PATASANA BÖLÜM 1
AHMET ÜMİT
(Hititlerde ; yazıcı,yazan,yazman anlamına gelen kelime.)
- Ahmet Ümit - PatasanaGiris"Kentin alanlarını boğazladığım insanların cesetleriyle doldurdum. Kenti ve evleri yaktım, yıktım;temelinden çatısına kadar parçaladım. Tuğla ve kerpiçten tapınak kulelerini, tapınakları ve tanrılarıyerle bir ettim. Fırattan kentin ortasına kanallar kazdırıp, kente sular akıttım. Gelecekte kentin,tapınakların, tanrıların yerlerini hiç kimsenin bulmaması için suda boğdum..."Asur Kralı Sanheribin yazdırdığı bir tabletten. Samuel Noah Kramer, Mesopotamien, s. 77Rowohlt Verhgbirinci bölümÖnce ışığı gördü. Ovaya ansızın çöken karanlığın içinde bir ateş böceği gibi panldayıp duruyordu.Antik kentin taş duvarına yaslanmış, seçebildiği tek görüntü olan bu ateş böceğini izliyordu.Yorgundu, tek başınaydı ama tuhaftır arkadaşlarının nerede olduğunu merak etmiyordu. İnce birrüzgâr zakkumların baygın kokularını taşıyordu bir yerlerden. Teninde gezinen rüzgârı daha çokhissetmek için gözlerini kapadı. Gözlerini kapayınca esinti aniden kesildi. Uzaktan uzağa bir uğultuduydu, merakla gözlerini açtı. Ateşböceğinin çoğalmaya başladığını gördü; iki, beş, sekiz... sayılarıo kadar hızlı artıyordu ki sayamaz oldu. Ateşböceklerinin sayısı arttıkça karanlık daha dakoyulaşıyordu. Karanlık koyulaştıkça uğultu da yaklaşıyordu. Sırtını duvardan kopararak, dikkatkesildi. Evet, yanılmamıştı, sesler ateşböceklerinden geliyordu. Gözleri, çoğalarak yaklaşan ışıkkalabalığında, kulağı dalga dalga yükselen uğultuda sabırla bekledi. Sesleri şimdi daha iyiduyabiliyordu. Hâlâ ne söylendiğini anlayamasa da aşina olduğu bir ezgi çalınır gibi oldu kulağına.Çok eski, çok bildik bir nakarat. "Allahu Ekber, Allahu Ekber"Birden ateşböcekleri yok oldu. Karanlığın içinde ellerinde meşalelerle insanlar belirdi. Meşalelerinışığında adamların gökyüzüne uzanmış yumruklarını, karanlıktadalgalanan yeşil bayraklarını gördü. Bütün bedeninin korkuyla gerildiğini hissetti. Panikleyerekgeriledi. Ancak antik kentin yıkık surları onu durdurdu. Kalabalık ağır ama kararlı adımlarlayaklaşıyordu. "Allahu Ekber, Alla-hu Ekber..."Bütün kasaba halkı karşısındaydı. Sanki tek bir insanmış gibi gözlerini üzerine dikmiş onuizliyorlardı. Gölgeler içinde kıpırdayan ışık, tanıdığı bu insanların yüzüne tuhaf bir maskegeçiriyor, bu görüntü aklını başından alıyordu. Yüreği göğüs kafesini yırtıp çıkacakmış gibi, deliceçarpıyordu. "Allahu Ekber, Allahu Ekber..."Kaçmam gerek, diye düşünüyor ama kaçamıyor, yapışıp kaldığı antik duvarda, gözlerini yaklaşankalabalığa dikmiş öylece duruyordu. Kalabalık öfkelenmeden, en küçük bir taşkınlık belirtisigöstermeden, adım adım yaklaşırken hep bir ağızdan haykırıyordu. "Allahu Ekber, Allahu Ekber..."Artık beni hiçbir şey kurtaramaz, diye düşündü dehşete kapılarak. Her an başına bir taş ya da biryumruk inebilirdi. Başını elleriyle korumaya çalışarak, bedenine inecek ilk darbeyi korkuylabeklemeye başladı. Ancak darbe yerine bir ses geldi. Uzaktan, tekbiri bastıracak kadar güçlü birses. Başını kaldırdı, gözlerini kalabalığın arkasındaki karanlığa dikerek sesi anlamaya çalıştı. İkisözcüğü tekrarlıyordu sesin sahibi, çok iyi tanıdığı iki sözcüğü. Sözcükleri duyuyor, tanıdığınıbiliyor ama yorumlayamı-yordu. Büyülenmiş gibi sesi dinleyip duruyordu. Bereket sesin sahibiinatçıydı. Kararlılıkla aynı sözcükleri tekrarlıyordu. Sonunda sözcükleri anlamayı başardı. "EsraHanım... Esra Hanım..."Sözcükleri anlayınca odanın içi aydınlandı. Pencereden süzülen ışık, daha iki ay önce koridorlarınıköy çocuklarının doldurduğu bu ilkokulun küçük odasındaki eşyalara kendi görünümlerini yenidenkazandırmaya başladı. Hızla doğruldu yatakta. Odanın kapısına çılgınca vuruluyor, o ses durmadanadını yineliyordu.
- 10"Esra Hanım... Esra Hanım..."Neye uğradığını bilemeden, aceleyle kalktı yataktan. Hiçbir şey düşünmeden kapıya doğru atıldı.Odanın ortasına gelince, durdu. Sakin olmaya çalıştı. İşte o anda üzerinde bir tişörtten başka bir şeyolmadığını fark etti. Ka-pıdakine,"Bir dakika geliyorum," diye seslendi. Sesinde hâlâ gördüğü düşün heyecanı vardı. Yatağınbaşucundaki iskemleye bıraktığı keten pantolona yöneldi. Kapıdaki, duymuş olmalıydı ki bir dahabağırmadı. Pantolonu giyerken sesin sahibini tanıdığını düşündü, ama uyku sersemi olduğu içinkim olduğunu çıkaramıyordu. Kapıyı açıp, ürkek, kara gözlerini seçinceye kadar da bu sesinYüzbaşı Eşrefe ait olduğunu anlayamadı.Kapının bir adım gerisinde duruyordu Yüzbaşı Eşref. Onu görünce Esranın dudakları kendiliğindengülümsemeye başladı. Üniformaları oldu olası sevmezdi ama bu kaba, yeşil kumaş Eşrefin üzerindesanki işlevini yitiriyor, doğal bir giysi gibi görünüyordu gözüne. İstanbulda kolejde okuduğugünler geldi aklına. Askeri okulların öğrencileriyle çıkan kızları, "Salaklar, üniformaların havasınakapılıyorlar," diye küçümsediği günler. Şimdi o kızların düzeyine düşmüş olmak utandırmıyorduonu, hatta kazılarda bu tür ilişkilere girmenin çalışma verimini düşürdüğüne inanmasına karşın buuzun boylu, sert görünümlü, utangaç yüzbaşıyla ilgilenmeyi sürdürüyordu.Şaşkınlığını atlatan Esra, nasıl göründüğünü düşündü kaygıyla. Aynaya bakmadan, saçını başınıdüzeltmeden dikilmişti adamın karşısına. Sabahlan genellikle yüzü şiş, gözleri kan çanağınadönmüş olurdu. Ama bu sabah, böyle düşünerek kendine haksızlık ediyordu. Alnına dökülendağınık saçları yüzüne masum bir ifade veriyor, uyku mahmurluğuyla baygınlaşan iri ela gözleritatlı tatlı ışıldıyordu.İlk bakışta kendini ele vermeyen, ağır ağır keşfedilen11bir güzelliği vardı Esranın; otuzlu yaşlarını sürmeye başlamasına karşın henüz kırışıklıklarıngörünmeyi göze alamadığı minyon bir yüz, kumral kaşların altından bakan iri bal rengi gözler,küçük burnuyla narin çenesinin arasına sağa doğru biraz çarpık olarak yerleşmiş ne kalın ne ince,öpüşmek kadar konuşmayı da bilen dudaklar. Konuşurken ağzındaki çarpıklık daha dabelirginleşirdi ama bu kusur ciddi yüzüne, çocuksu bir anlam katar, onu daha sevimli hale getirirdi.Bunun farkında değildi Esra. Kendisini pek güzel bulmazdı.Kapının önünde ezik bir gülümseyişle dikilen Yüzbaşı Eşref, Esrayı selamladıktan sonra,"Kusura bakmayın sizi de uyandırdık," diyebildi. "Cep telefonunuza ulaşmaya çalıştım, kapalıydı.""Geceleri kapatıyorum," dedi genç kadın. "Erken uyandırmanız önemli değil, zaten bu saatlerdekalkıyorduk." Sözlerini bitirirken Eşrefin yüzündeki tedirginliği fark etti. "Ne bu haliniz, ne oldu?"Soru, Eşrefin huzursuzca kıpırdanan gözbebeklerini daha da hareketlendirmişti. Genç kadınınyüzüne bakmamaya çalışıyordu. Sonunda kötü haber dökülüverdi dudaklarından:"Hacı Settar öldü."Esra şiddetli bir darbe yemiş gibi sarsıldı. Hacı Set-tarm ak sakallı, güleç yüzü, ona binlerce yılönce yaşamış Aramlı bir din adamı görünümü kazandıran başından eksik etmediği ponponlu başlığıcanlandı gözlerinin önünde."Öldü mü?"Aslında Yüzbaşının söylediklerini çok iyi duymuştu,ama emin olmak istiyordu."Evet, bu sabah öldü." Haberi vermiş olması Yüzbaşıyı rahatlatmamıştı. Sesinde bir felakethaberinin çöküntüsünden daha fazlası vardı; uğursuz bir kehanetin gerçekleşmeye başladığınısezdiren tekinsiz bir tını. "Minareden düşmüş. Her Cuma yaptığı gibi bu sabah da ezan okumak içinminareye çıkmış..."12Minareden mi düşmüş? Demek bir kaza! Kederinin hafiflediğini hissetti Esra."O yaşta minareye çıkmamalıydı," diye mırıldandı.
- Yüzbaşı sanki ne düşündüğünü anlamışcasına, başını üzüntüyle salladı."Olayın kaza olduğunu sanmıyoruz. Onu minareden atmışlar.""Emin misiniz?" diye sordu genç kadın. Sesindeki kaygı hissedilmeyecek gibi değildi."Şerefenin duvarları oldukça yüksek, kendini kaybederek düşmesi imkânsız. Hacı Settarı, biriminareden atmış...""Ama bu sadece bir varsayım," diye itiraz edecek oldu."Keşke öyle olsaydı," dedi Yüzbaşı özür dilercesine. "Sabah namazına gidenler, camiden kaçansiyahlar giyinmiş bir keşiş görmüşler..."Minareden atılan Hacı Settar, kaçan siyahlar giymiş keşiş... Kafası iyice karışmaya başlamıştı.Neler olduğunu anlamakta güçlük çekiyordu."Bir dakika Eşref Bey," diyerek sözünü kesti, "böyle olmayacak. İçeri gelin de, her şeyi enbaşından konuşalım." Yüzbaşının esmer yüzünde bir anlığına beliren kararsızlık, yerini uysal birifadeye bırakmıştı. Az ileride cipinin başında bekleyen eli silahlı ere döndü."Bir yere ayrılma!" diye seslendi. "Hemen gideceğiz.""Emredersiniz komutanım," diye gürledi esas duruşa geçen asker.İçeri girmeden önce Esranın gözleri erin birkaç yüz metre gerisindeki Fırata takıldı. Sabahgüneşinin altında laciverte yakın bir maviliğe bürünen nehir binlerce yıllık mecrasında sessizceakmayı sürdürüyordu.İçeri girip odanın dağınıklığını fark edince Yüzbaşıyı çağırdığına pişman oldu ama sonra böyledüşündüğü için kendine kızdı. Ortalıkta belki de bütün kazıyı tehlikeye sokacak bir ölüm olayıvarken tutmuş odanın dağınıklığını13düşünüyordu. Hâlâ olayın şokunu üzerinden atamamış olan Eşrefin de zaten dağınıklıklailgilenecek hali yoktu. Masanın yanındaki iskemleyi boşaltarak,"Otursanıza," dedi.Yüzbaşı iskemleye çöktü, Esra da karşısındakine. Eşrefin bakışları masanın üzerindeki fotoğraflarakaymıştı. Bunlar, bulunan kil tabletlerin değişik açılardan çekilmiş fotoğraflarıydı. Yüzbaşı tabletinüzerindeki Akadça yazıyı okuyacakmış gibi ilgiyle bakıyordu. Ama Esranın şu anda onun merakınıgiderecek hali yoktu. Fotoğrafları hızla önüne çekti."Hacı Settarın öldürüldüğünden emin misiniz?""Korkarım öyle," dedi Yüzbaşı toparlanarak, "görgü tanıklarının söyledikleri, olay yerindeyaptığımız araştırmalar olayın cinayet olduğunu gösteriyor." Bunları anlatırken ürkek bakışlarınıEsranın yüzüne dikmişti. Bölgede süren savaşın ön sıralarında yer almış, onlarca çatışmayakatılmış, yüzlerce ölü görmüş bir askerin bu ürkmüş tavrı Esrayı hem şaşırtıyor, hem de moralinibozuyordu. Çünkü güvenebileceği insanların başında Yüzbaşı Eşref geliyordu. Başından beri kazıekibine destek olmuş, gereksinim duyduklarında hemen yardımlarına koşmuştu. Ama belki deyanılıyordu. Belki de Yüzbaşı korkmuyordu... Sadece bu gizemli ölüm bir an için kafasınıkarıştırmış, ne yapacağını bilemez hale getirmişti onu..."Bakın Eşref Bey," dedi olabildiğince güçlü görünmeye çalışarak. "Biliyorsunuz bu konu çokönemli. Hacı Settarın minareden atıldığı haberi, hele de bunu siyahlar giymiş bir keşişin yaptığıyayılırsa...""Yayılmaya başladı zaten," dedi Yüzbaşı umutsuz bir sesle. "Caminin imamı Abid, Kara Kabirikazdılar böyle oldu, diye vaaz vermiş ölünün başında."Esra ürperdiğini hissetti. Bu yöreye gelip, kazı bölgesinde ilk kez o yatırı gördüğünde aklınagelenler, şimdi başına geliyordu.14"Çok saçma! Nasıl böyle bir şey düşünebiliyorlar?"Yüzbaşı yanıt vermedi ama Esra onun kazı durursa işler yoluna girer, diye düşündüğünü, enazından bu olasılığa sıcak baktığını sanıyordu. Üstelik isterse kazıyı durdurabilirdi de. Bunuyapacak mıydı?
- "Suçluları bulmalısınız," dedi Esra kısa bir suskunluk anından sonra. Sesinin gerektiğinden dahayüksek çıktığını biliyordu ama susarsa Yüzbaşıyı ele geçiren kararsızlığın kendisini de pençesinealmasından çekiniyordu. "Suçluları bulmalısınız," diye tekrarladı kararlılıkla. "Suçlular bulunursa,bu işin bizim kazıyla ilgisi olmadığı ortaya çıkar."Yüzbaşı Eşrefin ölgün gözbebeklerinde bir parıltı görür gibi oldu. Onu etkilemeye başladığınıdüşünerek inançla sürdürdü sözlerini."Burası küçük bir yer, katili bulmak o kadar zor olmasa gerek."Bakışlarını kaçıran Eşref,"Arkasında bölücü örgüt varsa, o kadar kolay olmayacak," diye mırıldandı sıkıntıyla."Bölücüler mi? Yani sizce Hacı Settarı onlar mı öldürdü?""Kesinlikle evet. Bu taraflara kaçtıklarını tahmin ediyorum. Göven Köyü yakınlarında arazitaraması yaptık ama kimseyi bulamadık. Buraya kadar gelmişken size uğrayıp haber vereyimdedim.""Haber verdiğiniz için teşekkür ederim," dedi Esra, "ama şu örgüt meselesi bana pek akla yakıngelmiyor. Hacı Settarı neden öldürsünler ki?""Huzursuzluk çıkarmak, anarşi yaratmak, devlete olan güveni sarsmak için."Bu gerekçeler de Esrayı ikna edememişti."Halkı kışkırtmak için kullanılacak o kadar çok sorun var ki, böyle bir cinayete gerek duyacaklarınısanmıyo-rum.15"Bu yörenin insanlarını hiç tanımıyorsunuz. Siz onların kutsal saydıkları yeri kazıyorsunuz. Bu dakasabada huzursuzluğa yol açtı. Bölücüler, huzursuzluğa yol açacak her olayı kullanmaktançekinmezler. Hacı Settarı bu yüzden öldürdüler.""Emin değilim, bu işin arkasında başkaları var gibi geliyor bana."Söylenenlere katılmasa da Yüzbaşı anlamaya çalışır gibi dikkatle baktı genç kadına."Ben Hacı Settarı dinci fanatiklerin öldürdüğünü düşünüyorum," diye sürdürdü konuşmasını Esra."Siz söylediniz, Abid Hoca hemen başlamış hakkımızda konuşmaya. Sonra tehdit telefonlarıaldığımı biliyorsunuz.""Sizi tehdit edenlerin dinciler olduğunu bilmiyoruz ki.""Bence onlardı. Üsluplarından tanıdım onları. Her cümlede Allah sözcüğünü kullanıyorlardı. Veonca tehdide karşın hiç küfretmiyorlardı."Esra duraksadı. "Yine de kesin bir şey söylenemez tabii," diye ekledi. "Ancak onları yakalarsanızher şey açığa çıkar. Halkla bizim aramızda da sorun kalmaz.""Kalır. İnanın bana katilleri bulsak bile kasabalılar yine de kazıyı suçlayacaklar. Kazı yapılmadanönce her şey yolundaydı. Bunlar geldi ağzımızın tadı kaçtı, diyecekler.""Ama bu cehalet," diye itiraz edecek oldu."Cehalet mehalet, bu insanlar böyle yaşıyorlar," diye lafı ağzında koydu yine Yüzbaşı."Peki ne yapacağız?" diye sordu gergin bir sesle. "Kazıyı yarıda mı bırakacağız?""Bilmiyorum, inanın bilmiyorum Esra Hanım."Onun bu sinmiş hali, boyun eğmiş tavrı sinirine dokunmaya başlamıştı."Bakın Yüzbaşı," dedi. Yüzbaşı lafını üzerine basa basa söylemişti. "Siz ne yapacağınızıbilmeyebilirsiniz ama ben bu kazıyı sonuna kadar sürdürmek zorundayım. Çok16önemli bulgular elde ettik. Birtakım insanların batıl inançları yüzünden işi yarıda bırakamam."Yüzbaşının koyu renkli gözlerindeki kararsızlık yerini kınayan bir ifadeye bırakmıştı."Bir insan öldü," dedi manidar bir ses tonuyla."İşte bu yüzden kazıyı yarıda bırakmamalıyız," diye atıldı Esra. "Hacı Settar bizim tarafımızdaydı.Kazı yapmanın yatıra saygısızlık olmadığını söylüyordu. Belki de bu yüzden öldürüldü. Kazıyı
- yarıda bırakırsak en başta Hacı Settarın anısına saygısızlık etmiş oluruz. Katillerinin amacınaulaşmaması için işi sürdürmeliyiz."Konuşması bu defa işe yaramıştı. Yüzbaşının öfkesi yumuşadı, yüzünde daha kararlı bir ifadebelirdi. Ama tedirginliğini üstünden tümüyle attığı da söylenemezdi. Bir süre ikisi de hiçkonuşmadan oturdular, sonra Yüzbaşı fotoğrafları göstererek,"Kazıdan çıkanlar mı?" diye sordu.Esra da fotoğraflara bakmaya başlamıştı."Evet, bulduğumuz ilk tabletler. Yaklaşık iki bin yedi yüz yıl önce yazılmış."Yüzbaşı fotoğraflardan birini alıp tabletlerin üzerindeki kargacık burgacık yazıyı incelemeyebaşladı."Kimler yazmış bunu?""Hititler, daha doğrusu Geç Hititler...""Bu Geç Hititler, bizim Etiler adını verdiğimiz uygarlık değil mi?""Evet, Anadoluda kurulan ilk büyük imparatorluk. Hint-Avrupa soyundan olmalarına karşın bizimOsmanlılara benziyorlar. Onlar gibi Anadoluya dışarıdan geliyorlar. Tıpkı Türk boylan gibi birkaçyüzyıl kadar Anadolu halkıyla birlikte yaşadıktan sonra onlarla kaynaşarak büyük bir imparatorlukkuruyorlar. Büyük dediysem gerçekten büyük. O tarihte Mısırlılardan sonra yeryüzünün ikincibüyük imparatorluğu.""Gerçekten de büyük imparatorlukmuş," dedi Yüzbaşı hayretle. "Ne yazısı bunlar?"17"Çivi yazısı. Aslında Geç Hititler, hiyeroglif kullanıyor. Daha dayanıklı olması için yazman, çiviyazısı kullanmış, üstelik tabletlerin daha geniş kesimlere ulaşması için Akad dilinde yazmış.Akadça, o zamanların İngilizce-si gibi bir dil... Mezopotamyada, Anadoluda farklı ülkelerinanlaştığı yazı dili.""Ne yazdıklarını anlayabiliyor musunuz bari?""Anlıyoruz tabi... Timothy Hurley, şu bizim ölü diller uzmanı Amerikalı on bir tableti çözdü...Aslına bakarsanız ilginç bir bulguyla karşı karşıyayız. Bunlar alıştığımız tabletlere pekbenzemiyor."Yüzbaşının kalın ama biçimli kaşları hafifçe çatıldı."Nasıl yani?""Tabletler kral vasiyetlerini, dinsel metinleri, ülkeler arasındaki anlaşmaları, toplumsal yasaları,sözleşmeleri, destanları konu edinir. Bunlarda çok farklı bir öykü anlatılıyor.""Öykü mü?" diye merakla sordu Yüzbaşı."Öykü lafı öylesine çıktı ağzımdan, belki de itiraflar demeliyim. Daha doğrusu yeryüzünün ilkresmi olmayan tarihi. Bu tabletler bir kral tarafından yazdırılmamış.""Peki kim yazmış?""Patasana adında biri. Sarayın başyazmanıymış. Hitit-lerde başyazmanlık çok önemli bir devletgörevidir. Bu adamlar çok iyi yetiştirilirler. Birkaç dil bilirler. Kendi duygularını, düşüncelerini,anılarını değil, kralın yazmasını istediği konuları kaleme almakla görevlidirler. Ama YazmanPatasana kendi anılarını kaleme almaktan çekinmemiş. Bu yüzden tabletler çok önemli. Yakınzamanda bu keşfimizi tüm dünyaya açıklamayı düşünüyoruz.""Gerçekten de o kadar önemli mi?""Çok önemli. Gılgamış Destanını duydunuz mu?""Duymuştum ama okumadım.""İnsanlığın ilk yazılı destanlarından biridir. İşte bu tabletlerin de onun kadar önemli olduğunudüşünüyoruz.18İnsanlığın resmi olmayan tarihinin ilk belgesiyle karşı karşıya olduğumuzu sanıyoruz. Önümüzdekigünlerde uluslararası bir basın toplantısı yapacağız. Alman Arkeoloji Enstitüsü tanıtımçalışmalarına başladı bile."
- "Peki ne yazmış adam, bu kadar önemli olacak?""Antik kentin yok oluş tarihini anlattığını sanıyoruz. Kentin tarihiyle birlikte, kendi kişisel tarihinide anlatıyor. Ben zalimler çağında yaşayan bir alçaktım. diye başlıyor ilk tablet."Yüzbaşı düşünceli düşünceli bir süre daha fotoğraflara baktıktan sonra"Ben artık gitmeliyim," diyerek sandalyesinden kalktı. Ayağa kalkınca bir an durdu, yenidenmasanın üstündeki fotoğraflara baktı, sonra Esraya dönerek dudaklarında acı bir gülümsemeylemırıldandı:"Demek, Ben zalimler çağında yaşayan bir alçaktım, diyor ha!"19birinci tabletBen zalimler çağında yaşayan bir alçaktım. Tanrıların korkak haline getirdiği bir alçak. Alçaklarınen acınacak olanı, en tiksinti vereni. Yüreğini dalkavukluk, aklını düşmanlıkla besleyen sinsi birsaray yazmanı.Gerçek efendileri olan Gökyüzünün Fırtına Tanrısı Teşup ile karısı Güneş Tanrıçası Hepatın veTanrıçamız Kupabanın soluğuna üfledikleri büyü ile şiirler mırıldanacağı yerde, kralların çıkarlarıiçin anlaşmalar yazarak kendi yeteneğine bile ihanet etmekten çekinmeyen sabık bir ozan.Bedenine sinmiş soylu nefretini, görkemli giysilerin yüzündeki derin acıyı, tunçtan daha katı birmutluluk maskesinin ardına gizleyerek Hatti Kralının emrine koşan iki yüzlü bir tören adamı.Sevdiği kadın, aşkı uğruna ölürken, kralına bağlılığın vakarıyla ellerini göğsünde kavuşturaraksessiz kalmayı seçen, yeryüzünün en onursuz erkeği. Erkeklerin yüzkarası. Aşkı için ölmeninyüceliği yerine, sarayın taş duvarlarında büyüyen kendi değersiz varlığının görkemli gölgesinesığınmaktan çekinmeyen sefihlerin en rezili.Ben Kral Pisirisin danışmanı, Hitit sarayının başyazmanı, büyük meclis Pankunun değerli üyesi,ben soyluların en soysuzu Patasana.Ben ölüler içinde yüzen, ben, tanrılar tarafında» alnına sonsuza kadar acılar içinde kıvranacaktır,yazılan saray başyazmanı Patasana.Yazdığı anlaşmalarla, mektuplarla ülkesinin yazgısını değiştiren ama kendi yazgısına sözgeçiremeyen zavallı Patasana.20Sana, bu tabletleri bulacak olana, derim ki: Dikkat et. Benim yaşamımı çiçekli bir ağaçtan kuru birdala çeviren tanrıların laneti senin de üzerine düşmesin. Onlar, senin yaşamını da benimki gibizalim bir kralın buyruklarıyla mutsuzluğa mahkûm etmesin.Bu tabletleri okumadan önce tapınağa git. Hatti Ülke-sinin bin tanrısının gönlünü al. Benim desenin de efendimiz olan Gökyüzünün Fırtına Tanrısı Teşupa, karısı Güneş Tanrıçası Hepata veTanrıça Kupabaya değerli adaklar götür, onlara saygını sun. Sun ki benim yüzümden çarmıhagerilen, derisi yüzülen, ateşe atılan, yurdundan sürülen binlerce insana bir yenisi daha eklenmesin.Ve benim yıllardır süren lanetim bir insanın daha mahvolmasına yol açmasın.Eğer bunları yapmayacaksan, sakın tabletlere bakma, dokunma, okuma. Onları sakladığım butaştan yeraltı odasının küflü havasını soluma. İster bir tay kadar güçlü bacaklara sahip genç biri ol,ister ayakta güçlükle duran yaşlı biri. Bütün gücünle koş, uzaklaş burdan. En yakının bile olsa, gecekoynuna aldığın kadının bile olsa kimseye söz etme bu tabletlerden. Belki tanrılar böylece bağışlarseni, belki böylece kurtulursun bu bilge kente, Fıratın ışıltılı kıyılarına karanlık bir duvar gibiçöken bu uğursuz lanetten.Ey görüntüsü gözlerime, sesi kulağıma, adı belleğime yabancı olan kişi. Biliyorum, sen sarayınaltındaki bu odaya, bu tabletleri gizlediğim sığınağıma girdiğinde ben çoktan ölüler ülkesinegöçmüş olacağım. Biliyorum, öldükten sonra da tanrılar beni bağışlamayacak. Yüreğimi yakıpkavuran bu laneti sonsuza kadar bana yoldaş kılacaklar. Kılsınlar, ben de bağışlanmayıdilemiyorum zaten. Ben bunları hak ettim. Tek isteğim benden sonra gelenlerin yaşadıklarımı
- öğrenmeleri. Tabletleri bu yüzden yazdım. Zamanın, aç bir fareninkinden daha kemirici dişlerinedayansınlar diye onları ateşte pişirdim, sertleştirdim.21Sarayın altındaki bu odada yaptırdığım raflara sırayla yerleştirdim. Bu tabletler senin içindir. Butabletler okuyan içindir.Her şeyden kuşku duyabilirsin ama şundan emin ol ki, bu kil tabletlerde yalan yoktur. Korkumu vecesaretimi, iyiliğimi ve kötülüğümü, güvenimi ve kuşkumu, şefkatimi ve zalimliğimi, bencilliğimive fedakârlığımı olduğu gibi sözcüklere döktüm. Sonra bu sözcükleri aklımla tarttım. Yavanolanları, sahte olanları, abartılı olanları çıkarttım. İstedim ki benim itiraflarımı, benim bu büyükvasiyetimi eline alan kişi sıkılmasın, Tanrı Telipinu Efsanesini okur gibi merakla, acıyla, öfkeylebir solukta bitirsin. Ama meramımı iyi anlatamamış olsam bile şundan emin ol ki, yazdıklarımarasında gerçeği yansıtmayan bir tek sözcük yoktur. Gerçek olmayan sözcüklerimi Su Kapısındakiduvara Kral Pisirisi övmek için kazıdım, Frigya Kralı Mi-dası kandırmak için mektuplaradöşedim, Urartu Kralı Rusanın kafasını karıştırmak için sıraladım, Asur Kralı Sargonu kışkırtmakiçin harcadım. Abartılı, süslü, yalan sözcükleri, pohpohlandıkça koltukları kabaran, adları büyük,kendileri küçük kralları birbirine düşürmek için kullandım. Senin okuyacağın tabletlere o yalansözcüklerden bir tanesi bile girmemiştir.Ey sırlarımın ortağı olacak yabancı. Soylu musun, dindar mısın, iyi yürekli misin, yoksa zalimmisin, akıllı mısın yoksa işe yaramaz bir aptal mısın, bilmiyorum. Umarım iyi bir insansındır.Umarım yüreğin sevgi ve cesaret doludur. Umarım okuduklarını anlayacak, anladıklarından dersçıkaracak kadar akıllısındır. Ve umarım okuduklarını başkalarına anlatırsın, onlar da ötekilere.Umarım benim kara yazgım kulaktan kulağa fısıldanır, Fırat kıyısında konuşulan bütün dillereçevrilir, tabletlere yazılır, yaşlılardan gençlere aktarılır, çocuklar bu efsaneyle büyür. Belki böyleceinsanlar akıllanır, belki zalimlikten vazgeçerler, belki böylece daha az ölüm olur, belki daha az acıçekilir.22ikinci bölümYüzü, aldığı acı haberle gölgelenen Esra kapının önünde dikilmiş, sarsılarak ilerleyen Yüzbaşınıncipini izliyordu. Güneş yeterince yükselmemişti ama sıcak bütün ovayı kaplamıştı. Buralarda sabahserinliği bir kahvaltı süresi kadar çabuk geçiyordu. Gecenin insanın içini titreten ayazından sonrasiyahtan külrengine, külrenginden turuncuya dönüşen tanyerinin ucundan güneş burnunu gösterinceyaşanan kısacık serinlik son bulur, aniden cehennemi bir sıcak başlardı. Ceviz, erik, kayısı, dutağaçlarının gölgelendirdiği bahçeler, sınırları iri taşlarla çizilmiş pamuk, mısır ekili tarlalar,kerpiçten evleriyle köyler, hâlâ zamana direnmeyi sürdüren sağlam kale burçları, yıkılmış sarayı,tapmakları, kabartmaları ve nice sırlarıyla Güney-doğuda Hititlere yüzlerce yıl metropollük yapmışbu antik kent cayır cayır yanmaya başlardı.Sıcaktan korunmak için, güneş doğmadan, Fırattan yükselen hoş kokulu ince buğu henüzgökyüzünün uçsuz bucaksız maviliğine karışmadan başlıyorlardı kazıya. Gün öğleye değmeden,kuşluk vaktinde de bırakıyorlardı işi, ta ki ikindiden sonra güneş öfkesini indirip ufka çekilinceyekadar. O zaman işi olan arkeologlar yeniden dönüyorlardı kazı yerine. Ama bugün cumaydı, yanitatil günü. işçiler, içlerinde en az dindar olanları bile, cuma namazlarını kasabada kılmakistiyorlardı. Bu yüzden tatil cumaya23alınmıştı. Kazı yeriyse eski kaçakçı, yaşlı Seloyla, onun çift kırmalı av tüfeğine bırakılmıştı.Yüzbaşı Eşrefin Esrayı uykuda yakalamasının nedeni de buydu. Başka bir gün olsa, bu saatte ancakkazı alanında bulabilirdi onu.Yüzbaşının cipini izlerken, keşke beni hiç bulmasaydı, keşke bu haberi hiç getirmeseydi diyedüşünüyordu Esra. Düşündükçe Hacı Settarın öldürülmesinin yol açabileceği felaketin boyutlarınıdaha iyi kavramaya başlamıştı. Ve aklına gelen her ayrıntı moralini biraz daha bozuyor,karamsarlığını biraz daha artırıyordu. Sanki Yüzbaşı Eşref, Esranın kendine duyduğu güveni de
- alıp götürmüştü yanında. Biraz önce onun karşısında gösterdiği kararlılık, cipin arkasındanyükselen toz bulutu gibi bir anda uçup gitmişti. Hiç bilmediği bir ülkede, tek başına kalmış küçükbir kız çocuğu gibi çaresiz hissediyordu kendini.Eşref haklıydı, Esranın bu yörenin insanlarını tanıdığı pek söylenemezdi. Gerçi son on yıldır heryaz iki ya da üç ay süren kazılarda, Güneydoğunun farklı bölgelerinde yöre insanlarıyla birlikteolmuş, evlerine konuk gitmiş, kazılarda onları çalıştırmış, kadınların doğumlarına yardım etmiş,düğünlerine katılmıştı. Onların cehaletlerine, cömertliklerine, yoksulluklarına, küçükkurnazlıklarına, içtenliklerine, birbirlerini acımasızca yok edişlerine tanık olmuştu. Ama güneşinhoyratça yaktığı esmer yüzlerinden hiç eksik olmayan o katı suskunluğun gizini hâlâ çözebilmişdeğildi. Kadınından erkeğine, yaşlısından gencine, yüzlerinde katı bir maske gibi taşıdıkları bu birparça ezik sessizliğin ardında cahilliklerini mi, yoksa kibirlerini mi gizliyorlardı, anlayamamıştı.Onların yaşama nasıl baktıklarını, davranışlarını yönlendiren gerçek nedenleri,* düşüncesistemlerini bu on yıl boyunca kavrayamamıştı. Aynı ülkede yaşamalarına karşın onlar hâlâ neyapacaklarını bilemediği yabancı insanlardı Esra için. Kara Ka-birle ilgili sorunlar çıkmayabaşladığından beri tedirginliğini besleyen gerçek neden, işte bu bilinememezlikti.24Yüzbaşı Eşrefin kararlı tutumu, Hacı Settarın yatıştırıcı-lığıyla sorun tatlıya bağlanınca kaygılarıyatışır gibi olmuştu. Ama şimdi, Hacı Settarın ölüm haberiyle aynı endişe eskisinden daha güçlübir biçimde yeniden kıpırdanmaya başlıyordu içinde. Nedense aklına hep en kötü olasılıklargeliyordu. Bu gece gördüğü kâbustaki gibi olanlardan arkeologları sorumlu tutan köylülerinayaklandıklarını, ellerinde Hacı Settarın kanlı gömleği, dillerinde tekbirlerle kazı yerinitaşlamalarından tutun da ekipteki herkesi yakalayıp Kara Kabirin altındaki antik kaleninmahzenlerine diri diri gömmelerine kadar yaşanabilecek en korkunç sahneler birer birer geçiyordugözlerinin önünden... Sanki kötü görüntüleri kovmak istercesine sağ elini boşlukta savurarak,"Sakin olmalıyım, sakin olmalıyım," diye mırıldandı. Sonra böyle garip hareketler yaparak kendikendine konuştuğunu görmelerinden korkarak aceleyle içeri girdi. Odaya girer girmez de pişmanoldu. Neden olanı biteni arkadaşlarına anlatmıyordu ki? Bir karar verilecekse bunu hep birliktevermeliydiler. Hem böylece sorumluluğu tek başına üstlenmekten de kurtulurdu. Rahatlatıcı birdüşünceydi ama bir ses bunun yanlış olduğunu söylüyordu. Kazı başkanı oydu, kararı verecek kişiEsra Beyhandan başkası olamazdı. Aslında kazıyı durdurma kararını verebilecek kişi kazı yetkilisiolan arkeologtu. Yetkili arkeolog, kazı başkanından farklı olarak bir tür yasal gözetmen görevigörürdü. Buluntuların dökümünü, yabancı arkeologların denetlenmesi işini devlet adına yetkili olanbu kişi yapardı. Yetkili arkeolog herhangi bir olumsuzluk durumunda kazıyı da durdurabilirdi.Allahtan bu kazıda yetkili arkeolog Kemal olmuştu. Aslına bakarsanız bu bir rastlantı değildi.İstanbul Arkeoloji Müzesinde görev yapan Kemal, geçen kazıda tanıştığı ve büyük bir aşkyaşamaya başladığı fotoğrafçı Elifi yalnız bırakmamak için bakanlıktaki hatırlı kişileri de arayasokarak yetkili arkeolog25olmuştu. Doğrusu bu durum, Esranın da işine gelmiş, Kemal gibi uyum içinde çalışacağı, dahadoğrusu işine hiç karışmayacak eski bir arkadaşının kazı yetkilisi olmasını büyük bir memnuniyetlekarşılamıştı. Kemalin yerinde çoğu bürokrat zihniyetli yetkili arkeologlardan biri bulunsaydı, şimdihalleri ne olurdu? Herhalde anında durdururdu kazıyı. Peki kazıyı durdurmamak ne kadardoğruydu? Bir cinayet işlenmişti, yalnızca kazının geleceği değil, ekiptekilerin yaşamı biletehlikede olabilirdi. Kazıdakile-rin alınacak karara katılmaları, onların en doğal hakkıydı. Budoğruydu, ama kazı başkanı olarak önlerindeki seçenekleri saptayıp çalışma arkadaşlarına sunacakkişi de kendisiydi. Öte yandan bu davranışı bir zayıflık olarak algılanabilir, arkadaşlarının moralinibozabilirdi...Ne yapacağını bilemeden odanın ortasında dikilirken yatağın başucundaki küçük sehpanın üzerindeduran sigara paketini gördü. Hiç düşünmeden pakete yöneldi. Aceleyle bir sigara çıkardı; dudağınınkenarına yerleştirirken ellerinin titrediğini fark etti. O anda kafasının içinde uçuşan düşüncelerden,
- odanın ortasında böyle çaresizce dikilmesinden, ellerinin titremesinden nefret ettiğini fark etti.Sanki bütün bunların nedeniymiş gibi dudaklarında-ki sigarayı sehpanın üzerine fırlattı. Onagereken sigara değildi. Kendini toparlamalıydı, eğer paniklerse sorumluluğunu yürüttüğü bu ilkkazı fiyaskoyla sonuçlanacaktı. Başarısızlığı yalnızca üniversitedeki kariyerini olumsuz yöndeetkilemekle kalmayacak aynı zamanda bu kazıda onu yüreklendiren Behice Hanım gibi değerlihocalarını, Alman Arkeloji Enstitüsünün İstanbul Şubesi Başkanı Profesör Krencker gibi herzaman onu desteklemiş -bir meslektaşını da düş kırıklığına uğratacaktı. Sonra Elife, Teomana,Kemale ne diyecekti? Çocuklar iki yıldır bu proje üzerinde onunla birlikte çalışmışlardı. Aylardırsüren yazışmalar, izinler, sponsor bulma çabalan, yabancı arkeologlarla kurulan ilişkiler. Yaekipteki yabancılar?26Onlara durumu nasıl açıklayacaktı? Timothy ile, Berndi karşısına alıp kusura bakmayın aptalca birbatıl inanç yüzünden, belki de yeryüzünün resmi olmayan tarihinin ilk belgelerini bulmuşken, işibırakıyoruz mu, diyecekti? Görmüş geçirmiş Timothy belki bir yere kadar ona hak verebilirdi amabaşından beri bu kazının sorumlusu olmak için çabalayan, bu amacı gerçekleşmediği için deEsradan hiç hoşlanmayan Bernd onunla dalga geçmez miydi? Bu kazının masraflarının büyükbölümünü karşılayan Alman Arkeoloji Enstitüsüne rapor yazarak, İstanbul Üniversi-tesinin seçtiğikazı başkanı her şeyi eline yüzüne bulaştırdı demez miydi? Hayır, hayır... Kazıyı yarıdabırakamazdı. Aklını toplamalı, gerekeni yapmalıydı. Ekiptekiler, bu kritik anda karşılarındakendinden emin bir kazı başkanı görmeliydiler. Yoksa bütün çaba boşa giderdi. Öncelikle yitirdiğigüveni yeniden kazanmalı, en azından dün gece yatağa girmeden önceki kadar sakin olmayıbecerebilme-liydi...Belki de hâlâ uykunun etkisinden kurtulamamıştı, aniden gelen kötü haber onu hazırlıksızyakalamış, şaşkına döndürmüştü. Bu yüzden ne yapacağını bilmeden böyle kıvranıp duruyordu.Daha yüzünü bile yıkamadığını hatırladı. Kararlı bir tavırla dışarı çıktı, küçük bahçedeki asmanınaltındaki musluğa yöneldi. Suyu açıp yüzünü yıkamaya başladı. Gecenin ayazını yemiş olan su buzgibiydi. Soğuğa aldırmadan suyu yüzüne çarptı, kulaklarının arkasını, ensesini ıslattı. Ne yazık kihiçbir yararı olmadı. Ne içinde büyüyen o uğursuz tedirginlik kayboldu, ne de kafasının içindeuğuldayan sorular azaldı. Aldırmadı, "iyisin iyisin," diye söylenerek başını salladı. Ama iyiolmadığını biliyordu, üstelik bunun yüzüne de yansıdığının, dokunsa-lar ağlayacakmış gibigöründüğünün de farkındaydı. Yeniden odaya döndü. Bakışları fırlattığı sigaraya kaydı. Daha fazladirenmeden alıp dudaklarına yerleştirdi. Sabırsızlıkla yaktığı sigaradan, gözlerini kapayarakderin derin27birkaç nefes çekti. Odayı acı tütün kokusu doldurdu. Gözlerini aralayınca tavana yükselen kül rengidumanı gördü. Sanki duman boşa gidiyormuş gibi sigarasından birkaç nefes daha çekti. Bakışlarıellerine kaydı, hâlâ titriyorlardı ama kendini artık daha iyi hissediyordu. Az önce Yüz-başınınkalktığı iskemleye oturarak düşünmeye başladı.Hacı Settarı, onları yöreden uzaklaştırmak için öldürmüş olmalıydı. Kasabadaki Kuran Kursununayak işlerine bakan iri mavi gözlü, seyrek sakallı, uzun boylu Fayatı anımsadı. Fayat, Hacı Settarınkızkardeşinin oğluydu, ama dayısına hiç mi hiç benzemezdi. Yaz kış başında yeşil sarığı, sırtındakahverengi cübbesi, elinde bir asayla dolaşırdı. Hacı Settar, kazı ekibine ne kadar yakınsa Fayat dao kadar uzaktı. Ne zaman karşılaşsalar sanki şeytan görmüş gibi yüzünü buruştururdu. Kazınınikinci haftası, onları uyarmak için kasabadan buraya kadar yürümüştü. Esra o günü unutamıyordu.Yardımcısı Teoman, yetkili arkeolog Kemal, kazının fotoğrafçısı Elif ve öğrencilerden Murat,çardağın altında bir yandan çay içiyor, bir yandan da iki gün önce çekilen fotoğraflara bakıyorlardı.İşte Fayat tam o anda geldi. Onu önce Esra gördü. Sanki sıcağın içinden çıkıveren bir hayalet gibidikilmişti karşılarına. Güneşin altında öylece durmuş, kin dolu mavi gözlerini üzerilerineçevirmişti. Bir süre hiçbir şey söylemeden, sanki başka bir dünyadan gelmişler gibi yaban gözlerle
- süzmüştü çardağın altındakileri. Çardaktakiler de ne istediğini kestiremedikleri bu tuhaf adamabakakalmışlardı. Esranın bakışları, Fayatın toza bulanmış lastik ayakkabılarıyla, siyah poturununarasında görünen ince esmer bileklerine kaymıştı. Sanki kmfecak-mış gibi görünen bu bileklerdekizayıflıkla, adamın mavi gözlerindeki güçlü bakışlar tuhaf bir çelişki oluşturuyordu. Gerilimedayanamayan Esra, sonunda Fayata güneşte durmamasını, çardağın altına gelmesini söylemişti. Enufak bir küçümseme belirtisi olmayan sesi dostçaydı.28Ama Fayatın dudakları hafifçe yukarı kıvrılarak, bakışlarında kınayan bir ifade belirmiş, Kürtçeaksanlı bozuk bir Türkçeyle, Kara Kabirin çevresini kazmanın büyük günah olduğunu, bu iştenvazgeçmezlerse, büyük belaya uğrayacaklarını söylemişti. Çardağın altındakiler bu tuhaf adamanasıl karşılık vereceklerini bilemeden birbirlerine bakmaya başlarken, o anda mutfakta öğleyemeğinin bulaşıklarını yıkayan, kazının hem şoförü, hem de aşçısı olan Halaf üzerinde önlüğüyledışarı fırlayıp,"Sen kimi tehdit ediyorsun lan?" diyerek Fayatın yakasına yapışmıştı. Esra ve arkadaşları arayagirinceye kadar Halaf, Fayata okkalı iki tokat atarak, yere yıkmıştı bile. İri yarı gövdesiyle Teomanve yerinde duramayan Murat araya girip Fayatı kurtarıncaya kadar Halaf onu adamakıllıhırpalamıştı. Yerde yatan Fayatın dudağı patlamış, sızan kan dişlerini kızıla boyamıştı. Teomanınyardım için uzattığı elini reddeden Fayat kendi kendine kalkmıştı ayağa. Toza batmış poturunusilkelerken,"Allah hepinizin belasını verecek," demişti nefret dolu bir sesle. "Bekleyin, Hak Teala belanızıverecek."Sonra geldiği gibi kaybolmuştu sıcağın içinde. Fayat gidince Esra, Halaf ı çağırmış, görevininyemek yapmak olduğunu ve bu işlere karışmaması gerektiğini söylemişti. Arkeologlarıkorumaktan, belki biraz da kendini göstermekten başka bir niyeti olmayan Halaf, Esranın tavrınahem şaşırmış, hem de bozulmuştu ama özür dilemekten de geri durmamıştı.Bu olay Esrayı çok etkilemişti. Ama Yüzbaşıya söylememişti. Olaya jandarmayı karıştırıp, işibüyütmek istemiyordu. Onun yerine Hacı Settarla konuşmuştu. Fayatın yaptıklarını öğrenen HacıSettar küplere binmiş, hemen o gece gidip Fayatı bulup azarlamıştı. O günden sonra Fayat, kazıekibini rahatsız etmemiş ama her karşılaştıklarında sanki pislik görmüş gibi suratını buruşturmayadevam etmişti.29Cinayeti Fayat işlemiş olabilir miydi? Sanmıyordu. Fa-yat onlardan nefret etse bile dayısı HacıSettara saygısı büyüktü. İlk din eğitimini ondan aldığı söyleniyordu. Ama ya Fayatın ölmeyi,öldürülmeyi göze almış daha fanatik hocaları varsa? Cami imamı Abid bile kazının lanetinden sözetmeye başlamıştı hemen. Özellikle Kürt nüfusun yoğun olduğu yerlerde Hizbullah adındakiradikal örgütün gizli faaliyetlerinden söz ediliyordu. Ya Hacı Set-tarı arkeologlara yardım ettiğiiçin onlar öldürdülerse? Neden olmasındı? Gerçi yörede herkes Hacı Settarı severdi. Halkınüzerinde etkisi büyüktü. Belki de onu tam da bu yüzden, kendi tutucu görüşlerini halkayaymalarının önünde bir engel olarak gördükleri için öldürmüşlerdi. Böylece kâfir arkeologlarlarahatça hesaplaşabilirler-di. Üstelik Hacı Settar olmadan kasabadakileri yönlendirmek dahakolaydı.Yöre halkının yüzyıllardır, kuraklık olduğunda, sel bastığında, hastalandıklarında, çocuklarıolmadığında, kızları evde kaldığında sığındıkları, yardım diledikleri kutsal Kara Kabire eluzatmışlardı. Onlara bu dünyada ve ahirette yardımcı olan yatırı, Kara Kabiri kazacaklardı. Bunuinançlarına bir saldırı, Fayatın deyimiyle, bir küfür olarak algılamaları çok doğaldı. Hacı Settar daöldükten sonra bu sabah Abid Hocanm yaptığı gibi halkı kışkırtmalarının önünde hiçbir engelkalmıyordu...Ama öte yandan yıllardır bu bölgede din nedeniyle cinayet işlenmemişti. İnsanlar inançlarına aykırıolan bir işe karşı çıksalar, hatta tehditler savursalar bile bu yüzden kimseyi öldürmemişlerdi. Belki
- de yanılıyordu. Belki de cinayeti fanatik dinciler işlememişti. İyi de Hacı Settar1! başka kimöldürmek isteyebilirdi ki?Gözleri masanın üzerindeki tablet fotoğraflarına kayarken kafasında bir şimşek çaktı. "Defineavcıları," diye mırıldandı. Evet define avcıları... Onları niye düşünmemişti ki? Kentin son HititliKralı Pisirisin Asurlulardan30gizlemeyi başardığı söylenen definenin peşinde olabilirlerdi. Böyle bir definenin var olupolmadığını araştırmaya bile gerek duymadan bu uğurda cinayet işleyebilirlerdi. Kazı ekibininçalışmalarını görünce definenin varlığına her zamankinden daha fazla inanmış olmalıydılar.Böylesine acımasız ve kurnaz olan bu adamlar kimlerdi acaba? Daha önce de Kral Kapısındankesilmiş kabartmaları satarken yakalanan Çolak Memili geldi gözlerinin önüne. Hayır, ÇolakMemili olamazdı. Arkalarından konuşan ama karşılaştıklarında yalakalaşan bu kısa boylu, kavrukadamın, içinde cinayet de olan böylesi kapsamlı bir komployu düzenleyebileceği ihtimali hiçmantıklı değildi. Ama ondan başka da kimse aklına gelmiyordu.Yüzbaşı, Hacı Settarı siyahlar giymiş bir keşişin ittiğini söylemişti. Katil kendini gizlemek içinsiyahlar giymiş olmalıydı. Belki de cinayetin Kara Kabirle bağlantısını göstermek için özelliklesiyahlar giyinmişti. Bu daha mantıklıydı. Böylece halk lanetlendiğini düşünerek kazıyı sonaerdirmeleri için baskı yapacaktı. Kazının sona ermesi hem fanatiklerin hem de define avcılarınınişine geliyordu. Asıl yanıtlanması gereken soru, cinayetten kimin sorumlu olduğuydu.31ikinci tabletBen bütün cinayetlerin sorumlusu, ben bütün suçların zanlısı, ben hem katil, hem kurban olan. BenHattinin bin tanrısı tarafından lanetlenen zavallı kul. Ben sabık ozan, ben uğursuz aşık, ben kralınbaş yardakçısı ve celladı, ben yediği ekmeğe, içtiği suya, soluduğu havaya, üzerinde yaşadığıtoprağa ihanet eden yazman Patasana.Bu tabletleri okuyacak olana derim ki: Umarım tanrıların lanetli gölgesi senden uzak durur; umarımbal gibi tatlı, Fırat gibi uzun bir ömrün olur.Bir zamanlar benim de böyle güzel bir yaşamım vardı. Hitit ülkesinde pek çok insan talihli sayardıPatasananın ailesini. Atalarım, onların ataları ne köle oldular, ne de sıradan insanlar. Onlar herzaman sarayda yaşadılar. Şimdi tanrılaşmış olan büyük, kahraman Kral Şuppiluliuma zamanındanberi onlar saray yazmanlığı yapmaktaydılar. Yüzyıllar önce denizden gemilerle ve karadan öküzarabalarıyla gelen barbarların saldırılarıyla, büyük ülkemiz küçük krallıklara bölündükten sonra daatalarım mesleklerini sürdürdüler. Çünkü kralların bizim gibi iyi eğitim görmüş, devlet kurallarınıbilen insanlara ihtiyaçları vardı. Bu yüzden atalarım her zaman kralın en yakınında yer aldılar,Panku Soylular Meclisinin değerli birer üyesi olarak kaldılar. Nasıl ki krallık kan bağıyla babadanoğula geçerse, bizim ailede de yazmanlık babadan oğula geçiyordu. Yani bu mesleği kendimistemedim, saray yazmankğı uğursuz bir kardeş gibi babamdan kan yoluyla kaldı bana.Ben, yazman olan atalarımdan Büyükbabam Mitannu-wa ile babam Ararası bilirim yalnızca. Vebabam Ara-rastan çok, büyükbabam Mitannuwayi severim. Mitan-nuwa benim için yalnızca birbüyükbaba değildi; o32öğretmenim, arkadaşım, Patasanayı Patasana yapan adamdı. Babam Araras ne kadar soğuk, katı biradamsa Büyükbabam Mitannuwa da bir o kadar cana yakın, sıcak ve neşeli bir insandı. Böyle zıtyaradılışta iki kişinin baba oğul olduklarını düşünmek bile tuhaf geliyor insana. Bana gelince, benhem büyükbabama hem de babama benzerim. Duygularım büyükbabama çekmiştir, aklım babama.Bunun ne kadar korkunç bir şey olduğunu bilir misi-n? Yüreğimin yap dediğini, aklım yapma der.Aklımın soylu bulduğu, yüreğimce dalkavukluktur; yüreğimin doğru bulduğuysa akhmca suç. Biryanım bahar rüzgârı gibi uçarı, tez canlıdır, öteki yanım kış soğuğu gibi katı, ağır kanlıdır. Biryanım içimden gelen seslere kulak verir, öteki yanım öğrendiklerime, bildiklerime.
- Ben yıllarca bedenimde aynı yöne bakıp farklı şeyler gören iki insanı taşıdım, iki insanın istekleriniaynı anda yerine getirmeye çalıştım. İşin kötüsü ne tümüyle biri, ne de öteki olabildim. İkisiarasında bocalayıp durdum. Elimden gelse babamdan hemen kurtulur, tümüyle büyükbabam gibiolurdum. Ama bunu yapamadım. Ne çare ki tanrılar, bu iki insanı aynı anda taşıyacaksın demişlerdibana. İstesem de buna karşı duramazdım. Bu yüzden onları barıştırmaya çalıştım. Bazenbaşardığımı da sandım ama sonuçta hep yanıldığımı anladım.Büyükbabam Fırata baktığında, içimizdeki sevincin sırrını görürdü, babamsa Fıratta bizidüşmanlarımızdan daha üstün kılan gücü görürdü; zeytini, nohutu, buğdayı, kayısı ve üzümügörürdü. Büyükbabama Fırat nedir? diye sorduğunuzda, "Gündüzleri sevgilinin gözlerine yansıyanışıktır," derdi, "geceleriyse sevgilinin çözülmüş siyah saçları." Babama sorsanız alacağınız yanıtbelliydi: "Düşmana kaptırılmaması gereken bereketli bir sudur Fırat."33üçüncü bölümGüneşin parlak ışıkları Fıratın karanlık sularına dokundu. Nehrin kenarındaki ağaçlar en yaşlıcevizinden en genç incirine kadar; köyler en zengininden en yoksuluna kadar; otlar en şifalısındanen zehirlisine kadar; hayvanlar en uysalından en vahşisine kadar; insanlar en zengininden enyoksuluna kadar aydınlanmaya, ısınmaya, uyanmaya başladılar.Kararlılıkla çıktı odasından Esra. Yeniden paniğe kapılmadan, duraksamadan, daha fazla zamanyitirmeden arkadaşlarıyla konuşmak niyetindeydi. Kapıya çıkınca, parlak ışık gözlerini aldı,başından eksik etmediği hasır şapkasını takmadığını fark etti ama dönüp almadı, okulun öntarafındaki dersliklere yürüdü.Teoman, Kemal ve Murat aynı zamanda bilgisayarları da koydukları geniş bir derslikte kalıyorlardı.Aslında Kemal, sevgilisi Elifle aynı odayı istiyordu. Ama Esranın bunun yöre halkı arasındayakışık kalmayacağını söylemesi ve Elifin de bu görüşü desteklemesiyle erkek arkadaşlarıyla aynımekânı paylaşmak zorunda kalmıştı. Elif onların yanındaki küçük odada kalıyordu. Bernd tamkarşılarındaki dersliğe yerleşmiş, Timothy ise bahçeye bakan, aydınlık dersliği seçmişti.Öncelikle kendi ekibiyle konuşmaya karar vermişti35Esra. Her ne kadar yetkisi göstermelik gibi duruyorsa da kazı yetkilisi olarak Kemalin bu durumuöğrenmeye hakkı vardı. Kendi aralarında tartıştıktan sonra Timothy Hurley ile Bernd Burnsadurumu anlatacaktı. Ama tam okulun köşesini dönerken, iri cüssesiyle Timothy karşısına çıkıverdi.Şalvara benzer ince kumaştan siyah bir pantolon giymişti, üstünde rengi solmuş bir tişört vardı. Ellibir yaşında olmasına karşın oldukça dinç görünüyordu."Günaydın," dedi neredeyse aksansız bir Türkçeyle. Sağ elinde kalınca bir dal parçasına geçirilmişbalıkları tutuyordu. Dalı havaya kaldırarak Esraya gösterdi. "Sapıt, Fıratın en lezzetli balığı.Antepli balıkçıların hediyesi..." Güneşte pulları al al yanan balıkları ilgisizce süzen Esranınyüzündeki tedirgin ifade Timothynin gözünden kaçmamıştı. Balıklarla yüklü dalı indirirken,kaygıyla sordu."Ne var, ne oldu?"Sesinde öyle dostça, öyle içten bir tını vardı ki, aldığı kararı unutan Esra çözülüverdi. "Hacı Settaröldürülmüş."Timothynin kadifemsi iri kara gözleri şaşkınlıkla büyüdü."Öldürülmüş mü?""Evet, hemen toplanıp konuşmamız lazım. Sen, Berndi uyandırır mısın, ben de ötekilerikaldırayım."Timothy daha fazla soru sormadı, Esrayla birlikte ok.u-lun ön tarafına yürüdü.Toplantı yeri olarak Teomanların kaldığı geniş dersliği seçmişlerdi. Derslikte sıraları yan yanakoyup pencere kenarına birkaç metre arayla üç yatak yapmışlardı. Dört sırayı da sınıfın tamortasına çekerek bilgisayar masalarına dönüştürmüşlerdi. Kalan sıralarsa arka duvarın önündeistiflenmişti.
- Ekip kısa sürede toplanmıştı ama Berndin bulunamaması nedeniyle toplantıya başlamak için on beşdakika36kadar beklemeleri gerekti. Nihayet kapıda görünen Alman arkeolog, bisiklete binerek Fıratınkıyısına indiğini söylüyordu. Timothy şaşırmıştı."Neden karşılaşmadık öyleyse?""Normal," dedi Bernd, "Fırat uzun bir nehir."Timothy üzerinde durmadı. Ekibin öbür üyeleri de soru sormayınca Esra, metin görünmeyeçalışarak, Hacı Set-tarın öldüğünü söyledi. Önce inanmadılar. Sorular sordular. Olayın doğruolduğunu anlayınca herkesi derin bir üzüntü kapladı. Aralarında Hacı Settarı sevmeyen yoktu.Yaşlı adam, Bernd dahil, hemen hepsinin kalbini kazanmayı bilmişti. Derslikteki sessizliği Teomanbozdu:"Belki de Hacı Settar kalp krizi geçirerek, kendi kendine düşmüştür.""Eski bir kan davası olmasın," dedi Kemal."Hacının hiç düşmanı yoktu ki," diye karşı çıktı Murat. "Onu kim öldürmek ister?""Murat haklı," dedi Elif. "Bu yörede onu sevmeyen kimseye rastlamadım..."Konuşulanları dinleyen Esra, bu cinayetin kazıyı engellemek için işlendiğini söylemek üzereydi kiHalaf içeri girdi. Genç aşçı, açık kapıdan neler konuşulduğunu duymuştu. Kahvaltıyı hazırlayayımmı, demek için geldiğini unutarak,"Boş yere kendinizi yormayın," dedi damdan düşer gibi, "onu kimin öldürdüğünü biliyorum."Aynı anda bütün gözler Halaf a çevrildi. Neler söylüyordu bu adam? Dersliktekilerin kendisinebakmasıyla bir adım geriledi Halaf. Fayatı dövdüğünde Esranın gösterdiği tepkiyi anımsamıştı."Kusura bakmayın Esra Hanım," dedi. "Konuşmalarınızı duydum da ağzımdan kaçıverdi.""Hacı Settarın öldürüldüğünü nereden biliyorsun?" Esranın yüzü ciddi, sesi gergindi.Biraz daha çekindi Halaf ama yanıt vermekte de gecikmedi.37"Yüzbaşı Eşref içerde sizinle konuşurken, cipin başındaki Ankaralı asker anlattı."Esranın yüzündeki ciddiyet, meraka dönüştü "Asker, Hacı Settarı kimin öldürdüğünü biliyor muy-muş?""Hayır, asker bilmiyor ama ben biliyorum."Esranın kafası karışmıştı,"Sen nereden biliyorsun?""Katil söyledi," dedi Halaf. Söylediklerinin önemini kavrayamamış bir adamın masumluğu vardıyüzünde.Aşçının saçmaladığını düşünen Kemal,"Yani," dedi manidar bir gülümseyişle, "katil cinayeti işledikten sonra gelip sana mı anlattı?"Halaf ters ters baktı. Bir türlü sevememişti bu ince uzun, İstanbullu oğlanı."Yav hiç öyle şey olur mu?" diyerek başını salladı. "Tabii ki daha önceden anlatmıştı."Ekibin en genci, en sabırsızı Murat atıldı."Peki kimmiş katil?"Hiç duraksamadan yanıtladı Halaf:"Şehmuz. Rojinin emmioğlu Şehmuz."Halaf in olayları böyle parça parça anlatması Esrayı sinirlendirmeye başlamıştı."Rojin de kim?""Rojin, Hacı Settarın son karısı..."Esranın gözlerinin önünde, güleç yüzlü, elleri kırmızı nakışlı, şakağında üç noktalı dövme bulunan,balık etinde genç bir kadın canlandı. Hacı Settar evine davet ettiğinde karşılaşmışlardı. Rojin, yaşlıadamın neredeyse torunu yaşındaydı. Hacı Settar, "Bu da bizim üçüncü hanım," demese dünyadatahmin edemezlerdi bu genç kızın? karısı olduğunu. İşin tuhafı kız hiç de mutsuz görünmüyordu.
- Öteki iki kadın yer sofrasını hazır ederken, Rojin de büyük bir istekle, enfes bir çiğköfteyoğurmuştu onlara."Şehmuz sevdalıymış Rojine. Ama emmisi, kızı onun yerine Hacı Settara vermiş."38Esranın öfkesi geçmiş, sesi sakinlemişti."Sen nereden biliyorsun bunları?""Antepe gider gelirken birkaç kere bunların minibüsüne düştüm. Şehmuz anlattı.""Minibüsçülük mü yapıyor Şehmuz?""Memilinin minibüsünde muavin. Bana anlatmıyorlar ama başka pis işleri de var. Kazıyı sorupduruyordu. Yok altın çıkmış mıymış, define var mıymış? Geçen sene de bahçesinde otyetiştirmekten içerde yatmış.""Ot mu?" diye sordu genç kadın merakla."Esrar," diye açıkladı Timothy, "bildiğiniz Hint kene-¦ ¦ >> vırı.Bernd sessizce güldü Timothynin sözlerine. Berndin gülüşüne Murat da katıldı. Esra ters ters baktıMurata. Arkeolog adayı bakışlarını kaçırdı. Aslında Murata değil de Berndin gülüşünebozulmuştu."Evet esrar," diye anlatmasını sürdürdü Halaf. "Ne pislik ararsanız var herifte. Bence o Şehmuzpuştu öldürmüştür hacı emmiyi.""Şehmuz sana tam olarak ne söyledi?" diyerek bu defa Elif atıldı. Yosun yeşili gözlerin üzerinedikildiğini fark eden Halaf in yüzü kıpkırmızı oldu. Kıza bakamadan yanıtladı soruyu."Fırsatını bulur bulmaz, geberteceğim bu yaşlı papazı deyip duruyordu.""ilginç," dedi Esra. Rahatlamış gibiydi. Eğer bu varsayım doğruysa kazı tehlikede değildi. Belki deŞehmuzu kışkırtan Memiliydi. Böylece hem Şehmuz sevdiği kıza kavuşacak, hem de kazı alanınınlanetlenmiş olduğu söylentisi yayılacaktı ortalığa. "Gerçekten ilginç," diye mırıldandı yeniden. Elagözlerinde belli belirsiz bir umut ışıltısı parıldadı."Bunu Yüzbaşıya söylemeliyiz," dedi arkadaşlarına dönerek."Haklısın," diye onu destekledi Teoman. "Hemen yakalasınlar Şehmuzu."39Bernd dışında herkes bu kanıdaydı. Alman arkeolog oturduğu sıranın üstünde kımıldayarak,sıkıntıyla söylendi:"Biz bu olaya neden karışıyoruz? Bu, güvenlik kuvvetlerinin işi değil mi?" Esra sertçe yanıtladı."Aynı zamanda bizim de işimiz. Hacı Settarın minareden atıldığını öğrenen kasaba halkı dahaşimdiden Kara Kabirin laneti, diye konuşmaya başlamış." "Ama bu çok saçma," diyecek olduBernd. "Hiç de saçma değil," dedi Timothy, görmüş geçirmiş bir adamın kendinden emin sestonuyla. "Onların inancı böyle. Biz onların konuğu olduğumuza göre saçma da gelse inançlarınasaygı göstermeliyiz." Sinirli sinirli güldü Bernd."Her kazı bölgesinde böyle söylentiler çıkar," diye mırıldandı. "Howard Carter, Krallar VadisindeTut-enkh-amunun mezarını bulduğunda da Firavunun lanetinden bahsedilmişti. Ama söylentilerarkeologları yolundan çevirmedi."Esra, anlamıyorsunuz, demek üzereydi ki lafa karışan Murat konuyu iyice karıştırdı."Öyle diyorsunuz ama mezarın açılmasından sonra, kazı sorumlularından Lord Carnavonunölümüyle başlayan ve ekiptekilerin birer birer hayata veda etmeleriyle süren bu olay hâlâ tümüyleaçıklanabilmiş değil. O günlerde Londra gazeteleri bu konuyu manşetlerinden indir-memişlerdi."Doğaüstü güçlerin varlığına inanan, parapsikolojiye yatkın olan Muratın bu savı Esranın derindenbir iç ge*" çirmesine neden oldu. Timothynin dudaklarında alaycı bir ifade belirmişti. TeomanlaElif tartışmayı ilgiyle izliyorlardı, Kemal çattık dercesine sessizce başını sallıyordu, Halaf iseanlatılanlardan ürkmüş gibiydi."Bu tartışma çok önce bitti," dedi Bernd, küçümseyen40
- bakışlarla genç öğrenciyi süzerek. "1933 yılında Profesör Steindorff söylentileri kesinlikleyalanladı. Gazeteler de cahil okurlarını eğlendirecek başka konulara yöneldiler. Sizin gibi parlak biröğrencinin hâlâ bunlara inanıyor olması çok tuhaf!"Murat yanıt vermeye hazırlanıyordu ki Esra araya girdi."Bunu başka zaman tartışırsınız. Önemli olan bu cinayetin kazı çalışmalarına zarar vermedençözülmesi... Bence Halaf m söyledikleri çok önemli. Hacı Settarı gerçekten de Şehmuz öldürmüşolabilir. Bunu Yüzbaşıya bildirmemizde büyük yarar var. Ama biz de dikkatli olmalıyız.""Neden dikkatli olalım?" Karşı çıkan yine Bernddi. "Biz burada kazı yapıyoruz. Bizi ilgilendirenGeç Hititler, Hacı Settarın nasıl öldürüldüğü değil."Esra kararlı bir tavırla Almana baktı."Bakın Herr Burns, siz kazı başkanı olduğunuzda, yerel halkla ilişkileri nasıl düzenlersinizbilmiyorum ama ben, onlarla iyi geçinmekten yanayım. Ve bu ülkeyi de, insanlarını da sizden dahaiyi tanıyorum. Siz dahil hepimizin can güvenliği için lütfen sözlerimi kesmeden dinleyin.""Can güvenliği mi?" diye sordu Timothy. "Duyduğunuz bir şey mi var?"Timothyyi yanıtlamak yerine, hâlâ ayakta dikilmekte olan genç aşçıya döndü Esra."Sağ ol Halaf," dedi, "söylediklerin çok önemliydi, bu olayın çözülmesinde büyük yardımındokunacak. Ama karakola gidip, bunları Yüzbaşıya da anlatmalısın."Halaf in yüzü asıldı."Gitmemiz şart mı, telefonla söylesek...""Gitmeden önce telefon da ederiz. Şehmuzu kaçırma-sınlar. Ama ifadeni almak isteyeceklerdir,"diye açıkladı Esra. Aşçının tedirginliğini fark edince, "Merak etme Yüzbaşıya birlikte gideceğiz,"diye yatıştırmaya çalıştı.Halaf in tedirginliği geçmemişti ama yazgısını kabul eden bir adam gibi boynunu büktü.41"O zaman ben gidip kahvaltıyı hazırlayayım," diyerek • usulca çıktı odadan.Genç aşçı uzaklaşınca,"Aslında somut bir tehlike yok," dedi Esra. Bakışlarını Timothye dikmişti ama herkese anlatıyorgibiydi. "Yine de şu Kara Kabirin Laneti söylentisi, beni ciddi olarak kaygılandırıyor. Bu yörededini inançlar çok güçlü. Kazının inançlarına saygısızlık olmadığını, lanete yol açmayacağını halkaanlatmamız lazım. Ve bunu kesinlikle jandarma aracılığıyla yapmamalıyız. Hacı Settarın varlığıbizim için çok önemliydi. O kasabadan biriydi, halk onu dinliyordu. Artık Hacı Settar yok. Kazıyakarşı çıkan fanatikleri durduracak kişiyi kaybettik. Şimdi daha fazla sorumluluk almamızgerekiyor.""Haklısın," dedi Timothy bir haftalık bakır rengi sakalını kaşıyarak. "Buna benzer bir olayı Ninovayakınlarındaki bir kazıda yaşamıştık. Halkın kutsal saydığı çivi yazısı tabletlerini toplamak istedik.Ama yerliler, bu tabletlerin kendilerini beladan koruduğunu söyleyerek vermek istemediler. Kazıbaşkanı olan Fransız profesör Andre, hükümete başvurdu. Tatsız olaylar çıktı, üstümüze ateş açıldı.Kazıyı bırakıp kaçmak zorunda kaldık. Üstelik tek bir tableti bile alamadan. Bizim işin en kötü yanıyöre halkıyla ters düşmektir. Bu duruma düştüğümüz an, eşyaları toplamaya başlamak gerek, çünkükazının sonu gelmiş demektir."Bernd bu sözlere dudak bükerken,"Ama," diyerek Esra yeniden başlamıştı söze, "bu, kazıyı yarıda bırakmamız anlamına da gelmiyor.İşçilere kay-gılandığımızı belli etmemeliyiz. İşler devam etmeli. se kazıdan ayrılmayıdüşünmemeli.""Ayrılmak da nereden çıktı?" diye sordu Bernd. "Alman Arkeoloji Enstitüsü basın toplantısı içinbütün gücüyle çalışıyor. Dün Herr Krenckerle konuştum. Ön hazırlıkların tamamlandığını söyledi."42Esra rahatlamıştı."Bernd haklı," dedi, "kazıyı durduralım, kazıdan ayrılalım laflarını unutalım artık."
- "Başka seçeneğimiz yok," diye onu desteklemeyi sürdürdü Timothy. "Bu kadar önemli birbuluntuya ulaşmışken kazıyı bırakamayız. Sizi bilmem ama ben Patasa-nanın yazdığı ötekitabletleri okumak için sabırsızlanıyo-rum.43uçuncutabletEy yazdıklarımı okuyacak kişi. Belki okuduklarının yetersiz olduğunu düşüneceksin, belki dahafazla bilgi isteyeceksin. Salları, sığırları, koyunları, insanları yutan Fıratın içindeki dipsiz kuyulargibi bilgiyi bir anda emmek, tüketmek isteyeceksin. Ama öğrenmek kolay değildir, bir kaplumbağagibi sabırlı, başı göklere değen yalçın kayaları un ufak eden rüzgâr kadar inatçı olmalısın.Belki de sözlerimi abartılı bulacaksın, anlattıklarımın okuru kandıracak gizemli tuzaklarla doluolduğunu düşüneceksin. Belki de böyle öyküleri çok duydum, diyeceksin. Ama inan banaduydukların, sislerle kaplanan Fıratın küçük bir kıyışıdır yalnızca. Oysa gerçek, koyu sisinsarmaladığı taşkın nehir gibi bütün acımasızlığı ve görkemiyle bu tabletlerin satırlarında gizlidir.Sana önce yüce gönüllü Büyükbabam, ozan Mitannu-wayi anlatacağım. Ozan diyorum çünkü osarayın başyazmanlığına kadar çıkmış olmasına karşın ozan olarak anılmak isterdi. Bana yabancıdillerden sözcüklerin sıralandığı tabletleri okuturken şunları söylerdi."Akadçayı, Luviceyi, Hurriceyi, Aramcayı, bu yabancı dilleri yalnızca devlet yazışmaları içinöğrenme. Anlaşmalar, yasalar, sözleşmeler bir şey söylemez insana. Onlar tanrıların, kralların,soyluların küçük çıkarlarını korurlar yalnızca. Ama destanlar, efsaneler, şiirler insanın görüşufkunu genişletir. Dağların ardında ne var, Fıratın döküldüğü deniz nasıldır, ovaların tükendiğiyerdeki ağaçlar neye benzer, hepsini öğretir insana. Daha önemlisi yeryüzünün bir parçasıolduğumuzu öğretir bize. Koyu gölgeli ceviz ağacının, bodur üzüm kütüğünün, dolgun sarı44başakların, kuru otun, topraktaki karıncanın, kovuktaki yılanın, dağdaki kurdun, havadakiatmacanın kardeşimiz olduğunu öğretir. Bu yazılar bize, bizi anlatır. Akadça öğrenmenin nedeni;Gılgamış Destanını, Sümerli ozan Lu-dingirranın şiirlerini, Hurrice öğrenmenin nedeni; Gur-paranzah Efsanesini kendi dilinden okumak olmalı. Ve tabii öteki destanları, efsaneleri ve şarkılarıda öğrenmelisin. Kumarbi, Keşşi, Kötü ve İyi destanlarını, Gökten Düşen Ay Efsanesini, TelipinuEfsanesini yazıldıkları dilde ezbere bilmelisin. Yoksa yaşamın sırrına eremezsin, yoksa her günsabahtan akşama dek Fırattan su taşıyan boz eşeklerden farkın kalmaz, Baban Araras gibi zamanınıkralların çıkarı için harcayan, gülmeyen, ağlamayan, öfkelenmeyen bir adam olur çıkarsın."Onu dinler, dediklerini yapardım. Daha on beş yaşımdayken söylediği bütün efsaneleriezberlemiştim. Babam zamanımın büyük bölümünü destanlara, efsanelere ayırmamı hoşkarşılamazdı ama büyükbabamla tartışmaktan kaçındığından olacak bana engel olmaya dakalkışmazdı. Ben de mümkün olduğunca onu kızdırmamaya çalışırdım. Büyükbabam gibi asi birideğildim zaten. Yumuşak başlıydım, kavgayı sevmezdim, uzlaşmadan yanaydım.Babam egemenliği altında yaşadığımız Asur İmpara-torluğuna karşı çok dikkatli olmamız gerektiğikonusunda uyarırdı beni; onlar, binlerce insanı bir anda öldürmekten çekinmeyecek kadar tehlikelive vahşi bir krallıktı. Kuzeydoğumuzdaki Urartuları da yabana atmamak lazımdı. Bizi yıkmak içinfırsat kolluyorlardı. Kuzeybatımız-daki Frigyalılara gelince onların derdi her geçen gün genişleyenAsurluları durdurmaktı.Babam yalnızca siyasi konulardan bahsetmezdi aynı zamanda yabancı bir metnin dilimize nasılçevrileceğini de basit ama soğuk bir tarzda anlatırdı. Ayrıca fırsat buldukça beni saraykütüphanesine götürür, başyazmanın görevlerinden birinin de bu kütüphaneyi yönetmek145
- olduğunu söyleyerek, tabletlerin korunmasından tutun da, raflara dizilme sıralarına kadar her şeyititizlikle açıklardı. Açıklaması bitince de, anlayıp anlamadığımı öğrenmek için bir birtekrarlattırırdı.Yani büyükbabam Mitannuwa ile babam Araras farklı konularda, farklı yöntemlerle eğittiler beni.Babamın anlattıklarını da ilgiyle dinlerdim ama büyükbabamın Fırata bakan evinde yaptığımızdersleri daha çok severdim.46dördüncü bölümFıratın kenarındaki yüksek tepelerden birinin üzerine kurulmuştu karakol. Tek katlı, sevimli birbinaydı. Kayısı, erik ve dut ağaçlarıyla gölgelenen bakımlı küçük bir bahçesi vardı. Bahçe taştanbir setle çevrelenmişti. Karakol binası büyükçe bir kareyi andıran bu setin tam ortasına düşüyordu.Kapıdaki iki eri saymazsak, setin her köşesinde nöbetçi noktaları konulmuştu. Askerler yazınsıcağa, kışın soğuğa aldırmadan gece gündüz bu noktalarda nöbet tutarlardı. Karakolla nehrinarasında subay aileleri için yapılmış iki katlı, dört daireli bir lojman vardı. Lojmanın bahçesi,karakolunkinden daha bakımlı, daha görkemliydi. Karakolun hemen yanından, kasabayı köylerebağlayan yer yer küçük çukurlarla kaplı, son seçimlerden beri bakımı yapılmamış asfalt bir yolgeçiyordu. Kasabaya gelen köylüler nöbet noktalarının bir gün bile boş olduğunu görmediler. Oysaon altı yıldır süren çatışmalar bu bölgede kendini pek hissetirmemişti. Beş yıl önce Kürt gerillalarbir askeri konvoya saldırmış, ancak çoğu ölü olarak ele geçirilmişti. Daha sonra da birkaç küçükeylem dışında bu yörede silahlı faaliyet gösterememişlerdi. Rahmetli Hacı Settar, bunu yöreninzengin olmasına bağlıyordu. Herkesin bakılacak bahçesi, ekilecek tarlası, bostanı vardı. Kim işinigücünü bırakıp da dağa çıkardı. Yüzbaşıysa47bu durumu gerillaların daha ilk saldırılarında, gerekli cevabı almalarına yoruyordu. Yine deYüzbaşının içinin pek rahat olduğu söylenemezdi. Silahlı eyleme kalkışma-salar bile örgütünbölgede faaliyet yürüttüğünü sanıyordu. Herkesi örgüt üyesi olarak görmese de kasabada, yakınköylerde onlara sempati duyanlar, destekleyenler olduğunu biliyordu. Özellikle Gencelilerdenkuşkulanıyordu. İki büyük aşiretten biri olan Gencelilerin küçük oğlu Mahmudun dağa çıkmışolması bu geniş ailenin örgütle bağlantısı olduğu varsayımını artırıyordu. Kendileri Kürt olmalarınakarşın Türkoğlu soyadını taşıyan öteki büyük aşiretse her zaman devletin yanında yer almıştı.Aslına bakarsanız Yüzbaşı onlardan da pek hoşlanmazdı. Türkoğlu Aşiretinin koruculuktan eldeettikleri rant için devlet yanlısı göründüklerini düşünüyordu, dengeler değişse ellerindeki silahlarınıaskerlere çevirmeyeceklerinin hiçbir güvencesi yoktu.Eşrefteki bu tedirginliği bölgeye ilk geldiklerinde fark etmişti Esra. Kazıya başladıkları günlerde,Yüzbaşı yanlarına asker vermeyi önerince, hiç duraksamaksızm reddetmişti."Bize saldıracaklarını sanmıyorum," demişti. "Biz bilim insanlarıyız."Yüzbaşı, dünyadan haberi olmayan saf bir kıza bakar gibi bakmıştı ona."Onları hiç tanımıyorsunuz. Onlar için önemli olan kargaşa çıkarmaktır. Bunun için ellerindengeleni yapmaktan çekinmezler. Sizin bilimle uğraşıyor olmanız umurlarında bile değildir."Oysa onları tanıyordu Esra, iki yıl önce Malatya yakınlarında, Milidia antik kentinde çalışırken birgece kazı bölgesini basmışlardı. Karanlıkta kaç kişi oldukları belli olmuyordu. İçlerinden yalnızcabiri yaklaşmıştı yanlarına. Adının Azad olduğunu söyleyen bu uzun boylu, gür sakallı, bakışlarıinsanın içine işleyen zayıf adam, son derece48düzgün bir Türkçeyle erzak istemişti. Kazı başkanı Ertem Bey, ağırdan alınca Azad, tüfeğiylemutfak olarak kullandıkları kulübeyi göstererek,"Siz vermezseniz, biz alırız," demişti. Hiç tanımadıkları birinin erzakları koydukları yere kadarkampı tanıyor olması, kazı başkanını ürkütmüş, hemen istediklerinin hazırlanmasını söylemişti.Erzaklar hazırlanırken Azadm dikkatini, kazıdan çıkartılan buluntular çekmişti. Hiyeroglifyazılarının yer aldığı taşları, tanrı, tanrıça heykellerini, eşyaları ilgiyle süzdükten sonra,
- "Bütün bunlar çok mu önemli?" diye sormuştu."Evet, çok önemli," demişti Esra. "Binlerce yıl öncesi hakkında bilgi veriyor. Bir anlamda geçmişikaranlıktan kurtarmış oluyoruz."Tüfeğini bir elinden ötekine geçiren Azad,"Güzel bir uğraş," diye mırıldanmış, sonra gözlerini Esraya dikerek eklemişti. "Ama asıl bugünükaranlıktan kurtarmak gerek. Bir halk karanlık ve zulüm içinde yaşarken, yalnızca geçmişiaydınlığa çıkarmak için uğraşmak yeterli değil."Esra bu düşünceye katılmadığını, bilimle politikanın ayrı şeyler olduğunu, dahası terörle hiçbir yerevarılamayacağını söylemek istemiş, ama suskunluğu elindeki silahla daha bir ürkütücülük kazananAzadtan korkmuş, sesini çıkarmamıştı. Hazırlanan erzakları götürürken Azad,"Eğer jandarmaya haber verirseniz, bunun hesabını sizden sorarız," diye onları uyardıktan sonraarkadaşlarıyla birlikte karanlığa karışıp gitmişti.Jandarmaya haber vermemişlerdi. Durduk yerde başlarına iş almanın alemi yoktu.Bu olayı Eşrefe anlatmamıştı Esra. Yüzbaşıya ne kadar güvense de onun bu savaşın bir parçasıolduğunu düşünüyor, yaşanan her olayı bölgedeki çatışmaya bağlayacağından çekiniyordu.Minibüs karakolun önüne yanaşırken, bir anda geçmişti bütün bunlar Esranın aklından.49Yüzbaşı Eşref bahçede yaşlı bir kayısı ağacının altındaki masada bekliyordu onları. Masanınüzerine mavi zemini siyah çizgilerle bölünmüş kareli bir bez örtülmüştü. Örtünün üzerinde dehantal bir telsiz cızırdayıp duruyordu. Konuklarının karakolun kapısından içeri girdiklerini görünceEşref gülümseyerek ayağa kalktı. Başında kepi yok-; tu, kısa saçları geniş alnını olduğu gibi açığaçıkarmıştı, çıkık elmacık kemikleriyle, kalın kaşların altındaki koyu renk gözleri arasındaki uyumugüçlü çenesi tamamlıyor, güneş yanığı teni ona erkeksi bir çekicilik katıyordu.Ne kadar tatlı gülüyor bu adam, diye düşündü Esra. Onun da kendisi gibi evlenip boşandığını, birkızı olduğunu duymuştu."Hoş geldiniz," diyen Eşrefin sesiyle toparladı kendini. Masanın yanındaki boş iskemleleri gösterenYüzbaşı sabahki tedirginliğinden kurtulmuş gibiydi. Onun bu halini fark eden Esra iskemleyeotururken umutla sordu:"Yoksa yakaladınız mı Şehmuzu?"Yüzbaşı ciddileşerek açıkladı:"Henüz değil. Telefonunuzdan sonra evine bir ekip yolladım. Evde bulamamışlar. Garaja gittiler.Orada olmasını umuyoruz."Esra kendi aceleciliğine kızarak dinlemişti Yüzbaşıyı. Hasır şapkasını, güneş gözlüklerini çıkarıpmasanın üzerine, cızırdayan telsizin yanına koyarken aralarında bir suskunluk oluşmuştu."Gerçekten o mu öldürmüş Hacı Settarı?" diye sordu Yüzbaşı.Eşrefin ses tonundan bu olasılığa kuşkuyla yaklaştığını anladı ama neden inanmıyorsunuz, diyesormak yerine,"Halaf a öyle söylemiş," dedi sonra bakışlarını hâlâ ayakta dikilmekte olan genç aşçıya çevirerekekledi. "Otursana. Otur da anlat Yüzbaşıya."Halaf önündeki iskemleye çekingen bir tavırla yerleşirken, Yüzbaşı çayları söyledi. Bir er anındayetiştirdi çayları.50"Sen hangi köydensin?" diye sordu Yüzbaşı çayından bir yudum aldıktan sonra."Alagözdenim," dedi Halaf, eliyle ilerideki tepeyi göstererek, "şunun ardında. Buraya on kilometrekadar var.""Kürt müsün?"Halaf tedirgin oldu, yanıt vermekte zorlandı. Soruyu Esra da garipsemişti."Şöyle sorayım," dedi Yüzbaşı. "Kürtçe biliyor musun?"Halaf in güneşte kavrulmuş yüzü yumuşadı."Biliyorum komutanım," dedi. "Bizim köyde herkes bilir."
- Yüzbaşının bakışlarındaki kuşkulu ifade değişmedi."Peki, bu Şehmuzu ne zamandır tanıyorsun?""Çok eskiden tanırım, köyden kasabaya geldiğimizde görürdüm.""O da Kürtçe bilir mi?""Bilir komutanım. Burada insanların çoğu bilir.""Aranız nasıldır Şehmuzla?""Aramız yoktur, merhaba merhaba, hepsi o kadar.""Arkadaşın olmadığı halde Hacı Settarı öldüreceğini sana neden anlattı?"Suçlandığını sanan Halaf in benzi atmıştı."Bilmiyorum komutanım. Minibüsteydik. Yeni hareket etmiştik. Ben arka koltukta oturuyordum.Yanım boştu. Bu Şehmuz da yanıma geldi. Zaten kazıda çalışmaya başladıktan sonra benimle arayısıcak tutmaya çalışıyordu. Garajın önünde Hacı Settarı gördük. Onu görünce küfretti Şehmuz. Bende, Niye küfrediyorsun mübarek adama? dedim. O da bana yol boyunca Rojini ne kadar sevdiğinianlattı. Hacı Settarı bir gün öldüreceğini söyledi."Genç aşçının yüzündeki tek bir mimiği, ses tonundaki en küçük bir titremeyi bile kaçırmaktankorkuyormuşca-sına dikkatle dinlemişti Yüzbaşı."Tamam," dedi soracakları bitince, "Yardım ettiğin için sağ ol. Hadi şimdi çayını iç. Bak, olduğugibi duruyor.51İL HALK KÛTÖPHANESfÇayını iç de bizim çocuklar yazılı ifadeni alsın."Halaf buz gibi olmuş çayından içtikten sonra,"Şey komutanım," dedi ürkmüş bir sesle. "Onu ihbar ettiğimi Şehmuz bilmez değil mi?"Eşref sert bir bakışla süzdü Halaf in endişeli yüzünü."Bilse ne olacak?""Bir şey olmayacak komutanım," dedi yutkunarak. "Ama bunlar böğür iti gibidir, hiç beklemediğinanda, arkadan ısırırlar adamı."Yüzbaşının kalın kaşları kuşkuyla çatıldı."Bunlar dediğin kim?""Çolak Memiliyle adamları. Şehmuz onların çakalı.""Çolak Memili tarihi eser kaçakçılığı da yapıyor," diyerek açıklama gereği duydu Esra. YüzbaşınınHalaf ı sıkıştırmasına bozulmuş gibiydi. "Şehmuzu o kışkırtmış olabilir.""Olabilir," dedi Eşref başını sallayarak, sonra Halaf a dönüp babacan bir gülümseyişle ekledi: "Boşyere kaygılanma, ifadenden kimsenin haberi olmayacak."Kalan çayını bir yudumda bitiren Halaf ı, Yüzbaşı içeri götürdü. Masada tek başına kalan Esraaşağıda kendi halinde akmakta olan Fırata çevirdi bakışlarını. Günlerdir burada olmasına, dahaönceden de defalarca Fıratı görmesine karşın ilk kez İstanbul Boğazına benzetti nehri. Sankibinlerce yıl öncesine gitmiş, tepelerden birine oturmuş Boğaza bakıyordu. Eski ahşap yalılar, betonvillalar, restoranlar, kafeler, her zaman araçlarla tıklım tıklım dolu olan asfalt yol, hiçbiri yoktu. İkiyanında ağaçlardan yemyeşil bir şerit bırakarak akan mavi bir su vardı yalnızca. Bir de buyeşilliklerin içerisinde kaç bin yıldur kurulup yıkılan, yıkılıp kurulan uygarlıklar..."Dalmışsınız?" diyen Eşrefin sesiyle kendine geldi. "Ne düşünüyorsunuz?""Hiç," dedi toparlanan Esra. "Fırat bir an İstanbul Bo-ğazıymış gibi göründü gözüme."52"İstanbul Boğazı mı?" Eşref de nehre bakmaya başlamıştı. "Tabii yüzlerce, belki de binlerce yılönceki Boğaz." "İstanbulu özlemişsiniz. Benim de burnumda tütüyor." Sonra Esranın bardağınınboşaldığını fark etti. "Bir çay daha?""İsterim," dedi Esra içten bir gülümseyişle. Yüzbaşı birkaç metre ileride esas duruşta bekleyenaskere eliyle iki çay getirmesini işaret etti. Asker zıpkın gibi fırladı.
- "İstanbulda kimseniz var mı?" diye sordu Esra. "Annemle, kızım var," dedi Eşref.Dalgmlaşmıştı. "Annem Üsküdarda tek başına oturuyor. İyice yaşlandı, başına bir şey gelecek diyeçok korkuyorum. Kızım karımla birlikte yaşıyor.""İstanbula dönmeyi düşünmüyor musunuz?" Eşref bakışlarını Esraya çevirdi. Bugüne kadar hiçbakmadığı gibi, sanki bir sır verecekmiş gibi derin derin baktı. Önemli bir şeyler söyleyeceğinihissetmişti Esra, dikkat kesilerek dinlemeye hazırlandı ama Eşref işlediği suçun açığa çıkmasındançekinen bir çocuk gibi bakışla-rını aniden kaçırdı."Düşünmüyorum," dedi kaçamak bir yanıtla. "Peki sizin kiminiz var İstanbulda." "Annemle,babam." "Siz onların yanında mı kalıyorsunuz?" Esra gülmeye başladı."Yapmayın Yüzbaşı, siz beni üniversiteyi yeni bitirmiş genç bir kız sandınız galiba. Ailemdenayrılalı yıllar oldu. Üniversiteyi bitirdiğim yıl, yani bundan on yıl önce evlenip kendi evimetaşınmıştım. O gün bugündür, Küçük Çamlıcada bir dairede oturuyorum."Eşrefin yüzünü mahcup bir ifade kapladı. Ama belli etmemeye çalışarak başıyla Esranın sol elinigösterdi. "Nikâh yüzüğünü göremeyince sizi bekâr sanmıştım."53"Boşandım... İki yıl önce ayrıldık."O sırada asker yeni çayları getirip eski bardakları topladı. Esra çantasından sigara paketini çıkardı,Eşrefe uzattı. Pakete uzaktan şöyle bir baktı Yüzbaşı. Esra almayacak sandı ama uzanıp bir taneçekti."Bir tane içersem kıyamet kopmaz herhalde," diyerek sigarayı dudaklarının arasına yerleştirdi."Hiç içmediniz mi?" diye sordu Esra, kendisi de paketten bir sigara çıkarırken.Eşref anlamlı anlamlı gülümsedi."Bir yıl öncesine kadar sıkı tiryakiydim. Sonra doktorlar yasakladı."Sigaraları yakarken sordu Esra."Doktorlar mı? Önemli bir rahatsızlığınız yoktur uma-rım."Yok, yok," dedi, "doktorları bilirsiniz."Esranın ilgiyle kendisine baktığını fark edince hemen değiştirdi konuyu."Aslında bu sigarayı ilk bırakışım değil. Kuleli Askeri Lisesine girmemle birlikte sigaraya dabaşlamıştım. Bilirsiniz, büyük görünme hevesi. Ama şansızlığım mı diyeyim yoksa şansım mı, birgün, bütün öğrencilerin hayran olduğu okul komutanımız Kurmay Albay Salih Sorgunayakalandım. Bizim için bir efsaneydi Albay Salih. Uzun boyluydu, Mustafa Kemal gibi sarışın,mavi gözlüydü, çok heybetli bir adamdı. Hareketlerinde en küçük bir yapaylık göremezdiniz.Bakışı, davranışları, sözleri, üniformasıyla tam bir askerdi. O yanımızdan geçerken, anında esasduruşa geçer, soluklarımızı bile tutardık. Düşünün, ben o adama yakalandım. Aslında bunayakalanma da denmez, yalnızca gördü beni. Öfkelenmedi, kınayan bakışlarla süzerek,At onu elinden, dedi sertçe. Hemen attım. Çok utanmıştım. Disipline verileceğim, diye korktum.Verilmedim, kimse uyarmadı bile ama ben bir daha sigaraya el sürmedim. Ta ki doksan birdeŞırnaka gidinceye kadar."54Yeniden sustu Yüzbaşı. Sigaranın ateşine dalıp gitmişti."Şırnaktan sonra yeniden mi başladınız?" diye sordu Esra, varlığını hatırlatmak istercesine."Dağda,"dedi Eşref. Sanki rüyada konuşur gibiydi. "Aslında biz arazi derdik, dağ diyenteröristlerdi." Sessizce gülmeye başladı, başını sallayarak sürdürdü sözlerini. "Savaş uzun sürünceinsan düşmanına benziyor. Onlar gibi konuşuyor, onlar gibi düşünüyor, onlar gibi davranıyor."Birden tedirginleşti, henüz yarısı bile içilmemiş sigarayı yere atarak mırıldandı. "Kusura bakmayınanılarımla canınızı sıktım.""Hayır, hiç de canımı sıkmadınız. Lütfen devam edin," dedi Esra ama çok geçti, aralarında yinesuskunluk başlamıştı. Soru dolu bakışlarını Eşrefin yüzüne diken Esra sonunda sıkılarak Fıratabakmaya başladı. Suskunluğu Yüzbaşı bozdu.
- "Size bir şey söyleyeyim mi Esra Hanım," dedi ciddi, duygudan yoksun bir sesle. "Ben bu işiŞehmuzun yaptığına pek ihtimal vermiyorum."Yüzbaşının bu tuhaf ruh hali, anlamlandırmakta güçlük çektiği davranışları, sinirlendirmeyebaşlamıştı Esrayı."Neden?" Sesini Yüzbaşınınki gibi duygudan yoksun bırakmaya çalışmıştı. "Nedeninanmıyorsunuz Halaf a?""Halaf a inanıyorum," diye düzeltti. "Ama bunlar Şehmuzun kızgınlıkla söylediği sözler. NeŞehmuz, ne de Me-mili, Hacı Settarı öldürmeye cesaret edemez. Bunlar küçük adam.Cinayetlerinin sonucunu kaldıracak tipler değiller.""Kıskançlık çok güçlü bir duygudur Yüzbaşı," diye karşı çıktı Esra. Kollarını kavuşturmuş,kendinden emin bir tavırla bakmaya başlamıştı Yüzbaşıya. "Kıskanç insan çoğunlukla sonucunudüşünmeden hareket eder.""Haklı olabilirsiniz ama Şehmuz gibi birinin o kadar güçlü kıskançlık duyabileceğini desanmıyorum. Onun55duyabileceği kıskançlık, Hacı Settara arkadan küfredecek kadardır ancak."Eşrefin böyle bilgiç bilgiç konuşmasıyla iyice öfkelenen Esra, "Şehmuzu bu kadar iyi mitanıyorsunuz?" diye soracaktı ki, telsizin cızırtıları artmaya başladı."Bizim çocuklar olabilir," diyerek telsizi aldı Eşref."Burası karakol, evet sizi dinliyorum." Cızırtıların arasından ince bir erkek sesi yükseldi."Ben İhsan Başçavuş, komutanım.""Evet İhsan, yakaladınız mı zanlıyı?""Yakaladık komutanım. Şu anda Antep yolundayız.""Antep yolunda ne işiniz var?""Zanlıyı, Antepe kaçarken yakaladık komutanım. Dönüyoruz."Eşrefin bakışları bir an Esraya kaydı, genç kadın haklı çıkmanın gururuyla gülümsüyordu."Tamam İhsan, sizi bekliyorum," diyerek masanın üzerine bıraktı telsizi."Görüyorsunuz," dedi Esra kinayeli bir sesle. "Siz inanmadınız ama adam kaçmaya çalışıyormuş.""Anlayacağız Esra Hanım," dedi Eşref de gülümsemeye çalışarak.O anda Halaf m karakol binasından çıkarak masaya yaklaştığını gördü Esra. Toparlanmaya başladı."Gidiyor musunuz?" dedi Eşref, üzülmüş gibiydi."Yapılacak işler var," dedi Esra, gözlüğünü şapkanın içine atarken. "Hem kalsam da beni sorguyasokmazsınız.""Ne yazık ki hayır, ama size sonucu bildireceğim.""Çok sevinirim," dedi Esra, sonra masaya yaklaşmış olan Halaf a dönerek sordu. "Tamam mı,gidelim mi?" i?" ."Tamam Esra Hanım," dedi Halaf. Bunları söylerkm^ tıpkı çayları getiren asker gibi esas duruşageçmişti."O zaman eve dönebiliriz."Esra da doğrulmuştu."Kasabaya uğrayıp biraz erzak almamız lazım," dedi Halaf.56"Bugün kasabaya inmeseniz iyi olur," diyerek araya girdi Eşref. O da ayağa kalkmıştı. "Olay henüzçok sıcak. Kendini bilmezin biri, size zarar verebilir."Halaf in uysal yüzünde kararlı bir ifade belirdi."Siz merak etmeyin komutanım. Evelallah ben yanında olduktan sonra Esra Hanıma kimse bir şeyyapamaz."Esra yanında eski zaman kabadayısı gibi kabarıp duran Halaf ı tatlı bir gülümsemeyle süzerek,"Kasabaya inmemiz şart mı?" diye sordu."Şart değil ama hani buraya kadar gelmişken..."
- "Şart değilse gitmeyelim, boş yere ortamı gerginleştirmenin anlamı yok." Sonra Eşrefe dönerekkaygı yüklü bir ifadeyle sordu:"Peki ne zaman bitecek bu?""Keşke bilseydim," dedi Eşref. "Şu cenaze bir kalksın, bakalım."Esra tümüyle unutmuştu cenaze törenini."Sahi ne zaman kalkıyor cenaze?""Yarından önce kalkacağını sanmıyorum. Savcı cesedi otopsi için Antepe yolladı.""Cenazeye ben de katılmak istiyorum.""Üzgünüm ama bu imkânsız. Kadınların cenazeye katılmasını pek hoş karşılamıyorlar. Daha sonraeve taziyeye gidersiniz. Buralarda yas uzun sürer."57dördüncü tabletEy uzun süren yasımın tanığı olan kişi! Ey yaşananların arkasındaki sırları aralamaya çalışan sabırlıokur! Sana damarlarında aynı kanı taşıyan iki insanın, birbirlerine duydukları derin nefretianlatacağım. Benzer iki bedenin birbirine hiç benzemeyen ruhlarını anlatacağım. Sana bir babayla,oğulun dinmek bilmeyen düşmanlıklarını anlatacağım. Sana, Fırtına Tanrısı Teşupun benilanetlemesine neden olan ailemin içindeki büyük huzursuzluktan söz edeceğim.Büyükbabam Mitannuwa, öz oğlu Ararası en kötü düşmanı kadar bile sevmezdi. Oysa babam buülkede kraldan sonra ulaşılabilecek en yüksek mevkiye gelmişti. Yaşlı olmamasına karşın soylularmeclisinde sözü en çok dinlenilen kişiydi. Ama bunların hiçbiri Büyükbabam Mi-tannuwaninumurunda değildi. Oğlunu sevmiyordu. Bunu açıkça dile getirmekten de çekinmiyordu. Baş başakaldıklarında ya da herkesin içinde, öz oğlunu aşağılayıp dururdu. Babam Araras ise duygularınıöyle ulu orta yerde göstermemesine karşın o da yaşlı Mitannuwadan hiç hoşlanmazdı.Babamın anlattıklarına göre, daha doğar doğmaz ona düşman olmuştu büyükbabam. Çünkübüyükbabamın ilk karısı Tunnawi babamı doğururken ölmüştü.Tunnawi, büyükbabamın gözdesi, en büyük aşkıymiş. Ona kalbimin sevgilisi, diye hitap edermiş.Tunnawi de büyükbabamı sever, bir dediğini iki etmezmiş. Tunnavi babama hamile kaldığıgünlerde büyükbabam Fıratta irice bir sazan balığı tutmuş. Sazan balığının karnını açtıklarındanehirde hiç rastlamadıkları türden kara bir balık58çıkmış. Büyükbabam bunu uğursuzluk alameti sayıp falcıya koşmuş. Falcı da bunun kötü biralamet olduğunu söyleyerek balığı tekrar Fırata atmasını söylemiş. Büyükbabam, falcınındediklerini anında yerine getirmiş. Ama bu önlem hiçbir işe yaramamış, Fırtına Tanrısı Teşup güzelTunnawiyi büyükbabamdan daha çok sevmiş olacak ki yanına almış.Tunnawinin öldüğünü duyan büyükbabam yemeden içmeden kesilmiş, saraya günlerce gidememiş,asıl önemlisi yeni doğan oğlunun yüzüne bile bakmamış. Ancak günler sonra oğlunu kucağınaalmış ama karısının ölümünden hep babamı sorumlu tutmuş. "O beni hiç bağışlamadı," diyeanlatırdı babam. "Bir gün olsun sevgiyle yü-züme baktığını görmedim, şefkatle elime dokunduğunuhissetmedim. Ben onun için bir oğul değil, karısının ölümüne neden olan kişiydim.Çocukluğumdan yetişkinliğime kadar böyle davrandı bana. Tanrılara şükür ki kralımızın babasıKamanas beni himayesine aldı, oğluyla bir tuttu. Bu yüzden babamın daha fazla kötülüğüdokunamadı bana. Babama kalsa beni bir yazman değil de çoban ola-rak yetiştirirdi ama şimdi tanrıolan kudretli eski kral Ka-manas, oğlu Astarus gibi benim eğitimimi de üstüne aldı. BeniMitannuwaya karşı korudu. Babam, benden intikamını alamadığı için aramızda yaşadığı müddetçebana düşman olmayı sürdürdü. Bir oğul olarak babamı hiçbir zaman bağışlamayacağım."Babam Araras bunları anlatırken ince uzun yüzündeki kanm çekildiğini görür, kısılmış gözlerindealev alev yanan derin nefretten ürkerdim. Ama bazen de babamın ke-derlendiğini fark ederdim.Sarayda en önemli görevlerin üstesinden gelen bu kendinden emin adamın yüzüne, öz babasıtarafından sevilmeyen öksüz bir çocuğun mahzunluğu çökerdi. Büyükbabam Mitannuwayi çok
- sevmeme karşın böyle zamanlarda ona kızmaktan kendimi alamazdım. Fırat kıyılarının en bilgeadamı öz oğluna karşı nasıl bu kadar acımasız olabilirdi, anlayamazdım59beşinci bölümFıratın bereketli sularına koşut akan asfalt yolda sarsılarak ilerleyen minibüs, kampa vardığındavakit öğleyi bulmuştu. Ortalık cayır cayır yanıyordu. Okulun önündeki küçük koruda ince dalları,tiril tiril yapraklarıyla sanki birbirleriyle yarışırcasına gökyüzüne uzanan kavak ağaçlarından gelencırcır böceklerinin inatçı şarkılarını da saymazsak ortalık sıcak bir sessizlikle kaplanmıştı.Belki bir parça serinlik gelir diye pencereleri ardına kadar açık olan dersliğe girdiğinde Esranıngördüğü manzara memnuniyet vericiydi. Kemalle Teoman bilgisayarların başına geçmiş harıl harılçalışıyorlardı. Teoman antik kentin çizimleriyle uğraşıyor, Kemal kazıda bulunanların dökümünüyapıyordu. Arkadaşlarını hiçbir şey olmamış gibi böyle işbaşında görünce, yoksa ben miabartıyorum, diye düşünmekten kendini alamadı. Bir cinayet işlenmişti ama bu yörede o kadar çokinsan öldürülüyordu ki. Hacı Settarın yüzü geldi yeniden gözlerinin önüne. Evet, üzüntü verici birolaydı ama Berndin de söylediği gibi onlarla ne ilgisi vardı bunun. Nasıl olmuştu da bu olay, onubu kadar huzursuz edebilmişti? Bunun için Yüz-başıyı suçladı. Sabahleyin daha güneş doğmadanhaberi getirmesi, o ürkmüş tavırları, ister istemez onu da etkilemişti. Yüzbaşıya uyduğu içinkendine kızdı. Ondan61hoşlanabilirdi ama düşüncelerini bu kadar kolay etkilemesine izin vermemeliydi. 7"Selam Esra," dedi içeri girdiğini fark eden Teoman. "Nasıl geçti?""İyi," dedi Esra şapkasıyla gözlüğünü çıkartırken. "Çok iyi, Şehmuz kaçarken yakalandı. Bir decinayeti işlediğini itiraf ederse bu beladan kurtulmuş oluruz."Gözlerini bilgisayar ekranından bir süreliğine ayıran Kemal, eliyle Esrayı selamladıktan sonra,"İşler yoluna giriyor ha," diye mırıldandı. Esra ona yanıt vermek yerine, "Ötekiler nerede?" diyesordu. Kemalin suratı asıldı, soruyu Teoman yanıtladı. "Tim, Elif ve Muratla birlikte Yazır köyünegitti. Kitabı için köylülerle konuşacakmış. Elif fotoğraf çekecek. Murat da peşlerine takıldı.""Timin tablet çevireceğini sanıyordum," dedi Esra. Düş kırıklığına uğramış gibiydi. Ellerindeçözülmesi gereken üç tablet daha vardı.Esranın sesindeki tınıyı alan Kemal bilgisayarla ilgilenmeyi bıraktı."Ben bu Timi pek anlamadım zaten," dedi kızgınlığını gizlemeye gerek duymadan. "Adamarkeolog mu, sosyolog mu, belli değil. Kazı yerinde hiç durmuyor. Sürekli çevreyi dolaşıp duruyor.Fırat kenarında bilmediği köy, ahbap olmadığı köylü yok.""Eee adam beş yıldır burada," diye açıkladı Teoman. "O kadar yıl gelip gitseydik biz de onun kadariyi tanırdık yöreyi.""Elifi de anlamıyorum," diye yakınmayı sürdürdü Ke^ mal. "Niye takılıyor ki bu herifin peşine?"Kemalin Amerikalıyı kıskandığını bilen Teoman bıyık altından gülerek kışkırttı arkadaşını."Eee adam yakışıklı oğlum, üstelik yabancı. Bizim kızlar bayılır yabancı erkeklere."62"Baydırmış," diye köpürdü Kemal. "Ulan, herif Elifin babası yaşında.""Rahmetli Freud boşuna mı Elektra Kompleksi üzerine kafa patlatmış oğlum.""Başlarım ulan şimdi Freuduna da, Elektra komplek-sine de.""Yapmayın çocuklar," dedi Esra. Sabahki gerginlikten kurtulmanın verdiği rahatlıkla o dagülüyordu. "Timle Elif arasında bir şey yok."Kahkahalarını koyveren Teoman eliyle Kemalin başına dostça vurdu."Bence de yok, ama bu salak, kıza kör kütük âşık olduğu için var zannediyor.""Salak sensin lan," diyerek başını geri çekti Kemal. "Benim yerimde sen olsan, ne yapardın acaba?""Şaka bir yana Timin bizimle çalışması büyük şans," diyerek ciddileşti Esra. "Düşünsenize, Timolmasaydı, tabletler üniversiteye gidecek de, oradaki Akadça bilen biri tarafından çözülecek de...Bulduğumuz metinleri günü gününe öğrenebilmek büyük bir ayrıcalık. Ondan her gün kazının
- başına gelmesini bekleyemeyiz. O bir uzman." Biraz duraksadıktan sonra önemli bir fırsat kaçıyor-muş gibi başını sallayarak ekledi. "Ama bugün tabletleri çözse iyi olacaktı... Tatil gününde kitabıiçin çalışmak istedi anlaşılan. Neyse, adamın bu kadarcık lüksü olsun.""Olsun tabii," diye iğneleyici bir tavırla söylendi Kemal. "Biz tatil matil demeyip, ekran karşısındakafa patlatalım, beyefendi de cipe atladığı gibi köy köy gezsin.""Hadi hadi bırakın şikayeti de işinize dönün," diyerek Kemali yatıştırmaya çalıştı Esra. "Peki,Bernd nerede?""Nereden bilelim," dedi Teoman, "odasında değilse bisiklete biniyordur... Tenezzül edip bizimlekonuşmuyor ki... Ne yapacaksın o kendini beğenmiş herifi?"Aslında Esranın da Bernde karşı duyguları Te-omanınkinden farklı değildi. Ama belli etmekistemedi.63"Bakıyorum da ekipte yabancı düşmanlığı başlamış.""Yapma Esra," diye isyan etti Teoman. "O Nazi suratlı heriften sen de hoşlanmıyorsun.""Böyle konuşmamalısın... O kötü biri değil. Sadece tarzı farklı.""Tarzını değiştirse iyi olacak," diye homurdandı Teoman. "Bütün ekip ona uyamaz.""Bence sen sakin olsan daha iyi olacak," diye azarladı Esra. "Kazı bizim ülkemizde, bizimsorumluluğumuzda yapılıyor.""Üstelik parasını da Almanlar veriyor," diye iğneledi Teoman."O da var. Evet, parayı Almanlar veriyor ama Bernde bunun için katlanmıyoruz. O ekipten biri. Veben ekipten kimsenin dışlanmasını istemiyorum."Teoman sıkıntıyla Esraya baktı ama bir şey söylemedi. Suskunluğu söylediklerinin kabul edilmesiolarak yorumlayan Esra, daha fazla konuşmaya gerek duymadan toparlandı."Bana ihtiyacınız yoksa gidip ona bir bakayım." Kapıya yaklaşırken döndü, "Yemekte görüşürüz,"dedi arkadaşlarının gönlünü almak istediğini belli eden yumuşak bir sesle. "Halaf, enfes bir mücveryapıyor, yanında da halis tereyağından bulgur pilavı ve bol salata."Duvarlarında ince çatlaklar oluşmuş, sıvaları dökülmüş koridorda ilerlerken Teomanın haklıolduğunu düşünüyordu. Bugüne kadar katıldığı kazılarda Berndden daha sevimsiz birinigörmemişti. Soğuk, hırslı, geçimsiz... Bisiklet tutkusu da olmasa adamın sıradan yaşamla hiçbirilgisi yok denebilirdi. Boş zamanlarında ekiptekilere katılmaz ya h odasına kapanıp çalışır ya dabisiklete atlayıp çevre köylerde geziye çıkardı. Ama Bernd ne kadar uzak durmaya çalışırsa çalışsınonu kazanmak, aradaki soğukluğu gidermek Esranın göreviydi. Arkeologlar, öteki bilim adamlarıgibi yalnızca kendi konusu olan şeylerle ilgilenmek64durumunda değillerdi, onlar aynı zamanda usta bir organizatör, insanlarla iyi ilişkiler kurabilen birpsikolog da olmak zorundaydılar. Berndle iyi geçinmekten başka çaresi yoktu. En azından elindengeleni yapmalıydı...Alman arkeologun aralık kapısını bu duygularla tıklattı. "Girin," sesini duyunca gülümseyerekbaşını uzattı."Vaktiniz var mı/"Eşyaların düzenli olarak yerleştirildiği derslikte Bernd oturduğu sıradan başını kaldırmış kapıyabakıyordu. Elinde bir tükenmez kalem, önünde kâğıtlar vardı."Buyrun, buyrun lütfen," dedi koyu Alman aksanlı Türkçesiyle."Çalışıyor muydunuz?" diye sordu Esra kapının önünde."Mektup yazıyordum," dedi Bernd yuvarlak camlı gözlüklerini geriye iterek, böylece çelik mavisigözbebekleri iyice ortaya çıktı."Özür dilerim, o zaman daha sonra geleyim.""Hayır, gitmeyin. Lütfen girin, mektup bitti." Bernd eliyle yanındaki sırayı gösteriyordu. "Gelin,şöyle oturun."
- Sabahki tartışmayı unutmuş gibiydi. Gösterilen sıraya oturdu Esra. Gözleri Berndin önündekikâğıtlara kaymıştı. Yoksa Alman Arkeoloji Enstitüsüne rapor mu yolluyor, diye düşündü kaygıyla."Mektup," diye açıkladı Bernd sanki genç kadının aklından geçenleri okumuş gibi. İnce uzunyüzündeki keskin çizgiler gevşemiş, çelik mavisi gözlerindeki sert ifade yumuşamıştı. "KarımVartuhiye yazıyorum. Almanyaya."İsmi garip bulmuştu Esra."Vartuhi mi?""Evet, Ermeni dilinde gül demek," diye açıkladı Bernd, tatlı bir sesle.Karısını çok seviyor diye düşündü Esra. Eski kocası Orhan geldi aklına nedense.65"Haçik, yani benim kayınpeder Türkiyede doğmuş," diyen Berndin, söylediklerinin anlamını birazgeç de olsa sonunda kavradı. "Türkçeyi ilk onlardan öğrendim.""Ciddi misiniz?" diye sordu ilgiyle. "Ne zaman ayrılmışlar Türkiyeden?""Çok önce," dedi Bernd. Açık renk gözlerindeki parıltı donuklaşmıştı. "Çok önce... Savaş zamanı.Kötü günler... Kötü olaylar yaşamışlar. Türkler acımasız davranmış onlara. Erkeklerini öldürmüş,kadınlara tecavüz etmiş, yaşlı çocuk demeden halkı sürmüşler."Az önceki samimi Bernd gitmiş, Esranın alışık olduğu, o eski suratsız Alman gelmişti."Bu tür olaylar ne yazık ki her ülkenin tarihinde var," diye kendini savunma gereği duydu Esra."Ama çok kötü," diye yüzünü buruşturarak devam etti Bernd. "Benim kayınpederin babası ölmüş,annesini yanına almış, güçlükle Fransaya kaçmışlar. Ama bir türlü alışamamış, vatanım, vatanımder durur. Bir yandan da Türklere lanet okur.""Kolay değil tabii," diye alttan aldı Esra. "Ama bu olaylar çok tartışmalı.""Tartışacak bir şey yok," dedi Bernd kendinden emin bir tavırla. "Bu bir soykırım. Dünya böylekabul ediyor. Bir tek Türk Hükümeti inkâr ediyor."Esra kendini kontrol etmeye çalışıyordu,"Sizin de sabahleyin söylediğiniz gibi bu bizim konumuz değil. İsterseniz gerçeğin araştırılmasınıtarihçilere bırakalım da biz kazımıza dönelim."Bernd sanki Esrayı duymamış gibi sözlerini sürdürdü."Onca vahşete karşın yine de bu ülkeyi çok seviyorlar. Geçen yıla kadar Vartuhiyle birliktegeliyorduk. Kayınpeder de çok merak ediyordu buraları. Her Türkiye dönüşü, bizi soru yağmurunatutar.""Karınız bu yıl gelmedi mi?""Gelmedi. Hamile."66"Keşke gelseydi," dedi bir uzlaşma kapısı bulduğuna inanarak. "Kaç aylık hamile?""Altı aylık," dedi Alman. Sesi yine yumuşamış, bakışlarındaki donukluk kaybolmuş, mavi gözleriikindi güneşinin altındaki Fıratın rengi gibi tatlı bir ışıltıya boğulmuştu."Bebeği eylül başında bekliyoruz.""Cinsiyeti belli mi?""Kız," dedi Bernd, "benim istediğim gibi. Kız çocuklarına bayılırım.""Ben de, daha sevimli, daha güzel oluyorlar.""Sizin çocuğunuz var mı?"Esra bakışlarını kaçırdı."Yok," dedi. Bir an beş aylık hamileyken düşürdüğü kız çocuğunu anlatmak istedi, sonra vazgeçti."Hayır, çocuğum yok."Esranın kederlendiği Berndin gözünden kaçmamıştı."Üzülmeyin, daha gençsiniz, bir gün olur."Hiç olmayacak, diye geçirdi içinden Esra ama bunu da söylemedi Bernde."Beni bırakalım," diye mırıldandı gülümseyerek. "Ne isim vereceksiniz kızınıza.""Mayreni," dedi Bernd. "Vartuhi öyle istiyor. Büyükannesinin adıymış."
- "Umarım Mayreni sağlıklı ve uzun ömürlü olur.""Umarım. İyi dilekleriniz için teşekkürler."Bundan daha uygun bir zaman bulamayacağını düşünen Esra,"Sabah size biraz sert davrandım," dedi ezik ama kendinden emin bir tavırla. "Kırdıysam özürdilerim."Bernd dikkatle baktı. Sonra başını salladı."Hayır, hayır. Özür dilemenize gerek yok. Sizin göreviniz. Ben düşüncemi söyledim, siz desöylediniz. Hiç sorun yok."Esra rahatlamıştı. Alman arkeologun sabahki tartışmanın rövanşını almak isteyeceğini,hırçınlaşacağını, bu67yüzden anlaşamayacaklarını düşünüyordu. Karşısındaki Timothy olsa, anlaşmak çok kolaydı.Timothy sağduyuluydu, çok iyi bir eğitim görmüştü, deneyimliydi. Arkeolog olmak henüz Esranınaklının ucundan bile geçmezken o, Mezopotamyanın kumla örtülü höyüklerinden çıkan tabletleriçözüyordu. Ama bu niteliklerini hiçbir zaman üstünlük sağlamak için kullanmamıştı. Tabletleredokunmak, yazıları çözmek, ekiptekilerle yan yana, omuz omuza olmak ona yetiyordu. Esra, bazenonun bir şeyler gizlediğini düşünmesine karşın şu ana kadar hiçbir olumsuzluğunu görmemişti.Kendini öne çıkarmak, ne kadar bilgili, ne kadar deneyimli olduğunu göstermek gibi bir derdiyoktu. Belki de bu yüzden Kemal hariç ekipteki herkesin sevgisini kazanmıştı. Aynı şeyler Almanarkeolog için söylenemezdi. O da çok iyi bir eğitim almıştı, konusuna hakimdi ama başından berigereksiz yere titizlik gösteriyor, her fırsatta sorun çıkarmaktan çekinmiyordu. Sürekli eksik arargibi bir hali vardı. Onun içtenliğinden emin olamamıştı Esra. Kaç kez keşke Berndi ekibe alma-saydık diye geçirmişti aklından. Ama Türkiyedeki üniversitelerde Alman arkeologlarınınyadsınmayacak bir etkisi vardı. Hititoloji Bölümünü Hitlerden kaçan Alman bilim adamlarıkurmuştu. Türkler, Almanların çalışma yöntemini benimsemişlerdi. Bu durumda Bernd gibi biriniekibe almamak kolay değildi. Ona katlanmaktan başka çaresi olmadığını düşünen Esra çatışmayagirmekten kaçınarak, kazıyı sürdürmek istiyordu. Ama Berndin şu an gösterdiği davranış onuşaşırtmıştı. Demek ki Alman hakkında yanılmışım, diye düşünmekten kendini alamadı. Belki deBerndi bu kadar huysuzlaşman şey, çok sevdiği Vartuhisinden ayrı düşmüş olmasıydı. Onadahaan-layışlı davranmalıydı. Minnetar bir bakışla Berndi süzerek"Böyle düşünmenize sevindim," dedi."Başka nasıl olabilir?" dedi Bernd, Esranın davranışını duygusal bulduğunu gizlemeye gerekduymadan. "Biz68burada dünyanın en zor işini yapıyoruz. Tartışma olacak ama hepsinden önce disiplin olacak. Sabahsöylediğiniz gibi buranın sorumlusu sizsiniz."Bu sözlerde de yukarıdan bakan bir hava sezdi Esra ama aldırmadı. Kazı başladığından bu yanaBerndle ilk kez olumlu bir diyalog kurmuştu. Çok farklı yapıda iki insan olduklarının biliyorduama bugünkü konuşma aralarındaki buzları kırmış, onları yakınlaştırmıştı.69beşinci tabletBüyükbabam Mitannuwa ile Babam Ararasın yakınlaştıklarını hiç görmedim. Aralarındakidüşmanlık konusunda da farklı şeyler anlatırlardı. Büyükbabama göre babam Asurlu bir tüccardançok daha kurnaz, çok daha yalancıydı. Ona göre babam uğursuz bir tohum, vefasız bir evlatolmanın ötesinde Fırat kıyılarının en iyi eğitilmiş alçağıydı.Babamın anlatıklarının ilk kısmını o da doğruluyordu. "Kalbimin sevgilisi Tunnawiyi tanrılarelimden çekip alınca, karaya vurmuş yayın balığı gibi ne yapacağımı bilemez olmuştum," diyeanlatırdı büyükbabam. "Değil baba olduğumu, kendimi bile unutmuştum. Tunnawi benim çocuklukaşkımdı, onunla birlikte büyümüştük. O benim her şeyimdi. O ölünce hiçbir şeyin anlamıkalmamıştı. İyi yürekli kralımız Kamanas dahil kimseyle karşılaşmak, konuşmak içimden
- gelmiyordu. Fırtına Tanrısının yeryüzündeki gözdesi, kahraman kralımız, efendimiz Kama-nasında izniyle sadık kölelerimden ikisini yanıma alıp Fıratın ortasındaki küçük adacığa gittim.Kölelerim beni, salla adaya bırakıp geri döndüler.Üç gün üç gece o küçük adada deliler gibi dolandım, üç gün üç gece köpekler gibi acıyla uludum,üç gün üç gece yaslı kadınlar gibi ağladım. Birinci gecenin sonunda sesim kısıldı, ikinci geceninsonunda göz pınarlarım kurudu, üçüncü gecenin sonunda takatim tükendi, dördüncü gün güneşdoğarken ışığı yitirdim. Işığı yeniden gördüğümde evimde, yatağımdaydım. Ellerim, yatağımışenlendiren, kalbimin sevgilisi güzel Tunnawiyi boşuna aradı hoş kokulu serin çarşafların arasında.Yas gecesinin kara70tülleri yüreğimi yeniden sarmalayacakken, hiç olmayacak bir şey oldu. Merhametli Kral Kamanasevime geldi. Düşünebiliyor musun, büyük insan, kahraman kral, tanrıların yeryüzündeki temsilcisiKral Kamanas bana bahşettiği topraklar üzerinde, onun emriyle yapılan evime geldi. Bebeğikucağına aldı, Bak," dedi, "bu senin oğlun. Bak, ne güzel bir çocuk. Ona babamın adını vereceğim.Onun adı bundan sonra Araras olacak." Sonra bebeği bana uzattı. Şaşkınlık ve utanç içindekucağıma aldım. Masumluğundan, öksüzlüğünden haberi olmayan yavrumu acıyla, sevgiylebağrıma bastım.Oğlum büyüdükçe onu daha çok sevmeye başladım. Her gittiğim yere onu götürüyor, becerilerinigöğsüm ka-bararak izliyordum. Fırsat buldukça oğlumu, efendimiz, Kahraman Kral Kamanasınhuzuruna çıkarıyordum.Büyük Kral Kamanas, küçük Ararası o kadar çok sevmişti ki onun kendi oğlu Astarusla birlikteeğitilmesi onurunu bağışladı bize. Bu haberi duyduğumda başım göklere erdi, gözyaşlarını sevinçiçinde çağladı. Kralımızın aileme bahşettiği bu onurla günlerce sarhoş gezdim. Ama uğrayacağımkara ihanet, nasıl ahmakça bir yanılgı içinde olduğumu bana gösterecekti.Oğlum büyüdükçe bana daha çok benziyordu ama bedenindeki benzerlik davranışlarına hiçyansımıyordu. Bir rahip kadar saygılıydı, bir köle kadar çalışkandı, iyi bir yazman gibi zekiydi.Fırtına Tanrısı Teşup, bir babanın evladında görmek isteyebileceği bütün iyi nitelikleri vermiştiona. Söylediklerime hiç karşı çıktığını görmemiştim. Ne kadar sert konuşursam konuşayım. Benisonuna kadar dinlerdi ama oğlumun bakışlarında öyle bir gölge, davranışlarında öyle bir sinsilikvardı ki işte beni bu çok korkutuyordu. Onun gözlerinde çocuksu bir bakış, dudaklarında saf birgülümseyiş hiç görmedim. Davranışları, sözleri, gülümseyişi daha o günlerde bile her gün kralınpeşi sıra dolaşan bir yazman gibi kontrollü ve ölçülüydü.71Dostlarım oğlumun niteliklerinden övgüyle söz ediyorlardı. Bense kaygı duyuyordum.Kaygılarımın haksız olmadığını çok geçmeden öğrenecektim.Kudretli Kralımız Kamanas aslan avında, attan düşerek ölünce, oğluma ve onun dediğindençıkmayan genç kral Astarusa gün doğdu. Kahraman Kral Kamanasm on dört gün süren ölümtöreninin ardından, daha külleri konulduğu kaba yerleşmeden büyük entrikayı başlattılar. Öz oğlumAraras genç Kral Astarusu yaşlılardan kurtulması gerektiği konusunda ikna etmişti. Benigörevimden aldılar, onuruma gölge düşürmek istediler. Ama buna güçleri yetmedi. Onlar yalnızcakrallığın bana verdiği adı, gücü, yetkiyi elimden aldılar. Özgürlüğüme ve saygınlığımailişemediler."Büyükbabam Mitannuwanin öfkeyle anlattığı olayları dinlerken, söylediklerinin ne kadarınıngerçek, ne kadarının abartılı olduğunu düşünürdüm. Büyükbabam saman alevi gibiydi çabuk parlar,çabuk sönerdi. Bir kere parlayınca da kendi kaybeder, ağzına ne gelirse söylemekten çekinmezdi.Bu yüzden onun babam hakkında söylediklerini dinlerken karşımda öfkesine yenik düşmüş birdelikanlı varmış gibi dikkat kesilirdim, ona inanmadan önce defalarca düşünürdüm.72altıncı bölüm
- Yemekten sonra çardağın gölgesinde oturup, olanları düşünerek zaman geçirmeye çalışmıştı Esra.Ama bir noktadan sonra düşünceleri ilerlememeye başlamış, hep aynı yerde, Şehmuzun neleranlatacağına takılıp kalmıştı. Acaba suçunu itiraf etmiş miydi? İtiraf ettiyse işin arkasında başkakimler vardı? Onun söyleyeceklerini bilmeden olayları yorumlamak olanaksızdı. Bu yüzdensorgunun sonucunu beklemek zorundaydı. Ama saatler geçiyor, Eşreften ses seda çıkmıyordu.Bekledikçe iyimserliğini yitirmeye, sabahki tedirgin ruh halini yeniden kazanmaya başladı.Yakıcı sıcağa karşın, keşke kazı bekçisi Seloya yemek götüren Halaf la birlikte gitseydim, diyedüşündü. Belki kazı yerinde vakit daha kolay geçerdi. Ama geçmiş olsun, Halaf çoktan kazı yerinevarmış olmalıydı. Hatta yaşlı Se-lo yemeğini yemiş, tabakasındaki kaçak tütünden iki sigara sarmış,Kral Kapısındaki incir ağacının gölgesine uzanıp karşılıklı tüttürmeye başlamış bile olabilirdi. Şuanda onların yanında bulunmayı, bu yıl toplanacak hasat ya da Fırata kurulan barajlar nedeniyle,oluşan yapay göller yüzünden değişen iklim üzerine yaptıkları sohbeti dinlemeyi istedi. Sonundaodasına çekildi, sıkıntıyla yatağına uzanarak, ne zamandır bitirmek için uğraştığı tarih romanını73okumaya çalıştı. Dikkatini veremeyince, kitabı bıraktı, kalktı; ön tarafa, bilgisayarların bulunduğuodaya yönel-di.Odada yalnızca Kemal vardı; Teoman, Hattuç Ni-nenin nar bahçesindeki koyu gölgeli cevizinaltına kurulan hamakta uyumaya gitmişti. Beklemenin gerilimini azaltmak için bilgisayarınınbaşına oturarak, çalışmaya başladı. Çıkarılan çömlekler, çömlek parçacıkları, sayısız mühür, Asuretkisi taşıyan iki bakır, bir gümüş heykelcik, Aram tarzında işlenmiş bir gerdanlık, bir vazo vetabletlerin dökümünü yapıyordu.Sarayın altındaki kütüphanenin küçük odasından şu ana kadar yirmi dört tablet çıkarmışlardı.Tabletlerden on tanesi Gılgamış Destanını anlatan metnin parçalarıydı, on dört tanesiysePatasananın yazdıkları. Gılgamış Destanını anlatan tabletlerin tersine Patasananın yazdıkları fazlazarar görmemişti. Saray çökünce yazmanın tabletleri sakladığı oda, taş yığınları ve molozlar altındakalmıştı. Ama Patasana Tabletleri pişirildikleri için dayanıklı çıkmış, daha önce defalarcakarşılaştıkları gibi gün ışığına çıkar çıkmaz dağılmamışlardı. Yine de onların hemen kâğıtkopyalarını almışlar, ayrıntılı fotoğraflarını çekmişlerdi. Üçüncü, dördüncü ve yedinci tabletlerdeçatlaklar vardı, ama parçalanmamışlardı.Esra, bu bilgileri kaydederken kulağı cep telefonunun zilindeydi. Ama telefon bir türlü çalmıyordu.Bir sorgu bu kadar uzun sürer miydi? Belki de sorgu çoktan bitmişti de Yüzbaşı ona haber vermeyegerek duymuyordu. Ben ara-sam, diye düşündü bir an. Sonra vazgeçti; ya sorgu devam ediyorsa?Onları rahat bırakmalıydı, Yüzbaşı nasıRölsa arardı. Arar mıydı? Sabahın köründe cinayet haberiniveren adam, katilin itiraf edip etmediğini bildirmekten çekinmezdi herhalde... Sahi Yüzbaşı, onunhakkında ne düşünüyordu acaba? Birkaç kez yüzünde gezinen tutkulu bakışlarını yakalamıştı. Amabu kaçamak bakışları doğruyorumlamak çok zordu. Uzun süredir kadınsız olan bir erkeğin açlığını ele veren işaretlerdi obakışlar. Eh, ilişkilerde bu da küçümsenmeyecek bir şeydi. Ama Esranın istediği bundan fazlasıydı.Orhandan ayrıldıktan sonra onun da düzenli bir ilişkisi olmamıştı. Bir ara üniversitede Pre-historyaBölümünden Halukla çıkmıştı. Yakışıklı adamdı, ama o kadar gevezeydi ki ancak bir aykatlanabilmişti. Peki Yüzbaşıda ne buluyordu? Bunu kendi de bilmiyordu. Tek ortak yanlanikisinin de İstanbullu oluşuydu. Aldıkları eğitim, yaşama bakış açıları o kadar farklıydı ki...Karakolun bahçesinde yaptıkları konuşmayı anımsadı. Yüz-başının her olayın arkasında örgütaramasının ne kadar saçma olduğunu düşündü bir kez daha. Esrayı asıl öfke-lendirense,Yüzbaşının bir an içten görünüp yakınlaşmaya çalışması, sonra aniden geri çekilmesiydi. "Neistediğini bilmiyor," diye mırıldandı."Efendim," dedi, en az Esra kadar huzursuz olan Kemal, "bir şey mi söyledin?""Hayır, sana değil." Bakışlarını pencerenin önünde dikilen Kemale çevirmişti. "Kendi kendimekonuşuyordum." Konuyu değiştirmek için, "Hâlâ yoklar değil mi?" diye sordu.
- "Yoklar," diye söylendi sıkıntıyla. "Galiba akşama kadar da dönmeyecekler."Timothy ile Elif yemeğe de gelmeyince Kemalin bütün dikkati dağılmıştı, önce çizimlere devametmeye çalışmış, olmayınca bilgisayarda biraz tetris oynamış, sonra amaçsızca odada bir ileri, birgeri dolaşmış, bundan da sıkılarak yeniden tetrise dönmüş, nihayet pencere önünde dikilereksevdiği kızı beklemeye başlamıştı. En az bir saattir orada duruyordu."İstersen çıkıp dolaşalım biraz," dedi Esra dostça bir tavırla. "Güneş etkisini yitirdi."Kemal iç geçirdi."Fırata yüzmeye gidecektik. Gelir de beni bulamazsa..."75"Ama gecikti."Genç adam çaresizce boynunu büktü."Öyle," dedi, "ama onu beklemek zorundayım."Kemalin kararsızlığı canını sıkmıştı Esranın."Sen bilirsin," dedi, bilgisayarı kapatırken, "ben sıkıldım, biraz dolaşacağım."Koridora çıkınca bir müzik sesi çalındı kulağına. Bir viyolonsel derin derin inliyordu, arkada bellibelirsiz bir piyano sesi. Ses Berndin odasından geliyordu. Kapısını kapatmıştı, önünden geçerkenyavaşladı. Duygusal bir ezgiydi, müziği anımsıyordu ama bestecisini çıkaramadı. Berndin bumüziğin eşliğinde, karısına yazdığı mektubu özlemle, yüreği tatlı tatlı burkularak yenidenokuduğunu düşündü. Orhanla evliyken, kazıya gittiğinde o da böyle olmaz mıydı? Antik kentlerinbinlerce yıllık ıssızlığı ona da bulaşır, içini tuhaf bir hüzün kaplardı. Özellikle de işlerin sona erdiğiboş zamanlarda, hele yıldızların çakmaktaşı gibi gökyüzünde yanıp söndüğü gecelerde... Buçakmaktaşı lafı da Halaf indi. Nereden takılmıştı şimdi aklına? Ne oluyordu ona böyle. Başlarındabunca bela varken bir duygusallığı eksikti. Aklını başına topla Esra, diyerek çıktı okulunkapısından.Çardağın yanına gelince, kazı yerinden dönmüş olan Halaf ı gördü. Elinde bir hortumla sıcaktançatlamış toprağı ıslatıyor, açmaya hazırlanan mor gecesafalarına, kırmızı sardunyalara suveriyordu. Sardunyaların acı kokusunu içine çekerek,"Kolay gelsin," dedi."Sağ olun, etrafı serinleteyim, dedim.""İyi yapmışsın, ortalık mis gibi kokuyor. Kazı yerinde ne var ne yok ?""*"Her zamanki gibi," dedikten sonra duraksadı. "Ama Selo Dayıyı iyi görmedim.""Hayrola, hasta filan değil ya?""Yok, hasta değil de. Ne bileyim, eskiden gözümün içine içine bakan adam, şimdi ayağımabakıyordu."76"Bir şey mi söylemek istiyorsun?" dedi Esra, aşçıyı dikkatle süzerek."Bir şey yok da bu Selo Dayıya dikkat etmek lazım. Sınıra mayın döşenmeden önce kardeşiylebirlikte kaçakçılık yapardı bunlar. Kolay paraya alışıklar...""Ne demek kolay paraya alışıklar?" dedi Esra sert bir ses tonuyla. "Daha açık konuş. Bildiğin birşey varsa söyle.""Yok," dedi Halaf, "yukarıda Allah var, Selo Dayının bir haymlığını, çalıp çırpmasını görmedimama ne bileyim bugün bir tuhaftı. Hiç sormazdı, sizleri sordu. Yüzba-şının sabah okula geldiğinisöyleyince de yüzü kireç gibi bembeyaz oldu.""Canım bunda ne var? Adamcağız, bizi merak etmiş olamaz mı? Hem Yüzbaşıdan söz edilincesenin de betin benzin atmıyor mu? Ben Seloya güveniyorum. Onu bize Hacı Settar bulmuştu. Şuana kadar da görevini en iyi biçimde yerine getirdi. Dürüst bir adam o. ""Herhalde sizin söylediğiniz gibidir," diyerek geri adım attı Halaf, "ama sarımsağı gelin etmişlerkırk gün kokusu çıkmamış," demekten de kendini alamadı.
- "Merak etme, Selodan bize kötülük gelmez. Bırak bu kuruntuları da akşama ne yemek var, sen onusöyle.""Timothynin getirdiği şapıtları yapıyorum," dedi Halaf, sonra yüzünü ekşiterek söylendi. "KemalBey salça sarımsak koyma diyor ama, bu balıklar başka türlü lezzetli olmaz. Onun aklı denizbalığına gidiyor."Daha önce de bu tartışmalara tanık olan Esra bıkmıştı Kemalin mızmızlığından. Salçalı soskullanılması başta Esrayı da yadırgatmıştı ama balığı yiyip, lezzetinin farkına varınca, kesinlikleHalaf a hak vermişti. Ama Kemal balığı salçasız pişir, diye ısrar edip duruyordu."Sen bizimkileri salçalı pişir, onunkini de ayır. Nasıl istiyorsa öyle pişirsin."Halaf sonuçtan hoşnut mutfağa yollanırken çardağın77dalına asılı duran radyoda haberler başlamıştı. Vandaki çatışmalarda beş güvenlik görevlisininşehit düştüğünü, otuz iki teröristin öldürüldüğünü, operasyonların aralıksız sürdüğünü söylüyordu,tok sesli erkek spiker. Esra artık kanıksamıştı bu haberleri. Yine de "yazık çok yazık," demektenkendini alamayarak yürüdü.Sıcak kırılmaya başlamıştı, ortalık birkaç saat içinde serinlerdi. Esranın en çok sevdiği saatlerdibunlar. Ne şapkasını almış, ne de gözlüğünü takmıştı. Gözlerini kısarak ufka baktı. Parlaklığınıyitiren ışıklar, altın sarısından bal rengine dönüşerek ağır ağır sönüyordu.Nehre ulaşabilmesi için nar bahçesini enlemesine geçmesi, suyun kenarına kadar inen, bir yanı kuruotlar, bir yanı eflatun çiçekli dikenlerle kaplı patikaya ulaşması gerekiyordu. Hamakta uyumayagiden Teomanı görebilir miyim, diye nar bahçesine baktı. Çiçeklenmiş nar ağaçlarının arasında tektük kayısı ve erik ağaçları çarptı gözüne. Kayısılar henüz olgunlaşmamıştı ama dalları basan erikleryerlere dökülmeye başlamıştı. Teomanın yerine, bahçenin sahibesi çıktı karşısına. Yüzü kırış kırışolmasına karşın, yeryüzünün en sevimli ihtiyarı olan Hattuç Nine. Esranın kendisine baktığınısanıp,"Buyur kızım. Bir şey mi istedin?" dedi konuksever tavrıyla."Sağ ol nine. Dolaşıyordum da bizim Teoman uyandı mı, diye baktım."İlk geldiklerinde biraz yadırgamıştı yaşlı kadın onları. Bahçemi talan eder, bana zarar verirler diyedüşünmüş, kazı ekibindekilere yakın durmamaya çalışmıştı. Ama bir kötülüklerini görmeyinceuzak durmaktan vazgeçmiş, ¦ özellikle de bahçenin önünden her geçişinde hatırını Soran Teomanıntatlı diline, sevimliliğine dayanamayarak kısa sürede içli dışlı olmuştu onlarla. Şimdi ne zamanekipten birini görse çene çalmak için hemen yanlarına geliyor, Antepte oturan oğlundan ya daköydeki deli gelininden dert yanmaya başlıyordu.78"Teoman oğlum bahçenin alt başında," dedi yaşlı kadın dişsiz ağzına çok yakışan birgülümsemeyle. "Mişmiş ağacının altına gönderdim onu. Cevizin gölgesinde uyumak iyi değildir.Hasta eder adamı.""Bu kadar çok uyursa zaten hasta olacak," diye sevecen bir tavırla söylendi Esra."Bir şey olmaz. Bir şey olmaz. Az sonra uyandırırım onu. Gel hele, sen de bir soluk al, bir çayyapayım, birlikte içeriz.""Teşekkür ederim. Başka zaman içeriz. Şimdi arkadaşlar bekliyor.""Sen bilirsin," dedi Hattuç Nine. "Uzat bakalım elini." Yaşlı kadın eteğinde topladığı eriklerdenavuçlayarak Esraya uzattı."Bunlar çok," dedi tatlı bir şaşkınlıkla."Al kızım, al, benim gibi ağzında dişin mi yok ki kaygılanıyorsun. Ben sizin yaşınızdayken yer yerdoymazdım bunlardan."Esra gömleğinin eteğine doldurdu erikleri. Böyle kucağında eriklerle nehre inemezdi artık. HattuçNineye hoşça kal, deyip okula yürümeye başlamıştı ki bir motor sesi duydu. Yüreği sevinçlekıpırdadı. Yüzbaşı olabilir miydi? Yolun kenarına çekilip, merakla beklemeye başladı. Motorsesleri arttı, az sonra da küçük tepeceğin ardından eski model Land Rover çıkıverdi. Cipi Murat
- kullanıyordu. Timothy ile Elif arkadaydılar. Kız neşe içinde Amerika-lıya bir şeyler anlatıyordu. Okadar mutlu görünüyordu ki, "Yoksa Kemal haklı mı? Elif ona âşık mı oldu?" diye düşünmektenkendini alamadı Esra. Ciptekiler de onu görmüşlerdi. Yanında durdular."Nerdesiniz?" diye sordu Esra. Gözlerini Murata dikmişti ve sesi gerektiğinden yüksek çıkmıştı.Murat ürktü."Timothy ile birlikteydik," diye kekeledi.Elif ise Esranın bozulduğunu anlamadan heyecanla atıldı.79"Köyler çok ilginç yaa. Misafire bayılıyorlar."Sesi neşeliydi, pürüzsüzdü, sorumluluklarının farkında olmayan bir çocuğunki gibi uçarıydı."Kemalle yüzmeye gidecekmişsiniz?" dedi Esra.Elifin yüzünde bıkkın bir ifade belirdi."Canım hiç yüzmek istemiyordu."Esra onun bu tavrını şımarıkça buldu. Aynı anda bundan bana ne, diye geçirdi içinden ama yine de,"Keşke bunu sabah ayrılırken söyleseydin," demekten kendini alamadı, "meraktan öldü çocuk.""Merak edecek ne var! Kasabadaki fotoğrafçıya uğradık.""Ne? Kasabaya mı indiniz?""Evet," dedi Elif, arkadaşının tepkisine anlam veremeden. "Ne var bunda?""Durum karışık. Keşke inmeseydiniz.""Kasaba çok sakindi," dedi Timothy. Esranın yüzünü görmek için başını öne eğerek bakıyordupencereden. "Konuştuğumuz insanlar da bize çok nazik davrandılar.""Kimse bizi felaket getiren insanlar gibi görmüyor," dedi Elif. "Bernd haklı galiba, biz bu işi birazabartıyoruz.""Abartmıyoruz," dedi Esra kızgınlıkla. "Bir kişi öldü. Cep telefonuma her gün tehdit mesajlarıgeliyor... Hem kasabaya inmememizi ben değil, Yüzbaşı söyledi.""Eşref Bey mi?" dedi Timothy. "Onu da gördük,""Gördünüz mü?""Evet, kasabadan dönüşte karakolun önünden geçerken bizi durdurdu.""Şehmuzla ilgili bir şey söyledi mi? İtiraf etmiş mi?" ¦-. "Bilmiyorum. Şehmuzdan bahsetmedi amaakşam biS zi ziyarete geleceğini söyledi.""Biz de onu yemeğe davet ettik," dedi Elif."Bu akşam için mi?"Yeşil gözlerini masumca kırptı Elif."Evet, yemekte Sapıt olduğunu duyunca nazlanmadı."80Esra şaşırmıştı, bir süre öylece dikildi cipin yanında."Atla da gidelim," dedi Murat."Siz gidin, ben yürüyerek gelirim. Zaten iki adımlık yer."Israr etmeyen Murat, cipi hereket ettirdi. İnce bir toz bulutu kalktı toprak yolda. Tozdan sakınmakiçin biraz geriye çekildi Esra. Demek Eşref geleceği için aramamıştı. Bunu katilin yakalanıp,sorunun çözüldüğüne mi yormalıydı, yoksa sorgudan bir sonuç çıkmadığına mı? Neyse birkaç saatiçinde öğrenecekti gerçeği nasıl olsa.81altıncı tabletBüyükbabasıyla, babası arasında kalan bir çocuk gerçeği nasıl anlayabilir; kavgalı iki tanrı arasındakalmış zavallı bir kul gibi bir onu, bir ötekini dinlemekten başka elinden ne gelir?Büyükbabam Mitannuwa, babamla aralarındaki kavgayı anlatmaya başlayınca, kendini kaybeder,durmadan konuşurdu.
- "Böyle iş görülmüş müdür?" diye gürlerdi. "Can verdiğin, kanını taşıyan, soyunun sürdürücüsüolan insan sana ihanet etsin!"Mitannuwaya göre babamın gözünü öyle dizginsiz bir hırs bürümüştü ki başyazman olmak içingenç Kral Asta-rusu bile kullanmaktan çekinmemişti.Mitannuwa, karısı Tunnawinin ölümünden sonra uzun yıllar kimseyle evlenmemişti ama yaşlılıkgünleri başlarken Tanrıça Kupaba ona yeniden âşık olma fırsatını verdi. Saçları kırlaşmaya, belibükülmeye, sarayın merdivenlerini çıkarken soluk soluğa kalmaya başlayan büyükbabam, kıvırcıksaçlı, iri gözlü, bir kısrak gibi çevik, bir kısrak kadar güzel kölesi Maştiggaya gönlünü kaptırdı.Büyükbabam istese her gece yatağını onunla ısıtabilir-di. Ama bu onun soylu karakterine uymazdı.Maştiggayla evlenmek istedi. Hitit yasalarına göre özgür bir insanın bir köleyle evlenmesindehiçbir sakınca yoktu. Ne varki bu kişi saray başyazmanı olunca durum değişti. Meclisteki birçoksoylu, büyükbabamı bu davranışından ötürü kınadı. Ama kudretli kralımız Kamanas sağ olduğuiçin büyükbabam karlı bir dağ gibi onu ardına alarak kendisine82karşı çıkanları etkisiz hale getirdi. Ama Fırtına Tanrısı Teşupun isteğine karşı gelemedi. Kamanas,büyükbabamın dünyaevine girdiği o günlerin ardından atından düşüp öldü.Büyükbabama göre, bunu fırsat bilen babam, sessiz bir darbe düzenleyerek.onu görevindenaldırmış, yerine kendisini seçtirmişti. Kararı öğrenen büyükbabam hiç itiraz etmeden, herkeseküserek evine çekilmişti. Aileden yalnızca benimle görüşüyordu. Annemle karşılaşmaktankaçınıyor, babamınsa adını bile duymak istemiyordu. Onu avutan tek şey genç karısı Maştiggaydı.Gerçi yıllarca büyük bir saygınlıkla yerine getirdiği yazmanlık görevinden alınmıştı ama ne gamdı,onun yıllar sonra yeniden bulduğu aşkı, kalbinin yeni sevgilisi Maştigga vardı. Genç kadına her günbir şiir yazıyordu. Maştigganın asi bir sarmaşığı andıran dalgalı saçları, Maştigganın üzüm karasıgözleri, Maştigganın al yanakları, Maştigganın selvi boyu... Maştigga, Maştigga yalnızcaMaştigga.Bir yıl kadar eski kölesi, yeni karısıyla evine kapanarak yaşadı. Ama sonra kimsenin beklemediğibir felaket oldu. Uğruna mesleğini kaybettiği, tabletler dolusu şiirler yazdığı güzel karısı Maştigga,dedeme konuk olarak gelen Aramlı genç bir ozanla kaçtı. Büyükbabam yaralı bir aslan gibi çılgıncabir öfkeye kapılmıştı. Evde ne kadar kadın varsa hepsini kovdu, Maştigga için yazdığı bütünşiirleri, kadının eşyalarıyla birlikte Fırata attı. Günlerce insan içine çıkmadı. Kimsenin kendisinigörmesine izin vermedi. Beni bile kabul etmedi. Günler sonra sakinleşmiş olarak, çıktı evinden.Ama eski coşkusunu, sevincini, öfkesini yitirmiş gibiydi. Yaz sonu durgunlaşan Fırat gibi cansızgözlerle bakıyordu insanın yüzüne.Yakın arkadaşı Başrahip Walvaziti, ona Temiz Uy-kuya yatmasını önerdi. Belki tanrıların birsöyleyeceği vardı. Büyükbabam, Başrahip Walvazitinin öğüdünü tuttu. Bir törene hazırlanır gibiTemiz Uykuya hazırlandı ve83yatağına yattı. Gerçekten de rüyasında Fırtına Tanrısı Teşup ona göründü. Başında çift boynuzluucu sivri başlığı, sağ elinde mızrağı, belinde kılıcı, sol elinde üçlü şimşek demetiyle karanlığıniçinden ansızın karşısına çıkan Teşup, büyükbabama, vefasız bir kadının özlemiyle günlerini zehiredeceğine, genç torunuyla, ilgilenmesini söylemişti.Temiz Uyku büyükbabamı değiştirmişti. Beni yanma çağırarak şöyle dedi:"Artık seninle ben ilgileneceğim. Eğitimini ben üzerime alıyorum."Babam bu haberi temkinli karşıladı. Büyükbabama hiç güvenmiyor, bana bir kötülük yapmasındançekiniyordu. Ben onun gibi düşünmüyordum. Büyükbabam bütün deli-doluluğuna karşın, bırakıntorununu, düşmanına bile kötülük edecek biri değildi. Birkaç ay sonra yakalanan karısıMaştiggayla âşığını bağışlayarak nasıl yüce gönüllü bir insan olduğunu bir kez daha göstermiştizaten. Büyükba-bamın önerisini annem de destekleyince derslere başladık.Artık gün doğumundan gün batımına kadar büyükbabamın yanında kalıyordum. Beni dinadamlarının, ozanların, yontucuların yanına götürdü. Onların sohbetlerine kattı. Bu arada yazdığım
- dörtlükleri ona gösterdim. Şiir yazdığımı öğrenince çok sevindi. Artık yazdığım şiirler üzerindeçalışıyorduk. Büyükbabamla birlikte olmak çok keyifliydi, bir de babam hakkında kötü sözlersöylemeyi bıraksaydı. Ama bırakmadı, beni iyice yetiştirdiğine emin olduktan sonra kimseye habervermeden, ırmak kıyısındaki bu kentten çekip gidene kadar babama İane t V ler yağdırıp durdu.Bir sabah iki katlı evine geldiğimde kapıları açık buldum. İçerde kimse yoktu. Birlikte dersçalıştığımız geniş odada bana bir tablet bırakmıştı. Şöyle yazıyordu."Sevgili oğlum Patasana, artık vaktim doldu. Tanrıların84beni yakında çağıracaklarını hissediyorum. Zaten ben de bu kentten, bu insanlardan bıktım. Sen deyetişkin biri olduğuna göre yapacak işim de kalmadı. Burada ölmek istemiyorum. Ölüm törenimdebeni sevmeyen bir sürü sahtekârın, yalancı gözyaşlarıyla arkamdan ağlamasını, övücü sözlersöylemesini istemiyorum. Bir sürü alçağın içten olmayan üzüntüleriyle ölümümü kirletmesinegönlüm razı olmuyor.Sen iyi bir gençsin. İyi bir eğitim aldın. Yapman gereken tek şey babanı gözlemlemek ve onun gibiolmamak. İnan bana oğlum, mutlu olman için babanın yaptıklarını yapmaman yeterli. Çivi yazısınıöğrenmekten daha kolaydır bu. Ama başarabilecek misin bilmiyorum. Çünkü bazen seningözlerinde onun bakışlarındaki donuk anlamın aynısını görür gibi oluyorum. Umarım tanrılar beniyanıltıyordun Umarım sandığım gibi değildir. Umarım ömrünü kralların anlamsız çıkarları içinharcamayacak kadar akıllısındır. Umarım günlerini anlamlı kılacak uğraşlar bulursun. Hoşça kalbenim sevgili oğlum. Fırtına Tanrısı Teşup, karısı Güneş Tanrıçası Hepat, oğulları Tanrı Şar-rumave Tanrıça Kupaba seni iyilik ve güzellikle kutsastn. Sana mutlu ve uzun bir ömür versin."Tableti bitirince ne yapacağımı bilemeden, öylece kalakaldım. Gerçi büyükbabam hep beklenmedikdavranışlarla bizi şaşırtırdı, ama bu kadarı fazlaydı. Artık yaşlanmıştı, son günlerini saygın biradam olarak rahat içinde geçirmek varken kendini anlamsız bir serüvene sürüklemesinin ne anlamıvardı? Tableti alarak evden çıktım. Pazaryerinde büyükbabamın kökleriyle karşılaştım.Efendilerinin kendilerini serbest bırakarak kentten ayrıldığını söylediler. Saraya koştum, babamınhuzuruna çıktım. Durumu anlattım. Önemsemedi. Aldırma çıkıp gelir, dedi. Tanrılar biliyor ya bende öyle düşündüm. Ama büyükbabam gelmedi.85yedinci bölümYüzbaşı söz verdiği halde gelmemişti. Kazı ekibi her akşam olduğu gibi yemek için çardağınaltındaki uzun ahşap masada toplanmış, yaklaşık bir saattir onu bekliyordu. Çardağın tepesineyerleştirilmiş sarı bir ampulle aydınlanan masaya sekiz kişilik servis açmıştı Halaf. Balığın yanınasebzeli bir pilav hazırlayan genç aşçı, Fırat kenarında yetişen gümrah marullardan bolca salata dayapmıştı. Balıkları pişirmek içinse konuğun gelmesini bekliyordu."Biz yiyelim bari," dedi Esra sonunda. "Anlaşılan Yüz-başınm önemli bir işi çıktı.""İnsan bir telefon eder yahu!" diyerek öfkeyle söylendi Kemal. "Bu kadar insan onu bekliyoruz.""Sanırım Yüzbaşı için yoğun bir gündü," diyerek onu savunmaya kalktı Timothy."Karşılaştığımızda bir yerlere gitmeye hazırlanıyordu."Kemalin tepkisi dinecek gibi değildi."Ne olursa olsun, bir telefon edebilirdi." Gözucuyla Elife bakarak manalı bir ses tonuyla ekledi."Gerçi insanları bekletmek bizde de alışkanlık haline geldi ama!"Masada buz gibi bir rüzgâr esti. Döndüklerinde Kemal, Elifi bir kenara çekerek azarlamayakalkmış, genç kız da, "Ne istersem yaparım, bana karışamazsın," diyerek tersle-mişti onu. AnlaşılanKemal tartışmayı yeniden açmak87istiyordu. Bunu fark eden Elif, erkek arkadaşının sözlerini duymazdan gelerek Halafa yardım etmekbahanesiyle mutfağın yolunu tuttu."Bugün Gâvur Nadide adında yaşlı bir kadına gittik," dedi Murat masadaki tatsızlığı gidermekumuduyla.
- "Gâvur Nadide mi?" diye ilgiyle sordu Teoman. "Niye gâvur?""Kadın hem Hıristiyan hem de Müslüman. Hem İsaya inanıyor, hem de Muhammede. Bir elindeİncil, bir elinde Kuran."Anlatılanlar Teomanın tuhafına gitmişti."Öyle bir mezhep mi var burada?""Nadide aslında Hıristiyanmış," diye açıkladı Timothy. " Annesi, babası Gregoryen Kilisesinebağlıy-mış.""O halde Ermeni olmalı bu kadın," dedi Bernd. "Benim karım da Gregoryen."Timothy başını salladı."Doğru, Ermeni. Savaştan sonra Ermeniler aceleyle kaçarken, küçük kızlarını yakın komşularınateslim etmişler."Eyvah, şimdi Bernd nutuk çekmeye başlayacak, diye geçirdi aklından Esra, ama konuşmaya damüdahale etmedi. Onun yerine kocaman dirseklerini masaya dayayarak, anlatılanları merakladinleyen Teoman sordu:"Bu bölgede Ermeniler var mıymış?""Pes Teoman Abi!" diye söylendi Murat. "Kasabadaki camiyi görmedin mi?""Gördüm ne olacak?""Ne olacağı var mı, orası eskiden kiliseymiş.""Nereden bileyim kilise olduğunu?" ""Mimarisine dikkat etseydin bilirdin," dedi Alman. "Kemerleri, kubbesi, kirişleri buradaki camilerebenziyor mu?""Yani Hacı Settarın atıldığı minareyi sonradan mı oturtmuş bizimkiler.""Evet," diye atıldı Bernd. "Türkler bunu alışkanlık haline getirmişler. Gaziantepte de camiyeçevrilen büyük bir kilise var. 1876 yılında İstanbulun ünlü mimarlarından Serkis Bey Balyanınçizimlerini yaptığı bu kilise de, Türk hükümeti tarafından uzun yıllar hapishane olarakkullanıldıktan sonra geçen yıllarda boşaltılıp, üzerine bir minare inşa edilerek cami olarak ibadetesunulmuş."Esra lafı değiştirmek için fırsat kolluyordu ki Muratın sorusuyla konu biraz daha derinleşti."Eski Mezopotamyada din savaşları yokmuş değil mi?""Ermeni tehcirinin dinle ilgisi yoktu," diye kendince yanıtladı onu Bernd. "İttihat ve TerakkiPartisinin yöneticileri Ermenileri Anadolunun Türkleştirilmesi için sürdüler.""İlginç görüşleriniz var," dedi Timothy. Bakışları Berndin üzerinde toplanmıştı. "Bu konuya ilginiznereden kaynaklanıyor?"" Uygarlığın Yol Açtığı Yıkımlar adlı bir tez hazırlıyorum," diye açıkladı sıkıntılı bir tavırla."Doğal olarak büyük katliamları incelemek durumundayım.""Yeryüzündeki katliamların hiçbiri Hitlerinki kadar örgütlü ve yaygın olmamıştır," dedi Teoman.Ne yüzünde, ne sesinde en ufak bir serzeniş yoktu. Son derece doğal bir tavırla dökülmüştüsözcükler ağzından."Amerikalıların Hiroşima ve Nagazakiye attıkları atom bombalarını da unutmamak gerekir," diyeekledi, konuşmanın başından beri Timothye diş bileyen Kemal. "Yüzbinlerce masum insanın biranda yok edilmesinin Hitlerin vahşetinden pek de geri kalır yanı yok,""Bence her katliam kendi içinde incelenmeli," diyerek bir uzlaşma yolu aradı Esra. "Daha korkunçbir katliam ötekileri unutturmamalı.""Buna hiçbir itirazım yok," dedi Timothy. Bakışlarını Murata çevirerek konuyu Mezopotamyayagetirdi. "Az önce yerinde bir soru sordun. Çoktanrılılık varken, yani89bizim Hititler henüz yeryüzünden silinmemişken din yüzünden savaşlar olmuyordu. Hatta birülkeyi ele geçiren kavim, o ülkedeki tanrı heykellerini de alıp kendi tapınağına götürüyor, böylecedaha çok ve daha kudretli tanrılara sahip olduğunu düşünüyordu. İnançla ilgili çatışmalar tektanrılıdinlerin ortaya çıkmasıyla başlıyor."