24 Eylül 2014

PATASANA BÖLÜM 3 AHMET ÜMİT (Hititlerde ; yazıcı,yazan,yazman anlamına gelen kelime.)



PATASANA BÖLÜM 3 
AHMET ÜMİT 
 (Hititlerde ; yazıcı,yazan,yazman anlamına gelen kelime.)
  • Ey bu tabletlerin inatçı okuru. Sana ilk gençliğimin en büyük utancını, en coşkulu sevincinianlatacağım. Sana kendi bedeninin oyununa gelen bir delikanlının düştüğü acımasız aşk tuzağını,sana ölümcül bir tutkunun nasıl filizlendiğini anlatacağım.Güzel günlerin geleceğine dair hiçbir işaret yokken, karanlık kış gecelerini bitmez tükenmezsanırken, yeni yıl yağmur yüklü ılık bir rüzgârla ansızın çaldı kentimizin kapısını. Onun ışıktanadımı eşiğimize düşünce, kül rengi bulutlar gökyüzünü terk etti, güneş cömertçe çıktı ortaya, Fıratbereketlendi, ekinler göverdi, ağaçlar çiçeklendi. Kentimiz yağmurlarla şakır şakır yundu, arındı,taç giymeyi bekleyen bir prenses gibi tazelenen yaşama hazırlandı.Yeni Yıl Bayramı kentimizde öteki törenlerin tersine büyük tapınakta değil, Kral Kapısınınçıkışında bereketli tarlaların içindeki tek katlı küçük tapınakta yapılırdı.Yeni Yıl Bayramı gelip çattığında içim içime sığmıyordu. O gece gözüme uyku girmemişti. Ertesisabah hiç yaşamadığım bir ilişkiyi yaşayacak, bir kadınla birlikte olacaktım. Yatakta bir sağa, birsola dönerek günü zor ettim. Sabah erkenden kalkıp herkesi uyandırdığımı gören babam, tezcanlılığımı Yeni Yıl Bayramı nedeniyle duyduğum heyecana yormuştu. Temizlendik, güzelgiysilerimizi giydik. Son üç yıldır olduğu gibi bu törende de babamın yanında yer alacaktım.Saraya vardığımızda bayram telaşının herkesi sarmış olduğunu gördük. Kral ve kraliçe çoktanuyanmışlardı. Tören için düzenlenmiş odalarında görkemli giysilerini giyerken aralarında babamlabenim de bulunduğumuz135Panku Soylular Meclisinin üyeleri ve saray görevlileri onları bekliyordu. Ama efendilerimizingiyinmesi bir türlü bitmek bilmiyordu.Nihayet kral ve kraliçemiz kendilerine yakışan giysilerini giyerek odadan çıktılar. Önlerinde ikigörevli ve bir muhafız olduğu halde sarayın dışına yürüdüler. Biz de onları izledik. Sarayınkapısına çıkınca, kırmızı giysili çalgıcılarla ilahiciler, kral ve kraliçenin yanlarında yerlerini aldılar.Böylece tören alayı yola koyuldu. Yürüyüşle birlikte çalgıcılar müzik aletlerini çalmaya,ilahicilerse dualar söyleyerek dans etmeye başladılar. Kralımız Pişiriş dudaklarında kendindenemin bir gülümseyişle hem dansçıları izliyor hem de ağır adımlarla ilerliyordu. Onun arkasındanbiz soylular yürüyorduk. Bizden sonraysa tanrılara sunulacak sığırları, koyunları, şarapları,yiyecekleri taşıyan saray görevlileri geliyordu. En sondaysa halk yer alıyordu. Kentin içinden geçenrenkli, neşeli tören alayımız Kral Kapısından çıkarak bereketli tarlaların arasındaki küçük tapınağakadar yürüdü.Tapınakta kral ve kraliçeyi, Başrahip Walvaziti karşıladı. Karşılama dualarından sonra başrahipleöteki rahipler, çalgıcılarla birlikte tapınağa girdiler. Bahçede kalanlar ise ilahiler söyleyerek krallakraliçenin önünde bir kez daha döndüler. Derken iki saray görevlisi ellerindeki ibriklerle kralımızave kraliçemize yaklaştılar. Kralla, kraliçemiz getirilen suyla ellerini yıkadıktan sonra tapınağagirdiler. Onları aralarında benimle babamın da bulunduğu az sayıda soylu izledi. Biz içeri girergirmez, Başrahip Walvazitinin işaretiyle rahipler yeniden ilahiler okumaya başladılar. Kral vekraliçe, tanrıların önünde diz kîrdı-lar, saygıyla eğildiler. Ardından biz de onlar gibi diz kırdık,tanrıların önünde eğildik. Kralla kraliçe tahta yerleşirken biz de başımız önde onların sol yanındayer aldık.İlahiler bitince, sarayın başaşçısı güzelce pişirilmiş kurban etleriyle içeri girdi. Etleri tapınağınkutsal yerlerine,136ocağa, pencere ve kapı sürgüsüne koydu. Sonra aslan biçimindeki kutsal kabı alarak, içindeki şarabıkrala sundu. Kralımız şaraba eliyle dokundu. Aşçıbaşı da şarabı tanrılara sundu.Törenin yeni bir aşaması başlamıştı. Kralla kraliçe tahttan kalkıp tanrıların önünde yenidensaygıyla eğildiler. Çalgıcılarla, ilahiciler dışarı çıkarıldı. Krallık simgesi ucu kıvrık asa ve altınmızrak içeri alındı. Kral asayı alınca, kraliçeyle birlikte yeniden tahta oturdu. Tahta oturan krallakraliçenin elleri yeniden yıkandı. Bu arada kutsal masa da içeri getirilmişti. Masanın üzeri
  • yiyeceklerle donatıldı. Bir ekmek elden ele saray görevlilerinin başına ulaştırıldı. Başgörevliekmeği ikiye böldü. Bölünen ekmek elden ele geçerek dışarı gönderildi.Ardından çalgıcılar müziğe başladılar ama artık ilahi ya da şarkı söylemiyorlardı. Yalnızca ezgilerçalıyorlardı. Yiyecekler, içecekler dağıtıldı. Kralla kraliçemizin ayağa kalkarak tanrıların şerefinekadeh kaldırmasıyla dini yemeğe geçildi. Fırat kıyısında yetişen meyveler, koyun etleri, sığır etleri,av etleri, balıklar, en iyi şaraplar, biralar, ak ekmekler ve aklınıza ne gelirse birbirinden lezzetliyiyeceklerle dolup taşmıştı kutsal soframız. Herkes gönlünce yiyip içerek karnını doyurduktansonra Başrahip Walvazitinin işaretiyle ayağa kalkıldı.Kral Pişiriş masanın önüne gelerek, elindeki kadehi havaya kaldırıp şunları söyledi: "Bu bayramdaFırtına Tanrısı için yedik, içtik, doyduk, susuzluğumuzu giderdik. Onlara bin şükran olsun. Onlarkoruyucu kanatlarını üzerimizden eksik etmesinler, bize sağlık, düşmanlarımıza yenilgibahşetsinler. Onların yardımıyla Hatti ülkesi eski büyüklüğüne, eski görkemine kavuşsun.Hükmümüz her yanda geçerli olsun, topraklarımız genişlesin, Fırat kıyıları boyunca adımız heryanda anılsın, ünümüz her yere yayılsın..."Dikkat ettim Pisirisin gözleri tutkuyla parlıyor, sesi137hırsla titriyordu. Babam da aynı şeyi fark etmişti, bu genç kralın doymak bilmez hırsı karşısındaderin derin iç geçirerek, çaresizlik içinde başını öne eğdi.Kralın sözleri biter bitmez yeniden ilahiler okunmaya, çalgılar çalınmaya başlandı. Şarkılar bitincekalabalık, kral ve kraliçenin önünde eğilerek saygılarını sunduktan sonra dağıldı. Tapınağı en sonterkedenlerse kral ve kraliçe oldu. Ne yazık ki babamla ben de onlarla birlikte dönecektik. Saraygörevlilerinin tören sona erinceye kadar kralla kraliçeyi eksiksiz olarak izlemesi eski bir gelenekti.138onuncu bölümO sabah eksiksiz uyandı kazı ekibi. Gün daha doğmamıştı. Arkadaki köyden uzaktan uzağa gelenezan sesi sabaha kederli, mistik bir hava katıyordu. Erkenden kalkan Halaf çayı demlemiş,yabancılar için kahve suyunu kaynatmış, masayı donatmaya koyulmuştu. İlk gelenler Berndle,Timothy oldu. Kazı yerine gitmeyecek olan Ti-mothynin üzerinde dünkü giysileri vardı, Bernd isesabah tıraşını olmuş, haki renkli kolonyal şapkasını yanına almıştı. Arkadaşlarının, 1906daBoğazköyde ilk Hitit kazısını gerçekleştiren Hugo Winckler de bunu takıyormuş, diye alayetmelerine aldırmayan Bernd sıcağa karşı çok etkili olduğuna inandığı bu şapkayı başınageçirmeden kazıya başlamazdı. Timothy ile Berndin ardından Esra geldi masaya. İki yabancınazikçe gülümseyerek selamladılar genç kadını. Onlar henüz sohbete bile başlamamışlardı kiKemal, Murat ve Elif sökün ettiler. Teoman ortalıkta görünmüyordu."Teoman uyanamadı mı?" diye sordu Esra.Kemal umursamadı, anlaşılan gece Elifle konuşmaları iyi geçmemişti."Tuvalette," diye Murat yanıtladı soruyu. "Yüzünü bile yıkamadan içeri attı kendini."Alaycı bir gülümseme yayıldı Timothynin yüzüne.Ii139"Hiç şaşırmadım. Akşam o kadar çok yedi ki."Kemalle Elif dışında masadaki herkes gülümsedi. Bu durum Esranın gözünden kaçmamıştı. İşimizvar bunlarla, diye geçirdi aklından."Yumurta isteyen var mı?"Soruyu soran, elinde peynir tabağıyla masaya yaklaşan Halaftı."Ne yumurtası," diye çıkıştı Kemal. "Bir saat sonra ortalık yanmaya başlayacak. Her tarafımızdaalerji çıkacak. Sen bizi hasta etmek mi istiyorsun."Hemen savunmaya geçti Halaf."Ama Herr Bemd yumurtasız kahvaltı yapmam, diyor."Bernd kendinden emin bakışlarını ağır ağır Kemale çevirdi.
  • "Evet, ben sabahları yumurta yemezsem doymuyorum. Ama böyle değil. Yağda kızarmış jambonluyumurta.""Jambonlu yumurta mı?" dedi Kemal suratını ekşiterek, sonra masanın üzerindeki yiyeceklerigöstererek ekledi. "İki çeşit peynir, siyah zeytin, yeşil zeytin piyazı, tere-yağ, bal, pekmez,domates, salatalık, yeşil biber bunlar yeterli değil mi Bernd?""Her ülkenin bir kahvaltı kültürü vardır," dedi Bernd. "Bizde zeytinle, sizinkine benzer peynirdenyenmez.""Peynir yemiyor musunuz yani?" diye şaşırmış bir halde atıldı Murat."Yiyoruz ama dilimlenmiş İsviçre peyniri. Yanında da reçel, ay çöreği. Ama ben jambonluyumurtayı tercih ederim.""Ama bu çok sağlıksız," diye itirazını sürdürdü KerSal."Bence çok sağlıklı," dedi Bernd daha kararlı bir sesle. "Bir Rus atasözü şöyle der: Sabahkahvaltını tek başına yap, öğle yemeğini dostunla, akşam yemeğini düşmanınla paylaş."Muratın bakışları Timothyye kaymıştı.140"Yav Timothy," dedi Amerikalı kırk yıllık arkadaşıy-mış gibi- "Sen niye kahvaltı seçmiyorsun.Bildiğim kadarıyla Amerikalılar mısır gevreği yemeden doymazlarmış.""Yanlış biliyorsun. Biz de yağda kızarmış jambonlu yumurta yeriz. Ama ben ne bulursam yiyorumartık.""Irak çöllerinde biraz zor bulurdun jambonu," diye takıldı Murat."Öyle ama gördüğün gibi Türkiyede de yok.""İyi ki yok," dedi Kemal nemrut bir suratla. "Yoksa ekibin çoğu, Teoman gibi zamanın büyükbölümünü tuvalette geçirirdi.""Neyse, jambonlu yumurta olmadığına göre sorun yok," diyerek tartışmayı kapadı Timothy.Sabah mahmurluğunun da etkisiyle masada bundan başka konuşma olmadı. Tuvaletten dönenTeoman,"Bisikletinin tekerleği inmiş," dedi Bernde. "Buralar tehlikelidir, geceleri gezmeni pek tavsiyeetmem."Bernd afallamış gibiydi."Gece bisiklete binmedim ki!""Böyle şeyler olur," dedi Timothy. "Lastiğin havası bazen kendiliğinden iner.""Bisikleti bırak da sen kendi haline bak Teoman Abi,"diyerek takıldı Murat. "Tuvalete düştünsandık."Teoman bu genç öğrencinin yerli yersiz takılmalarından sıkılmıştı ama bozuntuya vermedi,"Görüyorsunuz değil mi, kurt kocayınca itin maskarası olurmuş," dedi yalnızca.Herkes sessizce güldü bu sözlere. Murat üstelemeyince konu uzamadı.Esra dalgındı. Geceden beri Halaf in anlattıklarını düşünüyordu. Genç aşçı haklı olabilir miydi?Zenginleşen yöre halkı artık kehanetlere, safsatalara inanmayı bırakmış mıydı? Yoksa işinikaybetmek istemeyen Halaf onları oyalamaya mı çalışıyordu? Bunu anlamak için kazıdaki işçilerintavırlarına bakmak yeterliydi. Ancak Esra işçilerin141bugün kazıya geleceklerinden de pek emin değildi. Öyle ya, eğer olanlardan kazıyı sorumlututuyorlarsa artık onlarla çalışmaya asla yanaşmazlardı. Her sabah kazıya ciple gitmesine karşın bukez işçileri alacak olan minibüse binmeye karar verdi. Eğer işçilerde bir kararsızlık görürse onlarıikna etmeye çalışacaktı.Pek uzun sürmeyen kahvaltı faslından sonra Teoman ve Kemal, kazı malzemelerini alarak cipedoluştular. Cipi Kemal kullanacaktı, onunla aynı araçta olmayı istemeyen Elif, Esra ile birlikte,Muratın kullanacağı minibüse binmeyi tercih etti. Kemal, kız arkadaşının bu alışılmadıkdavranışını gergin ama sessiz bir tavırla karşıladı, hiçbir şey söylemeden cipi çalıştırarak, eski Hitit
  • kentinin yolunu tuttu. Kuşluk vakti yenecek öğünü hazırlayan Halaf ı bekleyen minibüstekilerseancak malzemelerin yerleştirilmesinden sonra hareket edebildi.Ağır ağır aydınlanan yolda hızla ilerliyordu minibüs. Güneşin doğmasına daha çok vardı amakaranlığın açılmasıyla ayaz kırılmış, Fıratın üzerini kaplayan yoğun sis dağılmaya başlamıştı. Kazıişçilerini bir kilometre uzaktaki yol sapağında, kurumuş dere yatağının üzerindeki Taş Köprüdenalacaklardı. İşçiler her sabah köprünün gerisindeki büyükçe ahlat ağacının altında uysalcabeklerlerdi. İki ayrı köyden on işçi toplayabilmişlerdi ancak. Onları da Hacı Settarın sayesindebulabilmişlerdi. Bunlar yoksul köylülerdi ama hepsinin küçük de olsa bir tarlası vardı. Zatenaralarından dördü pamuk toplama vakti gelince işi bırakacaklarını başından söylemişlerdi. Ozamana kadar işlerin hafifleyeceğini düşünmüştü Esra. Hem gerekirse kasabadan günübirlik işçi degetirebilirdi. Ama Hacı Settarın ölümünden sonra bırakın kasabadan adam bulmayı, işçilerinhepsini kaybetme tehlikesiyle karşı karşıyaydı.Minibüsü kullanan Muratın arkasındaki koltukta oturan Esra gözlerini toprak yola dikmiş,sigarasından derin142soluklar çekerek, ahlatın altında işçileri bulup bulamayacaklarını düşünüyordu. Son virajı dönüpekip başı Ma-honun iri cüssesini görünceye kadar da kaygısından kurtulmadı."Gelmişler," diye mırıldandı. "Halaf haklıymış. Gelmişler.""Gelmeyecekler miydi?" diye şaşkınlıkla sordu Elif. Uykulu gözlerinde aptalca bir ifade belirmişti.Onu yanıtlamak yerine, başıyla işçi topluluğunu göstererek,"Eksiksiz, hepsi orada," dedi Esra.Maho ayaktaydı, gözlerini yola dikmiş onları bekliyordu, öteki işçiler yere çömelmişlerdi; YalnızcaŞıhlı sırtını Ahlatın iri gövdesine dayamıştı. Hepsi de sigara içiyordu. Topluluktan yükselen duman,ahlatın koyu renk dallarından süzülerek ağacın geniş göğsünde kayboluyordu."Bir kaz sürüsü gibi görünüyorlar," dedi Murat. "Maho sürü şefi gibi bir adım önde, gözleriniçevreye dikmiş, nerede yiyecek bulabilir, anlamaya çalışıyor."Elif sessizce güldü, Esra gülümsememişti bile."Kötü bir benzetme. Onlar kaz değil insan."Murat kendini savunmaya kalkmadı, Elif gibi sessizce gülmekle yetindi.Minibüsü gören işçiler hareketlenmişlerdi. Oturanlar ayağa kalktılar, köprüye yaklaştılar. Minibüsyolun kenarına park edince, sigaralarından son bir nefes çekip izmaritlerini, iki yanında pembelisarılı zakkumların sıralandığı kurumuş dere yatağına attılar. Biri esmer, öteki kumral iki genç işçialev alev yanan gözlerindeki açlığı gizlemeye çalışarak baktılar minibüsün içindeki kadınlara.Minibüste görmeye alışkın olmadıkları Elif ve Esrayla karşılaşmaktan kaynaklanan küçükmeraklarını saymazsak, öteki işçilerin bakışları her zamanki gibi saygılı ve doğaldı. Minibüsünkapısının açılmasıyla birlikte önde Maho olduğu halde, minibüse doluşmaya başladılar."Selamünaleyküm," dedi Maho, iri cüssesini kapıdan sığdırmaya çalışırken.143"Aleykümselam Maho Usta," dedi Esra. Artık onların böyle selamlaşmasına alışmıştı. Maho,Esranın yanına otururken, öteki işçiler de şakayla karışık birbirini iterek, arka koltuklara yerleştiler.Minibüs hareket ederken Maho, kazı başkanına döndü."Hayırdır Esra Hanım, bizi almaya siz gelmişsiniz."Esra sakin görünmeye çalışıyordu."Hayır şer olacak bir şey yok Maho Usta. Her gün ciple gidiyordum, bugün de minibüsle gideyim,dedim. Sizde ne var ne yok? Nasılsınız ?""Ne olcak," diyen Mahonun güneşten kösele gibi sertleşmiş yüzü kederle buruşmuştu. "HacıSettarı duymuşuz, perişan olmuşuz."Derinden bir iç geçirdi Esra."Yaa, biz de çok üzüldük. Çok iyi bir insandı.""Evliya gibi adamdı," dedi işçilerden biri. "Fukara babasıydı."
  • "Aptesinde namazındaydı," diye atıldı bir başkası. "Kimseye surdan kalk, şuraya git dediğigörülmemiştir.""Sizce bu işi kim yapmış olabilir?" diye sorarak işçilerin ne düşündüğünü anlamaya çalıştı Esra."Bu işi yapan bizim buradan değildir," dedi Maho kesin bir tavırla. "Bu toprağın insanı Hacı Settarıöldüre-mez."Kendilerini suçladıklarını sanan Esra, yabancı dediğin kim, diye sormaya hazırlanıyordu ki,"Onu öldüren şeytanı laindir," diye atıldı Şıhlı. "İnsan olan böyle iş yapmaz.""Hacı Emmiyi öldüreni bulsam, onu kendi ellerimle boğarım," diye söylendi genç işçilerden biri.„.?"Onu katleden cennete gider," dedi bir başkası."Abid Hoca da öyle demişti dünkü vaazında. Hacı Settarın katilinin katli vacipmiş.""Jandarmalar Şehmuzu yakalamış," diyerek adamların ağzını yokladı Esra.144"Şehmuz iti böyle bir bok yiyemez," dedi Maho. "Yanlış adamı tutmuşlardır. Bu işi dışarıdan biriyapmıştır.""Dışarıdan kim yapmış olabilir ki?""Casim, demiştir ki, bu işin arkasında Suriye vardır.""Casim mi?""Kaçakçı Casim. Pazaryerindeki camlı kahvenin sahibidir. Sınıra mayın döşenmeden önce gündeiki kez geçerdi karşıya. Mayın döşendikten sonra bırakmıştır bu işleri. Lakin karşı tarafı iyi bilir.Halepte tanımadığı kimse yoktur. Her iki tarafta da insanların sevgisini, saygısını kazanmıştır.""Namlı adamdır, gözü karadır, yiğittir," diye söylendi genç köylülerden biri hayranlıkla."Fukara babasıdır," dedi az önce Hacı Settar için de aynı tanımlamayı yapan işçi. "Kaçakçıyken beşkazanırsa üçünü fukaraya dağıtırdı.""Gene de öyledir," dedi arka koltuğun köşesine büzülen zayıf işçi. "Ramazanda her gün iftaryemeği verir.""Niye Suriyelilerden kuşkulanıyor Casim?""Niye olacak," diye söylendi Maho, "adamların sularını kestik. Baraj yapılmadan önce bunun onkatı su akardı aşağıya. Adamların ha suyunu kesmişsin, ha şah damarını.""iyi de barajı yapan devlet, Hacı Settarın bu işle ilgisi ne?" diye söylendi Esra kaşlarını çatarak."Suriye, dövlet millet ayırmaz. Madem siz bana kötülük ettiniz, ben de ibreti alem için sizin en has,en mübarek adamınızı minareden aşağı atarım, demiştir. Yani bir nevi gözdağı vermek istemiştirdövletimize."Esra bu çocuksu düşüncelere bir anlam veremese de içinde bir rahatlama hissediyordu. Demek kikimse Kara Kabirin lanetini filan düşünmüyordu. O da bu konuyu hiç açmamaya karar vermişti kiŞıhlı yanıldığını kanıtladı."Dünkü vaazda," dedi kaygılı bir tavırla, "Abid Hoca, bu iş biraz da Kara Kabire kazmavurulmasıyla alakalıdır,145demiştir. Ermişlerin mezarına dokunmak iyi değildir, demiştir."Maho dönüp ters ters baktı. Şıhlı önce bakışlarını kaçırmamaya çalıştı ama sonunda dayanamadıbaşını önüne eğdi. Minibüsün içine bir sessizlik çökmüştü. Kimse konuşmuyordu. Bir süre motorungürültüsüyle, toprak yolda sarsılan eşyaların çıkardığı sesleri dinleyen Esra, jşçilerin bu konuyukendi aralarında tartışmış olduklarını anladı. Şıhlının muhalefetine karşın kazıyı sürdürmeye kararvermiş olmalıydılar. Acaba işçilerin arasında Şıhlı gibi düşünen başkaları da var mıydı? Varsa bileçoğunlukta olmadıkları anlaşılıyordu. Hatta Abid Hocanın etkisine giren Şıhlının bile düşünceleriçok kararlı değildi. Baksana kazıya gelmemezlik bile edememişti. Bu durumda en iyi savunmasaldırıdır diye düşünerek,
  • "Bakın arkadaşlar," dedi. "Abid Hoca ne düşünür bilmiyorum. Ama Hacı Settarın ölümününlanetle ilgisi yok. Siz işin içindesiniz. Kara Kabirin üzerinden bir taş bile almadık. Tersineçevresini temizledik, bakımını yaptık. Bunları gözlerinizle gördünüz."Esrayı onaylayan sesler yükseldi minibüsün içinden."He valla aynen öyle olmuştur. Gâvur dedikleri Timothy ile o insana soğuk soğuk bakan Almanbile kendi elleriyle boyadılar Kara Kabirin dış duvarını.""Kara Kabir hiç böyle bakım görmemiştir," diye atıldı bir başkası."Bu safsatalara boş verin Esra Hanım," dedi Maho. "Abid Hoca, cahillerin sözüne bakarak öylesöylemiştir. Gelip Kara Kabiri görse, o da anlardı hakikati.""Hocanın karşısında böyle konuşmadınız," diyecek oldu Şıhlı.Maho öfkeyle geriye döndü, iki sıra arkada oturan Şıh-lıya bakarak,"Ne fitne çıkarıyorsun lo," dedi Kürtçe, "istemiyorsan gelme. Bizimle gelesin diye ucu yanıkmektup göndermedik sana. İstemiyorsan durdurayım arabayı, in hemen."146Şıhlı bir şey söylemedi, başını öne eğdi ama Maho öfkesini alamamıştı."Geleceksen gel ama sus. Milletin huzurunu bozma. Burada hepimiz ekmek derdine düşmüşüz.Senin Abid Hocanın ekmek derdi yok, her ay dövletten maaşı geliyor, lojmanında yan gelipyatıyor. Biz çalışmazsak açız. Çalışmak en büyük ibadet demek. Peygamberimiz efendimiz de,Kara Kabirdeki evliya da böyle demiştir. Lanet bunun neresinde..."Esra, ekip başının söylediklerinden yalnızca Kara Kabiri anlamış olmasına karşın sözcüklerinsöyleniş tarzından, içeriklerini tahmin edebiliyordu. Arada bir Esraya dönüp Türkçe olarak"Kusurumuza bakmayın, biz cahil insanlarız" diyen Maho kazı yerine kadar Kürtçe söylen-meyisürdürdü.Mahonun konuşması Esrayı rahatlatmıştı. Halafın dün gece ayna gibi parlattığı minibüsün öncamından eski kentin yıkık duvarlarını görünce, tıpkı uzun yolculuklardan sonra İstanbuldaki evinedöndüğündekine benzer tatlı bir heyecanla kıpırdandı yüreği.147onuncu tabletTören sona erip de kralla kraliçe saraya girince yüreğimi tatlı bir heyecan sarmıştı. Babamınhuzuruna varıp, izin istedim. İzni koparır koparmaz da hızlı adımlarla tapınağın yolunu tuttum.Kabartmalı Uzun Duvarın önünden geçerken bakışlarım bir an elleriyle göğüslerini tutan ÇıplakTanrıça Yontusuna kaydı. Ayaklarım kendiliğinden yavaşladı. Aklıma utanç verici düşüncelerüşüşmüştü, gözlerimin önünden edepsiz görüntüler geçiyordu. Yüzümü bir sıcaklığın kapladığınıhissettim, Çıplak Tanrıçaya kötü gözle baktığım için kendime kızarak, hızla oradan uzaklaştım. İkiyanında çift başlı sfenks heykelinin bulunduğu tapınağın geniş merdivenlerini tırmanmadan öncede başımı öne eğerek, yüzümü yere indirdim. Tapınağın görkemli kapısına ulaştığımda soluksoluğa kalmıştım. Ama beklemeye hiç niyetim yoktu, hemen içeri daldım. Defalarca geldiğimtapınağa girince sanki hiç bilmediğim bir yere girmişim, hiç tanımadığım insanların arasınday-mışım gibi bir yabancılık duygusu sardı beni. Tapınak görevlileri beni bu halde görmesinler diyebüyük sütunlardan birinin ardına saklanarak heyecanımın geçmesini bekledim. O anda FırtınaTanrısı Teşupun, karısı Güneş Tanrıçası Hepatın ve Tanrıça Kupabanın yontularının banabakmakta olduklarını gördüm. Canlı gibiydiler, pencereden süzülen gün ışığı üçünün de yüzünevuruyor ve yüce efendilerim sanki ışıkta yıkanan gözleriyle bana bir şeyler anlatmak istiyorlardı.Belki de yaptığım işi onaylamıyorlardı. Yoksa gecelerime, gündüzlerime büyük bir özlem katan buyakıcı merakı gidermek, bedenimin bu dinmek bilmeyen isteğini doyurmak için babamın bana148hayırlı bir kısmet bulmasını mı beklemeliydim? Varlığımın gerçek sahipleri olan efendilerim, odonuk bakışlarıyla bana bunu mu söylemek istiyorlardı? Öyle ya, bütün genç erkekler tapınakfahişeleriyle yatacak diye bir yasa yoktu bu kentte. Yaratıcılarımızın yüzlerine baktıkça cesaretimiyice kırılıyordu. Eve dönsem iyi olacak, diye düşünmeye başlamışken bir elin omzuma
  • dokunduğunu hissettim. Dönünce, hâlâ tören giysilerini çıkarmamış olan Başrahip Walvazitiylekarşılaştım."Burada ne yapıyorsun genç Patasana?" diye sordu. Onu yanıtlamakta gecikince, yüzümün aldığıhale de bakarak durumumu anladı. Kaşlarını çatarak şöyle dedi:"Sen buraya tapınak fahişeleriyle sevişmek için geldin değil mi?"Ne diyeceğimi bilemedim. Öfkeli gözlerine daha fazla bakmamak için başımı öne eğdim. Başrahipbeni azarlamayı sürdürdü."Ve bu kutsal işten utanç duyuyorsun. Demek, bedenlerini sunarak tanrıçamıza ibadet eden buözverili kadınların armağanlarını almak seni utandırıyor."O konuştukça yer yarılsa da içine girsem, diye düşünüyordum."Bu yaptığın cahillik ama genç olduğun için seni bağışlıyorum. Bunda utanacak, ayıplanacak birşey yok. Tanrıça Kupaba da senin o kutsal kadınlardan biriyle sevişmeni istiyor. Yüzünden utancı,yüreğinden korkuyu at ve beni izle genç Patasana," diyerek yürümeye başladı.Sessizce Walvazitiyi izledim. Tanrılarımızın önünden geçerek, salonun ucundaki yüksek tavanlı,loş ışıklı koridora saptık. Koridor, odaların önüne asılmış kandillerle aydınlatılıyordu. Neredengeldiğini bilmediğim hafiften bir müzik, tütsülerin hoş kokusu, insanı bir düş âlemine çağırıyordu.Ama benim tedirginliğim o kadar büyüktü ki bir türlü o düş aleminin kapısından içeri adımımıatamıyordum. Koridor boyunca karşılıklı sıralanan odalardanI149üçüncüsünün kapısına gelince başrahip durdu. Eliyle odanın kapısını göstererek,"Buraya gir ve bekle," dedi, "seçileceksin." Tek söz etmeden, yüzüne bile bakmadan, önündesaygıyla eğildikten sonra odaya girdim.İçeride kimse yoktu. Dışarıdaki müzik buradan da duyuluyordu, yakılan tütsülerin kokusu odanınhavasını biraz ağırlaştırmıştı. Sağdaki duvara bitişik geniş bir yatak çarptı gözüme. Yatak nakışlıbir örtüyle kaplanmıştı. Örtüye Fırat kıyısındaki sazları, suyun üstünde uçan kuşları, suyun içindeyüzen balıkları büyük bir maharetle işlemişti nakışçılar. Odaya girince ne yapacağımı bilemedenortalıkta dikilmeye başladım. Sonra dışarıdan gelen ayak sesleri duydum. Panikleyerek yatağınucuna oturdum. Az sonra kapı açıldı. İçeri iki kadın girdi. Başları açıktı ama bedenleri tepedentırnağa kar beyazı giysilerle örtülmüştü. Kadınlar saygıyla gülümseyerek, beni selamladılar.Davranışları o kadar rahattı ki aşk oyunlarını bilen usta tapınak fahişeleri oldukları hemenanlaşılıyordu. Kadınlar yaklaşınca arkalarında başka birinin daha olduğunu fark ettim. Kendinigöstermekten çekinir gibi bir hali vardı. Öndeki iki kadın aralanınca onu daha iyi görebildim. Amagörmeden önce de, ürkekliğindeki zerafetten mi, odaya yaydığı ışıktan mı, insanın içini ısıtangörüntüsünden mi bilinmez, o tanrıçalara özgü güzelliğini fark etmiştim. Başını öne eğmişti. Siyahsaçları, narin bedenini örten ak giysilerinin üzerine dökülüyordu. Başını usulca kaldırarak, koyukahverengi gözlerini bir ceylan gibi ürkek, çekingen yüzüme dikti. Onun insanın içine işleyen ılıkgözlerini görünce, ilk aşkımla, yaşamımı değiştiricek kadınla karfî-laştığımı anladım. Heyecanla,korkuyla, sevinçle doğruldum.150on birinci bölümSevinçle ayağa kalkan iki er, Esraya yaklaştı. Karanlıkta, ürkütücü görüntülere dönüşen yıkıntılarınarasında soğuktan titreyerek sabaha kadar korkuyla beklemişlerdi. Geceyarısına doğru şiddetlenenrüzgâr Kara Kabirin başındaki hoş kokulu iğde ağacının dallarında iniltiye benzeyen seslerçıkarınca, gerilere, saray yıkıntılarına kadar çekilmişler, komutanları Deli Eşrefe küfürler savurarakortalığın bir an önce ağarması için dualar etmeye başlamışlardı. Neyse ki sonunda rüzgâr dinmiş,karanlık açılmış, kül Tengi bir aydınlığa bürünen dar yolda arkeologları taşıyan cip görünmüştü.Cipi gören askerler kurtulma anının yaklaştığını sanarak, hızlı adımlarla aşağıya inmiş, ama araçtaninen Kemal adındaki suratsız adamdan kazı başkanının başka araçta olduğunu öğrenince içlerindenlanetler yağdırarak, yeniden beklemeye koyulmuşlardı. Onlara kalsa Esra Hanımı filan boş verip
  • hemen şu dakika buradan ayrılırlardı. Fakat komutanın emri kesindi; Esra Hanımla konuşulmadankazı yeri terk edilmeyecekti. Onlarla birlikte bekleyen biri daha vardı; kazı bekçisi Selo. Kazıyerine neredeyse ciple aynı dakikalarda gelen Selo görevini yapamamış olmanın verdiği eziklikiçinde Esrayı bekliyordu. Yarım saat sonra Esrayı taşıyan minibüs gelince iki askerle birlikte Seloda aynı telaşla kazıİL hu151*£ i.başkanını aracın kapısında karşılamıştı. Askerler Se-lodan daha atik davranarak bir soluktakarakola dönmek istediklerini söylediler. Esra kahvaltı yapmalarını önerdi ama askerleristemeyince gitmelerine izin vererek, Muratı da onları karakola götürmekle görevlendirdi. Gençöğrenci bu durumdan pek hoşlanmasa da söyleneni yaptı, gerginlik ve uykusuzluktan perişan olmuşiki askeri alarak karakolun yolunu tuttu.Kazı Başkanının askerlerle işinin bittiğini gören Selo,"Kusura bakmayın Esra Hanım," diye yaklaştı.Yaşlı adamı karşısında gören Esra ciddileşmişti."Bu olmadı Selo. Biz sana kazıyı koruman için bıraktık, sen hırsızlara teslim etmişsin.""Vallahi benim hiçbir şeyden haberim yoktur," diye açıklamaya kalkıştı Selo. "Bütün puştluk buÇolak namıs-sızındadır. Beni de kandırmıştır.""Ya yine biri çıkıp seni kandırırsa?""Yok, bundan sonra böyle bir şey olmaz. Biz bu cahal-lığı bir kere yapmışız. Zinhar bir dahayapmayız."Esra vakitsiz yaşlanmış adamın yalvarmalarına daha fazla dayanamadı."Yaptığın büyük yanlış," dedi sıkıntıyla. "Ama seni işten çıkarmayacağım..."Sigaradan sararmış seyrek dişlerini göstererek, minnetle gülümsedi Selo."Allah razı olsun.""Ama bir daha kazıyı bırakıp gidersen ya da birilerini buraya sokarsan...""Tövbe. Doğmuş bebenin başı için tövbe. Bundan sonra değil Çolak Memilinin adamları, sağırçobanın koyunları bile giremez buraya..."Konuşmasını daha sürdürecekti ki,"Tamam Selo," diyerek kesti lafını Esra. "Bundan sonra daha dikkatli ol."Selo dudaklarında minnettar bir gülümsemeyle sustu.152Yeterince zaman kaybettiğini düşünen Esra, antik kütüphanenin yolunu tutmuştu bile. Bir an önceŞehmuzla arkadaşının kazı yerine verdiği zararın boyutlarını öğrenmek istiyordu. Arkasında kazıekibi olduğu halde eğri büğrü toprakların üzerinden, yıkılmış duvarların arasından geçerekkütüphane yıkıntılarına ulaştılar. Çakıl taşı ve kerpiç parçalarından oluşan toprak zemine çökenEsra tahribatı incelemeye başladı.Şehmuzla Bekirin, onların açtığı 5D karesini kazdıkları anlaşılıyordu. İşleri bitince dehırsızlıklarını gizlemek için kazdıkları yeri ustalıkla örtmüşlerdi ama uzman bir gözü aldatmalarıçok zordu. Daha ilk bakışta nereyi kazdıkları anlaşılıyordu. Orada zemin daha koyu renkli ve dahayumuşaktı. Yine de büyük bir tahribat görünmüyordu. Tabletlerden başka bir şey bulamayanhırsızlar anlaşılan kütüphaneden ayrılıp başka bölgeleri kazmaya gitmişlerdi. Kadınla geyikheykelciklerini, gerdanlıkla kadehi de daha sonra kazdıkları yerden çıkarmış olmalıydılar. Acabanereyi kazmışlardı? Büyük olasılıkla tapmak, diye düşündü Esra. Ama bu düşünce onu fazlaetkilemedi; Pa-tasananın tabletleri dünyanın keşfedilmemiş bütün tapınaklarından, el değmemişbütün antik hazinelerinden çok daha değerliydi onun için.Başucunda dikilen Kemal hayretle söylendi:"Adamlar bizden daha özenli çalışmışlar!""Aferin onlara," dedi Esra, "böylece kazıya az zarar vermişler."
  • "Anlayamadığım, adamların bizim gibi düzenli olarak kazmayı kimden öğrendikleri?""Kimden olacak, arkeologlardan," diyerek doğruldu Esra. "Halaf, Çolak Memilinin adamlarınıkazılarda işçi olarak çalıştırdığını söylemişti. Böylece toprağın nasıl açılacağını öğreniyorlarmış."Kemalin şaşkınlığı sürüyordu."Vay be, heriflere bak!"diye mırıldandı. "AmmaI153akıllılarmış ha." Bunları söylerken Elife bakmıştı ama kız hiç oralı olmadı."Neyse artık işe başlayalım," dedi Esra. Bir an gözleri kızıllaşan gökyüzüne kaydı. "Az sonraortalık cehenneme dönecek." Bernde bakarak sürdürdü. "Siz kütüphaneyi kazmaya devam edin.Ben Teomanla tapınağı kontrol edeceğim."Bernd kendi ekibini başına topladı. Öteki işçiler Teoman, Esra ve Kemalle birlikte tapınağayöneldiler. Birkaç metre gittikten sonra Esra geriye bakarak, Berndin yanında kalan Elife seslendi."Sen gelmiyor musun?"Çantasından fotoğraf makinasını çıkarmaya çalışan genç kız,"Birkaç poz çekmek istiyorum," dedi. "Mahkeme için.""Tamam ama fazla oyalanma, hırsızların açtığı öteki yerlerin fotoğrafları da lazım olacak."Esra yanındakilerle uzaklaşırken Berndin ekibi işe ko-yulmuştı bile.Antik kentin yıkıntıları yaklaşık birkaç kilometre çapında bir daireye yayılmıştı. Bu dairenin doğuve güneyini Fırat çevreliyordu, kuzeyinde bir zamanlar tertemiz suları nehre kadar ulaşan amaşimdi bataklığa dönüşmüş bir dere yatağı vardı, batısındaysa yapay bir sınır oluşturan asfalt yolbulunuyordu. Kentin yıkıntılarının bulunduğu alan çevredeki tarlalardan farklı olarak, kurumuşyabani otlarla kaplanmıştı. Rüzgârla savrulan sarı otların arasında sütun başlan, hiyeroglif kazılmışbazalt taşlar, çökmüş bir kemerin toprağa gömülmeyen parçalan, sayısız kerrflç, mermer kalıntısıkentin geçmiş yaşamının inatçı tanıkları olarak zamana direnmeyi sürdürüyordu. Ama antik kentinvarlığını, yadsınmaz bir şekilde ortaya koyan asıl kanıt, Fıratın kenarında bir tepenin üzerinekurulmuş olan kalenin içindeki saray, kütüphane ve tapınak yıkıntılarıydı.154Ekip kütüphane ve tapınağı kazarak başlamıştı işe. Kütüphanedeki Açma Başı Bernddi,tapınaktakiyse Teoman. Kemal, Alan Yöneticiliği görevini sürdürüyordu. Murat ise her işekoşturuyor, Elif fotoğraf çekmediği zamanlar not tutuyor, Esra ise genel denetlemeyi yapıyor,eksikleri saptıyor, kazı çalışmalarının genel plana uyumunu sağlıyordu. Ama Patasananın tabletleriçıkmaya başladıktan sonra bütün dikkatini kütüphane kazısı üzerinde yoğunlaştırmıştı. Bu kentteönemli bir kütüphane olduğunu gerek Hattuşada çıkan Hitit tabletlerinden gerekse Ninovadayapılan kazılarda elde edilen Asur kaynaklarından öğrenmişti. Ama Patasananın yazdıklarınabenzer bir metinle karşılaşacaklarını doğrusu hiç tahmin etmiyordu. Eğer Patasananın yazdıklarınıntümünü çıkarabi-lirlerse, yalnızca resmi olmayan ilk tarihi belgeyi bulmakla kalmayacak, M. Ö.705 yılında Asurlulaştırılan ve Hitit Metropolü diye bilinen bu kentin başına gelenleri deayrıntılarıyla öğrenme olanağını yakalayarak hem tarihe hem de arkeolojiye önemli bir katkıyapmış olacaklardı. Bu yüzden tapınaktaki kaçak kazıyı tespit etmeye giderken bile aklıkütüphanede, Patasananın çıkacak yeni tabletlerinde kalmıştı.Esra ve ekiptekiler Hitit krallarının bayram törenlerinde kullandıkları, bir zamanlar kenarındagörkemli Kabartmalı Uzun Duvarın bulunduğu, şimdi üzerinde yeşil kertenkelelerin oynaştığı anayolun yıkıntılarının arasından geçerek sarayın yüz metre kadar aşağısındaki tapınağa ulaştılar.Hırsızların tapınakta kazdıkları yeri bulmak kütüphanedeki kadar kolay olmadı. Yalnızca genişmerdivenleri sağlam kalmış, sütunları, kalın taş duvarları parçalanarak toprağa gömülmüş tapınağınher yanını karış karış aramak zorunda kaldılar. Ve yaklaşık bir saatlik yoğun bir aramanın sonundahiç ummadıkları bir yerde buldular gömü avcılarının açtıkları yeri. Burası tapınağın bahçesinde,gövdesinin yalnızca arka kısmı kalmış olan sfenksin on metre berisindeki çökmüş bir duvarındibiydi.
  • 155Şehmuzla Bekir, tıpkı kütüphanede olduğu gibi burada da iyi iş çıkarmış, alacaklarını aldıktansonra toprağı başarıyla örtmüşlerdi. Ekiptekiler hırsızlığı duymasalardı, orada bir kazı yapıldığınınfarkına bile varmayabilirlerdi.Esra ile Teoman, hırsızların açtığı zemine çökmüş, sanki altında neler olduğunusaptayacakmışcasına elleriyle toprağa dokunarak olanları anlamaya çalışıyorlardı. Kemal, beş işçive az önce onlara katılan Elif, ayakta durarak çevrelerini sarmış, sessizce neler olacağınıbekliyorlardı. Avucundaki toprağı ufalayan Esra başını kaldırarak Teomana baktı."Sen de benim düşündüğümü mü düşünüyorsun?""Sanırım, evet."Konuşmalardan bir şey anlamayan Kemal homurdandı."Ne düşündüğünüzü açıklayın da biz de anlayalım neler olduğunu.""Galiba sunakların kabul edildiği odanın üzerinde bulunuyoruz," dedi Esra neşeli bir tavırla.Ama aklı hâlâ Elifte olan Kemal söylenleri yeterli bulmamıştı."Buranın adakların kabul edildiği oda olduğunu nasıl anladığınızı sorabilir miyim?""Basit," dedi Esra. "Bir kazıda aynı yerden üç buluntu çıkarıyorsanız, bunun arkası var demektir."Onun sözleri üzerine Elif fotoğraf makinesinin objektifini doğrultup deklanşöre basmaya başladı."Ama burası varlıklı birinin evi de olabilir?" diyerek karşı çıktı Kemal."Tapmağın merdivenlerinin dibinde mi?""Ben de Esra gibi düşünüyorum," dedi Teoman. "Sunakların kabul edildiği oda yukarıda olamaz.Çünkü geyik, domuz gibi taşıması zor hayvanlar, şarap, zeytinyağı küpleri, ağır yüklergetiriliyordu. Oda sunakların kolayca kabul edilebileceği bir yerde olmalıydı."Arkadaşının söyledikleri mantıklıydı ama Kemal direnmeyi sürdürdü:156"Kazmadan emin olamayız.""Yani tapınağın içini bırakıp, burayı mı kazalım?" diye söylendi Teoman."Acele etmeyelim," dedi elindeki toprağı silkeleyerek doğrulan Esra. "Bu akşam toplantıda durumudeğerlendirip öyle karar verelim. Planı zırt pırt değiştirmek doğru değil."Teoman rahat bir nefes aldı."Kesinlikle haklısın. Öyle her kafamız estiğinde kazacağımız yeri değiştirendeyiz."Kemal itiraz etmedi buna."İyi o zaman," dedi Esra. "Haydi işbaşına. Bu sabah yeterince zaman kaybettik zaten."Teoman işçileri toparlayıp tapınağa yollanırken, onların peşi sıra yürümeye hazırlanan Kemaldönüp Elife baktı. Esra onun bu hareketini fark etmişti. Kemalin yüzünde öfke, kırgınlık karışımıbir ifade vardı. Esra onun Elifi çağıracağını düşündü ama genç adam hiçbir şey söylemeden kazıekibini takip etti. Kemalin duraksamasını Elif de görmüş ama aldırmamıştı. Onun davranışlarınaiçerleyen Esra sonunda dayanamayıp sordu:"Bu iş daha ne zamana kadar sürecek?"Elif, fotoğraf çekiminden söz ettiğini sanarak,"Şimdi bitiyor," dedi."Onu kastetmiyorum, Kemalle dargınlığınızdan söz ediyorum."Elif fotoğraf makinesini indirdi. Göz ucuyla epeyce ilerlemiş olan Kemale baktıktan sonra,"Herif çıldırmış," dedi,"herkesten kıskanıyor beni.""Kıskanması için sen de elinden geleni yapıyorsun ama."Esradan böyle bir yaklaşım beklemeyen Elif şaşkınlıkla, hem arkadaşı hem sorumlusu olan gençkadına baktı."Olanları tam olarak bilmiyorsun," diyerek açıklamaya çalıştı.157"Dün gördüklerim bana yeter. Söz verdiğin halde gel-medin. Çocuk saatlerce seni bekledi.""Tamam, dün hatalıydım," dedi Elif sıkıntıyla. "Özür de diledim. Ama o ucunu aldı gidiyor."
  • "Acaba onun yerinde olsan sen ne yapardın?"Esranın Kemalin tarafına tuttuğunu düşündü Elif. Oysa bu konuda kendisini destekleyeceğinisanmıştı."Adam beni tapulu malı gibi görüyor. Benim kendi hayatım var.""Kemalin tavrının doğru olduğunu söylemiyorum, ama senin de biraz dikkat etmen lazım.""Dikkat ediyorum ama yetmiyor," dedi gergin, giderek yükselen bir ses tonuyla. "Nereye gitsem,nereye baksam, ne giysem suç. Daha ne yapabilirim ki?"Elifin gerginleştiğini fark eden Esra sesini yumuşattı."Birbirinizi kırmamaksınız. Bu hem size hem de..." çevrenizdekilere zarar verir, diyecekti ki,"Kazıya zarar verir, değil mi?" diye söylendi Elif.İki kadın göz göze geldiler. Elif karşılaştıkları günden beri ilk kez meydan okur gibi bakıyorduEsraya."Senin kazıdan başka bir şey düşündüğün yok zaten. Varsa, yoksa kazı. Ya birlikte yaşadığıninsanlar, arkadaşların? Onların dertleri, sıkıntıları..."Esra şaşkınlıktan donakalmış bir halde Elifin isyan yüklü yakarışlarını dinliyordu."Arkeolog aynı zamanda bir psikolog gibi olabilmeli derdin ama bir gün gelip benimle yüz yüzekonuşmadın bile. Lafa gelince güya arkadaştık, güya dosttuk..."Genç kızın sözleri bıçak gibi keskindi, yaralayıcıydı. Daha önemlisi doğruydu. Onunla hiçdertleşmemişti Esra; eleştirmişti, yol göstermişti, kutlamıştı, ama bunların hepsi işle ilgilikonulardı. Elifle ilk tanışmalarını anımsadı. Esranın üniversitedeki küçük odasında, gösterişsizmasasının önündeki eski koltukta oturmuş, fotoğrafçılık okuduğunu ama arkeolojiye meraklıolduğunu anlatmıştı.158Onlarla birlikte kazılara katılmak istiyordu. Kolej bitirmişti, İngilizcesi iyiydi. Çoktandır sadık birfotoğrafçıya ihtiyaç duyan Esra ilgiyle dinlemişti genç kızı. Esranın gülümsemesinden cesaret alanElif, yeşil bir katalogun içinde yer alan fotoğrafları heyecanla göstermeye başlamıştı. Hiç fenadeğildi fotoğraflar. Böylece ekibe alınmıştı. Birlikte çıktıkları ilk kazıdan sonra onu daha çoksevmişti Esra. Ama demek ki bu sevgisini fazla gösterememişti."Kemalle çıkmaya başladığımızda gelip sana akıl danışmıştım," diye sürdürüyordu yakınlamalarınıElif. "Hatırlıyor musun? Onun nasıl biri olduğunu anlamak istiyordum. İyidir, iyidir, diyerekgeçiştirdin. İnsan olarak hiçbir değerim yok yanında...""Yanılıyorsun," diye atıldı Esra, "seni kardeşim gibi se-verim."Hiç öyle bir yakınlık görmedim senden." "Herkese eşit davranmaya çalışıyordum." "Eşitlikherkese aynı davranmak değil, herkese aynı özeni göstermektir," diye çıkıştı genç kız. "Sen kazıyagösterdiğin özenin onda birini bile bize göstermedin..."Elifin haklı olduğunu düşündü Esra, içini bir eziklik kapladı. Ama o kadar çok sorun vardı ki, hangibirine yetişeceğini kendisi de bilmiyordu. Üstelik buraya tatil için gelmemişlerdi, elbette onun içinen önemli olan şey işi, yani kazıydı. Yok, yok Elifin duyarlığı kendisiyle ilgili değildi. Galibagerçekten de Time aşık olmuştu bu kız. Kemalin baskısı da iyice germişti onu. Ben de konuşmakiçin en uygunsuz zamanı seçmişim, diye geçirdi aklından. Böylece zıvanadan çıktı zavallıcık. Onakarşı daha anlayışlı olmalıydı. Gülümseyerek yaklaştı."Bak Elif," dedi sağ eliyle genç kızın omzuna dokunarak. Elif ondan kaçarcasına hızla sırtınıdöndü. Esra bırakmadı. "Belki seni ihmal etmişimdir. Bunun için özür dilerim. Ama çok zor günleryaşıyoruz."159Genç kızın bedeninin sarsıldığını fark etti. Dün geceden beri gergin anlar yaşayan Elifin sinirleriboşalmış ağlıyordu. Ona sarılması mı gerekiyordu, yoksa ağlamasının geçmesini mi beklemeliydi,bilemeden bir süre acemice yanında dikildi. Sonra karşısına geçerek elleriyle kızın gözyaşlarınıkurulamaya çalıştı. Önce yüzünü kaçırmaya çalıştı Elif, sonra birden Esraya sarılarak,
  • "Çok aptalım değil mi?" diyerek hıçkırmaya başladı. Esra önce garipsedi bu davranışı sonra hoşunagitti, bir kız kardeşi kucaklar gibi sevgiyle sarıldı ona. Duygulanmıştı, bir şeyler söylemeye kalksaağlayacağından korkuyordu. Elifin saçlarını şefkatle okşayarak,"Birbirimize daha çok yardımcı olmalıyız," diyebildi yalnızca. Bir süre öylece kaldılar. Kızınağlaması yatışınca,"Hadi, artık toparlanalım," dedi. "Bizi böyle görenler halimize gülecekler.""Tamam," dedi genç kız. Burnunu çekerek Esradan uzaklaştı."Her şey düzelecek merak etme."Esra tapınağın merdivenlerini tırmanmaya başlayan genç kızı izlerken Orhanın da kendisine azçektirmediğini anımsadı. Özellikle evliliklerinin ilk döneminde tıpkı Elifin yakındığı gibi, yok buçok dar, yok bu çok açık diye her giydiğine karışır, üniversitede bir erkek arkadaşıyla birazcıkkonuşacak olsa surat asar, hemen kıskançlık numaralarına başlardı. İnsan neden yapar ki bunu?Sevdiklerini kaybetme korkusundan mı? İyi de, seni sevmiyorsa ne yapabilirsin ki? Belki Elif desevmiyordu Kemali. Bunun için kimse onu suçlayamazdı. Tek çözüm Kemalin yüreğine taş basıpsevgilisini unutmasıydı. Kafasından bunlar geçerken saray yönünden gelen Muratı gördü. Telaşiçindeydi, hızlı adımlarla adeta koşarcasına yürüyordu. Merakla ona yöneldi Esra."Seni arıyordum," diye bağırdı yaklaşan delikanlı birkaç metre öteden.160"Hayrola?""Korucubaşı öldürülmüş!""Ne?" dedi Esra. "Ne diyorsun sen?""Türkoğlu Aşiretinin başı öldürülmüş!""Reşat Ağamı?""Ta kendisi. Göven Köyünün çıkışında, kafası kesilerek öldürülmüş. Kesilen kafasını da kucağınaoturtmuşlar.""Aman Allahım!" diye söylendi Esra dehşetle. Orta boylu, çelimsiz bir adamdı Reşat Türkoğlu.Kırkında ya vardı ya yoktu ama daha yaşlı gösteriyordu. İnce bir bıyığı vardı, hep takım elbiseyledolaşırdı. İnce kaşlarının altında, yerinde duramayan çakır gözleri kurnazca bakardı. Yüreklerekorku salan, acımasız ağalardan çok, işini bilen bir taşra esnafına benzetirdi Esra onu. Silahtaşımadığını söylerlerdi ama onu ne zaman gördüyse yanında hep adamları vardı."Yanında adamları yok muymuş?""Yokmuş. Göven Köyüne çapkınlık için gitmiş. Bu yüzden yalnızmış.""Olayı kimden duydun?""Önce askerler anlattı, sonra cesedi bulan çoban... İfade vermek için karakolda bulunuyordu.Onunla da konuştum. Gece yarısı çıkmış evinden. Kendi köyündekiler-le beraber Güvenlilerindavarlarını da güdüyormuş. Göven Köyüne yaklaşırken yolun ortasında bir karaltı görmüş.Dolunay varmış ama ışık arkadan vurduğu için ne olduğunu anlayamıyormuş. Bu arada köpeklerindeliler gibi havlamaya başlamasından kötü bir şeyler olduğunu sezinliyormuş. Yaklaşmış, bakmışki başsız bir ceset, korkuyla geri çekilirken, kucağındaki başı fark etmiş..."Bir an olayı görür gibi oldu Esra. Issız yolun ortasında bir ceset duruyordu, kucağında şaşkınlıktangözleri dışarı fırlamış bir kafa, arkada tekerlek gibi bir dolunay. Birkaç metre önde korkudan aklınıkaçırmak üzere olan çoban.161"Çoban çılgınlar gibi koşarak köye dönmüş," diye sürdürdü sözlerini Murat. "Kapıları çalıpbağırmaya çalışmış. Ama dili tutulduğu için sesi çıkmıyormuş. Uyanan köy halkı çobanısakinleştirinceye kadar akla karayı seçmişler. Benimle konuşurken bile heyecandan titriyordu.""Peki cinayet bölgesinde kimseyi görmemiş mi?""Karanlıkta uçan bir adam gördüğünü söylüyor.""Karanlıkta uçan adam da ne demek?"
  • "Çoban öyle söylüyor. Bir adam rüzgârın üzerine binmiş hızla uzaklaşıyordu oradan, diyeanlatıyordu.""Yani koşuyor muymuş?""Koşuyor demedi, uçuyordu, dedi. Yüzbaşı da senin gibi düşünüyor. Panikleyen çoban, karanlıktakaçan bir adamı uçar gibi görmüştür, diyor.""Katilin kim olduğu belli değil, tabii.""Yüzbaşı Eşrefe göre teröristler. Esra Hanıma söyleyin, dikkatli olsun, diye de bir mesaj yolladısana."Esra, bu mesajın, bakın dediklerim nasıl da çıkıyor, anlamına geldiğini biliyordu. İçinde bellibelirsiz bir öfke kıpırdandı. Sonra ona niye kızıyorum ki diye geçirdi içinden. Belki de Yüzbaşıhaklıydı, gerçekten de cinayetlerin arkasında örgüt vardı."Neler oluyor?" diye sordu Murat, Esranın gizemli suskunluğundan ürkerek. "Önce Hacı Settar,ardından koru-cubaşı Reşat... İki cinayeti de aynı kişi mi işledi sence?""Bilmiyorum," dedi Esra. Sabahın ilk saatleri olmasına karşın sesi yorgun ve ümitsizdi. "Umarımöyle değildir. Ya da halk öyle düşünmez. Yoksa yine şu Kara Kabirin lanetine bağlarlarcinayetleri."Muratın bakışları tuhaflaşmıştı, Esraya biraz daha yaklaştı."Belki de halk haklı," dedi. "Belki de gerçekten lanetlendik."Muratın mistik dünyaya duyduğu ilgiye şu ana kadar ses çıkarmamıştı Esra ama işi kazıya getirincedayanamadı.162"Saçmalama!" diye bağırdı."Saçmalamıyorum. Patasananın Tabletlerinde Fıratın ışıltılı kıyılarına karanlık duvar gibi çökenbir lanetten söz etmiyor muydu? Tanrıların gönlünü hoş tutmadan tabletlere dokunulmamasını,yoksa lanete uğrayacaklarını yazarak bizi uyarmıyor muydu?"Patasananın Tabletleriyle, cinayetler arasında Muratın kurduğu bağlantı anlamsızdı ama yine detüylerinin diken diken olmasını önleyemedi Esra."Aptal mısın sen?" diye gürledi, belki de ürperdiği için kendi kendisine bağırıyordu. "İki bin yediyüz yıl önceki bir kültürün inançlarına göre mi değerlendiriyorsun olay-ları..."Günümüzde de..." diyecek oldu Murat."Lütfen keser misin," diyerek lafı ağzına koydu çocuğun, "başımızda yeterince sorun var, bir desenin batıl inançlarınla uğraşamam şimdi.""Ama...""Aması maması yok. Bu saçmalıkları unutacaksın. Unutmayacaksan, kazıyı hemen terk et."Duraksadı, kuşkulu gözlerle Murata bakarak sordu. "Reşat Ağanın öldürüldüğünü kimseyesöyledin mi?""Hayır," diye kekeledi delikanlı, "önce senin bilmenin doğru olacağını düşündüm.""İyi düşünmüşsün. Onlara ben açıklarım. Ve şu lanetle ilgili düşüncelerini başkalarından, özelliklede işçilerin birinden duyarsam bir daha benimle kazıya gelemezsin."Murat çaresizlik içinde öğretmenine bakarken Esra onu bırakıp yürümeye başladı. Sanki Murattanuzaklaşır-sa sorunlardan da kurtulacakmış gibi hızlı adımlarla kaleye yöneldi. Cinayetleri kimlerin,neden işlediğini düşünmek istemiyordu, akıl yürütmek istemiyordu, kimseden kuşkulanmakistemiyordu, kendi kendine tartışmak istemiyordu ama zihni onu dinlemiyor en olmadıkvarsayımlar aklının içinde dönenip duruyordu. Bu kadar düşündüğüne göre bir sonuca ulaşabilmişolsa yine iyiydi. Ama163vardığı yer hep aynıydı; o karanlık, o kaygan belirsizlik. Belki de en doğrusu kazıyı durdurmaktı.Önce Hacı Set-tar, ardından korucubaşı Reşat... Ölüm çevrelerinde dolaşıyordu. Hacı Settar yöredeonlara en yakın olan insandı, korucubaşının öldürüldüğü köy, kaldıkları yerden ancak birkaç
  • kilometre uzaktaydı. Belki de sıra onlardan birin-deydi. Bir kazı için insanların yaşımını tehlikeyeatmaya değer miydi?Kale yıkıntısına gelince durdu, gökyüzü kızıla boyanmıştı, güneş az sonra turuncu bulutlarınardından görünürdü. Yıkık burçlardan en uçtakine, Fıratın mavi sularını görünceye kadar yürüdü.Nehir boz renkli ovada devasa bir yılan gibi kıvrılarak akıyordu.Sırtını yıkık burca dayayarak yere çöktü. Bir sigara çıkarıp yaktı. Derinden bir soluk çekti. Israretmenin bir anlamı yok, diye düşündü dumanı dışarı üflerken. Artık kazıyı durdurmanın zamanıgelmişti. Sigarasından bir soluk daha çekti. Yoksa abartıyor muydu? Yok canım abartmıyordu.Gerçekten de başlarında bir uğursuzluk vardı. İki cinayet işlenmişti, ekiptekiler huzursuzdu, halkhuzursuzdu, Yüzbaşı huzursuzdu ve kendisi çıldırmak üzereydi. Tersliklerin ardı arkasıkesilmiyordu. Hayır bundan sonrasını göze alamazdı. Ekiptekilerden birine bir şey olsa ömür boyuvicdan azabı çekerdi. Patasananın Tabletleri gün ışığına çıkmak için biraz daha beklese kıyametkopmazdı ya! . .on birinci tablet164Ben bilge Mitannuwanin torunu, Yazman Ararasın oğlu Patasana. Ben çocukluğun kabuğunukırıp, gençliğin deli girdabında aklını boğan, yazgısı kara, umudu kara, aşkı kara toy Patasana.Tapınakta, Tanrıça Kupabanın yatak odasında karşılaştığım, ak giysiler içindeki, siyah saçlı, cerenbakışlı kızın adı Aşmunikaldı; öğrenecektim.İnce belliydi, fidan boyluydu, fildişi tenliydi, bülbül sesliydi; öğrenecektim.Uysaldı, sıcacıktı, yumuşacıktı; dudakları tatlı, gözleri ışıklıydı; öğrenecektim.Beni utandıracak, beni mutlu kılacak, beni kedere boğacak, benim için ölecek, beni korkular, acılariçinde bırakıp gidecekti; öğrenecektim.Beni alçak, beni korkak, beni hain, beni kurnaz, beni zalim yapacaktı; öğrenecektim.Tanrılar benim lanetli yazgımı, Fırat kıyısındaki kızların en güzeli olan Aşmunikalın koyukahverengi gözlerine gizlemişlerdi, bilmiyordum; ama öğrenecektim.Tanrılar yazgımla yüzleşmemi istemişlerdi. Buyrukları kesindi; öğrenecektim.Öğrenmeye Aşmunikalla tapınakta karşılaştığım daha o ilk anda başladım. Bana doğru yaklaşan ikitapınak fahişesi gözlerimi Aşmunikaldan alamadığımı görünce, dönüp ona baktılar. Aşmunikalınuzun kirpiklerinin ardından bana yönelen kaçamak bakışlarını fark edince, dudaklarında görmüşgeçirmiş insanlara özgü içten gülümsemeyle odadan çıktılar. Böylece, sessizliği saymazsak,Aşmunikalla aramızda boşluktan başka bir engel kalmadı.165Ama sessizlik bizi ayıran bir uçurum gibi giderek derinle-şiyordu. Benden daha cesur olduğunu oanda göstermişti. Sesi titrese de,"Ben, Tanrıça Kupabanın Fahişesi Aşmunikal. Tanrıça Kupabanın huzurunda, ona ibadet için senikendime eş seçtim," diyebildi. Konuştukça kendine olan güveni de artıyordu. "Ben TapınakFahişelerinin en genci, hiç dokunulmamış olanı, kendimi sana sunuyorum. Bu yatağıbedenlerimizle kutsamaya çağırıyorum seni" diyerek yaklaştı. İnce uzun parmaklarıyla önümdekavuşturduğum ellerime dokundu. Ürkekliğime, gördüğüm güzellik karşısında duyduğum hayranlıkda eklenmiş, iyice aptallaşmıştım. Damarlarımdaki bütün kan çekilmiş gibiydi, tapınağınkapısındaki sfenks yontuları kadar hareketsizleşmiştim. Sanki karşımda etten kemikten bir dişideğil de bir tanrıça vardı. Düşlerimde canlandırdığım o sevişme görüntülerinin en masum olanınıbile anımsayamıyordum. Çok geçmeden Aşmunikal, benim de en az onun kadar ürkek olduğumufark etti. Ürkekliğimi fark edince iyice rahatladı. Belki o da canını acıtacak, toyluğundan ötürü onuaşağılayacak bir erkekle karşılaşmanın verdiği korkuyu taşıyordu. Ama karşısında onun kadar toyve ondan daha çekingen birini görünce korkusundan kurtulmuştu. Kurtulması da gerekti çünkü butörenin sorumluluğu ona aitti. Töreni yöneten, Tanrıça Kupabaya hesap vermek zorunda olan oydu.Ne kadar korkarsa korksun, ne kadar heyecanlanırsa heyecanlansın görevini başarmalıydı. Ben
  • istesem tapınaktan bile kaçabilirdim, o bunu yapamazdı. Ama kaçmaya da pek niyeti yoktu. Helebenim ürkekliğimi fark ettikten sonra kendine güveni iyice yerine gelmişti. W-şinden gelmemisöyleyerek, yatağa yürüdü. Bu davranışı beni daha çok korkuttu. Onun karşısında soyunacağımıdüşündüm. Kendi zayıf bedenim gözümün önüne geldi. Bu güzel kıza layık olmayan çıkıkomuzlarımı, cılız kollarımı düşündüm. Yine de onun peşi sıra yatağa gitmekten166kendimi alamadım. Yatağa oturdu, beni de yanına çağırdı. Söylenileni yaptım. Yan yana oturduk.Elimi tuttu, yüzünü yüzüme çevirdi ama ben sanki karşımda bir cüzzam-lı varmış gibi onabakamıyor, gözlerimi kaçırıyordum. Bakışlarım uzun boynundan aşağıya kaydı, ak giysilerinaltından belli olan, açılmamış iki tomurcuğu andıran pembe göğüs uçlarını gördüm. Ağzımınkuruduğunu, avuçlarımın terlediğini hissettim. Onun avuçlarımın terlediğini fark etmemesinidiledim. Sanki bu dileğimi duymuş gibi Aşmunikal ince uzun parmaklarını ellerimden göğsümekaydırdı. Beni okşamaya çalışıyordu. Deneyimli biriymiş gibi davranıyordu ama hareketleri okadar acemiceydi ki toy biri olmama karşın ben bile bunu anlıyordum. Yine de banadokunabiliyordu. Bense bırakın ona dokunmayı, minnetar bir bakışla bile karşılık veremiyordum.Sonra nasıl oldu bilmiyorum, bir an gözlerimiz karşılaştı. Gözlerimi kaçırmak istedim,beceremedim. Karanlık bir kuyunun başdöndürücü uğultusuyla sarsıldım. O iki damla kahverengikaranlık aklımı, yüreğimi ve bedenimi ele geçirdi. Durumumdan habersiz olan Aşmunikal ise benirahatlatmak için sıcacık gülümsüyordu karşımda. Bu gülüş beni birazcık olsun cesaretlendirdi. Onagülümsemeyi başardım. Aşmunikal yeniden ellerime uzandı; o uzanırken aceleyle avuçlarımınterini giysime sildim. Sağ elimi aldı, yüzüne doğru çekti, sol yanağına götürdü. Yanağı ateş gibiydi.Nihayet parmaklarımı kıpırdatarak, usulcacık da olsa yüzünde gezdirebildim. Bunu hissedenAşmunikal yüzünü iyice avucuma bastırdı. Gözlerini yüzüme dikmişti. Eski ürkekliğinden hiçbir izkalmamıştı. Yüzünde ne istediğini bilen bir dişinin kararlılığı okunuyordu. Elimi bırakarak ayağakalktı. Gözlerimin önünde üzerindeki giysiyi çıkarmaya başladı. O dünyanın en değerli hazinelerinibana sunarken, ben aptal, ben erkeklerin yüzkarası başımı öne eğdim. İşte başıma gelecek asılbüyük felaketi ilk o zaman fark ettim. Bırakın Aşmunikal gibi güzel bir167kızı, herhangi bir kadını düşündüğümde bile bir hançer gibi sertleşen cinsel organım, sankibacaklarımın arasında erimiş, yok olmuş gibi kendini belli etmiyordu. Korkuyla, utançla içgeçirdim. Hemen kalkıp, oradan kaçmayı düşündüm. Ama bunu kendime yediremedim. Beniburaya Başrahip Walvaziti getirmişti, hem güzel Aşmunikalı böyle bırakıp gidemezdim. Sonunakadar beklemeliydim. Üzerindeki giysiden kurtulan Aşmunikal yüzünde nazlı bir ifadeyle, sankiutanıyormuş gibi elleriye göğüslerini kapatarak yatağa uzandı. Sonra benim de yanma uzanmamıistedi. Sessizce uydum çağrısına. Dudakları gibi bacakları da aralanmıştı. Fırat kıyılarının en güzelkızı, verimli tarlasını sürmem için bacaklarını aralamış bekliyor ama ben sabanı kırılmış bir köylügibi öylece çaresizlik içinde bakakalıyordum. Durumumu tam olarak anlayamayan Aşmunikalgiysilerimi çıkarmaya çalıştı. Ben ağırdan aldım. O ısrar etti. Sonunda başardı, üstümdekilerdenkurtardı beni. Şimdi benim cılız gövdem, onun tanrıların bahçelerinde yetişen meyvelerle bezenmişeşsiz bedeninin yanındaydı. Daha çok utandım, son bir gayretle elbiseme uzanarak giymeyeçalıştım ama Aşmunikal engel oldu. Şöyle dedi:"Korkma, bana dokun yeter. Dudaklarımı ağzının içine al, tenini tenimle ısıt, elini bacaklarımınarasına koy."Savaşı çoktan kaybetmiş bir komutanın utancı içinde dediklerini yaptım. Onu öpmeye başladım,dudaklarında-ki balı tattım, teninin sıcaklığını kanımda hissettim, parmaklarımı cinsel organındakiçiy damlacıklarıyla nemlendirdim. Onun derin derin iç geçirdiğini işittim, bedenini usulca banasürtmeye başladığını, kasıldığını hissetttftı. Ben de bedenimi ona sürttüm ama hepsi boşunaydı,anlaşılan tanrılar bugün benim sevişmemi yasaklamışlardı. Aşmunikal yeniden yanıma uzandı,sıkıntıdan terleyen alnımdaki damlacıkları eliyle sildikten sonra dudaklarıma bir öpücük kondurdu.168
  • "Erkeğim," diye fısıldadı, "sen benim ilk erkeğimsin." O böyle söyleyince ben ağlamaya başladım.Önce sessizce sonra hıçkıra hıçkıra ağladım. Aşmunikal beni sardı, beni bağrına bastı, elleriylegözyaşlarımı sildi, gözyaş-larımı öptü. Sakinleşinceye kadar saçlarımı okşadı, beni sevdi, benikucağında uyuttu. Benimle birlikte uyudu.Ama uyandığımda yanımda yoktu. Beni çaresizliğimle, beni utancımla, beni korkumla baş başabırakıp gitmişti.169on ikinci bölümKorkusunu kendine saklıyordu Esra. Kuşluk vaktinde işçilerin kahvaltı etmesi için ara verilince de,öğleyin iş sona erince de kimseye bir şey söylemedi. Hiç değilse bugün kazı kesintisiz olaraksürsün istiyordu. Bir de sabahki konuşmalardan sonra işçilerin bu haberi kendisinden duymasınıistemiyordu. Ne Şıhlıyla ne de öteki işçilerle yeni bir tartışmayı yüreğinin kaldırmayacağınıhissediyordu. Çalışma saatleri boyunca kütüphaneyle tapınak arasında mekik dokuyarak işyapıyormuş gibi göründü, ama aklı kazıyı durdurma düşüncesindeydi. Sanki bir daha hiçgöremeyecekmiş gibi kederli gözlerle süzüyordu antik kentin her bir taşını, her bir kalıntısını.Kütüphaneden çıkartılan ikisi kırık, üç tablet bile neşelendirmedi onu. Oysa, elindeki fırçaylatabletlerin üzerindeki çivi yazılarının kumlarını temizlerken,"Böyle giderse sevgili Patasananın bütün yazdıklarına kısa sürede ulaşırız,"diye neşeyle söylenenBerndle aynı duyguları paylaşmak için neler vermezdi. Ama kara bulutlar gibi üzerlerine çökenolaylar yüreğini gölgeliyor, sevincini boğuyordu. Başkanlığını yürüttüğü ilk kazı yarıda kalacaktı,son yılların en önemli buluntusu sayılabilecek Patasananın Tabletleri, hem de bu kadaryaklaşmışken gün ışığına çıkamayacaktı. Bu, büyük bir haksızlıktı.171rHayır şanssızlık... Basın toplantısını da iptal etmek gerekecekti. Almanlar küplere bineceklerdi.Binerlerse binsinler, Patasananın Tabletleri insanların canından daha önemli değildi ya. Ve Eşrefide belki bir daha göremeyecekti. Sahi bunu hiç düşünmemişti. "Amaan, dert ettiğim şeye bak.Göremezsem göremeyeyim. Adam neyim oluyor sanki," diyerek Yüzbaşının esmer yüzünügözlerinin önünden uzaklaştırmak istedi. Ama uzaklaştıramadı. Yüzbaşının dün anlattığı olayıanımsadı, sonra kaçarcasma ondan uzaklaşmasını. Sıkıntıyla toparlandı, toprağı kazmakta olangenç işçiye,"Biraz yavaş ol," diye çıkıştı, "duymuyor musun sesler tok geliyor. Toprağın altında bir şeyolabilir."İşçinin yüzü kıpkırmızı oldu. Bir kadının herkesin içinde böyle uluorta çıkışması canını sıkmıştıama göz u-cuyla arkadaşlarına bakıp kimsenin onlarla ilgilenmediğini fark edince rahatladı.Kazmayı daha dikkatli indirmeye başladı. Zaten Esra da fazla kalmadı başında. Kütüphanenin altyanında çalışan işçilere yöneldi.Kazı yerinde onun gerginliğini anlayan tek kişi Murattı. Ama o da yediği fırçadan sonra gözebatmamak için Berndin yanına çökmüş, sessizce tabletlerin temizlenmesine yardım ediyordu.Güneş tam tepelerindeyken bıraktılar kazıyı. Bu defa minibüse binmedi Esra, Bernd ve Teomanlabirlikte Kemalin kullandığı cipe yöneldi; Elif de uysal bir kedi gibi onu izledi. Murat ise yineişçilerle birlikte minibüse bindi. İki yanı pamuk ve mısır tarlalarıyla kaplanmış yolda ilerleyen ciptearkadaşlarıyla baş başa kaldığında da Reşat Ağanın ölüm haberini vermedi Esra. Okula varıncaarılatırım, diye düşünüyordu. Acele etmemesinin nedeni işi durdurmanın gerekliliğine inanmışolmasına karşın yüreğinde hâlâ kazının süreceğine dair bir umut taşıyor olmasıydı. Okulayaklaşırken yeniden düşünce değiştirdi. Arkadaşlarıyla toplanmadan önce Timle konuşmaya karar1172verdi. Adamın onca yıllık deneyimi vardı, onunla konuşmadan kazıyı durdurmamalıydı.
  • Okula vardıklarında Halaf ı çardakta bir köylü çocuğuyla sohbet ederken buldular. Onları görenHalaf hemen ayaklandı. Cip gölgeliğe yanaşmadan seyirtip, karşıladı. Araçtan inen Elifin doğrudançardaktaki çocuğa yöneldiğini gören Esra şaşırmıştı."Merhaba Hanefi," dedi genç kız."Merhaba," dedi sürmeli kara gözleri neşeyle parlayan çocuk. "Fotoğraflar çıktı mı?"Oğlanın kısa kesilmiş siyah saçlarını okşayan Elif,"Bugün çıkacak," dedi. "Fotoğraflar için mi geldin?""Yok. Ninemi getirdim.""Aaa ninen de mi burada?""He ya burda.""Nerede?""İçerde," dedi çocuk başıyla okul binasını göstererek."Gel gidip ona da bir merhaba diyelim."Elifin çocukla birlikte okula yöneldiğini gören Esra soru dolu bakışlarını elindeki çantayı almakiçin yaklaşan Halaf a çevirdi.Çantaya uzanan Halaf, "Gâvur Nadidenin torunu," diye açıkladı. "Nadide Deyze, Timi görmeyegelmiş, bir satıl yoğurtla, bir sepet de kara tut getirmiş.""Ne yapacakmış Timi?""Hiç, kadıncağız cahil. Amerikayı bizim bura kadar küçük bir yer sanıyor. Bunun Ermeni göçüsırasında Amerikaya kaçan abisi var ya?"Esra anımsayamadı."Hani dün gece anlatıyorlardı ya," dedi Halaf. "Bu Papaz Kirkorun kızıymış. Adamı öldürmüşler.Abisi Dikran da annesini ve o zamanlar küçük bir kız olan Nadyayı yanına alıp kaçmaya çalışmış.Ama kızcağız küçük olduğu için yürüyemiyormuş. Abisi de Nadyayı komşuları olan bir Türkebırakmış. Sonra onlar kaçıp Amerikaya gitmişler."173"Tamam, tamam hatırladım.""Nadideye yıllar sonra Amerikadaki abisinden bir mektup gelmiş. Mektupta bir de adres varmış.Nadide de oğlunu dizinin dibine oturtup, abisine mektup yazmaya başlamış. Ama sonraAmerikadan mektup gelmemeye başlamış. Dile kolay tam elli yıldır abisinden haber alamamış. Bugarip de bizim Timi buldu ya. Ona sorarsam kardeşimi bilir, diyerek, yardım istemiye gelmiş."Esra gülerek başını salladı."Hay Allah, nasıl bulacakmış Tim onun abisini? Çoktan beri mi konuşuyorlar?""Bir saat kadar oldu," dedi Halaf, sonra kaygılı gözlerle Esraya bakarak ekledi. "Siz asıl haberiduymadınız."Aşçının neden bahsedeceğini anlayan Esra,"Bir dakika," dedi. Tabletleri taşıyan Teomanla Berndin konuştuklarını duymasını istemiyordu. İkierkek kucaklarında özenle taşıdıkları tabletlerle yaklaştılar."Bunları bodruma mı yoksa Timin odasına mı koyacağız?" diye sordu Bernd.Aynı anda Kemal de yetişmişti."Bodruma," diyen Esra cebinden çıkardığı anahtarı elleri boş olan Kemale uzattı. "Al anahtarburada işte."Kemal anahtarı alarak tabletleri taşıyanların önüne geçti. Yüklerini bodruma yerleştirip,üzerlerindeki tozlardan arınmak için, kendilerini bir an önce duşun ılık sularına atmak isteyen üçerkeğin aceleyle ilerlediklerini gördükten sonra Halaf a döndü."Ee anlat bakalım ne olmuş?""Ne olacak, Abid Hoca namusunu temizledi sonunda," dedi Halaf. "Bu sabah Reşat Ağanınkafasını -kesip eline vermiş.""Korucubaşını, Abid Hocanın öldürdüğünü nereden biliyorsun?

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...