20 Eylül 2014

İSLAM DÜŞMANLARINA KESİN CEVAP 1

İSLAM DÜŞMANLARINA KESİN CEVAP  1

  • ÖNSÖZ "İnkâr edenler dediler ki, "Bu Kur'ân'ı dinlemeyin. Onun hakkında gürültü edin. (Gürültüyü Kur'ân'ın sözlerine karıştırın ki, onun anlaşılmasına engel olsun.) Belki (böylece) ona galip gelirsiniz. (Zira, başka türlü onunla ba-şetmenize imkân yoktur.)" (Fussilet, 141/26) Kur'ân tam 14 asırdır değişmez bir karakteri lif lif ortaya koyarak deşifre etmektedir. Bu karakter, fırsat bulduğu her ânı değerlendirmesini bilerek, Kur'ân'ın etrafında gürültüler koparmaya muvaffak olmuştur. Kâh kılıç kuşanarak, kâh kaleme sarılarak, kâh fikir ve düşünce üreterek 14 asır mütemadiyen oklarını Kur'ân'a yöneltmiştir. Bugün artık bir gelenek haline dönüşen İslâm ve Kur'ân düşmanlığı, kendi zihniyetini açıktan açığa ortaya koymuş bulunmaktadır. Doğrudan doğruya Kur'ân'a yönelen bu zihniyet evvelemirde gücünü dışarıdan alıyordu. Ancak, yakın ve kesif temaslar neticesinde kısa zamanda kendine yerli destekçiler bulmada gecikmemiştir. Denebilir ki, İslâm düşüncesinin gelişim-oluşum süreci içinde İslâm'a, en acımasız tenkidler, yozlaşmış bu yerli zihniyetler tarafından yöneltilmiştir. Tarihten aldığımız derslerden de bildiğimiz gibi, tarih boyunca kurulan hemen bütün medeniyetlerin inkırazı, kültürel yönden maruz kaldıkları yozlaşmalar sebebiyle olmuştur. Her devrin fikir ve düşünce hamlelerini üstlenen zihniyetler, zamanla bir yozlaşma ve kendine, kendi kültürüne karşı bir yabancılaşma sürecine girince, içinde neşet ettikleri ve yaşadıkları kültürün de yozlaşmasına ve yok olmasına sebebiyet vermişlerdir. İslâm tarihinde de buna benzer hareketler olmuştur. Yani İslâm'ın ve Kur'ân'ın yozlaşmasına hizmet eden bir kısım zihniyetler arz-ı didar etmiştir. Öyle ki, bu zihniyetler zaman zaman mevcut İslâm devletlerinin yıkılmalarının da temel saikleri olmuşlardır. Evet, bu nevi faaliyetler olduysa da, bunlar Allah'ın koruma teminatında olan İslâm'a ve Kur'ân'a zerre kadar zarar iras edememiştir. Belki nice İslâm devleti gelmiş ve yıkılmış gitmiştir. Ancak bu yıkılışların ve tarih sahnesinden silinip gitmelerin baş müsebbibi, İslâm'ı temsil etme mevkiinde bulunanların, temsil ettikleri dava ve inancın büyüklüğüne denk vakar ve ciddiyetten uzaklaşmaları olmuştur. Yukarıya aldığımız ayette ifade edildiği gibi, Kur'ân'a yönelen bütün hareketlerin temel hususiyeti, Kur'ân etrafında gürültüler koparmak, onun diriltici soluklarının duyulmasına mani olmaktır. Bu gürültüler değişik ekol ve fikirler halinde 14 asırdır devam edegelmiştir. Belki bunlar içinde en organizeli bir şekilde hareket eden, müsteşriklerin çalışmaları olarak zikredilebilir. İstişrak mantığı, İslâm'ın yeryüzünde zuhurundan beri onu yoketmek, yayılmasını önlemek ve tesir gücünü kırmak için, siyasî, sosyal ve kültürel alanlarda organizeli bir şekilde gelişimini sürdürmüştür. İslâm'ın ilk halifelerinden Hz. Osman ve Hz. Ali (ra)'nin şehid edilmesiyle birlikte kendini yavaş yavaş hissettiren yıkıcı zihniyetler, uzantıları günümüze kadar devam edecek olan bir dizi komplo, hareket ve teoriler üretmişlerdir. Bu zihniyetler, gerek Emevi İslâm devletinin teşekkülünde ve gerekse onun yıkılmasıyla ardından Abbasi devletinin teessüsü müddetince kendilerine meşruiyet kazandırmanın, devletin resmî ideolojisi ve kültürüne sızmanın yollarını araştırmışlardır. Mutezile'nin, Fatımiler'in ve yer yer Hariciler'in devleti ve İslâm hilafetini ellerine geçirme çabaları ve bir derece bunda muvaffak olmaları, İslâm'a ve Kur'ân'a yönelen hareket ve zihniyetlerin, hiç de ihmal edilemeyecek boyutta gelişmekte olduğunun birer habercisi durumundaydı. Ne var ki, içte gelişen bu menfî hareketlere ilâveten, dışarıda da vaki olan belli gelişmeler eklenmeliydi. Özellikle Helen kültürünün, İslâm düşüncesinin içinde kendine yer ayırma çabaları da kulak ardı edilmemelidir. Yunan düşünce ve felsefesinin Hicrî 2,3 ve 4. asırlarda tercemeciler, İslâm ansiklopedistleri ve İhvan-ı Safa gibi okullar ve ekoller tarafından İslâm dünyasına taşınmasından sonradır ki, Kur'ân ve vahiy kültürü her cepheden taarruza maruz kalmıştır. Bu köklü ve çok yönlü taarruzlar neticesinde, Roma-Helen kültürü belli seviyelerde de olsa, İslâm kültürü içinde teşekkül etmiş bazı kelam ve felsefe ekollerine sızabilmiştir. Bu kültür temaslarının tabiî bir neticesidir ki, yabancı kültür unsurları sosyal, siyasal, kültürel ve psikolojik hemen her sahada İs-lâmî toplumların hayatlarına tesir etmiştir. Hatta yine bu sıcak temaslar neticesindedir ki, kısa zamanda İslâm dünyasında fikrî, itikâdî, amelî ve felsefî ekoller teşekkül etmiştir. Bu ekoller tabiatıyla, belli zihniyetlere gerek fikrî muhtevalarına ve gerekse üslûp ve tarzlarına belli hükümler empoze edebilmiştir. Bunun en bariz örneği, oldukça erken sayılabilecek asırlarda, İslâm dünyasında görülen rasyonalist hareket ve fikirlerin zuhurudur. Evet bu hareketler İslâm tarihinin daha ilk asırlarında görülmüştür. İlk fetihlerle birlikte, Bizans ile yakın temasa geçilmiş ve Roma-Helen kültürüyle
  • yüz göz olmuştur. Ayrıca, zaten Roma ve Yunan kültürü, tarihî İskenderiye okulları sayesinde, Arap dünyasının kadim entellektüeli tarafından biliniyordu. Fetihler bu teması biraz daha arttırmış oldu. Bizans kültürü, ortaçağını aşmaya çalıştığı anlarda, İslâm dünyasında da modemist fikirler içten içe kendisini hissettirme girişimindeydi. İşte amelî, itikadî ve fikrî-felsefî mezhep ve ekollerin teşekkülü, bu yoğun ve içice süren temasın adeta tabiî bir neticesi idi... 19. ve 20. asra geldiğimizde İslâm dünyasında bu tarihî ve fikrî teşekküllerin kıyasıya verilen bir mücadelesini müşahede ediyoruz. Çünkü diğer tarafta her yönüyle kendini yenileyebilmiş, sanayi ve teknolojik kalkınmasını temin edebilmiş ve bunun neticesinde sosyal hayatın refahını gerçekleştirebilmiş, üçüncü dünya için cazibe merkezi haline gelebilmiş bir Batı vardır. Bu hadise ister istemez İslâmî toplumları içten içe bir sorgulama ile karşı karşıya getirmiştir. "İslâm dünyası kendini yenileyebilmeliydi. Sosyal, siyasal ve kültürel yönden yeni hamleler yapmalıydı." İşte bu düşünce ve hamleler, Kur'ân ve sünnet etrafında yoğunlaşıyordu. Bazı entellektüel, Batı'ya, bütün veçheleriyle adaptasyondan yana tavır sergilerken, diğer bazıları da millî ve dinî kültürün yeniden yorumlanmasından ve çağa hitap edecek şekilde gözden geçirilmesinden yana idi. Kur'ân'ın ve sünnetin yeniden keşfedilmesi sosyal, siyasal ve kültürel hayata katılımının sağlanması, temel İslâmî nasların yeniden, taze bir bakış açısıyla ele alınarak yorumlanması, Ba-tı'nın teknolojik büyüsünün insanlığa hediye ettiği sosyal, siyasal, ruhî ve manevî bütün sıkıntılar ve buhranlara ilaç ve çare olabilecek İslâmî değerlerin ortaya konması gibi oldukça yoğun mesele ve problemler yumağında İslam dünyası ciddi bir hareket, heyecan ve aksiyon havzası haline gelmişti. Pek tabii ki Batı kültürü ve medeniyeti ile süregelen bu yakın temasta ve İslam'ın temel kaynaklarına yönelen hareketlerde, Batı'dan ve müsteşrik zihniyetlerden yana tavır koyan ka-lemşörler de olmuştur. Ve ne hazindir ki bunlar, kendi içinde neşet ettikleri İslâmî kültüre karşı, müsteşriklerden dahi fazla insafsız ve şedit davranabilmişlerdir. Kur'ân'a ve sünnete yönelen bu hareketler, takındıkları tavır, takip ettikleri üslûp ve ortaya koydukları eserlerde İslâm'a olan kin, husûmet ve çalışmalarını samimi bulmadığımız gibi, objektif ve otokritik mahiyetinde de kabul etmemekteyiz. Düşünce Kaymaları okununca, yer yer bazı isimler ve kitaplar üzerinde yoğunlaşarak ortaya koydukları fikir ve kanaatlerinin ne kadar zayıf, objektif olmaktan ve ilmî hassasiyetten uzak bulunduğu, doğrudan art niyete ve önyargılara dayandığı bizzat görülecektir. Kur'ân'a ve sünnete yönelen bu mücadelenin kıyamete kadar süreceği muhakkaktır. Bu mücadeleye gerek dışarıdan ve gerekse içeriden katılan köhne zihniyetler şunu iyi bilmeliler ki, tarih boyunca Kur'ân'a ve sünnete karşı üretilen komploların hiçbirisi muvaffak olamamıştır. Zira 14 asırdır bu dinin yüce sahibi, onu muhafaza etmiş, kıyamete kadar da muhafaza edeceğini vaadetmiştir. Bu yüce teminatı yakinen hissetmesine rağmen, İslâm tarihi boyunca nice dev şahsiyetler hemen her sahada ortaya koydukları eserleriyle, Kur'ân'a ve sünnete yönelen güçlere mukavemet etmişlerdir. Bugün ortaya atılan hiçbir mesele, orijinal değildir. En azından 8-10 asırdır tartışılan, cevabı verilen meselelerden ibarettir. Ancak yeni neslin tam olarak İslâm'ı bilmemesi, temel naslara ve eserlere inebilecek bilgiden mahrum olması, İslâmî bir muhitte neşet etmemesi gibi amiller sayesinde bazı bozuk fikir ve itikadler, belli bir kesim arasında hüsnü kabul görmüş ve yayılmıştır. Bugün binlerce üniversiteli vardır ki, henüz bir Kur'ân meali dahi okumadan, Turan Dursun gibi müzevvirlerin eserleriyle karşılaşmıştır. Kur'ân'ı ve İslâm'ı, bu iftira, yalan ve tezvir dolu kitaplardan tanımıştır. Kur'ân'ın etrafında koparılan bu gürültülerden, ne yazık ki onun nurefşan iklimini soluklayamamış, hakikatlerini duyamamıştır. Bugün İslâm'ı az çok bilen nesle büyük vazifeler düşmektedir. İslâm'dan uzak kalmış bu insanlarla da yakın ve sıcak münasebetler kurmak, İslâm'ı kendi kaynaklarından okumalarını temin etmek ve onları İslâm'ın engin ufkuyla buluştur- ma ve kucaklaştırmaya azami gayret etmeliler. Bu genel malumattan sonra elinizdeki kitap üzerinde biraz durmakta fayda vardır. İçindekiler kısmında da görüldüğü gibi kitap dokuz ana bölümden müteşekkildir. Her bölüm mevzu ve muhteva bakımından birbirinden müstakil olarak ele alınmıştır. Yer yer belli şahıslar ve kitaplar nazara verilmişse de, üslûba hakim olan genel hava, şahıs ve kitaplardan ziyade, görüş ve düşüncelere yön veren zihniyetler üzerinde yoğunlaşmıştır. Bir mânâda, Kur'ân etrafında koparılan gürültülerin, dünü, bugünü ve yarınına temel ve İslâmî bir bakış açısı getirilmiştir, denebilir. Kitabı cazip kılan hususiyetlerden birisi de zengin bir kaynak ve literatüre sahip oluşudur.
  • Serdedilen görüşler müdellel bir şekilde ortaya konmuştur. Kaynak aktarımında, otorite sayılabilecek, güvenilir ve emin olanlara müracaat edilmesi, kitabın beğenisini arttıracağını sanıyoruz. Ayrıca bugün oldukça konuşulan, basın ve medyanın aktüalitesine oturan meselelerin seçilmesi de takdirle karşılanmalıdır. Kitabın ilk bölümünde İslâm'ın cihad anlayışı geniş bir şekilde işlenmiş. Bilindiği gibi, öteden beri, İslâm'ın cihad felsefesine karşı itirazvarî bir kısım görüşler ortalıkta yayılmıştır. İslâmî cihadın mânâ ve mahiyetini bilmeden, sırf işgalci ve emperyalist devletlerin sömürü anlayışı ile aynı kefede mütalâa edilmesi, fahiş bir hatadır. İslâm cihadının şartları, kanunî dayanakları, meşruiyeti, insanî, ahlâkî ve evrensel gayeleri ve he- deflerinin neler olduğunu bilmeden, onu işgalci devletlerin vahşet dolu savaşlarına mukayese etmek oldukça yanlıştır. Cihadı değerlendirmek için onun mânâsı, muhtevası, üslûbu, hedef ve gayeleri, hangi şartlarda ve usullerde yapıldığı, insanî ve İslâmî değerlerdeki yerinin ne olduğunun bilinmesi elbette kaçınılmazdır. Burada bazılarını yanlışlığa sevkeden temel ilkelerden birine özellikle işaret etmede fayda vardır. İslâm'ın aleyhinde söz söyleyen, ya da kalem oynatanların hemen hepsinin düştüğü hataların başında, İslâm'ı beşerî ideolojilere benzetmeleri veya İslâm'a yaklaşırken, beşerî ideolojilerin ortaya koyduğu kavramlarla yaklaşmalarıdır. Özellikle sol kesimin ısrarla ve kasıtlı olarak yürüttüğü bir yaklaşım tarzı var ki, her türlü iyi niyetin uzağındadır. Çünki onlar, dünyada yaşayan fikir, düşünce ve inançları iki kategoride mütalâa etmekteler. Birincisi, sosyalist ideolojiye bağlı olan düşünce ekolleri, diğerleri de -her türlü farklara rağmen- kapitalist ideolojinin altyapıları olarak değerlendirmeleridir. Yani İslâm vahyini de beşerî bir ideoloji olarak kapitalizmin bir fraksiyonu gibi algılıyorlar. Dolayısıyla İslâm'daki cihad anlayışını, kapitalizmin yayılmacı politikalarından biri olarak görüyorlar. Yani bir mânâda İslâm kapitalizmi diye mevhum bir kavram ortaya atmışlardır. Böyle bir bakış açısı ile İslâm'ın mukaddes cihad anlayışını değil ortaya koymak, kavramanın dahi imkânı yoktur. Oysa kapitalist ekonomi ve felsefe düzeninin inşa ettiği sosyal sınıflar ve bu sınıflar arasındaki menfaate dayalı mekanik münasebetler nerede, İslâm'ın her türlü şahsî menfaatten uzak, hürmet, adalet ve insafa dayalı sosyal, siyasal ve ekonomik münasebetleri nerede!.. Temel yanlışlık buradadır, bütün değerlere materyalist gözlüğüyle bakmalarındadır. İslâm tarihi herşeyiyle ortadadır. Cihada yön veren naslar -Kur'ân, hadis- oldukça açıktır. Kitap ilk bölümünde bunu bütün yönleriyle incelemektedir. İslâm'da cihadın mânâsı, şartları baskın ve taarruzun yapısı, söz ve kalem ile yapılanı, gönülleri İslâm'a ısındırma politikası, millet ve fertlerin kendilerini müdafaa hakları, yaşam ve inanç hakkı vs. gibi daha birçok temel meseleyi ele almakta ve delil-lendirmektedir. İkinci bölümünde de yine, günümüzde çokça konuşulan bir mevzu işlenmektedir. Kur'ân'ın ilk nüshalarının yakılması meselesi ve bunun bir kısım çağdaş yorumcular tarafından nasıl istismar edildiği üzerinde uzun uzun durulmaktadır. Kur'ân nüshalarının yakılması meselesini dillerine pelesenk ederek, gayelerine hizmet edebilecek bir açık olarak değerlendirenlerin de pek iyi bildikleri bir hakikat vardır ki, nedense onu görmezden gelmektedirler. Davalarını ispat etmek için, tarihî kaynaklara kadar inerler, Kur'ân nüshalarının yakıldığını yazarlar da, kelime kelime onu ezbere bilen onbinlerce hafızın varlığından bir nebze olsun niye bahsetmezler? Kur'ân peyderpey nazil olurken onlarca insan tarafından anında hıfzediliyordu. Ve bu sayı Kur'ân vahyi üzerinden henüz bir asır geçmeden onbinlerce ile ancak ifade edilebilecek bir çokluğa ulaşıyordu. Bu gerçeği gözardı ederek ilk Kur'ân nüshasının yakıldığını ve dolayısıyla Kur'ân'ın aslının yok edildiğini iddiaya kalkışmak, ilkokul seviyesinde dahi İslâm'ın ve Kur'ân'ın tarihinden haberdar olmamadan başka birşey değildir. Bu iddia oldukça zayıf ve eski bir iddiadır. Onu ortaya atanların gayr-i ilmî iddiaları ve görüşleri defaatle çürütülmüştür. Meseleye az vakıf olanlar bu mevzuda çokça fikir jimnastiği yapacak kadar malzeme bulmakta güçlük çekmezler. İşte önünüzdeki kitabın ikinci bölümü tamamen bu tarihî tartışmayı ve asılsız iddiaları ortaya koymakta, meselenin hakikatine bir kapı aralamaktadır. Üçüncü bölümünde, günümüzde dahi aktüalitesini korumuş olan bir mevzu işlenmektedir. İslâm'da kadının yeri., sosyal hayata katılımı, ekonomiye, iktisada ve millî gelire katkısı, boşama ve boşanma hakkının kime ait olduğu, miras meselesi, şahidliği, çok evlilik hadisesi, kadının yaradılış keyfiyeti, fıtrî ve ruhî temayülleri gibi meselelere ışık tutulmaktadır.
  • Dördüncü bölümde de kader ve irade keyfiyetleri geniş bir şekilde vüzûha kavuşturulmaktadır. İrade-i cüziyye, irade-i külliye gibi, oldukça müşkil ve tarihî meseleler ele alınmaktadır. Beşinci bölüm, İslâm'da boş inanç ve hurafeler ile ilgilidir. Bilindiği gibi âlem-i İslâm'ı 14 asırdır meşgul eden problemlerin başında, yabancı kültür ve medeniyetlerden sızan örf, adet, gelenek ve teamüllerin İslâmî düşünceden ayıklanması meselesi gelmektedir. İslâm'da ihya ve tecdit hareketlerinin ekseriyeti bu düşünce ve niyet etrafında teşekkül etmiştir. Ancak herşeyde olduğu gibi bidat ve hurafelere yaklaşımlarda da ifrat ile tefritler yaşanmıştır. Sihir, büyü, cinlerin esrarengiz halleri ve keyfiyetleri, hastalığa sebebiyet verip vermedikleri gibi meseleler bu bölümde işlenmektedir. Altıncı, yedinci, sekizinci ve dokuzuncu bölümler de yine kısmen bugün konuşulan ve tartışılan meseleleri ihtiva etmektedir. Arşı istiva, sabitlik, kız çocuklarının diri diri toprağa gömülmeleri, zina ve recm gibi hemen her zaman karşılaştığımız sorulara yöneliktir. Bu kuşbakışı geçişten sonra okuyucuyu kitapla başbaşa bırakmak herhalde yerinde bir davranış olsa gerek. Ancak son sözü söylemeden önce, böylesine geniş literatür taranarak ortaya konmuş bir cehdi, gayreti ve çalışmayı yayın hayatımıza kazandıran arkadaşlarımıza teşekkür ve takdirlerimizi bildirerek, bundan sonra da çalışmalarının semerelerini görmek istediğimizi arzedelim. M. Enes Ergene 1995-İstanbul
  • İSLÂM'DA CİHAD ANLAYIŞI Ahmet Kurucan Yener Öztürk
  • Birinci Bölüm Soru: Tevbe sûresinin 111. âyetinde "Tanrı yolunda savaşa, öldürmeye girişen insanların canları ve mallarını, karşılığında cenneti vererek tanrı satın almıştır" denilmekte midir? Cevap: İslâm'ın ve Kur'ân'ın hükümlerine itiraz eden muarızların, dünyalarını karartıp ahiretlerini zindana çeviren, idraklerinin sığlığı ve zihniyetlerinin şartlanmışlığıdır. Şartlı ve güdümlü zihniyetleri gereğince de, idrakine ulaşamadıkları hakikatleri saptırma; siyak-sibak bütünlüğüne ve esbab-ı nüzule (âyetlerin indiriliş sebebine) dikkat etmeme, âyet ve hadîslerin mânâlarını yanlış verme gibi çirkin yollara tevessül ederler. Soruda, Tevbe Sûresinin 111. âyetinin meali olarak kastedilen mânâ da bu şekilde, kötü bir ahlâkın tezahürü olarak saptırılmış bir mânâdır. Hakikatte âyetin meali şöyledir: "Allah (cc) mü'minlerden mallarını ve canlarını Cennet kendilerinin olmak üzere satın almıştır. (Bunlar) Allah (cc) yolunda savaşırlar, öldürürler ve öldürülürler. Bu Allah'ın (cc) vaadidir. Gerek Tevrat'da, gerek İncil'de, gerek Kur'ân'da Allah'dan (cc) daha çok ahdini yerine getiren kim olabilir? O halde O'nunla yaptığınız bu alışverişten ötürü sevinin. Gerçekten bu büyük bir başarıdır. " Görüldüğü gibi âyet-i kerîmede anlatılan, Müslümanlara hayat hakkı tanımayan ve menfaatlerini esas alarak bütün bir toplumun düzenini bozmaya yeltenen sömürgeci canilere; Allah (cc) için, Allah'ın (cc) yaşanmasını istediği İlâhî adalet ve barış için mücadele edenlere, fedakârlıkları sebebiyle Allah'ın (cc) Cennet'i vaad etmesidir. Soru: Cihad "kafirlerle savaşmak, onları öldürmek onların elinden mallarını mülklerini almak, yağmalamak, tapınaklarını yıkmak, putlarını kırmak..." olarak tarif edilebilir mi? Cevap: İslâm hukukunda cihâd:''Allah'ın (cc) dini yolunda vuku bulacak muharebelerde gerek nefis ile, gerek mal ve lisan ile, gerek sair vasıtalar ile çalışarak elden geleni sarfetmektir. Bu tarife göre bir
  • Müslüman için Hakk yolunda bir harbe bilfiil iştirak etmek, cihad olacağı gibi, gazilere mal ile veya rey ile muavenet etmek; onların yiyeceklerini-içeceklerini hazırlamak, yaralıların tedavisine bakmak, islâm ordusunun gücünü arttırmak da bir cihâddır."[1] Bu kavram, soruda zikredilen "kafirlerle savaşmak ve öldürmek, mallarını-mülklerini ellerinden almak ve yağmalamak, tapınaklarını yıkmak, putlarını kırmak..." şekliyle ifade edilerek tahrif edilmiştir. Bakınız nasıl: Öğretide ve pratikte, cihad ameliyesinin en son safhası ve nihaî çözüm yolu olarak kabul edilen "savaşmak ve öldürmek" yani harp etmek; bütün barış yollarının denenip başka çarenin kalmadığı hallerde müracaat edilen, öldürmek kadar ölmenin de muhtemel olduğu bir yoldur. "Müslümanlar harbi kaçınılmaz birşey olarak telakki ederler, yoksa arzu edilen veyahut arkasından koşulan birşey olarak değil. Kur'ân der ki: Eğer onlar barışa meylederse sen de ona yanaş ve Allah'a (cc) güven (Enfal, 8/61). Bir başka yerde: Onun için gevşeklik göstermeyin ve siz daha galib iken sulha davet edin. Allah {eksizinle beraberdir ve amellerinizin mükâfatını eksiltmez (Muhammed 47/35). Hazreti Pey- gamber''in(sav) bir hadîsi de şu mealdedir: Düşmanla karşılaşmaya pek istekli olmayın, fakat Allah'tan (cc) selamet dileyin. Bununla beraber, eğer onlarla karşılaşırsanız sebat edin, ve sabredin ve bilin ki, Cennet kılıçların gölgesi altındadır.[2] "İslâm hukukçuları tarafından harp; can, mal, dil ve bunlardan başka kabiliyetin, kudretin Allah (cc) yolunda savaşılarak sarfedilmesi ve tüketilmesi şeklinde tarif edilmiştir... İslâm nazarında harp, yalnız kendi menfaati uğruna başkalarının zararına büyümeye müsaade etmediğinden ve sadece, yeryüzünde Allah'ın (cc) hükümranlığının tesirinden başka birşey olmadığından askerlerin tamamiyle menfaat düşüncelerinden uzak olmaları nokta-i nazarı üzerinde ısrar edilmesine hayret edilmemelidir. En hafif bir dünyevî menfaat arzusu, niyetin safiyetini ifsad ve cihadın asaletini ihlal eder. Cihad yalnız 'Allah (cc) kelamının tek başına hâkim olması' (Tevbe, 9/40-EnfaI, 8/39-Maide, 5/54) için yapılır. Yoksa Cennet, başka türlü düşünen askerin mükâfatı olamaz. Böylece görülüyor ki 'Cihad' başkalarını öldürmek ve talan etmek değildir, lakin kendi hayatını bu uğurda feda etmektir. Bu, mefkure sahibi bir adamdan istenecek en yüksek bir fedakârlık, Halikı ve Rabbi olan Allah-u Azimüş-şan'ın (cc) yalnız emrine itaat maksadıyla hem mal ve hem de can fedakârlığıdır. "[3] "Kafirlerin mal ve mülklerinin ganimet olarak helal sayılması"; hakkın ve adaletin tesisi için, uzlaşma yollarının hepsinin denenmesine ve alabildiğince gayret sarfedilmesine rağmen karşı tarafın uzlaşmayı reddetmesi neticesinde nihaî çözüm yolu olarak savaşılıp, sonunda da mağlub edilen saldırgan toplumların çökertilip güçsüz bırakılmasına matuftur. Buna rağmen, Efendimiz (sav) zamanında ve sonraki dönemlerde çok defa mağlub halkların mal ve mülkleri olduğu gibi ellerinde bırakılmış, sadece senelik vergi (cizye ve haraç) vermeleri şart koşulmuştur. Cihad tarifi içinde hiçbir şekilde "kafirlerin mallarını-mülklerini ellerinden almak ve yağmalamak" söz konusu edilemez. Tarihin şahadetiyle de sabittir ki, değil savaş anında, savaş sonrasında; herşey bittiğinde, hükmü verecek, sözü kesecek galipler Müslümanlar oldukları halde bile, değil "tapınakları yıkmak, aksine Ehl-i kitab'm dinî hürriyetlerini sağlamış ve mabetlerinde ibadet etmelerine müsaade etmiş, hatta onların muhafızı olmuşlardır. Ama Tevhid'i ikame etmek için inzal olunan, Allah'dan (cc)gayrı herşeye ibadeti nehye-derek insanlığı doğru yola hidayet eden dinin mensupları olan Müslümanların "kafirlerin putlarını kırmak" gibi ameliyeleri, elbette en mühim vazifeleri ve en tabiî haklarıdır. Soru: Cihad kavramı içinde yer alan harp nedir ve nasıl olmalıdır? Cevap: Bu sorunun cevaplanması için, cihaddaki son çözüm yolu olan harp ameliyesinin İslâm tarihi içinde geçirdiği merhaleler incelenmelidir. Ancak, biz mevzuyu mümkün mertebe uzatmadan, cihad kavramı içinde yer alan harbin üzerinde duracak, İslâm öncesi ve sonrası gelişmeleri kültür birikimine ve İslâm tarihi ile ilgili eserlere havale edeceğiz. Mevzuyu birkaç adımda inceleyelim:
  • a) İslâm, fertlerin ve milletlerin kendilerini müdafaa etmelerini meşru kılmıştır İslâm bir ferdi veya milleti, kendi varlığını tehdid eden ve onu yutmaya, yok etmeye çalışan karşı güce karşı nefsî müdafaasını meşru kılar, bazı durumlarda da emreder. Varlığınızı ve bekanızı tehdit eden birileri varsa, onların karşısına dikilir, göğüs göğüse kavga verir, hesaplaşırsınız. Şu veya bu güçler aramızdaki hudutları delse, sınırlarımızdan içeri girse., bazı toplulukları yılan, çiyan haline getirip üzerimize sal-dırtıp anarşi ve terör estirse.. dindaşlanmızı zulme uğratıp insanî haklarına tecavüz edip soykırım uygulasalar ne yaparız? Herhalde İslâm'ın emrettiği harb yoluyla cihada sarılır, onun bütün gereklerini yerine getiririz. İşte İslâm, yirminci asırda, teoride inanılan ancak pratikte uygulanmayan bu mantığı ondört asır önce bir disiplin olarak getirmiş ve bütün zalimlere karşı uygulayarak mazlumların haklarına kavuşmasını, ezilmemelerini, sömürülmemelerini ve yok edilmemelerini temin etmiştir. b) İslâm, müntesiplerini, varlık ve bekalarını temin edecek caydırıcı güce sahib olmakla mükellef kılar Milletlerin varlık ve bekalarını devam ettirip, muhafaza edebilmeleri caydırıcı güce sahip olmalarıyla mümkündür. Müslümanlar da varlık ve bekalarının temini için caydırıcı bir kuvvet haline gelecek, gerektiğinde kullanılmak üzere en uzun menzillileri ve nükleer olanları da dahil her türden silaha sahip olacaklardır. Fakat bunun yanında bir Müslüman, çocuğuna bile tokat atmasının muhasebesini yapacak ve bahçesindeki otları çiğnemenin tabiî dengeyi bozabileceği ihtimalini düşünecek kadar da hak ve adalet ile fıtrî dengenin esaslarına bağlı kalacak, böylece yeryüzündeki dengenin temsilcisi olacaklardır. Bugün dünyanın hemen her yerinde zulme maruz kalan milyonlarca insanımız, soydaşımız ve dindaşımız var., siyah, beyaz veya sarı ırktan mağdur ve mazlumlar var., rengi, ismi, dini gibi en tabiî hususiyetleri ve haklarından dolayı insanî haklan çiğnenen, soykırımına uğratılanlar var.. Türkistan'da, Özbekistan'da, Karabağ'da, Bosna'da, Keşmir'de, Sri Lanka'da, Güney Afrika'da, Bosna'da, Çeçenistan'da ve dünyanın pek-çok yerinde akıtılan kan var... Ve öbür yanda bütün bunlara barutla, ateşle koşan, sözde insan hakları havarileri var! Böyle bir ortamda, öyle bir islâm devleti olmalıdır ki, yapılan zulümlere ve tecavüzlere karşı tavır koyduğu zaman bütün zalimler hizaya gelmeli, kendilerine çeki-düzen verip yanlışlarını düzeltmelidirler. Bu ise elinde tuttuğu caydırıcı güçlerle mazlum ve mağdurların imdadına koşarak mü'mince bir dikkat ve yine mü'mince bir tavırla yumruğunu vurarak mümkün olacaktır. Osmanlı Devleti, bu caydırıcı güce sahip olduğu devirlerde, gücünü mazlum ve mağdurların acılarını dindirmede kullanarak dünya muvazenesini tesis ve temin ettiğinin örnekleri ta-rihen sabittir. Netice olarak, İslâmî cihadın bir yönü, olabildiğince caydırıcı bir güce sahib olarak mazlum ve mağdurların imdadına koşmaktır, diyoruz. c) İslâm, düşünce, hak ve hakikati neşretme hürriyeti engellendiğinde muharebeyi meşru kılar: islâm, hak ve hakikat ile, doğruluk ve istikameti neşretme hürriyeti engelleniyorsa, bu hürriyeti elde etmek ve korumak için harbi meşru kılar. Dikkat ediniz, hak ve hakikati neşretmek için muharebe değil; hak ve hakikati neşretme hürriyeti engellendiği için muharebe edilir. Müslümanlar, cihanın dörtbir yanına ilim ve irfan ordularını yayarak, insanlığa insanca yaşama yollarını öğretip, ilim ve irfan hüzmeleriyle insanlığı aydınlatmak; beşerî ve medenî haklarından mahrum kalanlara hak ve hakikati anlatmak istediklerine buna karşı çıkan olursa Müslümanlar elbette ki engelleri aşmaya çalışacak ve gerekirse de başlarına bombalar yağdırarak harp edeceklerdir.
  • Çünkü, öyle bir engellemeye kalkışmak, düşünce hürriyetine karşı koymaktır. Bu hürriyeti kullanmak ve korumakla mükellef mü'minler, bu uğurda bütün güçlerini kullanırken insanlık şeref ve haysiyetini rencide etmeden, çocuklara ve kadınlara ilişmeden, mabetlerinde ibadet edenlere zarar vermeden, harbetmeyen ve barış isteyenlerin sulh imkânlarını ellerinden almadan vazifelerini yerine getirmekle de mükelleftirler. Günümüz insan hakları havarilerinin, sadece kendi menfaatlerini temin uğruna, sadistçe, Hiroşima ve Nagazaki'ye atom bombası atarak 80 bin insanın üzerinde denemelerinden meskun mahallere NBC bombaları yağdırmalarından 1400 sene önce, İslâm'ın müessisi Efendimiz (sav) ordularını sevkederken: "Yaşlılara, kadınlara, çocuklara, kendisini ibadet-ü taate vermiş ruhbanlara ve mabetlere ilişmeyeceksiniz. Ağaçları yakmayacaksınız, hayvanlara dokunmayacaksınız, servetleri heder etmeyeceksiniz"[4] emrini veriyor, mü'minleri disipline ediyordu. Bugünün, "Yeni Dünya Düzeni vb." aldatmacalarıyla dünya muvazenesini temine soyunanların, silah sanayilerini korumak veya dış ticaret açıklarını kapatmak uğruna etnik grupları tahrik ederek savaşa sürükleyenlerin yukarıda zikrettiğimiz böylesi bir disipline rivayet etmeleri mümkün müdür? Şimdi onların, soğuk harp çerçevesinde içimize soktukları veya içimizdeki bir kısım zavallıları kullanarak şüphe ve istifham tohumlarını beyinlerinde yeşerttikleri gafillerin "Harb ederek cihad olur mu?" sorularına bir soru ile yaklaşalım: Dünya muvazenesini teminde Allah'a (cc) ve Resûlü'ne (sav) inanan insanların bulunmaması büyük bir eksiklik değil mi? "Yeni Dünya Düzenf'ni tesis etmeye uğraşan güçlerin yerinde Müslüman bir ülkenin olması zulüm ve işkencelerin önünü kesmez mi? Sadece bu netice için bile Allah'ın (cc) ve Resulü'nün (sav) emrettiği cihad çerçevesinde zalimlerle savaşılmaz mı? d) Allah (cc)"Haksızlığa uğratılarak kendilerine savaş açılan kimselerin karşı koyup savaşmasına izin vermiştir." Peygamber Efendimiz (sav) nübüvvet vazifesi ile Kur'ân'ın elmas düsturlarını neşrederken, o hakikatlere uygun hareket etti. Daima teenni ve itidal ile yaşadı. Ashabına her zaman sekine ve sabır tavsiye etti. Gönüllere girip, ruhlan fethetme emri vererek Mekke dönemi boyunca -hicrete kadar- katiyyen maddî mukabele ve mücadeleye tevessül etmedi. Tam 13 sene, İslâm uğruna, "dövene elsiz, sövene dilsiz ve gönülsüz olmak gerek" dedi. Fakat bunun karşısında diğer taraftaki müşrikler, mü'minlere alabildiğince ağır işkenceler yapıyorlardı. Mesela Yâsir ailesi mezbahadaki koyunlar gibi kesiliyor, buna rağmen Efendimiz (sav) "Ev Yâsir ailesi sabredin, neticede varacağınız ver Cennet'tir" diyordu.[5] Kafirler, mü'minleri Mekke'den çıkanp, onlan yurtlarından, yuvalarından mahrum etmeyi planlamışlar ve sonunda da başarmışlardı. Artık hicret başlamış, göç ediliyordu. Doğduklan ve büyüdükleri, rahat ve huzur içinde şeref ve haysiyetleri ile hayat sürdükleri yuvalarından, çocuklarından ve akrabalarından kopanlıyorlardı. Hazreti Ömer bile acı bir şekilde, yanında hanımı ve çocuklan olmadan ayn bir cemaatle göç ediyordu.[6] Çünkü ancak o şekilde hicret fırsatı bulabiliyordu. Hazreti Ebu Bekir'in yanında -"Anamız" deyip şerefle yad ettiğimiz- Aişe'si yoktu. Oysa daha 7-8 yaşında bir çocuktu. Nerede idi, kimin himayesindeydi? Bilmiyoruz, ama bildiğimiz, Ebu Bekir'in Aişe'sinden ve ailesinden ayrı hicret ettiğiydi. Zira başka bir şekilde göç etmelerine imkân ve fırsat verilmiyordu. Ve Medine'ye hicret edildi. Hayatları boyunca onurlan ve şerefleriyle yaşamış bu insanlar Medine'li Ensar'ın yanına sığındılar. Maddî, manevî bütün azab ve sıkıntılara sabırla katlandılar, seslerini çıkarmadılar. Efendimiz (sav) Allah'ın (cc) emriyle hareket ediyor "sabredin, zira neticede varacağınız yer Cennet'tir" diyordu.
  • Kafirler öldürmekten, zulmetmekten ve tehcire tâbi tutup sadece "Allah (cc) bir" dedikleri için yurtlarından ettikleri insanlardan hınçlarını alamamışlardı ki, "mallarına-mülklehne el koyalım, tarlalarını aramızda taksim edelim" dediler. Allah Rasûlü'nün (sav) doğup büyüdüğü mübarek hanesini bile işgal ettiler. Bunlar yetmiyor gibi Medine'nin içinde "Müslümanlar, siz burada oturuyorsunuz ama Mekke'de arpa kadar serve- tiniz kalmadı. Menkullerinizi develere yüklediler Yemen'e ve Şam'a götürdüler, satıyorlar" diyen çığırtkanlarla tahrik ettiler. Kervanlar, Müslümanların mallan ile yüklü olarak Medine'nin kenarından geçiriliyor, adeta, "Bakın, görün de yüreğinizin yağı erisin" deniliyordu. Küfrün çapulcuları, günümüzde yaptıklarının aynısını o gün de yapıyorlardı. Mü'minlere zulmediyor, onlara destek verenleri gadre uğratıyor, yurtlarından, yuvalarından, hayat haklarından ve düşünce serbestisinden mahrum bırakıyorlardı. Onların varlıklarına ve bekalarına imkân tanımıyorlardı. Acaba onların yerine siz olsaydınız ve bütün bu muamelelere maruz kalsaydınız ne yapardınız? Bine yakın sahabi benzer zulümlere maruz kalmıştı; dövülmüş, sövülmüş, yaralanmış, izzetleri ve onurları rencide edilmiş, malları-mülkleri, yuvaları talan edilmiş, kalblerine hergün ayrı bir hançer sokulmuş vazi- yetteydiler. Yerdeki karıncadan semadaki meleklere kadar her-şeyin ızdırablanna ortak olmasını, Allah'ın (cc) ve Rasûlü'nün kendilerini inkisara düşürmemesini bekliyorlardı. Sema dile geldi ve Allah'ın (cc) beyanı imdada yetişti: "Haksızlığa uğratılarak kendilerine savaş açılan kimselerin karşı koyup savaş- masına izin verilmiştir. Allah (cc) onlara yardım etmeye elbette Kâdir'dir. Onlar haksız yere ve 'Rabbimiz Allah'tır (cc)' dediler diye yurtlarından çıkarılmıştır." (Hacc, 22/39-40) "Rabbimiz Allah (cc)" dedikleri için yurtlarından, yuvalarından zulmen çıkarıldılar; binbir mahrumiyete maruz bırakıldılar; zevceleri ve çocukları geride kaldı, gençleri zincirlere vuruldu; hayatlarının yedi-sekiz senesini prangalar içinde geçirdiler. İşte, bu mazlumların, mağdurların, mahkûmların ve terkedilmiş kim- sesizlerin hakkını korumak için, sinelerine hançerler saplanmış Müslümanlara o hançerleri çıkarabilmeleri için savaşma izni verildi ve Efendimiz (sav) cihada memur edildi. İSLÂM'DA CİHAD ANLAYIŞI NASILDIR? İslâm'a ve Kur'ân'ın hükümlerine itiraz eden muarızlar, İslâm'ın ve Kur'ân'ın hakikatlerini idrak edemediklerinden dolayı gerçekleri saptırarak âyetlerin ve hadîslerin mânâlarını yanlış verirler veya siyak- sıbak bütünlüğüne ve esbab-ı nüzule dikkat etmeden işlerine geldiğince alırlar. Mesela, -çok bilinen- bir muarızın "Cihad Kadın Dinlemez" başlığı altında dediklerine bakalım: "Tevbe Sûresinin 111. âyetinde dendiği gibi: "Tanrı yolunda savaşa, öldürmeye girişen inananların canlarını ve mallarını, karşılığında Cennet'i vererek Tanrı satın almıştır" demektedir".[7] Hakikatte ise âyetin meali şöyledir: "Allah (cc) mü'minler-den mallarını ve canlarını Cennet kendilerinin olmak üzere satın almıştır. (Bunlar) Allah (cc) yolunda savaşırlar, öldürürler ve öldürülürler. Bu Allah'ın (cc) bir vaadidir. Gerek Tevrat'ta, gerek İncil'de, gerek Kur'ân'da Allah'dan (cc) daha çok ahdini yerine getiren kim olabilir? O halde O'nunla yaptığınız bu alışverişten ötürü sevinin. Gerçekten bu büyük başarıdır. "(Tevbe, 9/1 il) Görüldüğü gibi âyet-i kerimede anlatılan; Müslümanlara hayat yaşama hakkı tanımayan, menfaati esas alarak bütün bir toplum düzenini ifsad eden sömürgeci canilerle; Allah (cc) için, O'nun yaşanmasını istediği İlâhî barış ve adalet için mücadele edenlere, fedakârlıkları sebebiyle Allah'ın (cc) Cennet'i vaad et- mesidir. İnsana saygı ve hürmetin gelişmesi İslâm'la olmuştur. Hümanizm ise, bu gelişme çizgisine hiçbir zaman ulaşamamıştır. Hümanizmin temsilcileri, şecaat arz ederken sirkatini izhar eden kiptiler gibi, 40 milyon
  • insanın ölümüyle sonuçlanan II. Dünya Savaşı'ni; bugün şahit olduklarımızdan daha vahşi zulümlerin yapıldığı Balkan Savaşlarının ve I. Dünya Savaşı'nın hiçbir hukuka dayanmadığını, basit ve aşağılık menfaatler için yapıldığını açıklayan, bugün ise insan haklarından bahsetmeyi bir fazilet sayarken, Efendimiz asırlar önce harb hukukunu getirmiş ve bugünlere de şamil yeni disiplinler ortaya koymuştur. Bu hukukun gereklerinden biri de, harbin hangi safhasında olursa olsun sulh teklifi geldiğinde sulhun yapılmasıdır. Çünkü sulh asıl, harb ise talî'dir. "Eğer onlar barışa yanaşırlarsa, sen de yanaş ve Allah'a (cc) güven. O şüphesiz işitir, bilir." (Enfal, 8/61). "Ey iman edenler! Hep birden barışa girin, şeytana ayak uydurmayın, o sizin apaçık düşmanınızdır."(Bakara, 2/ 208). Bu ve benzeri âyetler, Müslümanları sulh ve barışa davet eder. Sulhun dışında olan şeyler ise şeytanların ve avanelerinin adımlarından başka birşey değildir. Şeytanın insanları idlal adına ortaya attığı, kapitalizm, komünizm, sosyalizm hatta hümanizmdir. Bugün komşuları birbirine düşürerek hatta ülkemizde de olduğu gibi birbirine kaynamış kültürlerle içice ve birlik ve bütünlük içinde yaşayan milletleri sunî ayrılıklar çıkararak bölüp parçalamaya uğraşan hümanizmin kapitalist temsilcileri dessas oyunlarını icra ederken, bakınınız Allah (cc) ne buyuruyor: "Eğer mü'minlerden iki topluluk birbiriyle savaşırsa aralarını düzeltiniz; eğer biri diğeri üzerine saldırırsa, saldıranlarla, Allah'ın (cc) emrine dönmelerine kadar savaşınız; eğer dönerlerse aralarını adaletle bulunuz, adil davranınız. Şüphesiz Allah (cc)adil davrananları sever. "(Hucurat, 49/9) İki cemaat birbiriyle yaka-paça olursa, vatan ve millet parçalanma durumuna girer vatan başkalarına peşkeş çekilmek istenirse işte o zaman mü'min bile olsa savaşılır. İslâm'ın vahdeti, milletlerin bütünlüğü ve huzuru, toplumların ve vatanların bölünmezliği için cihad edilir. Herşeyin bittiği, bütün uzlaşma yollarının denendiği ve netice alınamadığı zaman mü'minlere yakışan, hakkın adaletin ve huzurun temini için, bunları ihlal edenlerle mücadeleye girip galip olarak çıkmaktır. Zira Allah (cc) hiçbir zaman, mü'minlerin kafir ve zalimlerin sultası altında yaşamasından, onlara mağlup olmasından hoşnut olmaz. Buraya kadar bahsettiğimiz sebepler ve şartlarda, cihada karar verilince, mücahidin moral gücünü ve motivasyonunu sağlamak gereklidir. Askerî mütehassıslar harpteki moralin ehemmiyeti üzerinde hassasiyetle dururlar. Moralin teminindeki en mühim unsur ise hiç şüphesiz imandır. İmanı olan bir kimseyi Ölümle korkutamayacağınız gibi, imanı zayıf veya imandan mahrum olan kişiyi de ölümle kucak kucağa yaşanan harp esnasında moral gücüne sahip kılamazsınız. Ve işte, Allah (cc) çeşitli âyetlerle mü'minlerin moral gücünü takviye ederek, kendi rızası için, adaleti ve sulhu temsil için harp eden mücahidlerin ruhî ve fizikî yönleriyle muharebeye hazır hale gelmelerini temin eder. "O halde, dünya hayatı yerine ahireti alanlar, Allah (cc) yolunda savaşsınlar. Kim Allah (cc) yolunda savaşır, öldürür veya galip gelirse, biz ona büyük bir ecir vereceğiz. "(Nisa, 4/74) "Ey Nebi! Mü'minleri savaş için teşvik et!. Sizin sabırlı yirmi kişiniz onlardan ikiyüz kişiyi yener. Sizin yüz kişiniz inkâr edenlerden bin kişiyi yener; çünkü onlar anlayışsız bir güruhtur." (Enfal, 8/65) "Nice az topluluk vardır ki Allah'ın (cc) izniyle çoklara galebe çalmıştır. "(Bakara, 2/249) "Gevşemeyin, tasalanmayın, siz üstünsünüz, eğer mü'min İsenİZ'K- İmran, 3/139) "Akibet ve netice Allah'tan (cc) korkanlarındır." Ve bu âyetlerden süzülen "Hak daima galiptir. Ona galebe çalınmaz" sarsılmaz prensibi ile mücahade eden mü'minler bu ruh ve şuurla hareket ederek, fevkalade yüksek moral gücüyle cenk edip hesaplaşırlar.
  • Özetleyecek olursak: 1. Müslümanlar olarak, size hayat hakkı tanımadıklarında, 2. Mazlumun, mağdurun yanına, yardımına koşman gerektiğinde, 3. Dininin teessüsüne manî olduklarında, fikir ve düşünce hürriyetine gem vurup, bu hakkı elinden aldıklarında ve İslâm'ın cihanşümul keyfiyetiyle disipline edilmiş kaide ve hukuka uyarak cihad vazifesi yerine getirilir. CİHAD "YA İSLÂM, YA ÖLÜM" DEMEK MİDİR? Muarızlar tarafından adeta sloganlaştırılan "Ya İslâm, ya ölüm" tarihin hiçbir döneminde pratik olarak gerçekleşmemiştir. Bundan sonra da gerçekleşmesi mümkün değildir., zira İslâm'ın getirdiği cihanşümul disiplin bunun tam tersi kaideler koymuştur. Buna göre İslâm muarızlarına önce Müslüman olmaları teklif edilir, kabul etmezlerse cizye vererek Müslümanların himaye ve korumasında yaşamaları, yoksa harb edileceği tebliğ edilir. Harb edildiğinde de çoluk-çocuk, yaşlı, kadın ve din adamları öldürülmeyerek esirlere insanca muamelede bulunularak, harbin hangi safhasında olursa olsun sulh istendiğinde de sulh yolları denenir. Bütün bunlar İslâm'ın amir hükümleridir. Turan Dursun'un art niyetlerle kaleme aldığı kitabında "Ya İslâm, ya ölüm" diyerek, kaynak verilen âyetlerdeki si-yak-sibak münasebeti gözetilmemiş, çoğu zaman da âyetin belli kısımları alınıp, maksat bütünlüğü bozulmak istenerek, kasıtlı çarpıtmalarla fikirler bulandırılmak istenmiştir. Mesela, Bakara Sûresinin, 191. âyetinde; "onları yakalayın, nerede bulursanız öldürün" denmiştir. Ama âyetin siyak-sibak bütünlüğü içinde bir önceki âyetle birlikte yine 191. âyetin devamını da ekleyerek okursak şöyle olur: "Sizinle savaşanlarla Allah (cc) yolunda savaşın, fakat haksız yere saldırmayın. Çünkü Allah (cc) haksız yere savaşanları sevmez..." (Bakara. 2/190) "Onları nerde bulursanız öldürün, onların sizi çıkardıkları yerden (Mekke'den) sizde onları çıkarın. Fitne çıkarma, adam öldürmeden daha kötüdür. " (Bakara, 2/191). Kaldı ki, bu âyetin esbab-ı nüzulü, Müslümanlara 13 sene kan kusturan Mekke'li putperestlerle alâkalıdır. SALDIRMAZLIK, HAKİM OLUNCAYA KADAR MI? "Müslümanlar aralarında saldırmazlık anlaşması bulunanlara saldırmaz ama bu İslâm'ın güçlenmesine kadar sürmüştür. Sonrası için söz konusu değildir..." (Turan Dursun/65) diyen Turan Dursun, mesnetsiz bir iddiada bulunuyor. Bu iddiada bulunanlar bir tek müşahhas misal gösteremezler... Aksine bunun tersi olan yüzlerce misal gösterilebilir. Müslümanların dünyada hakim güç olduğu dönemlerde hangi ırk, hangi toplum, hangi Hristiyan veya Yahudi milleti imha edilmiştir. Aksine, hangi soy ve dinden olursa olsun bütün toplumların sıyanet kanatları altında adalet ve huzurla yaşaması temin edilmiştir.
  • Ayrıca bu meseleyi bir duygu sömürüsü şeklindeki ifadelerle ele almak ta yanlıştır. Hasım dünya, adeta, Müslümanlığı ortadan kaldırmak üzere bütün güçleriyle saldırırsa silaha sarılın-mayacak mıdır? Haçlıların Müslüman dünyasını işgal teşebbüslerine müsaade mi edilecektir? Yunanlıların Kıbrıs'ı işgaline göz mü yumulacak? Karadağ'da, Karabağ'da, Bosna'da ve Filistin'de sadece Müslüman kimlikleri sebebiyle çocukların, kadınların, ihtiyarların ve masum halkın katledilmesine seyirci mi kalınacak? Bütün bunlara karşı mukabele edilmeyecek mi? İnsafla ve iz'anla düşünmek gerek. CİHAD SIRASINDA KİMLER ÖLDÜRÜLÜR? Bu bahsi ele alan itirazcılar bazı istisnai hadîsleri dillerine dolarlar. Ama, İslâm'ın getirdiği disiplin -daha önce de temas edilmişti- gereği, eli silahlı düşmanı öldürme; bütün sulh yollarının sonunda teşebbüs edilecek son çaredir. Barış teşebbüsleri akim kalmış ve hâlâ savaşmakta direnen bir düşman varsa bile, onların çocuklarını, ihtiyarlarını, savaşa katılmayan kadınlarını, ibadethanelere sığınanlarını ve hastalarını öldürmek yasaktır. Fakat bir pusu veya gece baskını olmuş ve bu hallerdeki âni ve hızlı gelişmeler sebebiyle farkedilemediği için bazı çocuklar ve kadınlar öldürülmüş ise, bu istisnaî bir durum veya en fazla bir hatadır. Bu durumda merhamet maraz doğurmaz mı? Bu gibi istisnaî durumlar, gece baskınlarında, kale fetihlerinde, gemilerin batırılması vb. durumlarda meydana gelebilir. Ama kadınlar veya çocuklar Müslümanlarla savaşanlarla birlikte savaşmak için orada bulunuyor ve cephe oluşturuyorsa, böyle bir durumda elbette onlar da savaşacaklardır. İslâm'ın koyduğu prensiplere istisnai olarak uymayanlar olsa bile kabahat İslâm'da mıdır? Tam tersi, kendilerini senelerce baskı altında tutan, insanca yaşama haklarını ellerinden almak isteyenlere karşı Müslümanlar kin, gayz, öfke ve düşmanlık hisleriyle muamele etmemiş, afv ve müsamaha gibi ahlâk-ı Mu-hammediye (sav) ile mukabele etmişlerdir. Muterizlerin dillerine doladıkları bir-iki hâdiseyi ise, Allah Rasûlü duyunca şiddetle tepki göstermiş, müşrik bile olsa kadın ve çocukların öldürülmesini yasaklamıştır. Modern dünyanın temsilciliğine soyunup çağdaşlık, özgürlük, fikir ve düşünce hürriyeti vb. kavramları dillerine dolayanlar İslâm'ı tenkide uğraştıkları kadar niçin kendi dünyalarının işkence ve zulümlerini ele almazlar? Almanya'nın, Fransa'nın, Rusya'nın İngiltere ve Amerika'nın çıkarları uğruna milyonlarca insanı, toplu katliamlar ile işkenceler ve açlıkla, atom bombaları ve kimyevî silahlar ile kadın, çocuk, hasta, din adamı, hatta hayvan, bitki ve ekolojik denge demeden topyekün imha etmelerini niçin görmek istemezler? Nasıl olur da, zencileri, kızılderilileri, Aberojinleri, Endülüs'ü, Hiroşima'yı, Vietnam'ı, Af- ganistan'ı unutur ve halen Güney Afrika'da Körfez'de, Azerbaycan'da Bosna'da ve Çeçenistan'da cereyan eden kıyımları görmemezlikten gelirler? Ve utanmadan "Peygamber (sav) de işkence uygulatmış" diyebilirler. Müşahhas misal verebilirler mi? Toplu imha hâdisesini anlatabilirler mi? Toplumun yok edilircesine kıyıma uğratıldığını söyleyebilirler mi? Hayır! Ama tarih ve hakikat, Allah Rasûlü'nün, ashabı ile birlikte kendisine sadece Mekke'de 13 sene kan kusturanları bir çırpıda affettiğini haykırır; sefer ve savaş sonrası esirlerin affedildiğini, onore edildiğini ve izzetlerinin bile rencide edilmediğini söyler. Efendimiz'in işkence yaptırmasına delil olarak gösterdikleri hâdise ise "kısas"tır. Ureyne kabilesinden gelen, sonra Medine'de hastalanıp tedavisi için develer ve çobanı ile sahraya gönderilen bir kısım insanlar, iyileştiklerinde kendilerine bakan çobanı öldürmüşler, ellerini ve ayaklarını çarprazlamasına kesmişler, gözlerini oymuşlar., ve akla gelebilecek her türlü işkenceyi uygulamışlardır. Allah Rasûlü hâdiseyi haber alınca, ashabını onların peşine salmış, yakalatmıştır. Maide Sûresi, 33. âyetinin nuzülüyİe de onlara yapılacak muameleyi bildirmiş ve Efendimiz, Allah'ın (cc) emrini yerine getirmekte tereddüt etmemiştir. YAKARAK ÖLDÜRMEK VEYA YAKMA-YIKMA MI?
  • Peygamber Efendimiz (sav), bir hadîs-i şeriflerinde "Falanı bulursanız onu öldürün fakat yakmayın" buyuruyor. Ama tecavüz, itham, su-i niyet, mukaddes mânâları tahkir vb. gibi ameliyelerini, araştırma inceleme ve bilimsellik teraneleriyle gölgeleme becerileriyle tanınan itirazcılardan arapçayı ana dili gibi bildiğini iddia eden dil bilimci uzman muarız aynı hadîs-i şerife "Falancayı bulursanız ateşte yakın dedim. Ama önce öldürün, sonra yakın..." şeklinde mânâ veriyor. Arapça öğrenen bir talebenin bile doğru manâsıyla tercüme edebileceği hadîsi, yanlış olarak mânâlandıran bilim adamının bu yaptığı basit bir yanlışlık mı, yoksa bilim adına yaptığı bir cinayet mi veya zihinleri idlal uğruna hakikatlere kastetmesi midir? Takdiri sizlere bırakıyoruz. Aynı kişinin, Tarih-i Taberi'den ve Neseî'den rivayet ettiği vakıalarla, Efendimiz'in vefatından sonra cereyan eden hâdiselerle, şu veya bu sebeple İslâm'ın hükmü dışına çıkanların şahsi hatalarını Müslümanlığa maletmesi insaf ve iz'anla bağdaşmayan bir tutumdur. İşte İslâm'ı gerçek uygulamanın misalleri: Taberî'de nakledilen şekliyle Hz. Ebû Bekir savaşa gönderdiği ordunun komutanına şu emri vermişti: "Sız manastırlarda kendilerini ibadete vermiş insanlara rastlayacaksınız. Onları, kendilerini vermiş oldukları ibadetleriyle, (dinleriyle) başbaşa bırakınız, onlara dokunmayınız." [8] Yine Taberî'den; Hz. Ömer, Kudüs'ün fethinde Süleyman ma'bedini ziyaret etmiş, Dâvud makamında namaz kılmış, İlyâ ve Lût halklarına şu güvenceyi vermişti. "...Canları, malları, kiliseleri, kıbleleri güvencededir. Kiliseleri işgal edilmez, yıkılmaz, küçültülmez. Kilisenin gerek kendisinden, gerek çevresinden bir bölüm istimlak edilmeyeceği gibi, kıblegâhları da istimlâk edilmez, malları müsadere edilmez, dinlerine baskı yapılmaz, hiç kimseye zarar verilmez..."[9] İslâm'a ait herşeyi yakma, yıkma ve talan etme düşüncesiyle hareket eden bu muarızın "yakma-yıkma- yağma" başlığı altında zikrettiği hezeyanlarında ise tahripkâr zihniyetinin doruk noktasını görürüz. İslâm'ın bu mevzuda koyduğu değişmez kaideler ortada iken, bir-iki lokal hâdiseyi öne sürüp "işte İslâm bu..." demesinin ne mânâya geldiği açıktır. Böyle yaklaşımlarla, okuyucunun aklını karıştıracak tarzda mes'eleleri tahrif etmenin bilimle, bilim ahlâkı ile ve insanî düşünce boyutuyla ilgisi yoktur. Bu bakış tarzı, başka boyutlu düşüncelerle münasebetin gereğidir. GECE BASKINLARI NİÇİN DÜZENLENİRDİ? Mesela Turan Dursun'un Ebu Davud'da (Cihad/102) ve İbnî Mace'de (Cihad/30) dipnotu ile mânâ verdiği hadîs, İbn-i Ma-ce'de yoktur. Sadece Ebu Davud'da vardır. Hadîs-i Şerif şöyledir: "Allah Rasûlü, Ebû Bekir'i başımıza kumandan tayin etti. Müşriklerle savaşırdık. Gece baskınları düzenlerdik, onları öldürürdük. O gece bizim şiarımız öldür, öldür... olurdu." Söz konusu muarız ise, kendi ilaveleri ile bakınız nasıl mânâ veriyor. "Peygamber (sau) döneminde gece baskınları düzenlenirdi. Peygamberin (sav) buyruğuyla öldür, öldür... Paroîalı (şiar) olarak. Sonra yağmaya girişilirdi..." Hadis-i şerifin aslında Peygamberimiz'in (sav) öyle bir buyruğu olmadığı ve yağmalamadan bahsedilmediği çok açıktır.
  • Peygamberimiz'in (sav) buyruğu olduğu ve yağmalama yapıldığı, tamamen muarızın kendi ilavesidir. Meseleye daha geniş perspektifle bakınca, Asr-ı Saadetteki Müslümanların ve sonrakilerinin, insanlığa, insanlıklarını öğretmek için çıktıkları yola; manialar teşkil edip, komplolar ve illegal faaliyetlerle şer şebekeleri kuranların kötülüklerine meydan vermeden baskınlar düzenleyip, bulundukları yerde bütün kötülük düşünceleriyle birlikte toprağa gömmelerinin tenkit edilecek bir tarafı olmadığı görülür. Bakınız, yaşadığımız günlere ve hâdiselere, "örgütler, teröristler, şer şebekeleri komplolar, çocuk kaçırmalar, ülkeleri işgaller us. "ler ve bütün bunları tesbit edip önlemek için çabalayan istihbarat örgütleri ve emniyet güçlerinin çaresizliği. Bunun yanında da İslâm'ın hakkın, adaletin ve huzurun cihana yayılmasına mani olmak isteyen zümrelerin tesbit edilip, kötülük yapmalarına meydan vermeden bir gece baskınıyla bütün kötülükleriyle imhası. Hangisi evladır yine siz karar veriniz. Yine bu babda, düşmanın bulunduğu arazideki ağaçların ve ürünlerin kesilip, yakılması, askerî strateji ve harp tekniği açısından itiraz edilemeyecek bir husustur. Bu konudaki tenkidin zerre kadar kıymet-i ilmiyesi yoktur. Ve bu husustaki rivayetler de nev'î şahsına münhasır yani sadece o hâdiselere özgüdür. Umumî bir prensip ve disiplin olarak görmek yanlıştır. SAVAŞ NASIL BİR HİLEDİR? "Savaş hiledir" hadisini "Cihad esnasında her türlü yalan, aldatma, hile, tuzak mubahtır..." şeklinde yorumlamak da yanlıştır. Savaşta bile olsa düşmana verilen teminat ve güvence bozulamaz, yapılan anlaşmanın dışına çıkılamaz. Evet, savaş hiledir, ama nasıl? Düşmandan gerçek gücünü saklamak, onların moral gücünü bozacak şeyler yapmak, imdat kuvvetlerinin geldiği havasını vermek, Çanakkale'de olduğu gibi soba borularını top gibi göstermek, vb. şeyler yapılabilir. Böyle şeylerin hepsi caizdir. Fakat bunların dışında çağdaş dünyanın, hümanizm adına yaptığı gibi sun'î anlaşmalar yapıp, ateşkes ilan edip arkadan vurmak, medyayı kullanarak gerçekleri saptırmak, cinayetleri ve toplu katliamları kamuoyundan saklamak, günahsız ve masum halkları yoketmek için terörizmle ayrı kamplar oluşturup birbirine kıydırmak gibi şeyler yapamazsınız. KA'B B. EŞREF NEDEN ÖLDÜRÜLDÜ? Medine'de yüzlerce Yahudi varken, Peygamber Efendi-miz'in (sav) Ka'b b. Eşrefi öldürtmesi nedendir? Muarızımız bunun sebebini hiç araştırmadan, yüzlerce Yahudi için değil de sadece Ka'b bin Eşref için çıkarılan ölüm emrini her zamanki gibi tek yönlü yorumlayarak kendince İslâm'a kusur ihdas etmiştir. Ka'b b. Eşref, İslâm'a ve Müslümanlara düşmanlık yapan Efendimiz'e bile küfredecek kadar ileri giden, Yahudileri teşkilatlandırıp gizli faaliyetler yürüterek Müslümanların hayat hakkına kastetmeye çalışan birisidir. Allah Resulü (sav), bunun farkına vararak, bu fitne kaynağını kökünden kurutmak için onun öldürülmesini emretmiş, Muhammed b. Mesleme de öldürmüştür. Bu husus tenkit edilecek bir mevzu olmayıp aksine Efendimiz'in, basireti, feraseti ve tesis etmeye çalıştığı toplum düzenini her halükârda nasıl korumaya çalıştığını göstermesi açısından takdir edilip ders alınacak bir hâdisedir. KAFİRLE, ÖLDÜREN CEHENNEMDE BİRLİKTE BULUNMAZ Malum yorumcu, Peygamber Efendimiz'in (sav) "Kafirle, öldüren Cehennemde birlikte bulunmaz" hadîsini,
  • "Öyleyse Müslüman, kafir öldürmeye bakmalıdır, sürekli..." şeklinde yorumluyor. Allah Resulü (sav), buyurduğu bu hadîs ile insan öldürmeyi teşvik edici şeyler söylemiyor, bize bir vakıayı haber veriyor. Aslında bu hadîs, ölmenin, öldürülmenin ve sakat kalmanın her an mukadder olduğu savaşta, mücahid askerlere moral verme ve yapılan cihad neticesinde ulaşılacak makamın müjdesinin bir ifadesidir. Eğer yorumcumuzun dediği gibi bu hadîs Müslümanları sürekli kafir öldürmeye teşvik etseydi, 14 asırlık İslâm tarihinde sebebsiz binlerce onbinlerce toplu kıyıma şahit olacaktık. Veya, İslâm'ın hakim olduğu yerlerde, her an öldürülme korkusuyla yaşayan gayr-i müslimlerin bulunduğunu öğrenecektik. Halbuki tarih bunun tam tersi vakıalara şahittir. İşte en son misali, Müslümanların himayesine girerek, 500. kurtuluş yıllarını kutlayan museviler. Bir tarafta da bunun tam tersine maruz kalan Müslümanlar. İşte yıkılan Endülüs medeniyeti, imha edilen Endülüs Müslümanları., ve işte Bosna'daki Müslüman kıyımı. Bu bölümde, son olarak, mevzu ile ilgili misalleri, İslâm'ın asıl menşei olan Kur'ân-ı Kerîm'den açacağımız fasıllara uygun âyet mealleri verecek ve bir kısmına da işaret etmekle iktifa edeceğiz. "DİNDE ZORLAMA YOKTUR" ÂYETİNİ İZAH EDER MİSİNİZ? Dinin ruhunda ve özünde zorlama yoktur. Çünkü zorlama dinin ruhuna zıttır. İslâm irade ve ihtiyarı esas alır ve bütün muamelelerini bu esas üzerine kurar. İkrah ile yapılan bütün amel ve fiiller ister inanç, ister ibâdet ve isterse muamele açısından kat'iyyen makbul ve muteber kabul edilemez. Zaten böyle bir durum, "ameller niyetlere göredir" prensibine de uygun düşmez. Din, kendi mes'eleleri için ikrahı caiz görmediği gibi başkalarının İslâm'a girmelerini de ikrah esasına dayandırmayı hoş karşılamaz. O, muhatabını tamamen serbest bırakır. Meselâ zımmîler cizye ve haracı kabul ettikten sonra, İslâm dini onların hayatlarını garanti eder. Evet, İslâm'da müsamaha ufku bu derece geniştir. Zaten din, zorla kabul edilebilecek veya zorla kabul ettirilebilecek bir sistem değildir. Onda herşeyden önce îmân esastır, îmân ise, tamamen vicdanî ve kalbe ait bir mes'eledir. Hiçbir ikrah teşebbüsü kalb ve vicdana tesir edemez. Dolayısıyla insan ancak içinden geliyorsa ve gönlü imana yatkınsa îmân edebilir. Bu mânâda da dinde zorlama yoktur. Hz. Âdem'den günümüze kadar, din hiç kimseyi dehalete zorlamamıştır. Bu mevzuda zorlama daima küfür cephesinin ahlâkı olmuştur. Onlar insanları dinlerinden çıkarmak için zorlamışlardır; fakat hiçbir mü'min bir kâfiri zorla Müslüman yapmaya çalışmamıştır. Burada akla, şöyle bir soru daha gelebilir. Kur'ân-ı Ke-rîm'de kıtal ve cihadın farziyetiyle alâkalı birçok âyet mevcuttur. Peki bunlar bir mânâda zorlama değil midir? Hayır, değildir. Çünkü, cihad, karşı cepheye ait zorlamayı bertaraf içindir. Böylece insanlar, İslâm'ın değişmeyen bir kâi-desiyle girdikleri İslâm dinine kendi arzu ve iradeleriyle gireceklerdir. İşte İslâm'ın farz kıldığı cihadla, böyle bir anlayışa zemin hazırlanmış olacaktır. İrade hürriyeti, İslâm'ın cihad emriyle yerleşmiştir. Bu meseleyi bir başka açıdan da şöyle bir değerlendirmeye tâbi tutabiliriz: Bu âyetin hükmü belli devrelere aittir. Belki her kemal ve zeval fasılalarının da birbirini takibinde bu devreler yine bulunacaktır; ama, hüküm sadece o devreye münhasır kalacaktır. Nitekim Kâfirûn
  • Sûresinde bildirilen "Sizin dininiz size, benim dinim de bana" hükmü de aynı şekilde belli bir devreye mah- sustur. Bu devre ve bu donem, meseleleri çözme ve anlatma dönemidir. Meseleler sözle anlatılacak ve kabulde muhatap kat'iyyen zorlanmayacaktır. Ve yine bu dönem, başkalarının dalâlet ve sapıklığıyla ilgilenmeme, onları tahrik etmeme ve kendi hidayetini muhafaza ile ferdî hayatında dini tatbik etme dönemidir. Bu dönem ve devrelere ait hükümler ise, bütün zaman dilimlerine şamil değildir; tabiî bu mânâda şamil değildir. Yoksa bu hüküm artık hiçbir zaman tatbik edilmeyecek demek yanlış olur. İslâm'ın her devresinde böyle bir zaman parçası -realite olarak- yaşanmıştır ve günümüzde de yaşanmaktadır. Ancak aynı âyetin bütün zaman dilimlerini kuşatan bir hükmü daha vardır ki, bu hüküm her zaman ve zeminde geçerliliğini devam ettirecektir. O da İslâm diyarındaki azınlıklara ait hükümlerdir ki, hiç kimse İslâm dinine girme mevzuunda zorlanmayacaktır. Herkes kendi dinî inancında serbest olacaktır. Tarihe bir göz attığımızda açıkça görürüz ki, bizim aramızda daima Yahudi ve Hristiyanlar bulunmuştur. Batılıların bu mevzûdaki itiraflarına göre, Hristiyan ve Yahudiler kendi dev- letlerinde bile, bizim içimizde yaşadıkları kadar aziz yaşayama-mışlardır; Müslümanlar da onları teminat altına alıp korumuşlardır. Fakat hiçbir zaman onları İslâm dinine girmeye zorlama-mışlardır. Düne kadar bunların hususî mektepleri vardı ve kendilerine ait hususiyetlerin hepsini, dinî âyin ve yortularına varıncaya kadar muhafaza ediyorlardı. Bizim en muhteşem devirlerimizde dahi onların yaşadığı muhite girenler, kendilerini Avrupa'da zannederlerdi. Hürriyetleri bu kadar genişti. Sadece bizi iğfal etmelerine imkân ve fırsat verilmemiştir. Evet, gençlerimizi ve kadınlarımızı saptırmalarına göz yumulmamıştır. Bu da bizim kendi toplumumuzu korumamızın gereğidir. Bu kabil dinin caydırıcı bazı hükümleri, hiçbir zaman dinde zorlama değildir ve sayılmamalıdır da. Bu gibi hükümler, serbest iradesiyle dine girenlere aittir ki, onlar da zaten bu hükümleri kabul etmekle İslâm'a girmişlerdir. Meselâ, bir insan, İslâm dininden irtidat ederse ona mürted denir ve verilen süre içinde tevbe etmezse öldürülür. Bu tamamen daha önce yapılmış bir akde muhalefetin cezasıdır. Ve tamamen sistemin muhafazasıyla alâkalıdır. Devlet, belli bir sistemle idare edilir. Her ferdin hevesi esas alınacak olursa devlet idaresinden söz etmek mümkün olmaz. Onun içindir ki bütün Müslümanların hukukunu muhafaza bakımından, İslâm, mürtede hayat hakkı tanımamıştır. Ayrıca İslâm dinine giren insanlar bazı şeyleri yapmakla bazılarını da yapmamakla mükellef kılınırlar. Bunun da zorlama ile bir alâkası yoktur. Nasıl ki, namaza duran baliğ bir insan namaz içinde, sesli olarak gülecek olsa ceza olarak hem namazı hem de abdesti bozulur. Ve yine ihramlı bir insan, üzerindeki haşeratı Öldürse veya dikişli bir elbise giyse çeşitli cezalara çarptırılır. Halbuki aynı insan namazın dışında gülse veya ihramsız bir zamanda bunları işlese hiçbir cezası yoktur. Aynen bunun gibi, İslâm, dine girme mevzuunda kimseyi zorlamamakla birlikte, kendi iradesiyle dehalet edeni de başıboş bırakacak değildir. Elbette onun kendine göre emir ve nehiyleri olacak ve müntesiplerinden, bunlara uygun hareket etmelerini isteyecektir. Bu cümleden olarak, namazı, orucu, zekatı ve haccı emredecek; içki, kumar, zina ve hırsızlığı da yasaklayacaktır. Bu yasakları ihlal edenlere de suçlarının cinsine göre ceza verecektir ki, bütün bunların zorlama ve ikrahla hiçbir alâkası yoktur. Esasen biraz düşünüldüğünde, bu türlü caydırıcı tedbirlerin de, insanların yararına olduğu idrak edilecekti. Çünkü ferd ve cemiyet böyle müeyyidelerle, dünya ve ukbalarını korumuş olacaklardır. İşte bu mânâda dinde bir zorlama vardır. Bu da insanları zorla Cennet'e koymak istemekle aynı mânâda bir zorlamadır...
  • Mevzu İle Alakalı Ayetler a) İslâm'da öldürme "Allah'ın (cc) haram kıldığı canı haksız yere öldürmeyin. Kim zulmen öldürülürse onun velisi (olan mirasçısına yetki vermişizdir. (Öldürülenin hakkını arar. Ancak o da) öldürmede aşırı gitmesin, (katil yerine, katilin akrabasını veya katille beraber bir başkasını öldürmesin)..."(Isra, 17/33) (Diğer ayetler için bakınız. Âl-i İmran, 3/134; Nisa, 4/75, 83, 90, 91, 92, 93; Enfâl, 8/61; Tevbe, 9/6; Mümtehine, 60/8, 9.) b) Sulh "Eğer onlar barışa yanaşırlarsa o gün sen de ona yanaş ve Allah'a (cc) dayan, çünkü O işitendir, bilendir." (Enfal, 8/ 161; Bakara. 2/224,228; Nisa, 4/35, 114) c) Din değiştirmeye zorlama yoktur. "De ki "Hak (bu Kur'ân) Rabb'inizdendir. Artık dileyen inansın, dileyen inkâr etsin. "..(Kehf, 18/29) "De ki "Bizim işlediğimiz suçtan siz sorulacak değilsiniz, biz de sizin işlediğinizden sorulacak değiliz." (Sebe, 34/25) d) İslâm baskıcı değildir "Dinde zorlama yoktur. Doğruluk, sapıklıktan seçilip, belli olmuştur. Kim tâğûtu (şeytan) inkâr edip, Allah'a (cc) inanırsa, muhakkak ki o, kopmayan, sağlam bir kulpa yapışmıştır. Allah (cc) işitendir, bilendir" (Bakara, 2/256) "De ki "Ey insanlar, işte size Rabbinizden gerçek geldi. Artık yola gelen, kendisi için gelir; sapan da kendi zararına sapar. Ben sizin üzerinize vekil değilim"(Yunus, 10/108). "Benim yapabileceğim sadece Allah'dan (cc) (bana vah-yedilenleri) size duyurmak ve O'nun elçilik görevlerini yerine getirmektir. Artık kim Allah'a (cc) ve elçisine baş kaldırır-sa, ona içinde sürekli kalacakları Cehennem ateşi vardır." (Cin, 72/23). (Diğer âyetler için bakınız. Bakara, 2/139; Nisa, 4/80; Maide, 5/105; Yunus, 10/41, 99; Tevbe, 9/6; Hud, 11/121, 122; Nahl, 16/82, 125; Kehf, 18/ 29; Zümer, 39/41; Kâf 50/45; Gâşiye, 88/21, 22.) SAVAŞTA BİLE İŞKENCE YASAKTIR! Peygamber Efendimiz (sav) hadîs-i şeriflerinde: "El, ayak, burun, kulak keserek cezalandırmak yasaktır"[10] ve "Öldürmede bile insanların en iffetlisi, merhametlisi mü'minlerdir"[11] buyurmaktadır. Bu hadîsin açıklaması:
  • Burada "iffetli, merhametli" kelimesi en şefkatli, en merhametli ve yaratıkların organlarını kesmek ve bağlamak şeklin de onlara işkence etmekten en çok sakınan mânâlarına gelir. Çünkü Peygamberimiz (sav) "Şüphesiz Allah (cc) her şeyde iyi ve mükemmel olanı farz kılmıştır. O halde siz öldürdüğünüz zaman, öldürmeyi iyi (merhametlice) yapın. Bir hayvanı keseceğiniz zaman bıçağı iyice bileyin ve hayvanı dinlendirin "[12] buyurmaktadır. İslâm, bu gibi buyruklarla Müslümanların kalplerine merhameti ve şefkati yerleştirmiştir. Bu nedenle gerçek Müslümanlar bir şefkat ve merhamet örneği oldukları için savaşta düşmanı öldürürken dahi onun organlarını keserek ona işkence yapamazlar. Bu kesinlikle yasaktır.[13] SAVAŞTA KADINLARI ÖLDÜRMEK YASAKTIR Abdullah bin Ömer'den rivayet edildiğine göre: "Resûlul-lah'ın (sav) bulunduğu savaşlardan birinde bir kadın ölü bulundu; bunun üzerine Resulullah (sav) kadınlarla çocukların öldürülmesinin İslâm'da yasak olduğunu söyledi."[14] Yani savaşta, savaşmayan insanlarla savaşılmaz, silahsız insanlara dokunulmaz.[15] "Müşriklerin yaşlılarını öldürün, çocuklarını bırakın" hadîsinin tamamının dikkate alınması ile ortaya çıkan hüküm şöyledir: Harbe giren yaşlı müşrikleri öldürmek caizdir. Yani önemli olan kişinin savaşıyor olup olmamasıdır. Yoksa bu hadîsten yaşlıların öldürülebileceğini çıkarmak diğer hadîsleri ve tarihî vakaları inkâr etmek demektir. Şimdi;"Onlar onlardandır, öbürlerindendir" hadîsine gelelim. Bu hadîsin açıklaması şöyledir: Savaşta, gece baskını gibi müşriklerin kadın ve çocuklarını ayırdetmenin imkânsız olduğu hallerde çocuk ve kadınlar kazaen ölüyorsa bundan dolayı sorumluluk olmaz demektir. Yoksa mutlak mânâda kadın ve çocuklar savaşta öldürülmez.[16] Ateşte yakma meselesine gelince bu mutlak surette yasaktır. Bu konudaki tüm rivayetler, Emevilerin kendi şiddet uygulamalarına dayanak aramak için uydurulmuştur. Çünkü Peygamberimiz (sav) karıncaların yuvasının yakıldığını görünce bu davranışın yanlış olduğunu söylemiştir.[17] Yine Ebu Davud'da yera-lan şu hadîsine bakalım: "İki tane yavrusuyla birlikte bir kaya kuşu gördük ve yavrularını yakaladık. Bunun üzerine anne kuş gelip kanatlarını onların üzerine germeye başladı. O sırada Peygamberimiz (sav) geldi ve 'bunu yavrularıyla üzen kim? Onları kendisine geri verin' dedi. "[18] Yavru kuşlarına böyle merhamet gösteren, bir anne kuşun üzülmesine izin vermeyen bir rahmet Peygamberinin (sav) kadın ve çocukların öldürülmesine izin verdiğini söylemek apaçık bir iftiradır. Ayrıca kendisi ile savaşılan bir ülke halkının köle yapılması, mallarına el konulması gibi bir prensip İslâmî bir prensip değildir. Öyle olsaydı Mekke fethinde insanların affedilmesi, mal ve mülklerine dokunulmaması nasıl olabilirdi? Peygamberimiz (sav) Mekke fethinde Mekke halkına şöyle seslenmiştir: "Ey Kureyş topluluğu! Şimdi hakkınızda benim ne yapacağımı tahmin edersiniz?" diye sordu. Kureyş topluluğu "Sen kerem ve iyilik sahibisin. Bize hayır ve iyilik yapacağını umarız" dediler. Bunun üzerine Peygamberimiz (sav): "Benim halimle sizin haliniz, Yusuf'un kardeşlerine yaptığı gibidir. Hz. Yusuf (as) kendisine komplolar kuran kardeşlerine şöyle seslenmiştir: 'Bugün ve bundan sonra benim tarafımdan size başa kakma ve serzenişte
  • bulunma gibi herhangi bir eza ve cefa düşünmeyin' diyerek hepsini affetti. "[19] Peygamberimizin (sav) merhameti, bağışlayıcılığı önde tutması böyle gün gibi ortadayken, Turan Dursun'un Peygamberimizi (sav) lekelemek için uydurma rivayetlere takılmasını iyi niyetle izah etmek mümkün değil. KURAN, MÜSLÜMANLARIN AFFEDİCİ OLMALARINI EMREDER Bu konu ile alâkalı Kur'ân-ı Kerim'deki ayetlerde şöyle bu-yurulmaktadır: "Güzel bir söz ve bağışlama, peşinden gelen bir sadakadan daha hayırlıdır. Allah (cc) hiçbir şeye ihtiyacı olmayandır, yumuşak davranandır." (Bakara, 2/263) "Onlar bollukta ve darlıkta sarfeder, öfkelerini yener-ler, insanların kusurlarını affederler. Allah (cc) iyilik yapanları sever. " (Al-i İmrân, 3/134) "Bir hayrı açıklar ya da gizli tutarsanız veya bir kötülüğü bağışlarsanız, şüphesiz Allah (cc) affedicidir, güç yetiricidir." (Nisa, 4/149) "Sen affı tut, iyiliği emret ve cahillerden yüz çevir." (Araf, 7/199) "Biz gökleri yeri ve ikisi arasındakileri hak ile yarattık. Kıyamet günü mutlaka gelecektir. Onun için sen hoşgörülü ol, güzel davran." (Hicr. 15/85) "Onlar büyük günahlardan ve hayasızlıklardan kaçınırlar, kızdıklarında bile kusurları bağışlarlar." (Şûra, 42/37) "Bir fenalığın cezası aynı şekilde bir fenalıkladır. Kim de bağışlar ve barışçı davranırsa, onun mükâfatını Allah (cc) verir. O, zalimleri asla sevmez. "(Şûra, 42/40) "Kim sabredip bağışlarsa, bu da yapılmaya değer mühim işlerdendir." (Şûra, 42/43) "Ey iman edenler! Eşlerinizden ve çocuklarınızdan size düşmanlık edenler vardır. Onlardan sakının. Ama affeder, kusurlarını başlarına kakmaz, hoşgörür ve bağışlarsanız, bilin ki, Allah (cc) çok bağışlayan, çok esirgeyendir." (Tegabûn, 64/40) MÜSLÜMANLAR BASKICI DEĞİLLERDİR Cenâb-ı Hak, mukaddes kitabındaki ayetlerinde şöyle buyurmaktadır. "Rabbinin yoluna hikmetle, güzel Öğütle çağır, onlarla en güzel şekilde tartış. Doğrusu Rabbin, kendi yolundan sapanları daha iyi bilir. O, doğru yolda olanları da en iyi bilendir." (Nahl, 16/125) "Rabbin dileseydi yeryüzündekilerin hepsi mutlaka inanırdı. O halde sen mi insanları inanmaları için zorlayacaksın." (Yunus, 10/99) "Sen öğüt ver, çünkü sen ancak öğüt verensin. Onların üzerinde bir diktatör değilsin." (Gaşiye, 88/21-22) "Onların dediklerini biz daha iyi biliriz. Sen onların üzerine bir zorlayıcı değilsin, söz verdiğim günden korkanlara Kur'ân'la öğüt ver."[Kat 50/45) "De ki: "Bizim ve sizin Rabbiniz olan Allah (cc) hakkında bize karşı delil mi gösteriyorsunuz? Bizim
  • yaptıklarımız kendimize, sizin yaptıklarınız da kendinize aittir. Biz O'na karşı samimiyiz. " (Bakara. 2/139) "Dinde zorlama yoktur! Artık hak ile batıl iyice ayrılmıştır. Putları inkar edip Allah'a (cc) inanan kimse, kopmak bilmeyen sağlam bir kulpa sarılmıştır. Allah (cc) işitendir, bilendir. " (Bakara, 2/256) "Peygambere (sau) itaat eden, Allah'a (cc) itaat etmiş olur. Kim yüz çevirirse bilsin ki, Biz seni onlara bekçi göndermedik. " (Nisa, 4/80) "Ey inananlar! Siz kendinize bakın: Doğru yolda iseniz sapıtan kimse size zarar veremez..." (Maide, 5/105) "Bu sadece bir öğüttür, dinleyen Rabbine giden yolu tutar." (İnsan, 76/29) "Sen onların üzerinde bir zorba değilsin, söz verdiğim günden korkanlara Kur'ân'la öğüt ver."(Kaf, 50/45) "Onlar, boş söz ettikleri vakit ondan yüz çevirirler. 'Bizim işlediğimiz bize, sizin işlediğiniz sizedir. Size selam olsun, cahillerle ilgilenmeyiz'derler." (Kasas, 28/55) "De ki: O (Kur'ân) Rabbinizden gelen bir haktır. Artık dileyen iman etsin, dileyen inkâr etsin." (Kehf, 18/29) "Seni yalanlarlarsa, Benim yaptığım bana, sizin yaptığınız sizedir; siz benim yaptığımdan sorumlu değilsiniz, ben de sizin yaptığınızdan sorumlu değilim de." (Yunus, 10/41) "inanmayanlara; durumunuzun gerektirdiğini yapın! Doğrusu biz de yapıyoruz, bekleyin, biz de bekliyoruz de." (Hud, 11/121-122) "Puta tapanlardan biri sana sığınırsa, onu güvene al; ta ki Allah'ın (cc) sözünü dinlesin. Sonra onu güven içinde olacağı yere ulaştır. Çünkü onlar bilgisiz bir topluluktur." (Tev- be, 9/6) "De ki: Ey insanlar! Rabbinizden size gerçek gelmiştir. Doğru yola giren ancak kendisi için girmiş ve sapıtan da kendi zararına sapıtmıştır. Ben sizin bekçiniz değilim." (Yunus, 10/108) "Doğrusu Biz, insanlar için Kitab'ı gerçekle sana indirdik; kim doğru yolda ise bu kendi lehinedir-, sapıtan da kendi aleyhine sapıtmış olur. Sen onlara vekil değilsin." (Zumer, 39/41) "Eğer yüz çevirirlerse, sana düşenin sadece açıkça tebliğ olduğunu bil." (Nahl, 16/82) "De ki: İşlediğimiz suçlardan siz sorumlu olmazsınız, sizin yaptıklarınızdan da biz sorumlu olmayız."(Sebe, 34/25) "Benim yapabileceğim sadece Allah'ı (cc)size duyurmak ve O'nun elçilik görevlerini yerine getirmektir.
  • Artık kim Allah'a (cc) ve elçisine baş kaldırırsa, ona içinde sürekli kalacakları Cehennem ateşi vardır."(Cin, 72/23) "Eğer ona itaat ederseniz doğru yolu bulursunuz. Peygambere (sav) düşen sadece apaçık tebliğdir. "(Nur, 24/82) Peygamber Efendimiz (sav) daha Medine'ye gelir gelmez yerli ahali ve Yahudilerle imzaladığı vesikayla karşılıklı hak ve yükümlülükleri açıkça tarif etti. Ve ortak bir anlaşma sağlamayı başardı. Buna göre Müslüman olmayanlar kendi din ve düşüncelerinde yaşama biçimleri ve ibadetlerinde özgür olacak, kimse onlara müdahale etmeyecek ve İslâm devletine verdikleri vergi karşılığında yabancı saldırılara karşı korunacaklardı. Hz. Ali (ra), Mısır Valisi Malik bin Eşter'e gönderdiği mektubunda bunu sistemli bir hukukî ifadeye döktü. Hz. Ali'ye göre Müslümanların yönetiminde yaşayan insanlar iki ayn gruba ayrılıyordu. Biri "dinde kardeşimiz olan Müslümanlar" diğeri de "yaratılışta eşlerimiz olan gayri müslimler". Her ikisinin de korunmuş hakları vardı. Tarihte hiçbir kültür kendinden başkasını böylesine ontolojik ve insanî bir temele oturtup yüceltebilmiş değildi. Nitekim Hz. Ali'nin bu çarpıcı tarifi Kur'ân'in bütün insanları tek bir nefisten yarattığına ilişkin bir âyetine ve Peygamberimizin (sav) "Bütün insanlar Âdem'in çocuklarıdır, Adem de topraktandır" hadîsine bir vurguydu. Müslüman olmayan cemaat ve halkların kendi din ve hukukî inanışlarını sürdürme haklarını teminat altına alan bu geniş ve özgürlükçü perspektif, İslâm toplumunda sosyo kültürel temele dayalı bir çoğulculuğun gelişmesine yardım etti ve Hristİyan, Yahudi, Mecusî (ateşe tapar), Hindu, Budist vb. din ve inanışlara bağlı kültür ve cemaatlerin günümüze kadar din ve kültürel varlıklarını koruyup sürdürmelerini sağladı. Şu bir gerçektir ki, eğer Müslümanlar, batılılar gibi diğer kültürler, dinler ve halklar karşısında baskı ve asimilasyon politikası uygulasalardı, İslâm'ın devlet olduğu ülkelerde ne Hristiyan ne Musevi ne de Budist vb. kalırdı. Örneğin; İslâm, İspanya'da yüzyıllarca devlet olmasına rağmen Hristiyanları inançlarında zorlamamış, onları asimile etmemiştir. Buna karşın Hristiyanların hakimiyetindeki İspanya'da tek bir Müslüman kalmamıştır. MARKSİST, YAHUDİ VE HRİSTİYAN YAZARLARIN İSLÂM HAKKINDAKİ DÜŞÜNCELERİ Genellikle batı, İslâm'ın âlemşümul hoşgörü ve adaletini görmemezlikten gelip tam aksine onu fanatik ve kan dökücü göstermeyi kendi saldırgan ve sömürgeci yayılmacılığının gerekçesi için kaçınılmaz görmüştür. Ancak nadiren de olsa bazı Batılı yazarlar gerçeği itiraf etme gereğini duyuyorlar. "Hz. Muhammed (sav) ve İslâm Küîtürü"nü tamamen materyalist bir açıdan ele almaya çalışan Auguste Bebel, dinler hakkında genelde olumsuz düşüncelere sahip olmakla birlikte İslâm'ın gelişme tarihini anlatırken şu gerçekçi satırları eklemeyi de ihmal etmiyor: ".... başka dinden kimselere doğuda o zamana kadar eşi örneği görülmemiş bir yumuşaklık ve hoşgörüyle davranılması ve bu kimselerin nisbeten kolay yollardan özgürlük ve bağım- sızlıklarını elde edebilme imkânı bulmaları, İslâmiyet'in hızla yayılmasının başlıca nedenleridir. Bugün Avrupa'da hâlâ yaygın olan ve İslâmiyet'in, inanmayanlara (başka dinden olanlara) karşı -fanatik bir tahammülsüzlükle yaklaştığı sanısına karşı- bunu tam tersinin doğru olduğunu göstermek gerekmektedir. Hristiyanlar, Museviler ve öteki dinlerden olanlar, Müslüman dinin doğduğu ilk günden itibaren aynı dönemdeki Hristiyan Avrupa'da akılların ucundan bile geçmeyecek bir rahatlık ve güven içinde yaşamışlardır. Neden sonra 11. ve 13. yy'lar arasında Hristiyan Avrupa "Haçlı Seferleri' adı altında haydutluğa soyunmuş, talancı ve istilacı ordularını doğuya gönderip burada barbarlık ve zulümleriyle İslâm fanatiklerini ve fanatikliğini de çığırından çıkarınca, başka dinden olanlara gösterilen hoşgörünün yerini katı bir düşmanlık almıştır. Yine de, bu dönemlerde bile İslâm savaş önderleri, Haçlı ordularının Hristiyan prenslerine ve soylularına gösterdikleri mertlik ve saygıyla onları sık sık utandırmaktan geri kalmamışlardır."
  • "Museviler ve Hristiyanlar, gerek İslâmiyet'in en parlak gerekse daha sonraki dönemlerindeki, hatta günümüze kadar uzanagelen örneklerden görebileceğimiz gibi, İslâm devlet örgütü içinde en yüksek mevkilere kadar gelebilmişlerdir. Yahudiler, bugün bile Hristiyan Avrupa'da hâlâ kendilerine yasaklanmış onurlu mevkilere ve haklara, İslâm devlet bünyesi içinde her zaman sahip olabilmişlerdir. Hristiyanlar ve Yahudiler sarayda en yüksek düzeydeki görevden sorumluluklar yüklenmişler, çoğu kez Halifelerin da- nışmanlığını yapmışlar, özellikle doğuda çok saygın bir yeri olan doktorluk mesleğinde sivrildikleri gibi, sık sık halifelerin başhekimliğine getirilmişlerdir. Bütün bunlardan başka, Hristiyan kilise ve manastırlarının yanısıra Yahudi sinagoglarının, Hz. Muhammed (sav) döneminden önce ve sonra İslâm Devleti'nin topraklarında çok yaygın olmalarına karşılık, sözkonusu dinlerin mensupları, kiliselerinin içinde tam bir din özgürlüğüne sahip oldukları gibi, gerek çok büyük varlık ve mülklerinin denetim ve yönetiminde gerekse din işlerinde kusursuz bir Özerkliğe sahip olmuşlardır." "Ayrıca Hristiyan ve Yahudi bilim adamları islâm ilim adamlarıyla dostâne ilişkiler kurmuşlardır; gerek dinî, gerekse hukukî, tıbbî ve ilmî konular, büyük bir özgürlük içinde ve samimiyetle, her türlü resmiyetten uzak bir açıklıkla tartışılabilmiştir; böyle bir ilişki, birçok Hristiyan devletlerinde hâlâ imkânsızdır." "İşte bütün bunların sonucunda, çok erken dönemlerden başlayarak Hristiyan Avrupa'nın, derin ve karanlık bir barbarlığın çukurunda debelendiği ve kilise dogmalarına kuşkuyla bakmaya cesaret edebilen ve bu kuşku sonucunda dogmalarını sarsabilecek incelemeler yapmaya kalkışanların amansızca izlendiği dönemlerde, İslâm Devleti, düşünce özgürlüğünün ve kültürün en üst düzeylerine ulaşabilmiş olmanın mutluluğunu yaşamış; İslâm, koyu ve tutucu bir inanç karanlığına gömülmüş Avrupa'ya bilginin ışığını taşımıştır." "Yukarıda anlattığımız ve kimilerine inanılmaz gelen bu hoşgörü aslında çok tabii idi. Belirttiğimiz gibi, Hristi-yanlar, Yahudiler ve öteki dinlere bağlı insanlar, İslâmiyet'in öncelikle yayıldığı ülkelerde yüzyıllar boyunca barışçı bir ilişki içinde yaşamışlardı." [20] Marksist düşüncenin önemli isimlerinden olan Alman yazar Bebel'in bu hakperest sözleri, İslâm'ın geçmişte kan, ölüm, fanatizm, şiddet ve baskıdan başka hiçbir şey getirmediğini, bugünden beter bir şiddet ve baskı rejimine yöneldiğini söyleyip Batının ürettiği efsanevî İslâm imajını papağan gibi tekrarla- yanlara bir şeyler vermelidir. Benzer bir değerlendirmeyi şimdi de Yahudi yazar Max Dumant'tan dinleyelim. Yazar, "Museviler, Tanrı ve Tarih" adlı kitabında şöyle demektedir: "İS. 800'den 1300'e kadar Museviler, Bağdat halifesinin yönetiminde altın çağlarını yaşadılar. Bu, Moğollar'ın Bağdat'a girip her yeri tahrip edişleriyle son buldu. İspanya'da 500 yıl Müslümanların yönetiminde huzur ve güven içinde yaşadılar. Bu da Hristiyanların Müslümanlar üzerinde İspanya'da katliam yapmaları ve onları oradan sürmelerine kadar devam etti." Bunlar tarihî bir gerçeği itiraf eden Müslüman olmayan yazarların sözleri veya İslâm'ın özgürlükçü, barışçı ve adil içtimaî modeline ilişkin şahitlikleridir. Ancak W. Montgomary Watt'ın da işaret ettiği gibi Avrupa, hiçbir zaman Müslümanların tarihî bir realite olan barışsever, hoşgörülü ve adil yönetimlerini ve bu yönetimler altında Hristiyan dünyanın yüzyıllar boyu huzur ve mutluluk içinde yaşadığı gerçeğini teslim etmez. Tam aksine 11. yüzyıldan itibaren Müslümanların, barbar, kan dökücü, kelle avcısı, vahşi, putperest kafirler ve şehvet düşkünü güruhlar olduğunu her fırsatta anlatıp durmuştur. İslâm'ın böyle gerek İspanya'nın Müslümanlardan kurtarılması, gerekse İslâm dünyasının Haçlı orduları tarafından istila
  • edilmesinin meşrulaştırıl-ması gibi siyasî ve tarihî gayeleri var. Bunun yanında Batının ve Hristiyanlığın başka kültür, din ve topluluklara olan tahammülsüzlüğünü de eklemek lazım. Watt, bütün bunlara rağmen İslâm'ın Avrupa'ya kazandırdıklarını, kendi yönetimindeki Yahudi ve Hristiyanlara nasıl adil davrandığını örneklerle anlatıyor. Ardından, Bebel gibi artık bu gerçeği Avrupa'nın kabul etmesi gerektiğini, altını çizerek belirtiyor. Watt'ın değerlendirmeleri önemlidir, çünkü kendisi sıradan bir Avrupalı Hristiyan değil, aynı zamanda İslâm konusunda çalışmalarıyla dünya ölçüsünde ün yapmış önemli bir oryantalisttir. Watt, bunları söylese de söylemese de bizim için büyük bir anlam ifade etmez. Ancak bir Hristiyan şahid olarak Avrupa'nın hâlâ süren bağnazlığını ve haktanımaz tutumunu sırf bu konuda bir kitap yazacak kadar önemsemesi manâlıdır. Şimdi kendisi bir Hristiyan olan doğu bilimci (oryantalist) Watt ile Yahudi Dumant ve marksist Bebel'in sözlerini bir araya getirirsek iki din arasındaki fark kendiliğinden ortaya çıkmış olur. îslâm, sosyo-kültürel çoğulculuğa dayalı bir toplum modeli geliştirerek Hristiyan, Yahudi, Budist, Brahmanist, Mecusî, Zerdüşt, Sâbiî, Süryani, Keldani ve hatta Yezîdî (şeytana tapan) vb. her dine ve inanış biçimine özgür bir ortamda yaşama hakkı tanıdı, onları korudu. Yezîdîler (şeytana tapan) Mardin'de bugüne kadar hâlâ varlıklarını korumaktadırlar. Müslüman yönetimler "zımmi" adı verdikleri gayrı müslim halklardan onların güvenliklerini, mal, can, namus ve varlıklarını zimmetlerine, korumaları altına geçirmeleri karşılığında sadece "cizye" adı verilen bir vergi almakla yetindiler ve çoğunlukla bu vergiyi ödeme güçlerine göre düzenlediler. Ki dünyada kendi yurttaşından vergi almayan hiçbir devlet gösterilemez. Ve Müslümanlar onların güvenliklerini koruyamadığı zamanlarda ise bu vergiyi onlara iade ettiler ve bu tarihte sık sık tekrarlandı. Hatta bugün akıllara durgunluk veren çarpıcı örnekler yaşandı. Sözgelimi 13. yüzyılda Moğollarla çetin bir savaş sü- rerken, Müslümanlarla barış anlaşması imzalamak isteyen Moğollar, Hristiyan halkı anlaşma dışı tutmak isteyince Müslümanlar "biz onların güvenliklerini üstlendik" diye anlaşma şartlarını reddettiler. Acaba tarihte buna benzer kaç örnek gösterilebilir? Batı, bu yüzyılın ikinci yarısından sonra iki kutuplu kurulan bir dünyanın Soğuk Savaş stratejisine uygun doğu bloğunu ve Sovyet komünizmini en büyük tehdit olarak propaganda malzemesi yapıp bundan siyasî, ekonomik ve askerî çıkarlar sağlarken, sistem içinde bir alternatif olan komünizmin ve doğu bloğunun çökmesinden sonra, aynı politikayı sürdürmek üzere şimdi de İslâm'ın bir barbarlık ve vahşet dini olduğunu propaganda edip duruyor.[21] İSLÂM'DA HOŞGÖRÜ VE FİKİR ÖZGÜRLÜĞÜ İslâm'da temel prensip, mesajın entellektüel, ruhî ve sosyal bütün boyutlarda açıkça iletilmesinin ardından kişinin bunu kendi hür iradesini kullanarak seçmesi veya reddetmesidir. İslâm, imanı yüce bir değer kabul ettiği gibi, insanın gerçeği reddediş hakkını da kabul etmiştir. Hak olsun batıl olsun, bir me- sajın haklılığı diğer bütün ve alternatif mesajların ortaya konulup savunulduğu özgür bir zeminde açıkça ortaya çıkar, anlaşılır. Kur'an-ı Kerîm, âlemşümul bir prensip olarak "Dinde zorlama yoktur" (Bakara, 2/256) derken, hemen ardından hak ve batılın açıkça ortaya çıktığını ve meselenin serbest bir seçim ve tercih meselesi olduğunu ekliyor. Nitekim Hakk'ın temsil edildiği "en güzel söz "ün seçilebilmesi için diğer bütün sözlerin kendilerini ifade edebilecekleri hür bir zemine atıf yapar: "Onlar sözü dinlerler ve en güzeline uyarlar." (Zümer, 39/18) Ayet açıkça gösteriyor ki, eğer son İlâhî tebliğ olan İslâm, haklı me- sajının kitlelerin şuurunda kök salmasını istiyorsa, diğer İslâm dışı bütün öğreti ve görüşlerin kendilerini hür olarak savunabilecekleri ve arada sağlıklı bir mukayesenin yapılabileceği bir zeminin oluşmasını kendi faydası adına temel bir prensip kabul eder. Bağnazlık, fanatizm, şiddet ve baskı yöntemlerinin geçerli olduğu yerlerde, insanlar, İslâmiyet'i seçmişlerse bile, bu seçim şuurdan ve hür tercihten yoksun bir seçim olduğundan nihaî anlamda sağlıklı
  • değildir. Öyleyse en çok İslâmiyet hür tartışma zeminini ve hür tercihi savunan hoşgörülü, tahammülkâr ve saydam bir din olmak durumundadır. İslâm tarihi bunun örnekleriyle doludur. İSLAM TARİHİNDEKİ SAPMALAR VE HUKUK İHLALLERİ Hatırlamamız gereken önemli bir gerçek de şudur: Bütün bu anlattıklarımıza rağmen İslâm tarihinde her şey güllük gülistanlık olmadı. Aksini iddia etmeye kalkışmak büyük bir yanılgı olur. Bilindiği gibi Hz. Muaviye'nin bilinen yöntemlerle iktidara gelmesiyle "seçim, biat ve şura" ya dayalı meşru Hilafet yönetimi, bir aile veya hanedanın elinde babadan oğula devredilen bir mülke yani Saltanata dönüştü. Saltanat yönetimleri, siyasî iktidarlarını tehdit eden her hareket ve teşebbüse acımasızca karşı koydular, insanları katletmekten çekinmediler. Bu arada sayıları çok kabarık olmasa da, belli bir sayıda alim, düşünür, şair hayatını kaybetti. Ancak bütün bunlar "Siyaseten kati" dediğimiz vakalardır ki, temel özellikleri: a) Dinî değil, siyasî gayeli oluşları b) Doğrudan hukuk ihlali oluşlarıdır. Burada ne teorik ne pratik düzeyden din ile siyaset arasında bir ayırım yapmıyoruz. Ama Hristiyan tarihinde görülen te-olojik tartışma ve görüşlerin baskı altına alınıp bağlılarının hiç bir zorlamaya tâbi tutulmadığına, İslâm tarihinde sözde "dinî" nedenlerle öldürülenlerin aslında varlıkları siyasî bir tehdit oluşturduğu için bu yola başvurulduğuna işaret etmek istiyoruz. Mesela İşraki okulun parlak isimlerinden Suhreverdi'nin Selahaddin Eyyubi tarafından idama mahkûm edilmesi, Hallac-ı Mansur, Nesimi, Pir Sultan Abdal, Simavna Kadısı Şeyh Bedrettin, Molla Lütfü ve benzerlerinin akibeti bu kategoride ele alınabilir. Ahmed İbn Hanbel, Kur'ân'ın mahluk olmadığını iddia ederken, Abbasiler'in siyasî iktidarını kelam diliyle şiddetli bir eleştiriye tabi tutuyordu. Siyaseten kati, bize kötü bir miras bıraktı. Çünkü siyaset ile öldürme veya siyasetin ölümü göze alma ile aynı anlama gelmesi bu saltanat rejimlerinin mirasıdır. Yine de bu zatların öldürülmesi İslâm hukukunun değil, siyasî rejimlerin bir işiydi. Çünkü hiç kimsenin dinî inanç ve düşüncelerinden dolayı öldürüleceği yolunda ne Kur'ân'da ne de Sünnette en ufak bir telmih (işaret) yok. Tam aksine Kur'ân serbest düşünceye ve hür tercihe değer verir ve hatta dünya hukuk tarihinde görülmeyen bir prensibi vazederek, meşru bir yönetime karşı silahlı ayaklanmaya kalkışanların, çatışmanın bir safhasında bu hareketlerinden vazgeçmeleri (Tevbe) halinde yargılanmayıp kendi hallerine bırakılacağı hükmünü getirir (Mai-de, 5/33-34). Kur'ânî tarife göre hoşgörülmeyecek ve "Katiden beter olan fitne" (Bakara, 2/191), herhangi bir düşünce veya siyasî görüşü şiddete başvurarak kabul ettirmeye kalkışmak, insanların ve toplumun hür tercih ve serbest iradesine karşı çıkıp siyasî katılım kanallarını tıkamaktır. Bunlar tarihteki yönetimlerin unuttuğu veya gözardı ettiği âlemşümul gerçeklerse bile Kur'ân'daki yerlerini hâlâ koruyorlar ve bize hür bir toplumun kurulması yolunda ışık tutmaya devam ediyorlar. Peki, böylesine özgürlükçü, çoğulcu ve hoşgörülü bir din, nasıl oluyor da insanları kesmeye, kan akıtmaya teşvik eden fanatik bağnaz bir kimliğe indirgeniyor, "Müslümanlar insiyatif sahibi olurlarsa hepimizi kesecekler" diye histerik hezeyanların muhatabı olabiliyor? Bu, eğer tarihî ve dinlerin ayırıcı özelliklerini bilmemekten doğan bir bilgisizlik değilse, âlemşümul ölçekte mesaj iletmeye aday İslâmiyet'i sabote etmeye dönük bir komplodur.(*)
  • * Ali Bulaç, Kitap Dergisi, s.37, Mart 1990, sh.20 (İslam ve Fanatizm, s. 37-39) Bazen kimi Müslüman çevreler bu gerçeklerin yeterince farkında olmadıklarından, kendilerini sistemli bir şekilde katılaştırmak ve provake etmek isteyenlerin tuzağına kolayca düşebiliyorlar. Bunda yakın tarihimizde yaşanan acı hâdiseler de rol oynadı. Yazık ki Soğuk Savaş döneminin şartlarında Amerika'nın tuzağına düşen kimi sağcı, milliyetçi ve muhafazakâr çevreler İslâmî değerleri alabildiğine kullanarak kesme naraları attılar, Müslümanları "mevhum" bir komünizm tehlikesine karşı sokaklara dökmek istediler. Öyle ki, komünistlerin ayaklanacakları tarihler, gün ve saat hesabı verildi, Müslümanların evle- rinde su, erzak, silah stok etmeleri söylendi. Bütün bunlar ABD'nin bölgede ve Türkiye'deki varlığına sözde inandırıcı gerekçeler bulmak içindi. Komünizm tehlikesi mevhum bir tehlike idi, çünkü bir NATO ülkesi olan Türkiye'de Sovyet Rusya'nın bir ihtilale kalkışması demek Üçüncü Dünya Savaşı'nın çıkmasını göze alması demekti ki, sonraları komünizm ve anti-komünizm akımlarının çoğunda ABD istihbaratının büyük rol oynadığı ortaya çıktı. Ancak bütün bu ajitasyonlar, Müslümanların ülkede ikinci bir Endonezya senaryosu düşündükleri, eli kanlı, bıçaklı, her önlerine geleni kesmekten çekinmeyecekleri yolunda yanlış, ürkütücü bir imajın gelişmesine yol açtı ve maalesef bunun tesirleri bugüne kadar sürdü. Bu yanlış ve İslâm'ın asla haketmediği görüntünün pekişmesine bir faktör daha eklendi. O da, bilhassa 1970'lerden sonra Mısır, Hindistan ve Pakistan şartlarında yazılan kitapların etkisinde kalan kimi Müslüman aydın ve yazarların, açık siyasî katılım, çoğulculuğa ve doğrudan demokrasiye karşı çıkarken, İslâm'ın sanki totaliter, baskıcı ve monist bir siyasî modeli öngördüğünü sanıp etrafa böyle bir görüntü vermeleri faktörüdür. Buna 1980'lerden sonra Batı'nın tanımı olan "radikallik" de eklenince kavramsal düzeyde büsbütün bir kargaşa yaşanmaya başlandı. Müslümanlar, temel felsefî varsayımla demokrasi adına yapıldığı iddialanna atıflar yapıp açıklayıcı, ufuk açıcı eleştiriler yapacaklan yerde, halkın siyasî katılımına, çoğunluğa (ontolojik ve kurumsal anlamda olmayan siyasî çoğunluk), sivilleşmeye, seçim sistemine karşı çıktılar ve neredeyse üstüne bindikleri dalı kesmeye kalkıştılar. Mutlak bir idarî mekanizma olarak seçim sistemine yönelen eleştirel, patolojik devrimci ve radikal ifadelerle biraraya geldiğinde, baskıcı, tekçi, hoşgörüsüz, eleştiriye kapalı ve fakat İslâm'ın ruhuna aykın bir görüntü ortaya çıkmış oldu. Bizce bu, bunca acı tarihî deneyden sonra zihnî düzeyde "Seçim, Biat (hukukun üstünlüğü) ve Şura'yı ortadan kaldıran, halkın siyasî katılım, içtihad ve muhalefet kanallarını tıkayan saltanat rejimlerinin geri gelmesi" demekti. İSLÂM ÖLDÜRMEYE DEĞİL DİRİLMEYE ÇAĞIRIYOR Kan dökücü ve kesmeye azmetmiş bir İslâm fobisini besleyen başka faktörler de var. İslâm kuru kuruya, ilericilik-gerici-lik, din-bilim karşıtlığı, çağdaşlık-çağdışılık kavramlarıyla tartışıldı. Bu tartışmalara katılanlar ne İslâm'ı ve batıyı ne de dini ve bilimi bu tartışmaları yapabilecek yeterlilikte tanıyorlardı. Bu zihniyetteki basının da 70 yıldır her Allah'ın (cc) günü üfürükçü, muskacı, üçkağıtçı hacı, sarkık dişli, şalvarlı, sarıklı, yeşil cübbeli, elinde satır insan doğrayacak mürteci ve "ticani" tipler üretip durmasının, siyasî ve ekonomik çıkarlar uğruna irtica kampanyaları yürütmesinin İslâm'a ilişkin zihinlerde yaptığı yıkımların boyutunu kimse tam olarak tahmin edemez. Bu çerçevede İslâm, kitleler üzerinde bir baskı ve korkutma aracı olarak kullanılmış, özgürlük, sivilleşme,
  • siyasî katılım, insan hakları ve açık toplumdan yana olanlar İslâm tehlikesiyle korkutulmuşlardır. Sık sık başvurulan örnek de Suud krallık rejiminin kelle uçuran, yoksul hırsızların elini kesen uygulamalarıdır. Son zamanlarda buna İran üzerinde dünya basının düzenlediği komplo ve bunun bir parçası olarak orada insanların sorgusuz sualsiz idam edildiği, genç kızların ırzına geçildiği yönündeki hayal mahsûlü propagandalar eklenmiş bulunuyor. Bu gibi propagandalarla Müslümanları mürteci konumuna itmeye çalışan; İslâmiyet'i ufku dar, sığ, önyargılı, kafası ve aklı ile değil duygularıyla hareket eden, düşünmeden tepki gösteren, kolayca ajite olan, gerici, fanatik, yobaz, bilgisiz vb. sıfatlara sahip insanların dini şekline sokmak isteyenler var. Ancak bundaki gaye, siyasî ve ekonomik çıkar gruplarının bu "dinci ve irticaî tehlikeyi" öne sürüp çıkarlarını sürdürmek, işçiye ha-kettiğini vermemek, halkı sömürmek ve bu sömürücüyü de askerlerin gölgesinde güvence altına almak istemeleridir. Burada "din ve irtica" bir siyaset aracı olarak kullanılmaktadırlar. Eğer Müslümanlar, bu oyunları farkedemeyip tuzağa düşecek olurlarsa, belki de yalnız kendilerine değil, bütün ülkeye, İslâm dünyasına ve hatta derin acılar içinde kıvranan dünyaya yazık edecekler. Çünkü insanoğlu tarihin kırılma anından geçiyor ve modern paradigma çökerken bütün dünya yepyeni bir arayışa girmiş durumda. İslâm herkesin umududur. Biz, kim, seviyesi düşük, ajitasyon amaçlı saldırıda bulunursa bulunsun, hepsini sinemize çekip sabır ve metanetle İslâm'ın doğrularını, entellektüel ve pratik güzelliklerini anlatmak, göstermek zorundayız. Şiddet hangi din ve görüş adına olursa olsun bir cinnet, acziyet ve intihardır. Bizler İslâm mesajının aydınlığına güveniyoruz. İslâm, Kur'ânî vahyin kurtarıcı ve yol gösterici aydınlığında özgürlükçü bir dindir. Öldürmek, kesmek, doğramak onun vasfı değil. "Bir insanı öldüren bütün insanlığı öldürmüş, bir insanı dirilten bütün insanları diriltmiş gibidir. "(Maide, 5/32) Allah (cc), bizi hukukun açık kapsamı hariç, öldürmeye değil hayata çağırır. MÜSLÜMANLAR GELİNCE KESECEK Mİ? Yukarıda ana hatlarıyla çizdiğimiz çerçeve içinde şimdi de tamamen Türkiye pratiğiyle ilgili bir probleme yakından bakalım. Son zamanlarda basının irtica sahifelerinden sosyete salonlarına, üniversite koridorlarından günlük hayatın sürdüğü işyerlerine ve sokaklara kadar herkesin birbirine sorduğu bir soru var:''Müslümanlar geliyor mu? Geliyorlarsa bizi kesecekler mi?" 70 bin camide 70 bin imam halkı cihada çağırıp onları sokağa mı dökecek? Bu yeşil cübbeli, sarıklı, şalvarlı, sarkık dişli, çember sakallı, yobaz ve fanatikler, zincirlerinden boşalan hayvanlar gibi ellerinde satır, bıçak ve kamaları ile her ceketli, pantolonlu, kravatlı, etekli başı açık kadın ve erkekleri, çocukları doğrayacaklar mı? Arkasından bütün sinema, tiyatro, banka spor salonları vb. tesis ve binaları yerle bir edip bütün arabaları ve fabrikaları da tahrip ettikten sonra çöllere sürecek ve Arap ülkelerinden ve Afrika'dan eşek, katır, deve getirtip Türkiye'yi paleolotik döneme mi geri götürecekler? Veya kesmeseler bile, en hafifinden bütün kadınları eve tıkayacaklar mı? Herkese çarşaf giydirip camiye gitmeyenleri sokak ortasında kırbaçlatırlar mı? Seçimle işbaşına gelmeyi ilga edip başımıza eskiden olduğu gibi bir sultan mı dikerler? Hayır hiçbir Müslüman böyle bir şeyi ne düşünür ne de yapar. Çünkü İslâm bizi bu konuda açıkça uyarmıştır. Dinde zorlama yok. Peki o zaman bu kesme yaygaraları nereden çıkıyor? Ne İslâm'ın teorik hukuku, ne tarihî uygulamaları ve ne de bugünkü görüş ve düşünceleri kesme ile yakından uzaktan ilgili değildir. Kuşkusuz Türkiye 60 milyonluk bir ülke ve nüfusu sadece Müslümanlardan ibaret değil. Vazifemiz herkese İslâmiyet'i güzel söz
  • ve hikmetle anlatıp tebliğ etmek. Gâşiye Sûresinde Allah (cc), Peygamberimize (sav): "Sen ancak bir hatırlatıcısın, onlara zor kullanacak değilsin" ve Yunus Sûresinde: "Sen mü'min olmaları için insanlara zor mu kullanacaksın?" der. Dini zorla bir başkasına baskıyla kabul ettiremeyeceğimize göre yapılacak şey Zümer Sûresinin şu hükmüne uymak olacaktır: "Bundan sonra herkes dilediğine tapar." Şu halde tebliğden sonra isteyen inanır, isteyen eski inancında kalır. Bu onun bileceği iş, çünkü Allah (cc) ona seçme hakkını vermiştir. Biz, Allah'ın (cc) verdiği bir hakkı kafir de olsa kimseden alamayız. Öyleyse, tarihte olduğu gibi bugün de başka inanç ve görüşten olanlarla bir arada ve yanyana yaşayacağız. Bu, bizim temel gerçeğimizdir. Bunu kökten değiştirenleyiz. Çünkü eğer Allah (cc) dileseydi, herkese hidayet verirdi; ama Allah'ın (cc) isteyene veya kendisinin dilediğine hidayeti verdiğini biliyoruz. Şimdi bu perspektiften bakarsak, Müslümanların insiyatif sahibi olduğu bir zamanda ve mekânda durumun ne olacağı meselesine bakalım. Elbette bu tür sorular, tabiatı gereği hipotetik (farazidirler. Ancak sözkonusu İslâm ise, meselelerin hipotetik olmayan yanlarını bulmak da mümkündür. Çünkü Kur'ân ve Sünnet elimizde, İslâm tarihindeki uygulamadan da haberdarız. MÜSLÜMAN OLMAYANLAR MÜSLÜMANLARIN KORUMASI ALTINDADIR Bir İslâm toplumunda yukarıda değindiğimiz gibi herkes, dilediği inanç ve görüşü seçme hakkına ve seçtiği inanç ve görüşe göre yaşama, örgütlenme imkânlarına sahiptir. Bu ve başka temel hükümler İslâm'ın temel insan hakları olarak, insan olan herkese tanıdığı hak ve özgürlüklerdir. Elbette bir İslâm toplumunda gayrı müslimler de olacak ve onların da temel hak ve özgürlükleri bulunacaktır. Hz. Ali'nin formüle ettiği gibi Müslüman olmayanlar "bizim yaratılışta eşlerimiz-dir." Bu genel tarif içinde Müslümanlar, farklı din ve siyasi görüş sahiplerinden sadece genel asayişe itaat ve onlara götürülecek hizmetler karşılığında, güçleri oranında vergi (cizye) isterler. Siyasî görüşlerin açıklanması ve siyasî katılım kanalları açıktır. Ancak bir fikri zor ve şiddet kullanarak benimsetmek yasaktır. Meşru bir yönetime karşı silahlı eylemde bulunan (bağy) aynıyla karşılık görür. Ama devlete karşı işlenmiş suçlar olmadığı için, silahlı eylemden vazgeçenler (âyetin tarifiyle tev-be edenler) kendi hallerine bırakılırlar. Biraz ileride buna tekrar döneceğiz. Bu arada adam öldürmüş, kan akıtmışsa bunun hesabını verir. Şüphesiz bunlar en extrem durumlardır. Asıl normal sistemde yürürlükte olan ise akıllara durgunluk verecek kadar çarpıcı bir Özgürlüktür. Ve bizce henüz Batı hukuku İslâmiyet'in azınlıklar veya siyasî muhalefeti temsil eden gruplarla ilgili getirdiği hukukun seviyesine yaklaşabilmiş değildir. İslâm, prensip olarak gayri müslim her dini veya kültürel grubu kendi hukukuyla başbaşa bırakır. Peygamber Efendimiz (sav) kaç defa Yahudilerle düştüğü anlaşmazlığı çözmek isterken, onlara: "Size nasıl hüküm vermemi istersiniz? İnandığınız Tevrat'a göre mi yoksa Kur'ân'a göre mi?" diye sormuş ve talepleri üzerine Tevrat'a göre onlara hüküm vermiştir. Bu, tam anlamıyla dinî ve adlî/hukukî özerkliktir. Şimdi bu konuda yine Müslüman olmayan bir tarihçi olan Lübnan Hristiyanları'ndan Prof. Philip K. Hitti'nin şahitliğine başvuralım: "...Müsamaha gören dinlere mensup olanlar, yani vahye dayanan kitaplara sahip dinî camialardan meydana gelir ki Hristiyan, Yahudi ve Sâbiî olan bu gibi kimselere ehlu'z-Zimme adı verilir; Müslümanlar, bu gibi kimselere çeşitli şartlar taşıyan muahedeler yapmışlardı. Kitap sahibi dinlerin mevcudiyetlerinin bu şekilde tanınmış olması, Hz. Muhammed'in (sav) getirdiği en başta gelen yeniliklerden biridir; bu dinlere mensup olanlar, islâm cemiyetinde silah taşımayacaklar ve İslâm devletinin kendilerine tanıdığı 'himaye' (zimmet) hakkına mukabil ona vergi (cizye) ödemeye rıza göstereceklerdi. Bu hukukî statü muvace- hesinde Zımmiler zümresi, arazi vergisi (haraç) ve baş vergisi (cizye) ödemelerine mukabil, geniş surette müsamaha gördüler. Bir Müslümanın taraf olduğu hukuki ihtilaflar müstesna, bu te-ba zümresi, hukuk
  • davalarında ve hatta ceza davalarında kendi dinî başkanlarının adlî teşkilatlarına ve usullerine tâbi tutuldular. İslâm hukuku bu çeşit gayri müslimlere tatbik edilmekten alıkonulmuştur. Bu ayrı statüye tâbi tutulma (adli muhtariyet) sistemi, Osmanlı devletinde son devirlere kadar, Irak'ta ve Filistin'de kurulan İngiliz "manda idaresi'nde meriyette kalmıştır. Köken itibariyle Kur'ân-ı Kerîm'de (Bkz. 9/29, 26/105 ve 109, 36/69-72 vd.) gösterilen Ehl-i Kitab'a hasredilen ve ilk İslâm devletlerinde meriyette tutulan bu müsamahakâr statü, daha sonraları Müslümanlar tarafından Harranlı Sâbiîler ve Berberilere de teşmil edilmiştir. Prof. Hitti, Asr-ı Saadet'ten beri Müslümanların gayri müslimlere dinî ve hukukî özerklik tanıdıklarını, bunun ancak Eme-vi halifesi 1. Velid'in İslâm dinine girmediği için Beni Tağ-lib'ten Hristiyan Araplara uyguladığı baskı politikası ile ve tek bir istisna olarak bozulduğunu zikrediyor. Emevi halifesinin bu tutumu elbette bir hukuk ihlaliydi. Zaman zaman hukukta katılıklar gözlenmedi değil. Ama yine Hitti'nin tesbitiyle bu katılığa başvuranlar, Müslüman kökenli hukukçulardan çok, daha sonra Müslümanlığı kabul eden Yahûdî ve Hristiyan kökenli Müslüman hukukçular olmuştur. Bunlara ek olarak Hz. Ömer'in yoksul ve çalışamıyacak durumda olan gayrı müslimlere devlet bütçesinden maaş (işsizlik sigortası) bağladığını hatırlatmamız yerinde olur. Müslümanlar tarih boyunca Müslüman olmayanlara bütün bu hakları verdikleri gibi, bazan onlar için savaşmayı da göze almaktan çekin- memişlerdir. Nitekim 13. yüzyılda Şam bölgesinde üstünlük kuran Moğollarla Müslümanlar arasında böyle bir durum ortaya çıktı. Ve esirlerin serbest bırakılması için Moğol komutanı Kutlu Şah'la görüşmeye giden İbn Teymiye, Moğolların Müslüman esirler dışında kalan Yahudi ve Hristiyan esirleri serbest bırakmak istemediklerini görünce kesin bir dille şunları söyledi: "Bütün esirler bırakılmadıkça savaş bitmez. Yahudi ve Hristi-yanlar bizim korumamız altındadırlar, onlardan tek bir kişinin esir bırakılmasını kabul edemeyiz." Bu kararlı tutum karşısında yeni bir savaşı göze alamayan Kutlu Şah bütün esirleri bırakmayı kabul etmiş oldu. Bu yazının genel kapsamına göre zımmi konusunu bu kadar geniş tutmamızın özel bir nedeni var. Çünkü kanaatimizce dünün zımmileri ile bugünün gayri müslim grupları arasında ilginç bir benzerlik kurmak mümkün. Ancak buna da geçmeden önce birkaç hatırlatmada bulunmakta yarar görüyoruz. Müslümanlar, zımmiler hukukunda bu kadar esnek ve insan haklarına saygılı davranmış olsalar bile, bütün bunlara rağmen "Müslümanlar asla adam öldürmez" diye kimsenin inanmayacağı bir düşünceyi öne sürüp İslâm'ı gereksiz ve ikiyüzlü iddialarla "şirin" göstermeye de ihtiyaç yoktur. Elbette hukukun üstünlüğünün hakim olduğu bir ülkede bütün yargı yolları ve savunma kapıları açık olarak ve suçun ferdiliği ile cezanın kollektif ve intikamcı olmamasına dikkat ederek idamı hakeden cezalar da vardır. İslâm, taammüden adam öldürme fiiline kısas uygular. Ama bu mutlaka uygulanır demek değildir, maktulün kavmî varisleri bundan vazgeçme hakkına sahiptirler. Kur'ân, "yeryüzünde fitne çıkaranhr"ın (Bakara, 2/191-193) zor kullanarak bastırılması hükmünü getirir. Siyasî rejime muhalefet olarak burada sözü edilen "fitne" herhangi bir siyasi görüşü anlatma, açıklama, taraftar toplama veya seçimle işbaşına gelmeye çalışma değil, doğrudan şiddet ve baskı yöntemlerine başvurma eylemidir. Bugün en demokratik ülkelerde bile durum bundan farklı değil ve siyasi terör örgütleri kurulu demokratik rejimlerin silahıyla mukabele görmektedirler.(*)
  • * Ali Bulaç, a.g.e. , s.66-72’den BUGÜNÜN ZIMMİLERİ DE KORUMA ALTINDADIR Şimdi bu tarihî örnekten hareket edersek, günümüzde karşılaştığımız "Müslüman olmayan" ve ellerinde İlâhî kökenli kitap bulunmayan siyasi ve ideolojik görüş sahiplerine nasıl dav-ranılması gerektiği konusuna gelelim. Bizce Kur'ân'ın geniş "din " tarifi içinde bunlar da birer din bağlısıdırlar. Bir çok çağdaş Müslüman yazarın (Mevdudi, S. Kutub, A. Şeriati vb.) gösterdiği gibi Kur'ân'da din geniş kapsamlı bir kavram olup, kısaca herhangi bir düşünce, inanç, değerler sistemi ve yaşama biçimini ifade eder. Bu mânâda sol, sosyalist, marksist, ateist, liberalist, varoluşçu vb. felsefe ve görüşler de birer dindir. Yukarıdaki genel "din" tanımına uygun olarak Schumpe-ter ve Garder da sözgelimi bugünkü marxizmin gerçek mânâda bir din tarifine girebileceğini, hatta buna "materyalist teokrasi" denebileceğini söylemektedirler.[22] Bu dine mensup olanlar ile ateşe, yıldıza, ineğe, bir nesneye (fetişist) tapanlar arasında İslâm bakış açısına göre mahiyet farkı değil, biçim farkı vardır. İlk halifeler ve büyük müçtehidler Mecusî, Sâbiî, Yezîdî, Budist, fetişist vb. din mensuplarını Ehl-i Zimmet içinde ele aldıklarına ve onlara Zımmi Hukuku'nu uyguladıklarına göre, bizim de, modern zamanların çağdaş din müntesiplerini aynı kategoride ele almamız mümkündür. Gerçek şu ki, eğer tarihte Müslümanlar bu yolu seçmeseydi, bugün Asya'da ve Afrika'da tek bir Mecusî, Budist, Brahmanist vb. din müntesibi kalmaz, hepsini kılıçtan geçirip bir soykırımdan geçirmeleri gerekirdi. Ama Müslümanların böyle yapmadıklarını biliyoruz; bu dinlerin hâlâ yaşıyor olması bunun açık bir delilidir. Bugün İran'da yüzbinlerce Mecusî var ve İran parlamentosunda temsil ediliyorlar. Dahası, Allah'ın (cc) en büyük düşmanı Şeytan'a tapan Yezîdîler bile güvenlik içinde yaşamışlar. Bugün hâlâ Mardin-Midyat yöresinde ve Musul taraflarında Yezîdîler varlıklarını sürdürüyorlar. Eğer bu bölgeye tarihte İslâm değil, Hristiyanlık hakim olsaydı, kilise hepsini ateşe atar yakardı. Nitekim kendileri Şeytan'a tapmadıkları halde bilimsel düşüncelerinden dolayı nice insan ateşe atıldı, özellikle kızıl saçlı ve yeşil gözlü kadınlar "içlerinde şeytanı taşıdıkları" iddiasıyla aynı akibete uğradı. İslâm ise Şeytan'a tapanları kendi hallerine bıraktı tapınaklarına dokunmadı. Allah (cc) karşısında şeytanı yücelten bir dine dokunmayan İslâm'dan ve Müslümanlardan daha ne kadar hoşgörü beklenebilir veya hangi mantık ve vicdanla İslâm dininin hoşgörüsüz olduğu öne sürülebilir? İslâm Hakk'ı temsil eder, diğer dinler ise batılı. İslâmî bakış açısına göre ateşe, yıldıza, ineğe, bir nesneye kutsiyet atfeden ile mutlak maddeyi tek belirleyici güç ve faktör kabul eden (Mecusî, Sâbiî, Hindu ve marksist) arasında fark yoktur. Eğer İslâm'ın Hukukun üstünlüğüne dayanan koruyucu kanatlan altında bir Mecusî, bir Sâbiî ve bir Yezîdî hayatından endişe etmeden ve din değiştirmeye zorlanmadan yaşamışsa bir marksist de yaşar, canı, malı ve namusu teminat altına alınır; kimse onu düşüncelerinden zorla vazgeçiremez. İslâm, İlâhî Mesaj'ın hakikatin birliğini ifade eden gücüne inanır, ceza kanununda yer alacak yasaklayıcı ve baskıcı maddelere değil. Çünkü hak gelince batıl zail olur. Ama bütün insanlar Hakk'ı görünce de elbette Müslüman olmaz, olmayabilir. Kendi görüş ve inancında kalmak isteyen bu tercihiyle başbaşa bırakılır, Allah'ın (cc) son hükmü vereceği Din Günü (Ahiret) beklenir. (Hac, 22/17) Ancak kim Müslümanlara karşı şiddet ve baskı yöntemlerine başvurursa, onlara silah kaldırırsa, misliyle karşılık görür. Diğerleriyle birlikte ve en çok bizler mutlakiyetçi idarelerden, baskıcı rejimlerden çok çektik. Bir daha insanların susturulduğu, düşünce ve inançlarından dolayı evlerinden yaka paça alınıp tutuklandığı, işkence
  • gördüğü, dediğim dedik rejimler altında yaşamak istemiyoruz. Hukukun üstünlüğüne, seçime, insan temel hak ve özgürlüklerine, şuraya ve açık siyasî katılıma dayalı bir rejim istiyorsak, bunu sadece kendimiz için değil, herkes için istemeli; insan yüzlü, konuşan, tartışan, karşılıklı alış veriş içinde olan adil, eşitlikçi ve özgür bir toplumun kurulması için herkesi yanımıza çağırmalıyız. SAPTIRILAN KISAS HÜKMÜ VE GERÇEKLER Turan Dursun, 57 nci sayfada şunları söylüyor: "İslâm, yeni bir dünya nizâmı getiriyordu. Bu nizâm, kuşkusuz Câhiliye çağının anarşi ve zorbalığından daha ileriydi, belli bir uygarlaşmanın hukuki çerçevesi getirilmişti, insanlar yeni nizama uyacaklardı. Bunun yaptırımı, hem bu dünyada hem de öteki dünyada en ağır cezalardı. Bu dünyadaki cezalar, özet olarak kısasa kısastı. Bakara Sûresi şöyle diyordu: 'Ey inananlar, öldürmede kısas size farz kılındı. Hüre hür, köleye köle, kadına kadın." (Bakara, 2/178) Bu şekilde kısas istemek ölenin velisinin hakkıydı. Eğer bir Müslüman erkek, kâfir erkeği öldürürse, kısas uygulanmazdı. Bakara Sûresi, cezayı bireye değil, eski kabile hayatının bir kalıntısı olarak topluluğa vermiş oluyordu. Ölenin karşılığında kan bedelini, öldürenin topluluğundan bir eşidi oluşturabiliyordu. Kısas yerine bedel de ödenebilirdi. Kadın Müslümanın değeri, erkeğin yarısı kadardı." Bu sözlerinden, sanki kısas gibi ağır bir cezanın, daha Önce hiç olmadığı, bu cezayı İslâm'ın getirdiği mânâsı çıkmaktadır. Oysa haksız yere adam öldüreni öldürmek, bir başkasının vücudunu yaralayanı aynı şekilde cezalandırmak hem Arap kabileleri arasında uygulanagelen bir hüküm, hem de Yahudiler arasında uygulanan bir ceza idi. Mâide Sûresinin 45. âyetinde, Tevrat'ta Yahudilere: Cana can, göze göz, buruna burun, kulağa kulak; dişe diş ve yaralamalara karşılıklı kısasın farz edildiği belirtilmektedir. Tevrat'ın, (Çıkış: 24/12-25) âyetlerinde bu kısas hükümleri anlatılmaktadır. Kur'ân gelince toplumun yararına olan hükümleri bırakmış, zararına olan hükümleri kaldırmıştır. Kısas, toplumun huzur ve güvenini sağlayan bir kanun idi. Önceki İlâhî Kitap'ta da vardı. Kur'ân da, kendinden önceki İlâhî Kitap Tevrat'ta var olan bu kanunu kabul etmiş, "Ey sağduyu sahipleri, kısasta sizin için hayât vardır.!" (Bakara, 2/178) demiştir. Turan Dursun'un iddiasına göre eğer bir Müslüman erkek; kâfir erkeği öldürürse kısas uygulanmazdı. Bakara Sûresi, cezayı ferde değil, eski kabile hayatının bir kalıntısı olarak topluluğa vermiş oluyordu. Ölenin karşılığında, kan bedelini, öldürenin bir eşiti oluşturabiliyordu. Kısas yerine bedel ödenebilirdi. Ka- dın Müslümanın değeri, erkeğin yarısı kadardı. Aslında yazar, fıkıh ihtilâflarını, ictihâd görüşlerini Kur'ân'-ın açık hükmü gibi göstererek kamuyu yanıltma gayesi içindedir. Gerçekte "Kur'ân cezayı ferde değil, gelenek uyarınca topluluğa vermiş oluyordu" sözü, Kur'ân'ın: "Hür karşılığında hür, köle karşılığında köle, kadın karşılığında kadın" ifadesine uyar mı? Bir kere birinin yaptığı suçu başkalarına yükleme, Kur'ân'ın genel ve en temel prensibine aykırıdır. Kur'ân'a göre "Hiç kimse, başkasının günâh yükünü taşımaz. "(îsrâ, 17/ 15) Kimse, işlemediği suçtan sorumlu olmaz. Kısasta sadece suçu işleyen cezalandırılır. Ancak öldürenin velîlerine, yani en yakın akrabasına kısastan vazgeçme hakkı tanınmıştır ki Tevrat'ta da böyledir. Kısasın asıl gayesi, toplum düzenini sağlamaktır. Eğer öldürülenin yakınları, katili bağışlar da diyete (kan bedeline) razı olurlarsa o zaman kabile dayanışmasının bir gereği olarak diyeti, katilin akrabası öder. Bunda yardımlaşma yanında, aile içinde yetişmiş ferdin davranışlarının, familya tarafından kontrol edilme gayesi de güdülmüştür. Zira ferdin suçunun, kendisine de zarar vereceğini düşünen aile,
  • fertlerinin davranışlarını kontrol eder, onların yanlış bir şey yapmalarına engel olmağa çalışır. Mama-âfîh 'âkile' denilen bu uygulama, Kur'ân'ın emri değildir. Kur'ân'da böyle bir hüküm yoktur. Ama Tevrat'ta vardır. Kur'ân'ın açıkça belirlediği kısas hükmüne göre suçu işleyen cezalandırılır. Turan Dursun'a göre: "Bir Müslüman erkek, kâfir erkeği Öldürürse kısas uygulanmaz." Kur'ân'ın açık anlatımında Müslüman kâfir kaydı yoktur. Hür deyimi içine, müslim, gayri müslim bütün hürler girer. Köle deyimi içinde de dini ne olursa olsun bütün köleler girer. Bu Müslüman kâfir ayırımı, Kur'ân'a ait değildir, fıkıhçıların görüşleridir. Bu konuyu daha iyi kavrayabilmek için Bakara Sûresinin, kısasla ilgili 178-179. âyetlerinin mealini verelim: "Ey inananlar, öldürmede kısas size farz kılındı. (Binaenaleyh, katilin de öldürülmesi gerekir.) Hüre hür, köleye köle, kadına kadın. Ama kim (yani katil, Müslüman) kardeşi tarafından affedilirse, o zaman (affedenin örfe göre) uygun olanı yapması (uygun diyet istemesi, affedilenin de) gü- zelce onu ödeme(si) gerekir. Bu, Rabbiniz tarafından bir hafifletme ve acımadır. Kim bundan sonra da saldırıya kalkarsa artık onun için acı bir azap vardır. Ey akıl sahipleri, kısasta sizin için hayat vardır, böylece korunursunuz." Bu iki âyetin iniş sebebi hakkında birkaç rivayet vardır. Katâde'den anlatıldığına göre; cahiliye çağında kabileler, kendilerini birbirlerinden üstün görürlerdi. Şayet kuvvetli olan kabilenin kölesi öldürülse, onun yerine bir hür; kadın öldürülse, yerine bir erkek; hür bir erkek öldürülse yerine iki hür erkek öldürmek isterlerdi. Böylece o kabîle; kölelerinin, başkalarının hürlerine; kadınlarının, başkalarının erkeklerine; bir hürlerinin, başkalarının iki hürüne denk olduğunu ileri sürerek övünmüş olurdu. İşte Yüce Allah (cc), bu âyeti indirerek ancak köle karşılığında kölenin, kadın karşılığında kadının kısas edilebileceğini bildirdi ve insanları böyle aşırılıklardan menetti. Daha sonra da Mâide Süresindeki: "Onlara (İsrailoğullarına) Tevrat'ta cana canın, göze gözün, buruna burnun, kulağa kulağın ve yaralamaların da birbirine karşı kısas edileceğini yazdık" mealinde bulunan 45. âyetini indirdi. Buna benzer bir rivayeti de tabiûndan bir topluluk, Şa'bî'den nakletmiştir. Ayetin mânâsı: Ey inananlar öldürülenin katiline kısas yapmanız, size farz kılındı. Kimse kimseye karşı haksızlık yapmasın, aşırı gitmesin. Hür bir insan, hür bir insanı öldürdüğü zaman yalnız o hürü öldürün; köle, köleyi öldürdüğü zaman da yalnız onu öldürün. Kadına karşılık da sadece katil kadını öldürün. Hür yerine birçok hür, köle yerine hür; kadın yerine erkek öldürmeyin. Her kim için kardeşi tarafından (yani maktulün velisi tarafından) kısastan birşey, diyete bırakılmış olursa artık diyeti isteyen kişi, işi yokuşa sürmeden güzelce hakkını alsın, diyeti veren de işi sürüncemede bırakmadan borcunu ödesin. Kısastan vazgeçip, cezanın diyete indirilmesi, Rabbinizden size bir rahmettir. Halbuki sizden önce Yahudilerde diyet almak yasaktı. Maktulün velileri yalnız kısas yapmak zorunda bırakılmışlardı. Size ise kısası diyete indirme kolaylığı sağlandı. İmdi kim diyeti aldıktan sonra katili de öldürmeğe kalkarsa onun için acı bir azap vardır. Kim kendisine çizdiğim yolun dışına çıkar da cahiliyye âdetine dönerse onun için acı bir azap vardır. Âyetin baş tarafı, kısası genel prensip olarak farz kılmakta, fakat maktulün velisine katili affetme yetkisini de vermektedir. Bu husus, ümmet için bir rahmettir. Kısastan maksat, toplumun huzurunun teminidir. Çünkü haksız yere öldürülenin katili de hayattan mahrum edilmezse bu durum, maktulün yakınları arasında bir infiale, kan davasının sürüp gitmesine ve iki taraf arasında ardı arkası kesilmeyecek öldürmelerin cereyanına sebep olur. Ama katil, şeriatin bir emri olarak öldürülünce iki taraf da yatışır, kardeş olarak yaşamalarını sürdürür. Kısasın yanında af yetkisinin de tanınması, Kur'ân hükmüne her zaman uygulanabilecek bir elastikiyet vermiştir. Allah (cc), âyetin baş tarafındaki hükümle katilin öldürülmesini farz kılmıştır. Bu hüküm, bütün katillere şamildir. Katil, ister hür olsun, ister köle olsun; ister kadın olsun, ister erkek olsun; ister Müslüman, ister zımmi olsun değişmez. Her katil öldürülür: "Hüre karşılık hür..." cümlesi ise, geçen hükmü, te-yid şeklinde açıklamakta ve bazı kabilelerin tatbikatını yasaklamaktadır. Onlar kölelerine karşılık hür
  • öldürmek istiyorlardı. Ayet onların bu zulmünü önlemekte ve ancak katilin öldürüleceğini emretmektedir. Buna göre âyette Öldürülmüş olan bir hürün, öldürülmeyeceğine dair bir delil olmadığı gibi kadın öldüren erkeğin öldürülmeyeceğine dair bir delil de yoktur. Âyetin başı, genel bir hüküm ifade eder. Hür yerine hürün öldürülmesinin zikredilmesi, öteden beri uygulanan bir zulmü ortadan kaldırmaktadır. Zulmen öldürülen herkes: "Kim zulmen öldürülürse, onun velisine yetki veririz ama o da öldürmede aşırı gitmesin, "(İsra, 17/33) âyetinin kapsamına girer. Maktul Müslüman olsun, zimmî olsun, hür olsun, köle olsun, kadın olsun, erkek olsun velisine kısas taleb etme yetkisi verilmiştir. Mâide Sûresinin 45. âyetinde de "cana can, göze göz"ün kısas edileceği beyan edilmektedir. Ehl-i kitap hakkındaki bu hükmü nesheden bir âyet inmemiştir. "Kim size tecâvüz ederse, onun size tecavüz ettiği kadar siz de ona tecavüz ediniz!", (Bakara, 2/194) "Ceza, verirseniz, size edilen azap kadar ceza veriniz. "(Nahl, 16/126) âyetleri de kısası emretmektedir. Sünnet de kısastaki bu genel hükmün, kölelere de şamil olduğunu gösterir. Peygamberimiz (sav), Müslümanların kanlarının birbirine denk olduğunu söylemiş, köle ile hür arasında ayırım yapmamıştır. Peygamberimiz (sav); "Kölesini, öldüreni öldürürüz, onun burnunu, kulağını kesenin burnunu, kulağını keseriz ve onu iğdiş edeni iğdiş ederiz"[23] buyurmuştur. Kitâb-ı Mukaddes'te kısas hükümleri şöyledir: "Bir adamı vuran, vurduğu ölürse mutlaka öldürülecektir... Ve babasına, yahut anasına vuran mutlaka öldürülecektir. Ve adam çalan, onu satmış olsun, yahut kendi elinde bulunsun mutlaka öîdürülecekdir. Ve babasına, yahut anasına lanet eden mutlaka öldürülecektir. Eğer bir adam kölesine, yahut cariyesine değnekle vurur ve onun eli altında ölürse mutlaka cezalandırılacaktır. Ancak bir yahut iki gün yaşarsa cezalandırılmayacaktır; çünkü o kendi malıdır. Ve eğer adamlar kavga edip bir gebe kadına çarparlar ve onun çocuğu düşerse ve bir zarar olmazsa, kocasının kendi üzerine tayin edeceği gibi tazmin edecek ve hakimler vasıtası ile verecektir. Fakat zarar olursa o zaman can yerine can, göz yerine göz, diş yerine diş, el yerine el, ayak yerine ayak, yanık yerine yanık, yara yerine yara, bere yerine bere vereceksin. "(Çıkış, 2/2-25) Kur'ân'ın ifadesinde köleye karşılık hürün öldürülmeyeceği şeklinde bir beyan yoktur. Ancak Mâlikî ve Şafiî fıkıhçılara göre köle karşılığında hür, zimmî (gayri müslim) karşılığında Müslüman öldürülmez. Ancak kadın öldürmüş olan erkeğin öldürüleceğinde icmâ (oy birliği) vardır. Herhalde Mâlikî ve Şâfiîlerin, bir köle öldüren hürün, öldürdüğü köleye karşılık kısas edilmeyeceği hükmü, biraz önce kaydettiğimiz Kitâb-ı Mukkaddes'in hükmünden ilham alınmıştır. Hattâ sanıyoruz ki Kitâb-ı Mukaddes'in bu hükmü, Araplar arasında da uygulanıyor ve onlar köle katleden hürrü öldürmüyorlardı. İşte onların bu örfü, İmâm Mâlik'in ve onun talebesi Şafiî'nin içtihadına kaynak olmuştur. Fakat bu görüş, âyetlerin ruhuna ve İslâm'ın genel eşitlik prensibine aykırıdır. Bu bakımdan Ebû Hanîfe'nin içtihadı, Kur'ân'ın ruhuna daha uygundur. Ayetin zahirinde de insanlar arasında böyle ayırım yapılacağını gösteren bir husus yoktur. Katil kim olursa olsun, birisini zul-men öldürmüşse kendisi de öldürülür. Kanda köle kadın, Müslüman ve zimmî hep birbirine eşittir. Müslümanın malı nasıl ha-ramsa zimmîninki de haramdır. Zimmînin malını çalanın da eli kesilir. Hz. Peygamber (sav), zimmîye karşılık Müslümandan fidye almış ve: "Ben, zimmetine riâyet edenin hakkını korurum" demiştir. Ayetten anlaşılıyor ki insanların vasıflarındaki farklılık, kısasta hükmü değiştirmediği gibi sayıdaki farklılık da hükmü değiştirmez. Yani bir şahsı, birkaç kişi beraberce öldürmüş olsa, Zahiriyye, Hanbelî mezhebi hariç, bütün mezheplerin ittifakiyle o topluluk öldürülür. Bu hüküm, ilk bakışta ağır bir ceza gibi gelirse de ağır değildir. Allah'ın (cc) adaletine uygundur. Çünkü kısas, nefsi müdafaa gibi meşru bir sebep olmadan bir adamı zulmen öldürenlere uygulanır. Birisinin yaşama hakkını yok yere, kaba gücüne dayanarak elinden alan kimseye, kendisinden daha güçlünün var olduğunu bildirmek, onun da elinden hayat hakkını almak lâzımdır. Birisini haksız yere öldürdüğü takdirde kendisinin de öldürüleceğini bilen insan, kimseyi öldürmeğe cesaret edemez. Böylece toplumda öldürme
  • olayları çok azalır. Arada sırada gözü dönmüş kaatiller çıkarsa onlar da Allah'ın (cc) kanunuyla ortadan kaldırılınca topluma tam bir huzur havası hakim olur. Sonra zâlimler öldürülünce, mazlum olarak öldürülen kimsenin akrabalarının kalbinde kin ve intikam hissi kalmaz. Hak yerini bulur. Devlet cezayı verdiği için, fertler öldürmek suretiyle ceza vermeğe kalkmazlar. Kan dâvaları, kavgalar ortadan kalkar. Belki birçok yılda bir kişi öldürülür ama toplum yaşar. Yüce Allah (cc) Bakara, 179. âyette bu cezanın hikmetini açıklamış, "Ey akıl sahipleri kısasta sizin için hayat vardır, korunmanız için bu hüküm size farz kılındı" buyurmuştur. Turan Dursun: "Diğer cezalar da, yapılanın misliyle kısastı. 'Eğer bir topluluğa azap edecekseniz, size yapılan azabın eşiyle azab edin.' Nahl Sûresinin 126. âyetinde böyle emrediliyordu. Kısasa kısas uygulanarak organ kesme türünden cezalar yanında, kırbaçlamak gibi gene ezaya dayanan cezalar da vardı. Zinanın cezası ise recm idi, yani toprağa gömüp taşlamak" (s. 58) diyor. Dursun, Nahl Sûresinin 126. âyetini, yine kasten yarım almış. Âyetin sonundaki "Sabrederseniz, bu sizin için daha hayırlıdır!" cümlesini almamış. Çünkü püf noktası burada. Âyet, affetmeyi, öc almağa tercih etmektedir. Yapılan kötülüğü cezalandırmanın gayesi, intikam almak, kin ve öfkeyi tatmin etmek değil, toplum düzenini korumaktır. Âyette, toplum düzenine zarar vermeyecekse suçu bağışlamak öğütlenmektedir. Ayetin asıl amacı, suçlara misliyle karşılık verip intikam almak değil, işlenen bir suça, hak ettiğinden daha ağır bir ceza vermeyi önlemektir. Yani âyet, intikamı değil, adaletten ayrılmamayı emretmektedir. "Eğer ceza verecekseniz, size yapılan kötülük kadar, işlenen suç kadar ceza verin; ama affederseniz, bu sizin için daha hayırlıdır!" Bu ifadenin asıl gayesi, işlenen bir hatâyı, ondan daha ağır bir ceza ile cezalandırmayı önlemektir. Çünkü bazı kimseler, ailesinden veya yakınlarından bir adam öldüreni öldürmekle kalmaz, onun çoluğunu, çocuğunu, yakınlarını dahi öldürerek intikam alırlardı. Kur'ân, bu tür aşırı davranışları yasaklamıştır. Suçun cezası, ancak dengi ile olur. Suça daha ağır ceza vermek zulümdür. Bu prensip: "Biri size saldırırsa, siz de onun saldırdığı kadar ona saldırın, Allah'tan (cc) korkun "(Bakara, 2/194) âyetinde ifâdesini bulmuştur. DİN VE VİCDAN ÖZGÜRLÜĞÜ Kur'ân, insanlara tam bir din ve vicdan hürriyeti getirmiştir. Dinde ikrah yoktur. İkrah, insanı bir inanca zorlama demektir. Kur'ân, inancın zorlama ile değil, ancak kesin kanıtla hâsıl olan kanâat ve itmi'nân ile olacağını bildirmektedir: "Sen onların üstünde bir zorlayıcı değilsin. Sâdece uyarımdan korkanlara Kur'ân'la öğüt ver!"(Kât, 50/45) "Sen onların üzerinde zorlayıcı değilsin. "(Gâşiye, 88/22) "Sana düşen, yalnız duyurmaktır" (Âl-i İmrân, 3/20; Nahi, 16/ 82; Şûra, 42/48) gibi âyetler,
  • Peygamberin (sav) vazifesinin, insanları zorlayarak dine sokmak değil, sadece gerçekleri açık bir ifade ile duyurmak olduğunu bildirmektedir. Bunlar, vicdan özgürlüğünün en açık ifadeleridir. Bazı müfessirler, Kur'ân'ın bu geniş ve âlemşümul görüşünü daraltmak için hoşgörü ve müsamahayı bildiren, emreden pek çok âyeti, kılıç âyeti adını verdikleri: "Onlar sizinle topye-kün savaştıkları gibi siz de onlarla topyekün savaşın" (Tevbe, 9/36) âyetiyle neshetmek gibi bir hatâ içine düşmüşlerdir. Esasen bu nesih konusuna merak salan bazı kişiler, bir delîle dayanmadan, âyetler arasında bir çelişki olmadan kendi vehimle-riyle Kur'ân'ın birçok âyetini, birçok âyetiyle çarpıtmış ve böylece neshedilen âyet sayısını arttırmakla bir ma'rifet yaptıklarını sanmışlardır. Nesih meselesi üzerindeki görüşümüzü, ki- taplarımızda ayrıntılarıyla açıkladık. Burada bizi ilgilendiren, Kur'ân'ın vicdan özgürlüğü getiren âyetlerin neshettiği söylenen bu kılıç âyetidir. Neshedilen âyetlerden biri de, hemen herkesin, neredeyse her namazda okuduğu, Kâfirûn Sûresinin: "Sizin dininiz size, benim dînim banadır" mealindeki âyetidir. Bu âyet, bir emir değil, haberdir. Yani Allah (cc), bir gerçeği bize bildirmekte, herkesin, kendi yaptığından sorumlu olduğunu ifade etmektedir. Nesih, emirlerde ve hükümlerde olur. Bu âyet, bir şeyin yapılmasını emretmiyor, bir gerçeği bildiriyor. Bunun neshedilecek yanı yoktur. Herkesin, kendi amelinden sorumlu olduğu, Kur'ân'ın muhkem kaziyyesidir: "Benim amelim bana, sizin ameliniz de size aittir. "(Yûnus. 10/41) "De ki: Ey insanlar, işte size Rabbinizden gerçek geldi. Artık yola gelen, kendisi için gelir; sapan da kendi zararına sapar. Ben sizin üzerinize vekil değilim, "(yûnus, 10/108) "De ki: Bizim işlediğimiz suçtan siz sorulacak değilsiniz, biz de sizin işlediğinizden sorulacak değiliz. "(Sebe’ ,34/24-25) "Dinde zorlama yoktur. Doğruluk, sapıklıktan seçilip, belli olmuştur. Kim tağûtu inkâr edip Allah'a (cc) inanırsa muhakkak ki o, kopmayan sağlam bir kulpa yapışmıştır. Allah (cc) işitendir, bilendir. "(Bakara, 2/256) Savaşı emreden âyet, mutlak değil, "sizinle savaşanlar" ile kayıtlıdır. Yâni Kur'ân, Müslüman olmayan herkesle savaşmayı emretmiyor, Müslümanlarla savaşanlara karşı savaşmayı emrediyor. İslâm'da savaş, Müslümanları özgürlüğe kavuşturmak, da'vet özgürlüğünü sağlamak, düşmanların eziyet ve saldırılarını Önlemek, Müslümanların özgürlük ve güvenliğini garanti altına almak için meşru kılınmıştır. Peygamber'in (sav) hayatının sonuna kadar bu prensip muhkem olarak kalmıştır. Hac Sûresinin 38,40. âyetleri bunu kanıtlar: "Allah (cc) inananları savunur. Allah (cc) hiçbir hâin ve nankörü sevmez. Kendileriyle savaşılanlara, savaşma izni verildi. Çünkü onlara haksızlık edilmiştir ve Allah (cc), onlara yardım etmeğe kadirdir. Onlar, sırf 'Rabbimiz Allah'tır (cc)' dedikleri için yurtlarından çıkarıldılar. Eğer Allah'ın (cc), bazı insanları, diğer bazılarıyle savunması olmasaydı içlerinde Allah'ın (cc) adı çok anılan manastırlar, kiliseler, havralar ve mescidler yıkılırdı. Allah (cc), kendi (dini) ne yardım edene elbette yardım eder. Kuşkusuz, Allah (cc), güçlüdür, galiptir." Daha sonra Bakara Sûresinin meallerini aşağıya yazdığımız 190-194. âyetleri inmiştir: "Sizinle savaşanlarla Allah (cc) yolunda savaşın, fakat haksız yere saldırmayın, çünkü Allah (cc) haksız yere saldıranları sevmez. Onları nerede yakalarsanız öldürün, onların sizi çıkardıkları yerden (Mekke'den)
  • siz de onları çıka-rın! Fitne çıkarmak, adam öldürmekten daha kötüdür. Mescid-i Haram'da onlarla savaşmayın ki, onlar da sizinle orada savaşmasınlar, Fakat onlar sizinle (orada) savaşırlarsa, hemen onları öldürün; kâfirlerin cezası böyledir. Eğer onlar (savaştan) vazgeçerlerse, Allah (cc) bağışlayandır, esirgeyendir. Onlarla savaşın ki fitne ortadan kalksın, din (iba-det) yalnız Allah'a (cc) ait olsun. Eğer (savaştan, düşmanlıktan) vazgeçerlerse artık haksızlardan başkasına düşmanlık yoktur. Haram ay, haram aya karşılıktır. Yasaklar karşılık- lıdır. Kim size saldırırsa onun size saldırdığı kadar siz de ona saldırın, Allah'tan (cc) korkun, bilin ki Allah (cc) korunanlarla beraberdir." Bu âyetlerde ancak savaşanlara karşı savaşmak emredil-mekte ve müşriklerin, Müslümanlarla savaştıkları bildirilmektedir. Müşrikler, Müslümanları dinlerinden dönmeğe zorluyorlar, Allah'ın (cc) yoluna, hak çağrısının yayılmasına engel oluyorlardı. Müslümanlar bu yüzden vatanlarını bırakıp göç etmek zorunda kalıyorlardı. İşte bu zulümleri yüzünden müşriklerle savaşmak emredilmiştir. Bakara Sûresinin 190. âyetindeki "fitne "yi şirk olarak tefsîr etmek büyük bir zorlamadır. Fitne müşrik liderlerin yaptıkları gibi Müslümanları dinlerinden döndürmek için baskı, işkence yapmaktır. Nitekim: "inanan erkeklere ve inanan kadınlara fitne yapanlar (işkence edenler), sonra tevbe etmeyenler için Cehennem azabı vardır, onlar için yangın azabı vardır" (Buruc, 85/10),"Sonra Rabbin, şunların: şu fitne (işkence) yapıldıktan sonra göç eden, sonra savaşan ve sabredenlerin yanındadır. Elbette bunlardan sonra Rabbin bağışlayandır, esirgeyendir" (Nahl, 16/110) âyetlerinde fitne, işkence mânâsındadır. İyi düşünülürse Bakara Sûresinin "Fitne katilden şiddetlidir (çetindir, zorludur)" âyetindeki fitnenin, işkence anlamında olduğu görülür. Demek ki hiçbir suretle fitneyi şirk diye tefsîr etmek doğru değildir. Bakara suresinin 193. âyetinde "Fitne olmayıncaya ve din (ibâdet) yalnız Allah'a (cc) oluncaya dek onlarla savaşın. Ama (fitneye) son verirlerse artık haksızlardan başkasına düşmanlık yoktur" denmesi, mutlaka kâfirlerle veya müşriklerle savaşma gereğini değil; müşrikler saldırılarına, işkencelerine, düşmanlıklarına son verinceye, Müslümanlar özgürlüğe kavuşuncaya dek saldırganlarla savaşma gereğini ortaya koymaktadır. "Fitne olmayıncaya, din (ibâdet) yalnız, Allah'a (cc) oluncaya dek onlarla savaşın, ama onlar (fitneye, düşmanlığa) son verirlerse artık haksızlardan başkasına düşmanlık yoktur" ifadesi, haksızlık etmeyenlere, saldırmayanlara, Müslümanları rahatsız etmeyenlere karşı düşmanlık edilmeyeceğini de vurgulamaktadır. Enfâl Sûresinin: "Fitne kalmayıncaya ve din (ibâdet) tamamen Allah'ın (cc) oluncaya dek onlarla savaşın. Onlar (Müslümanları rahatsız etmekten) vazgeçerlerse muhakkak ki Allah (cc) yaptıklarını görmektedir" mealindeki 39. âyeti de bu mânâyı anlatmaktadır. "Son verirlerse" cümlesi, kâfirlerin, Müslümanlara düşmanlık ve saldırılarına son vermelerini kasdetmektedir. Isrâ Sûresinin: "Az daha onlar seni, sana vahyettiğimizden ayırarak, ondan başkasını bize iftira etmen için fitneye düşüreceklerdi, o zaman seni dost tutarlardı" mealindeki 73. âyetinde de fitne, dinden dönmek mânâsında kullanılmıştır. Tevbe edip inanıncaya, namazlarını kılıp zekâtlarını verinceye kadar müşriklerle savaşmayı emreden âyetler, Müslümanlara karşı saldıran ve Hudeybiye Andlaşmasını çiğneyen müşrikler hakkındadır, onlar bütün müşrikleri kapsamaz. Ayetler arasında geçen cümleler, bunların onlar hakkında olduğunu gösterir: "Anca/c andlaşma yaptığınız müşriklerden, (andlaşma şartlarından) hiçbir şeyi size eksik bırakmayan ve size karşı hiç kimseye arka çıkmayanların andlaşmalarını, kendilerine tanıdığınız süreye kadar tamamlayın" (Tevbe, 9/3) âyetinde andlaşmalarını bozmayıp sözlerinde duran, Müslümanlara saldırmayan, onlara saldıranlara yardım etmeyen müşriklere saldırılmayacağı bildirildikten sonra şöyle buyurulmaktadır: "Ve eğer ortak koşanlardan biri güvence dileyip yanına gelmek isterse, onu yanına al ki Allah'ın (cc) sözünü işitsin; sonra onu güven içinde bulunacağı yere ulaştır. Böyle yap, çünkü onlar, bilmez bir topluluktur. Ortak koşanların, Allah'ın (cc) yanında ve Elçisi'nin yanında nasıl andlaşması olabilir? Ancak Mescid-i Haram'da anlaştıklarınız hariç. Onhr size dürüst davrandıkça siz de onlara dürüst davranın. Çünkü Allah (cc), korunanları sever. Evet (o müşriklerin, Allah (cc) ve Elçisi yanında) nasıl (ahdi olabilir)? Eğer onlar size galip gelselerdi, sizin hakkınızda ne and, ne de andlaşma gözetmezlerdi. Ağızlarıyle sizi razı ederler, fakat gönülleri sizi istemez. Çokları da yoldan çıkmışlardır. Allah'ın (cc) âyetlerini az bir paraya sattılar da O'nun yoluna engel oldular, onların yaptıkları, gerçekten ne kötüdür! Bir mü'mine karşı
  • ne and, ne de andlaşma gözetmezler. İşte saldırganlar onlardır. Eğer tevbe ederler, namazı kılarlar ve zekâtı verirlerse, dinde sizin kardeşlerinizdirler. Biz bilen bir kavme âyetleri böyle uzun uzun açıkladık. Eğer andlaşma yaptıktan sonra andlarını bozarlar ve dininize dil uzatırlarsa, o küfür önderleriyle hemen savaşın. Çünkü onların andları yoktur; belki böylece yaptıklarına son verirler. "(Tevbe, 9/6-12) Bütün bunlar, ancak ahidlerini bozan, Müslümanlara saldıran müşriklerle savaşılacağını, yoksa durup dururken zorla insanları Müslüman yapmak için kimse ile savaşılmayacağım kanıtlar. "Eğer tevbe ederler, namazı kılarlar, zekâtı verirlerse..." âyeti, müşrik iken Müslüman olanları kasdediyor. Yâni onlar tevbe edip Müslüman olurlarsa ne a'lâ, Müslümanların din kardeşleri olurlar. Ama inanmadıkları halde sözlerinde dururlarsa onlara da saldırılmaz. Fakat verdikleri sözden cayar, andlaşmalarını bozar, dine saldırırlarsa bu tutumlarından vazgeçinceye kadar onlarla savaşılır. Tevbe Sûresi 36. âyetteki "Müşriklerle topyekün savaşın" cümlesi onun tamamlayıcısıdır. Bu son cümle birincideki şüpheyi kaldırmakta, Müslümanların kendileriyle topyekün savaşan müşriklere karşı topyekün savaşmalarını emretmektedir. "Ancak aranızda andlaşma bulunan bir topluma sığınanlar, yahut hem sizinle hem de kendi toplumlarıyle savaşmaktan sıkılarak size gelenler hariç. Allah (cc) dileseydi onları sizin başınıza musallat ederdi. O halde onlar sizden uzak dururlar, sizinle savaşmazlar ve sizinle barış içinde yaşamak isterlerse, Allah (cc), size onlara saldırmak için bir yol vermemiştir"{Nisa : 4/90) âyeti, müşrik de olsa Müslümanlarla barış içinde bulunan kimselerle savaşılmayacağım açıklıkla ortaya koymaktadır. Mümtehine Sûresinin 8-9. âyetleri de bunu açıkça belirtmektedir: "Allah (cc) sizi, din hakkında sizinle savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayan kimselere iyilik etmekten, onlara adaletli davranmaktan menetmez. Çünkü Allah (cc) adalet yapanları sever. Allah (cc) sizi, ancak din hakkında sizinle savaşan, sizi yurtlarınızdan çıkaran ve çıkarılmanız için yardım eden kimselerle dost olmaktan meneder. Kim onlarla dost olursa işte onlar zâlimlerdir." Nitekim bir seriyyede Araplardan bazıları İslâm oldukları veya barış istediklerini söyledikleri halde kumandan bunu tuzak sayarak onlardan bir kısmını öldürüp hayvanlarını alınca Peygamberimiz (sav) kumandanın bu davranışına çok kızmış ve insanların görünürlerini kabul etmememin doğru olmadığını be- lirten aşağıdaki âyet inmiştir:"Ey inananlar, Allah (cc) yolunda savaşa çıktığınız zaman iyi anlayın, dinleyin, size selâm verene, dünyâ hayâtının geçici menfaatini gözeterek: 'Sen mü'min değilsin' demeyin. Çünkü Allah'ın (cc) yanında çok ganimetler vardır. Önceden siz de öyle idiniz. Allah (cc) size (inanmayı) lütfetti. O halde iyice anlayın (peşin hüküm vermeyin.) Çünkü Allah (cc) yaptıklarınızı haber almaktadır'"(Nisa, 4/94). "Eğer onlar barışa yanaşırlarsa sen de ona yanaş ve Allah'a (cc) dayan. Doğrusu Allah (cc) işitendir, bilendir"(Enta, 8/61) âyeti de düşmanlıktan vazgeçip barış isteyen herkesle barış yapmayı emretmektedir. "Aİlah (cc), nankörlük edip Allah'ın (cc) yoluna engel olanların amellerini boşa çıkarmıştır. İnanıp iyi ameller işleyenlerin, Rableri tarafından gelen Muhammed'e (sav) indirilen gerçeğe inananların günahlarını da örtmüş ve hallerini düzeltmiştir. Bu böyledir, çünkü nankörler bâtıla uymuşlar; inananlar ise Rablerinden gelen hakka uymuşlardır. İşte Allah (cc) onların durumlarını insanlara böyle anlatır. Savaşta nankörlerle karşılaştığınız zaman, hemen boyunlarını vurun. Nihayet onları iyice sindirince sıkıca bağlayın (tutsak alın). Ondan sonra artık ya lütfen bırakır veya fidye alarak bırakırsınız. Savaş ağırlıklarını bırakıncaya kadar böyle yaparsınız. Allah (cc) dileseydi, kendisi onlardan öc alırdı, fakat sizi birbirinizle denemek için (savaşmanızı emrediyor). Allah (cc), yolunda öldürülenlerin amellerini zâyî etmeyecektir. "(Muhammed, 47/1-4) âyetleri de Müslümanlara saldıran müşriklerin güçleri kırılıncaya, savaşma kudretleri kalmayıncaya kadar onlarla savaşmayı, yenildikleri zaman da onları bağlayıp esir almayı, daha sonra ya fidye ile veya fidyesiz serbest bırakmayı emretmektedir. Peygamberin (sav) kendisinden barış veya güvence isteyen düşman savaşçılarını reddettiğine dair hiçbir haber gelmediği gibi, onun, kendisiyle barış yapmış, yahut müttefik veya tarafsız kimselerle savaştığına
  • dair de hiçbir haber gelmemiştir. Peygamberimizin (sav), gazve ve seriyyelerini inceleyenler, görecek- lerdir ki O, durup dururken hiçbir kavme asker göndermemiş, savaş açmamıştır. Düzenledikleri savaşlar da ya bir düşmanlığı savmak, yahut haksızlık edenleri cezalandırmak, yola getirmek, heder olan bir Müslüman kanının öcünü almak, yahut İslâm'a çağrı özgürlüğünü garanti altına almak, yahut andlaşmayı bozanlara, düşmana yardım edenlere ders vermek gayesiyle yapılmıştır. Bunların hepsi Kur'ân'ın çizdiği genel prensip sınırları içindedir. Peygamberimizin (sav), Kitap ehliyle olan savaşları da Kur'ân'ın bu prensibi içinde kalmıştır. Medine ve Hayber'deki Yahûdî kabilelerini kuşatması, onların Müslümanlara karşı entrika ve tuzakları sonucu olmuştur. Mu'te ve Tebük seferleri, Şam yolu üzerinde bulunan Hristiyan kabilelerin, Peygamberimizin (sav) elçilerine ve yoldan geçen Müslüman kafilelerine saldırmalarına cevâp olarak düzenlenmiştir. Tevbe Sûresinin: "Kendilerine Kitap verilenlerden Allah'a (cc) ve âhiret gününe inanmayan, Allah'ın (cc) ve Elçisi'nin haram kıldığını haram saymayan ve hak dinini din edinmeyen kimselerle, boyun eğerek elleriyle cizye verecekleri zamana kadar savaşın" mealindeki 29. âyeti, buna işaret etmiş ve savaşmayı, yalnız hak dine bağlı kalmayan, Allah (cc) ve Elçisinin haram kıldıklarını haram kılmayan Kitap ehliyle sı- nırlamıştır. Yalnız öylelerine karşı savaşılmasını emretmiştir. Yalnız şunu da vurgulamak gerekir ki Kur'ân, hak din ile yalnız Hz. Muhammed'e (sav) gelen dini değil, bütün peygamberlerle gönderilen dini kasdetmektedir ki zâten İlâhî dinlerin esası birdir. Zina, edepsizlik, kumar, içki, domuz eti, riba gibi temel yasaklar İslâm'dan önceki kitaplarda da vardır. Allah'a (cc) ibadet, ebeveyne iyilik, büyüklere saygı, fukaraya yardım, başkalarına iyilik gibi güzel emirler o Kitaplarda da mevcuttur. O halde o eski İlâhî dinlerin özüne bağlı kalanlar, Hz. Muhammed'in (sav) getirdiklerini de kabul etmiş demektir. Çünkü Hz. Muhammed'in (sav) getirdikleri de zaten bunlardır. Artık onlarla savaşılmaz. Ama o dinlerin ruhundan ayrılmış, âhirete inanmayan, dünyâperest insanlarla, Müslümanlara saldırdıkları veya İslâm için bir tehlike oluşturdukları takdirde savaşılır. İşte Hz. Ebûbekir zamanında ve ondan sonra yapılan savaşların hepsi de böyle bir düşmanlığa karşı yapılmıştır. Hz. Ebûbekir ve ondan sonraki halifelerin, gönderdikleri ordulara: "Yalnız, kendileriyle savaşanlara karşı savaşmaları, barış isteyenlerle barış yapmaları, kendilerine saldırmayan tarafsız insanlara dokunmamaları; sabî, çocuk, ihtiyar kadın, kiliselerde ibâdete çekilmiş din adamı öldürmemeleri, hainlik ve zulmetmemeleri hakkındaki tavsiyeleri meşhurdur. "[24] Hz. Peygamber (sav), bir sefere göndereceği ordunun kumandanına şu emri verirdi: "Müşrik olan düşmanınla karşılaşırsan, onlara üç şeyi teklif et. Hangisini kabul etseler, onlardan elini çek (onlara dokunma): Onları İslâm'a çağır; kabul ederlerse sen de onları kabul et ve onlardan el çek. Sonra onlara, yurtlarını bırakıp hicret etmelerini; bunu yaptıkları takdirde muhacirlerin leh ve aleyhine olan bütün hükümlerin kendileri için de geçerli olacağını söyle. Eğer kabul etmez de kendi topraklarında kalmak isterlerse onlara, Müslüman bedevilerine uygulanan hükmün kendileri için de uygulanacağını söyle: Mü'minlere uygulanan hükümler, onlara da uygulanır. Ancak Müslümanlarla birlikte çarpışmadıkları takdirde kendilerine fey veya ganimet malından pay verilmeyeceğini söyle. Şayet Müslüman olmayı kabul etmezlerse onları, cizye vermeğe çağır. Kabul ederlerse sen de kabul et, onlardan el çek. Cizye vermeyi de reddederlerse Allah'ın (cc) yardımına sığınarak onlarla savaş. "Bir kaleyi kuşattığın zaman onlar sana, Allah'ın (cc) hükmüne razı olmayı önerirlerse bunu kabul etme. Çünkü Allah'ın (cc), onlar hakkında ne hüküm vereceğini bilemezsiniz. Siz onları kendi hükmünüze razı ediniz, sonra uygun göreceğiniz biçimde onlara hüküm veriniz."[25] Bir hadîste de Peygamberimizin (sav) şu buyruğu yer almaktadır: "Allah'ın (cc) adıyla ve Allah (cc) yolunda savaşınız. Allah'a (cc) nankörlük edenlerle savaşınız. Savaşınız ama haksızlık etmeyiniz, aldatmayınız, organ kesmeyiniz, çocuk öldürmeyiniz."
  • Başka bir rivayet: "Allah'ın (cc) adıyla ve Allah Elçisi'nin 1 dini üzre (savaşınız) ihtiyar, sabî, kadın öldürmeyiniz, gani- I met malı aşırmayınız, ganimetleri bir araya toplayınız, uzlaşınız, güzel davranınız Allah (cc), güzel davrananları sever. "[26] Cizye, canlarını koruma karşılığında zimmet ehlinden alınan bir vergidir. Cizye alınanlar savaşa katılmazlar. Eğer zim- j mîler, Müslümanlarla beraber savaşa katılmağa razı olurlarsa onlardan cizye alınmaz. Şimdi bu hususu belgeleyelim: Halid ibn Velîd, Fırat'a geldiği zaman Salûba ibn Nastu-na'ya ve kavmine şu andlaşmayı yazmıştır: "Hâlid ibn Velîd'den Salûba ibn Nastuna'ya ve kavmine: Ben sizinle, cizye alıp sizi korumak üzere ahdettim. Zengin olan, gücü ölçüsünde, eli darda olan da gücü ölçü-sünde her yıl cizye verecektir. Sen, kavminin başkanısın. Kavmin senden memnundur. Ben ve yanımdaki Müslüman-lar bu şartları kabul ettik, kavmin de kabul etti. Sen bizim zimmetimizde ve himayemiz altındasın. Biz sizi korudukça bize cizye verirsiniz. Sizi korumazsak, cizye vermezsiniz. İşbu mu'âhede, Hicretin onikinci yılında Sâfer ayında yazılmıştır."[27] Hâlid, zımmî Irak nâiblerine de şunları yazmıştır. "Hâlid ve Müslümanlar, şöyle olanlardan bu şekilde cizye alınmasına karar vermişlerdir. Hâlid'in bu barış şartlarını ve anlaşmış bulunduğumuz cizyeyi değiştirene itiraz hakkınız vardır. Sizin güvenceniz güvence, sulhunuz sulhtur. Biz size verdiğimiz sözde dururuz. "[28] Irak zimmîleri, Müslüman kumandanlara şöyle yazmışlardır: "Biz, gerek Müslümanların, gerek başkalarının saldırısından bizi korumaları için sâlih kul olan Hâlid'e cizye verdik."[29] Hz. Ömer'in kumandanlarından Süveyd ibn Mukarrin, Ruzbân'a, Dihistân halkına şunu yazmıştır: "Bu, Süveyd ibn Mukarrin'in; Ruzbân Sûl ibn Ruzbân'a, Dihistân halkına ve Cürcan'ın diğer halkına verdiği sözdür: Zimmet hakkı sizin, koruma görevi bizimdir. Korumamıza karşılık sizden her ergin kişi, her yıl bize, gücü ölçüsünde bir cizâ (cizye) verecektir. Ama içinizden (savaşta) kendisinden yararlandığımız kim- se olursa onun bize yardımı cizye yerine geçer. Canları, malları, dinleri güvence altındadır. Bunların hiçbiri değiştirilmez. Vergilerini verdikleri, yolcuya yol gösterdikleri, öğüt verdikleri, Müslümanları konukladıkları, herhangi bir saldırı ve hiyânette bulunmadıkları sürece bu konuda yapılan and-laşmada hiçbir değişiklik yapılmaz."[30] Hz. Ömer'in valilerinden Utbe ibn Ferkad de şunu yazmış: "Emîru'l-mü'minîn Ömer ibn eî-Hattâb'm 'âmili Utbe ibn Ferkad, Azerbaycan halkına, ovasına., dağına, yaylasına ve bütün dinlerinin mensuplarına verdiği güvencedir: Canları, malları, dinleri ve şerîatleri (hukukları), güçleri ölçüsünde verecekleri cizye karşılığında güvencededir. Çocuğa, kadına, yoksul yatalağa, kendini ibâdete vermiş fakır zahide ve bunla- rın yanında bulunan aile efradına cizye yoktur. Zimmet halkı, Müslüman askerlerden biri geldiği zaman onu bir gündüz ve gece konuk edecek ve ona gideceği yerin yolunu göstereceklerdir. Bu zimmet halkından herhangi birisi savaşa götürülür-se o yıl, o kimseden cizye alınmaz. Savaşa götürülmeyip ye- rinde kalan, diğerleri gibi cizye verir."[31] Hz. Ömer'in valilerinden Sürâka da Azerbaycan halkına verdiği güvencede şunları yazmıştır: "Bu, Emîru'l-mü'minin Ömer ibn el-Hattâb'ın valisi Sürâka ibn Amr'ın Şehrberâz'a, Ermenistan halkına verdiği güvencedir: Onlara can, mal ve din özgürlüğü güvencesi vermiştir: Kendilerine zarar verilmeyecek, baskı yapılmayacaktır. Herhangi bir hücum veya savaş ânında, valinin gördüğü lüzum üzerine savaşa yardım eden olursa, o kimseden cizye kaldırılır. Fakat halktan savaşa katılmayıp evinde
  • kalmak isteyen olursa o da Azerbaycan'ın diğer halkı gibi cizye verir. Savaşa katılırlarsa onlardan cizye kaldırılır. Şâhid: Abdu'r-Rahmân ibn Rebî'a Süleyman ibn Rebî'a ve Bukeyr ibn 'Abdillâh. Kâtib ve şâhid: Mardî ibn Mukarrin...."[32] Görülüyor ki zimmet halkından alınan cizye, bir zulüm vergisi değil, onlara can, mal ve din güvenliği sağlama karşılığında alınan âdil ve cüz'î bir vergidir. Şayet onlar öteki Müslüman savaşçıları gibi savaşa katılıp ülke savunmasına yardım ederlerse onlardan bu vergi de alınmaz. Turan Dursun, birinci kitabının 59. sayfasında şöyle diyor: "Bütün bu tarihî olaylar bir yana, dinsel eğitim, ulaşabildiği insanlara, bir şiddet kültürü vermişti: Korkutmalar, Cehennem azapları, yanmalar, ateşlere atılmalar, insanımız, yüzyıllar boyu günlük hayatında hacıdan hocadan, dedesinden atasından, anasından babasından bu şiddet kültürünü alıyordu. Trenlerin camlarına taş atan, sokak lambalarının fincanlarını kıran, şampiyonluğu kaybedince öfkeyle, kazanınca bu kez sevinçten ortalığı yıkıp geçen insan davranışlarında o şiddet kültürünün bir etkisi yok muydu? Kan davası, Orta Asya kökenliydi, ama İslâm kurallarıyla da pekişmiş ve bugünlere gelmemiş miydi? Erzincanlı Müslüm Hoca, 52 günlük oğlu Mirzap'ı diri diri keserek Allah'a (cc) kurban ediyordu. Müslüm Hoca, 1962 yılında bir iftiraya uğramıştı ve kurtulunca ilk doğacak oğlunu Allah'a (cc)kurban adamıştı. Müslüm Hoca, ilhamını acaba hangi kültürden almaktaydı?" Turan Dursun'un bu söylediklerini Allah (cc) mı emretmiş? Bunlar Kur'ân'ın hükmü mü? İnsanlar kendi sadistliklerini, benciliklerini din hükmü haline getirmişlerse bunda dinin suçu ne? Kur'ân elimizin altında, okunur yanlış uygulamalar onun ışığı altında düzeltilir. Ama yazar, Kur'ân üzerindeki yanlış yorumları veya fıkıhtaki Kur'ân ruhuna ters bazı hükümleri değil, bizzat Kur'ân'ın kendisini hedef almakta ve yanlış yorumları Kur'ân hükmü gibi göstererek Kur'ân'a saldırmaktadır. Dursun, kitabının 61-68. Sayfalarında Mısır'ı fetheden Hz. Ömer'in, İskenderiye Kütüphanesi'ni yaktırmış olduğu söylentisini ispatlanmış bir gerçek gibi gösteriyor. Bu söylentinin bir yalan olduğu, zâten ispat edildiği için bu konu üzerinde durmak istemiyoruz. Çünkü doğru olduğu varsayılsa bile, bu, insanları ilme yönelten Kur'ân'ın buyruğu değil, netice itibariyle bir insan olan Hz. Ömer'in uygulamasıdır. Hz. Ömer de insandır, yanılabilir. Vahy dışında hiç kimse yanılmaz değildir. HAKKINDA KISAS UYGULANACAK KİŞİLER Kısas, İslâm hukukunda kasten öldürme ve kasten yaralama için aslî cezadır. Kısasın mânâsı, suçlunun, işlediği fiilin aynısı ile cezalandırmasıdır. Diğer cezalar gibi kısas da takdir ve tespit edilmiş bir cezadır. Kısas cana ve canın dışındaki şeylere karşı olabilir. Cana karşı olduğunda kati, canın dışındakine ol- duğunda yaralama veya kesmedir. Kısası gerektiren suçu işleyen, fiili ile şahsı aleyhine tatbiki icap eden cezayı serbest kılmış sayılır. Öldürme vacip olmuşsa dokunulmazlığı kalkmış sayılır. Kesme veya yaralama vacip olduğunda, kısas vacip olan yeri yaralama veya kesmede serbesttir. Kısasda telefiyet nisbidir. Suçlu ancak mağdur veya velisi için heder olur, dokunulmazlığı kalkar. Onların dışındakilere karşı her türlü masumiyeti haizdir. Misillemede dokunulmazlığın kalkışının nisbîlik sebebi; misilleme(kısas)nin vecibe değil, hak oluşudur. Hak sahibi hakkını kullanmak istediğinde suçlu kısasa tâbi tutulur. Meselâ, Öldürmede, öldürülenin mirasçısı istediğinde bu ceza uygulanır, katilin kanı mubah olur. Yabancı biri gelip, katili öldürdüğünde, kısasla hüküm vermeye talep hakkı da yoksa suçlu taammüden
  • öldürmüş sayılır. Çünkü kendi hakkına nazaran dokunulmaz bir kişiyi öldürmüştür. Öldürülenin mirasçılarının mahkûmu affetmeleri muhtemeldir. O takdirde hüküm tatbik edilmez. Bu fikir bütün hukukçuların görüşüdür.[33] İslâm hukukunda asıl kaide, cezaların tatbikinin devlete âit oluşudur. Bu aslın tek istisnası kısastır. Mağdur veya mirasçıları bizzat kendileri kısas cezasını tatbik edebilirler. Katilde öldürülenin mirasçısı için ittifak edilen husus, cezaya hükmedildikten ve infaz zamanı belirtildikten sonra şu şartlarla bizzat kendisi kısası tatbik eder; cezanın infazı devletin nezâreti altında olmalı ve mirasçı cezayı güzel bir şekilde yerine getirmeye kadir olmalıdır. Cezayı tatbikten âciz ise veya iyi bir şekilde yerine getirmezse, iki şarta uyacak birini vekil tayin edebilir. Binaenaleyh bu maksatla husûsî olarak bir vekilin görevlendirilmiş olmasına mâni bir şey yoktur. Öldürme dışındaki kısas ihtilaflıdır. Mâlik, Şafiî ve Ah-med'in mezhebinde bir görüşe göre, mağdur veya mirasçılarının öldürme dışındaki misillemelerde, isterse en güzel şekilde yerine getirsinler, isterlerse getirmesinler her halükârda cezayı kendileri tatbik edemezler. Zira suçlu veya hakkında cinayet işlenen kimsenin telafisi imkânsız bir zararla karşılaşmasından korkulur. Şifa kastı ile beraber yine de emin olunmaz. Bu işten anlayanlardan iyi bir şekilde tatbik edecekler kısasa vazifelendirilir. Mâlik de şöyle der: "Bence en uygunu, devlet reisinin öldürme vazifesini iki dürüst adama vermesidir. Fakat yalnızca bir tane dürüst adam bulursa, bence bu da yeterli-dir."[34] Ebu Hanife ve Ahmed'in mezhebinde bir diğer görüşe nazaran; mağdurun kendisi de öldürmenin dışındaki misilleme cezaları tatbik .edebilir. İyi bir şekilde yerine getirebildiğinde, diğer hakları gibi bu hakkın da bizzat kendisi tatbik edebilir. İyi icra edemediğinde, kısasta ehil birini kendisine vekil tayin eder. Ahmed'in mezhebinde bu görüşün taraftarları, "iyi bir şekilde hakkını kullanamayanlara vekaleten misillemenin yerine getirilmesi ile vazifelendirilecek birinin beytülmalden ücretle tayininde bir engel yoktur" derler.[35] Mağdur veya velisine kısas hakkını kararlaştıran asıl, bu âyettir-, "...kim mazlum olarak öldürülürse, Biz onun velisine (mirasçısına) maktulün hakkını talep hususunda) bir salâhiyet vermişizdir. O da kati mi olacak israf etmesin... "(Ura, 17/33) Düşünülebilen husus, kısasa hak sahibi olan, cezaya hükmedildikten sonra ve infaz için belirtilen vakitte ancak hakkını kullanabilir. İslâm hukuku, Ölünün sahibine kısas hakkını tanıdığı yer ve anda bir diğer hak da tanımıştır ki, o da kısastan affetme hakkıdır. Mal karşılığı veya tamamen karşılıksız af hakkını tanımıştır. Hak sahibi affedince kısas tatbik edilmez. Devlet, öldürme dışında münasip gördüğü bir diğer ceza ile suçluyu cezalandırır. İslâm dini mirasçıyı, muhtelif üslûp ve ifadelerle affa teşvik etmiştir. Mal karşılığı affedebilme imkânını tanıdığı gibi, âhiret-te sevap, şanı yüce olan Allah'ın (cc) rızasına ulaşmayı da vaat etmiştir. Bu nedenle âyette, "... fakat kim affeder, barışı sağlarsa mükâfatı Allah'a (cc) aittir...."(Şûra, 42/40), "... insanlar (ın kusurların)dan af ile geçenlerdir. Allah (cc), iyilik edenleri sever.’’ ( İmran, 3/134) buyurulmuştur. İslâm dini affı Allah'tan (cc) insanlara bir rahmet vesilesi saymış, kabul etmiştir. Nitekim âyette de "... fakat kimin lehinde maktulün kardeşi (velisi) tarafından cüz'î bir şey affolunursa (hemen kısas düşer). Artık örfe uymak ona (maktulün velisine) güzellikle ödemek (lâzımdır). Bu, Rabbinizden bir hafifletme ve esirgemedir... "(Bakara, 2/178), buyurulmuştur. Hz. Peygamber'den (sav) Enes'in (ra) yaptığı me'sür rivayette de Rasûlullah affı tercih etmiştir. Şöyle ki, "Rasûlullah'a kısas cezası olan bir dava getirilir. O, bu davada affetmeyi emreder." Bazıları, mirasçıya kısas hakkının tanınmasını, ibtidâî kabilelerde yaygın olan basit âdetlerin tanınması zannederler. İslâm hukukçuları bunu şöyle cevaplandırırlar: Bu, hatalı bir görüş olup sağlam temellere
  • dayanmaz. Zira İslâm dini mirasçıya bu hakkı tanıdığında, bazılarının zannettiği gibi zorba âdetleri ka- rarlaştırmış değildir. İslâm her şeyden evvel insanın yaratılışına ve tabiatına, kişilerin ve toplumun yararına dikkat eder. Getirmiş olduğu esaslarda, haklardan kararlaştırdıklarında veya ödevlerden farz kıldığı şeylerde hep onları düşünmüş, gözetmiştir. Binâenaleyh, insan tabiatındaki intikam duygusunu kim inkâr edebilir? İnsan ne kadar ince duygulu, temiz tabiatlı olsa da, kendisine âit intikamın başkasının elinde değil, bizzat kendisi tarafından alınmasını tercih eder. Yine insanın hakkını affetmeye kendisinden daha yakın kim olabilir, bununla nasıl mücadele edilir? İnsan hakkını kullanabildiği an, hakkını önleyici hiçbir engel olamaz. Öldürmede ceza olarak kısasın kabulünün amme menfaatinden oluşu, benimsenen esaslardandır. Zira kati katli önler. Kısasta hayat vardır. Yine kabul edilen esaslardan biri de iyi niyetle kısasdan affetme, emniyetin korunmasına, canların himayesine ve suçların azalmasına sebep olur. İnsanın yaratılış esasına ve kabul edilen şu prensiplere binaen İslâm hukuku, kişinin bizzat kendisinin kısasta bulunma hakkını mirasçıya tanımıştır. Bununla razı olması, içinde gizli intikam hissinin sökülüp atılması, kendisi ile, kendi eliyle intikam alacağı kişi arasında muhakemeden evvel veya cezanın infazı vaktinden Önce vuku bulacak şeyleri değiştirmek veya devletin infaz ettiği cezayı kendisi için yeterli bulmaması neticesi, katilin akrabalarından intikam almaya yönelmeyi önlemek gayeleri ile o esasları kabul etmiştir. Bu esaslara göre, İslâm hukuku mirasçı için kısas veya affetme haklarını tanımış, kısastan doğan bir kuvvetle onu en iyi şekilde desteklemiş, suçluya karşı bu ceza ile otorite sağlamış, affetmeyi sevdirmiş, affa çağırmış, böylelikle onu maddî bakımdan mal karşılığı affetmesi ile taltif etmiş, manevî bakımdan da Allah'ın (cc) rızasını, âhiretin güzel mükâfatlarını vaat ile şereflendirmiştir. Bundan sonra tamamen affettiğinde samîmî olarak affetmekle kin ve manevî ıstıraplar terkedilir, düşmanlığın yerini sevgi alır. Böylece güvenliğin korunmasında topluluklar arasındaki düzen tesbitine faal bir âmil olur. Bundan sonra devlet otoritesi, ölüme götürmemek şartı ile münasip bir ceza takdir ederek katili cezalandırabilir. Böylece İslâm dini, mirasçıya kısas hakkını tanımakla insan nefislerinin düzelmesini, düşmanlığın yerine sevgiyi tesisi, emniyet ve asayişin korunmasını, suçların azalmasını, hükümlere karşı insanlan hürmete teşviki, kendileri ve kabilesi için intikam alma fikrinden önlemeyi kastetmiştir. Tıpkı bunların ötesinde canlan, ruhları korumayı, imkân nisbetinde idam cezasında israfın önüne geçmeyi kastettiği gibi. Kısas hakkı bölünme kabul etmez; ama af hakkı parçalanabilir. Bu hüküm Ebû Hanife, Şafiî ve Ahmed'indir. Şu hükme göre öldürülenin mirasçılarından biri suçluyu affettiğinde, diğerlerinin kısas hakları da düşer. Fakat, Mâlik'e göre, af hakkı da bölünemeyen haklardandır. Binaenaleyh bütün mirasçılar birlikte affetmezlerse, birinin affının kısasa tesiri yoktur. Birisi affetse de diğerleri kısasta bulunurlar. Kısas hakkının kullanılmasında en yaygın şekil suçluya ceza ile hükmetmektir. İnfaz vaktinde gecikme olduğunda, mirasçı veya vekâlet verdiği kimse hükmü yerine getirir. Bu durumda mirasçının sorumluluğunun olmadığı kabul edilir, fiili suç sayılmaz. Çünkü İslâm hukukunun kararlaştırdığı hakkı kullanmıştır. Fakat bazen şöyle durumlar ortaya çıkar: 1- Mirasçı hükümden önce veya hükümden sonra, fakat infaz vaktinden önce ahmaklık gösterir de kısası yerine getirir. 2- Bazen de bazı tesirler altında mirasçı, suçluyu kısastan affeder. Sonra da kısası daha uygun görerek
  • aftan sonra kendi kendisine kısası infaz eder. 3. Maktulün mirasçılarının bir kısmı suçluyu affederken diğerleri kısası uygularlar. 4- Mirasçıların bir kısmı, aralarında kısastan affa taraftarların da bulunduğu diğer mirasçıların görüşünü almadan derhal kısasa girişirler. Şu durumlarda kısası yerine getiren kişi hakkını kullanan birisi mi, yoksa suç işleyen birisi mi sayılır? Cezaî mesuliyetten kurtulur mu yoksa fiilinden Ötürü sorumlu mudur? SUÇLUNUN ÖLDÜRÜLMESİNİN HUKMU a- Hükümden veya İnfaz Zamanından Önce Öldürme Öldürülmeye müstehak olan suçluyu, maktulün mirasçısı kısas olarak öldürdüğünde, ister hükümden isterse cezanın infazı vaktinden önce olsun, öldürmesine ceza gerekmez. Çünkü kanun koyucunun kendisine tanıdığı meşru hakkını kullanmış, mubah bir fiil işlemiştir. Fakat münasip vakitten Önce hakkında acele ettiği, süratli davrandığından ve belirli vakitte kısas hakkını infazı kararlaştıran devlet otoritesini sarstığından cezalandırılır. Devlet otoritesi, bu itaatsizlik üzerine uygun bulacağı bir ceza ile kısası tatbik edeni ta'ziren cezalandırır. Kısaca hükmeden kararın verilmesinden önce öldürme halinde suçlunun öldürme fiilinin sabit olması şarttır. Sabit olmazsa mirasçı kasten Öldürmüş kabul edilir. Yukarıda geçen şeyden anlaşılan husus, suç sübût bulduğunda, hükümden önce veya sonra öldürmede bir fark yoktur. Bunun sebebi, mücerret öldürme fiilinin işlenmesi ile mirasçının, kısas hakkının doğmasıdır; kısas hüküm anında doğmaz. Binaenaleyh mirasçı cânînin öldürülmesine karar verilmeden, öldürürse suçlunun öldürme cürmünü işlediği andan itibaren meydana gelen hakkını kullanmış olmaktadır. Meselede, mirasçı tek veya birkaç tane iseler, suçlunun öldürülmesinde ittifak halinde oldukları yahut içlerinden hiçbirinin affa taraftar bulunmadığı düşünülmüştür. b- Aftan Sonra Öldürme Ebû Hanife, Şafiî ve Ahmed'e göre, mirasçılarının bir kısmı veya tamamı suçluyu affedince kısas düşer. Çünkü kısas tecezzî kabul etmez. Mirasçıların biri veya bazıları suçluyu affettiklerinde, kısasın bir kısmından affedilmiş olur ki, bir kimsenin bazı kısmı sağ bazı kısımlannın öldürülmesi mümkün değildir. Binâenaleyh bazı mirasçıların suçluyu affetiklerini bildikleri halde affetmeyenler suçluyu öldürdüklerinde, Ebû Hanife ve Ahmed'e göre cezası kısas olan öldürme suçunu işlemiş olurlar. Şafiî, iki durumun arasını ayırır. Birinci durum: Af kararının söylenilmesi ve kısasın sukutuna hükmedilmesinden sonra öldürüldüğünde, bu halde kısas vaciptir. İkinci durum: Kısasın düşüşüne hükmetmeden öldürüldüğünde bunun hükmü, diğer mirasçılardan izin almadan öldürmenin hükmü gibidir. Şu durumda bazılanna göre; kısas, bazılarına göre ise diyet cezası gerekir. Affedildiğini bilmediği halde aftan sonra, mirasçı suçluyu öldürdüğünde katil fiilinden sorumludur. Fakat affı bilmeyişi ondan kısası kaldınr. Ebû Hanife ve Ahmed'e göre cezası diyettir. Şafiî mezhebinde iki görüş vardır. Bir fikre göre cezası kısas, diğer fikre göre diyettir. Kısas taraftarlarının delili: Kısas hakkı af ile dü- şer. Mirasçı hakkını kullanmadan evvel hakkının baki olup olmadığından emin olması lazımdır. Diyet taraftarlarının delili: Mirasçının hakkı kısasta sabittir, asıl olan da hakkın bakiliğidir. Eğer mirasçı kısasta
  • hakkının bekasına inanarak affı da bildiği halde öldürürse bu, şüphe olur ve şüphe had cezasını önler, düşürür. İmam Mâlik'e göre, af tecezzî kabul etmez. Af, ancak kısasa hak sahibi bütün mirasçıların beyanı ile var sayılır. İçlerinden birinin affı diğerlerinin kısastaki hakkını düşürmez. Bazılarının affına rağmen, yalnız birinin kısasta bulunması mesuliyeti gerektirmez. Çünkü onların affı muteber sayılmaz, kısas hakkına da tesir yoktur. Fakat şu durum, devlet otoritesine saygısızlık arzettiğinde, kısasta bulunanın ta'ziren cezalandırılmasına engel değildir. c- Diğer Mirasçıların İznini Almadan Öldürme Suçlu, diğer mirasçılardan izin almayan tek veya birden fazla mirasçı tarafından öldürüldüğünde, öldürenler, bu fiilden cezaen sorumludurlar. İmam Malik hariç diğerlerinin görüşü budur. Her ne kadar katil mirasçının cezasında ihtilaf etmişlerse de. Ebû Hanife ve Ahmed'e göre, katil kısasa maruz kalmaz. Zira öldürülenin bir kısmını telef etmeye hakkı vardır ki, bu da şüphe taşır, kısası önler; kısas yerine diyet cezasını gerektirir. Bu görüş , Şafiî'nin mezhebinde, tercih edilen görüşle birlik arzeder. Şafiî mezhebindeki zayıf görüşe göre, Şafiî'nin dostları mirasçının kısas olmasını belirtirler. Çünkü katilin bir kısmına hak sahipliği söz konusu olamaz. Bu durum topluluğun bir kişiyi öldürmesine benzetilir. Suçlu şeriklerinden biri, maktulün yalnız bir kısmını öldürür ve o miktardan kısas olunur. Aksi görüşte olanlar, bu benzetmeyi muteber kabul etmezler. Sebebi ise, şerik maktulün bir kısmını öldürdüğünde, kısas olunmaz; çünkü tam öldürmüştür ve ona göre sorumludur. Bazılarına göre, kısas mirasçıdadır. Çünkü, hiçbir hakka sahip olmadığı halde katili tamamen öldürmüştür. Bir şahsın cüz'üne bazı kısmına hak sahibi olunamaz. Ancak diğer mirasçıların muvaffakatı ile şahsın tümüne sahip olunur. Mirasçılardan biri muvafakatini bildirmezse, katilin tamamına veya bir kısmına hak sahipliği de imkânsızdır. Zira kısas tecezzî kabul etmez. Katili öldüren kimse, onda bir şeye hak sahibi olmaksızın tamamı öldürmüştür. İznin bulunmayışı şahsın tamamına hak sahibi olmayı engeller. Tamamına sahip olamayan, bir parçasına da hak sahibi olamaz. Malik, katili asla cezalandırmaz. Çünkü kısastan ibaret olan hakkını kullanmıştır. Diğer üç hukukçunun görüşünün esasi; diğer mirasçıların izinlerini almanın mecburiliğidir. Bazan birisi affedebilir. Ama Malik'in görüşünün esası: Mirasçıların bir kısmının diğerlerinin kısas hakkını düşürmez. Ancak kısasa hak sahibi bütün mirasçıların affı ile kısas sakıt olabilir. Bu nedenle katil kısasta kendi hakkını kullanmıştır. d-Affedenin Öldürmesi Katilin bizzat kendisi affedici olduğunda, o kimse fiilinden sorumludur. İttifakla âmden katil sayılır. Bir mal karşılığı veya bedelsiz affetmiş de olsa cezası kısastır. Zira suçlu af ile dokunulmazlık kazanmıştır. e-Katilin Organlarını Yok Etme Mirasçı, suçlunun bir uzvunu yaralar veya keser sonra da affeder, öldürmezse, meselâ; bir yanını veya bir kısmını kesmesi gibi, Ebû Hanife ve Ahmed'e göre, zarar verdiği şeyin diyeti gerekmez. Haksız yere bir tarafı kestiğinden kıymetini vermesi lazımdır. Ebû Hanife'nin dediği gibi hakkı olmayan şeyi yapmıştır; bu bakımdan haksız yere gerçekleştirdiğinden sorumludur. Asıl hakkı öldürmekti. Kesme konusunda hakkı yoktur. Kıyas, işlenilen suçtan kısasın tatbikini icap ettirirse de kısas, şüphe sebebi ile bertaraf edilmiştir. "Öldürme hakkının sonucu olarak organı telef hakkı şüphesi..." Kısas bertaraf edilince diyet gerekir. Fakat uzuvdaki hakkı, öldürmenin mecburen isbatından sonradır. Şu zaruret katil ile infaz anında gerçekleşir, daha önce gerçekleşemez. Şahsı öldürdüğünde, organlardaki hakkı da asla bağlı olarak gerçekleşir. Öldürmediğinde, organlardaki kesme de ne asıl ne de tâbi olarak gerçekleşmiştir. Bundan dolayı o kişi hakkının dışında bir şeyi gerçekleştirmiştir.
  • Şafiî ile beraber Ebû Yusuf ve Muhammed gibi Hanefi mezhebi hukukçularına göre, suçlunun bir uzvunu yaralayan veya kesen kimse sonra onu kısastan affettiğinde, cezaî bakımdan sorumlu değildir. Öldürmekten affetmediğinde, suçlunun ölümünden önce onu cezalandırdığında, kuvvet kullandığından ta'ziren cezalandırılır. Af durumunda soru.ululuğunun olmayışı konusunda delilleri: Tamamını ortadan kaldırmaya hakkı olan şeyden bir veya birkaç organ telef etmiştir. Tamamını yok etmeye hakkı olan kişinin aynı şeyden bazılarını yok ettiğinde, yaraladığında sorumlu tutulması doğru olmaz. Mâlik'e göre, mirasçı, suçlunun bir uzvunu kestiğinde veya yaraladığında, onu ister ölümden affetsin, ister etmesin cezaen sorumlu olup, yaptığı fiillerden ötürü kısas gerekir. Çünkü suçlu onun isteğine tabidir. Bu sebeple öldürmediği müddetçe yaralarının diyeti alınır. KATİL OLMAYAN KISASLARIN HÜKMÜ Parmak, el veya kulak kesmek gibi, öldürme dışında organ telef edici bir ceza suçlu hakkında gerektiği zaman, suçlunun kısas hakkı sahibine nispetle yalnız cezanın tatbik edileceği uzuv bakımından dokunulmazlığı kalkmıştır. Kısasa hak sahibi kişi, benzer organın dışında birini kesemez. Kestiğinde kasten kesmiş sayılır. Benzer organı kestiğinde, kesmeden sorumlu olmaz. Ancak devlet otoritesini çiğnediği, kısasta acele davrandığından sorumludur. Yabancı (üçüncü) bir şahıs kestiğinde, fiilinden sorumludur. Çünkü suçlu ona nispetle tam dokunulmazdır, kesilemez. Yalnız mağdur veya mirasçı kesebilir. Kısasa hak kazanan, suçlunun organını, belirli vakitte veya önce kısas için kestiğinde kesme cana sirayet eder ve suçlu bu sebeple ölürse, kısas hakkı sahibi ölümden sorumlu değildir. Zira sonuç, mubah bir fiilin, kısas hakkının kullanılmasından meydana gelmiştir. Bu fikir Şafiî, Ahmed ve Hanefî hukukçularından Ebû Yusuf'la Muhammed'in görüşüdür. Delilleri: Ölüm hakkında izin verilmiş fiilden meydana getirmiştir, suç sayılmaz. Mubah fiilinden doğan netice de mubahtır. Buna ilaveten cezanın infazı da bir zaruret olup ondan kaçınılamaz. Cezayı tatbik edene, fiilinin neticelerinin sorumluluğu yüklense idi, cezaların tatbikinden geri durulurdu. Ama Ebû Hanife'ye göre, kısas hakkı sahibi meydana gelen ölümden amd benzeri ile katil sayılarak sorumludur. Delili: İzin verilmiş olan fiil, kesmektir; hakkı da o kadardır. Fakat hakkından fazlasını işlemiş, ölümü meydana getirmiştir. Bu bakımdan o neticeden sorumlu tutulması gerekir. Mâlik, yalnız âmme yararı sebebiyle kısas hakkına sahip kişinin organı kendi kendine kısas etmesini men eder. Bununla beraber genel kaide yanında kısasta hak sahibine de yer verir. Mâlik'e göre, kısasın tatbiki sonucu başka netice meydana gelirse, tazminatsızdır. Yani; o neticeye cezaî sorumluluk terettüp etmez. Binaenaleyh bir kişi kendi kısasta bulunsa, cana tesir edip öldürse, bu geçişten ötürü sorumluluk yoktur. Yalnız devlet otoritesini çiğnediğinden sorumludur. Öldürme affın hükümlerinden söz ettiklerimiz ve değişik durumları, canın dışında organlara uygulanan kısaslardan affa da uygulanır. Böylelikle burada tekrar etmemek için onları bıraktık.(*) * Mukayeseli İslâm Hukuku ve Beşerî Hukuk, 11, 144-147. İSLÂM MÜRTEDE NİÇİN HAYAT HAKKI TANIMAZ, İSLÂM'DA ZORLAMA VAR MIDIR?
  • İslâm'ın özünde ve ruhunda zorlama yoktur. O irade ve ihtiyarı esas alır, bütün muamelelerini de bu esas üzerine bina eder. Zorlama ile yapılan bütün amel ve fiilleri, ister inanç ibadet, isterse muamele açısından, katiyyen makbul ve muteber kabul etmez. Din kendi meseleleri için zor kullanmayı caiz gör- mediği gibi başkalarının İslâm'a girmelerini de zorlama esasına dayandırmayı hoş karşılamaz. O muhatabının iradesini daima serbest bırakır ve müsamaha ufkunun fevkalede genişliği içindeki kaidelerine uymalarını ister. İslâm, zorla kabul edilebilecek veya ettirilebilecek bir sistem değildir. Onda herşeyden önce iman esastır. İman ise kalb ve vicdan ile alâkalı bir meseledir. Kalbî ve vicdanî kanaatler zorlama ve baskı ile değiştirilemez. Dolayısıyla insan, ancak içinden geliyorsa ve gönlü imana yatkınsa iman edebilir. Bu mânâda da, insanın psikolojik ve ruhî yapısına fevkalade dikkatle yaklaşan İslâm'da zorlama yoktur. Tarih boyunca, insanlığa yol gösteren semavi dinlerin hiçbirisinde de zorlama söz konusu olmamıştır. İnsanları mecburi bir inanışa sevketmek ve belirli düşünce ve olguyu kabul ettirmek daima dinden uzak cephenin hareket tarzı ve ahlâkı olmuştur. Onlar, insanları dinlerinden çıkarmak, mukaddes bildikleri ve inandıkları değerlerden uzaklaştırmak için, her zaman zor kullanmışlardır. Fakat mü'minler, İslâm'ın gereği olarak hiçkimseyi zorla Müslüman yapmaya çalışmamışlardır. Onlar, muhataplarının irade ve ihtiyarlarıyla sırat-ı müstakime girmeleri için zemin hazırlamışlar, tebliğ ve irşad vazifelerini yerine getirmeye çalışmışlardır. Tarihin sayfaları, Müslümanlar ile Yahudi ve Hristiyanların birlikte yaşayışlarını anlatan binlerce belge ile doludur. Hatta Batılı tarihçilerin itiraflarına göre, Hristiyan ve Yahudiler kendi devletlerinde bile Müslüman devletlerin himayesinde yaşadıkları kadar huzur ve onurla yaşamamışlardır. Himayeyi kabul ederek ve vergilerini ödeyerek yaşayan başka din mensuplarını Müslümanlar teminat altına alıp, korumuşlar ve hiçbir zaman da din değiştirmeye zorlamamışlardır. Kendi hususî mabetlerinde ibadet etmişler, hususî okullarında kültürel kimliklerini muhafaza etmişler, hususî bayram ve ayinlerini icra edegelmişlerdir. Müslümanların cihana hakim oldukları devirlerde bile, İslâm başkentlerindeki gayr-i müslüm mahallelerine girenlerin kendilerini Avrupa'da zannedecekleri kadar geniş hürriyetleri bilinen bir gerçektir. Devletin bu halklara verdiği serbestlik, sadece, Müslüman teb'aya ecnebi adetlerini ve ahlâkını telkine yeltenme ve onları saptırmalarına yönelik faaliyetlerde sınır konuluyordu. Bu ise, ecnebi toplumların bile kültürel kimliklerini tanıyıp, varlıklarını koruyan bir dinin kendi mensuplarının kültürel kimliklerini koruma gayreti olarak elbette makul ve makbul bir tutumdur. CİHAD, ZORLAMA DEĞİL MİDİR? Bir kısım muarızlar Kur'ân'daki, cihadın yerine getirilmesiyle alâkalı âyet-i kerimelerin cihadın bir mânâda zorlama olduğu mânâsına geldiğini söylemeye çalışmaktadırlar. Ama, gerçek öyle değildir. Cihad, küfür cephesine ait zorlamaları bertaraf etmek için ve düşünce hürriyetini engelleyip, iradeleri baskı altında tutmayı ahlâk haline getirmiş bu küfür cephesinin zalimane tavrına mani olmak içindir. İslâm, muhkem ve değişmez kaidesiyle insanların kendi düşünce ve irade- leriyle hareket etmelerine zemin hazırlamış bunun önüne geçmeye çalışan her teşebbüs ve zümreye karşı da cihad ilan etmiştir. Bu mevzuda ifade edilecek tek gerçek şudur: "İradelere vurulan pranga İslâm'ın cihad emriyle kaldırılmıştır." Evet düşünce adına yeryüzündeki muvazene bu emirle temin edilmiştir.[36] Böyle olmasaydı, mesela Suriye Hristiyanları, ülkelerinin Roma imparatoru tarafından geri alınacağı endişesi karşısında, kiliselerine dolup Müslümanların zaferi için dua ederler miydi?[37] Ve yine, böyle olmasaydı, bir ucundan diğer ucuna altı ayda ulaşılamayan, alabildiğine geniş bir coğrafyada asırlar boyu emniyet ve asayişi temin ile hükümran olan İslâm Devletleri kurulabilir miydi?
  • İslâm mücahidleri, cihad emriyle cihanın dörtbir yanına insanlık, mürüvvet ve huzur götürürken, fethettikleri ülke insanla- rina kendi dindaş ve soydaşları gibi davranmışlardır. Onların bu tutum ve davranışları, kapısına vardıkları kale kapılarıyla birlikte gönül kapılarının da kendilerine açılmasına vesile olmuştur. O ülkelerin ilim ve sanat birikimlerini değerlendirip, sahalarındaki kıymetlere çalışma zemini hazırlayarak, çok çeşitli din ve kültürden ilim, fikir ve sanat erbabının insanlığa hizmetlerini mümkün kılmışlardır. Onları İslâm toplumu içinde de onore etmişlerdir.[38] MÜRTEDİN DİNDEKİ YERİ VE ÖLDÜRÜLÜŞÜ Kelime olarak "geriye dönen" mânâsına gelen mürted, kavram olarak "İslâm dininden ayrılan kimse"ye denir. Kur'ân-ı Kerîm'de, mürtedin durumu ile alâkalı birçok âyet-i kerime vardır. "Kalbi imanla yatışmış olduğu halde -inkâra zorlanan müstesna- her kim, Allah'ı (cc) inkâr eder ve sinesini küfre açarsa, işte onların üzerine Allah'tan (cc) bir gazap iner ve onlar için büyük bir azap vardır. "(Nahl, 16/106) "Gerçekten hidayet, kendilerine belli olduktan sonra, gerisin geri dönenlere şeytan fit vermiş ve kendilerini uzun emellere düşürmüştür" (Muhammed, 47/25) "Sizden her kim dininden döner ve kâfir olarak ölürse, işte onların bütün yaptıkları, dünyada da, ahirette de boşa çıkmıştır; onlar Cehennemliklerdir, orada sürekli kalacaklardır." (Bakara, 217) Bu âyet-i kerimelerde mürtedin öldürülmesine dair açık bir hüküm olmamakla birlikte, iman ettikten sonra küfre sapanların, dünyada da ahirette de yaptıklarının boşa çıkıp, büyük bir hüsrana maruz kalacakları açıkça görülmektedir. Mürtedin (dinden dönenin) öldürülmesinin hükmü, sahih hadîslerle sabittir. "Her kim dinini değiştirirse, onu öldürünüz" ,[39] "Allah'tan (cc) başka ibadete lâyık ilâh bulunmadığına ve benim de Allah'ın (cc) muhakkak bir peygamberi olduğuma şehâdet eden birisinin kanı helâl olmaz. Ancak üç kişi müstesna: 1- (Haksız yere) birisini öldüren kişi 2- Başından evlilik geçmiş zina eden şahıs 3- Din'den ayrılıp, İslâm camiasını terkeden kişi "(mürted).[40] Çocuk ve delilerin irtidadı (dinden dönmesi) ise geçersiz sayılmıştır. Dinden dönmeye zorlananların hükmü de, çocuk ve delilerin durumu gibidir. Dolayısıyla, irtidatın geçerli olabilmesi iki şarta bağlanmıştır: Akıl ve irade.[41] Ayrıca mürtede, şüphe ve tereddütleri giderilip tevbe etmesi için süre verilir. Bu süre içinde tevbe etmezse, katline hükmolunur.[42] MÜRTEDİN ÖLDÜRÜLMESİNİN HİKMET VE MASLAHATI NEDİR? Mürtedin dindeki yerini ve hükmünü belirttikten sonra, katline hüküm verilmesinin hikmet ve maslahatı nedir? Her sistemin, varlığını devam ettirmek ve müntesiplerinin hukukunu muhafaza etmek için caydırıcı bir kısım hükümleri vardır; ve 'bunlar, hiçbir zaman zorlama olarak telâkki edilmemiştir. Bunun gibi, insanların serbest iradeleriyle evet deyip, getirdiği disiplini kabul ettikleri İslâm'ın da kendisine has caydı- rıcı hükümleri vardır; bunlar zorlama unsuru olarak değerlendirilemez.
  • İslâm, dine girme mevzuunda hiçbir kimseyi zorlamamakla birlikte, kendi iradesiyle gireni de başıboş bırakacak değildir. Elbette onun kendine göre emir ve yasakları olacak ve müntesiplerinden bunlara uygun hareket etmelerini isteyecektir. Bu cümleden olarak namazı, orucu, haccı, zekâtı emredecek; içki, kumar ve hırsızlığı da yasaklayacaktır. Bu yasakları ihlâl edenlere de suçlarının cinsine göre ceza verecektir ki, bütün bunların zorlamayla ilişkisi yoktur. Ama, emirleri toptan çiğneme ve yasakları hepten ihlâl etmenin ifadesi olan irtidata (dinden dönmeye) gelince, herhalde onun cezası farklı olacaktır; bu da ölümdür. Burada mürtedin ölümüne hükmedilmesi, tamamen şu iki şeyle alâkalıdır: 1- Daha önce yapılmış bir akde ve verilmiş söze muhalefet. 2- Sistemin muhafazası. Zira, devlet belli bir sistemle idare edilir. Her ferdin hevesi esas alınacak olursa devlet idaresinden söz etmek mümkün olmaz. Onun içindir ki, bütün Müslümanların haklarını koruma bakımından, İslâm mürtede hayat hakkı tanımamıştır. Meseleyi basit bir misalle de izah edebiliriz: Hiç kimseyi kendisine kayıt yaptırma mevzuunda zorlamayan bir mektep, kendi istek ve iradesiyle kaydını yaptıranı da elbette kendi haline terketmiyecektir. Öğrencisini, müsbet hareket ve gayretlerinden dolayı teşekkür ve takdirle mükâfatlandırırken, menfi tavır ve tutumları sebebiyle de cezalandıracaktır. Fakat, derslerini tümüyle askıya alıp, yönetmelik ve kuralları hiçe sayan öğrencisinin ise okul hayatına son verecektir. Böyle bir karar öğrenciye karşı bir kastın ifadesi olmadığı gibi, düşünce ve irade özgürlüğüne sınır koymak da değildir. Bu, tedrisatın devamını temin ve diğer Öğrencilerin hukukunu korumaya yöneliktir. Mürtede hayat hakkı tanınmayışının bir diğer hikmetine gelince: İslâm, bütün güzellikler ve faziletler, adına açılmış ve bu hususiyetini asırlar boyu koruduğunu tarihin de tasdik ettiği bir mekteptir. Bu mektebin dışında kalanların ise -özleri dahil-herşeylerini kaybettikleri yine bir hakikattir. Şimdi soralım.- Güzellikler ve saadet kuşağı olan İslâm'ı ve onun insanlığı zirve noktada temsil etmiş tebliğcisi Hz. Muhammed'i (sav) inkâr eden bir insan, kime tutunacak ve neyle tatmin olacaktır? Bu ferdin artık insanlık zirvesinden derinlere doğru hızla yol alan bir taştan farkı kalmayacaktır. İslâm'ı bilip tanıdıktan sonra, küfre düşen kişinin durumu, ecnebi dinsizlerin durumundan da farklıdır. Zira onlar bir peygamberi inkâr etseler, diğerlerine inanabilirler. Bunu da bilmeseler, fazilete vesile teşkil edebilecek bazı seciyeleri bulunabilir. Fakat bir Müslüman, en son gelen ve daveti âlemşümul olan Hz. Muhammed (sav)'i inkâr edip zincirinden çıkmakla, başka hiçbir peygamberi, hattâ Allah'ı (cc) dahi tanımaz hale gelir. Çünkü o, bütün peygamberleri, Allah'ı (cc) ve güzellikleri onunla tanımıştır. Dolayısıyla, Hz. Muhammed (sav)'den uzak ve mahrum kalan kalbinde başka hiç bir güzellik kalmayacaktır. Bunun içindir ki, eskiden beri her dinden İslâmiyet'e girmeler olmasına rağmen, hiçbir Müslüman hakikî Yahudi ve Hristiyan olmamıştır.[43] Dinden dönen bu insanlar artık durumlarını makbul gösterme ve kendilerini temize çıkarma psikozu içinde hayatlarını İslâm aleyhine vakfetmişlerdir. Her fırsatta kin ve intikamlarını tahakkuk ettirmeye çalışan bu insanların, hayatları boyunca birer tahribat unsuru olarak kalacakları inkâr edilemez bir vakıadır. Öyleyse İslâm'ın, Müslümanların hukukunu koruma adına, bu şahısların katline hüküm vermesi hikmet ve maslahatın ta kendisidir.
  • RÜŞVETLE MÜSLÜMAN OLMAK MI? Müellefe-i Kulûb Kimlerdir? Peygamberimiz'in (sav), Huneyn Savaşı'nda elde edilen ganimet mallarından "müellefe-i kulûb" denilen insanlara zekât vermesini, rüşvet olarak değerlendirmek herşeyi kendi ruh aynasında seyreden seviyesiz mizaçlıların şiarıdır. Haksızlıkların ve gaspların örtülmesi için verilen rüşveti, insanlığın saadeti ve huzuru için yapılan feragat ve fedakârlıktan ayırtedememek böyle bir ahlâkın ifadesidir. Müellefe-i kulûb, kalbleri İslâm'a ısındırılmak istenen kimseler demektir. Henüz Müslüman olmamış veya İslâm'ın güzelliklerini kalb ve ruhlarıyla henüz fark edememiş bu kimselere zekat verilmesi Tevbe Sûresinin 60. âyetinde şöyle emredilmektedir. "Sadakalar (zekatlar) ancak şunun içindir: Fakirler, miskinler, zekât toplayan memurlar, müellefe-i kulûb, köleler, borçlular, Allah (cc) yolundakiler ve yolda kalmışlar. Allah (cc) tarafından böyle farz kılındı. Allah (cc) Alimdir, Hakimdir." Peygamberimiz (sav) zamanında, bu sınıfa zekat verilmesi, İslâm'ın kuvvet bulması içindi. O gün İslâm, müntesiplerinin sayısı bakımından zayıf, küfür ise sayıca üstün idi. Müellefe-i kulûb ise; a) Müslümanlara yardımcı olabilecek olanlar b) Müslümanlar hakkında olumsuz pratiğe sahib olanlar c) İslâm'ı anlamaya yakın olanlar d) Kitlelerin İslâm'ı anlamalarına vesile olabilecek kimselerdi.[44] Daha sonra İslâmiyet kuvvet kazanıp, durum tersine dönünce o sınıfa verilen zekâtın hükmü de düşmüş oldu. Artık kalbleri telif edilecek kimse kalmamış ve ortadan kalkmıştı. İllet ortadan kalktığı zaman, Kur'ân'ın hükmüyle bunlara zekât vermeye bir sebep kalmaz. Sebebin yeniden ortaya çıkmasıyla da hüküm geri döner. Bu hükmün her halükârda terki anlayışı ise vehimden öte bir şey değildir.[45] Ganimetler kimlere verilir? Muterizlerin tenkit ettiği mevzunun daha iyi anlaşılabilmesi için önce ganimetlerin kullanılabilme yollarını ele alalım. Savaşlarda elde edilen hertürlü emtia ve esirlerden oluşan ganimetlerin: a) Yok edilmesi, b) Olduğu gibi bırakılması, c) Düşmana iade edilmesi,
  • d) İslâmiyet'in tesiri, tebliği ve i'lâsı istikametinde, uygun şekilde değerlendirilmesi gibi alternatiflerden ilk üçünün düşmanı güçlendirmek veya cesaretlendirmekten başka bir işe yaramayacağı herkesin malumudur. İslâmiyet'in neşri, tebliği ve i'lâsı istikametinde değerlendirilmesi, insanları doğru yola teşvik etmeyi hedef alarak kullanılması ise en makul yoldur. Efendimiz de böyle yapmış elde edilen ganimetlerin Beytulmal'e ve savaşa iştirak edenlere ayrılan paylar dışındakileri kalbleri İslâm'a ısındırılmak istenen kişilere zekât olarak vermiştir. Peygamberimiz (sav) böyle bir hareket tarzı ile, hangi menfaatine karşılık rüşvet vermiş olabilir ki? O, öylesine bir uygulama ile insanların kalblerini İslâm ile telif etmiş, dünya metaının insanların Allah'ı (cc) tanımasına vesile olacak şekilde kullanılmasını mü'minlere öğretmiştir. Ensar efendilerimiz, ganimete bedel kimi tercih etmişlerdi? Yapılan tenkitlerin tutarsızlığını daha iyi anlamak için Hu-neyn Savaşı'yla ilgili bilgilere bakalım. Mücahidler, Huneyn Savaşı 'nda çok sayıda esir ve ganimet ele geçirmişlerdi. Esir alınan çocuk ve kadınların sayısı 6.000'i buluyor, ganimetler ise 24000 deve 4000 atiyye gümüşe ulaşıyordu.[46] Peygamberimiz (sav), Havazin halkının gelip esirler konusunda görüşeceklerini gözönünde bulundurarak, savaş esirlerinin Müslüman ailelerine dağıtılmasını geciktirdi. Bu zaman zarfında onlara yeni elbiseler giydirildi.[47] Ama, on günden fazla beklenildiği halde Havazin halkının gelmemesi üzerine Efendimiz esirleri Müslüman ailelere taksim etti. Taksimden bir müddet sonra da Ha-vazinlilerden bir heyet geldi. Müslüman olduklarını, İslâmiyet'i kabul ettiklerini bildirdiler. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz (sav), Ashab'ın huzurunda, kendisinin ve yakınlarının hukuku altında bulunan esirleri bağışladığını söyledi. Bunu duyan bütün mü'minler himayeleri altında bulunan esirleri serbest bıraktılar. Esirler bağışlandıktan sonra, Peygamber Efendimiz (sav) Havazin halkına, reisleri olan Malik b. Avf'ı sordu. Kaçıp, Taif kalesine sığındığını söylediler. Bunun üzerine Efendimiz, "Ona haber veriniz, eğer teslim olup yanıma gelirse, malını kendisine ueririm "dedi.[48] Haberi alan Malik, İslâmiyet'i kendisine yakın bularak Müslüman oldu. Peygamberimiz (sav) ona malını geri verdi. Ayrıca 100 deve daha ikramda bulundu. Malik b. Avf bunun üzerine şöyle dedi. "İnsanlar arasında Mu-hammed'in (sav) bir benzerini ne görmüşüm, ne de işitmişim. Kendisinden birşey istenildi mi fazlasıyla veriyor.'’[49] Huneyn ganimetinin dağıtıldığı yerde bulunan İslâm ordusunda, Mekke fethinde Müslüman olanlarla beraber, henüz Müslüman olmamış birçok Mekke ileri gelenleri de vardı. Peygamberimiz (sav) hakikati bulup saadete ermeleri için kalbleri telif edilecek o kimselere ganimetlerin bir bölümünü dağıtmaya karar verdi. O gün orada bulunan Ebu Süfyan ve oğullarına yüz deve ve yüz atiyye gümüş verdi. Bunun üzerine Ebu Süfyan, "Sen ne kadar cömert ve iyilik seversin, seninle savaş- tığımız zamanlarda sen en iyi şekilde savaşırdın; barış yaptığımızda da sen en iyi barışçıydın. Allah (cc) seni hayırla mükâfatlandırsın" diyerek Peygamberimiz'in (sav) mümtaz ahlâkını dile getirdi. Kendisine bağışta bulunulanlardan Safvan da:"Peygamber (sav) kalbinden başka hiç kimsenin kalbi bu kadar temiz ve cömert olamaz" demekten kendini alamamıştı.[50] Safvan da bir süre sonra Müslüman olmuş ve şöyle demişti: "Allah Resulü bana bu bağışta bulununcaya kadar, insanlar arasında kendisine ondan daha çok kin beslediğim bir ikinci şahıs yoktu. Ama O bundan sonra bana, insanların en sevgilisi haline geldi. "[51] Muterizlerin, müellefe-i kulûba yapılan ihsanların Müslümanlar arasında tepki ve itirazlara sebebiyet verdiği iddiasına gelince, bu da habbeyi kubbe yapmaktan başka birşey değildir. O gün, Efendimiz'in başvurduğu bu uygulamayı anlayamayan birkaç genç Müslüman, bir anlık hislerine kapılmışlardır. Henüz Müslüman olmamış veya Müslüman olmuşların üstün tutulduğu, adeta kendilerine tercih edildiği zannına kapılmışlar ve yer yer hislerini belli etmeye çalışmışlardı.[52] Sâ'd b. Ubade, Ensar'dan birkaç gencin bu hallerini Pey-gamberimiz'e (sav) iletince Efendimiz'in, Ensar'ı bir oraya toplayıp onlara: "Ey Ensar topluluğu, söylememeniz gereken bazı
  • sözleri söylediğinizi işittim. Sizler şöyle şöyle demişsiniz" diye hitap etti. Daha sonra, Allah'ın (cc) kendisi vasıtası ile onlara bahşettiği hidayeti ve bir uçurumun kenarında iken nasıl kurtarıldıklarını anlattıktan sonra, asıl maksadını şu veciz cümlelerle ifade buyurdular: "Ey Ensar Cemaati! Bazı insanlar elde ettikleri dünyalıklar, develer, koyunlar ile çıkıp giderlerken, sizler Allah Resulü (sav) ile beraber gitmek istemez misiniz?" Medine'li Müslümanlar bu tevcihe bir ağızdan Evet ya Resûlallah (sav), isteriz cevabını verdiler. Bu cevap üzerine Peygamber Efendimiz (sav) onlann iç âlemlerini bir anda değiştiren hitabesini şöyle hitama erdirdi: "Muhammed'in (sav) varlığı kudret elinde olan Allah'a (cc) yemin ederim ki, eğer hicret fazileti olmasaydı, Ensar'dan bir fert olmayı arzu ederdim. Allahım (cc)! Ensar'ın oğullarına, onların da oğullarının oğullarına merhamet et" Bu müessir sözler karşısında, Ensar kendilerini tutamayarak hıçkıra hıçkıra ağlamışlar ve kesin kararlarını vermişlerdir. "Biz ganimete bedel, Resûlullah'la (sav)dönmek istiyoruz."[53] "İbn İshâk'ın anlattığına göre Arap kabilelerinin kumandanı olan Mâlik ibn Avf, Huneyn'de savaşı kaybedince korktuğu için Tâif varoşunda bulunan sarayında saklanıyordu. Peygamberimiz (sav) de onun nerede bulunduğunu bilmiyordu. Mâlik'in kabilesinin adamları gelip Müslüman olduktan ve esir düşen ço- luk çocuklarını kurtardıktan sonra Peygamberimiz (sav) onlara, Mâlik'in nerede olduğunu sordu. Onlar da Tâif'te saklandığını söylediler. Peygamberimiz (sav) de korkmasına gerek olmadığını, gelip Müslüman olduğu takdirde kendisini ödüllendireceğini söyledi. Bunun üzerine Mâlik, Tâiflilerin, kendisine engel olmalarını önlemek için geceleyin gizlice atına binip Peygamberimizin (sav) yanına geldi ve Müslüman oldu. Kavminin başına da vâlî tayin edildi. Çünkü kendisi gayet zekî, becerikli bir kumandan idi. Nitekim Müslüman olduktan sonra İslâm'a büyük hizmetler etmiştir. Fakat Buhârî ve Müslim gibi temel kaynaklarda Peygamberimizin (sav) Mâlik'e haber saldığından söz edilmez. Bu kaynaklara göre: Müslüman olan kavmine, ailelerinin ve mallarının geri verildiğini duyan Mâlik de Müslüman olup Peygamberimize (sav) gelmiş ve Peygamberimiz (sav) de kendisine bol ganimet malı vermiştir. Şimdi hâdisenin aslını kaynaklardan izleyelim: Allah'ın Elçisi, Tâif kuşatmasını kaldırıp bölgeden ayrılmağa karar verdi. Dönüşte Hevâzin'den alınan esirleri ve ganimetleri ashabına dağıtmak için Ci'râne'de durdu. Mekke'nin yeni Müslüman olmuş eşrafına, kabile liderlerine, ganimetten fazla pay verdi. Meselâ Ebû Süfyan'a ve oğlu Muâviye'ye yüzer deve, başka birkaç kişiye de yüzer deve, kimine elli deve, kimine bir koyun, kimine bir gümüş verdi. Geri kalanın beşte birini Beytu'l-mâl'e ayırdıktan sonra diğerini insanlara dağıttı. Esirleri de paylaştırdı. Hâdiseden yirmi gün kadar sonra Hevâzin, elçi gönderip Müslüman olduklarını, kendilerinden alınmış olan malların ve esirlerin geri verilmesini istediler. Allah'ın Elçisi malları ve esirleri dağıttığını söyledikten sonra gelen hey'ete sordu - Oğullarınızı ve kadınlarınızı mallarınızdan çok seversiniz, değil mi? - Evet, dediler. Öyle ise öğle namazından sonra gelip cemâatin içinde kendisinden bunları istemelerini tenbih etti. Onlar da öyle yaptılar. Allah'ın Elçisi, herkesin içinde, kendisine ve Abdulmutta-lib oğullarına âit esirleri geri verdi. Allah'ın Elçisinin esirleri geri verdiğini görünce muhacirler, ensâr ve Süleymoğulları da öyle yaptılar.
  • Fakat bazı kabile liderleri buna yanaşmak isteme- diler. Allah'ın Elçisi: - Kim bana esirleri bırakırsa bundan sonra alacağım esirlerden ona, bıraktığı her insan yerine altı hisse vereceğim, dedi. Bunun üzerine onlar da bıraktılar.[54] Hevâzin kumandanı olup Taife sığınmış bulunan Mâlik ibn Avf de Allah'ın Elçisinin gönderdiği haber üzerine gizlice Tâif'ten çıkıp Ci'râne'ye gelmiş, Müslüman olmuş ve Allah'ın Elçisi tarafından kendisine yüz deve verilip kavminin başına vali yapılmıştır. Görülüyor ki Hz. Peygamber (sav), Mâlik'in Müslüman olması için bir öneri yapmamış, bir rüşvet sunmamıştır. Çünkü Müslümanlık, îmân işidir. Ne rüşvet ile, ne de zorla olur. Kişi menfaat karşılığında inandığını söylemiş olsa da Kur'ân'a göre mü'min sayılmaz. Ancak görünürde Müslüman kabul edilir. Gönülden değil, fakat dilden Müslüman olduklarını söyleyen bedeviler hakkında Kur'ân şöyle diyor: "Göçebe Araplar: 'İnandık' dediler. De ki: 'Siz inanmadınız, fakat İslâm olduk' de;in. Henüz îmân kalblerinize girmedi..." (Hucurât, 49/14) Eğer İbn İshâk'ın anlatımı doğru ise, Peygamber (sav), öldürülme korkusu içinde bulunan Mâlik'e güvence vermiş, Müslüman olmasını sağlamıştır. Güçlünün zayıfa verdiği güvence, yaptığı iyilik rüşvet değil, ikramdır. Sonra Turan Dursun, Ta-berî'de geçen rüşvet kelimesinin, Mâlik hâdisesi ile ilgili olduğunu ileri sürüyor ve Mâlik'e verilen fazla ganimetin, Taberî'ye göre düpe düz rüşvet olarak değerlendirildiğini belirtiyor. Gerçekte Taberî, Mâlik hâdisesi hakkında asla böyle bir şey söylememiştir. Ayrıca bu rüşvet sözü, Taberî'nin sözü de değildir. Taberî, zekât malının dağıtılacağı sekiz çeşit insan kesimini anlatırken bunlardan biri olan "müellefe-i kulûb" üzerindeki görüşleri veriyor. Bu görüşlerden kimine göre müellefe-i kulûb meselesi Mekke'nin fethinden sonra da sürmektedir; kimine göre de Mekke'nin fethiyle artık müellefe-i kulûb (yani gönlü İslâm'a ısındırılması gerekli olan kimse) kalmamış, bu iş bitmiştir. Bu görüşte olanlardan biri de Âmir'dir. Demiş ki: "Gönülleri İslâm'a ısındırılanlar, Peygamber (sav) zamanında idi. Ebû Bekir Allah (ccj rahmet eylesin) başa geçirilince artık rişâ yâni ısındırma işi bitti. "[55] Burada kullanılan 'rişâ', gerçi rüşvet anlamına gelirse de burada bu anlamda değildir, yapılan iyilikle kalb kazanma anlamınadır. Esasen zekât âyetinde geçen bu müellefe-i kulûb mes'elesinin, Peygamberimizin (sav) ganimet verdiği kimselerle karıştırılması hatâdır. Bu anlayış, âyetin hükmünü şahıslara bağlamaktan doğmuştur. Evvelâ bu âyet, ganimet hakkında değil, zekât hakkındadır. Huneyn Savaşı'ndan çok sonra, Tebük seferi sırasında inmiştir. O halde bunun, Peygamberimizin (sav) fazla ganimet malı dağıttığı kişilerle ilgisi yoktur. Kur'ân, mutlak olarak gönlü İslâm'a ısındırılması gereken kişilere zekâttan bir fon ayırmıştır. Yalnız Peygamberimizin (sav) devrinde değil, her zaman ve her yerde gönlünün İslâm'a ısındırılmasında
  • yarar bulunan kişiler bulunur. İşte, bunları kazanmak için zekâttan pay verilir. Ama bunun her zaman belli şahıslara verilmesi gerekmez. Bir yıl falan yerdeki falan kişilere, öbür yıl başka yerdeki kişilere verilebilir. Bu tıpkı çeşitli vesilelerle konulmakta olan ödüller gibidir. Şu var ki bu, Allah'ın (cc) koyduğu bir ödüldür. Bu Ödül, İslâm'a ve Müslümanlara faydalı olan gayri müslim kişilere verilir. Hz. Ömer'in yukarıda müellefe-i kulûb olarak gösterilen kişilere zekât vermemesi gayet yerindedir. Çünkü Peygamberimiz (sav) onlara, Allah'ın (cc) emriyle değil, kendi içtihadıyla ganimet vermiştir. Eğer Allah'ın (cc) emriyle vermiş olsaydı ashab itiraz edemezdi. Halbuki ensârın buna hayli gücendiği rivayetlerden anlaşılmaktadır. Demek ki bu tasarruf, Peygamberin (sav) kendi içtihadıydı. Ayette kasdedilen müellefe-i kulûb'un, onlarla ilgisi yoktur. Çünkü âyet, ganimet değil, zekat hakkındadır ve Huneyn'deki ganimet taksiminden çok sonra inmiştir. Demek ki Huneyn'de fazla ganimet alanların, bu âyeti kendi haklarında sanmaları ve buna dayanarak zekât almağa çalışmaları haksızlıktır. Hz. Ömer bu haksızlığı kabul etmemiştir. Fakat kalbleri İslâm'a ısındırılması gereken şahıslara her zaman bu zekât fonundan yardım edilmesi Allah'ın (cc) emridir. Allah'ın (cc) koyduğu bu ödülün devam ettirilmesi farzdır. İmam Fahreddîn Râzî de imamın (devlet başkanının) İslâm'a ve Müslümanlara yararlı gördüğü kimselerin kalbini ısındırmak için ze- kât verebileceğini söylüyor. Kalbleri kazanılacak kimselerin Müslüman olmaları şart değildir. Müslüman olanlara da, olmayanlara da bu amaçla zekât verilebilir. Zaferden sonra yenik düşmüş, ezik insanlara verilen mal, bir ikramdır, buna nasıl rüşvet denilir? Rüşvet, güçlü, iktidarda bulunan bir kimseye, iş yaptırabilmek için sağlanan çıkar, verilen para veya maldır. İslâm'da bu, sonuçta başkalarının hakkına tecâvüz olduğu için haramdır. Çünkü rüşvete alışan kimse artık rüşvetsiz iş yapmaz olur. Rüşvet aldığı kimselere haksız çıkarlar sağlar, haklının iş hakkını haksızlara verir. Toplumun dirliği düzenliği bozulur. Dediğimiz gibi rüşvet, iş yapma mevkiinde olanlara verilen çıkardır. Peygamberimiz'in (sav) ganimet malıyla ikramda bulunduğu kimseler, iktidarda değillerdi. Yenik düşmüş, ezgin liderlerdi. Peygamberimiz (sav), isteseydi, bunları Öldürtebilirdi. Fakat O böyle yapmadı. Ömürleri boyunca kendisine kötülük yapmış bu insanları hükmü altına aldıktan sonra horlamadı, onurlarını okşadı, ganimetten fazla pay vererek onlara İslâm'ı sevdirmek istedi. Çünkü insan, ihsanın kuludur. İyilik gördüğüne karşı eğilim duyar. Bu liderler de Peygamberimizin (sav) cömertliğini, kötülüğe karşı olağanüstü iyilik yaptığını görünce önceleri sadece şeklen Müslüman görünürken sonraları gönülden Müslüman olmuş, hattâ bazıları ileride İslâm'a büyük hizmet etmişlerdir. Fakat dediğimiz gibi, zekât âyetinde sayılan müellefe-i ku-lûb'un bu kimselerle ilgisi yoktur. Bu. dağıtımı Peygamberimizin (sav) takdirine bırakılmış olan ganîmet malıyla ilgili bir tasarruf idi. Ve sadece Peygamberimizin (sav) kendi zamanına özgü bir hâdiseydi. Ama zekâtta belirtilen müellefe-i kulûb fonu, tâ kıyamete kadar uygulanır bir hükümdür. Bu, İslâm'ın davet metodlarından birini oluşturmaktadır. Aslında kötülüğe iyilikle karşılık vermek, Kur'ân'ın emridir. Peygamberimiz (sav), kendisinin canına kasdedenlere bol ikramda bulunarak Kur'ân'ın şu emrini yerine getirmiştir: "İyilikle kötülük bir olmaz. Sen (kötülüğü) en güzel şeyle sav. O zaman senin düşmanın, sıcak bir dostun oluverir!" (Fussılet, 41/34)" İtirazcı, Peygamberimiz'in (sav) müellefe-i kulûba yaptığı bu ihsanların güya rüşvet olarak yapıldığını kendince ispat sadedinde Taberî tefsirinden çarpıtarak aldığı bir cümleyi delil olarak kullanıyor. Bütün lügatlarda "ip ve benzeri mânâlara gelen 'Reşa' kelimesine rüşvet mânâsını veriyor.[56] Sonra da arzu ettiği tercümeyi yapıyor: "Ebû Bekir (ra) hilâfete geçince (Müellefe-i kulûba verilen) rüşvet kesildi."
  • Halbuki tefsirde geçen bu cümlenin tercümesi şudur: "Ebû Bekir (ra) halife olunca (Müellefe-i kulûbu, İslâm'a bağlayan) ip koptu." İtirazcının bu tercümesi, kastının değilse, cehaletinin en parlak delilidir. Cerbeze ve diyalektiği kendilerine meslek edinmiş. İtirazcıların inhiraf ve iftiraları asla bitmeyecektir. Savaş sırasında elde edilen mal, gümüş ve altın insanlara dağıtılınca rüşvet oluyor; dağıtılmayınca, bu defa da savaşların ganimet elde etmek için yapıldığı iddia ediliyor. İnsafsızlığın böylesine rastlamak müm- kün değildir. ALLAH (CC) İNSANLAR ARASINDA AYIRIM YAPAR MI? Allah'ın (<x) insanlar arasında ayırım yaptığını iddia edenler, bu iddialarını isbat sededinde bazı âyetleri misal verirler. Ancak, yaptıkları gibi bu mezvuda da âyetleri tahrif edip yanlış meal vererek zihinleri bulandırmaktan başka birşey yapamazlar. Allah (cc) Zuhruf Sûresinin 33-35. âyetlerinde, meâlen "Ve eğer insanlar hep (küfre sokacak) bir ümmet olmasa (insanları kâfir edecek derecede küfre teşvik durumu olmasa) idi. Rahman'ı inkâr edenlerin evlerine gümüşten tavanlar ve üzerine binip çıkacakları merdivenler yapardık. Ve evlerine kapılar ve üzerine yaslanacakları koltuklar, kanepeler ve nice süsler. Bütün bunlar, sadece dünya geçiminden ibarettir. Rabbinin katında bulunan ahiret ise korunanlara mahsustur" buyurmaktadır. Bu âyetler, Mekke devrinde Müslümanların güç şartlar altında yaşadıkları, çoğunlukta bulunan inkarcıların ise oldukça rahat bir hayat sürdükleri zamanlarda nazil olmuştur. Yoksulluk ve sıkıntı içinde bulunan Müslümanları teselli gayesini taşıyan bu âyetlerde dünya hayatının değersizliği anlatılmaktadır. Dünyanın üç yönü vardır; Allah'ın (cc) isimlerinin tecellisi olan yönü, âhiret hayatının kazanılmasına vesile olan yönü ve gelip-geçici güzellikler ile zevklere bakan yönü. İlk iki yön açısından dünyaya karşı duyulan muhabbet makbuldür. Ancak, dünyanın, gelip, geçici güzelliklerine aldatıp Allah'ı (cc) unutturan yönü ise mü'minlere ebedî hayatlarını kaybettiren, sevilmeyecek, makbul olmayan yönüdür. Yukarıda zikredilen bu âyetle, Allah (cc) dünyanın gelip geçici olduğunu ve asıl hayatın da ahiret hayatı olduğunu ifade ediyor. Eğer insanlar, inanmayanların zenginliklerine ve depdebeli hayatlarına imrenip küfre meylederek inkarcı bir toplum haline gelecek veya zenginlere heveslenip dünya peşinde koşacak olmasalardı; Allah (cc) rahmetini inkâr edenlerin evlerine gümüş tavanlar, üzerine binip yükseklere çıkacakları merdivenler, evlerine kapılar, odalarında rahatça yaslanacakları koltuklar ve divanlar ile daha başka nice altınlar ve süs eşyaları verirdi. Muarızlar ise, bu âyetlerdeki "Ve eğer insanlar hep (küfre sapacak) bir ümmet olmasa..." şeklindeki ifadeye "önlemek" kelimesini ilave de ederek "eğer bütün insanların, bir tek inkarcı ümmet olmakta birleşmelerini önlemek istemeseydik..." şekline sokmuşlardır. Tahrif yaparak verdikleri bu mânâyı da Diyanet mealinden aldıkları yalanını söylemişlerdir. îzah edildiği gibi tahrif ve yalanlara tevessül ederek değişik mânâlar yükleyip Allah'ın (cc) insanlar arasında ayırım yaptığı iddia edilen meselenin birkaç yönüne bakalım: Allah (cc), insanların akıllarını ve iradelerini serbest bırakarak, kafir veya mümin, çalışan herkese mal, mülk, ilim ve makam verir. Ancak mülkün sahibi Allah'tır (cc). Mülkünde istediği gibi tasarruf eder. Kimse O'na ve icraatına müdahale edemez.
  • Her devirde, inanan ve inanmayan pek çok kişinin zengin olduğu bir gerçektir. Muarızların iddia ettiği gibi "herkes kafir olur" diye Allah'ın (cc) kafirlere zenginlik vermediği iddiası bilinen ve yaşanılagelen gerçeklere terstir. Aile, muhit ve sosyal yapıları ile kendi devirlerindeki şartları değerlendirebilen ticarî kabiliyet ve meziyetlere sahip her insanın zengin olduğu inkâr edilemez. Bununla birlikte Allah (cc) bazı kimselere bu kabiliyet ve imkânları verdiği halde zenginlik vermez. Ama kafir mü'min ayırımı söz konusu değildir. Mal ve mülkün çokluğu mutlaka hayır sayılmaz. Bazen zenginlikle gelen hayırlar, bazen de zenginlikle birlikte giderler. Ancak Allah'ın (cc) zenginlik vermesi de, vermemesi de hayırlıdır. Zira iyi bir insana verilen mal ve mülk onun hayır ve hasenatını arttırdığı gibi, iyilik ve hayır yolundan ayrılabilecek insanın, elinden alınması da onun için hayırdır. Zaten bu âyetlerde Allah (cc) inkarcıların servetine veya dünya malına heveslenen mü'minlere, dünya hayatının geçiciliğini, önemli olanın ahiret yurdu olduğunu, bunun da iman ve salih amelle kazanılacağını anlatıyor. Kur'ân'a göre insanların değeri mallarıyla, soylarıyla, aile ve kabileleriyle, mevki ve makamlarıyla ölçülmez. Hucurat Sûresi 13. âyette Cenab-ı Hak "£y insanlar, biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık ve birbirinizi tanımanız için sizi milletlere ve kabilelere ayırdık. Şüphesiz ki sizin Allah (cc) nezdinde en şerefliniz takvaca en ileri olanınızdır" diyerek insanlar arasında ayırım olmadığını ancak güzel ahlâk ve davranışlarla üstün olunabileciğini ifade eder. "Sur'a üfürülünce artık aralarında o gün ne soy sop vardır, ne de (bunu) birbirine soracaklardır."(Mümin. 40/101) "O günde ne mal fayda verir, ne de oğullar, Ancak Allah'a (cc) selim bir kalb ile varan başka"(Şuarâ, 26/88-89) âyetleri de zikrettiğimiz hususu teyid eder.

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...