24 Eylül 2014

PATASANA BÖLÜM 2 AHMET ÜMİT (Hititlerde ; yazıcı,yazan,yazman anlamına gelen kelime.)



PATASANA BÖLÜM 2
 AHMET ÜMİT
 (Hititlerde ; yazıcı,yazan,yazman anlamına gelen kelime.)
  • Bernd karşılık vermeye hazırlanıyordu ki,"Gâvur Nadideye ne oldu Tim?" diye sordu Teoman. "Onu anlatıyordun.""Evet Gâvur Nadide," diye anımsadı Timothy gülerek. "Kadının asıl adı Nadya. O zamanlar onyaşındaymış. Nadyayı komşuları büyütmüş. Adını da Nadide olarak değiştirmişler. Nadide birMüslüman gibi yetişmeye başlamış. Ama küçükken öğrendiklerini de unutmamış. Bir yandanMüslümanlığı öğrenirken, bir yandan da gizlice İsaya yakarmayı sürdürmüş. Aradan yıllar geçmiş,evlenmiş çoluk çocuğa karışmış. Gelini bir gün, Nadidenin ba-şucundan eksik etmediği Kuranınyanında bir haç bulmuş. Kaynanasından pek de hoşlanmayan gelin bunu köye yaymış. BöyleceNadidenin yıllardır gizlediği sırrı ortaya çıkmış, o günden sonra Gâvur Nadide diye çağırmışlaronu.""Aşağılamışlar yani," dedi Brend açık mavi gözlerinde suçlayıcı bir ifadeyle."Onu aşağıladıklarını sanmıyorum," dedi Timothy. Böylece Esranın bir kez daha takdirini topladı."Bakmayın gâvur dediklerine, köylü onu olduğu gibi kabul etmiş. Bir iki kendini bilmez dışındakimse de dinine karışmamış. O da büyük bir samimiyetle hem İsaya, hem Mu-hammede inanmayısürdürmüş. İkisi de Allahın peygamberi değil mi? İkisi de insanların koruyucusu değil mif Allahainanır, ikisi için de dua ederim, dedi bize.""Çok sevimli bir kadın," diye atıldı Murat yeniden. "Sekiz çocuğu, yirmi dört torunu varmış. En azseksen yaşında, ama hâlâ saçlarına kına yakıyor, kadifemsi kara gözleri dipdiri bakıyor insana."90Muratın böyle kendini kaptırıp, heyecanla anlatmasına bozulan Kemal müdahale etmekten kendinialamadı."Oğlum sen yanlış meslek seçmişsin. Sen sosyolog ol-malıymışsın, böylece memleketimizin güzelinsanlarıyla daha sık bir arada olurdun.""Sosyolog olmaya gerek yok. Arkeologlar da yeteri kadar insanla ilişkide bulunuyorlar."Kazı başladığından beri ilk kez sesi böyle tok, böyle dik çıkıyordu; Kemale meydan okur gibiydi.Esranın dikkatinden kaçmadı bu. Gözucuyla Murata baktı. Uzun kıvırcık saçlarını geriyesavurmuş, tıpkı Asurlu bir din adamı gibi bıyıksız yüzündeki gür sakalını sıvazlayarak, gözleriniKemale dikmişti. Bizim oğlan çömezlikten kurtuluyor, diye geçirdi içinden Esra, gurura benzer birduyguyla.İyi öğrencilerinden biriydi. Yalnızca çalışkan değil, oldukça da zekiydi, daha da önemlisiarkeolojiyi deli gibi seviyordu. Tek kusuru aklını biraz parapsikolojiyle bozmuş olmasıydı. Bukadar kusur kadı kızında da olur diyerek kazıya katılmasında sakınca görmemişti Esra.Murat, hocasının önerisini duyduğunda kulaklarına inanamamış, bütün gün sevinç içindedolaşmıştı. Ama düşündükçe ya başarılı olamazsam diye içten içe kaygılanmaya başlamıştı.Kazıdakileri gözünde çok büyütüyordu, hemen hepsi ondan daha bilgili, daha deneyimliydiler,üstelik yanlarında iki de yabancı arkeolog olacaktı. Ama birlikte geçen birkaç hafta kimseninmükemmel olmadığını öğretmişti bu zeki delikanlıya. Büyük saygı duyduğu Esra dahil herkesinkusurlu olduğunu, hatta ona aptalca gelebilecek davranışlar içinde bulunduklarını görmüştü. Kazıdadikkat etmesi gereken iki nokta vardı; ilki kendi işini en iyi biçimde yapmak, ikincisi birlikteyaşamaya, ortak çalışmaya uyum sağlamak. Kazıda geçirdiği günler ikincisinin daha zor olduğunugöstermişti. Herkes üzerine düşen görevi en iyi biçimde yapmaya çalışıyordu. Ama iş birlikteyaşamaya gelince, farklı kişilikler hemen kendini91belli ediyor, yemek seçiminden tutun da, duş kuyruğunda sıranın kimde olduğuna kadar en basitkonularda bile büyük tartışmalar çıkıyordu. Tartışmanın önüne geçmek olanaksızdı, önemli olanbunun kırgınlıklara yol açmadan yapılabilmesiydi. Bunlara karşın kazı yaşamını düşündüğündençok daha güzel, güzelden öte büyüleyici bulmuştu Murat. Binlerce yıllık geçmişin kendine özgükokusunun, solgun ama kalıcı renklerinin, titrek ama derin çizgilerinin sindiği bu toprağa dokunan,tozunu yutan kişinin yüreğini, aklını, bütün bedenini derin bir merak duygusunun sarmasıkaçınılmazdı. Kişi istese bile bundan kurtulamıyor, tıpkı bir dedektif gibi yüzyılların ardında kalmış
  • gerçeğe ulaşmak için minicik izlerin, deforme olmuş kanıtların peşi sıra, şu kazı senin, bu kazıbenim koşturup duruyordu ömrü boyunca.Muratın yanıtından sonra Kemal ters ters bakmış ama karşılık vermemişti."Balığın yanında içki yok mu?" diye soran Timothynin kaim sesiyle bozuldu masadakisıkıcı sessizlik. "Bu akşam içmesek iyi olacak, " dedi Esra anlayış bekleyen bir yüz ifadesiyle."Yarın iş günü. Kazıda akşamdan kalma adamlar görmek istemiyorum.""Birer kadehten bir şeycik olmaz," diye Timothye destek çıktı Teoman."Ben bilirim senin bir kadehini," dedi Esra, sonra rica edercesine ekledi. "Gerçekten bu geceiçmesek iyi olacak."Başka zaman olsa Teoman ağzından girer burnundan çıkar kazı başkanını ikna ederdi ama bu gecekeyifsiz olduğunu görüyor, sağı solu pek belli olmayan Esra ile ta^#. tışmayı göze alamıyordu."Tamam, biz de başka zaman içeriz" dedi yazgısına boyun eğen bir adamın metaneti içinde."Önündeki ekmekleri uzat da keseyim."Elif kızarmış balık kokularının yayılmaya başladığı92mutfaktan çıkarak, elinde bir bardak limon suyuyla masaya yaklaştı. Aldığı ekmekleri ince dilimlerhalinde doğrayan Teoman,"Nerde kaldı balıklar ya?" diye sırnaştı Elife."Patlama," dedi genç kız inci gibi düzgün dişlerini gösteren bir gülümsemeyle. "Daha yeni koyduktavaya."Kemalin ısırır gibi bakan gözleri genç kızın üzerindeydi. Elif ise onu umursamadan elindekibardağı masaya koydu.Bir de başımıza bu iş çıktı, diye düşündü Esra sıkıntıyla. Bu Kemal salağı bunalıma girer şimdi.Umarım yanılı-yordur, umarım kızın Time ilgisi filan yoktur.Bunları düşünürken bir araba gürültüsü duyuldu. Ma-sadakiler yola baktılar. Önce yalnızca bir çiftfar görüldü."Yüzbaşının cipi," diye akıl yürüttü Teoman.Yolun sağında çardağın yirmi metre berisinde durdu cip. Önce Yüzbaşı indi, ardından birbaşçavuşla iki asker."Yuh ulan," dedi abartılı bir öfkeyle Teoman. "Dört kişi gelmişler be! Gitti bizim akşam yemeği."Esra, Teomanı kınayan bakışlarla süzdükten sonra ayağa kalkarak cipe yaklaştı. Yüzü ciddiydi, elagözbebek-lerinde kırgın parıltılar dolaşıyordu."Özür dilerim geciktim," dedi Yüzbaşı. Özür diliyordu ama beklenmedik bir başarı kazanan zeki birçocuğun muzip neşesi vardı tavırlarında. Aynı afacan neşeyle sürdürdü sözlerini. "Ama elim boşgelmek istemedim. Cipte size ait bir şeyler var."Esranın yüzü karıştı, neyi kastettiğini anlamamıştı."Gelin," dedi Yüzbaşı Esranın elini sıktıktan sonra, "sanırım aralarında sizin saray yazmanınıntabletleri de bulunuyor, adı neydi adamın?""Patasana mı?" diye mırıldandı olanları anlamaya çalışan Esra."Evet, evet işte onun yazdıkları. Daha doğrusu öyle olduklarını sanıyorum. Ayrıca altından birkadeh, gümüş93bir geyik heykelciği, tunçtan bir kadın heykeli ile bir gerdanlık da ele geçirdik."Esra merakla Yüzbaşının yanı sıra ilerlerken,"Nerede buldunuz onları?" diye sordu."Çolak Memilinin bağ evinde," diye açıkladı Yüzbaşı. Bu arada cipin ortadaki açık kapısınayaklaşmışlardı. "Bakın işte bunlar," diye eliyle zemindeki eşyaları gösterdi.Önce kadın heykelciği çarptı gözüne Esranın, ardından, geyiği, kadehi ve gerdanlığı gördü. Hemenonların yanında yere uzatılmış biri kırık iki tablet duruyordu. Önce üstteki sağlam tableti alarakminibüsün cılız ışığında incelemeye başladı. Tıpkı Patasananınkiler gibi 18e 27 boyutlarında önü
  • arkası yazılmış altı sütünlu kil tabletlerdi bunlar, arkalarında o tablette yazılanların özetinin yeraldığı bir kolophon bulunuyordu. Bakışları aşağıdaki mühürlere kayınca Yüzbaşının haklıolduğunu anladı; Pata-sananın tabletiydi bunlar."Anlamıyorum! Ne zaman çalmışlar bunları?""Dün gece," diye açıkladı Yüzbaşı, genç kadını şaşırtmış olmanın verdiği kıvançla. "Az sonra herşeyi anlatacağım. Bunları görmeniz için getirdim. Ama kanıt oldukları için götürmem gerekecek.""Ama tabletleri çözmemiz gerek," diye kaygıyla mırıldandı Esra. "Diğer buluntuların fotoğrafınıçekmemiz yeterli ama tabletlerin kopyasını çıkarmamıza izin verin.""Ne kadar zaman alır bu kopya işi?""Bir gün yeter.""Daha fazla gecikmesin, savcılık benden kanıtları isteyecektir.""Tamam," dedi rahat bir soluk alarak, "bir gün sonja ben ellerimle teslim edeceğim bunları size."Neler olup bittiğini merak eden Timothy, Murat ve Teoman da yaklaşmışlardı yanlarına. Üçününde gözleri Esranın elindeki tabletteydi."Patasananın Tabletleri," dedi Esra yenilmiş bir94ifadeyle. "Ve ruhumuz duymadan çalınan dört önemli buluntu."Arkeologlar şaşkınlıkla cipteki buluntulara bakarken,"Erler bunları nereye taşısınlar?" diye sordu Yüzbaşı."Hayır, hayır, biz taşırız," dedi Esra. Askerlere zahmet olmasın, diye mi söylemişti bunu, yoksabuluntulara zarar gelmesinden korktuğu için mi, Yüzbaşı kestiremedi. Ama ısrar etmedi. ZatenMuratla Teoman tabletleri kucaklamışlardı bile. Muratın gözü minibüsün içindeki çuvala takıldı."Bu çuvalı da götürecek miyiz?""O size ait değil," dedi Yüzbaşı. "Onda esrar var.""Esrar mı?" diye şaşkınlıkla sordu Esra."Evet, o da Çolakın evinden çıktı."On dakika sonra Yüzbaşı Eşref masada oturmuş olanları anlatıyordu. Teomanın korkuları boşaçıkmış, başçavuş ve askerler yemeğe kalmamıştı. Yemek geç kaldığı için tedirgin olan Halaf veaçlıktan midesine sancılar giren Teoman dahil masadaki herkes ilgiyle dinliyordu Yüzbaşınınanlattıklarını."Sorguya aldığımız Şehmuz, kaçmadığını, minibüsle her günkü seferlerini yaptıklarını söyledi. Onuyakalayan İhsan Başçavuş da, Adamın kaçar gibi bir hali yoktu komutanım, diyerek doğruladı.Hacı Settarı sordum. Hacı Settar lafını duyar duymaz Şehmuzun çopur yüzündeki kan çekildi.Onu ben öldürmedim, dedi.Sen öldürmüşsün, dedim. Görgü tanıkları var.Yalan, diye uludu Şehmuz, valla yalan kumandan.Yalan değil, dedim. Hiç inkâr etme, Hacı Settarı senin öldürdüğünü biliyoruz.Gözünün yağını yiyeyim, diyerek ayağıma sarılmaya kalktı. Askerlerden biri saldırıyor sanıp,tüfeğin dipçiğini adamın kafasına indirdi. Yere yığılan Şehmuz, sersemle-mişti, yine de dizininüzerinde doğrulmayı başardı. Alnından süzülen kana aldırmadan,95Bokunu yiyim beni yakma kumandan, diye yalvarmaya başladı. Artık bana yaklaşmamaya özengösteriyordu. Peki, dün gece neredeydin? diye sordum. Evdeydim, dedi masum bir ifadetakınarak. Anlaşıldı, dedim. Sen bize doğruyu söylemeyecek-sin.Valla doğruyu söylüyorum komutan. Ekmek Kuran çarpsın ki doğruyu söylüyorum.Yemin etme! diye bağırdım. Gözümün içine baka baka yalan söylüyorsun. Kardeşinle konuştuksabah ezanına kadar ortalıkta görünmemişsin.Şehmuzun kanlı yüzü bir an için karardı ama kendini toparlayarak açıklamaya çalıştı.
  • Balığa gittim komutan, dedi titrek bir sesle. Sizden önceki kumandan balık tutulmasınıyasaklamıştı bu yüzden söylemeye çekindim.Sen kimi kandırdığını sanıyorsun, diye üzerine yürüdüm.Şehmuz dizlerinin üzerinde geri geri gitmeye çalıştı, başında dikilen asker tüfeğin dipçiğiyle solböğrüne bir tane indirdi.Kıpraşma lan.Acıyla sol tarafına yatarak olduğu yerde kaldı. Ona yaklaştım. Üzerine eğildim, sakin ama sert birsesle,Seni son kez uyarıyorum, dedim. Balığa gitmediğini biliyoruz. Balığa gittiğinde gün doğmadandönmezmişsin. Bu sabah, ezan okunduktan hemen sonra, ortalık daha karanlıkken gelmişsin eve.Kardeşin de şaşırmış bu işe. Hem balık malıkta getirmemişsin. Zaten getiremezdin de, çünkü osırada sen Fıratta ağa çarpacak balıkları değiı minarede aşağı atmak için Hacı Settarı bekliyordun.Şehmuz başını hafifçe kaldırdı, çaresiz gözlerle önce yanında dikilen iki askerime, sonra banabaktı.Tamam kumandan, dedi. Her şeyi anlatacağım ama gerçek bildiğin gibi değil. Ben dün gececaminin semtine96bile uğramadım. Ben dün gece kasaba dışındaydım.Bak yine yalan söylüyor, dedim öfkeyle. Şu palaskayı verin bana.Yapma kumandan, diyerek korkuyla büzüldü. Valla bu defa doğru söylüyorum. Dün gece bizKara Kabirdey-dik.Bu kez şaşırma sırası bana gelmişti.Kara Kabirde miydiniz?Evet, Kara Kabirdeydik. Yani senin anlayacağın define çıkarıyorduk.Yine yalan söylüyorsan.Valla doğru, anam avradım olsun ki doğru.Yanında kimse var mıydı?Şehmuz duraksadı.Bak, diyerek işaret parmağını yüzüne doğru salladım, eğer Kara Kabirde olduğunu ispatedemezsen. Seni Hacı Settarı öldürmekten içeri atarım.Köşeye kıstırılmış bir çakal gibi vahşi ama ürkek gözlerle bakarak sonunda itiraf etti.Yanımda Çolak Memilinin oğlu Bekir vardı.Kazıda ne buldunuz? diye sordum.Ne bulduysak hepsi Memilinin bağ evinde, dedi bez- . gin bir sesle.Göreceğiz. Peki, siz define ararken, kazının bekçisi, yaşlı Selo neredeydi?Yaşlı Selonun gelini bir oğlan doğurmuş. Kaç gündür gidip torununu görmek istiyordu. Memili deLo Selo arkadaşlık böyle zamanda belli olur, sen köye git, ben bizim Bekiri yollar nöbettuttururum, demiş. Selo saftır. İnanmış Memiliye. Yani o köyündeydi. Bu işlerle bir ilgisi yoktur.Şehmuzun bu itirafından sonra Çolak Memilinin oğlu Bekiri garajda yakaladık. Bağ evindeyapılan aramalarda söylediği buluntuların yanı sıra bir çuval da esrar ele geçirdik. Önce her şeyiinkâr etti Bekir ama biraz sıkıştırınca Şehmuzun söylediklerini kabul etti."97Yüzbaşının anlattıklarını ilgiyle dinleyen kazı ekibi Şaşkınlık içindeydi. Dinlediklerinin etkisindenilk sıyrılan Halaf oldu."Selo Dayıda bir haller olduğunu sezmiştim. Herhalde sabah kazı yerine gelip bir tuhaflıkolduğunu görünce olanları anladı, amma velakin iş işten geçmişti. Korktuğundan kimseye bir şeyde söyleyemedi.""Onu görevden almalıyız," dedi Kemal. "Biz bekçilik yapsın diye tutuyoruz, o kazıyı hırsızlarateslim ediyor."
  • "Daha önemlisi kazı bu gece de güvende değil," diye kaygıyla mırıldandı Fsra. "Belki de Selo Dayıkorkup kazıyı terk etmiştir.""Kazıyı terk etmedi," dedi Yüzbaşı kendinden emin bir sesle. "Seloyıı sorgu için karakolagötürdük. Kazı yerine iki nöbetçi bıraktım."Esra minnetle baktı Yüzbaşıya."Teşekkür ederiz. Yarın çözeriz bekçi sorununu," dedi. Ama aklı hâlâ sorgudaydı. "Bu durumda,Hacı Settarın katili Şehmuz değilmiş, öyle mi?" diye sordu."Öyle görünüyor," dedi Yüzbaşı. Geldiğinden beri süren neşesi gölgelenir gibi olmuştu."Bence yanılıyorsunuz," diyerek karşı çıktı Kemal, "anlattıklarınız Şehmuzun katil olmadığınıkanıtlamıyor. Çaldıklarını bağ evine sakladıktan sonra camiye gidip, Hacı Settarı öldürmüşolabilir.""Emin olmak zor," dedi Yüzbaşı sakin bir tavırla. "Yarın Antepten teknik ekip gelecek. Parmak izialacaklar. Ancak o zaman kesin olarak bir şeyler söylenebilir.""Şu halde yemeğimize dönebiliriz," dedi açlıktan ölmek üzere olan Teoman. "Aç kalmamızın dahaçabuk öğrenmemize bir faydası yok nasıl olsa."98yedinci tabletBüyükbabam Mitannuwaya ne olduğunu hiçbir zaman öğrenemedik. Onu bulmak için yolladığımızulaklar elleri boş döndüler. Onu bulmaktan umudumuz kesilince Babam Araras benimle daha çokilgilenmeye başladı. Mi-tannuwanin kaybolmasına sevindi diyemeyeceğim ama onun yokluğuyladoğan bu fırsattan yararlanmak istedi. Saraydan arta kalan zamanının büyük bölümünü banaayırmaya başladı. Şiir yazmamı hoş görmüyor, resmi tabletler üzerinde çalışmaya zorluyordu.Babamın söylediklerini yaptım ama gizliden gizliye de şiir yazmayı sürdürdüm. Tuhaftır amababama hiç kızmıyordum tersine gün geçtikçe onu daha iyi anlıyordum.Mitannuwa, babamın kralın yardakçısı olduğunu söylerdi. Böyle olmadığını onun sadece görevinebağlı bir devlet adamı olduğunu, yaşadıkça öğrendim.O yıl bağ bozumu mevsiminde kralımız, bacağının kasılmasıyla başlayıp ağır sancılarla süren venihayet bir hafta içinde ölümle sonuçlanan bir hastalığa yakalanmıştı. Kralımızın iyileşmesi içinFırtına Tanrısı Teşupa, karısı Güneş Tanrıçası Hepata, oğulları Şarruma ve Tanrıça Kupabayakurbanlar, armağanlar sunuldu. Kralımızın başında dolanan kötülük bulutlarının nasıldağıtılacağının belirlenmesi için iki nehir arasındaki toprakların en iyi falcıları kentimize getirildi.Falcılar kesilmiş bir koyunun karaciğerine baktılar. Ciğerin kalınlaşan bölümünün aşağıya mıyukarıya mı geldiğini saptadılar ve umutsuzca başlarını salladılar.Falcılar bir dişi kartalla bir erkek kartalı Fıratın altındaki ovada uçurdular. Ama kuşlar havadakarşılaşmadılar, ters yönlerde uçtular.99Falcılar bir havuza iki yılanbalığı koydular ama yılan-balıkları da farklı yönlere giderek Kralımızınyeryüzünden ayrılma vaktinin geldiğini söylediler.Falcıların söyledikleri doğru çıktı, Kral Astarus yedi gün içinde eriyip bitti, yedinci günün sonundatanrıların katma yükseldi. Ona da babası Kamanas gibi on dört gün, on dört gece süren bir törenyapıldı. Bedeni yakılarak ateşi tanrılara savruldu. Külleriyse toprak bir kapta saklandı.Kral Astarusın yerine yeni efendimiz, tanrıların yeni gözdesi Pişiriş geçti. Pişiriş tahta geçtiğindeAstarus gibi gençti. Ama Astarusa hiç benzemiyordu. Astarus kendine güveni olmayan bir kraldı.Biraz da bu nedenle Soylular Meclisine danışmadan iş yapmazdı. Pişiriş ise çok hırslı, acımasız vekendine sonsuz güveni olan bir kişiydi. Tahta oturduğunun üçüncü ayında Soylular Meclisiniişlemez hale getirdi. Mecliste alınan kararları uygulamamaya başladı. Babam ona karşı çıkmayaçalıştı ama kral onu açıkça tehdit etti. "Ya benden yana olursun, ya da yıllardır sizin sülalenizinelinde olan saray yazmanlığı geleneğine son veririm," dedi. Babam, kralın yanlış yaptığınıbiliyordu ama ona karşı çıkacak yapıda bir insan değildi. Korkaktı diyemeyeceğim ama böyleyetiştirilmişti. Kralının çıkarlarını korumak için yabancı hükümdarlara, hatta kendi meclisimizdeki
  • soylulara karşı akla hayale gelmeyecek incelikte entrikalar çevirebilirdi ama Pisirise karşı bunuyapamazdı.Pisirisin yönetimde uyguladığı despotluk bir yana, kafasında çok daha tehlikeli düşüncelertaşıyordu. O kendini büyük krallık zamanındaki gibi bir Hitit imparatoru olarak görmek istiyordu.Küçük krallığımızın cılız gücünü göz önüne almadan, egemenliği altında yaşadığımız Asur lm-paratorluğuna karşı alttan alta planlar kurmaya başladı. Babam, genç kralı bu konularda da uygunbir dille uyarıyor, ona bu tehlikeli amaçtan vazgeçmesi için sürekli telkinlerde bulunuyordu. AmaPişiriş gerçekleri göremeyecek100İL HALK KÜTÜPHANESİkadar gençti, bilgisizdi, gözünü hırs bürümüştü. Babamın telkinlerine kulak asmadı. Babamsasonunda her ikisinin de ölümüne yol açacak olan bu genç kralın aşırılıklarına boyun eğerek, onunlauyum içinde yaşamaya başladı. Ne de olsa Pişiriş onun kralı, tanrıların yeryüzündeki temsilcisiydi.Ona karşı gelmek tanrıların öfkesini uyandırmak, büyük uğursuzluk demekti.101sekizinci bölüm*?¦Yemek boyunca, başlarında dolaşan uğursuzluğu düşündü Esra. Herkes iştahla tabaklarındakibalıkları temizlerken, Teoman bir yandan ağzındaki lokmaları aceleyle yutup, bir yandan Muratlaçene çalarken, Kemal somurtmayı sürdürürken, Elif yapay bir neşeyle kahkahalar atarken,konuşmalara uzak duramayan Timothy, Yüzbaşıya askeri konularla ilgili sorular yöneltirken, Berndiçe dönük bir gülümseyişle anlatılanları dinlerken, masanın iki adım gerisinde bekleyen Halafyemeğin lezzeti hakkında övgü dolu sözcükleri kabul ederken ve Amerikalının sorularındanbunalan Eşrefin kaçamak bakışlarını yüzünde daha sık hissederken, Hacı Settarın öldürülmesiüzerine defalarca düşündü Esra. Ama hiçbir sonuca ulaşamadı. Artık Şehmuzun katil olabileceğinepek ihtimal vermiyordu. Yine de belki o çıkar diye ummaktan kendini alamıyordu. Şehmuzun katilolması bütün sorunlarını çözer, kazı çalışmalarının üstüne bir karabasan gibi çöken bu cinayetinuğursuz gölgesinden kurtarırdı onları. Fakat bir gecede böyle peş peşe iki suçu neden işlesindiŞehmuz? Üstelik cinayetin işleniş biçimi Şehmuza hiç uymuyordu. Yani sabah karanlığındaminareye çıkıp Hacı Settarı beklemek, o gelince de aşağı itmek, üstelik kimliği belli olmasın diyesiyahlar giymek... Nedense bunları103Şehmuzun kişiliğiyle bağdaştıramıyordu. Bunları yapacak kişi Hacı Settarı öldüreceğim, diyeuluorta konuşur muydu?"Çok dalgınsınız Esra Hanım," dedi Yüzbaşı çaylar içilirken. "Tabletleri bulduğumuz için mutluolacağınızı sanıyordum."Dalgınlığından sıyrıldı Esra,"Bunun için size minettarım. O tabletleri yakalama-saydınız belki de Patasananın öyküsü eksikkalacaktı... Ama..."Uygun sözcüğü bulamamış gibi duraksadı."Ama..." diye üsteledi Yüzbaşı.Esra göz ucuyla masadakilere baktı. Herkes kendi havasındaydı."Çayınızı için de kalkalım," dedi.Yüzbaşı, genç kadının arkadaşlarının yanında konuşmak istemediğini anlamıştı. İki yudumda bitirdibarda-ğındaki çayı."Biz biraz dolaşacağız," dedi Esra arkadaşlarına. Yüzba-şının da toparlandığını gören Halafkoşturmuştu."Geri geleceksiniz değil mi? Daha meyve koyacağım.""Sağ olasın," dedi Yüzbaşı içten bir gülümsemeyle. "Yemekler nefisti. Çok yedim. Artık bir şeyyiyebileceğimi sanmıyorum."
  • Az sonra toprak yolda yan yana ilerliyorlardı. Birkaç metre kadar uzaklaşmışlardı ki Esra,"Fıratın kıyısına inelim mi?" diye sordu. "Bu gece dolunay var, ortalık aydınlık.""Nasıl isterseniz Esra Hanım," dedi Yüzbaşı. Duygularını belli etmemeye çalışıyordu ama sesindekisevinç,* bu öneriden memnunluk duyduğunu ele veriyordu.Esranın dudaklarında hınzırca bir gülümseme belirdi."Artık şu hanımlı beyli konuşmayı bıraksak diyorum.""Tamam," dedi mahcup ama keyifli bir tavırla Yüzbaşı.Hattuç Ninenin nar bahçesinin yanından geçerken,104"Haklıymışsın," dedi Esra çitten taşan bir nar dalına çarpmamak için başını hafifçe eğdikten sonra."Yanlış adamdan kuşkulanmışız.""Eh, bunun bir işe yaramadığını da söyleyemeyiz. Böylece tarihi eser kaçakçılarını yakalamışolduk.""Ama katili bulamadık," diye söylendi Esra. "Acaba diyorum Fayatı mı sorgulasaydık?""Biliyorum köktendincilerden kuşkulanıyorsun. Ama bu ihtimal de pek gerçekçi gelmiyor bana,"dedi Yüzbaşı. Sanki aradıkları, ilerlerde bir yerdeymiş gibi gözlerini dolunayın solgun ışığıylaaydınlanan toprak yola dikmişti. "Yörede cinayet işleyecek denli güçlü dinci bir örgüt yok.""Kuran Kursunun çevresindekiler, Abid Hoca, Fa-yat?""Onlar mı?" diye dudak büktü Yüzbaşı. "Bırakın Allah aşkına, cinayet işlemek kim, onlar kim?Bakmayın öyle sert göründüklerine, hepsi kendi gölgelerinden korkacak kadar cesaretsizdir. HacıSettar olmasaydı Kuran Kursunu bile zor açarlardı.""Hizbullahçılar diye bir örgüt duymuştum?""Burada Hizbullah yok. Hizbullah daha çok Batman yöresinde bulunuyor. Bana sorarsanız, bu işibölücülerden başkası yapmış olamaz.""Peki, onların faaliyetleri var mı burada?""Silahlı eyleme girişmiyorlar ama kitle içinde ajitas-yon-propaganda çalışması yaptıklarınaeminim.""Ajitasyon-propaganda mı? ""Onlar böyle adlandırıyor," diye açıkladı Yüzbaşı. "Yani örgüte insan kazandırma, halkı devletlekarşı karşıya getirme çalışmaları."Bu görüşlere katılmıyordu Esra."Ben burada ne bir terörist gördüm ne de böyle bir çalışmaya tanık oldum."Yüzbaşı durdu, Esraya dönerek sordu:105"Hacı Settarın öldürülmesi bu çalışmanın bir parçası olamaz mı?"Esra da durmuştu, Yüzbaşıya bakıyordu. Fırattan esen serin bir yel karanlıkta renkleri belliolmayan zakkumların acı kokularını getiriyordu. Yüzbaşının keskin yüz çizgileri ayın solukışığında daha belirginleşmişti. Ona bakarken yüreğinde bir ürperme duydu Esra,"Bu yönde hiçbir kanıt yok ki," diyerek bakışlarını kaçırdı. "Ama böyle konuştuğuna göre bildiğinbir şey olmalı.""Bir şey bildiğim yok," dedi Yüzbaşı, sesi gerektiğinden sert çıkmıştı. "İstersen bu konuyukapatalım artık."Onun bu tavrı Esranın canını sıkmıştı. Ama üstelemedi. Bir süre sessizce patika yoldan yürüdüler.Ay ışığında yıkanan yaşlı nehir karşılarına çıkıncaya kadar böyle sürdü bu."Olağanüstü," diye mırıldandı Esra, iki karanlık kıyının arasında gümüşten bir yol gibi akmaktaolan Fıratı görünce. Hayran hayran nehre baktıktan sonra gömleğinin cebinden sigara paketiniçıkarıp bir tane aldı. Paketi cebine koyacakken birden anımsamış gibi döndü."İster misin?"Yüzbaşı nazlanmadı."Doktorlar kızacak ama, hadi bugün ikinci sigaramı da yakayım."
  • Sigaraları yaktı Esra; biçimsiz dumanlar rüzgârda incelip zakkum kokularına karıştı."Sahi," dedi Esra sabahki konuyu anımsayarak, "bugün karakolun bahçesinde Şırnakta sigarayanasıl başladığını anlatıyordun ama birden kestin." *Yüzbaşı dönüp genç kadına baktı uzun uzun."Anlatacaklarım pek hoş şeyler değildi""Bunu konuşmaya başlamadan önce düşünmen gerekirdi," dedi sitem yüklü bir sesle. "Asıl, insanımerak içinde bırakmak hoş değil."106Sitemi Yüzbaşıyı kırmamıştı, aksine böyle kırk yıllık dostmuş gibi davranması hoşuna gitmişti."Gerçekten öğrenmek istiyorsan anlatırım," dedi Yüzbaşı, sonra eliyle sazlıkların sona erdiği soltarafı göstererek, "Bak şurada bir kaya var. Gel oraya gidelim."Yan yana oturdular. Bütün gün güneş altında yanan parlak kaya hâlâ ılıktı. KıpırdandıkçaYüzbaşının sağ kolu, Esranın sol omzuna dokunuyordu. İkisi de farkındaydı ama kimse geriçekilmeyi düşünmüyordu."Şırnaka gidişimin altıncı ayıydı," diye başladı Yüzbaşı anlatmaya. "O sıralar henüz üsteğmendim.Dağdaydık. Operasyonlar peş peşe sürüyordu. Sözünü ettiğim gece, sabaha doğru uyuyupkalmışım. Sesler duydum. Uzaktan uzağa, kesik kesik insan sesleri. Gözlerimi açtım. Neredeolduğumu unutmuşum. Bakışlarım ağır ağır aydınlanan gökyüzüne kaydı. Kara bulutlar kül rengigökyüzünde ardı ardına devriliyor. Birden dağda olduğumuzu hatırladım. Toprağın nemiyle uyuşanbedenimi güç bela kıpırdatarak, uyku tulumunda doğruldum. Birkaç metre ötemde iki kişinintartıştığını gördüm. İri cüssesiyle Reşit Çavuş hemen seçiliyordu ama yanındakini çıkaramıyordum.Ne oluyor orda? diye seslendim öfkelenerek.Anında esas duruşa geçen Reşit Çavuş,Seyithan, sizinle konuşacakmış, üstteğmenim, dedi, sesi tekmil verir gibi toktu. Uyuduğunuzusöyledim. Beni dinlemedi...Bakışlarım Reşitin karşısında dikilen Seyithana kaydı. Yüzünü göremesem de dudaklarındaki oaşağılayıcı gülümsemeyi hissedebiliyordum. Çavuşa aldırmadan yanıma yaklaştı.Kalk komutan, dedi, vakit gelmiştir.Reşit neler olup bittiğini anlamak için şaşkınlıkla ba-kmırken, Seyithan sözlerini sürdürdü.Onları bulmuşam. Bir sığınaktalar. Bedirhan, birkaç kişi daha... Yarım saatlik yoldalar. Yanıtvermem107gecikince pervasızlığı küçümsemeye dönüştü. Gelmeyecek misen yoksa? Hani söz vermiştin...Tamam, geleceğim, diyerek sertçe kestim sözünü uyku tulumundan çıkarken.Anlamamış gözlere beni süzen Reşit Çavuş,Takımı uyandırayım mı komutanım?diye sordu.Hayır, dedim, parkamı sırtıma geçirirken. Göreve Seyithanla ikimiz gideceğiz.Ama komutanım, diyecek oldu.Aması yok, dedim, sert bir tonla. Ben yokken komuta sende olacak. Tamam mı?Emredersiniz komutanım, dedi esas duruşunu bozmadan.Beş dakika sonra yoldaydık. Bir yanı yalçın kayalıklar, bir yanı gür çalılarla kaplı, bir patikada yanyana ilerliyorduk. Sırtımdaki kalın parkaya karşın sabahın serinliği iliklerime işliyor, elimdekitüfek giderek ağırlaşıyordu. Gözucuyla Seyithana baktım. Ne karanlık, ne soğuk umurunda, küçüktaşların üzerinden bir dağ keçisi gibi sekerek yürüyordu. Az sonra yol, iyice daraldı. Seyithanmönünden yürümek istemiyordum. Duraksadığımı fark etti, tek söz söylemeden öne geçti. Bir şeysöylemiyordu ama dudaklarındaki o pis gülümseme çok şey anlatıyordu.Asker değildi Seyithan, korucuydu. Zerkul Aşiretinin vurucu adamlarından. Yöredeki büyükçatışmaların neredeyse tümüne katılmış, birkaç kez askerleri pusudan kurtarmıştı. Resmi kaydıolmamasına karşın ordudan sayılıyordu. Dağlarda tek başına dolaşır dururdu, herkes vurulduvurulacak diye kaygılanırdı, ama bugüne kadar birjcez bile yaralanmamıştı.
  • Onun belki de doğuştan gelen bu savaşçılığı saygıdan çok korku uyandırıyordu bende. Sanırım bukorku, katıldığım ilk çatışmada, paniğe kapılıp gerilerde kalmamdan, bunu da Seyithanin farketmesinden kaynaklanıyordu. O gün çatışmadan hemen sonra yanıma gelmiş,108Ne o komutan çatışma sırasında arkada kalıp mıntıka temizliği mi yapıyordun? diyerek beni açıkçaiğnelemekten çekinmemişti. Beni askerlerimin önünde küçük düşürmüştü ama haklıydı, ürkmüş,geride kalmıştım. Komutanlar, askerlerim bu konuda beni eleştirmediler. Evet onlar da benim gibiçok iyi komando eğitimi almışlardı, çok sıkı tatbikatlara katılmışlardı. Ama tatbikat başkaydıgerçek başka. Ne kadar iyi eğitim almış olurlarsa olsunlar çoğunun başına gelmişti bu. İlk sıcaktemasta aynı tepkiyi göstermiş, çekinmiş, geride kalmışlardı. Vurulmayanlar zamanla bu sertkoşullara alışmış, savaşmayı öğrenmeye başlamışlardı. Birkaç operasyondan sonra ben de korkuyuattım. Ama Seyithan, her fırsatta korktuğumu ima etmekten, herkesin içinde bana bulaşmaktanvazgeçmedi.İki ay sonra başarılı bir operasyonun ardından karakola döndüğümüzde, Yine arka bölgelerikolaçan etmekten mi geliyorsun komutan, deyince kendimi kaybettim. Dönüp, suratının ortasınaokkalı bir yumruk indirdim. Sırt üstü yıkıldı yere, ben de üzerine atladım. Askerler zor aldılarelimden. Bir ara kalabalığın arasından kana bulanmış yüzünü gördüm, gözlerinde acının kırıntısıyoktu, dudaklarında o aşağılayıcı gülümseme ile süzmeye devam ediyordu beni. Akşam, Yüzbaşıbeni yanına çağırdı, Seyit-hanın cahil biri olduğunu, ama bizim için yararlı işler yaptığını, ondanvazgeçemeyeceğimizi, onunla dost olmam gerektiğini söyledi. Bu, hiç hoşuma gitmedi ama emirdemiri keserdi.Aradan iki hafta geçmişti. Sıcak bir öğleden sonra Se-yithanı karakolun arka bahçesindeki dutağacının eğri gövdesine yaslanmış otururken gördüm. Yanına yaklaştım. Beni görünce kaş altındanşöyle bir baktı yüzüme.Biz neden dost olamıyoruz Seyithan? dedim.Biz dost olamayız komutan, dedi.Niye? diye sordum.Çünkü sen korkaksın, dedi sakin bir tonla.109Kan tepeme sıçramıştı, herif gözlerimin içine baka baka bana hakaret ediyordu; ama kendimituttum.Ben korkak değilim, dedim, en az onunki kadar soğukkanlı bir tavırla. Doğru, ilk çatışmadaduraksadım. Ama sonraki operasyonlarda benim nasıl biri olduğumu gördün.Bir şey söylemedi, dudaklarında o pis gülümsemeyle elini cebine sokup, kapağı nakışlı gümüş birtabaka çıkarttı. Tabakanın içinde elle sarılmış, kaçak tütünden yapılma kalın sigaralar vardı. Dahaönceden de görmüştüm, Seyithan boş zamanlarında hep sigara sarardı. Bana ikram edeceğinisandım, ama sardığı sigarayı yakıp içmeye baş- ladı. Sanki ben yanında yokmuşum gibi derin birnefes çektikten sonra,Senin nasıl döğüştüğünü görmüşem, dedi. Yine de güvenemem sana, ya bir gün gene neyapacağını bilemezsen? Ya bizi ortalıkta koyup kaçarsan?Kaçmam. Kaçmayacağımı sen de biliyorsun.Bilmem, dedi. Nerden bileyim?Peki Seyithan, senin güvenini nasıl kazanırım? diye sordum.Dikkatle yüzüme baktı, gözlerinde ilk kez içten bir ifade görüyordum."Bir yolu vardır, dedi. Ama sen istemezsin.Niye istemeyeyim, sen bir söyle.Bedirhanı bulduğumda benimle gelir misen?Gelirim tabii. Bütün takım gelir.Ötekileri istemem, sadece ikimiz...İkimiz mi? İyi ama neden? -;
  • Gardaşımı benim öldürmem lazım.Ya onlar kalabalık olursa?Merak etme onu yalnızken kıstıracağam.Duraksadım. Ona güvenebilir miydim?Gelmeyeceksen değil mi? diye sordu ümitsizce.Hayır geleceğim, dedim. Ama benim de şartım var.110Onu neden öldürmek istiyorsun bana anlatacaksın.Kabul, dedi başladı anlatmaya: Bedirhan benim iki-zimdir. Bir elmanın iki yarısı gibi benzerizbirbirimize. Bizim babo, aşiret reisinin kan gardaşıdır. Onun için adam vurmuş, mapuslaradüşmüştür. Bizim çocukluğumuz da aşiret reisinin sofrasında geçmiştir. Bedirhan benden dahaakıllıdır. Okumaya meraklıdır. Aşiret reisimiz, onu kente yollamıştır. Bedirhan okuyacak bizimdavalaramı-za bakacak, sen de yanımızda kalıp bizi koruyacaksan, demiştir. Hepimizsevinmişizdir, Bedirhan okuyacak, avukat olacak diye. Ama Bedirhan şehre gidince aşiretiniunutmuş, gidip örgüte katılmıştır. Töreyi hiçe saymıştır. Bu da yetmezmiş gibi kalkmış bölgeyegelmiş, aşirete, devlete, kurşun sıkmıştır. Bu yüzden katli vaciptir.O konuşurken yüzünü inceliyordum; kalın kaşları çatılıyor, gözleri ateşteki kömür parçaları gibiparlıyordu. Söyledikleri inandırıcıydı ama yine de gizlediği bir şeyler var gibi geldi bana.Hepsi bu mu? diye sordum.Ne demek hepsi bu mu? diyerek yüzüme baktı, sonra başını salladı. Anlamışam, benimlegelmeyeceksen.Hayır geleceğim.Sahi mi? dedi, sigaradan sararmış dişlerini göstererek.Sahi, dedim. Ama artık olur olmaz yerde bana takılmak yok.Yok, dedi. Takılmak yok ama bu işi tamamına erdirmeden dostluk bekleme benden.İşte böyle demişti bana Seyithan. Bu yüzden o gece birlikte düştük kardeşi Bedirhanın peşine.Yürüdüğümüz patika bir meşelikte son buldu. Yine yan yana yürümeye başladık.İnleri meşeliğin sonunda, dedi Seyithan.Dikkatli olalım,diye fısıldadım, parmağım kendiliğinden tüfeğin tetiğine uzanmıştı. Nöbetçibırakmışlar-dır.111Bırakmışlardı, ama ben hallettim, dedi, cebinden çıkardığı elini açıp bana uzatırken. Eline baktım;kanları henüz kurumuş, irice bir kulak duruyor avucunda.Ne zaman öldürdün onu.Bir saat önce.Ya arkadaşları farkına vardılarsa?Mümkünatsız, dedi, elindeki kanlı kulağa bakarak. Bu bahtsız nöbeti yeni devralmıştı.Meşeliğe girince serinliğin arttığını fark ettim. Neredeyse titremeye başlayacaktım, ama kendimehakim olmalıydım Seyithan korktuğumu sanabilirdi. Az sonra sığınağın ağzına geldik. Sıkçalılıklarla örtülmüş bir kovuk, altında sığınak olduğunu anlamak çok zor.El bombasını atalım, çıkanı vururuz, dedim, fısıldayarak.Sığınağın başka bir girişi daha var, dedi, artık o da fısıltıyla konuşuyordu. Sen çalılığın altından elbombasını salla, ben arkadaki çıkışı tutayım.Olmaz, dedim kesin bir ifadeyle. Yine beni çatışmadan kaçtı, korkak diye suçlarsın.Yok komutan, demem, tövbe valla, diye yemin etti.Dersin, diye üsteledim. Artık sana güvenemem.Güven. Biliyorsun Bedirhanı ben vurmalıyam. Ben vurmazsam, bir işe yaramaz.Gözlerim çalılıkların kapattığı sığmağa kaydı, yaptığımız tartışmanın ne kadar tehlikeli ve saçmaolduğunu fark ederek vazgeçtim.Peki, dedim. İçimden yüze kadar sayacağım, sonra bombayı atacağım içeri.
  • Tamam, dedi, demesiyle birlikte gölge gibi kaydı sîğı-nağın öte tarafına. Ben de sığmağın ağzınayaklaşarak, usulca çalılıkları kaldırdım. Belimdeki el bombasını çıkarıp, içimden yüze kadarsaymaya başladım. Sonra pimi çekip sığınağın içine fırlattım. Hızla geriye koşup bir tümseğinardına attım kendimi. Yere uzandıktan hemen sonra112büyük bir gürültüyle patladı el bombası. Sığınağın ağzından kesif bir duman yükseldi. Aynı andaSeyithanın ka-laşnikovu konuşmaya başladı. Vurulan bir adamın acıyla haykırışını duydum. Yinede temkinliliği elden bırakmadım, bir süre daha olduğum yerde kaldım. Meşeliği bir ölüm sessizliğisarmıştı. Seyithana seslenmeyi düşünürken, kalaşnikovun sesi yeniden duyuldu, ona bir tabancakarşılık verdi. Sesler boğuk boğuk geliyordu. Seyithan sığınağa girmiş olmalıydı. Yeniden sessizlikkapladı ortalığı. Gözlerim sığınağın girişinde Seyithanın zafer narasıyla çıkmasını bekliyordumama saniyeler geçiyor o görünmüyordu. Sonunda dayanamadım, sürünerek sığınağın ağzınayaklaştım. Dikkat kesilerek, içeriyi dinledim. Birinin inlediğini duyar gibi oldum. Hayır, bu birinleme değil, sanırım biri ağlıyordu. Merakla, girişten süzüldüm. Tuhaf, içerisi sandığım kadarkaranlık değildi; el bombası tavanda bir delik açmıştı, kuru dalların arasından sabahın ilk ışıklarısızıyordu. Elim tüfeğimin tetiğinde; sırtımı duvara vererek ilerledim; önümde sığınağı adeta ikiyebölen bir kaya duruyordu. Ancak bir kişinin geçebileceği aralıktan sığınağın öteki bölümünebaktım. Mağaranın girişine yakın bir yerde iki kişi hareketsiz olarak yatıyordu. Seyithanın gölgeleriçindeki bedeni kayanın hemen arkasındaydı; kardeşi olduğunu tahmin ettiğim, yerdeki üçüncükişinin başucuna çökmüş ağlıyordu. Ağlamasını bedeninin sarsılmasından anlıyordum. Bizim taşkalpli savaşçı yumuşamış, diye düşündüm. Usulca yaklaştım yanına. Birkaç adım sonra beni farkederek, hızla ayağa kalktı, elindeki tabancayı bana doğrulttu. O anda Seyithan olmadığını anladım.Ben de tüfeğimi ona doğrulttum. Benim elimde tüfek olduğu için kendimi biraz daha avantajlısayabilirdim ama Bedirhannın da kardeşi gibi yaman bir atıcı olduğunu duyduğumdan, buüstünlüğüme fazla güvenemiyo-rdum. Düşmanım da duraksamıştı, ne yapacağını bilemedenyüzüme bakıyordu. Birkaç adım yaklaşmaya çalıştım.113Olduğun yerde kal, dedi. Yalnızca boyu poşu, kıvırcık saçları değil, sesi de Seyithanınkine çokbenziyordu.Hiç şansın yok, dedim. Çevre sarıldı.Sanmam, dedi, yorgun bir sesle. Seyithan, beni kendisi vurmak ister. Yanında fazla kimsegetirmez.Tahminindeki doğruluk beni şaşırttı.Kardeşini bu kadar iyi tanıdığını mı sanıyorsun?Sanmıyorum. Onu iyi tanıyorum, dedi ağlamaklı bir sesle. Onunla sadece bedenimiz değil,duygularımız, davranışlarımız da benzer.Onun için üzülüyor musun, yoksa bana mı öyle geliyor? diye sordum, alaycı bir tavırla.Üzülüyorum, dedi.O zaman niye öldürdün onu? dedim.Karanlıktı, tanıyamadım, diye açıkladı.Tanısaydın vurmaz miydin? diye sordum.Vurmazdım, dedi kesin bir ifadeyle.Ama o, seni öldürecekti, dedim, ona biraz daha acı çektirip dikkatini dağıtmak için. O, seniöldürmek için yaşıyordu.Biliyorum, dedi, o buna mecburdu.Mecbur değildi, o vatanını, milletini sevdiği için kardeşini bile öldürmeyi göze alacak kadar kararlıbir insandı.Bunlara gerçekten inanıyor musun? diye sordu, sesinde belli belirsiz bir alaycılık vardı.Elbette inanıyorum, aylardır dağlarda onunla birlikteydim. Bana her şeyi anlattı, dedim.Her şeyi anlatmamış, dedi.
  • Ne demek istiyorsun? diye sordum merakla.Seyithan eğer beni öldürmeseydi, ailemiz dışlanacak-" ti. Belki de aşiret tarafından öldürülecekti.Bizim yedi kardeşimiz daha var. Anamın, babamın, kardeşlerimin hayatı için Seyithan beniöldürmeye mecburdu.Yalan söylüyorsun, diye bağırdım, bu kadar öfkelenmeme kendim de şaşarak. O vatanıparçalanmasın,114milleti güçsüz düşmesin diye seni öldürmeye ant içmişti.Bahsettiğin kişi benim. Kendi halkım özgürlüğüne kavuşsun diye, ailesini reddeden, aşirete karşıkoyan benim. Ailesinin yaşaması için ödenen bedel de Seyithan... Gözucuyla yerde yatan Seyithana baktım. Parkasının göğsünde küçük bir pınar gibi çağıldayan ikikoyu leke vardı.O benim düşmanım değildi, diye sürdürdü sözlerini Bedirhan. O benim kardeşimdi, keşke o benivursaydı.Yalan söylüyorsun, diye yineledim.Yalan söylemiyorum, dedi kendinden emin, soğukkanlı bir tavırla. Ben kıstırılmış durumdayım,bugün olmazsa yarın vuracaklardı beni. Ha başkaları, ha ikiz kardeşim, benim için fark etmezdi.Ama eğer beni Seyithan vurmuş olsaydı ailem, kardeşlerim kurtulmuş olurlardı. Üstelik Seyithanda yaşamını yitirmezdi.Seyithanin tuhaf davranışlarını anımsadım. Karşımdaki teröristin söyledikleri mantıklı gelmeyebaşladı. Yüzüne baktım. Tıpkı anlaşmaya vardığımız günde Seyithanin gözlerindekine benzer içtenbir anlam vardı bakışlarında. Tuhaf bir fikir geldi aklıma. Bir an yalnızca bir an, onu Seyithaninyerine geçirsem, kimse anlamaz, diye düşündüm. Bedirhan sanki düşündüklerimi anlamış gibi.Umutla mırıldandı.Eğer yeniden şansım olsaydı...Şimdi mi aklına geliyor bu? diye kestim sözünü.Bazı şeyleri yaşamadan anlayamazsın, dedi.içimden bir ses ona güvenemeyeceğimi söylüyordu, onu bıraktığım an, belki de gidip aşiret reisiniöldürürdü. Bütün sorumluluk da benim üzerime yıkılırdı.Ben de ölürsem ailem iki oğlunu birden yitirmiş olacak...diye mırıldandı. Bu kanı durdurmaklazım.Böyle konuşma! diye bağırdım çaresizlik içinde. Sana güvenmiyorum.Güvenmelisin, dedi teslim olmuş bir sesle. Birbirimize115güvenmeliyiz. Ben sana güveniyorum, istersen al tabanca-mı.Hayır, dedim. Hayır seni bırakamam.Hiçbir şey söylemeden, ölümünü bekleyen bir insanın çaresizliği içinde yüzüme baktı. Kafamkarmakarışık olmuştu. Onu bıraksam kimse anlamazdı Bedirhan olduğunu, belki yalnızca annesiçıkarabilirdi. O da kimseye söylemez... Hiç değilse bir kişi, sadece bir kişi mi, bir aile... Tüfeğiminnamlusunun inmeye başladığını fark ettim. Çıldırmış olmalıydım. Neden onu bırakmak istiyordum?Aylardır süren kanlı çatışmalardan sonra şimdi nereden çıkmıştı bu yufka yüreklilik. Ama nedensekendime engel olamıyordum... Belki onu bırakırsam, kardeşleri, çocukları düşmancabakmayacaklardı askerlere. Emin olamazdım, olamazdım ama... O anda bir silah sesi sığmaktayankılandı, hemen tüfeğin tetiğine asılarak kendimi yere attım. Bedirhannın bedeni kurşunlarımınaltında fırtınaya tutulmuş yaprak gibi titriyordu.Vurmuşam, onu ben vurmuşam, diyen bir ses duydum. Başımı çevirdim. Yattığı yerden son birgayretle tüfeğini ateşlemiş olan Seyithanı gördüm,Onu vurumuşam komutan, unutma onu ben vurmuşam, dedikten sonra başı düştü. Yanınayaklaştım. Gözleri kaymıştı, elimi atar damarına bastırdım; atmıyordu. Bu kez ölmüştü. Onu
  • bırakıp kardeşine döndüm. Sanki sırtını duvara verip oturmuş gibi öylece dingin bir ifadeyleyüzüme bakıyordu. Göğsü delik deşikti. Ağzını açtıkça kan geliyordu ama aldırmadan bana birşeyler söylemeye çalışıyordu. Kulağımı dudaklarına yaklaştırdım.Beni Seyithanm vurduğunu söyle, dedi. Bunu yap", beni Seyithanm vurduğunu söyle.Ona yanıt vermedim, bedeni kasılmaya başlarken, kalkıp sığınağın çıkışına yöneldim..Dışarısı iyice aydınlanmıştı, telsizimin mandalını açarken, pis bir yağmur başladı. Reşit Çavuşayerimi116bildirdikten sonra, içeri girip Seyithanm cebinden tabakasını aldım? Şanslıydım kan tabakayaulaşmamıştı. Bir sigara yakıp içmeye başladım. İşte benim ikinci tiryakiliğimin başlaması böyleoldu."Esra etkilenmişti, ama belli etmemeye çalışıyordu yine de sormadan edemedi:"Bedirhanla Seyithanm cesetlerini sen mi teslim ettin ailesine.""Ben teslim ettim. Seyithanm cesedini kutsal bir ölüymüş gibi saygıyla kabul ettiler, Bedirhanı iseistemediler. Seyithan askeri törenle, tabutu bayrağa sarılarak verildi toprağa. Bedirhan hocasız,törensiz bir dağ basma gömüldü.""Çok acı bir olay.""Öyle," dedi Yüzbaşı derinden iç geçirerek. "Ne yazık ki böyle binlerce olay var. Ama ateş düştüğüyeri yakıyor. Bir sürü insan sürmekte olan savaşın farkında bile değil. Ancak oğullarını, eşlerini,kardeşlerini kaybedenler, bir de savaşanlar her şeyin farkında. Kar, kış, yağmur çamur demeden oher kovuğu, her ağaç arkası, her çukuru pusu kokan dağlarda, ovalarda, dere boylarında dolaşanlar.Sakat kalanlar, aklını yitirenler, sağ ama yüreğinde acıyla dönenler. İşte onlar hiçbir zamanunutmayacaklar yaşananları. Unutmaya kalksa bile yaşadıkları belleklerinin bir yerinden sızıpgeçmişi yeniden anımsatacak onlara. Olayları televizyon haberlerinden izleyenler, gazeteköşelerinden okuyanlar, rahat köşelerinden savaş hakkında ahkâm kesenler bunu bilemez."Yüzbaşının serzenişini fark etmemişti Esra."Çok tuhaf," dedi. " Dikkat ettim anlatırken Seyit-hanla Bedirhanı ayırmadın. Oysa birisi sizinsafınızday-dı, öteki karşı tarafta.""Bir sigara daha versene," dedi Yüzbaşı. Sigarayı yakıp ardı ardına iki derin nefes çektikten sonraaçıklamaya çalıştı. "Haklısın. Bedirhandan nefret etmedim. Seyit-handan da etmiyordum. İkisinede acıyordum."117"Sanki biraz da saygı duyuyorsun?""Doğru, avcının avına duyduğu saygı.""Avcı mı?""Tek taraflı alma bunu. Bazen, belki de çoğu zaman av biz oluruz. Yaptığımız iş ne kadar acımasız,korkunç, katlanılmaz olsa da karşımızdaki insanlar onlar. Onların karşısındakiler de biziz, iki tarafda canını koyuyor ortaya. Bazen telsizde şefleriyle konuşurduk.""Teslim olun çağırışı mı yapardınız?""Hayır, hayır sohbet ederdik. Küfür etmeden, hakaret etmeden, tehdit etmeden. Havadan sudan,futbol maçlarından konuşurduk. Sana çok saçma gelebilir ama adamın sesinden bana yakınlıkduyduğunu hissederdim, sanırım ben de ona yakınlık duyardım. O anlarda, beni öldürmek içinfırsat kollayan ve benim de öldürmek için fırsat kolladığım o teröristi, savaşın uzağındakilerdendaha yakın bulurdum kendime.""Anlıyorum," diye mırıldandı Esra.Yüzbaşı aniden Esraya döndü; yadırgayan gözlerle, sanki hiç tanımadığı bir yabancıya bakar gibibaktı. Karanlıkta Yüzbaşının gözlerindeki anlamı çözemeyen Esra masumca gülümsedi. Yüzbaşıgülümsemeyi fark etmedi bile. Gerçekten anlıyor musun, diye sormak istiyordu Esraya, dilininucuna kadar geldi ama vazgeçti, içinde, çok derinlerde yine o tanıdık üşümeyi hissetti. Birazdanelleri titremeye başlardı. Görülmesinden korkarak ellerini gizlemeye çalıştı. Lojmana gitmeliydi.
  • "Artık kalksak mı?" dedi güçlükle denetlediği bir sesle. "Vakit geç oldu."Olayları anlatırken Yüzbaşının o anı yeniden yaşadığını, aynı acıyı, aynı korkuyu, aynı tedirginliği,aynı pişmanlığı yeniden duyduğunu hissetmişti Esra. Yüzbaşıya karşı, şefkat, acıma, sevgi karışımısıcacık bir duygu doğmuştu içinde. Becerebilse, üzerinde üniforması, belinde silahıyla yanındaoturan bu askeri, sanki korku içindeuyanan bir erkek çocukmuş gibi bağrına basıp, geçti, her şey geçti, demek isterdi, ama"Olur, kalkalım," demekten başka bir şey gelmedi elinden. Çünkü Yüzbaşı, onu kaygılarına,korkularına, gerginliklerine ortak etmek istemiyordu.118119sekizinci tabletPisirisin tahta oturduğu günlerde ben gençliğimin ilk kaygılarıyla uğraşıyor, uyanan bedeniminamansız gerginliğiyle baş etmeye çalışıyordum. Babam dizginlerimi sıkı sıkıya tutarak, eğitimdenbaşka konularla ilgilenmememi sağlamaya çalışsa da, kısrakların kokusunu alan genç bir aygır gibibütün ilgim kadınlara kaymaya başlamıştı bile. Büyükbabam Mitannuwanin Maştiggaya olanbüyük tutkusunu gözlerimle görmüştüm. Tanrılar beni affetsin, itiraf etmeliyim ki güzelMaştigganm pahalı giysilerin altından iyice ortaya çıkan diri bedeni, beni derinden etkiliyordu.Bunu yapmanın cezasız kalmayacak bir günah, büyük saygısızlık olduğunu bile bile yatağımdayalnız kaldığımda Maştiggayı düşünmekten kendimi alamıyordum.Bir gece rüyamda kendimi Büyükbabam Mitannuwa olarak gördüm. Tuhaf bir rüyaydı. Bedenimhiç değişmemişti ama ben Mitannuwa olmuştum. Onun iki katlı evinin alt katındaki serin yatakodasındaydım. Büyükbabamın öğle uykusunda yattığı geniş yatağa sırtüstü uzanmış Aramca birşarkı mırıldanıyordum. O anda birinin beni izlediğini gördüm. Başımı çevirince Maştigganminsana derin derin bakan sürmeli gözleriyle karşılaştım. Yüreğim deli gibi çarpmaya başlamıştı.Yine de o güzel kadına gülümsemeyi başardım. Maştigga ise gülümsemedi, usulca akan bir su gibi,ince bir rüzgâr gibi süzüldü yanıma*. Yatağa oturup, ellerini üzerimde gezdirmeye başladı.Ellerinin sıcaklığı bedenime geçti, derimin altındaki kanı tutuşturdu. Onu öpmek için doğrulmayaçalıştım ama eliyle gövdemi bastırarak buna engel oldu. Kendinden öyle emindi ki, sanki annemgibi, yüce Tanrıça Kupabanm120gücüne gitmesin, sanki yaratıcım gibiydi. Şaşırtıcı olan, bu durumun benim de hoşuma gitmesiydi.Bakışıyla, do-kunuşuyla beni büyülemişti. Bana yaptıklarını, kendimden geçmiş bir halde gözucuyla izliyordum. Dikkatle giysilerimi çıkardı. Utançtan kendi bedenime bakamıyor-dum amabacaklarımın arasındaki baskı öylesine güçlüydü ki organımın saray muhafızlarının mızraklarıkadar sert ve gergin olduğunu biliyordum. Bir ara Maştigganm bakışlarının bacaklarımın arasınakaydığını, sürmeli gözlerinde iştahla, oburlukla yanan tutkuyu gördüm. Ona sarılmak içindoğrulmayı denedim ama buyurgan bir dokunuşla beni yeniden sırtüstü yatağa çiviledi. Sonragiysisini beline doğru çekerek, tıpkı bir ata biner gibi üzerime oturdu. O anda bacaklarıma birsıvının aktığını farkettim. Şaşkınlıkla gözlerimi açtığımda bunun bir rüya olduğunu anlayarakrahatladım. Ama bacaklarımdaki ıslaklık hâlâ sürüyordu. Hızla doğruldum, önüme baktım evetıslaktı. Çok utandım. Hemen kalktım yıkandım, temizlendim. Ertesi gün, bu kötü rüyadan ötürübeni affetmeleri için tapınağa gittim, tanrılara yalvardım. O günden sonra da gerekmedikçeMaştiggaya bakmamaya, onunla yalnız kalmamaya çaba gösterdim. Ama onu gördükçe yüzümünkızarmasına engel olamıyordum. Genç kadın da bunu fark etmişti. Birkaç kez sürmeli gözleriyleanlamlı anlamlı beni süzdüğünü gördüm. Bu, beni hem heyecanlandırdı, hem de korkuttu.Heyecanlandırdı çünkü güzel bir kadın bana beğeniyle bakıyordu, korkuttu çünkü o büyükbabamınkadınıydı.Maştigganm kaçmasından sonra kadınlara, kızlara olan ilgim daha da artmıştı. Gözlerimi onlardanalamıyordum. Birlikte ava çıktığımız, benden üç yaş büyük olan, komşumuzun oğlu ve benim kan
  • kardeşim Pirwa bir gün Fıratta yüzerken, "Senin organın da benim ki gibi sertleşiyor mu?" diyesordu. Konuyu değiştirmeye çalıştım. Arkadaşım peşimi bırakmadı. Bunun normal olduğunu, artık121kendimize kadın bulmamız gerektiğini söyledi. Ben de nasıl bulacağımızı sordum, o kendikölelerinden birinin çeyrek şikel gümüş karşılığı bu işi yaptığını söyledi. Kendisi de birkaç kezkadınla yatmıştı. Ben reddettim. Pirwa kadının genç ve güzel olduğunu söyleyerek beni iknaetmeye çalıştı ama para karşılığı herkesle yatan, üstelik köle olan bir kadınla sevişmeyi kendimeyediremezdim. "O zaman Yeni Yıl Bayramını bekleyeceksin," dedi. "Yeni Yıl Bayramı mı?" diyesordum. Bunun üzerine Pirwa, "Sen de hiçbir şey bilmiyorsun," diye beni küçümsedi. "Yeni YılBayramında Tapınak Fahişeleri, Tanrıça Kupaba için gönüllü olarak sevişirler. Tapınağa girmeyehakkı olan herkes onlarla sevişme hakkına da sahiptir. Ama sevişecekleri kişiyi onlar seçerler. Sengençsin, güçlüsün, soylusun, seni seçmeyecekler de kimi seçecekler?" Tapınak Fahişelerinin bayram günlerinde tanrıça için gönüllü olarak seviştiklerini ben debiliyordum ama bir gün gelip bu hizmetten yararlanacağımı hiç düşünmemiştim. Belki aldığımeğitim yüzünden; ben öğrendiklerimi tanrıların ve onların yeryüzündeki gözdesi kralların çıkarı içinkullanmaya koşullandırılmıştım. Öğrendiklerime göre törenler yalnızca tanrıları hoş tutmak, onlarınöfkelerini yatıştırmak için gerekliydi, bedenimin açlığını gidermek için değil. Ama bunu tenimdeuyanan isteğe anlatmak çok zordu. Kendi bedenine söz geçiremeyen bir adamın çaresizliği içindeYeni Yıl Bayramını beklemeye başladım.122dokuzuncu bölümÇaresizlik içinde olayların akışını izliyordu Esra. Böyle edilgen bir rol üstlenmekten nefret ettiğihalde, ne Hacı Settar cinayetinin soruşturmasına etki edebiliyor ne de ilgisini çeken bir erkeğin onaaçılmasını sağlayabiliyordu. Oysa bu gece Yüzbaşı başından geçenleri anlatırken artık aralarındakikalın duvarın ortadan kalktığını sanmıştı. Ama birden fark etmediği bir şey olmuş, adam o duvarıyine koymuştu aralarına. İşin kötüsü ona kızamıyordu da. Anlattıklarıyla, Esranın son savunmasilahını, öfkesini de almıştı elinden. Bu kadar sert olaylar yaşamış birine kızmak değil yardımetmek gerekirdi. Ama adam izin vermiyordu ki. Yüzbaşıyı tanımak, yakınlaşmak istemişti amadaha ilk öğrendikleri bile ona çözümsüzlükten başka bir sonuç getirmemişti. Belki Esrayayeterince güvenmiyordu. Savaşa dışarıdan bakarak ahkâm kesenlerden biri olarak görüyordu. Çokda haksız sayılmazdı. Peki savaş hakkında konuşmak için ille de eline silah alıp dağa çıkmak mıgerekiyordu? Binlerce insanın canına mal olan, ülkedeki yaşamın üzerine kara bir gölge gibi çöken,bu Allanın belası çatışmadan Yüzbaşı kadar olmasa bile o da zarar görmüyor muydu? "Elbettegörüyorum," diye mırıldandı kararlı bir sesle. "Bu konuda konuşmak onun kadar123benim de hakkım." Ama bunu normal birine anlatabilirdi, ruh hali saat başı değişen, sohbetin enkoyu yerinde kaçıp giden bir adama değil.Çardağın altında oturmuş bunları geçiriyordu kafasından. Yüzbaşıyı götüren Halaf mutfağın ışığınıaçık bırakmıştı, başka zaman olsa hemen kapatırdı ama şimdi canı yerinden kıpırdamakistemiyordu. Arkadaşlarının hiçbiri ortalıkta görünmüyordu. Timothy tabletlerle uğraşıyordu,Kemal, Elifin odasındaydı, ilişkilerini tartışıyorlardı, Muratla Teoman çoktan uyumuştu, Berndinışığı yanıktı, her gece aksatmadan yaptığı gibi "Mezopotamyada Uygarlıkların Gelişiminin YıkıcıSonuçları" başlıklı master tezine çalışıyordu. Benim de Timin yanında olmam gerekir, diyedüşündü Esra. Belki kendi işiyle uğraşırsa aklının böyle çözümü zor konulara takılmasını önlerdi.Doğru düşünmekten söz ederdi felsefe doktoru olan babası Salim Bey. Gerçekten böyle bir yöntemvar mıydı? Doğru düşünmek, bu, ancak gelişmiş bir bilgisayara öğretilebilirdi. Çözülen her sorununyerini yeni bir sorunun aldığı günlük yaşamda doğru olana, ancak bir dizi düşünce ve davranışsürecinden geçilerek ulaşılabilirdi ve bu süreç her soru ya da her sorun için yeniden tekrarlanmakzorundaydı, üstelik başarı hiçbir zaman tümüyle garanti değildi. Böyle olduğunu babası Salim Beyde bilirdi ama sık sık doğru düşünmenin önemini vurgulamaktan da geri durmazdı. Zaman zaman
  • yinelediği başka bir şey de, kendini olayların merkezine koyma kızım, demesiydi. Her sorunu sençözemezsin, her şeye yetişemezsin. Boşa konuşmazdı babası ama onun söylediklerinin doğruolduğu nereden belliydi? Eğer kendi doğru düşünebilseydi annesini bura-kıp, çocuğu yaşındakibiriyle yaşamazdı. "Bunun doğru düşünmekle ne ilgisi var," diye mırıldandı kendi kendine."Adamcağız âşık olmuştu." Babasının da itiraf ettiği gibi aşkın ne doğru düşünmeyle, ne demantıkla ilgisi vardı. Daha doğrusu aşkın kendine göre bir mantığı vardı da124bunun doğru düşünmeyle bir ilgisi yoktu. Bu tutkuların egemenliğinde olan bir mantıktı; aklasürekli çelme takan, dibe çeken, yanlış yöne kanalize eden bambaşka, karmaşık bir süreç. Babası,annesini severdi, Esradan ayrı kalmaya dayanamazdı ama karşısına Nilgün çıkınca her şeydeğişmişti. "Of bu meseleler çok eskilerde kaldı artık," diye sıkıntıyla söylendi. Babasınıçekiştireceğine kendine baksaydı ya. O da ayrılmıştı. Hem de Orhanın verdiği tavizlere, gösterdiğiuzlaşma çabalarına aldırmadan. "Ama ben aşk yüzünden bitirmedim ki evliliğimi," diye geçirdiaklından. Yürütemiyorlardı, adamın her davranışı batar olmuştu. Çünkü Orhan sevgisinde içtendeğildi. Bu da bir tür aşksızlık, sevgisizlik değil miydi? Sonra şu Yüzbaşı işi...Düşünceleri Fıratın akıntısına kapılmış bir iğde dalı gibi belirsizliğe akıp giderken Halaf mgeldiğini duydu. Minibüsten inen aşçı, kazı başkanının hâlâ çardağın altında oturduğunu görünceşaşkın bir gülümsemeyle sordu."Bir şey mi oldu Esra Hanım? Bu saatlerde siz çoktan odanıza çekilmiş olurdunuz."Esra minnetle baktı, neredeyse ekibin bütün ayak işlerini çeviren bu kalender Barak delikanlısına."Bir şey yok, serinlikte biraz oturayım dedim.""İyi yapmışsınız. Size bir çay demleyeyim mi?""Sağ ol istemem,""Kahve yapayım.""Peki," dedi Esra. Canı çektiğinden değil, Halaf ı kırmak istemediğinden. "Ama sen de içeceksin."Halaf mutfağa yürürken arkasından baktı Esra. Onu Antepteki Arkeoloji Müzesi Müdürü, aynızamanda Kemalin arkadaşı olan Rüstem Bey önermişti. Daha önce de Ankaradan gelenarkeologların Adıyamandaki kazısında aşçılık, şoförlük gibi işler yapmıştı. Ankaralılar pekmemnun kalmışlardı. Asıl mesleği aşçılıktı, askere gidinceye kadar Antepin ünlü lokantalarındanbiri olan İmam Çağdaşta çalışmıştı. Askerden dönünce İstanbula gitmiş,125Samatyadaki Bedir adlı restoranda mesleğini sürdürmüştü. İstanbulda, Türk, Kürt, Arapyemeklerinin bileşiminden oluşan zengin Antep mutfağının bilgisinin yanı sıra, Boludan İzmirekadar neredeyse Türkiyenin tüm yörelerinin yemeklerini öğrenme fırsatı olmuştu. Ama birlikteçalıştığı ustalardan Urfalı Kara Nuri, bir gün namusuna el uzatınca, etleri kemiklerden ayırdığıbıçağı çektiği gibi üç yerinden vurmuştu yaşlı kulamparayı. Bir yıl kadar yattıktan sonra çıkmıştıhapisten. Ama artık İstanbulda kalmak istememiş, Antepe dönmüştü. Ne yazık ki memleketinde dearadığını bulamamış, hapse girdiğini öğrenen eski ustaları, "bu herif hergele oldu," diyerek onu işealmak istememişlerdi. Bunun üzerine orada burada çalışır olmuş, Rüstem Bey sayesinde yazlarıarkeologlarla kazılara gitmeye başlamıştı. İyi para veriyorlardı, hepsinden önemlisi çalıştığıinsanlar anlayışlıydı, ona insan gibi davranıyorlardı.Esra da memnundu Halaf tan. Saygılıydı, temizdi, dürüsttü. En önemlisi çalışkandı. Bazen bunuişgüzarlığa kadar vardırsa da kampta ne görev olursa yapmaktan çekinmez, ihtiyacı olan herkesinyardımına koşardı.On dakika sonra bol köpüklü, az şekerli kahveyi cezveden fincanlara döküyordu Halaf. Boş cezveyiiçeri götürüp, iki bardak suyla dönerken, sigarasını yakan Esra da kahvesinden ilk yudumu almıştı."Eline sağlık, enfes olmuş.""Afiyet olsun," diye yanıtladı onu genç aşçı. "bizim odada yapılan kahveye pek benzemiyor ama.""Odada yapılan kahve ne demek?"
  • "Bizim Barak köylerinde odalar vardır. Hali vakti yerinde olanlar oda açarlar. Odalar erkeklerinsohbet ve eğlence yeridir. Köye gelen misafirler de bu odalarda ağırlanır. Her gün yemek pişirilir.Köyün meseleleri, olup bitenler konuşulur.""Bir tür meclis," diye mırıldandı Esra. "Roma kentlerinin Agoraları gibi."126Halaf bir şey anlamadı, şöyle bir baktıktan sonra anlatmaya devam etti."Ergen çocuklar da odalara getirilir, adap, erkân öğretilir. Ben de odalarda yetiştim. Odada pişirilenkahveler çok koyudur, tadı bir başkadır. Bir yudum içtin mi tamam. Bu fincandakiler gibi beş taneiçmiş sayılırsın.""İlginç. Bir ara sizin köye gidelim.""Ne zaman isterseniz Esra Hanım," diye heveslendi Halaf. "Başımın üstünde yeriniz var. Ama bubenim anlattıklarım on sene önceydi. Odalar yine var ama eski havası yok. Evlere televizyon girdi.Köylü odaya gideceğine evinde oturup televizyon seyrediyor.""Demek gitti bizim kahve," diye söylendi Esra şakayla karışık."Yok canım acı kahveyi yapanlar hâlâ sağ. Kürt Reşite gideriz, o bu işin ustasıdır.""Sahi Halaf, bu sabah Yüzbaşıya Kürt olduğunu söyledin. Benim bildiğim Baraklar Türkmensoyundan gelmedir."Halaf birden ciddileşti."Haklısınız Esra Hanım. Baraklar Türkmendir. Ama burada kuş karışması olmuş. Kız alıpvermişler, akraba olmuşlar. Türkmenler, Araplara, Araplar Kürtlere karışmış. Ama Barak âdetleriyok olmamış."Binlerce yıl önce yaşayan Hititler gibi, diye düşündü Esra. Onlar da Aramlılarla, Luwilerlekarışmamışlar mıydı? Demek ki bu topraklarda bazı şeyler hiç değişmiyordu."Benim dedemin dedesi Şaban Ağa Urfalıymış," diye sürdürdü konuşmasını Halaf. "Şaban AğaKürtmüş. Siverekte iki kişiyi öldürüp kaçmış, buraya gelmiş. O zaman Osmanlı devri. Şaban Ağababayiğitmiş, kıyıcıymış. Osmanlıya önce asker sonra zabit olmuş. Zabit olmasa buradayaşayamazmış zaten. Herkes bir aşirete mensup, yabanı içlerine almazlarmış. Ama Osmanlıyazabit olunca işler değişmiş. Aşiretler ondan çekinmiş, saygı göstermişler.127Şaban Ağa Baraklılardan dört kadınla evlenmiş. O dört kadından çocukları olmuş. Osmanlıdantoprak satın almış, soyunu sürdürmüş. İşte bizim Alagöz Köyü böyle ortaya çıkmış."Yüzbaşının kuşkularını anımsayan Esra,"Sizin köyde örgüte katılan kimse var mı?" diye sordu."Bir kişi var," dedi Halaf sıkıntıyla. Bu konudan hiç hoşlanmadığı belliydi. "Ayyuşun oğlu Cemil.İki yıl önce dağa çıkmış, bu kış ölüsü geldi. Ama iki de asker vuruldu bizim köyden. Deli Döneninoğlu Feritle, Haconun oğlu Mahmut." Dalgınlaşmıştı, başını kaldırıp sordu: "Yoksa siz de Yüzbaşıgibi bu işin arkasında örgüt mü var sanıyorsunuz?""Ben öyle düşünmüyorum. Ama Yüzbaşıyı da anlıyorum. Başından çok iş geçmiş.""Başından çok iş geçmiş ama yanlış düşünüyor. Örgüt mörgüt yoktur burada. Olsaydı bile HacıSettarı öldüreceklerine karakolu tarar, korucuları vururlardı. Hacı Set-tar gibi mübarek bir adamailişmez onlar.""Nereden biliyorsun?""Gencelilerin küçük oğlu Mahmut dağdadır. Komutan olduğunu söylüyorlar. Bu Mahmut küçükkenHacı Set-tarın kucağından inmezdi. Liseye kadar dinine düşkün bir çocuktu, ne zaman kiDiyarbakıra liseye gitti. Orada fikri değişti. Ama yine de Hacı Settara saygıda kusur etmedi. Dağaçıkmadan önce ne zaman kasabaya gelse, önce yaşlı sofunun evine uğrar, elini öper, hayır duasınıalırdı. Yani örgütün Hacı Settara düşman olması için hiçbir sebeb yok.""Bilemiyorum," dedi Esra kararsızlıkla iç geçirerek. "Peki, Fayat için ne diyorsun?""Şu benim dövdüğüm Fayat mı?""Belki o değil ama arkasındakiler, mesela Abid Hoca."
  • "Abid Hoca adam olsa, önce namusunu temizler," dedi Halaf. Sesi tiksinti yüklüydü. "GövenKöyünde128yaşayan ablası Belkıs kaç yıldır Reşat Ağanın kapatması. Canı çekti mi, Reşat Ağa, kadınınevinde.""Kocası yok mu bu Belkısın?""Almanyada. Ne arıyor, ne soruyor. Sizin anlayacağınız kadın sahipsiz. Abid Hoca adam olsa,Reşat Ağaya kaptırmazdı ablasını..."Abid Hocayla bir kez karşılaşmıştı Esra. Otuz yaşlarında, esmer, kısa boylu, köşeli yüzlü, incebıyıklı bir adam. Kaş altından dost mu, düşman mı olduğunu kesti-remediği bakışlarla süzüyorduinsanı."Yok Esra Hanım," diye sürdürdü sözlerini Halaf, "bu işi onlar yapamaz. Onlar lahmacun sofusu.Nerede yemekli bir cenaze, nerede şerbetli bir mevlit varsa orada biterler. Adam öldürmek kim,onlar kim?""Ama Fayat bizi tehdit etmek için ta buraya kadar gelmekten çekinmedi.""Onu Çolak Memili ayartmıştır. Yoksa Fayat tek başına buraya gelecek adam değil.""Peki o zaman kim öldürdü Hacı Settarı?""Kim olacak, Şehmuz.""Yüzbaşının söylediklerini duydun.""Duydum. Bence olay Kemal Beyin söylediği gibi olmuştur. Önce tarihi eserleri bağ evinesaklamışlardır. Sonra Şehmuz, Bekiri yollayıp caminin yolunu tutmuştur.""Bir gecede iki suç birden işlemek riskli değil mi?""Şehmuz öyle risk misk düşünmez. Tarihi eserleri çalarken, başına bir şey gelmeyince, bu akşamHacı Set-tarın da işini görelim, diye düşünmüştür.""Peki kasabadakiler, bundan kimi sorumlu tutarlar sence?" diye sordu Esra."Bilmiyorum. Gündüz kasabaya gitseydik öğrenirdik.""Kara Kabiri kazdılar, böyle oldu, diyenler varmış.""Çolak Memiliyle, Fayatın takımıdır. Başka kimse böyle bir şey söylemez. Ama bizim millet bunainanmaz.129Çünkü Çolak Memilinin de Kuran kursu çevresindekilerin de ne mal olduğunu herkes çok iyibilir.""Kazıyı durdurun diye baskı yapmazlar mı?""Kim yapacak? Buna cesaret edemezler. Hem siz Kara Kabiri kazmıyorsunuz ki. Onun yirmi metreötesini kazıyorsunuz. Kara Kabiri kazsanız da kimse bir şey demez ya."Esra şaşkınlıkla Halaf a bakarak,"Bundan emin misin?" diye sordu."Eminim tabii. Kara Kabire saygı, öteki dünyadan korkmak filan eskidendi. Şimdi millet köşeyidönmeye bakıyor. Burada toprak bereketli, tarlası olmayjan çok az insan var. Bu yüzden kazıdaçalıştıracak işçi bulmakta zorlandık ya. Kimse devletle başını belaya sokmak istemez.""Biz devlet miyiz?""Devletsiniz. Yüzbaşı Eşref yanınızda değil mi? Hiç merak etmeyin kimse kazıya filan bulaşamaz.""Yüzbaşı öyle söylemiyor ama...""Yüzbaşı tuhaf bir adam Esra Hanım. Laf aramızda kalsın, askerler arasında adı deli Eşrefe çıkmışzaten.""Haksızlık ediyorsun," dedi Esra birden sertleşerek. "Eşref Bey bize çok yardımcı oldu."Baltayı taşa vurduğunu anlayan Halaf geriledi."Kızmayın Esra Hanım, ben askerlerin yalancısıyım.""Ooo, burada kahve içiliyor ve bizim haberimiz yok!" diyen bir sesle bölündü konuşmaları.Timothy birkaç adım gerilerinde yapmacık bir öfkeyle başını sallıyordu.
  • "Ben seni uyudu sanıyordum," dedi Halaf ayağa kalkarak. "Buyur hemen sana da yapayım."«>vAmerikalı yaklaştı, kendisinden bir baş daha kısa olan Halaf in sırtına dostça vurdu."Şaka yapıyorum şaka. Türk kahvesi yemekten sonra güzel. Ama yatmadan önce içersenuyuyamazsın."Halaf çekingen bakışlarını Esraya çevirdi.130"Bana söyleyeceğiniz bir şey yoksa bulaşıkları yıkayacağım." dedi. Esra onun mahzun halinigörünce biraz sert konuştuğunu anladı."Sağ ol Halafcığım. Kahve nefisti. Sohbet için de teşekkür ederim."Halaf in güneş yanığı yüzünde beyaz dişleri neşeyle pa-rıldadı. Boş fincanları toplayıp mutfağınyolunu tuttu.Amerikalı, Esranın karşısına oturmuştu. Düz kumral saçlarını kısacık kestirmişti, bir kadınınkikadar biçimli olan kaşlarının altındaki kadifemsi iri kara gözler, insanı rahatsız etmeyen boş vermişalaycı bir ifadeyle bakıyordu çevresine. Şakaklarından çenesine uzanan yer yer kırçıl-laşmış, bakırrenkli kısa sakalı, bakışlarındaki alaycı ifadeyi tamamlayarak keskin yüz hatlarına olgun bir havaveriyordu. Yakışıklı adam, diye düşündü Esra. Elifi anlamak güç değildi, tuhaf olan kendisininTimothye değil de Yüzbaşı Eşrefe ilgi duymasıydı. Sevginin ihtiyaçtan doğduğuna inanırdı Esra.Timothynin kimseye ihtiyacı olmadığını daha ilk karşılaşmalarında sezinlemişti. Bu, doğrumuydu? Bir insan ne kadar güçlü olursa olsun yine de başkalarına ihtiyaç duymaz mıydı? Belki,ama Timothynin öyle bir havası yoktu. Onunla hoşça vakit geçirilebilirdi ama derinliği olan birilişki yaşanamazdı. Ya Yüzbaşı Eşref... Evet Yüzbaşı Eşref... Ondan neden hoşlandığınıbilmiyordu. Bildiği, bu, savaşın çilesini çekmiş, ruhu yorgun askerin, onu etkilediği, onuheyecanlandır-dığıydı. Oysa aşka ayıracak hiç vakti yoktu. Mesleğinde iyi bir fırsat yakalamış,sorumlusu olduğu ilk kazıda önemli bir buluntuya ulaşmışlardı. Bu onun için her şeyden dahaönemli olmalıydı. Önemliydi ama o yine de tutmuş, "Kendini olayların merkezine koyma," diyenbabasının sözleri yankılandı yine kulaklarında. "Her sorunu sen çözemezsin, her şeyeyetişemezsin." Belki de onun sorunu, bütün o kararlı tavrına, güçlü görüntüsüne karşın kendineduyduğu derin güvensizlikti. Bu yüzden kendini131göstermek, ne kadar dayanıklı, ne kadar iyi olduğunu herkese kabul ettirmek istiyordu."Aklını kurcalayan bir şey var galiba," diyen Timothynin merak yüklü sesiyle dağıldı düşünceleri."Bu saatte dışarıda oturmazdın sen.""Bir şey yok, serinlik hoşuma gitti.""Fazlası dokunur, dikkat et de üşütme.""Sanki buralı gibisin. Amerikalı olmana karşın benden daha iyi tanıyorsun yöreyi.""Yalede Asurolog bir hocam vardı, Mr. Weiss. O arkeologların vatanının olmadığını söylerdi.Nerede çalışıyorsan evin orasıdır, derdi. On yıl önce Iraktaydım. Orası vatanımdı. Şimdiburadayım, burası vatanım.""Yine de, ülkeni, evini özlediğin oluyordur.""Tabii oluyor. Bazı gecelerde New Haven aklıma gelir. Ailemle birlikte geçirdiğim yaz geceleriniözlerim. Bizim orada yazları çok sıcak olur. Gece gündüz nemli bir sıcaklık boğar insanı. Bazenokyanustan esen serin rüzgâr Long Island Boğazını geçip bizim iki katlı bahçeli evimize kadarulaşır, babamın balkona astığı rüzgâr çanlarını tatlı tatlı çınlatır. Burada bile bazı geceler o tatlıçınlamayı duyarım.""Ailen New Havenda mı?"Timothy kederle başını salladı."Ne yazık ki annem de babam da öldü.""Üzüldüm."
  • "Ben de üzülmüştüm," dedi Timothy dalgın bir tavırla. "Ama düşününce üzülmemin yanlışolduğunu anladım. Uzun ve mutlu bir yaşam sürdüler. Babam ikinci dünya savaşında ölebilirdi,annem sayıları her geçen gün artan sokak serserilerinin saldırısına kurban gidebilirdi. Şükür kihiçbiri olmadı. Annem yetmiş bir, babam ise yetmiş beşine kadar birbirlerini severek yaşadılar.Ölümleri de birlikte oldu, bir uçak kazasında yaşamlarını yitirdiler. Gerçekleşmeyen tek dilekleritorunlarını kucaklarına almak oldu."132"Senin de çocuğun yok değil mi ?""Yok. Olmadı." dedi Timothy. Bir anlık bir suskunluktan sonra sesini ciddileştirerek konuyudeğiştirdi. "Yüzbaşı Eşrefin getirdiği tabletleri gözden geçirdim.""Zarar görmüşler mi?""Görmemişler, yer yer kırıklar, çatlaklar, döküntüler var ama yazılar okunabiliyor. En azındantahmin edilebiliyor.""Buna sevindim. Patasananın yazdıkları yarıda kalacak diye ödüm kopuyor.""Yarıda kalacağını sanmam. Devamı gelecektir.""Beni kaygılandıran bir başka konu da, tabletlerin okulun bodrumunda yeteri kadar güvende olupolmadıkları.""Çalacaklarından mı korkuyorsun?""O da var, ama asıl tabletlerin bozulmalarından korkuyorum.""Korkacak bir şey yok. Kapı sağlam ve kilitli. İki bin yedi yüz yıl dayanan tabletlerin birkaç haftaiçinde bozulacağını da sanmıyorum. Gerçi bu okulun bodrumu, bizim Beinecke Kütüphanesi gibidüzenlenmemiş ama yine de yeteri kadar karanlık ve serin.""Beinecke Kütüphanesi mi?""Nasıl, hiç duymadın mı?"diye sordu Timothy en az Esranınki kadar şaşkın bir sesle."Duymadım," dedi, sanki duymak zorunda mıyım der gibi sert çıkmıştı sesi.Timothy, genç kadının alındığını fark etmişti."Kusura bakma. Niyetim ukalalık yapmak değildi. Beinecke Kütüphanesi çok ünlüdür,duymuşsundur sandım.""Neredeymiş bakalım bu ünlü Beinecke Kütüphanesi?""Bizim Yalede. Yeryüzündeki birçok değerli kitap ve el yazmasını barındırıyor. Beinecke,okuldaki gotik tarzda yapılmış binaların arasında modern mimarinin bir harikası olarak göze çarpar.Pencerelerinde cam yerine ışığı133geçiren, çok ince bir mermer kullanılmıştır. Böylece gün ışığının, kitaplara ve el yazmalarına zararvermesi önlenmiştir. Ayrıca içinde ısıyı ve nemi koruyan özel panellervar."İlginçmiş," diye mırıldandı Esra hayranlıkla."Bir gün Amerikaya gelirsen seni gezdiririm.""Çok isterim... Belki de Patasananın Tabletleri büyük bir yankı uyandırır da senin davet etmenegerek kalmadan Yale bizi çağırır.""Neden olmasın?" dedi Timothy düş kurar gibi hülya-lı bir sesle. "Tabletlerin yankı uyandıracağıkesin. Basın toplantısının tarihi ne zaman belli olacak?""Bilmiyorum. Alman Arkeoloji Enstitüsü belirleyecek. Bir iki güne kadar belli olur sanırım. Amabizim öncelikle tabletleri çevirmemiz gerekiyor."Timothy mahcup bir tavırla boynunu büktü."Haklısın, çeviri işini biraz savsakladım. Ama sana söz yarın bütün gün oturup tablet çözeceğim."134dokuzuncu tablet

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...