaz. [210] Zira insanı inanmaya sevkeden motivler sadece zihnî ve îradî değildir. Zihin ve irâdeyle birlikte toplumun tesirlerinin beraber­ce, bir arada insan ruhuna yapmış oldukları tesirlerden teşekkül eder.[211]
İnsanların hidâyete ulaşmasında sosyal etkileşim vasıtala­rından biri olan telkin ve bu yolla yapılan dinî uyarılar önemli rol oynar. Bir hatibin, cemaatin aklına ve duygularına yönelik yapmış olduğu telkinler, halk üzerinde derin izler bırakabilir. Okullarda yapılan dinî telkin ve verilen dinî eğitim aynı şekilde iman teşekkülünde büyük önem arzeder. Yine dindar bir aile çevresinde yetişen çocuk, hayatında inkarcı alanların ve motivlerin tesiri altında kalsa bile. çocukluğunda edinmiş olduğu inti­balar onun ruhunda ve kalbinin derinliklerinde yaşamayı sürdü­rür. Okunan kitaplar, bir evlilik hadisesi hidayet olayım hazırla­mada aynı sosyal tesiri meydana getirirler.[212] Çağımızın büyük güç odaklarından biri haline gelen kitle iletişim araçlarını da bu sosyal motivler arasında saymak gerekir. [213]

 

1. Sosyal Uyum


Genellikle her birey, içerisinde yaşamakta olduğu toplu­mun kültürel değerlerine uygun bir tarzda gelişim gösterir. Henüz erken yaşta başlayan kültürel uyum safhasında birey, kültü­rel değerleri kişisel alışkanlıklar olarak edinmeye çaba gösterir. Kültürel değerler arasında yer alan inanç sistemi ve dinî pratik­ler onlar için pek fazla mana ifade etmez, ama toplum tarafın­dan bunlara atfedilen değer ve önem sebebiyle çocukların haya­tını derinden etkiler. Dinî yükümlülükleri yerine getirmek her şeyden önce bireye toplumla birlikte hareket etme, kaynaşma imkânı sağlar. Dinî davranışları yerine getiren çocuk, bunların ardındaki gerçek manayı anlamasa bile kendisini rahat, güvenli ve toplumla uyum içerisinde hisseder.[214]
Başka dine mensup bir toplum içerisinde yaşayan birey, çevresindeki kişilere uyma isteği ile din değiştirebilir. Böylece hem psikolojik ihtiyaçlarına karşılık bulabilen birey, hem de sosyal normlara rahatlıkla uyma imkânı bulur. [215]“Uyma dav­ranışı üç farklı sürece bağlı olabilir. Bunlar, itaat, özdeşleşme ve benimsemedir. İtaat, başkaları tarafından kabul edilmek; anla­mak şeklinde kişiye yarar sağlar. Bu bakımdan itaat ve özdeş­leşmede normatif, benimsemede ise bilgisel sosyal etki söz ko­nusudur. Böylece uyma davranışının hem kişisel hem de ortamsal etkenlerin etkileşimi sonucu ortaya çıktığı söylenebilir.”[216]
Kur'ân-ı Kerim bireylerin İnsanlarla birlikte olma, insan­lara uyma şeklindeki eğilimini olumlu yönde değerlendirmeleri­ni salık verir. “Ey iman edenler, Allah'tan korkun ve doğrularla beraber olun.” [217] Doğrularla birlikte olmak, Hz. Muhammed ve ashabıyla birlikte olmak şeklinde açıklanmıştır.[218] Günü­müzde ise onların yolundan gidenlerle birlikte olmak esastır. Dinlerinde, niyetlerinde, söz ve davranışlarında sâdık kimseler­le[219] birlikte ve uyum içerisinde olmak dinî hayatın sosyal açı­dan belli ölçüde garanti altına alınması demektir. [220]

2. Sosyal Etkileşim


Toplumlar ve bireyler değişik vesilelerle karşı karşıya ge­lirler. Birbirleriyle etkileşim sürecine girerler, tanışırlar, bilgi alışverişinde bulunurlar, birbirlerinin kültürlerini taklit ederler. Savaşlar, göçler, ticari ilişkiler, toplu ibadetler bu etkileşime ne­den olan ortamlardan bazılarıdır. Mesela; Kore Savaşı sırasında Kore'de bulunan Türk askerlerinin dinî yaşantıları, Kore halkını derinden etkilemiş ve pek çoğunun hidâyetine vesile olmuştur.  [221] Yine müslüman ticaret adamlarının gittikleri müslüman olmayan toplumlardaki her yönüyle örnek yaşantıları ihtida olaylarını hazırlayan etkili faktörlerden biri olmuştur. Zira İslâm dini Asya ve Afrika kıtalarında özel resmi davetçilerin faaliyet­leri sonucu değil, müslüman ticaret adamları aracılığıyla yayıl­mıştır.[222]
Düşünce ve eylem planında İslâm'ın üstünlük ve güzel­liklerini yaşayarak dışarıya yansıtan müslümanlar bütün insanlı­ğın ilgi odağı haline gelmeye namzettir. Onlar “İnsanlar için çı­karılmış hayırlı bir ümmettir.” [223] Sadece kendi başlarına hayır­lı İnsanlar olmakla kalmayıp, bütün insanlar için de hayırlı in­sanlardır. [224] Hayırlı olmaları ayrıca diğer insanlar için de ha­yırlıdır. “İnsanlar için çıkarılmış'1 bir topluluk olmak, onlara en güzel şekilde örnek olmak, onların da İslâm'a gönüllerini ısın­dırmak için psiko-sosyal bir motivasyondur. [225]

3. Dini Telkin


Telkin, kişilerin, çeşitli yönlerde birbirleri üzerinde yap­mış oldukları psişik etki diye tarif edilir. [226] Herhangi bir duy­gu, düşünce ve inancı başkalarına veya kendimize kabul ettir­mede bilinçli ve sistemli olarak yapılan en etkili yöntemlerden birisidir. [227] Telkinin hayatın her alanında olduğu gibi kişinin dine girmesinde de etkisi bulunduğu muhakkaktır. Bilhassa kü­çük yaşta yapılan dinî telkin kişinin dinî tercihini yapmasında önemli rol oynar.
İnsan uygun psikolojik ortamlarda başkalarının söz ve davranışlarından etkilenir. Yine iyi bir müslümanın tavır ve dav­ranışlarının uyandırdığı hayranlık ve özenti kişinin hidâyetiyle sonuçlanabilir. Bir mürşidin telkin ve öğütleri bir inkarcının yo­lunu aydınlatabilir. İşte bundan dolayıdır ki tarih boyunca bütün peygamberlerin görevi insanlara iman yolunu tebliğ etmek, on­ların hidâyeti için çalışmak olmuştur. Hz. Hûd kavmine, “Size Rabb'imin vahiylerini haber veririm, ben sizin için güvenilir bir öğütçüyüm.” [228] diye seslenmiştir. Hz. Salih de kavmine şöyle seslenişte bulunmuştur: “Onlardan yüz çevirerek, ey kavmim dedi. Ben size Rabb'imin vahiylerini haber verdim, size Öğüt verdim. Fakat siz öğüt verenleri sevenlerden değilsiniz.”[229] Yi­ne insanları hidayete çağırmakla görevli Hz. Muhammed'e hita­ben Yüce Allah şöyle buyurur: “Ey Peygamber! Sana Rabb'in tarafından gönderileni herkese bildir. Böyle yapmazsan pey­gamberlik vazifeni yapmamış olursun. Allah seni insanlardan korur.” [230]
Peygamberlere yüklenen görevin bir benzeri de farz-ı kifâye olarak [231] bütün müslümanlara yüklenmiştir. Her müslüman insanların hidâyeti için gücü nisbetinde çalışmak durumun­dadır: “Sizden, iyiye çağıran, doğruluğu emreden ve fenalıktan meneden bir cemaat olsun. İşte başarıya erişenler yalnız onlar­dır.” [232] “Siz, insanlar için ortaya çıkarılan, doğruluğu emreden, fenalıktan alıkoyan, Allah'a inanan hayırlı bir ümmetsiniz. Kitab ehli inanmış olsalardı, kendileri için daha hayırlı olurdu; iç­lerinde inananlar olmakla beraber, çoğu yoldan çıkmıştır.”[233]
Müminler iyiliğe teşvik ederek kötülükten sakındırarak insanlar arasında iyilik yayılsın, kötülük azalsın diye davet ve telkinde bulunurlar. İyiliği emretmeyi, kötülüğü yasaklamayı, bu işi iyi bilenlere tahsis etmek ise daha doğru olur.[234]
Telkin aynı zamanda peygamberlerin insanları imana da­vet ederken en çok başvurdukları yollardan birisi olmuştur. [235]

 

4. Aile


İnsan, sosyal yapının en küçük ünitesi olan ailede hayata başlar. Ailenin işlevlerini kesin bir şekilde tesbit etmek müm­kün olmamakla birlikte, bir fikir vermesi açısından Eliot ve Meril'in ailelerinin görevlerini belirten sekiz maddelik listesini saymak istiyoruz.
1. Biyolojik görev,
2. Ekonomik görev,
3. Koruyuculuk görevi,
4. Psikolojik görev,
5. Eğitim görevi,
6. Dinî görev,
7. Boş zamanlan değerlendirme görevi,
8. Prestij sağlama görevidir.[236]
Çocuğa dinî bir kimlik kazandırılması da aile kurumunun görevleri arasında sayılmaktadır.
İslâm'da dine yönelme istidadı olarak kabul edilen ve çok özel bir kabiliyet olarak insana verilen “fıtrat’ın iyi ve doğru şeklinin korunması ve devamı için sağlıklı bir sosyal ortama ih­tiyaç vardır. Bu gerçeği vurgulayan hadisinde Hz. Peygamber; “Her çocuğu, annesi fıtrat üzerine dünyaya getirir. Onun bu hali konuşma çağına kadar devam eder. Sonra anne-babası müslüman iseler çocuk da müslüman olur.” [237] buyurur. Hadiste inanç şekli başta olmak üzere şahsiyet oluşumunda eğitimin, özellikle de anne babanın rolü dile getirilmektedir. Sosyal çevrenin eği­tim yoluyla kişiye kazandıracağı hasletlere “din” örneğiyle dik­kat çekilmiştir. Çocuğun inanç ve düşünce yapısı mutlaka anne babanın düşüncesiyle her zaman aynı doğrultuda gelişir diye ke­sin bir yargı sözkonusu değildir. Ama psiko-sosyal yasalar gere­ği genellikle çocuk ailesinin ve çevresinin etkilerine olumlu kar­şılık verir. Fakat bunun aksi bir durumun ortaya çıkması da her zaman muhtemeldir.
İnsan yaradılış itibarıyla iyi ve doğru davranmaya elveriş­li ve temizdir. Yine eğitilmeye müsait durumda olan insanın di­nî eğitiminde ilk ve en etkili dış faktör çevre faktörüdür. Aile çocuktaki inanma kabiliyetinin ortaya çıkmasına ve devamına yardımcı olabileceği gibi, aynı zamanda fıtratın ortaya çıkması­na mani olabilecek özellikte olabilir. Konuya açıklık getiren Kurtubî'nin görüşü de bu doğrultudadır. “Yüce Allah, Ademoğullarının kalplerini Hakk'ı kabul etmeye yetenekli olarak ya­ratmıştır.” Tıpkı gözlerini ve kulaklarını, görülen ve işitilen şey­leri idrak etmeye yetenekli yarattığı gibi. Bundan dolayı kaîp, Hakk'ı kabul etme istidadı üzere kalmayı devam ettirirse Hakk'ı ve hak din olan İslam'ı idrak eder. Hz. Peygamberin; “Şunun gi­bi ki; her hayvan yavrusu uzuvları tam ve kusursuz olarak do­ğar. Hiç o yavrunun kulağında, burnunda noksan ve kesik bir şey görebilir misiniz.”[238] ifadesi buna delildir. Yani her hayvan yavrusunu, kusur ve ayıplardan uzak ve eksiksiz bir yaratılışta dünyaya getirir. Eğer o bu kusursuz yaratılışı üzere bırakılırsa. ayıplardan uzak ve mükemmel bir şekilde hayatını sürdürür. Fa­kat daha sonra bu hayvan üzerinde işlem yapılır, onun kulağı kesilir ve yüzü dağlanır. Böylece başına pek çok âfet gelir ve o ilk halinden çıkar. İşte insan da bunun gibidir, “[239]
Her ne kadar çocuklarda dinî duygu ve inanç fıtrî olarak doğuştan geliyorsa da, bu konuda bilhassa çocukluğun ilk döne­minde ailenin önemli etkisi ve katkısı mevcuttur. Ailede çocuk­ların dinî duygu ve düşüncesinin erken veya gecikmeli olarak, sağlıklı ya da sağlıksız gelişmesi, ailenin dindarlığı ve kültür se­viyesiyle doğru orantılıdır. Dindar olan ve zaman zaman ibadet­lerini çocukları ile birlikte yapan aileler çocuklarda dinî duygu­ların erken uyanmasına sebep olur. Dine ve ibadetlere karşı du­yarsız olan ailelerde ise çocukların dinî duyguları gecikmeli ve sağlıksız bir gelişme gösterir.
Kur'ân-ı Kerim'de Lokman sûresi ağırlıklı olarak çocu­ğun dinî duygu ve düşüncesinin, dinî davranışının olumlu yönde gelişmesi için ailenin gösterdiği çabaya dikkat çeker.
Lokman (as) oğlunu öncelikli olarak itikad yönünden eğitıyor, Allah'a ortak koşmamasını öğütlüyor. [240] Daha sonra di­ğer konulardaki eğitime geçiyor.
“Lokman, oğluna öğüt vererek; “Ey oğulcuğum! Allah'a eş koşma! Doğrusu eş koşmak büyük zulümdür.” demişti.[241]
“Lokman; Ey oğulcuğum, işlediğin şey, bir hardal tanesi ağırlığınca olsa da, bir kayanın içinde veya göklerde yahut yerin derinliklerinde bulunsa, Allah onu getirip meydana kor. Doğru­su Allah latîfdir, haberdardır. Ey oğulcuğum! Namaz kıl, uygun olanı buyurup fenalığı önle, başına gelene sabret; doğrusu bu­dur, azmedilmeğe değer işlerdir. İnsanları küçümseyip yüz çe­virme, yeryüzünde böbürlenerek yürüme, Allah kendini beğenip övünen kimseyi şüphesiz ki sevmez. Yürüyüşünde tabi ol: sesinı kes. Seslerin en çirkini şüphesiz merkeblerin sesidir.”[242]
Peygamberler aynı zamanda ailenin ileri gelen bir ferdi olarak diğer bireylerin hak din üzere olmalarına gayret göster­mişlerdir.
“İbrahim bunu oğullarına vasiyet etti. Yakub da; Oğulla­rım! Allah dini size seçti, siz de ancak O'na teslim olmuş olarak can verin dedi.”[243]
Sadece Hz. İbrahim değil, ondan önceki peygamberler de, onun soyundan gelen peygamberler de hep tevhid'i, Allah'a kul olmayı nesillerine öğütlemişlerdir.[244]
Yine peygamberler kendi soyundan gelecek nesillerin sağlam inançlı ve güzel ahlâklı olmasını istemişlerdir; “Orada Zekeriyya Rabb'ine dua etti. Ya Rabb'i! Bana kendi katından temiz bir soy bahşet, doğrusu sen duayı İşitensin. Mabed'de na­maz kılarken melekler ona seslendiler; Allah sana Allah'ın em­riyle (vucud bulan İsa'yı) tasdik eden, efendi, ifettli, iyilerden bir peygamber olarak Yahya'yı müjdeler.” [245] Aynı isteği Hz, İbrahim'de [246] de görüyoruz.
Kur'ân-ı Kerim çoluğu-çocuğu her yönüyle gözetmenin gereğini vurgularken, aynı zamanda çocuğun dinî kimliğini ka­zanması ve inkâra götüren yollar karşısında korunmasını işaret eder: “Kendini ve ehlini (çoluk-çocuğunu) ateşten koru. O ateş ki  onun yakıtı insanlar ve taşlardır.”[247]
Öğüt vererek ve eğiterek aile fertlerini [248] isyandan korumak, Allah'a kulluğa ve emirlere uymaya sevketmek[249] aile ileri gelenlerinin görevidir. Ayette korunup gözetilecek “ehl”den maksat hanımlar, çocuklar ve bunlara dahil olanlardır.[250]
Buraya kadar yapmış olduğumuz açıklamalarda da görül­düğü gibi, sosyal çevre, insanların inanç yapısının şekillenme­sinde rol oynayan güçlü bir motivdir. Sosyal uyum, sosyal etkileşim, telkinler, aile gibi çeşitli boyutlarıyla sosyal motiv insanı hidâyete çağırmakta, imana davet etmektedir. [251]

 

III. İmanın Boyutları


İmanın hakikati ve muhtevasına dair itikadi mezhepler farklı kanaatlere sahip olmuşlardır. Bu konuda ortaya çıkan belli başlı değişik görüşleri şöyle sıralayabiliriz:
Eş'arilerin ve Maturidilerin önde gelen alimleri “iman kalbin tasdikidir” [252] görüşünü ileri sürmüşlerdir. İmam Ebu Hanife ile Hanefilerin cumhuru “iman, inanılması gereken şeyleri kalbin tasdik etmesi, lisanın da bunu söylemesidir. [253] Mu'tezile ve Hariciler, iman kalb ile tasdik, dil ile ikrar ve ame­lin her üçüdür demişlerdir.[254]
Gerek tasdik gerekse dil ile ikrar ve amellerin birbirleriy­le bağlantılı unsurlar olmalarından hareketle bu elemanları ima­nın boyutları başlığı altında değerlendirmeyi, içsel bir vakıa olan tasdik olgusunu ve buna eşlik eden duygulan, imanın dtşa yansıması (fizyolojik boyutu) şeklinde tezahür eden, dil ile ikrar ve ameli, söz konusu bu unsurlar arasındaki psikolojik ilişki ve bağlantıları burada ele alacağız. Kelam âlimleri iman ve inkâr noktasında imanın bu boyutlarından hangilerine sahip olanların mümin olup olamayacağı üzerinde durmuşlardır. Bazısı bunla­rın birini (tasdiki) yeterli görürken, bazıları iki unsurun, bazıları da üç unsurun (tasdik, ikrar, amel) bir arada bulunmasını şart koşmuşlardır. Fakat bunların yanında dikkat çeken bir husus da­ha vardır. Ö da, Kur'ân'ın büyük önem atfettiği imanla birlikte bulunması lazım gelen yakın, gönülden teslimiyet, sevgi, korku, samimiyet gibi duygulara yer vermemiş olmalarıdır. Ayrıca iman olayına psikolojik açıdan yaklaştığımızda zihinsel bir boyutun, aklî bir işlevin, bilinçli ve şuurlu inanma olgusunun var­lığından haberdar oluyoruz. “İnsanları mutluluğa eriştirecek ila­hî esaslara kişinin hür iradesiyle inanması...” şeklinde yapılan klasik din tanımında da görüldüğü gibi imanla inkâr arasında bir seçim yapmada, imana kararlı bir şekilde yönelişte var olan ve imana süreklilik kazandıran irade unsurunun rolüne şahit oluyo­ruz.
Bu durumda genel manada imanın ne olduğu sorusuna cevap bulabiliriz. İman öncelikli olarak kalbin tasdiki, kabullenişi ve rıza göstermesidir. Yakın, gönülden teslimiyet, samimi­yet, sevgi, korku gibi duygular kalbin tasdik işlevine eşlik eder­ler. İnsanın şuurlu ve bilinçli hareket etmesini sağlayan akıl da zihinsel faaliyetiyle kalbin tasdik ettiği şeyleri bilgisel olarak doğrular. Kalbin tasdik ettiği ve zihnin doğruladığı esaslar dış görüntüler olarak insanın söz ve davranışlarına yansır.
Yüce Allah, İmanın, ahenkli ve bütünlük arzeden bu mut­lak yapısını, bünyesini, her yönüyle kusursuz, mükemmel bir ağaca benzetir.
“Allah'ın sana nasıl misal verdiğine baksan ya; Güzel bir söz, kökü sağlam, sabit dalları gökte güzel bir ağaç gibidir.”[255] Güzel bir kelimenin, güzel bir ağaca benzetildiği bu ayette mûrsel ve mücmel teşbih sanatı vardır. Allah (cc) iman kelimesini güzel bir ağaca benzetmiştir.”[256] Yukarıda boyutlarını verdiği­miz mutlak iman teşbih sanatı uyarınca “güzel bir ağaca” şöyle­ce yerleştirilebilir. İmanın görünmeyen kalpte ve zihinde gizli olan psikolojik boyutu, ağacın toprağın altında kalan köklerine  karşılık gelir. İmanın görülebilen fizyolojik tezahürleri de ağacın dallarına ve meyvelerine tekabül eder. [257]
“Ey Rabb'imiz, sen bunları boşuna yaratmadın, sen bundan pak ve münezzehsin, bizi ateşin azabından koru. Ey Rabb'imiz, hakikat Sen kimi o ateşe sokarsan şüphesiz onu rezil ve rüsvay edersin. Orada zalimlerin hiç bir yardımcıları da yok­tur. Ey Rabb'imiz doğrusu biz, Rabb'inize inanın diye imana çağıran bir davetçi işitip hemen imana geldik. Ey Rabb'imiz, senin peygamberlerine karşı va'dettiklerini ver bize. Kıyamet gününde yüzümüzü kara çıkarma. Şüphe yok ki sen asla sözün­den dönmezsin. Nihayet Rab'ları onların dualarını şöyle icabet etti: İçinizde gerek erkek gerek kadın ki, kiminiz kiminizden meydana gelmedir. Hayırlı bir iş yapanın amelini ben elbette boşa çıkarmayacağım. İşte hicret edenlerin, yurtlarından çıkarı­lanların, benim yolumda işkenceye, hakarete, ziyana uğrayanla­rın, muharebe edenlerin ve öldürülenlerin de, yemin olsun suç­larını örteceğim. Ve yemin olsun, Allah katından bir mükâfat ol­mak üzere, onları altından ırmaklar akan cennetlere de sokaca­ğım. Daha büyük ve güzel mükâfatlar ise Allah'ın yanındadır.” [258] Bu âyetler zincirinde kendilerine yapılan iman davetini kabul eden, hayırlı ameller işleyen, cihat ve hicret gibi fedakâr­lıkta zirveye erişen müminler nitelendiriliyor. Bu müminlerin şahsında imanın kalbdeki psikolojik boyutu, dışa yansıyan amel boyutu belirtiliyor.
Hakiki iman, İnsanın içine sinmiş, kalbine yerleşmiş, benliğiyle bütünleşmiş, Yaratıcı ile yaratılanlar arasında iyi ameller vasıtasıyla münasebet kurma gücü olmuştur. Böylece, Kur'ân'ın işaret ettiği gibi iman iç ve dış olmak üzere iki ayrı unsurdan teşekkül etmiştir. Ancak bu iki unsurun sentezi ile ha­kiki iman gerçekleşmiştir.[259]
“İslâm beş şey üzerine dayalıdır.”[260] hadisi ana hatlarıy­la iç ve dış olmak üzere imanın her iki boyutunu içerir. Hadiste geçen “İslâm” kavramı bütün boyutları ihtiva eden mutlak imanm kargılığıdır. Bu kavramın kapsamına giren beş temel madde şunlardır.
1. İman,
2. Namaz,
3. Zekat,
4. Hac ve
5. Oruç.
“İs­lam” kavranu en geniş ve kapsamlı sahayı temsil eder. “İman” kavramı ise, en mühimi olmakla birlikte “İslam”ın küme ele­manlarından birini teşkil eder. Diğer dört eleman ise zahirî amellerdir. Bu noktadan hareketle kişinin İç imanı ve dış eylem­leri arasındaki alâka gündeme getirilmiştir. [261] “îman” kavramı imanın iç boyutunu, diğer dört amel de imanın dış boyutunu temsil etmektedir.
İmanın psikolojik ve fizyolojik iki boyutu “Cibril hadîsi” diye bilinen haberde açıkça farkedilir. “Resûlüllah bir gün in­sanlarla beraberken bir adam -Cebrail- kendisine gelerek,
“İman nedir?” diye sordu. Resûlüllah,
“İman; Allah'a, meleklerine, Allah'a kavuşmaya, pey­gamberlerine, öldükten sonra dirilmeye inanmaktır,” karşılığını verir. Bunun üzerine o kimse,
İslam nedir? diye sordu. Resûlüllah da,
“Allah'a ibadet etmen, O'na ortak koşmaman, namazı kılman, farz olan zekâtı vermen, Kabe'yi hacetmendir,” cevabını verdi.
Aynı şahıs tekrar,  
İhsan nedir? diye sorduğunda Hz. Peygamber.
“Allah'a O'nu görüyormuş gibi İbadet etmendir. Çünkü sen O'nu görmüyor olsan da O seni görüyor, buyurdu.” [262]Gö­rüldüğü gibi hadisi şerifte inanış unsurları, ibadetler ve bunlar yerine getirilirken sahip olunması gereken ruh ve mana belirtil­mekledir. “İman” ve “İhsan” kavramlarıyla imanın psikolojik, iç yapısına ilişkin hususlar ifade edilirken. “İslam” kavramıyla da imanın fizyolojik, dış tezahürlerine dair unsurlara işaret edilmiş­tir.
Hz. Peygamber şöyle buyurur; “İman yetmiş küsur dala ayrılır. Bu dalların en yükseği Lâilâheillallah demek ve en alttakisi de gelip geçenleri rahatsız eden şeyleri yoldan kaldırmaktır. Utanmak da imanın dallarından biridir.”[263]İman kavramının burada, imanın hem psikolojik, hem de fizyolojik boyutu kapsa­dığını, kalbde yer edinen Lâilâheillallah olgusunun, güzel amel­ler ve tutumlar şeklinde dışa yansıdığını görüyoruz.
Rivayet edildiğine göre bazı hanım sahabilerin “erkekler Kur'ân'da zikrolundukları halde, biz neden zikrolunmuyoruz” veya, Peygamber hanımlarının Kur'ân'da zikredilmesi üzerine “bizlerde hayır olsaydı, bizier de zikrolunurduk” demeleri üzeri­ne nazil olan [264]“Müslüman erkeklerle, müslüman kadınlar, mümin erkeklerde mümin kadınlar, itaatkâr erkeklerle itaatkâr kadınlar...”[265] âyetinde “iman” ve “İslâm” kelimeleri farklı içe­riğe sahiptir. [266] İman Allah'ın ayetlerini tasdik etmek ve inan­cının doğruluğunu ortaya koymaktır. Bu iman insanı güzel dav­ranışlarda bulunmaya, ibâdete sevkeder, böylece itaatkâr olur. [267] İman kavramı psikolojik boyuta işaret ederken “itaat' olgusuyla fizyolojik boyut kastedilmiştir. Bu durumda “İslâm” kavramı her iki boyutu da kapsamaktadır.
“Gerçek iyilik, yüzlerinizi doğu ve batı tarafına çevirme­niz değildir. Asıl iyilik, o kimsenin iyiliğidir ki. Allah'a, âhire! gününe, meleklere, kitaplara, peygamberlere inanır. Allah rızası için yakınlara, yetimlere, yoksullara zekât verir. Andlaşma yap­tığı zaman sözlerini yerine getirir. Sıkıntı, hastalık ve savaş za­manlarında sabreder. İşte doğru olanlar, bu vasıfları taşıyanlar­dır. Muttakiler ancak onlardır.” [268] Ayette İslâm'ın temel iman ve amel konuları özetlenmiştir. [269] İbn Teymiyye âyette geçen el-birr kelimesinin iman manasına geldiğini deliller de getirmek suretiyle isbata çalışır. Bir (iman) olgusunun içeriğini oluşturan unsurlar; âyeti kerimede belirli hususlara İman etmek ve yapılması istenen eylemleri gereğince yerine getirmek olarak açık­lanmıştır. Bu unsurların ilki imanın psikolojik boyutunu, İnanan kimsenin iç yapısını belirtmektedir. Eylem olarak sıralanan di­ğer bütün unsurlar da bu psikolojik boyutun çeşitli somut teza­hürleridir. Kur'ân bu iç ve dış boyutları bir bütünün ayrılmaz parçaları kabul etmektedir.[270]
Konumuzun başından beri “iman” ve “İslam” kavramları­na değişik âyet ve hadislerle farklı içerik ve manalar yüklendi­ğini görüyoruz. Biz kelâm alimlerinin bu konudaki tercih ve tar­tışmalarına, görüş ayrılıklarına girmeden ana hatlarıyla genel olarak maksadımızı anlatmaya gayret ettik. [271]

A. İmânın İç (Psikolojik) Boyutu


İmanın psikolojik boyutu zihinsel, duygusal ve İradî ol­mak üzere üç temel unsurdan oluşur. Bir şeye inanan kimsenin tasdik ve kesin bilgi derecesinde o şey hakkında bilgi sahibi ol­ması gerekir. Korku ve sevgi gibi duygulan içeren duygusal un­sur da iman'in muhtevası içinde yer alır. Yine insanı inancı doğ­rultusunda amel etmeye sevkeden irade olgusu imanın psikolo­jik unsurlarından birini teşkil eder. [272] Bu üç unsur içerisinde en girift ve çeşitlilik arzedeni ise duygusal boyuttur. Duygusal bo­yut, sevgi, korku (takva), tam bir teslimiyet, ihlâs, yâkin, güven gibi hislerden teşekkül eder.
Psikolojik boyutuyla insan kalbinde ve zihninde yer eden iman. sağlam şuur, anlayış, duygu ve düşünce atmosferi içeri­sinde insanın benliğini sarar, akılla birleşmek suretiyle bütün değerlerin üstüne çıkar. Fedâkârlık duygusu zirveye ulaşır. Allah sevgisi ve O'na kavuşma arzusu kalpte kökleşir. [273] Çünkü “Allah onların kalplerine imam yazmış, onları kendinden bir ruh'la desteklemiştir.” [274] Allah (cc)'ın “imanı kalpte yazmış olması”, orada yerleştirmesi demektir. [275] Bundan imanın kalbin bir işlevi olduğu anlaşılıyor [276] Psikolojik boyutuyla ima­nın yerleştiği yer kalptir. Ameller imanın fizyolojik görüntüleri­dir. Dolayısıyla kalbe yerleşmiş olan imanın tehdit ve zorlamay­la sökülüp atılması imkânsız gibidir [277] Nitekim “Dinde zorla­ma yoktur. Hak yol, batıl yoldan ayrılmıştır. Kim tağutu inkâr eder, Allah'a inanırsa, kopması mümkün olmayan en sağlam kulpa tutunmuş olur. Allah hakkıyla işiten hakkıyla bilen” [278] inkâra zorlanan kimsenin dil ile yapmış olduğu inkâr kalbdeki imanı etkilemez: “Kalbi iman ile dolu iken, küfre zor­lanan müstesna olmak üzere, kim iman ettikten sonra küfre sine açarsa Allah'ın gazabı onların üzerindedir. Onlar için en büyük azap vardır.” [279] Ayetlerde ifade edilen “imanın kalbi mekan edinme” olgusu imanın psikolojik, insan için gizli kalan boyutu­dur: Allah kime doğru yolu gösterir, imana muvakkak kılarsa, onun kalbini İslâm İçin açar.”[280]
Psikolojik boyutuyla iman Hakk'ı tanımayı ve bilmeyi, benimsemeyi, doğrulamayı ifade eder [281] İnsan Allah'a yönel­diği zaman her şeyden önce inandığı Zât'ı bilmeyi arzu eder. [282] Bu bilmenin yanında güven, teslimiyet, sevgi, ihlâs, yâkin gibi kalbi amellerle tasdik gerçekleşir.[283]

 

l. Kalb İle Tasdik


İman, kelime olarak kabullenmek yani tasdik etmek anla­mını taşır.[284] Kişi kendi irade ve isteğini kullanarak, kararlı bir şekilde tasdik eylemini gerçekleştirir. İman olgusunun taşımış olduğu bu manadan hareketle Ehi-i sünnet alimlerinin önde ge­lenleri imanı kalbin tasdiki kabul etmişlerdir.
Yüce Allah'ın âyetlerine karşı insan şu iki tutumdan biri­ni sergileyebilir; ya bunları doğrular ya da tekzib eder, yalanlar. İnsanın takınabileceği bu tutumlardan herbiri doğrudan doğruya ya imanla veya inkarla ilişkilidir [285]Kalbde doğup kök salmış bir imanı tanımlayan unsurdur tasdik. Kalbde yerleşmiş inanç mutlaka bu unsuru taşır. İçten gelen, tartışmasız, pürüzsüz, sağ­lıklı, kararlı bir kabullenişi, doğrulamayı ifade eder. Nitekim Kur'ân-ı Kerim'de iman ediyor olmayı, inanılacak esasları tas­dik etme, kabullenme, benimseme şartına bağlar.
“Doğruyu getiren ve onu tasdik edenler, işte onlar, tavka sahiplerinin ta kendileridir.”[286] Doğruyu, inanılacak, tasdik edilecek esasları getiren Resûlüllah veya Cebrail'dir. Bu esasları tasdik eden doğrulayanlar ise başta yine Resûlüllah olmak üzere bütün müslümanlardır.[287]
“Allah, iman edenlere, namusunu koruyan İmran'ın kızı Meryem'i de misal gösterir. Biz ona, ruhumuzdan üfledik. O, Rabb'inin sözlerini ve kitaplarım tasdik etmişti ve itaatkâr olan­lardandı.” [288] Hz. Meryem'in peygamberlere inen vahiyleri doğruladığı, tasdik ettiği vurgulanıyor.[289]
“Hesap gününe kesin bir şekilde inananlar” âyetinde ge­çen yusaddikûne ifadesi, kesin bir şekilde iman ederler,[290] dav­ranış ve eğilimleriyle tasdik ederler anlamına gelir.[291]
Sözkonusu âyetlerde iman olayının kalbde doğan ve karar kılan iradeli, içten bir doğrulama şartına bağlandığını görüyo­ruz. Doğrulamamak, yalanlamak ise iman etmenin zıddıdır.
“İnkarcı insan ne iman etti ne de namaz kıldı.” [292] âyetin­de geçen felâ sadeka ifadesi, iman etmedi [293] kalbiyle hakkı yalanladı, [294] Kur'ân’ı ve elçiyi doğrulamadı [295] anlamını içe­rir.
İman edilmesi gerekli esasları tasdik etmek iman etmek demektir. Kişi iradesini bu yönde kullanır, seçimini tasdik etme, doğrulama, kabullenme yönünde yaparsa kalbinde iman yerle­şir. Eğer tasdik etmez, yalanlarsa iman etmemiş olur. İnanıyor veya inanmıyor olmasının bu kadar açık, net ve sabit ölçüsü olan tasdik, imanın psikolojik, kalbî boyutunu oluşturur. [296]

2. Zihinsel Boyut


Akıllı olmak, iman etmekle yükümlü olmanın esasını teş­kil eder. Dolayısıyla iman fiiliyle zihinsel çaba arasında bir iliş­ki olduğu muhakkaktır. Tanrı fikrine ulaşan insan için, Tanrı, bir iman objesi olmanın yanında, zihinsel faaliyete konu olan fikrî bir obje, dedüktif bir hakikat olmaktadır. Akıl ve düşünce Tanrı kavramının şuura nakledilmesinde olduğu gibi, kazanılmış bu­lunan imanın, şuurda muhafaza edilmesinde de önemli bir rol üstlenir.[297]
Henüz çocukluk devresinde insanın zihninde çevrenin de tesiriyle belirli itikatlar ve inançların oluşmaya başladığı bir gerçektir. Kendisine öğretilen dinî inançları olduğu gibi kabul eder, benimser. Fakat büyüdükçe, aklın ve tecrübenin müdaha­lesi başlar. Öğrendikleriyle, bilgi ve tecrübeleriyle mantıksal analizlerde bulunarak inanmaya, dinî davranışlarını iyice düşünerek yapmaya başlar.[298]
Kur’an-ı Kerim itikad olayının aklî bir eylem olduğunu, iç gözleme (basirete) ve düşünmeye dayandığını söyler.
“De ki! Benim yolum işte budur: (İnsanları) bir basiret ve aydınlık içinde Allah'a çağırıyorum. Ben ve bana uyanlar böyle yaparız.”[299] Kur'ân-ı Kerim'in, insanı imana davet yolu, basi­ret, kesin bilgi ve delile dayanmaktadır. [300]Körükörüne hislere kapılmak değil, bilinçli bir iman daveti öngörülmektedir.[301]
“Habibim de ki: Ben size ancak birtek şeyi tavsiye ede­rim; o da teker teker veya ikişer ikişer Allah'ın huzurunda dur­manız, sonra da düşünmenizdir.”[302] Kur'ân-ı Kerim bu âyette Hz. Peygamber'e iman noktasında insanların meseleyi nesnel bir şekilde ve derinlemesine [303] düşünme, yorumlama ve çö­zümleme cihetine gitmelerini öneriyor. [304] Bilgi ile iman birbir­leriyle sıkı sıkıya ilişkilidirler. Aralarındaki ilişki nedensizlik ilişkisidir yani bilgi imanın nedenlerinden biridir. Kalben iman etmek bilgi değildir, fakat bilgi kişiyi kalben tasdik etmeye götüren sebeplerden bir tanesidir.[305] Bu hakikate bağlı olarak Kur'âri-ı Kerim Yüce Allah'ın hem kâinattaki kevnî âyetleri, hem de vahiy olarak gönderdiği âyetleri üzerinde düşünmeyi ve akıl yürütmeyi salık verir.
“Yeryüzünü döşeyen, orada sabit dağlar, tatlı sular yara­tan ve her türlü mahsulden çift çift yetiştiren Allah'tır. O, ge­ceyle gündüzü perdeler. Şüphesiz ki bunda düşünen bir kavim için nice deliller vardır.”[306]
“Onları, mucizelerle ve kitaplarla gönderdik. Sana da Kur'ân'ı indirdik ki, insanlara vahyedilenleri açıklayasın. Belki düşünürler.”  [307]
Gerek kâinattaki âyetler üzerinde gerekse vahyedilen âyetler üzerinde “düşünerek aklı kullanmak,” [308] ya'kılûn, yetefekkerûn gibi ifade kalıplarıyla Kur'ân'da yer almıştır. Dü­şünerek ve akıl yürüterek bilgi sahibi olmanın insanı imana gö­türen sebeplerden biri olduğu gerçeği göz önünde bulundurul­duğunda tefekkür âyetlerinin önemi daha iyi anlaşılır.
Fakat şu bir gerçektir ki, sadece Hakk'ı biliyor olmak iman etmek için yeter sebep değildir. [309] Bilgiyle birlikte kalbin eyleminin de bulunması zorunludur. “Çünkü nefsin iki gücü vardır.
1) “Uygun” ile “zıt” olanı fark edip algılamak, bunları bilip tasdik etmek
2) Uygundan hoşlanıp zıttan nefret etmek. Hareket korku ile umudu, “tutmakla”, “karşı olma”yı algıla­maktan doğar. Uygunu algılamak hazzı, ferahlığı ve sevinci ge­rektirir. Zıt ve ters olanı algılamak da elemi ve kederi gerektirir.[310]
Kur'ân-ı Kerim, iman kalbde yer etmedikçe, insanın vic­danına nüfuz etmedikçe, gönlün derinliklerine kök salmadıkça, sadece aklî bilgi ile yetinilemeyeceğini söyler. Çünkü “Hakikat”i yalnızca aklî bir marifet olarak algılayan kimse ya onu önemsiz bir şey olarak değerlendir, ya da hoşa gitmeyen acı bir gerçek olarak görür. Tıpkı seven ve arzu eden bir kişi olmadığı halde, sevgi ve arzunun manasını anlamaya çalışan kimse gibidir.
İnsanlardan pek çoğu, hakikati bildiği, Allah'ın âyetlerini açık bir şekilde gördüğü halde inanmamıştır ve inanmamaktadır. “Ehl-i Kitap'tan çoğu hak kendilerine besbelli olduktan sonra, ruhlarındaki hasetten ötürü, iman etmenizden sonra sizi küfre döndürmek hevesine düştüler.[311]
“Vicdanları bu âyetler hakkında tam bir kanaat sahibi ol­duğu halde zulüm ve kibirlerinden dolayı onları inkâr ettiler. Şimdi bak! Fesatçıların sonu nice oldu.”[312]
İman olayında akıl ile kalbin mutlaka birlikte hareket et­mesi lâzımdır. Bununla birlikte şunu da belirtmek gerekir ki. Kur'ân-ı Kerim bilgiyi iman için ilk unsurlardan saymıştır. “Allah'tan kulları içinde ancak âlimler korkar.”[313]

2. İrâde Boyutu


İrâde, nefsin, bir şeyi isteyerek, onun yapılması ya da yapılmaması lâzım geldiğine dair hüküm vermesi şeklinde tarif edilir.[314] İnancın teşekkülünde irade faktörünü ön plana çıka­ran birtakım düşünürler, antik çağdan günümüze kadar var ola­gelmiştir. Bunlar itikad sahasında kabul ve rızanın tamamıyla irâdenin bir ürünü olduğunu, irâdenin insanı bir güven noktası­na getirdiğini dolayısıyla inancın irâdenin eseri olduğunu ileri sürmüşlerdir. Onlara göre, irâde inanç sahasında büyük bir fak­tördür ve insan sadece inanmayı istediği için inanabilir. İnancı irâdeye dayanarak izah etmeye çalışanların başında William Ja­mes gelir.[315]
Dine muhatap olan bir kimse için inanmak veya inkâr et­mek, aynı zamanda irâdenin bir eseridir. Aslında “inanmak isti­yor ve inanıyorum” şeklinde bir kararla, “inanmak istemiyor ve inkâr ediyorum” tarzında bir kararın irâde açısından birbirinden farkı yoktur. Bu husus göz önüne alındığı takdirde, iman olayın­da ilk ve aslî görevi irâdenin üstlendiği görülür. İman basit bir kalbî tasdikten ibaret değildir. îmanın insan kişiliğinde teşekkül etmesinde olduğu gibi, teşekkül etmiş bu imanın korunmasında da iradî mekanizmanın işleyişi etkin bir rol oynamaktadır.[316]
İman etme olayında irâde boyutu doğrudan zihinsel bo­yutla temas halindedir: İradeyi iman etme yönünde kullanma­dan önce bir tasarım evresi geçer. Zihinde bu tasarının istenip istenmediği tartışılır. İman etme yönünde bir karara varılır ve bu karar uygulanır.
Kur'ân-ı Kerim iman eyleminde irâdenin yapmış olduğu tesirin önemine dikkat çeker.
“De ki; buna karşı sizden, Rabb'ine doğru bir yol tutmayı dileyen kimseler olmanız dışında, herhangi bir ücret istemiyorum.”[317]
“İbret almak veya şükretmek dileyen kimseler için gece ile gündüzü birbiri ardınca getiren de O'dur.”[318]
“İşte bu anlatılanlar, şüphesiz bir öğüttür. Artık kim diler­se Rabb'ine varan bir yol tutar.” [319]
“Hayır! Çünkü değerli ve güvenilir kâtiplerin elleriyle ya­zılıp tertemiz kılınmış, yüce makamlara kaldırılmış mukaddes sahîfelerde yazılı bu âyetler bir hatırlatma ve öğüttür. Dileyen onu dinler de ders alır.”[320]
Yüce Allah kâinattaki âyetleri ve vahiy olarak gönderdiği âyetleri insanların zihinlerine ve kaiblerine arzediyor. Ve irade­lerini iman etmeleri yönünde kullanmalarım istiyor, fakat onları bu konuda serbest bırakıyor.
Yine, “Dinde zorlama yoktur...” [321] Evet insan hayatında, hür irâdenin evrensel yerini ve değerini göstermektedir. İslâm'a girmesi için kimseye baskı ve zorlama yapılmaz. Ancak irade hürriyeti ve seçme imkanı verilir. [322]
Din insanların hür vicdanlarıyla seçip bağlanacakları bir kurumdur. İnsanı zorla imana sokmak imkansızdır. [323] Dinin as­lı kalb ile tasdiktir. Bu sırf rıza ve hüsnü ihtiyar meselesidir.[324]
Allah (cc) insanın irâdesine o kadar büyük değer vermiş ki, iman konusunda, hidâyet ve dalâlet hususunda onu kendi ba­şına bırakmıştır. Dolayısıyla imana girerken ve girdikten sonra imanın devamlılığının sağlanmasında iradenin büyük rolü vardır. [325]

4. Duygusal Boyut


Duygu ve heyecanlar, insan davranışlarının önemli etkenleri arasında yer alır. [326] Üç çeşit duygunun varlığından söz edi­lir: Heyecan, duygu ve tutku. Gerçekte bir davranış yapısı olan duygular, doğrudan ya da dolaylı bir şekilde, iç ve dış nedenlere bağlı olarak doğarlar. Kendilerini İlk uyaran uyartı yok olsa bile, varlıklarını devam ettirirler. Davranışın amaca yönelmesin­deki katkılarının büyüklüğü ve önemi yadsınamaz. [327]Duyguların inanç üzerinde büyük tesirleri vardır.[328] Öyle ki, duygucu teoriler, genellikle, inancı bir duygunun eseri (kalp işi) saymış­lardır. Bu teorisyenlerin başında da Schleiermacher gelir.[329]
İman ile his ve heyecanlar arasında kuvvetli bağlar mev­cuttur. Her türlü aktiviteye kalbin muharrik merkez olarak gös­terilmesi de, dinin psişik muhtevayı esas aldığının bir gösterge­sidir. İnanma fenomeniyle ilişkili, geleceğe yönelik psikolojik birer hal olan korku ve ümit dinî hayatta hareketlilik sağlayan iki temel unsurdur. Kalbin arzuları, hayatın temeli olduğuna gö­re, dinî inançlar da, bir bakıma, kalbin istek ve arzularının ilâhî bir normda eritilmesi, kutsal bir sisteme bağlanması demektir. Aynı zamanda dinî hayatın birey için en değerli yönü, dinî nite­likli heyecan ve duygulardır. İman halinin kazanılması ve geliş­tirilerek yaşatılması daha ziyade hissî unsurlarla mümkün ol­maktadır. Duygu ve heyecanlar insanın yapısında mevcut aslî birer fenomen olduğundan dolayı, fert bütünlüğüyle gerçekleşti­rilen iman fiilinin bu elemanlardan da pay alacağı muhakkaktır.[330]
Duyguların (kalb amelleri) imana eşlik etmesi gerekir. Böylece Allah'ı ve Resulü’nü sevmenin, Allah'tan korkmanın, Allah'ın sevdiğini sevip sevmediğini sevmemenin, her şeyde Allah'a güvenmenin imanın bir unsuru olduğu görülecektir.”[331] Çünkü henüz görünür ameller şeklinde iman meyvelerini ver­meden önce ruhta, ihlâs, sevgi gibi meyvelerin olgunlaşması lâ­zımdır. [332] Kalb âmellerindeki yani imanın duygusal dokusun­daki bir eksiklik dışarıya itaat olarak değil, isyan şeklinde teza­hür edebilecektir. Meselâ Allah'a olan sevgi ve saygının, korkunun bir an için olmayışı kişiyi isyana sevked e bilecektir. Eğer kalbinde Allah sevgisi ve korkusu iyice kök salmış ol­sa, bu duygular onun isyanını frenleyebilecektir. Zinakâr, zi­na ederken, hırsız hırsızlık yaparken, imanın bu ve benzeri bo­yutlarından soyutlanıyor, imanın bazı unsurları eksiliyor diyebiliriz.[333]“Zina eden, mümin olduğu halde zina etmez; hırsızlık yapan, mümin olduğu halde hırsızlık etmez, içki içen kişi mü­min olduğu halde içki içmez” [334] hadis-i şerifi imandan bazı unsurların eksildiğine, fakat imanın bütün boyutlarının yok ol­madığına işaret ediyor olabilir. Çünkü, “Zina etse de, hırsızlık yapsa da, “Lâilâhe illallah” diyen cennete girecektir.” [335] buyrulmaktadır. Zina fiilini irtikab etmiş olmaya rağmen imanın iç boyutunun tamamen ortadan kalkmadığına işaret ediliyor. Belki insan zihinsel olarak iman etmeye, kalben tasdik, dil ile ikrar et­meye devam ediyor ama, kalbî tastikde zayıflama veya ona eşlik eden duyguların işlevsiz kalması söz konusu olabilir. Şöyle ki, tam bir teslimiyet, Allah'a sonsuz sevgi ve saygı, Allah'tan ittikâ gibi duyguların zayıflaması, işlevsiz kalması sözkonusu olabilir. Bu duyguların güçlü olduğu durumlarda kişi nefsinin arzularını dizginlemeye ve imanın sesini dinlemeye daha kabili­yetli ve muktedir olur. [336]

 

a) Sevgi


Dostluk ve sevgi duygusunun ifade edildiği kavramlardan birisi de el-hubb kelimesidir. Zıddı ise. buğz ve nefrettir.[337] Sevgi, imana eşlik eden duyguların başında gelir. Kur'ân-ı Ke­rim sevgiyi imanla birlikte değerlendirmiş. Allah'ı sevmeyi, Al­lah sevgisiyle iyi işler yapmayı mümin olmanın ayırıcı nitelikle­rinden biri saymıştır.
İman, kişinin bütünüyle benliğini Allah'a hasretmesi, adaması demektir. Bu ise sevgiye dayalı bir güdüsel etkinliğin oluşmasına bağlı olarak gerçekleşir. Kendisine sevgi duygusu­nun da eşlik ettiği iman, inanan kimsede başka bir yolla müm­kün olmayan bağlılığı ve itaati meydana getirir. Ayrıca bu bağlılığı devamlı ve zevkli kılar.[338]
“Dinî sevgi temelde, insana lütfettiği sonsuz nimetler kar­şılığı Allah'a duyulan derin minnettarlık ve şükran hisleriyle ya­kından ilgilidir. Bunun tamamlayıcısı olan Allah korkusu da, bu nimetlerin gerektirdiği itaat ve kulluğu gereği gibi yapamama­nın doğurduğu hassas bir sorumluluk hissinin ifadesidir. Her iki duygu da dinî imanın ayrılmaz unsurlarıdır. İster minnettarlık ve sevgi temeline, isterse vazife ve sorumluluk, korku ve çekinme duyguları temeline bağlı olarak yaşansın iman, insanın kendi kendisiyle giriştiği iç mücadelede Allah'ın iradesi yönünde bir sonuca ulaşılmasıyla tam bir yapı kazanır. Benlikteki çatışmayı sona erdirecek ve tam teslimiyeti gerçekleştirecek bir irade ha­reketi, ilâhi sevgi ve korku ile beslenen dinamik bir kaynağa sa­hiptir. Fakat ruhî gelişimin daha ileri safhalarına ulaşıldığı za­man, çatışmalar son bulmakta ve Allah sevgisi dinî hayatı yöne­ten temel bir güdü olarak süreklilik ve etkinlik kazanmaktadır. Artık bu, Allah için bütün başka değerlerin terkedildiği, benli­ğin bütünüyle Allah rızasına hasredildiği bir merhaledir. Al­lah'ın, kişinin bütün şahsi hayatına hâkim duruma geldiği ve aynı zamanda “aşk” denilen psikolojik halin yaşandığı bir mer­haledir. Allah aşkı, ilâhî irâde için kendi isteğinden, başkaları­nın iyiliği için kendi bencil düşüncelerinden vazgeçerek, tesli­miyet ve bağlılığın zirvesine yükseliştir. Allah sevgisi, Allah için bütün değerleri feda etmek demektir. Bu Allah uğruna ra­hat, huzur, servet, şöhret, itibar ve en sonra hayat değerlerinin terkedilmesiyle gerçekleşir.” [339]“ Nitekim Kur'ân-ı Kerim'de, “De ki, eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hı­sım akrabanız, kazandığınız mallar, kesada uğramasından kork­tuğunuz ticaret, hoşlandığınız meskenler, size Allah'tan Rasûlü'nden ve Allah yolunda cihad etmekten daha sevgili ise, artık Allah emrini getirinceye kadar bekleyin. Allah fasıklar toplulu­ğunu hidâyete erdirmez.” [340] Yüce Allah'a iman kalbin bütü­nüyle O'na yönelmesini, O'nun sevgisiyle dolmasını, gönüllere O'nun hâkim olmasını, gönüllere şevk ve heyecan veren şeyin O olmasının gerekli kılar.[341]
Allah'a olan imanına bağlı olarak kişi Allah'ı sevmek du­rumundadır. Allah'ı sevince, Allah'ın sevdiği tarzda hareket et­mesi O'na ittiba etmesi lâzımdır. Kendisine ittiba edeni de Yüce Allah sevecektir. “Habibim de ki: Eğer Allah'ı seviyorsanız he­men bana uyun ki, Allah'da sizi sevsin ve suçlarınızı örtsün. Çünkü Allah çok affedici ve esirgeyicidir.” [342]
İnsan nefsi kemâle aşıktır, ona meyleder sevgi besler. Kul gerçek kemalin Allah'ta olduğunu bildiği zaman, sevgisi Al­lah'a yönelir. Bu ise, Allah'a itaati, O'na yaklaştıracak şeylere rağbet etmeyi beraberinde getirir.[343]
İlâh edinme konusunda sevgi son derece önemli bir un­surdur. Hem batıl tanrıların ilâh edinilmesinde, hem de Yüce Allah'a iman etmede sevgi duygusu belki önemli faktördür.
İnsanlardan kimi, Allah'tan başka eşler tutar. Allah'ı sever gibi onları severler. [344] “İman edenlerin Allah'a sevgisi ise her şeyden sağlamdır.”[345]
Ayette müminlerin Allah (cc)'a olan sevgisinin devamlı olduğu belirtiliyor. [346] Müminler hakikatte sevgiye lâyık varlık olan Yüce Allah'ı içtenlikle severler.
Kalbde imanın,var olabilmesi için, diğer kalb amellerinin (duygusal boyut) yanında Allah ve Resulünü sevmek de zorun­ludur. “Ey iman edenler, içinizden kim dininden dönerse Allah, müminlere karşı alçak gönüllü, kafirlere karşı onurlu ve zorlu, kendisinin onları seveceği, onların da kendisini seveceği bir kavm getirir ki, onlar Allah yolunda savaşırlar ve hiçbir kınaya­nın kınamasından çekinmezler.”[347] Allah ve Resulünü sevme­yenin imanı tamam olmaz ve bu kimse imanın verdiği yüksek manevî hazza erişemez.
“Üç şey kimde bulunursa, imanın halâvetini, zevkini, tat­lılığını bulur.
1) Allah'ı ve Resulünü herşeyden fazla sevmek.
2) Bir kimseyi ancak Allah için sevmek,
3) Allah onu kurtardıktan sonra ateşe atılmayı kötü gördüğü gibi, küfre dönmeyi kötü görmektir.[348]
Bu özellikleri,taşıyanların imanı sağlıklı, nefsi mutmain ve içi huzurlu olur. İmanın neşesi kalbi kaplar. Bir ilâh olarak Yüce Allah'ı Peygamber olarak Resûlüllah'ı ve aynı sevgiyi ve inancı taşıyan müminleri sevmek; küfürle ilgiü olan her şeye karşı sevginin zıddı bir tutum sergilemek hakiki imanın duygu­sal boyutlarındandır.
Allah'ın Elçisi'ni sevmek, imanın duygusal boyutunu ta­mamlayan sevgi unsurunun kapsamına girer. Yukarıda vermiş olduğumuz âyet-i kerimelerde bu hususu görmekteyiz.
“Sizden birinize ben, ana ve babasından, çocuğundan ve bütün insanlardan daha sevgili olmadıkça, o kimse mümin olamaz.”[349]
İnsan fıtrî ve duygusal olarak, ister istemez ana-babasına, çocuğuna sevgi duyar. Bunun için harici bir motive gerek yok­tur. Fakat kişinin peygamberi sevmesi doğrudan kalbindeki imanla bağlantılı bir olaydır. İman açısından sevgi olgusunu de­recelendirdiğimizde peygamber sevgisi ana-baba, çocuk sevgi­sinden önce gelir. Hatta ana-baba ve çocuklar inkarcı olurlar, peygamberle bunlar arasında bir tercihte bulunma sözkonusu olursa iman kaynaklı peygamber sevgisi ağır basar.
Allah ve Resulünü sevmek gibi, müminleri de sevmek imanın bir gereğidir. Kur'ân-ı Kerim'de bu esas şöyle ifade edilmektedir: “Sizin dostunuz ancak Allah'tır, Resulüdür, iman edenlerdir; onlar ki Allah'ın emirlerine boyun eğerek namaz kı­lar, zekâtı verirler.”[350]
İman, müminler arasında sevgi ve dostluk bağının varlı­ğını zorunlu kılar, Müminlerle Allah düşmanları arasındaki iliş­kilere de sınırlama getirir.
“Muhammed Allah'ın elçisidir. Beraberinde bulunanlar da kâfirlere karşı çetin, kendi aralarında merhametlidirler...”[351]
İman güçlü olunca, unsurları arasında karşılıklı uyum ve ahenk, bağımlılık mevcut olur. Zayıf imanın unsurları arasında ise bu sıkı bağlılık görülmez. Kalbdeki inanç ve sevgi güçlü olunca, bu durum kendiliğinden Allah düşmanlardan nefret et­meyi, onlara karşı sevgi beslememeyi gerektirir.[352]
“Eğer onlar Allah'a, Peygamber'e ve o'na indirilen ger­çeklere inansalardı, o inkarcıları dost edinmezlerdi.”[353]
“Allah'a ve âhiret gününe inanan bir toplumun babaları, oğulları, kardeşleri veya akrabaları bile olsa Allah'a ve Resulü­ne düşman olanlarla dostluk kurduğunuzu görmezsin. Onlar o kimselerdir ki, Allah kalblerine imanı yazmış ve onları kendin­den bir ruh ile desteklemiştir.[354]
“Ey Müminler, sakın benim ve sizin düşmanlarınızı dost edinip onlara sevgi ile yaklaşmayınız.”[355]
Böyle kimselere sevgi beslemek imanın gerekleriyle çeli­şir. Kâfirlere muhabbet etmek bir anlamda küfre muhabbet anla­mına gelir. Küfre muhabbet ile imanın bir araya gelmesi ise asla mümkün olmaz.[356]
Hem hak dine iman etmek, hem de bu dine düşman olan kimselere sevgi beslemek gibi birbirine zıt iki tavrın bir kimse­de aynı anda bulunması imkansızdır. Bir yanda iman, diğer yan­da Allah ve Resulünün düşmanlarına sevgi beslemek gibi bir ta­vır olamaz. Bir kimse hem kendi nefsini, hem de nefsinin düş­manlarını aynı zamanda sevemez. Gerçek bir müminin İslam düşmanlarına dostluk ve sevgi beslemesi beklenemez.
İmana eşlik etmesi gereken sevginin geniş bir yelpaze şeklinde açılım gösterdiğine şahit oluyoruz. Sevgi duygusu ina­nılacak varlıklar içerisinde buna en lâyık olan Allah'a yöneltili­yor. Allah zatına layık bir şekil ve derecede seviliyor. Sonra Al­lah'ın elçisi, gönderdiği ilahî mesaj ve Allah'a iman eden mü­minler Allah sevgisinin bir uzantısı olarak seviliyor. Kulun kal­binde yer eden sevgi itaat şeklinde davranışlara yansıyor. [357]

b) Korku


Korku, imanın genel yapısı içinde yer alan olgulardan birisidir.[358] Korku, insanın gelecekle ilgili olarak içte duyduğu endişe ve sıkıntıyı anlatır. Gaybî bir fenomen olarak da, imana yakın bir karaktere sahiptir. Korku ve iman ikilisi gayba ve ge­leceğe yönelik kalb eylemidir. [359]
Kur'ân-ı Kerim, gayben Allah'a imanı emrettiği gibi gayben Allah'tan korkmayı da emreder. [360] Hatta birçok âyet-i ke­rimede korku ve iman kavramlarının manalarını birleştirir, onla­rı oitak bir mana için kullanır. Meselâ. “Doğrusu bundan korkan kimseye bir ibret vardır” [361] âyetine, “Doğrusu bunda inanan kimseye bir ibret vardır” şeklinde yorum getirmek manayı boz­maz. Korku ve iman iki ayrı psikolojik bir olgu, iki ayrı kavram olmalarına rağmen, bu iki terim Kur'ân üslûbunda bir anlam ka­zanmıştır. “Şüphesiz bunda müminler için bir âyet vardır”[362] âyet-i kerimesi bu görüşe açıklık getirmektedir.
Yukarıdaki iki âyette bir üslup birliği görüldüğü gibi, kor­ku kavramlarının birbirine yaklaştırıldığı da görülür. Önceki âyette “korku” kavramıyla ifade edilmek istenen mana diğer âyette “iman” kavramıyla anlatılmış ve terimler arasında se­mantik bir bütünlük sağlamıştır. Bu birliği sağlayan unsurlann birisi iman ve korku fiillerinin objesindeki değişmezliktir. Fiil­lerin her ikisi de insanın Allah (cc)'a karşı tavrını belirtmekte­dir. İnanan her mümin Allah'tan korkar, Allah'tan korkan kimse de iman sahibidir. Öteki unsur ise, korku ile iman arasındaki ka­rakter birliğidir; her iki psikolojik tavır da gayba ve görünme­yen bir objeye karşı insanın takınmış olduğu tavrı gösterir. İman ve korku, geleceğe ya da bilinmeyene yönelik psikolojik birer olgudur.[363]
Kurân-i Kerim, insanın fitratındaki korku hissini yönlen­direrek, bu duyguyu her türlü boş, sahte ve sapık kalıplardan ayıklar. Sonra da korkuyu esas olarak korkulması ve aynı za­manda sığınılması gereken varlık Yüce Allah'a bağlar. Birçok âyette Allah'tan korkulmasını bildirir. Bunu daha çok  keli­mesini kullanarak yapar. Geçmiş ümmetlere gönderilen pey­gamberlerin hepsi Allah'tan ittika'yı emretmişlerdir.
“Andolsun ki Biz, sizden evvel kendilerine kitap verilen­lere de size de Allah'tan ittika edin diye tavsiye etmişizdir.”[364]
Hz. Nuh, kavmine şöyle seslenmiştir: “Ey kavmim, ben sizin için açık bir korkutucuyum, Allah'a kulluk edin. O'ndan korkun ve bana itaat edin diye gönderildim., Ta ki, Allah günah­larınızdan bir kısmını bağışlasın ve sizi belli bir vakte kadar er­telesin. Şüphe yok ki, Allah'ın takdir ettiği vakit gelince ertele­me olmaz. Eğer bilseydiniz, dedi.” [365] “Allah'tan ittika etmez misiniz? Ben size gönderilmiş güvenilir bir peygamberim. Artık Allah'tan ittika edin ve bana itaat edin. Ben bu tebliğim karşılı­ğı sizden bir ücret istemiyorum. Benim ücretim Alemlerin Rabb'inden başkasına ait değildir. Öyle ise Allah'tan ittika edin ve bana itaat edin demişti.” [366] “Size o korkunç akıbeti haber vermek için, Allah'tan ittika etmeniz için ve belki bu sayede rahmete kavuşturulmanız için, içinizden bir adam vasıtası ile Rabb'inizden bir uyarıcı gelmesine şaştınız mı?”[367]
Hz. Hûd, [368] Salih, [369] Hz. İbrahim, [370] Hz. Lut, [371] Hz. Şuayb, [372] Hz. Musa, [373] hep insanın kalbinde yer aldığı zaman başka bir bekçi ve savcıya ihtiyaç duyurmayan, insanı kötülük­ten alıkoyup, İyiliğe yönelten takva unsurunu kullanarak insan­ları iman etmeye çağırmışlardır.
“Takva” olgusunun içerik ve nitelik olarak ifade ettiği en yüksek mertebe, Allah'ı inkâr etmekten ittika etmek, yani Allah'a iman etmektir, “ittika” bir manada iman demektir. [374] Kur'ân'da geçen genel muhtevalı “takva” kavramının, manası öncelikle şirkten ittika etmektir, yani iman manasıdır.
Gerek “Takva” ve “Haşyet”, gerekse başka kavramlarla ifade edilsin, korku olgusunun imanla birlikte var olduğu inkâr edilemez bir gerçektir. İman eden bir kalbte takva ve haşyet mutlaka mevcuttur. Bu duyguların Yüce Allah'a yöneltilmediği kalpte imanın mevcudiyetinden söz etmek güçtür. [375]

 

c) Tam Bir Teslimiyet


İmanın bir başka yönü de, insanın kendi şahsî isteklerin­den ve bağımsız yönelişlerinden vazgeçerek, ilâhî iradeye tes­lim olup bağlanmasıdır. Allah (cc)'ın mutlak hakimiyetini kabul edip buna boyun eğmesi, kendi iradesini O'nun iradesine teslim ederek; O'nun emir ve yasakları çerçevesinde hayatına şekil ve düzen vermesidir.
“Kayıtsız şartsız kendi şahsî hürriyetinden vazgeçme ola­rak iman zamanın üç boyutuna uygun olarak yapılan bir “razı olma”dır. Herşeyden önce insan, kendi başlangıcım Allah'a da­yandırmayı kabul eder. Bunun yanında, insanı kendisine çeken fakat kendisinin düzenlemediği, Allah'ın tayin ve takdir ettiği bir gelenek üzerine hayatını bağlamaya razı olur. Nihayet kendi­sini, hâlihazırdaki iradesine hükmeden bir Mutlak İrade tarafın­dan varoluşunun sevk ve idare olduğu tarzda tanır. Böylece gö­rülüyor ki, dinî iman, kişinin kendisi hakkındaki ilâhî iradenin belirlediği hakikate başeğmesı ve razı olmasıyla gelişen bir “al­çak gönüllülük” fiilidir. Bir anlamda iman, insanın kendi aczini bilerek, kendini ilâhî emirlerin sadece uygulayıcısı olduğunu kabul etmek ve gereken vazifeyi en güzel şekilde, en üst derece­de, yerine getirmeye çalışmaktır. Bu tutum, güçlü bir “vazife ve sorumluluk” duygusuyla iç içe bulunmaktadır.”[376]
İnsanın Allah (cc) karşısındaki ahlâkî tutumunu ifâde eden teslimiyet “esleme” kökünden türemiştir. Bu fiil, inkıyâd, boyun eğme, kabul etme. teslim olma gibi manaları içerir. Tesli­miyet, imanla ilişkili ahlâkî bir süreç olarak kişinin Allah'ın gü­cünü, yüceliğini, ahlâklılığını takdir etmesinden doğan ahlâkî bir tercih, tutum ve sonuçtur.[377]
“Rabb'i İbrahim'e: İslâm ol demişti o da: “Alemlerin Rabb'ine teslim oldum” dedi.” [378] Ayette geçen teslim kelimesi, müslüman ol, İslâm'ı kabul et, Allah'ın isteğine boyun eğ anla­mındadır. Bu durumda müslüman, kendisini tamamen Allah'a teslim eden ve O'na itaat eden kimse demektir. [379] “Hayır kim işini güzel yaparak yönünü Allah'a döndürürse onun mükâfatı Rabb'inin kalındadır.” [380] “Kimler teslim olursa onlar doğru yolu aramışlardır.”[381] Ayet-i kerimelerde de görüldüğü gibi “esleme” fiili, mutlak bir gücün otoritesine, buyruklarına irras­yonel ve ahlâkî olmayan bir boyun eğmeyi değil; insan hakkın­daki niyetleri kavramış Ahlâklı bir Tanrı'ya “gönüllü bir yönelmeyi” [382] ifade eder.[383]
İmanın varlığı için tam bir teslimiyet ve kabul gereklidir. Kalbi, dini kabul etmekten sıkılan kimse mümin olamaz. [384] İmanın tam olması için, Allah'ın otorite ve hakimiyetini gönül rızası, kalb teslimiyeti ve iç yatışkanlığı ile kabul etmek zorun­ludur.
“Hayır, Rabb'in hakkı için onlar, aralarında çıkan çekiş­meli işlerde seni hakem yapıp, sonra da verdiğin hükme karşı içlerinde burukluk duymadan tam anlamıyla teslim olmadıkça inanmış olmazlar.”[385]
İnananlar vahiy olarak gelen her hükme içlerinde herhan­gi bir sıkıntı duymaksızın kalben ve amelî olarak uyarlar. Zerre kadar bir karşı çıkma hissi duymaksızın bütünüyle teslim olurlar.[386]
Kur'ân'ın imanla birlikte bulunmasını öngördüğü teslimi­yet duygusu, vahyin öğrettiği düşünce ve hayat tarzına karşı takınılması gereken bir duygudur. Gerçekten inanmış olabilmek için her konuda Yüce Allah'ı nihaî otorite kabul edip O'na içtenlikle teslim olmak lazımdır. Peygamberin bildirdiği vahiyleri teslimiyetle kabul edip, boyun eğmeyen gerçek mümin olamaz. İnsan herhangi bir otoriteye mecbur kaldığı için itaat eder, tesli­miyet gösterebilir. Ama içten içe buna karşı çıkar, isyan eder. Mümin'in Allah'a teslimiyeti ise hem içten hem de dıştan olma­lıdır.
Müminin kalbi Yüce Allah'tan gelen her şeye razı olma­lıdır:
“Allah ve Resulü bir işe hüküm verdiği zaman, inanmış bir kadın ve erkeğe, o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Her kim Allah ve Resulü'ne karşı gelirse, apaçık bir sa­pıklığa düşer.”[387]
İman ancak gönül teslimiyeti ve yatışkânhğı ile kemâle erer. Yüce Allah bunu “münîbîne ileyh” buyruğuyla vurgu­lar. [388] “Gönülden kendinizi Allah'a verin, O'ndan korkup sakı­nın. Namazı dosdoğru kılın  ve müşriklerden olmayın.”[389]

d) İhlâs (Samimiyet)


İhlas, sevgiyi ve samimiyeti açıkça göstermeyi ifade eder. Allah'a ihlas ile bağlanmak dinde ihlaslı olmak anlamına gelir. Samimi olarak Allah'ı birleyen kimse ihlaslı kimsedir. İhlâs, itaat bağlamında ele alınırsa riyadan uzak olma anlamını içerir. [390]
Kalbde doğup gelişen “İman” olgusunda mevcut bulunan niteliklerden birisi de ihlâstır. İmanın tarifini, onun özelliklerin­den hareketle tanımlamaya kalkışan kimse, imanın unsurların­dan birinin samimiyet ve içtenlikle bağlanma olduğunu, riya ve iki yüzlülük gibi samimiyete gölge düşüren unsurları bünyesin­de barındırmadığını ifade edecektir.
Yeri geldikçe ve değişik vesilelerle “ihlâs” unsuruna yer veren Kur'ân-ı Kerim, inanç konusunda samimiyetsizlik, iki­yüzlülük, riyakârlık yapmaları dolayısıyla münafıkları yerer ve onların bu psikolojik durumlarını hastalık olarak değerlendirir.
“Söyle (onlara): Allah, bizim de sizin de Rabb'iniz iken, O'nun hakkında bizimle tartışıyor musunuz? Bizim yaptıkları­mız bize, sizin yaptıklarınız size aittir. Biz O'na gönülden bağ­lananlarız.”[391]
Ve nahnu lehû muhlisûn cümlesinde “ihlâs” olgusu şöyle izah edilir: İhlâs sahibi olarak müminler gönülden Allah'a bağ­lanan, ibadetlerinde içtenlikle O'na yönelen, O'ndan başka hiç­bir batıl ilâha samimiyet, sempati duymayan kimselerdir. Allah (cc) rızasına uymayan hususlarda kimsenin hatırına, gönlüne bakmazlar. [392] İlgilerini sevgilerini yalnızca O'na yöneltirler. Sahip oldukları her şeyi O'nun için feda etmeye hazırdırlar.[393]
“Ancak tevbe edip hallerini düzeltenler, Allah'a sımsıkı sarılıp dinlerini yalnız O'nun için yapanlar başkadır. İşte bunlar müminlerle beraberdirler, Allah, müminlere yakında büyük mü­kâfat verecektir.” [394] Dini Allah'a halis kılmak, itaat ederken yalnızca O'nun rızasını gözetmek manasına gelir.[395]
“De ki; Rabb'im bana adaleti emretti. Her mescidde yüz­lerinizi O'na doğrultun ve dinî yalnız Allah'a has kılarak O'na yalvarın. İlkin sizi yarattığı için yine O'na döneceksiniz.”  [396]
“De ki: Ben dinî, Allah'a halis kılarak O'na kulluk etmekle emrolundum.”[397]
“De ki: Ben dinimde ihlâs ile ancak Allah'a ibadet ederim.”[398]
“Haydi kâfirlerin hoşuna gitmese de Allah'a, Allah için dindar ve muhlis olarak dua edin.”[399]
İmana eşlik eden bir duygu olarak ihlâs, Yüce Allah'a man ve itaat hususunda katıksız bir. samimiyettir ve bu içtenli­ğe cölge düşürecek riya gibi her türlü kusurdan arınmayı ifade eder. İhlâs duygusunun etkisiyledir ki, imana hiç bir batıl dü­şünce bulaşamaz. İhlas Allah ile kul arasında bir sır olup kul, Allah'a itaatında yalnızca O'nun rızasını gözetir. İhlas duygusu insanda ne kadar güçlüyse amellerde riya o oranda azalır. [400]

e) Yakın (Kesin İnanç)


Yakîn kelimesi ilim, şüpheyi giderme, gerçeği ortaya çı­karma gibi manalara gelir. Şüphenin zıddıdır.[401]
Genellikle inançlar insanda bir yakîn ile bulunurlar. Baş­ka bir deyişle hüküm halinde ifade edilen önermede hiçbir şüp­he ve kuşkuya yer bulunmaz. İnanç şüphe kabul etmez. Hüküm­ler müsbet olsun, menfî olsun “kesin” olarak verildiği zaman inanç vardır. Fakat bir şeye inanmak veya inanmamak konusun­da deliller eşit olursa, insan kararsızlık ve kuşku içerisinde kalır, şüpheye düşer. “Şüphe” ise, müsbet ve menfî bir şekilde kafî hüküm vermez. “İnanç, hüküm mevzuu ve mahmulüne bütün kaplamıyla şamil olursa, buna kesin İnanç (yakîn) denilir. Fakat verilen hüküm kısmen yani, tasdik kâtî değilde, ihtimalli olursa buna da zan (rey=opinion) denir. [402]
“İnanma olayına psikolojik yönden baktığımızda, onun Idüşünebilen bir varlık olan insanın bir fiili olması bakımından (sebepsiz meydana gelemeyeceği açıktır. İnsan saçma bir şeye de (inanabilir, fakat buna saçma olduğu için değil, O, inanca konu olan şeyi kabul etmek için kâfi bir delil, sağlam bir temel bul-pıak durumundadır. Bu açıdan bakıldığında inanç ile kesin bilgiyi psikolojik bakımdan birbirinden ayırdetmek mümkün deüîdir. Bu durumda kesin bilgi de inancın özel bir halidir ve birçeşit inançtır. [403]
Kur'ân-ı Kerim “yâkın” kavramını “iman” kavramıyla aynı manada kullanmıştır.
“Böylece biz, kesin iman edenlerden olması için İbra­him'e göklerin ve yerin muhteşem varlıklarını gösteriyorduk.[404]
“Sana indirilenlere ve senden önce indirilen kitap ve pey­gamberlere ve âhiret gününe iman ederler.”[405]
“Namazı kılan, zekatı veren ve âhirete de kesin olarak iman eden müminler için hidayet rehberi ve müjdedir.”[406]
“Namazı kılarlar, zekâtı verirler ve onlar âhirete de kesin olarak iman ederler.”[407]
“Sabrettikleri ve âyetlerimize kesinlikle inandıkları za­man, onların içinden, buyruğumuzla doğru yola ileten rehberler tayin etmiştik.”[408]
Yüce Allah, kendi varlığına delâlet eden tüm âyetleri “yakîn” (kesin bilgi) ile kendisine iman edecek kullarının idraklerine sunmuştur.[409]
Ayet-i kerimelerde imanın ayrılmaz bir parçası olarak su­nulan yakın olgusu bir şeyi kuşkusuz bilmek, kesin ve kararlı inanmak demektır.[410]
Mümin bir kimse hiç bir şek ve şüpheye yer vermeksizin, Yüce Allah'a ve O'nun vahiylerine sarsılmaz bir inanç ve karar­lılıkla bağlıdır. [411]

 

B. İmanın Dış (Fizyolojik) Boyutu


Kalbdeki iman dışarıya yansımaya, meyveleri dil ve be­denin diğer organlarında gözükmeye başlayınca, ortaya iki te­mel davranış türü çıkar. Dil ile ikrar ve amel. Bunlardan ilki kalbde gizli olan inancı itiraf ve ilan etmektir. Çünkü iman kişi­nin kalbinde yer ederse, onu başkalarına anlatmadan edemez. İkincisi ise, kişinin tutum ve davranışlarında, ibadetlerinde, di­ğer insanlarla olan ilişkilerinde, benimsediği değer yargılarında ve aldığı kararlarda, gizli-açık bütün hareketlerinde Allah'ın emirlerine uyması ve yasaklarından kaçınmasıdır. İkrar ve amel olgusu ikisi birlikte şu âyet-i kerimeye konu olmuştur: “İnsanla­rı Allah'a çağıran, güzel işler işleyen, ondan sonra da ben müslümanlardanım diyenden sözce daha güzel kim vardır.”[412]

1. Dil İle İkrar


Bir iç tecrübe olarak yaşanan imanının dışarıya yansıma şekillerinden biri, dil ile sözlü ikrardır. Söz, bir kimsenin onunla kendisini açığa vurduğu ve kendisini başkasına teslimettiği ifa­de vasıtalarının en mühimidir. Söz, insanı rıza ve anlam bütün­lüğü halinde başka varlığa taşır. Kalbdeki ruhi tecrübe, buna uy­gun düşen sözlü bir formül ile ifâde edildiği zaman, tam şuur kazanmış iman haline gelir. Yaşanmakta olan kalbdeki dinî tecrübenin, sözle desteklenmesi, pekiştirilmesi manasına gelen “ik­rar”, Yüce Allah ile kul arasındaki karşılıklı ilişkinin tabiatını dile getirir. Kişi, “Allah'tan başka ilâh yoktur” dediği zaman, Yüce Allah'ın varlığı karşısında O'nun varlığına şahadet ede­rek, kendi bütünlüğünü ve bağımsız gerçekliğini de ifade et­mektedir.[413]
Kalben kesin bir şekilde iman eden, ifâde hususunda, herhangi bir biyolojik, psikolojik veya sosyal baskı türünden maze­reti bulunmayan kimsenin şehâdet cümlelerini diliyle itiraf et­memesi düşünülemez.[414]
Mümin bir kimse İslâm'ı din ve dünya görüşü edindiğim övünerek ve bundan onur duyarak [415] “ben müslümanlardanım”[416] der. “Şüphesiz Rabb'imiz Allah'tır deyip”[417] Yüce Allah'ın rablığım itiraf ve vahdaniyetini ikrar eder.[418]
Kur'ân-ı Kerim'de “kâlû” dediler, [419] kâlû akrarnâ kabul ettik dediler, [420] kalet dedi [421] müminlerin imanlarını itiraf ve ikrar ettikleri belirtilirken, “kul” de ki [422] kûlû deyin [423] ifade­leriyle de müminlerden imanlarını sözlü olarak itiraf etmeleri is­tenmektedir. Fakat dil ile yapılan her ikrar, İmanın ikrarı olma­yabilir. İman ettiklerini ifade etmelerine, sözlü olarak itiraf etmelerine rağmen kalben iman etmeyen kimselerde vardır.[424]

2. Amel


İman'ı inceleme alanı olarak seçen ilmî literatürde amelin insandan bir cüz olup olmadığı meselesi tartışma konusu olmuş­tur. Mâturîdi ve Eş'arî kelâmcıları ameli İmanın bir cüz'ü (par­çası) olmadığın: ileri sürmüşlerdir. Kalbinde imanı bulunduğu ve bu imanı diliyle söylediği halde amelleri işlemeyen ve yasak­ları çiğneyen kimseleri mümin saymışlardır. Böyle kimseler iman eden, fakat günahkar müminler olarak kabul edilmiştir.
Mu'tezile ve Hâriciler ameli imandan bir cüz saymışlar, iman kalb ile tasdik, dil ile ikrar, tutum ve davranışların topla­mıdır demişlerdir.[425]
Bütün bu yaklaşımlar daha çok tasdik, ikrar ve amel un­surlarından ne kadarına sahip olanın mümin sayılıp sayılmaya­cağı, kâfir olup olmayacağı meselesine bağlı olarak ortaya çıkmıştır. Fakat biz bu yaklaşımın ötesinde psikolojik bir vakıa olarak içsel bir olgu olan tasdik ve ona eşlik eden duygular ile zahirî (dış) bir gerçeklik olan ikrar ve amel arasındaki ilişkiyi ele alacağız.
İman, insanın bio-psişik varlık bütünlüğüne ait bir eylem­dir. Hem psişik yapıya ait fenomenlerle (sevgi, korku, teslimi­yet, vs.) hem de maddî varlığının ortaya koyduğu her çeşit fiille, ilişkisi vardır. Dolayısıyla, diyebiliriz ki, imanın insanda cere­yan eden bir iç (psikolojik) yönü, bir de dış varlığa yansıyan ha­ricî (fizyolojik) yönü mevcuttur.[426]
İnsanın bütün fiilleri (fizyolojik eylemleri), psişik (iç) ya­pı tarafından ortaya konmaktadır. İnanma olgusu da ruhi (iç) ya­pının tayin ettiği, insanî etkinliklerin zarurî temellerindendir. Hatta bir iç akt olarak iman, amellerin gerçekleşmesini sağla­yan, başlıca faktör ve en köklü psişik fenomendir. İnsanm amel­leri çoğu kere, bu iç fenomenin gerçekleşmesi anlamını taşır. “Hayat, istikbale yönelik bir faaliyetin, inanma ile inancını gerçekleştirme arasındaki daimi çabanın ifadesidir.[427]
İnançlarına göre davranmak insanlarda fıtrîdir, doğuştan gelir, inanan insan amellerini, daima inancına uyduracak, inanç­larıyla amelleri arasında uyum sağlamaya çalışacaktır. Nefsin istekleri gibi çeşitli motivler, insanı inancına ters düşecek şekilde davranmaya sevkedebilir. Böyle bir pozisyonda, kişinin tu­tum ve tercihini, elbetteki, inancının derinliği ve içtenliği, yahut zayıflığı belirleyecektir.[428]
Beden kalbin isteğine ilgisiz kalamaz. Kalb iyi ise, yani zihinsel ve duygusal boyutları ile gerçek iman kalbde yerleşmiş­se, beden kalbdeki imana göre eylemini yapacaktır. Fiziksel ey­lemler, daima psikolojik (içsel) eylemleri izler. İçsel eylem iyi olursa fiziksel eylem de iyi, birincisi bozuk olursa, ikincisi de bozuk olur.[429]
Amel unsurunun dışarıya yansımadığı yerde din duygusu ve inançlar gizli kalır, bilinemez. Psikolojik (içsel) unsur varlı­ğını amel ve davranışlarla dışarıya aksettirmediği müddetçe so­yut, belirsiz bir olgu halinde kalıverecektir. [430]“Eğer bir konu­da, en son ulaşılan merhale inanç olarak belirlenmiş ise, bunu gerektiren bir vaziyet alış, bir davranış ortaya çıkar. Tıbba inan­mak demek, doktora danışmak ve onu reçetelerine riayet etmek demektir. Aksiyon, genellikle inancın bir belirtisidir ve harekete geçmeyen inanç, gerçek inanç değildir.”[431] “Kalbde tam bir iman meydana geldiği halde, kişinin gücü oranında bu imanın dış davranışlara yansımaması mümkün değildir ve yine insanın bir başkasını kesin bir şekilde sevdiği halde eğer onunla buluş­maya gücü yetiyor ise, bu yolda hiçbir teşebbüse girişmemesi, hiçbir adım atmaması olacak şey değildir.[432]
Bir işi yapmak için tam bir niyet ve kararlılığın, yeterli derecede kudretin bir araya gelmesi istenen şeyin gerçekleşme­sini gerektirir. Tıpkı bunun gibi bütün unsurlarıyla tam ve mü­kemmel olarak kalbde kök salmış İman da görünür ikrar ve amel gibi dış tezahürleri gerekli kılar. Kalbdeki imanın, normal bir sonuç olarak dışarıya yansımaksızın varlığını devam ettire­bilmesi adeta imkânsızdır. [433] Bireylerin kalbî inanışları ile, inanışa bağlı ameller bütünlüğü şeklinde gerçekleşmesi gereken iman eyleminde, objektif unsur olarak ameller terkedilirse, orta­da sade basit ve kısır bir duygu ile bilgi kalır. Böylece bireyin benliğinde birtakım duygu ve düşünceler halinde varlığını sür­dürmeye çalışan iman zayıflamaya yüz tutar.[434]
“Psişik enerjimizin verimi olan duygu ve düşünceye icra eden ancak hareket (action)dur. Esasında duygular bir nitelik (keyfiyet) olarak var olmakla beraber, bunların şekil almaları ancak fiillerimizle mümkündür. Burada diyebiliriz ki hiç ibadete başvurmayan insanın dindarlığı farazi ve hayalidir. Çünkü pozi­tif bir durumda olan zihnî hayatımız ancak hareketle objektifle-şir, dıştan görülebilecek hale gelir.”[435]
Kur'ân-ı Kerim'de “İman” ile “amel” kavramlarının pek-çok âyette yan yana, defalarca ve sık sık tekrar edilmesinin amacı, kalbî imanla, imanın dış boyutu arasındaki münasebeti belirtmek, mutlak manada bir imanın kalbî ve amelî boyutların birleşerek oluşturdukları kompozisyondan meydana geldiğini vurgulamak, buna dikkatleri çekmekten başka ne olabilir?
İman mutlak manada ele alınınca kalb ile tasdik, dil ile ikrar ve amel olarak karşımıza çıkar. eş-Sâfiî ve Ahmet ibn Hanbel'in değerlendirmeleri de bu doğrultudadır.[436] Bununla birlikte Ehl-i sünnet yönü ağır basan müfessirler şer'î imanı kalbin tasdiki olarak kabul etmişlerdir. [437] Tefsirinde büyük ölçüde Zemahşerî'yi taklit eden Nesefî bu konuya gelince tutumunu hemen değiştirir. İman dil ile ikrar kalb ile tasdiktir, amel imana dahil değildir der. [438]Zemahşeri ise ameli imana dahil eder.[439] İtikâdi âyetlerin yorumunda genellikle müfessirler. kendi kanaatlerinden çok mensubu bulunduğu mezhebin görüşleri doğrul­tusunda tefsir yaparlar.[440]
“O muttakîler ki, gayba inanırlar...”[441] âyetindeki iman kavramına ilişkin görüşleri nakleden Taberî imanın, tasdik, ikrar ve amelden teşekkül edeceğini belirtir.[442]
Gerek Kur'ân'm genel muhtevasının, gerekse iman ve amel kavramlarının birlikte ve oldukça fazla kullanılmasın­dan [443] anlaşılıyor ki, kalbdeki iman zahirî görüntüler, tutum ve davranışlar halinde amele yansır. İnsanın bütün davranışlarının psikolojik (iç) yapı tarafından ortaya konduğu ve inançlara göre davranmanın insanda fıtrî olduğu görüşü de imanm amelle olan köklü ilişkisini destekler mahiyettedir. [444]

IV. İmanda Artma Ve Eksilme


İman, büyüyüp gelişmeyen ve bir konumda donup kalan bir yapıda olmayıp hem gelişmeye hem de gerilemeye müsait bir yapıya sahiptir. Allah'a ve onun gösterdiği iman eden kişi­nin imam sabit kalmaz, donuk ve durgun olmaz, yükselme ve alçalmalara her zaman açıktır.[445]
İmanın artması, kökleşmesi kalbe iyice yerleşmesi de­mektir. İmanın dereceleri olmadığı kabul edilemez. İmanlarına arasıra şüphe giren samimi müminler olduğu gibi, imanm bütün ruhlarını kuşattığı müminler de vardır. Herkesin inanış gücü ay­nı olmaz. îmanın artışı, hiç şüphe bulaşmayacak güce erişmesidir. Bu psikolojik bir haldir.[446]
“Müminler düşman ordularını gördükleri zaman dediler ki, bu Allah'ın ve Resulünün bize vadettiği şeydir. Allah ve Re­sulü doğru söylemiştir. Bu sadece onların imanlarım ve teslimi­yetlerini arttırdı.” [447] “Bir kısım insanlar müminlere, düşmanla­rınız sîze karşı toplandılar; aman sakının onlardan dediklerinde bu, onların imanlarını bir kat daha arttırmış ve Allah bize yeter, O ne güzel vekildir, demişlerdir.”[448] Zorluklarla denendiği an­lar imanın artmaya., güçlenmeye, yükselmeye aday olduğu an­lardandır. Zor dönemlerden geçen gerçek müminler imanlarında tereddüt göstermeden, bu tür denemelerden imanları daha da güçlenerek çıkmasını bilirler. Aksi de olabilir, gerekli fedakarlı­ğı gösteremeyen ve itaatten sapan kişinin imanı ve itminanı azalir. imandaki bu artma ve eksilme manevî bir olaydır. [449] ima­nın denendiği anlarda zaaf göstermeyen müminlerin, Allah'a olan yakını inanışları artar. Yakîn ise, aşkla, tefekkürle, delillere başvurmakla artar. [450] İmanın artması “yakînleri artar, sağlam-laşır, itikadları perçinleşir,” [451] “Allah'a daha fazla ihlasla yönelirler” [452] şeklinde değerlendirilmiştir.
“Müminler ancak, Allah anıldığı zaman yürekleri titre­yen, kendilerine Allah'ın âyetleri okunduğunda imanlarını artı­ran ve yalnız Rabb'lerine dayanıp güvenen kimselerdir.”[453] Ayette sözü edilen İman artışı tasdikte artış, gönül ferahlığının ve kalb itminanının artışı, sağlam ve köklü bir yakîn oluşması [454] şeklinde açıklanmıştır.
İnsanda yakîn ve itminan imanla birlikte her zaman mev­cut olur. Bazı durumlarda bu itminan ve yakîn daha da güçlenir. “İmanlarına iman katsınlar diye müminlerin kalblerine güven indiren O'dur.” [455] İmanlarına iman katmak yakînlerine yakîn katma, akidede sağlamlaşma, kalblerdeki itminanı arttırma anla­mına gelir.[456]
Dikkat edilirse zorluk anları kişinin Allah'a daha çok yö­neldiği, ihtiyaç duyduğu, yakınlık hissettiği anlardır. Aynı şekil­de gerek Allah'ın kitabını okuyan, gerekse başka şekilde Allah'ı ve onun eserlerini tefekkür edenlerde Allah'a yakın olma hissi oldukça fazladır. Bu ve benzerî durumlar kalbdeki imanın güç­lenişini, artışını, kararlılığını, sarsılmazlığını, kısacası tarifi mümkün olmayan manevî bir durumu meydana getirir. İmanda­ki bu artma ve eksilme insandan insana, ortamdan ortama deği­şir, aynı kalmaz. [457]

 

V. İmanın İnsan Hayatına Olan Etkinliği

 

A. İmanın Bireysel Etkinliği


Psikoterapi, ruh hastalıkları ve çeşitli davranış bozukluk­larında uygulanan bir tedavi yöntemidir. Daha ziyade, hekim ile hastanın arasındaki araçsız ve sözel bir ilişkiye dayanır. Bunun, telkin tedavisi, kısa süreli psikoterapiler, davranış tedavisi, psi­kanaliz, uğraş tedavisi, psikodram, sosyoterapi gibi tipleri vardır[458]
Günümüzde Batılı, ruh hastalıkları uzmanları, akıl hasta­lıklarını tedavi etmenin çaresini, din ve Allah'a imanda, O'ndan başka her kuvvetin âciz kaldığı anda, O'na yönelmekte bulmuş­lardır. [459] Bu yöntemi uygulayanlardan birisi de “Allah İlim Asrında Tecelli Ediyor” kitabının yazarı Pol Ernest Adolf 'tur.[460]
Burada anekdot olarak, bir müslüman psikologun psiko­terapi yöntemiyle yapmış olduğu tedavi sürecini aktarmakta fayda görüyoruz.
“Hastalarımın İslâm'a olan inançlarının, tedavilerinde her zaman büyük bir paya sahip olduğunu görmüştüm. 1965'te Ra­bat Üniversitesi'nin araştırma hastanesinin neropsikiyatri bölü­münde iken Fas'lı genç bir bayan servisimize havale edilmişti. Kaygı, yetersizlik duygulan, çöküntü ve bazı fobik tepkiler gibi bir çok şikayeti vardı. Bu hastaya uygulanan “duyarsızlaştırma” tekniği başka bir yerde ayrıntılı bir şekilde incelenmiştir. Fakat burada bizi asıl ilgilendiren onun hastaneye iki defa kabul edil­diği yaklaşık bir yıllık bir dönem içinde merhametsiz bir üfü­rükçüye götürülmüş olmasıdır. Bu hasta, ne geleneksel şifacılar ve modern hekimlerden ne de grup psikoterapi ve tnınkuilizan ilaçlardan hiçbir fayda görmemişti. Grup seanslarından birinde, hastaneden ayrılmakta olan erkek bir hastaya moral desteği sağlamak için günahkâr davranışlarının affedileceğine ilişkin Kur ân'dan bir bölüm okuyordum.
“Rabbmizin mağrifetine ve genişliği göklerle yer kadar olan ve Allah'tan korkanlar için hazırlanmış bulunan Cennete koşun, o takva sahibi olanlar, bollukta ve darlıkta Allah yolunda harcarlar. Öfkelerini yenerler ve insanların kusurlarını bağışlar­lar. Allah iyilik yapanları sever. Onlar bir hayasızlık yaptıkları veya nefislerine zulmettikleri zaman Allah'ı hatırlarlar ve he­men günahlarının bağışlanmasını isterler. Günahları Allah'tan başka kim bağışlar? Onlar yaptıkları kötülükleri bilerek tekrar­lamazlar.” [461]
(Orada bulunmakta olan) bayan hasta, bu âyetlere hiç beklenmedik bir gözyaşı seli ile cevap verdi. O anda baş psiko­terapist Dr. Habib tedavi için onu yukarıya çıkarmamı istedi. Allah'ın tüm günahları affedeceği ile ilgili Kur'ân âyetlerini okumaya ve basit bir dille açıklamaya devam ettim. O an duy­gusal bir boşalımın başlangıcıydı ve davranışsal terapi teknikle­rinin uygulanmasıyla hasta çok kısa bir sürede iyileşme göster­mişti.
Bu başarılı dramatik iyileşmeden sonra Dr. Habib bana şunları söylemişti. “Son üç yıldan beri hastanedeki büromda mukaddes Kur'ân'ın bir nüshasını her zaman yanımda bulundu­ruyorum. Daha önceleri onu hastalarıma karşı terapik bir yardımcı olarak kullanabileceğimi hiç düşünmemiştim.[462]
Nevrotik ve güven duygusunu kaybeden hastaların dinî duyguların uyandırılmasıyla kolayca gevşeyebildikleri ve aşkın bir sükûnele kavuştukları teshil edilmiştir. [463] Kuvvetli bir dinî inanç psiko-somatik hastalıkların pek çoğunun nedeni olan üzüntüleri, yorgunlukları, sıkıntıları, korkuları giderebilmektedir. Dr. A.A. Brill'in ifadesiyle, “Gerçekten dindar bir insanda sinir illeti olmaz.” [464] Dr. Carl Jung'un açıklamaları ise şöyle­dir: “Son otuz sene içinde dünyanın bütün medenî memleketle­rinden bana müracaat edenler oldu. Yüzlerce hastayı tedavi et­tim. Hastalarımdan hayatın ikinci yarısına erenler, yani otuz beş yaşını geçmiş olanlar arasında hiçbir kimse yoktur ki, müşkülü­nü halletmek için son başvurduğu şey dinî bir bakış bulmaktan ibaret olmasın. Emniyetle diyebilirim ki, her birinin hastalan­masına sebep, her devirde her yaşayan dinîn saliklerine bahşet­tiği nimetlerden mahrum olmasıdır. Hem de dinî görüşü yeniden kazanmıyanlardan hiçbiri gerçekten iyileşmedi.”[465] Henri Link de, bir psikiyatrist olarak, ruhsal hastalıkların esas nedeni­nin imansızlık olduğunu keşfederek hastalarını iman etmeye ça­ğırmış, dinî müesseselere devam etmeye teşvik etmiştir.[466]

B. İmanın Toplumsal Etkinliği


İmanın önemli tesirlerinden birisi de, birleştirici ve topla­yıcı bir faktör olarak toplumlarda vazife görmesidir. Toplumu oluşturan bireyler özel yaşantıları çerçevesinde birbirlerinden ayrı şahıslardır. Aynı dine inanıyor olmak, bu bireyleri belirli ortak amaçlar ve ödevler karşısında bir bütün haline getirir. Böylece, birbirine yabancı oian insanlar aynı düşünce ve aynı duysu etrafında birbirleriyle kaynaşarak, bir birlik oluştururlar.[467]
Kur'ân-i Kerim müminleri manevi bir bütün olarak de­ğerlendirir. “Hep birlikte Allah'ın ipine sımsıkı yapışın: parça­lanmayın. Allah'ın size olan nimetlerini hatırlayın: Hani siz bir­birinize düşman kişiler idiniz de O, gönüllerinizi birleştirmiş ve O'nun nimeti sayesinde kardeş kimseler olmuştunuz. Yine siz bir ateş çukurunun tam kenarında iken oradan da sizi O kurtar­mıştı. İşte Allah size âyetlerini böyle açıklar ki, doğru yolu bulaşınız.”[468]
Bu âyette müminlerin Kur'ân etrafında toplanmaları ve ayrılığa düşmemeleri isteniyor. [469] Böylece Kur'ân ilkeleri etra­fında inanç birliği, düşünce birliği, amaç birliği oluşsun ve kalbler birbirine iyice ısınıp yaklaşsın, bireyler arasındaki dayanış­ma, dostluk, sevgi, samimiyet ve kardeşlik kuvvetlensin.
Aslında âyette geçen ihvânen kelimesi de birbirine alabil­diğine merhametli, samimi, candan, tek hedef ve gaye üzerinde birleşmiş  [470]  İslâm toplumunu karakterize eder.
Akrabalık ve neseb bağlan nasıl insanları birbirine yakınlaştırıyorsa imân da insanları öyle birleştirir. [471] Nitekim Yüce Allah imanın bu fonksiyonuna şöyle işarette bulunur: “Mümin­ler ancak kardeştirler.” [472] “Onları tek bir asla, tek bir öze bağ­layan iman bağı mevcuttur.” [473] Burada imanla birlikte bulun­ması gereken sevgi duygusunun rolü unutulmamalıdır. Olgun bir iman Allah'ı, Resulünü ve bütün iman edenleri sevmeyi ön­görür. Sevgi gibi duygular ise toplumsal birliğin psikolojik te­melini oluşturur.
Soy, ırk, renk, dil, ortak menfaat gibi beşeri bağlar, inanç bağıyla aynı güce sahip değildir. Bu beşeri bağlar, insanlan bir araya toplamayacak kadar basit ve zayıf bağlardır. Aynı zaman­da doğuştan gelen bir eğilim olarak iman ise, beşerî bağlardan daha kapsamlı ve kökleri daha derin bir birleştirici kuvvettir. İnanca dayalı birlik sağlam, köklü, uzun ömürlü, mekânları aşan, bütün ırkları kuşatan, bütün mensuplarını tek ideal etrafın­da toplayan sosyal bir yapılanmadır,sız.
Tevhid inancına sahip olmak, bütün insanların, bütün var­lıkların Rabb'inin bir olduğu imajını doğurur. Her şeyi yaratan, idare eden, hayır ve saadet ihsan eden O'dur. Rahmeti bütün in­sanlara şâmildir. Böylece insanlar; Bütün eylem, çaba ve yöne­lişlerinin odak merkezi olarak O'nu esas almak durumundadırlar.
“...Kuşkusuz hepimiz Allah'ınız ve yine O'na döneceğiz.”[474]
“...İlâhınız bir ilâhtır, O'ndan başka tapacak yok, Rahman ve Rahim O'dur.”[475]
İnsanların ümit ve hareket kaynağı, hedef ve ideali tek ve aynı olduğu zaman herkes kendini Yüce Allah'ın kulu bilip, O'na doğru yonelip, kendi aralarında ayrılığa düşmemelidirler.
Tevhid, insanî kardeşliğin, beşeri eşitliğin esasıdır. Şirk koşmak, yani kimilerin, kimilerini Rab edinmesi kardeşlik ve birliğin gerçekleşmesine engel olur. Nitekim Kur'ân-ı Kerim in­sanları İslâm'a davet ederken bu esası dikkate almıştır.
“Ancak Allah'a ibadet etmek, O'na bir şeyi ortak koşma­mak, Allah'ı bırakıp birbirinizi Rab'ler olarak benimsememek üzere, bizimle sizin aranızda ortak bir söze gelin.”[476]
Aynı toplum içerisinde bireyler değişik düşüncelere, fark­lı inançlara sahip olsalar, bu toplumda davranış ve eğilimler de çeşitli ve dağınık olur. Böyle bir yapılanmada toplumsal birlik­ten söz etmek imkânsız gibidir. İnanç noktasında, bireylerin ay­nı ortak dine mensup olması1 aralarındaki bağların ve birliğin bütünlüğün garantisidir. “Dini cemaat aynı tecrübeye bağlı kim­selerin dayanışmasını ifade ve isteklendirme amacını güden iman sembollerini formülleştirmek yoluyla kendi birliğini kuvvetlendinr.[477] İman, sürekli olarak toplumsal açıdan hedel birliğine, hedefe ulaşmada vasıta birliğine ve ilke birliğine sevk eder. Böylece müminler tek sancak, tek rehber etrafında topla­nırlar.[478]Aralarındaki bağ yapmacık ve çıkar ilişkisinden öte; ülfete, sevgiye, samimiyete ve dostluğa dayanır. Aralarında kalb ve gönül bağı vardır.
“Ve Allah, onların kalblerinin arasını birleştirendir. Sen yeryüzünde bulunan herşeyi verseydin, yine onların gönüllerini birleştiremezdin, fakat, Allah, onların aralarım bulup kaynaştır­dı. O mutlak galiptir, hikmet sahibidir.” [479]Hz. Peygamber'in oluşturduğu ilk İslâm toplumu, daha önce aralarında ayrılık ve düşmanlık varken, İslâm'ın ortaya çıkışıyla aralarındaki düş­manlık dostluğa, ayrılık birlik ve beraberliğe dönüşmüş tek vücut olmuştur. “[480]
Ayette, yeryüzünde bulunan şeylerle yani maddî, dünyevî bağlarla gönüllerin hakkıyla birleştirilemeyeceği, gerçek ve sar­sılmaz, samimî, katıksız birliğin ancak iman bağıyla sağlanaca­ğı belirtiliyor.
Kur'ân-ı Kerim, müslümanları evrensel bir ailenin birey­leri olarak ilan etmiştir. Bu sarsılmaz toplumsal birliğin oluşma­sında en büyük rolün Allah'ın ip'ine (Kur'ân'a) ait olduğu unu­tulmamalıdır. Çünkü birlikte Allah'ın ipine sarılmak inanç ve eylem birliğini sağlamak demektir. Herşeyi bir olan insanlar ara­sındaki bağların ne derece güçlü olduğu ise tasavvur edilemez. [481]

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...