İSLAM DÜŞMANLARINA KESİN CEVAP 2
- KUR'AN ANLAYIŞIMIZ
- Davut Aydüz İkinci Bölüm
- İLK KUR'ÂN NÜSHASI GERÇEKTEN YAKILDI MI? Muterizler, Kur'ân'm orijinali yakıldığı için aslının yok olduğunu; mevcut Kur'ân'ın, Hz. Muhammed (sav)'in duyurduğu Kur'ân'ın aynı olmadığını ileri sürüyor. (Turan Dursun,Din Budur, 1/ 78-79). Kur'ân'ın ilk orijinalinin yakıldığına dair güvenilir bir bilgi yoktur. Bu konuyla ilgili rivayetler zayıftır. Bu konuda Dr. Sub-hî Salih'in kitabından aktarılan bilgi de güvenilir değildir. Zaten Subhî Salih de bu görüşü paylaşmamakta, sadece İbn Ebî Davud'un böyle bir görüş naklettiğini söylemektedir. İtirazcı ise bu gerçeği gizlemeye çalışarak bu yanlış bilgiyi herkesin kabul ettiği bir görüş gibi gösteriyor. Dr. Subhî Salih'ten naklen kaynak olarak gösterilen kitap, İbn Ebî Davud'un "Kitâbu'l-Masâhif" adlı eseridir. Bu kitapta yer verilen bir rivayete göre: Hz. Ömer'in vefatından sonra kızı ve Hz. Peygamber'in eşi Hz. Hafsa'ya intikal eden ilk orijinal Kur'ân nüshası, Haf-sa'nın vefatından sonra Medîne Valisi Mervân tarafından Haf-sa'nın kardeşi Abdullah'dan istenmiş ve yakılmıştır. Gerekçe olarak da: "...Yakılıp yok edilmeseydi, zamanla kuşkulara yol açabilir, ondan alınarak yazılan mushaflar çevresindeki kuşkular önlenemeyebilirdi..." görüşleri Mervan'a atfen zik- redilmiştir. İBN EBÎ DAVUD'UN YERİ NEDİR? İbn Ebî Davud bir hadis hafızı olmakla beraber, hadiste hüccet olarak kabul edilmemiş, hadiste ve bilhassa hadis kritiğinde otorite olarak tanınan babası başta olmak üzere hakkında ağır ifadeler kullanan âlimler olmuştur. Babası: "Oğlum Abdullah, palancının tekidir"[57], meşhur muhaddis Dârakutnî: "Güvenilir bir kişidir. Ancak hadis konusunda çok hataları vardır"[58] ve İbrahim İsfahanı: "Yalancıdır"[59] diyerek, İbn Ebî Davud'un güvenilir bir kişi olmadığını söylemişlerdir. O halde sağlam bir temele dayanmayan ve güvenilir hiçbir hadis kaynağında yer almayan böyle bir
- rivayete dayanarak Kur'ân'ın ilk orijinali yakılmıştır diyerek Kur'ân hakkında hüküm vermek yanlıştır. KUR'ÂN HAFIZLARININ SAYISI İtirazcılar tarafından Peygamber Efendimiz (sav) zamanında Kur'ân'ı ezbere bilenlerin sayısının çok az olduğu görüşü dikkatle işlenmiş, böyle bir ortamda Kur'ân'ın tahrife uğramasının tabiî olduğu, kontrol ve korunmasının imkânsız bulunduğu imajı verilmeye çalışılmıştır. Buhârî'nin es-Sahîh'inde zikredilen üç rivayette adları geçen Sahâbîlerin yaptıkları iş için kullanılan kelime, "ezberledi" anlamına gelen "hafıza" değil, "topladı, cemetti ve ezberledi" anlamlarına gelen "Cemea"dır. "Cemea" kelimesini, önceliği olan ve aslolan manalarından uzaklaştırmaya ve sadece "ezberlemek" diye sıralamaya imkân yoktur. Çünkü: 1- Günümüz müslümanlarında dahi Kur'ân ezberleme çalışmaları harıl harıl sürerken ve meselâ İslâm dünyası içinde yalnız Türkiye'de her yıl yaklaşık 2000 civarında kişi resmen hafızlık belgesi almaya hak kazanırken "örnek nesil" diye tavsif edilen ve Hz. Peygamber (sav)'in terbiyesinde yetişmiş sahâ-bîler arasında ve 23 yıl içinde Kur'ân'ı sadece 4 veya 7 kişinin ezberlemiş olması aklen muhaldir. Onların hemen hepsinin Kur'ân'dan pek çok sûreyi ezbere bilen kişiler olmaları bir yana, Kur'ân'ın tamamını henüz Hz. Peygamber (sav) zamanında ezbere bilenlerin sayısı yüzlercedir. Nitekim Buhârî'nin es-Sahîh'inde rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber (sav) henüz hayatta iken meydana gelen "Bi'ru Maûne" olayında şehîd olan "kurrâ"nın sayısı 70 kadardır.[60] Hz. Peygamber'in vefatını takip eden yıl içinde meydana gelen dinden dönme olayları üzerine yapılan savaşlarda, "Yemâme"de şehîd olan "kurra ve huffâz"n sayısı da bazı âlimlere göre 450-500 kadar,[61] diğer bazılarına göre ise 700 kadardır.[62] Bu sonuncu olay üzerinedir ki Hz. Ebû Bekir zamanında hafızların şu veya bu sebeple azalmasıyle Kur'ân'ın geleceği tehlikeye düşmesin diye yazılı bir nüshaya ulaşılması düşünülmüş ve Kur'ân iki kapak arasında cemedilmiştir. 2- Buhârî'nin es-Sahîh'inden alınan rivayetlerde yer alan ve "cemea" kökünden gelen kelimenin asıl manası, biraz önce de işaret edildiği üzere "toplamak"tır, "cemetmek"tir. Bu rivayetlerde Kur'ân'ı Peygamberimiz (sav) zamanında topladığı ve bu konuda câmî oldukları ileri sürülen sahâbîlerin yaptığı bu işten maksad, onların Kur'ân'ı; vücûh-u seb'a gibi vecihlerin de tesbiti gibi yönleriyle, tefsiri ile, nâsih ve mensûhu ile, öğretim usûlü ile, ezberlemek suretiyle, bu konudaki uzmanlıklarına ve diğer sahâbîlere olan üstünlüklerine işaret etmektir.[63] Onların bu konudaki otoritelerinden söz etmek, başkalarının Kur'ân'ı bilmedikleri ve ezberleyip hafız olmadıkları anlamına elbette gelmeyecektir. 3- Bir başka önemli nokta da Hz. Peygamber hayatta iken vahyin henüz son bulmamış olmasıdır. Bu bakımdan onun vefatında önce tamamlanmış bir Kur'ân koleksiyonundan ve -en son gelen vahiyler dahil- Kur'ân'ın tamamının yaygın bir şekilde ezberlenmiş olmasından söz etmek imkân dahilinde değildir. Bu ancak O'nun irtihalinden sonra mümkündür. Dolayısıyle en son nazil olan birkaç sûre veya âyet, bazı kimseler tarafından bilinmeyebilir. 4- Muhammed Hamîdullah gibi değerli araştırmacıların araştırmalarından anlaşılıyor ki, Peygamberimiz (sav) vefat ettiğinde 3000 kişi Kur'ân'ı ezbere biliyordu.[64] 5- İmam Mâverdî diyor ki: Kur'ân'ın tümünü ezberleyenlerin sadece 4 kişi olduğu hakkında nasıl hüküm verilebilir? Halbuki çeşitli bölgelere dağılmış sahabelerden Kur'ân'ı ezberlemiş hafızlar olarak yüzlerce kişi vardı. [65] Ayrıca, Peygamber Efendimiz (sav) zamanındaki hafızların sayısının 4 veya 7 olduğunu söyleyenler, kendi
- bildikleri hafızların isimlerini zikrettiklerinden, rivayetlerde değişik isimler ve değişik sayı ortaya çıkmaktadır.[66] İLK ORİJİNAL NÜSHA İLE Hz. OSMAN'IN MUSHAFLARI ARASINDA NE FARK VAR? Muterizin kitabında; Hz. Ebû Bekir zamanında şirâzeye alınan Kur'ân âyetleri (ilk orijinal Kur'ân) ile Hz. Osman zamanında çoğaltılan Kur'ân nüshaları arasında muhteva bakımından değişiklik bulunduğu görüşü ileri sürülmeye çalışılmış; ilk nüshanın yakılması iddiasına sığınmakla da, bu farklılıkların gizlenmek istendiği fikrinin empoze edilmesine gayret edilmiştir. İlim dışı olan bu görüşün ne kadar mesnedsiz ve tahrip amaçlı olduğunu anlamak için gerek Hz. Ebû Bekir, gerekse Hz. Osman tarafından Kur'ân hakkında yaptırılan çalışmaların ne olduğunun kısaca bilinmesi gerekir. ZEYD B. SABİTE VERİLEN GÖREV Daha önce de işaret ettiğimiz gibi Peygamberimiz (sav)'in vefatından sonra Yemâme'de yapılan savaşta 70, diğer bir rivayete göre de 500 hafız şehid olmuştu. Bu durum, Kur'ân'ın geleceği hakkında Hz. Ömer'i endişelendirmiş ve dağınık halde bulunan Kur'ân âyetlerinin şirâzeye alınması için Halife Hz. Ebû Bekir'i (ra) ikna etmiştir. Görev, -vahiy kâtiplerinden olup yaşı itibariyle genç ve okuma yazmayı o günkü şartlar içinde henüz 11-12 yaşlarında iken öğrenmiş olan- Zeyci b. Sâbit'e (ra) verilmiş, diğer bazı sahabilerin de yardımı ile titiz bir metodla toplanan vahiyler iki kapak arasına alınarak yazılmış ve ilk "mushaf" ortaya konmuştur. Bu konudaki rivayetlerin hemen hepsinden anlaşılan odur ki, bu yazım işinden sorumlu olan ve bizzat onu yazan Hz. Zeyd b. Sâbit'tir. Hz. Ebû Bekir'e teslim edilen mushaf-ı şerif, onun vefatından sonra yeni halife Hz. Ömer'e (ra) intikal etmiş, onun da vefatı üzerine kızı ve Hz. Peygamber'in eşi Hz. Hafsa (ra) ta- rafından muhafaza edilmiştir. Titiz bir çalışma sonunda şirâzeye alınan Kur'ân ile Hz. Mu-hammed (sav)'e indirilen Kur'ân arasında hiçbir fark yoktur. Ne bir harf eksik, ne de fazladır. Çünkü: 1. Kur'ân'ı herkes ezberliyor, ayrıca ezberlediklerini yazılı vesikalarla te'yid ediyorlardı. 2. Kur'ân âyetleri inerken ezberlendiği gibi, devamlı namazlarda okunarak tekrar ediliyordu. Sadece belli sûreler namaz için tahsis edilmediği için Kur'ân'ın her yerinden okunuyordu. Her gün namazda okunan şey nasıl unutulmaya mahkûm olabilir? 3. Kur'ân âyetleri öyle ahenkli iniyordu ki, herkesin kolayca ezberleyebileceği kadar azar azar iniyordu. Onun için çok kimse tarafından iyi bir şekilde ezberleniyordu. 4. Ayrıca sahabe, Kur'ân âyetlerinden hüküm çıkarıyor ve onlarla amel ediyordu. Sahabenin bu kadar iyi bildiği günlük hayatının ayrılmaz parçası Kur'ân ile, şirâzeye alınan Kur'ân arasında farklılık olsaydı, titizlikleriyle seçkinleşmiş sahabe, yapılan bu işe itiraz ederdi. Böyle bir şey nakledilmediğine göre, demek ki, sahabenin Hz. Peygamber'den ezberlediği Kur'ân ile şirâzeye alınan Kur'ân arasında fark yoktur. ASLINDAN İSTİNSAH Hz. Osman'ın hilafeti yıllarında fetihler genişlemiş, zaten nokta ve harekesi olmayan ve çeşitli öğreticiler
- tarafından yürütülen öğretim çalışmaları sonunda İslâm merkezine çok uzak beldelerde Kur'ân'ın tilâvet ve kırâatında ihtilaflar meydana çıkmıştır. Özellikle Erminiyye ve Azerbaycan'ın fethi sırasında bir araya gelen Şam ve Irak'lı askerler arasında çıkan ihtilafın merkeze ulaşması üzerine Hz. Osman harekete geçmiş, içlerinde ilk Kur'ân nüshasını hazırlayan Zeyd b. Sâbit'in de bulunduğu dört sahabiden meydana gelen bir komisyon kurarak Kur'ân nüshalarının çoğaltılmasını emretmiştir. Bu maksatla Hz. Hafsa'daki ilk Kur'ân nüshası getirtilmiş ve bu nüshadan muhtelif nüshalar çoğaltılarak Mekke, Küfe, Basra, Şam gibi merkezlere gönderilmiştir. Hz. Hafsa'dan getirilen orijinal nüsha da kendisine iade edilmiştir. Bu arada Hz. Osman her tarafa gönderdiği emirle bu mushaflara aykırı düşen okuyuşları yasaklamış ve yine bu nüshaların yazısına uymayan, şahısların kendi yanlarında bulunan hususî yazıp tesbit ettikleri metinlerin de yakılmasını istemiştir.[67] Bu kısa açıklamadan anlaşılacağı üzere Hz. Ebû Bekir'in yazdırdığı ilk Kur'ân nüshası ile Hz. Osman'ın yazdırdığı nüsha arasında muhteva yönünden hiçbir farklılık yoktur. YAZILIRKEN HAYATTAYDILAR 1- Sözü edilen yazım çalışmalarının her ikisinde de birinci derecede söz sahibi olan sahabî, Hz. Peygamber'e yıllarca vahiy kâtipliği yapmış olan Hz. Zeyd b. Sâbit'tir. Şayet son çalışmada tahrifat ve değişiklik yapılmış olsa aynı kişinin, ilk nüshasına aykırı olan bir metin karşısında feveran etmesi gerekmez mi? Ve azıcık aklı olan, biraz da dürüstlük ve tarafsızlıktan nasibi bulunan birisinin bunun aksini düşünmesi mümkün mü? 2- Hz. Osman'ın bu çalışmayı yaptırdığı yıl, Hicret'in henüz 24'üncü yılıdır. Kur'ân'ı bizzat Peygamberimiz (sav)den Öğrenmiş pek çok sahabi (hatta onların ileri gelenleri) hayattadır. Hz. Ali'ler, Abdullah b. Mes'ud'lar, Ebû Musa Eş'arî'ler ve daha nice büyükler Hz. Osman'ın yaptığı işin huzurunu yaşamışlar. O'nu hayırla anmışlardır. Kur'ân'ın aslında yapılacak bir değişikliğe, îman terbiyesini bizzat Allah Resulü'nden almış bu büyük şahsiyetlerin rıza göstermelerini kabullenmek için ya aklından zoru olmak, ya da Kur'ân'a hıyanet planları içinde yer almak gerekir. İKİ NÜSHA ARASINDA FARK YOK İlk Kur'ân nüshası ile daha sonra çoğaltılan nüshalar arasında muhteva yönünden hiçbir farklılık, fazlalık ve eksiklik yoktur. Bu mânâda bu nüshalar, sanki ilk orijinalin tıpkı basımı gibidir. Ancak Hz. Zeyd'in ilk çalışması, Kur'ân'ın iki kapak arasında cemedilerek korumaya alınması gayesi ile sınırlıdır. Bu yüzden bu ilk nüsha resm-i hat ve imlâ bakımından bizzat Hz. Peygamber'in okumasına izin verdiği kıraat farklılıklarının (değişik şive ve lehçelerin) hepsinin icrasına yetmemiştir. Daha sonra Hz. Zeyd'in de içinde bulunduğu dört kişilik komisyonun çalışması sırasında ashabın hepsinin Hz. Peygamber tarafından okunmasına izin verilen bu şive ve lehçelerinin icra ve edasına cevap vermek üzere Mushaf'ın yazı ve imlâsı geliştirilmiş, yüce Kitab'a tarihinin en büyük hizmeti yapılmıştır. Bu çalışma sonunda ne bir âyet eksilip artmış, ne de herhangi bir kelime üzerinde mânâ ve maksadı değiştirecek bir tasarruf yapılmıştır. Hz. Osman zamanında yapılmış olan istinsah, Peygamberimiz (sav)'in yazdırdığı ve Hz. Ebû Bekir'in cemettirdiği Kur'ân'dan farklı olsaydı; Hz. Osman'dan sonra halife olan Hz. Ali, kendi özel mushafını (yani sûrelerin iniş sırasına göre tertip ettiği özel nüshasını) resmîleştirir, Hz. Os- man nüshasını yürürlükten kaldırırdı. Oysa öyle yapmamış, kendi nüshasını muhafaza etmekle beraber resmîleştirmemiş, Hz. Osman mushafını resmî mushaf kabul etmiştir. Bu durum da mevcut mushafın, asıl
- Kur'ân'a uygunluğunu gösterir. Kur'ân üzerinde tahrifat yapmaya kimsenin bugüne kadar gücü yetmediği gibi, bundan sonra da yetmeyecektir. Çünkü: "Kur'ân'ı biz indirdik muhakkak onu biz muhafaza edeceğiz." (Hicr, 15/9) buyuran Allah'tır. ÖZEL NUSHALARDAKI FARKLILIKLAR Muterizler Abdullah b. Mes'ûd, Hz. Ali, Abdullah b. Abbas Ubeyy b. Ka'b ve Hz. Âişe'nin özel Kur'ân nüshalarından bahsetmiş ve bu nüshalardaki sûre düzenlemesinin (sûrelerin sıralarının) resmî nüshalara uymadıkları meselesini gündeme getirmiştir. Ayrıca meselâ, İbn Mes'ûd'un mushafında Fatiha sûresi ile Felâk ve Nâs sûrelerinin bulunmadığı, Ubeyy b. Ka'b'ın nüshasında ise Kunut dualarının yazılı olduğunu söyleyerek "resmî nüshadan içerik yönünden farklı olduklarından" söz etmiştir. 1- Sûrelerin farklı tertibi meselesi doğrudur. Gerçekten Hz. Ali, kendisi için özel bir nüsha yazmış ve bu nüshada sûreleri nüzul sırasına koymuştur.[68] Nitekim bugün de değişik maksadlar gözönünde bulundurularak, Kur'ân'ın gerek metni, gerekse tercümeleri için (meselâ mevzularına göre), tertip yapan- lar bulunmaktadır. 2- İbn Mes'ûd'un nüshasında Fatiha sûresinin bulunmaması, Kur'ân'ın tahrife uğradığını hiçbir zaman göstermez. Hz. Peygamber (sav) bu sûreyi devamlı olarak beş vakit namazda okuyacak, binlerce sahabi bunu ezberleyecek, Hz. Osman'ın resmî nüshaları dahil olmak üzere bütün mushaflarda yazılacak, İbn Mes'ûd'un kendisi de bunu onaylayacak, bütün namazlarında okuyacak, ama onun özel mushafında bu sûrenin yazılı olmadığını belirten rivayetler var diye Kur'ân'da tahrifat iddia edilecek. Bu mümkün müdür? İbn Mes'ûd'un her gün namazda en az 40 defa okuduğu Fatiha sûresini özel Kur'ân koleksiyonuna yazmaya gerek duymaması ihtimalinden de bazı kaynaklarda söz edilmiştir.[69] 3. İbn Mes'ûd'un nüshasında Fatiha sûresinin bulunmadığı rivayeti bâtıl ve uydurma bir rivayettir. Müslim şârihi İmam-ı Nevevî "Şerhul Mühezzeb"âe diyor ki: "Bütün müslümanlar Muavvizeteyn (Felâk ve Nâs sûreleri)[70] ve Fâtiha'nın Kur'ân'dan olduğunda ittifak ve icma etmişlerdir. Onların Kur'ân'dan olduğunu inkâr eden kâfir olur. İbn Mes'ûd'dan rivayet olunan şey bâtıldır, doğru değildir." İbn Hazm da: "Bu, İbn Mes'ûd'a yalandır ve iftira'dır" diyor. F. er-Râzî de, bu rivayeti kabul etmemektedir. Bu, İbn Mes'ûd'a iftiradır diyerek bu müşkilden çıkıyor.[71] Kadı Ebu Bekir Bâkıllânî diyor ki: "ibn Mes'ûd'a nisbet olunan bunların Kur'ân'dan olmadığı rivayeti sahih değildir." İbn Kuteybe "Müşkilü'l-Kur'ân" isimii eserinde diyor ki: "İbn Mes'ûd, Fâtiha'yı kendi özel Mushafına yazmamıştır. Çünkü Kur'ân şirâzeye, şek ve nisyân, ziyâde ve noksan korkusundan dolayı toplandı.
- Halbuki Fatiha sûresi için böyle bir tehlike vârid değil. Namazda daima okunuyor. Kısadır, herkes onu belliyor. Artık onda da şüphe edilecek değil ya."[72] 4- Ubeyy b. Ka'b'ın özel Kur'ân nüshasında Kunut Duaları bulunmasına rağmen Hz. Osman'ın istinsah ettirdiği Kur'ân'da bu dualar bulunmuyor diyerek, Kur'ân'da tahrif olduğunu iddia etmek akıl kârı değildir. Çünkü bu rivayet o kadar zayıftır ki üzerinde durmaya bile değmez. Ayrıca -eğer bu haber doğruysa- Ubeyy b. Ka'b bu duaları Kur'ân'ının sonuna yazmıştı. En önemlisi de; Ubeyy istinsah heyetinde idi. Eğer Kunut Duaları Kur'ân'dan bir sûre olsaydı heyette bunun münâkaşası yapılırdı. Halbuki böyle bir münâkaşadan hiç bahsedilmiyor. Demek ki Ubeyy b. Ka'b'ın özel Kur'ân'ındaki Kunut Duaları Kur'ân'dan bir parça değildir. Ubeyy onları Mushaf'ına eğer yazmışsa dua diye yazmıştır. Kadı Ebu Bekir Bâkıllânî "İ'câzu'l-Kur'ân" adlı eserinde, Ubeyy b. Ka'b'ın Kunut Duaları hakkındaki rivayetlerini naklettikten sonra diyor ki: "Bu husustaki rivayet olunanlar haber-i vahittir, bu gibi yerlerde haber-i vahit delil olamaz. Ubeyy onları Mushafının arkasına (duâ olarak) yazmış. Görenler de onu mushaftan zannediyorlar. Câhiller işi karıştırıyor. u[73] 5. Özel Kur'ân nüshası sahibi sahabiler, sayfaların kenarlarına ya Hz. Peygamber (sav)'den konuyla ilgili sözü (hadisi) veya kendi özel tefsirlerini not olarak yazmışlardı. Zaman zaman bazı bilgisizler tarafından bu tür şahsî notlar Kur'ân'dan zannedilerek nüshalar arasında farklılık olduğu iddia edilmiştir. Hz. PEYGAMBER (sav) ZAMANINDAKİ KUR'ÂN İLE BUGÜNKÜ KUR'ÂN AYNIDIR Muteriz'in sık sık yaptığı sinsice bir çarpıtma: Suyûti'den aldığı Arapça metinde İbn Ömer'e nisbet edilen sözü, bilerek veya bilmeyerek yanlış çevirmiş. Kendi çevirisine göre İbn Ömer: "..Hiçbiriniz, Kur'ân'ın tümünü aldım demesin. Bilemez ki Kur'ân'ın çoğu yok olup gitmiştir" demiş. Oysa Arapça sözün anlamı öyle değil, farklı. Dursun'un bu metne yaptığı tercüme aslında tamamen yanlıştır. Çünkü doğrusu: "Biriniz Kur'ân'ın tamamını aldım (elimdedir) diyor. Tamamını nereden bilecek? Bundan birçok Kur'ân (âyeti) gitmiştir" şeklindedir.[74] İbn Ömer bu sözüyle, Kur'ân'ın çoğunun kaybolduğunu değil, mevcut Mushaf'tan birçok âyetin gittiğini, yani neshedil-diğini anlatmaktadır. Dursun'un tercümesi ile İbn Ömer'in sözü arasında büyük fark var. Çünkü "Kur'ân'ın çoğu" ifadesi başka, "Kur'ân'dan birçok âyet" ifadesi başkadır. Birinde Kur'ân'ın çoğunun kaybolduğu ifade edilirken, ikincisinde ise Kur'ân'dan bazı âyetlerin çıktığı anlatılmış olur. İşte İbn Ömer'in sözü ikinci türdendir. Yani Peygamberimiz zamanında Kur'ân'dan bazı âyetler neshedilmiş, yerine Allah katından aynısı veya daha iyisi indirilmiştir. Bu neshedilen âyetlerin neler olduğunu herkes bilemez. İbn Ömer bunu anlatmak istemiştir. KURANIN İLK YAZMALARI NE OLDU? Hz. Osman zamanında çoğaltılan Kur'ân'ların bugüne kadar gelmemiş olduğu varsayılsa bile bu, Kur'ân'ın orijinalitesine asla kuşku getirmez. Mümkündür ki, kendilerinden kopya edile edile o nüshalar yıpranmış, eskimiş, yırtılıp dağılmış, onlardan yepyeni ve çok daha güzel yazılarla çok çekici mushaflar yazıldığı için onların saklanmasına gerek görülmemiştir. Fakat bugünkü mushafların Hz. Osman mushafının aynı
- olduğunda kuşku yoktur. Muhalfarz farklı olsaydı, hiç kuşkusuz birbirinden farklı mushaflar ortaya çıkardı. Çünkü o mushaflar tek değildi, çeşitli yerlere gönderilmiş birkaç nüsha idi. Bunların hepsinden de kopyeler alınmıştı. Böylece günümüze kadar yazılan mushaflar hep birbirinin aynı olmuştur. Casanova, yaptığı araştırmaların yanısıra bir başka araştırmacı olan Quatremeere'nin araştırmalarına dayanarak Hz. Osman'ın çoğalttığı Kur'ân nüshalarından birinin Hicrî 4. asır başlarında bilindiği ve görüldüğünü kaynaklara dayanarak söylemektedir.[75] Ayrıca, ilk nüshaların varlığı bugün bilinen, bir gerçek. Çünkü, elimizde mevcut olanları var ve bunlar karbon tahliliyle hangi asra ait olduğu bilinebiliyor. Hz. Osman döneminde çoğaltılan Kur'ân nüshalarının bulunduğu veya görüldüğü yerler: 1-Medîne Mushafı: Mevlâna Şiblî bu nüshanın 735 senesinde Medine'de Ravza-i Mutahhara'da görüldüğünü kaydeder. Rusya müslümanları âlimlerinden Musa Cârullah Bigi de bu nüshayı gördüğünü söylemektedir. 2-Mekke Mushafı: H. 735 senesinde Mekke'de bulunduğu ve görüldüğünü yine Mevlâna Şibli söylüyor. 3-Kûfe Mushafı: İmam Nablûsî milâdî 1689 senesinde Humus'a yaptığı seyahatinde bu nüshayı görmüştür. 4-Şam Mushafı: Şam'da Câmi-i Emeviye'dedir. Türkiye'deki Târihî Mushaflar İstanbul'da Türk ve İslâm eserleri Müzesinde şu tarihî mushaflar bulunmaktadır: 457 numarada: Hz. Osman'ın imzasını ve H. 30 senesini havi mushaf. 557 numarada: Hz. Ali'nin imzasını havi mushaf. 458 numarada: Hz. Ali'nin yazısı olduğu işaret edilen mushaf. İşte, muhtelif eski nüshalar ve sahabe devrinden kalma mushaflar bugün de elde mevcuttur. Bu mushaflar ile, Peygamber Efendimiz (sav)'e vahyedilen, Hz. Ebû Bekir zamanında cemedilen ve Hz. Osman tarafından istinsah ettirilen Mushaflar arasında hiçbir fark yoktur.[76] FARKLI KIRAATLER
- Kur'ân'daki bazı kelimelerin manayı bozmadığı müddetçe değişik kıraatlere göre okunabilmesi Kur'ân'ın tahrif edildiğini veya Kur'ân nüshaları arasında farklılık olduğunu göstermez. Çünkü Peygamberimiz (sav) :"Kur'ân yedi harf üzere indi, binaenaleyh onlardan hangisi kolayınıza gelirse o harfi okuyunuz" buyurmuşlardır. Âlimlerin çoğu Hz. Peygamber'in hadisinde gelen yedi harf üzerinde ihtilâf etmişlerdir. Bu yedi harften tam olarak ne kastedildiği bilinemediğinden, bu rakam çeşitli yedi şeye itlâk edilmiştir. Bazıları yedi harfi; "yedi arap lehçesi" veya "yedi vecih" şeklinde anlamışlardır. Yedi harfte olan hususiyet lafzı ve maddesi değişik fakat aynı manaya gelen başka bir kelimenin kullanılması demektir. Bazılarına göre ise, yedi harf ve kıraat ayrı şeylerdir. Kıraat, aynı kelime üzerinde, med, kasır, hareke, sükûn, nokta, i'râb gibi hususlarda olan değişikliktir.[77] Dolayısıyle yedi harfle, kıraat birbirine karıştırılmış, bazen her ikisinin aynı şey olduğu söylenirken, bunların ayrı ayrı şeyler olduğu ve bir ihtiyaca cevap olarak ayrı ayrı menşelerden geldikleri de zikredilmiştir. Biz bu ihtilaflı konulara girmeyeceğiz. Fakat müsteşrikler ve onların Türkiye'de düdüğünü öttüren bazı kimseler, bu ihtilaftan istifade ederek, Kur'ân'ın ilk nüshasıyle diğer nüshaları arasında farklılık olduğunu ve Kur'ân'dan bazı şeylerin zayi olduğunu söyleyecek kadar ileriye gitmişlerdir. Halbuki: Kur'ân'ın bu farklı okuyuşlarının hepsi mütevâtirdir, haktır ve hepsi de Peygamberimize dayanmaktadır. Yoksa, kıraat imamlarının kendi görüşleri doğrultusunda bazı kaideler koyarak ortaya koydukları bir husus değildir. Hepsi de, bu kıraatları, hocaları, hocaları da kendi hocaları... vasıtasıyla zincirleme olarak Peygamberimize ulaşan bir yolla, Peygamberimizden öğrenmişlerdir. Bu bakımdan, bunların hangisi iyi, hangisi hak ve hangisi doğru denilemez. Hepsi de iyi, hepsi de hak ve doğrudur. Yüce Allah, her konuda olduğu gibi, kıraat konusunda da insanların güç yetiremeyeceği bir yük yüklememiş, kolaylık murad etmiştir. Kıraatların çeşitli olmasındaki temel sebeb de böyle değerlendirilmelidir. Allah tarafından, bizlere kolaylık olsun diye müsaade edilen ve Peygamber Efendimiz (sav)'den tevâtüren nakledilen kıraatler; Kur'ân nüshaları arasında farklılık olduğunu ve asıl Kur'ân'dan birşey zayi olduğunu göstermez. Farklılık olduğunu söylemek kıraatlan bilmemenin ve cehaletin ifadesidir. Yedi Harfin Hikmeti 1- Farklı lehçeleri konuşan çeşitli arap kabilelerinin, tahrif etmeden ve günahkâr olmadan Kur'ân okumalarını kolaylaştırmaktır. 2- Kur'ân'ın mucize olduğunu bütün arap kabilelerine göstermek. Kur'ân, benzerini getirmeleri için meydan okurken, bir lehçeden olmasını şart koşarak sahayı daraltmamış, aksine muhtelif lehçelerden de olsa makbul olacağını bildirerek onlara daha geniş bir imkân vermiş oluyordu. 3- Farklı lehçelere mensup olanlara Kur'ân okumayı kolaylaştırmak için verilmiş bir ruhsattır. KUR’AN’IN KAYNAĞI Muteriz, Kur'ân'ın birçok yerinin kaynağının "Tevrat" olduğunu ve Hz. Muhammed'in öğretmenlerinin
- Addas, Yessar, Cebr adlı köleler olduğunu iddia ediyor.(Din Bu, III/224) Kur'ân-ı Kerîm, hem lafzıyla, hem de manasıyla Allah katındandır. Bütün insanlar şüphesiz bir surette bilirler ki, bu azîz kitap, milâdî 6. asırda Mekke'de doğmuş, Abdülmuttalib'in torunu ve Abdullah'ın oğlu Hz. Muhammed (sav) isimli ümmî bir arabın lisanı ile tebliğ edilmiştir. Meselenin buraya kadar olan kısmını kabul etmek konusunda mü'min ile münkir arasında ihtilaf yoktur. Çünkü meselenin tarihen sabit olması o derece aşikârdır ki, yeryüzünde başka hiçbir hadise ve hiçbir kitap hakkında tarihin şehadeti bu derece kuvvetli değildir. Lakin Hz. Muhammed (sav) bu kitabı nereden getirdi? Kendi bilgisine mi dayandı? Kendi vicdanının veya şuurunun telkini sonucunda mı ortaya çıktı? Yoksa bir öğretmeni mi var ve varsa bu muallim kimdir? Veyahut Tevrat ve İncil'den mi nakilde bulundu? Bizzat bu Kitap, yani Kur'ân, kendisinin Hz. Muhammed'in olmayıp: "Arş'ın sahibi katından değerli, güçlü, sözü dinlenen ve güvenilen şerefli bir elçinin getirdiği talimat" (Tekvir, 81/19-21) olduğunu bildirir. Bu elçi de Cebrail (as) olup, alîm, hakîm olan Rabbül âleminden O'nu almış, sonra da Hz. Muhammed (sav)'in kalbine açık bir Arapça halinde O'nu indirmiştir. Yani Hz. Muhammed, Kur'ân'ı (Cebrail'den) herhangi bir talebenin hocasından bir metni öğrenmesi tarzında öğrenmiş, metnin hazırlanması konusunda en ufak bir hissesi olmamıştır.[78] Bütün bu söylediklerimize rağmen; Kur'ân'ın indiği dönemdeki müşrikler, yakın geçmişte ve günümüzde garazkâr müsteşrikler ve İslâm düşmanları Peygamberimizin Kur'ân'ı başkasından öğrendiğini ileri sürmüşlerdir. Bazıları da Kur'ân'ın kaynağının Tevrat olduğunu iddia etmişlerdir. TAHRİF EDİLMİŞ TEVRAT, KURANIN KAYNAĞI OLABİLİR Mİ? Kur'ân'ın birçok meselede kaynağı olduğu iddia edilen Tevrat'ın aslı, tarihin nisyan sahifeleri içine gömülüp gitmiştir. Bugün elde bulunan ve ilahî kitap diye vasfedilen Tevrat Hz. Musa'ya gelen Tevrat'ın aynı değildir. Hz. Musa'dan çok sonra yazılmış, muhtelif müelliflere ait parçalardan meydana gelmiş anonim bir eserdir. Yalnız biz mü'minler, Hz. Musa'ya Cenâb-ı Hak tarafından "Tevrat" isimli bir kitabın indirildiğine şeksiz inanırız. Fakat bugün elimizde olan bozulmuş, tahrîf edilmiş ve insanların elinde bir oyuncağa dönmüş Tevrat'da, Hz. Musa'ya gelen vahiylerden hiç bozulmayan kısımlar da olabilir. Fakat biz bunun miktarını ve hangileri olduğunu bilemeyiz.[79] Hz. Musa'ya indirilen asıl Tevrat da, Hz. Muhammed (sav) indirilen Kur'ân da Allah tarafından gönderilmiştir -her ne kadar itirazcı bu kitapların Allah katından gönderildiğini kabul etmese de (Din Bu II/ 190)- Yani kaynakları birdir. Öyleyse her iki kitapta da birbirine benzer şeylerin bulunması normaldir. Çünkü; peygamberlerin yolu birdir, özde müşterektir, o da Allah'a îman ve kulluktur. Yalnız dinlerin ibâdet tarz ve şekilleri, hukukî talimatları aynı veya benzer olabileceği gibi farklı da olabilir. Dolayısıyla Kur'ân'da olan bir hükmün aynısı Tevrat'ta da var diye, Kur'ân'ın kaynağı Tevrat'tır diyemeyiz. Fahruddin er-Râzî'ye İftira İtirazcının yaptığı sinsice işlerden birisi de; Arapça metinle-re bilerek veya bilmeyerek yanlış mana vererek meseleyi çarpıtmasıdır. Fahruddin er-Râzî'den naklen: "Muhammed'in öğretmenleri bunlar arasında en çok adlarından sözedilenler, Addas, Yessar, Cebr adlı kölelerdi..." (F. Râzî, 24/50) diyerek, bu kimseleri Hz. Muhammed'in öğretmenleri olarak göstermektedir.
- Halbuki Fahruddin Râzî böyle demiyor. Yani bu şahısların Hz. Muhammed'in öğretmenleri olduğunu söylemiyor. Bilakis böyle diyenlere cevap veriyor. Onlara cevap olarak da Allah'ın indirdiği âyeti zikrediyor. "İnkâr edenler: 'Bu, yalandan başka bir şey değildir. (Muhammed) onu (Kur'ân'ı) uydurdu, başka bir topluluk da kendisine yardım etti' dediler de haksız ve asılsız bir söz uydurdular. 'Kur'ân öncekilerin masallarıdır; başkalarına yazdırıp sabah akşam kendisine okunmaktadır' dediler." (Fur- kân, 25/4-5) Fahruddin Râzî, bu âyetin iniş sebebini anlatırken, el-Kelbî ve Mukâtil'den naklen şöyle demektedir: Nadr b. el-Hâris; Addâs, Yesâr ve Cebr isimli köleleri kastederek: "Bu (Kur'ân) yalandan başka birşey değildir. (Muhammed) onu uydurdu, başka bir topluluk da kendisine yardım etti" dediğinde, bu âyet-i kerîme nazil oldu. Ehl-i Kitap'tan olan bu köleler, Tevrat'tan okudukları şeyleri başkalarına da anlatıyorlardı. Daha sonra bunlar müslüman olunca Nadr bu sözü söyledi. Fahruddin Râzî, bu nakilden sonra şöyle der: "Allah Teâlâ, (müşriklerin ve muterizlerin) bu şüphesine (iftirasına) 'Haksız ve asılsız bir söz uydurdular' diyerek cevap verdi." Görüldüğü gibi, itirazcının söylediği şey ile Fahruddin Râzî'nin söylediği şey arasında dağlar kadar fark var. Fahruddin Râzî'ye haksız ve asılsız bir iftirada bulunmaktır. ARAPÇA BİLMEYEN KÖLE Hz. MUHAMMED (SAV) İN MUALLİMİ OLABİLİR Mİ? Başka bir âyette de Allah Teâlâ şöyle buyurur: "And olsun ki: "Muhammed'e elbette bir insan öğretiyor" dediklerini biliyoruz. Kasd ettikleri kimsenin dili yabancıdır. Kur'ân ise fasih arapçadır." (Nahl, 16/103) Yani Kur'ân'ı Muhammed'e, Cebrail indirmiyor, bir insan öğretiyor diyorlar. Böyle demeleri; Hz. Muhammed'in, şimdiye kadar bir insandan ders almadığını i'tiraf ve "Kur'ân'ı kendisi uyduruyor" sözlerini tekzîbdir. Müşriklerin, Kur'ân'ın fevkalâdeliği ve mükemmelliği karşısında; şimdiye kadar kimseden ders almadığı için Kur'ân'ı kendisi yapamaz, bir ümmînin böyle bir kitap yapabileceğini akıl kabul etmez, öyleyse bunu bir başkası ona öğretiyor dediler. Fakat Allah'ın öğrettiğine inanmak istemiyorlar da, insanlardan birisi öğretti diyorlar. Bu Kur'ân'ı ona bir beşer yapıveriyor, o da ondan öğrendiklerini Allah kelâmı diye satmak istiyor, tarzında iftira ve istihza ediyorlar.[80] Bu âyet-i kerîme'nin iniş sebebinde değişik mütalâalar ileri sürülmüştür. Bu husustaki rivayetler siyer kitaplannda zikredilen ve çok mevsuk olmayan rivayetlerdir. Bu rivayetlerde değişik isimlerde birçok köle isminden bahsedilmektedir.[81] Hasılı isim ne olursa olsun, "Ona bir beşer Öğretiyor" demişler. Bugün de garazkâr müsteşrikler ve İslâm düşmanları Peygamber (sav)in Rahip Bahîra ile bir saat kadar görüşmesini ele alarak, bütün talimatını bundan öğrendiğini ileri sürmektedirler. O zaman ne denilmiş ise bugün de aynı şey söyleniyor. Ama Kur'ân onların dillerini şöylece bağlıyor: "And olsun ki "Muhammed'e elbette bir insan öğretiyor" dediklerini biliyoruz. Kasd ettikleri kimsenin dili yabancıdır. Kur'ân ise fasih arapçadır." (Nahl, 16/103) Yani onların bu sözleri halkın zihnini çelmek içindir. Büsbütün akla aykırıdır. Zira Kur'ân cihana ferman okuyup dururken araplar içerisinde öyle bir öğretici olsaydı hemencecik ona bir nazîre yapmaz mıydı? Yahut "Bunu Muhammed'e ben öğretiyorum" diye ifşa etmez miydi? Çünkü Kur'ân'a karşı koymak için o
- kadar sebep vardı ki... Herkes Kur'ân'a karşı koyup nazîre yapanı baş üstünde gezdirirdi. Binaenaleyh araplar içerisinde böyle bir öğreticinin bulunmadığı aklen sabit idi. Bunun için onlar da: "Yabancı köle öğretiyor" diyorlardı. Böylece yine tenakuza düşüyorlardı. Zira o yabancı köle bir kere doğru dürüst arapçayı bilmezdi. Rum idi. Kendisi, edip veya üstad filozof bir kimse değildi. Belki kendi okuduğunun da manasını bilmiyordu. Bu kadar esrar ve maârifin öyle hemencecik bir iki görüşme ile bir çarşı kölesinden öğrenilmesine imkân yoktu.[82] "O fikir veriyor. Hz. Muhammed de kendi kafasına göre ifade ediyordu" demek de gerçeğe aykırıdır. Çünkü Kur'ân'ın arapça nazmı, beşer gücünün üstündedir. Şimdiye kadar kimse ona nazîre yapamamıştır, yapamıyacaktır. Bu nazmın beşer gücünün üstünde olduğunu itiraf -ki itiraf ediyorlardı- Onun gökten indirilmiş olduğunu kabul etmek demektir. Hasılı "Beşer öğretiyor" sözleri tamamen çürük, mesnedsiz, sadece garazlarından doğan, halkın fikrini çelmeye matuf bir sözdü. Hz. Muhammed (sav)'in sadece bir saat Rahip Bahîra ile görüşmesini ele alarak, Kur'ân'ı ondan öğrendiğini söylemek, ilmin değil, düşmanlığın ifadesi olur. Evet Goldziher ve onun gibi düşünen diğer müsteşrikler böyle diyorlar. Bir saatlik karşılaşma, kıyamete kadar dünyaya ışık tutacak bu bilgileri nasıl ve nereden verecek? Ve madem ki Rahip Bahîra öylesine âlimdi de neden kendisi peygamberliğini ilân etmedi? Neden o şerefe nail olmak istemedi? Bu iddianın çürüklüğünü o dünyanın fertleri olan bazı müsteşrikler göstermişlerdir. Meselâ Müsteşrik Buhl; Hz. Peygam-ber'in, Tevrat, Zebur ve İncil'in hakikî muhteviyatı hakkında bir bilgisi olmadığını ve adı geçen kitapları okumamış bulunduğunu, Ahd-i Cedîd'i hiçbir zaman bilmediğini söylüyor.[83] Bu kitapları okumuş olmasına da imkân ve ihtimal yoktu. Çünkü Peygamberimiz okumak bilmez, yabancı lisan bilmez idi. Kaldı ki o sırada ne Ahd-i Atik, ne de Ahd-i Cedid arapçaya çevrilmemişti. Bunların arapçaya tercümesi, miladî onuncu asırdan sonra olmuştur. Görülüyor ki bu beşer öğretmeni iftirası, Rasûl-ü Ekrem'in talimatını bir yerden öğrenmiş olması iddiası, tamamen yersiz ve imkânsızdır.[84] O halde: "De ki: "O'nu mü'minlerin îmanını sağlamlaştırmak, mü'minlere hidâyet ve müjde olmak için Rabb'ından Rû-hulkudüs indirdi." (Nahl, 16/102) "Hiç Kur'ân'ı düşünmüyorlar mı?Eğer Allah'tan başkası tarafından olsaydı onda birçok ihtilaf bulurlardı." (Nisa, 4/82) KURAN METNİNİN SIHHATİ KURANIN YAZI İLE TESBİTİNİN TARİHİ (*) (*) Bu bölüm Maurice Bucaille'nin Suat Yıldırım tarafından tercüme edilen Kitab-ı Mukaddes ve Kur'ân adlı kitabının 187-198 sayfalan olup, aynen iktibas edilmiştir. Metninin münakaşa kabul etmez şekilde aslına uygunluğu, öteki Vahy Kitapları arasında, Kur'ân metnine müstesna bir mevki verir. Ne Eski Ahid ne de Yeni Ahid, bu mevkiye çıkabilmiş değildir. Bu eserin ilk iki bölümünde, şimdi elimizde bulundukları şekliyle bize ulaşmadan önce, Eski Ahid'in ve İndilerin değişikliklere maruz kaldığını görmüştük. Halbuki durum, Kur'ân için böyle değildir. Bunun da tek sebebi Kur'ân'ın, bizzat Hz. Peygamber zamanında tesbit edilmiş olmasıdır. Bu tesbitin nasıl cereyan ettiğini az sonra göreceğiz.
- Bu konuda Vahyin son kitabını, öteki ilk iki vahiyden ayıran farkların, esas itibariyle -bazılarının maksatlı olarak öne sürdüğü gibi- tarih meselesi ile hiç de ilgisi yoktur. Tarih meselesini öne sürenler, Kur'ân'ın Hz. Peygamber'e tebliğ edilişin-deki şartlara önem vermedikleri gibi, yahudi-hıristiyan vahyinin metinlerinin tesbitini yöneten şartlara, keza, Kur'ân metninin tesbitini yöneten şartlara da önem atfetmezler. Deniliyor ki: Bizim takvimimize göre, 7. yüzyıla ait olan bir metnin değişiklik olmaksızın bize ulaşma şansı, ondan on beş asır kadar daha önce olan metinlerin ulaşma şansından daha fazladır. Bu mülahaza yerindedir, fakat yeterli bir izah teşkil etmez. Bu izah, zaman bakımından bize daha yakın olan Kur'ân metninin, öncekilere göre, insanlar tarafından daha az değiştirilme tehlikesine maruz kaldığını belirtmekten ziyade, asırlar boyunca yahudi-hristiyan metinlerinde icra olunan değiştirmeleri mazur göstermek için yapılmıştır. Eski Ahid hususunda bazan, aynı kıssanın, müteaddid yazarlarının bulunması söz konusudur. Eski Ahid'in bazı kitapları ise, Hristiyanlık öncesi zaman parçasının birçok dönemlerinde bir kaç kere elden geçirilerek değiştirilmiştir. İşte metinlerdeki yanlışlıklar ve çelişkiler bunlardan ileri gelmektedir. Hz. İsa'nın gerçekten söylediklerini ve yaptıklarını, aslına her zaman sadık kalarak ihtiva ettiğini hiç kimsenin kabul edemeyeceği İndiler konusunda ise, metinlerin peşpeşe kaleme alınmalarının, kesin bir sıhhatten mahrumiyeti hesaba kattıkları görülmüştü. Üstelik onları yazanlar görgü tanığı da değillerdi. Yazılı vahyin kaydedildiği kitap olan Kur'ân ile, Hz. Muhammed'in sözlerine ve işlerine dair rivayetlerden ibaret olan hadisler arasındaki farkı da belirtmek gerekir. Hz. Peygamberin bazı sahabileri, o vefat eder etmez, hadisleri yazmaya başlamışlardı: Beşeriyet icabı, onlara hata sızabileceğinden, onların derlemeleri, daha sonraları yeniden ele alındı ve çok ciddî bir eleştiriye tabî tutuldu; öyle ki uygulamada, Hz. Muhammed'in (sav) vefatından çok daha sonra meydana çıkan hadis kitaplarına, daha fazla bir değer verilmektedir. İncil metinleri gibi onla-nn da -duruma göre- sıhhat dereceleri farklıdır. İndilerden herhangi biri, Hz. İsâ (as) zamanında tesbit edilmediği gibi (onların hepsi, onun dünyevî misyonunun sona ermesinden hayli sonra kaleme alınmıştır), hadis kitaplarından da hiç biri kesin şeklini Hz. Peygamber zamanında almış değildi. Kur'ân için ise, durum tamamen farklıdır. Vahiy geldikçe Kur'ân metni, hem Peygamber hem de çevresindeki mü'minler tarafından ezberlendiği gibi, öbür yandan vahiy kâtipleri tarafından yazı ile de tesbit ediliyordu. Dolayısıyla, daha işin başında, İndilerin sahip olmadığı, bu iki sıhhat unsuru söz konusu- dur. Hz. Peygamber'in vefatına dek, bu iş böyle devam edecektir. Herkesin yazma imkânına sahip olmadığı ve fakat ezberlemesinin mümkün olduğu bir devirde ezberden okuma keyfiyeti, metnin nihâî olarak tesbit edileceği zaman, kontrol unsurlarının çokluğunu temin etmekle, çok önemli bir avantaj sağlamıştır. Kur'ân; Melek Cebrail vasıtasıyla Hz. Muhammed'e vahyedilmiştir. Bu vahiy, Hz. Peygamberin hayatının, yirmi yıldan fazla bir bölümüne yayılır. Vahiy 96. sûrenin ilk âyetleriyle başlayıp, müteakiben üç yıl boyunca kesilir ve bundan sonra Hz. Peygamberin, hıristiyan takviminin 632 yılında vefatına kadar yirmi yıl boyunca sürmek üzere yeniden başlar. Demek ki vahiy, 622 senesindeki Hicretten önce on ve Hicretten sonra da on yıl olarak, toplam itibariyle yirmi yıl devam etmiş oluyor. Vahyedilen ilk parça şu olmuştur. "Yaratan Rabbi'nin adıyla oku O ki insanı, asılıp tutunan bir şeyden yarattı Oku! Rabbin en büyük kerem sahibidir O'dur ki insana kalemle (yazıyı) öğretti İnsana bilmediğini öğretti." (Alâk, 96/1-5)[85] Profesör M. Hamidullah Kur'ân mealinin giriş kısmında, ilk vahyin konularından birinin "beşerî bilgilerin vasıtası olarak kalemin övülmesi" olduğuna dikkati çekmekte ve "Hz. Peygamberin, Kur'ân metnini yazılı olarak muhafaza etmek endişesinin" bundan ileri geldiğini söylemektedir. Hz. Peygamberin, Medine'ye gitmek üzere Mekke'den ayrılmasından çok önce (yani Hicret'ten çok önce),
- Kur'ân'dan vahyedilmiş olan kısımların yazı ile tesbit edildiğini, metinler kesin olarak gösterirler. Kur'ân'ın buna şahidlik ettiği de nazarı itibara alınmalıdır. Hz. Muhammed'in (sav) ve çevresindeki mü'-, minlerin, vahyedilen metni ezberden okumayı âdet edindikleri bilinmektedir. Şu halde Kur'ân'ın, gerçeğe uymayan olaylara işarette bulunması tasavvur edilemez. Halbuki bunlar, Peygamberin çevresineki kayıt memurları nezdinde kolaylıkla kontrol edilebilirdi. Hicretten önceki dört sûre, Hz. Peygamberin 622 yılında Mekke'den ayrılmasından önce, Kur'ân'ın yazı ile kaydedildiğine işaret taşırlar: "Hayır hayır! Gerçekten o (Kur'ân) bir öğüttür. Öyleyse, dileyen onu düşünüp öğüt alır. (O) sahifeler içindedir. Şerefli, şanlı, yüce ve temiz (sahifelerin). Kâtiplerin ellerinde Değerli ve çok iyi (Kâtiplerin)." (Abese, 80/11-16) Yusuf Ali, 1934 yılında yayınlanmış olan Kur'ân mealine dercettiği açıklamalarda yazdığına göre, bu sûrenin vahyedildiği sırada, Mekke müslümanlarının elinde kırk iki veya kırk beş sûre bulunuyordu. (Vahiy tamamlandıktan sonra Kur'ân sûrelerinin toplam sayısı yüz on dört olacaktır.) "Aksine o şerefli bir okuma parçasıdır. [86]Korunmuş bir levha üzerinde." (Buruc, 85/21, 22) "O, elbette şerefli bir okuma parçasıdır [87] İhtimamla korunmuş bir kitaptadır Ona iyice temizlenenlerden başkası dokunamaz O, Âlemlerin Rabbi tarafından indirilmiştir." (Vakıa, 56/ 77,80) "Dediler ki: Evvelkilerin masalları, onları yazdırmış da, sabah akşam onlar kendisine yazdırılıyor (veya okunuyor)." (Furkan, 25/5) Burada, Hz. Peygamberi düzmeci sayan muarızlar tarafından yapılan ithamlara işaret edilmektedir. Onlar, Antikiteye ait hikâyelerin Peygambere dikte ettirildiğini, onun da onları yazdığını veya yazdırdığını yayıp duruyorlardı (kelimenin kesin anlamı münakaşalıdır, fakat Hz. Muhammed'in ümmî (okuma-yazma bilmez) olduğunu hatırlamak gerekir). Ne olursa olsun, bu âyet, Hz. Muhammed'in düşmanlarının da belirttiği gibi, Kur'ân'in yazı ile tesbit edilmiş olduğuna işaret etmektedir. Hicretten sonraki bir sûre de, üzerinde ilâhî buyrukların yazılı olduğu bu sahifeleri, son olarak zikreder: "Allah tarafından (gönderilmiş) tertemiz sahifeler okuyan bir Resuldür. O sahifelerde doğru yazılmış (veya değişmez) hükümler vardır. " (Beyyine, 98/2,3) Böylece görüldüğü üzere bizzat Kur'ân, Hz. Peygamberin hayatında, yazıya geçirildiğine dair bilgi verir. Bilindiği gibi, Hz. Muhammed'in (sav) etrafında birçok vahiy kâtibi bulunuyordu ki bunların en ünlüsü, adını ebedileştiren Zeyd İbn Sabit (ra)'tir. Profesör M. Hamidullah, Kur'ân mealinin (1971) önsözünde, Peygamberin vefatına kadar, Kur'ân metninin yazıya geçirilme işleminin nasıl cereyan etmiş olduğuna dair bilgiler verir: "Kaynakların ittifakla bildirdiğine göre, Kur'ân'dan bir parça vahyedilir edilmez, Hz. Peygamber, yazı bilen sahabi-lerden birini çağırtıyor ve daha önce nazil olmuş olan bütün içerisindeki yerini de bildirerek, yeni gelen parçayı ona dikte ettiriyordu... Kaynaklar şu durumu da açıkça belirtiyorlar ki Hz. Muhammed (sav) dikte ettirdikten sonra, kâtibin yazmış olduğu kısmı kendisine okumasını istiyor, böylece muhtemelen hata yapılmış ise, metni düzeltmek gayesini taşıyordu... Bir başka meşhur rivayet, her sene Ramazan ayında Hz. Peygamberin, Cebrail'in huzurunda (o zamana kadar vahyedilmiş olan) Kur'ân metninin
- tamamını okuduğunu... ve vefatına tekaddüm eden Ramazanda ise, Cebrail'in ona iki defa okuttuğunu bildiriyor. Bilindiği üzere, Hz. Peygamber zamanından beri müslümanlar, Ramazan ayının gecelerini, nafile namazlarda Kur'ân'ın tamamını okumak suretiyle ihya etmeyi âdet haline getirmişlerdi. Birçok kaynağın ilave ettiğine göre, Hz. Peygamberin bu son mukabelesi ('arda) sırasında, vahiy kâtiplerinden Zeyd de hazır bulunmuştu. Başka kaynaklar ise, daha başka şahsiyetlerin de bulunduğundan bahsederler." Bu ilk kayıt işlemi için, oldukça değişik malzemelerden yararlanılmıştır: Deri, ağaç levhalar, develerin kürek kemikleri, kazımaya elverişli yumuşak yassı taşlar vs. Fakat, Hz. Muhammed (sav) bunlarla da yetinmeyerek, aynı zamanda mü'minlere Kur'ân'ı ezberlemelerini tavsiye etti. Namazlarda okunmak üzere, onlar da ya tamamen ya da kısmen metni ezberlediler. İşte böylece Kur'ân'ın bütününü ezberden bilen ve onu yayıp öğreten Hâfızûn (hafızlar) zuhur etti. Metni hem yazı hem de hafıza ile korumak çifte metodu, son derece değerli olduğunu göstermiştir. Hz. Peygamberin vefatından (632) az sonra, ilk İslâm halifesi olan halefi Hz. Ebû Bekir (ra), Hz. Muhammed'in (sav) eski vahiy baş kâtibi Zeyd İbn-i Sâbit'ten (ra), bir suret çıkarmasını istedi, O da bunu yaptı. (Geleceğin ikinci halifesi) Hz. Ömer'in (ra) teşebbüsü üzerine, Zeyd, Medine'de toplayabileceği bütün malzemelere müracaat etti: Hafızların şehadetleri, özel mülk olan ve çeşitli malzeme üzerine yazılmış bulunan Kur'ân nüshaları. Bütün bunlar, tesbit işleminde az da olsa, hata ihtimalini büsbütün ortadan kaldırmak amacına yönelikti. Kaynakların bize verdikleri bilgiye göre, bundan sonra 634'te Hz. Ebû Bekir'in yerine halife olan Hz. Ömer, onu bir tek cild (mushaf) haline getirdi,[88] yanında sakladı ve vefatından önce, Hz. Peygamberden dul kalmış olan kızı Hafsa'ya (ra) bıraktı. İslâm Devletinin üçüncü halifesi olup, 644-655 yılları arasında hilafet makamını dolduran Hz. Osman (ra), uzmanlardan oluşan bir komisyonu, kendi adını taşıyan büyük mukabeleyi (recension) yapmakla görevlendirdi. Komisyon Hz. Ebû Bekir (ra) devrinde bir araya getirilmiş olan ve o zamana kadar Hafsa'nın yanında bulunan metnin sıhhatini kontrol etti. Yine bu komisyon, Kur'ân'ı ezberden bilen müslümanlara başvurdu. Metnin sıhhatinin eleştirilmesi son derece titizlikle icra edildi. Tartışmaya yol açabilecek en kısa bir ifadenin bile metinde yer alabilmesi için, her türden tanıkların tam bir uygunluk halinde olmasının zarurî olduğuna komisyon hükmetmişti. Nitekim bilindiği gibi, ahkâmla ilgili olan bir kısım Kur'ân âyetleri, bazan öteki bir kısım âyetleri detaylandırabilir. Bu da, Hz. Peygamberin risaletinin, yuvarlak hesapla yirmi yıl gibi bir zaman bölümüne yayılması ile ilgilidir.[89] Böylece, -bugün düşünüldüğü üzere- Hz. Peygamberin yukarıda görüldüğü gibi son Ramazan ayı boyunca gerçekleştirmiş olduğu tam okuyuş sırasını yansıtan bir tarzda sûrelerin birbirini takib ettiği metin tesbit edilmiş oldu. İlk üç halifeyi ve özellikle Hz. Osman'ı, Kur'ân metnini derleyip mukabele etmelerine yol açan sebeplerin ne olduğu sorulabilir. Bu sebepler çok basittir: Hz. Muhammed'in (sav) vefatını izleyen ilk birkaç on yılda, İslâm'ın yayılması olağanüstü bir hız göstermişti ve bu yayılma, halkının çoğunun Arapça bilmediği ortamlarda olmuştu. Bundan ötürü, Kur'ân metninin, aslî safiyeti içerisinde yayılmasını sağlamak için gerekli tedbirleri almak icabetmişti. İşte Hz. Osman'ın mukabelesinin gayesi bu idi. Hz. Osman, (ra) metnin karşılaştırılması sonucunda çoğaltılan nüshaları İslâm İmparatorluğunun belli başlı merkezlerine gönderdi. Profesör M. Hamidullah'a göre, Hz. Osman'a ait olduğu söylenen birkaç nüsha, bugün bile Taşkent ve İstanbul'da bulunmaktadır. Bazı olağan istinsah hataları bir tarafa bırakılırsa, zamanımızda bilinen ve İslâm dünyasının bütün yö- relerinde saklanmış olan bütün nüshalar, tamamen birbirlerinin aynıdır: Avrupa'da bulunan tam veya kısmî nüshalar için de, durum aynıdır (Paris Milli Kütüphânesi'nde, uzmanlara göre' Hristiyan takviminin 8. ve 9. yani Hicri 2. ve 3. asırlardan kalma parçalar vardır). Eskiden kalan çok sayıdaki metinler, son derecede az farklı varyantlar dışında, birbirleriyle tam bir mutabakat içindedirler. Bu az farklı varyantlar, metnin genel anlamında hiç bir değişiklik doğurmazlar. Bu varyantlar eski imlânın şimdikine nazaran daha
- sade olması ile ilgili olarak, metnin bir kaç çeşit okuyuşu mümkün kılması durumunda görülür.[90] Yüzondört adet sûre, uzundan kısaya doğru sıralanmıştır; bununla birlikte bu sıralamada uzunluk ölçüsünün gözönüne alınmayışının istisnaları da vardır. Bu demektir ki, bu tertibte, vahyin kronolojik (nüzul sırası) gözetilmemiştir. Halbuki sûrelerin büyük çoğunluğu için kronolojik sıra biliniyordu. Kıssaların bir kısmı Kur'ân metninin çeşitli yerlerinde zikredilir, bu da bazan tekrarlara imkân verir. Ekseriya, değişik yerdeki anlatım, öteki yerlerde bitmemiş olarak bırakılan kıssanın, başka taraflarını ilâve eder. Çağdaş bilimle ilgili görülebilecek bütün yerler de, -Kur'ân'da ele alınan konuların çoğu gibi- hiç bir sınıflama görünümü olmaksızın, Kitabın çeşitli yerlerine serpiştirilmiştir." ŞEYTAN KUR’AN’A MÜDAHALE EDEMEDİ (*) PEYGAMBERLER VAHYE AYKIRI SÖZ İLÂVE ETMEMİŞLERDİR * Bu makale 27 Mart-2 Nisan 1989 tarihleri arasında ZAMAN Gazetesinde yayınlanmış olup, Prof. Dr. Suat Yıldırıma aittir. Hac sûresinin 52. âyet-i kerimesini bazılan yanlış anlayıp, şeytanın vahye müdahale ederek, peygamberlerin, vahye aykırı söz ilave etmelerine sebep olduğu manasını çıkarmış ayrıca uydurulmuş bir hadise ile de irtibat kurarak meseleye, İslâm'ın vahye ait itikadına uymayan bir mahiyet kazandırmışlardır. Hatta bu asılsız rivayeti, Kur'ân ayeti derecesine çıkarmak suretiyle, vahyin, öyle mü'minlerin inandığı kadar kesin olmadığı, Kur'ân'dan çıkarılan âyetler de bulunabildiği, dolayısıyle tahriften büsbütün masun olmayabileceği şüphesini uyandırmak istemişlerdir. Biz, önce bu âyetin normal olarak ifade ettiği manayı açıklıyacağız. Fakat âyetlerin çoğu gibi, bu âyetin de mânâsını daha iyi anlamak için sibak ve siyakı ile beraber mütalâa etmek, yani onu varid olduğu muhtevaya yerleştirmek gerekli olduğundan Hac sûresinin, bir bütün teşkil eden 42-55 kısmını göz önünde bulunduracağız. "Kalpleri kör Bu pasaj tevhid tarihine seri bir resmi geçit yaptırarak, peygamberlerin (aleyhimüsselâm) tebliğleri karşısında, inkarcı güruhların her devirde görülen ve herkese malum olan tutumlarını nakleder. Bundan ibret alınması lüzumunu vurgular. Hz. Peygamber (sav)'in ilâhî emirleri tebliğ etmesi karşısında müşrik- lerin çeşitli mugalata ile mücadele edip, onun maksadına uymayan bir takım şeyler yayarak, ahaliyi kendisinden uzaklaştırmak istediklerine işaret eder. Sonra sözü Mekke müşriklerine getirerek onların Hz. Peygamber'e: "İşte inanmıyoruz, doğru isen bizi derhal imha ediver bakalım!" demelerine karşı, Allah'ın kendilerine mühlet verdiğini iman edip makbul işler yaparlarsa kendilerini ebedî mükâfatın beklediğini, yoksa hak dini yok etme gayretlerinin faydasız olup kendilerini cehenneme sürükleyeceğini bildirdikten hemen sonra bu âyete yer verir. Gönderilen o peygamberlerin bildirdikleri ilâhî buyrukları, cin ve ins şeytanlarının tepki ile karşıladıklarını, onları saptırmaya çalıştıklarını fakat Allah-ü Telâlâ'nın onların bu karartma ve engelleme teşebbüslerini giderip âyetlerinin tesirlerini sağlamca yerleştirdiğini, bunun da imtihan hikmetiyle yapılıp, Allah'ın gerçek mü'minlerle münafıkları ortaya çıkarmak istediğini bildirir. Bu kısmın meali şöyledir;
- 42-"Eğer bunlar seni yalanlıyorlarsa (bil ki) bunlardan Önce Nuh, Ad ve Semûd kavmi de yalanlamıştı. 43- İbrahim'in kavmi, Lût'un kavmi de (yalanlamıştı); 44- Medyen halkı da (yalanlamıştı); Musa da yalanlamıştı. Ben de kafirlere (yola gelirler diye) mühlet verdim, sonra onları yakaladım. (Bak) benim onları reddim nasıl oldu! 45- Halkı zulmederken helak ettiğimiz nice memleketler vardır ki duvarları (alta yıkılan) tavanların üstüne çökmüştür. Nice kullanılmaz olan kuyu ve nice ıssız kalmış sağlam köşk vardır! 46- Hiç yeryüzünde gezdiler mi ki (kendilerinden önce mahvolanların yerlerini görsünler de) düşünecek kalpleri, işitecek kulakları olsun (akılları başlarına gelsin, hak sözü işitsinler). Zira gözler kör olmaz (Çünkü gözlerin körlüğü geçici bir görme yetersizliğidir). Fakat asıl sinelerdeki kalpler kör olur. 47- Senden azabı çabucak istiyorlar. Allah sözünden caymaz (bir süre geciktirse de mutlaka dediğini yapar, acele etmez) Rabbın yanında birgün, sizin saydıklarınızdan bin yıl gibidir. 48- Nice ülke var ki zulmederken ona biraz mühlet vermişiz, sonra onu yakala-mışızdır. (Sonunda) dönüş ancak Bana'dır. 49- De ki; Ey insanlar ben sizin için ancak apaçık bir uyarıcıyım. 50- İnanıp iyi işler yapanlar için mağfiret ve bol rızık vardır. 51- Âyetlerimizi red ve iptal etmek için onları kabul edenlere karşı yarışa girenlere gelince, onlar da cehennemin halkıdır. 52-Senden önce hiçbir resul ve nebi göndermemiştik ki o (bir şey) arzu ettiği zaman, şeytan onun arzusuna (karşı çıkıp, onu meşgul ve meyus edecek bir düşünce) atmış olmasın. Fakat Allah, derhal şeytanın attığını iptal eder, sonra kendi âyetlerini sağlamlaştırır. Allah bilendir, hikmet sahibidir. 53- Allah böyle yapar ki şeytanın attığını, kalplerinde hastalık olanlar ve kalpleri katılaşmışlar için bir imtihan yapsın, zalimler gerçekten, haktan uzak bir ayrılık içindedirler. 54- Ve gelen hakikat olduğunu bilsinler de ona inansınlar, böylece kalpleri ona saygı duysun. Şüphesiz ki Allah mü'-minleri mutlaka doğru bir yola iletir. 55- İnkâr edenler ise, ansızın o saat (kıyamet veya ölüm) kendilerine gelinceye, yahut o kısır (hayrı dokunmaz) günün azabı kendilerine gelinceye kadar o Kur'ân'dan yana kuşku içinde devam edeceklerdir." (Hac, 22/42-55) TEMENNİNİN MÂNÂLARI VE ÂYETİN MÂNÂSI
- Hac sûresinin 52. âyetinde geçen temenna; Takdir etmek, içinden kurmak demektir. Kamus sahibi; "Bir şeyi dilemek, ummak, muhayyilede takdir ve tasvir etmektedir 'der. Râgıp el Isfehanî'nin bildirdiğine göre bundan isim ümniyedir.[91] Temmenni'nin ikinci mânâsı; "Okumak, kıraat etmek"dir. Buna göre, ümniye ise kıraat manasına gelir. Ebu Müslim bu iki manayı şöyle irtibatlandırıyor "Zira okuyan kimse içinden harfleri takdir eder (ölçüp biçer), zihninde canlandırır (tasavvur eder) ve derken yavaş yavaş telaffuz eder."[92] Temenninin birinci mânâsına göre âyetin mânâsı: Türkçemizde de bulunan ilk manaya alınırsa âyet şöyle tefsir edilir: "Her peygamber, kavminin ilâhî hidayete tabi olup, kötülüklerden kurtulmak dünya ve ahiret saadetine erişmelerini şiddetle arzu eder. Hatemu'l Enbiya (as) bütün insanlığa gönderilen mutlak resul olduğundan, bütün insanların hak yola girmelerini, kendisini yiyip tüketecek derecede arzu ediyordu. "Onlar iman etmiyor diye sen, herhalde kendini yiyip tüketeceksin"(Şuarâ, 26/3). Onun bu yönde ilerlemesine karşı şeytan da birtakım engeller koymak ister durur. Cinnî şeytan ins şeytanlarına telkinatta bulunup bu hususta müşterek hareket ederler. (Enam 6/121) "Şeytanlar, siz mü'minlerle mücadele etmelerini sağlamak için dostları (ins şeytanlarına telkinatta bulunurlar." Zira o da vahiy ile bildirilenlere benzer şeyler uydurup vahye şüpheler atmak, böylece kavmini İslâm'dan alıkoymak istiyordu."[93] Böylece şeytan, insanların kalplerine şüphe atarak halkı, resullere karşı koymaya çağırır.Yahut resul, kavminin hidayetini temennî edip hırsla çalışırken şeytan onu ümitsizliğe düşürmek için vesvese verir, onu maksadından caydırmaya çalışır. Kur'ân-ı Kerîm, şeytanlara uyanların yaptıkları işleri bazen şeytanlara izafe eder. Zira sebebiyet münasebeti vardır. Dine davetin başlangıcında Peygamberlere inananlar az, küfür tarafı ise sayıca ve maddî imkân bakımından çok güçlü olduğundan şeytan, haklı olanların, sayıca çok olanlar olduğu telkininde bulunur, hatta "haklı olsa Allah onu üstün kılardı" diye Allah Teâlâ'nın da kendi tarafında olduğu vesvesesini verir. Bu durum, bir taraftan müşrikler, bir taraftan mü'minler hakkında bir fitne (yani imtihan) olur. Fakat neticede Cenâb-ı Allah, sabreden iman ehlini teyid ederek, peygamberlerin arzularına karşı şeytanların ortaya attıklarını giderip, peygamberlerin tebligatının hak ve hakikat olduğunu izah eder. Şeytanın ye'se düşürmek üzere vesvese verdiği peygamber, ilk anda vesveseye maruz kalsa da, "ismet" vasfı vesvesenin karşısına çıkar, yani Allah'ın verdiği "günahtan korunmuşluk" vasfı ile şeytanın vesvesesini iptal edip boşa çıkarır.[94] Mü'minlerin kalplerinden şeytanın şüphelerini nesh edip, vahdaniyet ve risaletin hakkaniyetini bildiren âyetleri onların kalplerinde muhkem kılar, kafirler ve münafıklar ise küfür ve şüpheleri içinde kalırlar. Âyet-i kerime, bu sûrenin bütün tevhid tarihinde, istisnasız olarak tekrarlandığını bildirerek Hz. Peygamberi ve mü'minleri teselli etmektedir.[95] Ayetlerin mânâsını tevcih hususunda birkaç görüş daha varsa da bu âyetteki umum, tahlil, risalete hakkını vermek gibi üç husus dikkate alınınca, isabetli tefsirin ancak bunlar olduğu tezahür eder.[96]Bu izahta ne lisan kaidelerine, ne de itikad esaslarına aykırı bir taraf yoktur. Bu mânâ, zorlamasız, münce-sim olarak âyetin fasih ifadesinden ortaya çıkan mana olup, ayrıca bir hikaye uydurmak suretiyle boşluk tamamlama ihtiyacı göstermez .[97] Temenninin ikinci Mânâsına Göre Ayetin Mânâsı: Temenni'nin ikinci manası "okumak'tır.[98] Elka "bir şeyi elinden almak" demek olup bozmak kasdıyle halk içine birşey atmak manâsıyla vesvese hakkında istiare olunmuştur. Nitekim "Elkaytü fi hadisi fulanin" deyimi; "söylenenin maksadına aykırı olmakla beraber lafzın az çok muhtemel olduğu şeyi sözüne karıştırdım" yahut "netice itibariyle bu demektir." (Hakyolun karşısına çıkanlar, insanları saptırmayı kendilerine iş edinirler, onlar şüpheye uyup, şüphe uyandırmak için çabalar dururlar. Sapkınların
- kalplerine bunları atanlar (ilka edenler) şeytanlar olduğu için, bu sebebiyet alakasından ötürü onların yaptığı iş şeytanlara izafe edilebilir.) Meselâ şeytanların kulaklarına üflemeleriyle, müşrikler Hz. Peygamber aleyhisselâm Kur'ân âyetlerini tebliğ ettikçe, batıl bir şekilde onu redde çalışıyorlardı. KURAN PUTLARI ve PUTPERESTLERİ TAHKİR EDER Şimdi meselenin diğer tarafına geçelim; Cenâb-ı Allah Necm sûresinde pırtlan tahkir etmek üzere şöyle buyurur: 19- "Baksanıza şu Lat ve Uzza'ya. 20- ve üçüncüleri olan öteki (put) Menat'a 21- Demek erkek size, kadın Allah'a öyle mi? 22- O halde bu insafsızca bir taksim! 23- Onlar (o putlar) sizin ve babalarınızın (tanrı) diye isimlendirdiğiniz (boş, medlûlsüz) isimlerden başka bir şey değildir. Allah onlar(ın tanrılığı hakkında) hiç bir delil indirmem iştir; o putlara tapanlar sırf zanna ve nefislerinin alçak hevesine uyuyorlar. Halbuki onlara, Rab tarafından yol gösterici gelmiştir. 24- Yoksa her arzu ettiği şey, insanın kendisinin mi olacaktır? 25- Son da ilk de (ahiret de dünya da) Allah'ındır. 26- Göklerde nice melek var ki onların şefaati hiç bir işe yaramaz, meğer Allah'ın dilediği ve razı olduğu kimseye izin verdikten sonra olsun (ancak o zaman şefaatin faydası olur.) 27- Ahirete inanmayanlar, meleklere dişilerin adlarını takıyorlar. 28- Onların bu hususta bir bilgileri yoktur, sadece zanna uyuyorlar, zan ise hak olan (ilmin) yerini tutmaz." Bu pasaj sadece putları ve putperestliği tahkir eden, bütünlük arzeden, unsurları arasında kopukluk olmayan insicamlı bir metindir. Kısaca söyleyecek olursak burada putlar ve putperestler, putların kız suretinde tasvir edildiği de tasrih edilerek, yedi yerde açıkça tahkir edilmiştir, şöyleki: 1- "Efe raeytüm"[99] ile yapılan tahkir. Zira bu tabir, peşinden gelen şeyi reddetmek için yapılan bir girizgâhtır.
- 2- "Esmâün semmeytümühâ" ile, kuru isimler, medlulü olmayan sadece müşriklerin vehimlerinde varlığı bulunan putlar kastedilir. 3- Allah, onları tanrılaştırmaya hak verdirecek hiçbir delil bildirmemiş, hiçbir yetki vermemiştir. 4- "Demek erkek size, kadın Allah'a öyle mi?" istihzası. 5- Sırf zanna ve alçak hevese uydukları ittihamı. 6- Makbul varlıkları olan meleklerin bile, Allah'ın izni olmadıkça, şefaatleri fayda vermediği, 7- Meleklerin dişi olduğunu söyleyenlerin ahirete inanmadıkları. "Efe raeytüm" ile, müşriklerin mabudlarının hakirliği, akidelerinin sakimliği gösteriliyor. Hitap Kureyş'e yapılmaktadır. Yani "sırf ilahî vahy olan bu kelamı dinledikten, sahibinizin (arkadaşınızın) miracda gördüklerini duyduktan sonra, şimdi söyleyin gördünüz o Lat ve Uzza'yı hem üçüncü put Me-nat."[100] Bu beyanlardan sonra, siz de o taptığınız muhtelif putları ve geriliklerinizi gördünüz değil mi? Şimdi haber verin bakalım, size erkek Ona dişi öyle mi! Müşrikler putlarına mü-ennes (dişi) isim takarlardı. Onlar "putlar, ilâhî kuvvetlerin, melâikenin suretleridir, melâike ise Tanrı'mn kızlarıdır, biz onların suretlerini yapıp dişi isimleri vererek onlara peres-tiş etmekle kendilerini Allah indinde şefaatçi ediniriz" sanıyorlardı. "O halde bu insafsızca bir taksim!" "Allah'a çocuk isnad etmek, haddi zatında büyük bir zulümdür. Fakat müşrikler, kendilerinin kız babası olmalarını eksiklik sayarak, kız istemedikleri, hatta onları öldürdükleri halde, kızları Allah'a tahsis etmekle, kendi vicdanlarına karşı, tazim eylemek istedikleri Mabudu tahkir etmiş, Ona karşı büyük haksızlık etmiş oluyorlardı."[101] GARANİK MESELESİ 1. Garanik Meselesi İle İlgili Kurulmaya Çalışılan Sahih Bir Rivayet: Aslında ilgisi olmadığı halde, bu garanik meselesi ile ilgisi kurulan sahih bir rivayet vardır. Buhari'de İbn Abbas (ra)'ın şöyle dediği nakledilir; "Necm sûresini okuyunca Hz. Peygamber aleyhisselâtü vesselam secde etti, onunla beraber Müslümanlar ve müşrikler, cinler ve insanlar secdeye vardılar."[102] İmam Ahmed ve Nesaî başka bir tarikten buna benzer bir rivayette bulunur, fakat ifade ettiği manâ Necm sûresinin okunmuş olup, orada bulunan herkesin secde ettiğidir. Bu secde şöyle izah edilir; Hz. Peygamber, Cenâb-ı Allah'ın, sûrenin son âyetindeki emrini tutarak secde edince, müşrikler de kendi mabudlarına tazimen secde etmişlerdir.[103] Secdeye kapanmaları, Hz. Peygamberin bir mucizesi de olabilir. Yahut, Kur'ân-ı Kerîm'in müessir üslûbu, yüce hakikatleri, hele Resûlullah'ın mübarek ağızlarından okununca, muazzam bir tesir gücü kazanmış olmasıdır.
- 2. Garanik Kıssası: Taberi; M. İbn Kâb el- Kurazî, Ebu'l-Aliye, Saîd İbn Cü-beyr, îbn Abbas, Dahhak, İbn Şihab'dan, özeti şu olan bir kıssa nakleder.[104] Biz, el-Kurazî'den gelen nakli ana hatlarıyla zikredelim: Rasulullah, kavminin yüz çevirdiğini görünce bu, kendilerine çok ağır geldi. Allah'dan kavmi ile kendisini birbirlerine yaklaştıracak bir şey inmesini temenni etti. Cenâb-ı Allah Necm sûresini indirdi. O da okudu. Yirminci âyetine, şeytanın, gönlünden geçirip de kavmine getirmek istediği şeyi onun lisanına atıverdi; (Bunlar yüce kuğu kuşları-tanrıçalardır ve elbette onların şefaatleri umulur). Kureyşliler bunu işitince sevindiler ve onu dinlemek üzere yaklaştılar. Mü'minler de Rab Teâlâ'dan gelen şeyi tasdik ettiler, Peygamberi bir hata veya vehimden ötürü ittiham etmediler. O, sûreyi bitirince secde etti. Onun secde ettiğini gören mü'minler de onun getirdiğini tasdik ederek secde ettiler. Mesciddeki müşriklerde secde ettiler. Velid İbn Muğire hariç herkes secde etti. Secde haberi, Habeşistan'a hicret etmiş Müslümanlara da ulaştı. Bir kısmı orada kalıp, bir kısmı Mekke'ye hareket ettiler. Sonra Cibril gelip: "Ya Mu-hammed, ne yaptın, Benim Allah'tan getirmediğim şey söyledin!" dedi. Resûlullah üzüldü, Allah'dan korktu. Allah bu âyeti (Hac, 22/52) indirerek onu teselli etti, şeytanın ilka ettiğini neshetti.[105] 3. Rivayet'in Tenkidi: A) Muhteva yönünden tenkidi (Dahilî Tenkid); Bu rivayeti, ihtiva ettiği tenakuzlardan ötürü kabul etmek mümkün değildir, zira; a) Daha önce gerek Hac, gerekse Necm sûrelerinde geçen mezkûr iki âyetin tefsirini nakletmiştik. Bu hadise, onların muhtevaları, siyak sibakları ile uyuşmaz. Özellikle Necm sûresi, naklettiğimiz pasajında, belirtmiş olduğumuz yedi unsuru ile şirki iptal etmişti. Bu ortam içinde putları yücelten bir söz, girecek yer bulamaz, kabulü mümkün olamaz. Faraza söylense bile, müşrikler nasıl olur da buna kanardı? Hakaret üstüne hakaret yağdırırken öven bir cümle ne ifade ederdi?[106] Hiç merak etmeyelim, Peygamberimizin muhatabı şedid müşrikler, böyle bir sözle havalanmayacak kadar davalarına bağlı, şüpheci ve radikal idiler. Böyle bir sözün burada söylendiği farzedilse, asıl düşünülecek tevcih, diğer yedi unsura ilaveten, onu sekizinci bir hareket ifadesi saymaktır. Yani, başka bir istifham hemzesi takdir edilerek; "O dişiler (tanrıçalar) onların şefaatları umulacak ha! Yuh olsun sizin aklınıza!" b) Cenâb-ı Allah, bu kısa Necm sûresinde, şeytanın sözünün âyet olarak girdiği iddia edilen kısmın önünde ve sonunda, bu hikayeyi tam iptal edecek hakikatleri yerleştirmiştir. Red ve iptal edici yedi unsuru, daha önce zikretmiştik. Şimdi de, vahy hakkındaki şu kuvvetli teminatı hatırlatalım; bu sûrenin baş tarafında (Necm, 53/2-4) "Sahibiniz ne şaşırdı ne de batıla inandı. Hevasından da söylemiyor. O, sade bir vahiydir, ancak vahyolunur." Ne aldanır, ne aldatır, o kendi rey, arzu ve temennisinden söylemez. c) Hz. Peygamber tarafından böyle bir şey söylenmesi, ri-salete aykırıdır. Zira böyle bir sözü kasden, cebren veya sehven söylemiş olabilir, başka bir ihtimal yoktur. Kasden söylemek küfürdür, caiz değildir. Peygamberin gönderilmesinin sebebi putları Övmek değil, kötülemektir. Şeytanın cebren söyletmesi de mümkün değildir. Zira Cenâb-ı Allah, şeytana; "Benim kullarım üzerinde senin bir yetkin yoktur." (Hicr, 15/42) âyetinde mü'miriler üzerinde sultası olmadığını bildirmiştir. Şeytan, mü'-min kulları bile icbar edemezse, Peygamber'i hiç edemez. Sehiv ve gafletle söylemiş olması ihtimali de merduttur; zira tebliğ halinde onun hakkında gaflet caiz değildir. Caiz olsaydı, onun söylediklerine itimad kalmazdı. Çünkü vahyedilen Kur'ân hakkında Cenâb-ı Allah "Kur'ân'a, batıl, ne önünden ne ardından yol bulamaz." (Fussüet, 41/42). Keza "Kur'ân'ı Ben indirdim ve onu ben muhafaza edeceğim" buyurmuştur. Diğer taraftan, daha birçok âyet, Hz. Peygamberin risalet ve tevhid hususunda son derece kararlı olup, müşriklere azıcık bir meyil dahi göstermediğini bildirmektedir, (bkz. Hakka; 69/46,
- Yunus; 10/15, İsra; 17/74, Furkan, 25/32, A'la; 87/6) 4- Rivayet Cihetinden Tenkidi Rivayet yönünden bu vak'a uydurmadır. Birçok muhakkik bu kıssayı reddetmişlerdir. el-Beyhakî; "Bu kıssa, nakil bakımından sabit değildir" demiştir.[107] Kâdî İyad; "Sahih hadisleri rivayet eden hiçbir kitabın bunu nakletmemesi, hiçbir sikanın bunu sahih ve muttasıl bir senette rivayet etmemesi, çü- rüklüğünü göstermeye kâfidir. Nakledenler, sadece tuhaf şeylerle oyalanmayı adet edinen bazı tefsircilerdir."[108] es-Suheylî; "Bu hadis, sabit değildir" diyor.[109] Beydavî, Neysabû-rî, Ebu's-Suûd Ebu Mensur el-Maturidî, İbn Kesir, Nevevî, Bed-reddin Aynî, el-Hazin, Hatîb Şirbinî, Alusî, Ebu Bekr İbnu'l- Arabî, Ebu Hayyan bu kıssanın sabit olmadığını beyan edenlerden bazılarıdır.[110] Rivayetin bir aslının olabileceğini düşünenler arasında İbn Hacer ile İbrahim el-Güranî bulunmaktadır. Bazı rivayet ehlinin bu kıssaya inanmasını nasıl izah etmeli? Secde gerçeğine sebep arama, Kureyşin Hz. Peygamberin kıraatinin etkisi ve Kur'ân'in büyüleyici üslubunun tesiri altında yaptığı secdeye bahane olarak ileri atmış olabilecekleri sözün şayialanması, keza Hz. Peygamberin kavminin hidayete gelme arzusu, şeytanın işi karıştırıp Hz. Peygambere vesvese vermesi, Habeşistan a gidenlerin dönmeleri... gibi olaylar Hicrî asır başlarında bir araya gelerek bir kıssa halinde birleştirildiği, bazı tarihçiler ve tefsirciler de, boş bulunup eleştirmeksizin kabul psikolojisi içerisine girdiler, denilebilir.[111] Bu konuda daha başka tevcihler de yapılmıştır.[112] A. H. Akseki rivayeti eleştirirken, şeytanın sözünün onbeş ayrı şekilde rivayet edildiğini bildirip bunları ayrı ayrı şekilde sıralar, (s. 16-17) Rivayetlerdeki bu ızdırabı, uydurma olduğunun delili sayar. Daha sonra ise "ravilerdeki ızdırabı ele alır. Ravilerin bu sözün gâh Rasûlullah'ın namazda olduğu, gâh Kureyş'in vadilerinde olduğu sırada, veya namaz kılarken uyuklamış, uyurken ağzından kaçıvermiş tarzlarında onbir çeşit anlatım ile naklettiklerini, birinin bir türlü öbürünün başka türlü söylemesinin de meselenin uydurma olduğunu göstereceğini ifade eder", (s. 22) Ona göre bu, tabiun devrinden sonra uydurulmuştur. Keza Akseki, İbn Abbas'a mal edilen, bu konudaki sekiz sebebi nüzul rivayetini inceleyerek, bu ızdırabın da rivayeti çürüttüğünü ifade eder.(s. 26) Konuyu dikkatli şekilde inceleyen muasır müellif Mevdudî ise tarihi bakımdan şu tenkidleri Öne sürer; 1. Muteber tarihî kayıtlara göre Habeşistan'a ilk hicret bi'setin 5. yılında Recep ayında olmuştur. Hikayeye göre, sulh haberini öğrenip dönenler, gittikten sadece üç ay sonra, yani aynı yılın şevval ayında dönmüş oluyorlar. 2. Hikayeye göre bu sözü söylediğinden ötürü Rasûlullah'ı itab eder İsra 73-75 âyeti inmişti. Halbuki İsra sûresi Mirac'ı müteakip inmiştir. Miraç ise bi'setin 11 veya 12. yılında vaki olmuştur. Buna göre uyarmanın 5-6 sene bekledikten sonra yapılmasını kabul etmek tuhaflığına düşülür. 3. Teselli etmek üzere indiği bildirilen Hac 52 âyeti Hicrî birinci yılda inmiştir. Buna göre tesellide, uyarma ve tekzibden iki-ikibuçuk yıl, olayın üzerinden ise Dokuz yıl kadar sonra olmuş olur. Bunu kim kabul edebilir? 4. Hem niçin tekzib ve teselli için gelen âyetler, bizzat Necm sûresine ilave edilmeyip ayrı ayrı sûrelere yama olarak eklensin? Halbuki bu âyetten, -daha önce gördüğümüz üzere- muhtevalanyla tam insicamlı olup yama intibaı uyandırmazlar.
- Muasır Tunuslu müfessir M. Tahir İbn Âşur bu garanik kıssasını maharetle reddettikten sonra hülasa ederken der ki; "Bu kıssayı, müşriklerin Necm sûresini dinledikten sonra secde ettiklerini bildiren sahih haberle birleştirmek, bazı müelliflerin karıştırmalarından ibarettir. Keza bu kıssayı Hac sûresi ile birleştirmek de öyledir; Mekke'de ilk nazil olan sûrelerden olan Necm sûresi ile, bir kısmı Medine döneminin başlangıcında, bir kısmı da Mekke döneminin sonlarında inen Hac sûresi arasında pek uzun bir zaman vardır." Keza Habeşistan'a hicret edenlerin dönmesi ile birleştirmek de fanteziden ibarettir. Necm sûresinin inmesi ile Habeşistan'dan dönme arasında nice seneler vardır.[113] Hadise şöyle olmuş olabilir: İslâm'ın başlangıcında müşrikler arasında yayılmış bir şayia, Mekke'de İb-nü'z-Ziba'ra gibi[114] cahil alaycıların uydurmalarındandır. Necm sûresinde, Lat, Uzza, Menafin anılmasını halk içine fitne sok- mak için fırsat bilmişlerdir. Necm sûresini seçmelerinin sebebi: Zira Kabe'de okunduğu sıralar onlar da orada bulunuyorlardı ve secde etmişlerdi. Allah Teâlâ'nın, Nebisi için mucize yaptığı o secdelerine mazeret olsun diye, bu sözü uydurmuşlardı.[115] İbnu'l-Kelbî (ö. 204) Kitabu'l-Asnâm (Putlar Kitabı) adlı kitabında, cerh ve ta'dil kaidelerini de tatbik etmeksizin, putlarla ilgili her türlü haberi toplayıp naklettiği halde bunu zikretmez. Buna mukabil cahiliyye araplarının Kâ'beyi tavaf ederken: "Lat hakkı için, Uzza hakkı için, üçüncüleri Menat hakkı içini Onlar yüksek kuğular (dişi tanrıçalardır), onların şefaatlerine ümit bağlanabilir"[116] şeklindeki beyiti nakletmektedir. Yakut el-Hamevî de Mu'cem'l-Büldan adlı ansiklopedik coğrafya lügatında Uzza'yı anlatırken (4/116-118) müşriklerin bu sözlerini nakleder. Bu son iki cümle, garanik rivayetinde, şeytanın Peygamberimize söylettiği iddia edilen sözün aynısıdır. Büyük ihtimal garanik kıssasının menşei müşriklerin bu sözleridir.[117] Demek ki garanik teşbihi Peygamber'den evvel söylenmiş bir sözdür. Muhtelif şekilde söylenmiş olması da buna delalet eder. O halde bu söz, esas itibariyle müşriklere bir ilka-yı şeytanîdir. Görüldüğü gibi tamamen uydurmadır. Din düşmanlarının, müslümanların kalplerine şüphe atmak için hazırladıkları senaryodan ibarettir. İlmî ve tarihî delili yoktur.
- İSLAM'DA KADIN ÜZERİNE
- Mehmet Nam Üçüncü Bölüm
- Feminist düşüncelerin hakim olduğu günümüz dünyasında İslam'a yöneltilen itirazların başında Kadın mevzuu gelmektedir. Tarihi seyr içinde kadının nereden nereye geldiğine hiç bakılmayıp bu boylamda İslam'ın rolü objektif bir bakışla hiç değerlendirmeye alınmadan yapılan tenkid ve itirazlar bağnaz bir tutumun neticesi, şartlanmış bakış açılarının mahsulü olsa gerek. Aşağıdaki sayfalarda günümüzde medar-ı itiraz olan noktalarda mücerred bir üslubla yazılmış cevabları bulacaksınız. TARİH BOYU VE BUGÜN KADININ DURUMU, İSLÂM'DA KADININ YERİ Tarihe dikkatle bakıldığında, kadın mevzuunda ifrat ve tefritin karmaşık bir zincir halinde devam edip gittiği görülür. "Annelik" vasfıyla insanın varlığına sebep olan kadın; "zevce" vasfıyla hayatın iniş ve çıkışında erkeğine en samimi arkadaş kadın; "fahişe" vasfıyla bir eşya gibi alınıp-satılan, şunun-bunun mülkiyetine girmiş ve irsiyet hakkından mahrum bırakılmış kadın hep aynı kadındır. Çok defa, kendisine en yüksek değerin verildiği iddia edilerek günah ve mezelletin sembolleri haline getirilmiş, insanca yaşama ve gelişmesine müsaade edilmemiştir. Baş tacı edildiği, devletlerin zimamını eline geçirdiği dönemlerde bile dişiliği Ön plana çıkarılmış, milletlerin yıkılışında en mühim rolü oynamıştır. Alçaklık, aşağılık, utanç ve günah kaynağı olarak istismar edilen kadın, medeniyet tarihi boyunca bu hüviyetinden hemen hemen hiç kurtulamamıştır. Cahili adeti olarak bilinen, utanç kaynağı olarak gördükleri kız çocuklarını diri diri gömme bugün modern dünyada geçerli olmuştur. Meselâ. İngiltere'de erkek çocuklar kız çocuklarından üstün sayılıp, daha çok, erkek çocuk istenmekte; hamile kadınlar ultrasona girip doğacak çocuklarının cinsiyetine bakarak kız ise kürtajla aldırmaktadırlar. Meselâ: Hintlilerde dini kanunları olan "veda"lara göre kadınlar ilim tahsil edemezken, "Buda'ya göre de kurtuluşa eremiyecek bir zümredir. Eski Yunan medeniyetin de kadınlar için ilim ve irfan sözkonusu değildi. Okuma-yazmaları gereksiz, il-mî-fennî araştırma yapmaları imkânsızdı. Onların sadece, erkeklerini eğlendirmeyi ve arzularını tatmin etmeyi bilmeleri yeterdi. Eflatun'un nazarında bile kadın, "bir çocuk doğurma makinası" olacak kadar yükselebilmişti. Roma, İran, Mısır ve Çin'de de durum aynıydı. Kadınlar ne türlü bir alçaklık ve rezalet içinde yaşadıklarını bilmiyorlar, bu hallerini normal kabul ediyorlardı. İzzet-i nefisleri ortadan kalkmış, hak ve hukukları mevzu bahis olmayan, erkeklerin gönlünü hoş etmekten başka varlıkları lüzumsuz mahluklardı. Erkeklerin onlara zulmetme ve baskı yapma hakları vardı. Ama kadın herşeye boyun eğmeli, herşeye razı olmalı, her şeyi sineye çekip katiyyen itiraz etmemeliydi. Adeta köleleşmiş olan kadın kocasına "sahibim, malikim", "tapınılacak şey, ilâh" anlamına gelen "Patti", "Varta" kocası ise karısına "cariye kul, köle" anlamına gelen "Dasi" kelimeleriyle hitap ederdi. İşte İslâm dünden bugüne böylesine horlanan, hakir ve sefil görülen kadına hakiki değerini vermiş, onun insanca ve layık olduğu hukuk içinde yaşamasını temin etmiştir. Kadınlık alemi adına süregelen görüş ve anlayışlar üzerinde teorik ve pratik olarak fevkalade büyük inkılaplar meydana getirmiştir. İnsanların fikir ve düşüncelerinde meydana getirdiği
- değişiklikle kadını saygı duyulan, hukuku olan, fikri alınabilecek, lüzumlu bir varlık olarak telkin etmiştir. Günümüzdeki "kadın hakları, kadının insanca yaşamı vb." sloganlar yerine İslâm bunu bindörtyüz sene önce hayatın içine yerleştirmiştir. Kâinatın Efendisi, kadının da insan olduğunu anlatmış ve insanî haklara sahip olduğu gerçeğini göstermiştir. İslâm cemiyetinde kadının yeri ve derecesi öyle yükselmiştir ki, dinî, psikolojik ve sosyolojik açılardan kazandığı yüceliği başka din ve cemiyetlerde görmek mümkün değildir. Eşitlik ve insan haklarının gündemde olduğu günümüzde bile medenî dünya bu hususta çok geridir. Avrupa'da kadınlara bazı haklar tanınmıştır. Ama bu haklar kadının kadınlığının karşılığı olarak değil onu erkek yerine koymak veya erkekleştirmek içindir. Bu sebeple, şimdilerde bile kadın, evinin kraliçesi, çocuklarının annesi veya erkeğinin hayat arkadaşı değildir. Kadına bu gibi değerler için saygı gösterilmez. Kadına gösterilen zahirî saygı ve verilen değer onun dişiliği ve ucuz insan gücü olması açısındandır. Doğrusu batılı bunları başararak erkekleşen kadına veya dişiliğin sembolü olan kadına değer atfetmiştir. Neticede, daima hor görülen, aşağılanan bir yaratık olan Avrupa'lı kadın kendilerini "inferiority complex", "aşağılık duygusu"na kaptırmışlardır. Kadın gerçek değerini, medenî düzende ve toplum hayatında layık oluğu hürmeti en parlak misalleriyle İslâm'da bulmuştur. İslâm'da kadınlık ve erkeklik gibi ayırıcı değerler yoktur. Aksine birbirinin tamamlayıcısı, lazımı ve ayrılmaz parçası olarak bakılır kadın ve erkeğe. Taksimü'1-âmâl kaidesince ha- yatî vazifeler hemcinsler arasında taksim edilmiş, birbirleriyle yardımlaşmalar temin edilmiş. Böylece kadın ve erkek, birbirlerine karşı bir üstünlük ve alçaklık mevzubahis olmadan insanî vazifelerini yerine getirme, bazıları da ücrette ve tekâlif-i dinîyede müsavî olarak insanlığa faydalı olmaya devam etmişlerdir. Hatta çoğu zaman kadının fıtraten nazik ve zayıf yapısı sebebiyle himaye edilip korunması, gözetilmesi tavsiye ve teşvik edilmiş; ebeveyn olarak da erkekten üstünlüğüne dikkat çekilerek Cennet, ayakları altına serilmiştir.. [118] İSLÂM'DA KADININ DURUMU VE SAHİP OLDUĞU HAKLAR Açıkça bilinen bir gerçektir ki, İslâm nazarında kadın da erkek gibi beşerî ruha sahiptir. "Ey insanlar!.. Rabbinize sağının ki o sizi bir tek nefisten yarattı. Onun eşini de ondan yarattı. Sonra ikisinden birçok erkekler ve kadınlar üretti." (Nisa, 4/1') Kadın ile erkek menşe ve sonuç münasebetiyle beşerî ve ruhî yapıda eşittirler. Hukukî hakların hepsi bu eşitliğe terettüp eder. Binaenaleyh can, ırz ve malın mahfuziyeti, yüze karşı alay etme, arkadan çekiştirme, tecessüs vb. insan haysiyet ve şerefini rencide eden hareketlere maruz bırakılmama... bunların hepsi her iki cins arasında herhangi bir seçme ve ayırım yapılmadan korunan müşterek haklardır. İslâm'da kanunlar ve prensipler herkes için umumîdir. İslâm, beşerî haysiyet ve hukukî şahsiyeti korumak vazifesini her iki cinse de vermiştir. Mal-mülk sahibi olmak, kiralama, vakfetme, alma ve satma, malı nemalandırma vb. tasarruflarda kadının da hakkı vardır. "Ana-baba ve akrabaların bıraktıklarından erkekler için bir nasip, ana-baba ve akrabaların bıraktıklarından kadınlar için de bir nasip vardır." (Nisa, 4/7) "Erkekler için kazandıklarından bir nasip, kadınları için de kazandıklarından bir nasip vardır."(Nisa,4/33) Burada mülkiyet, tasarruf ve intifa hakkı meseleleriyle ilgili bulunan iki hususu bir nebze izah etmek gerekir.
- Medeni (!) Avrupa hukuku yakın zamana kadar kadını bu haklardan mahrum ediyor ve en zorunlu haklarını kocası, babası veya velisi olan erkek yoluyla sağlıyordu. Avrupa'lı kadın İslâm'ın zuhurundan sonraki on iki asır boyunca İslâm hukukunun kendilerine tanıdığı haklara sahip olamadı. Sonra da fıtratını bozmak, ırz ve haysiyetini harcamak mecburiyetinde kalarak bu haklarına sahip oldu. Böylece Avrupalı kadın en tabii haklarını elde etmek uğruna en değerli varlıklarını harcamağa mecbur edildi. Onun bu duruma düşmesi ne iktisadi zarurete boyun eğmekten ne de beşeri hırsların çatışmasını bilememesindendi. O, İslâm'ın hemcinslerine verdiği haklara sahip olmak için kan, ter ve gözyaşı akıtarak öz haklarını zalim erkeklerin elinden almağa mecburdu. İkinci mesele, genel olarak garplılar ve hususiyle komünistler beşerî oluşu, iktisadî oluştan ibaret sayıyor ve açıkça diyorlardı ki; kadın için bir hürriyet yoktur. Çünkü o malik olma sıfatını haiz değildir. Veya sahip olduğu şeyden tasarruf hakkı yoktur. O, iktisadî bakımdan istiklale kavuştuğu zaman ancak insanî bir yaratık olmuştur. Yani kadın, kendisiyle yaşayabileceği, tasarruf edebileceği erkekten müstakil olarak özel bir mülke sahip olduğu zaman ancak insan olmuştur. Oysaki bu konuda kadına vermiş olduğu beşerî ve iktisadî hak ve hürriyetlerle iftihar etmek İslâm'ın hakkıdır. Zira İslâm'da kadın, vekaletsiz olarak, kendi kendine mal sahibi olur, malından tasarruf eder, faydalanır, vasıtasız olarak ticarî muamelede bulunur. İslâm sadece mülkiyet meselelerinde değil en mühim meselesi olan evlenme işinde de kadına gerçek kişiliğini kazandırdı. Kadının rızası olmadan evlenmesi caiz olmaz ve o izin verinceye kadar akit tamamlanmaz. Hatta İslâm, kadına kendi kendini evlendirme hakkını da vermiştir. Ki bu Avrupalı kadının ancak 20. asırda ulaşabildiği ve muazzam bir zafer saydığı hukukî haklarından biridir. İşte İslâm'ın kadını yüceltmesi bu seviyeye ulaşmıştır. Hiç kimse "bu meselelerde İslâm'ın görüşü, kadının ikinci derecede bir yaratık olduğu; varlığında bir başkasının vücuduna tabi bulunduğu; hayattaki vazifesinin değersiz olduğu esasına dayanır" diyemez.[119] İslâm temel prensibi itibariyle muamelede kadın ve erkeği ayırmadığı gibi her cinsin adil ölçüler içerisinde davranmasını hatta insanın kendi nefsi için dahi haksızlık etmemesini emreder. Ancak İslâm, prensiplerini vaz' ederken kadının veya erkeğin lehine değil, insanın ve bütün insanlığın lehine hareket etmiştir. Hedef herkesin hayır ve selametidir. İslâm, vazife taksimi konusunda yaratılışa ehemmiyet vermiş, kadın ve erkeğin mevkilerini buna göre ayarlamıştır. Kadın kadın olarak, erkek de erkek olarak yaratılmıştır. Yani her birinin kendine göre özellikleri ve bu özelliklerine göre de vazifeleri vardır. O halde vazife taksimi erkeğin lehine, diğerinin aleyhine oluyor denilemez. Bu taksim ile insanların hayatlarını idame ettirmeleri ve yaratılışın gayesi gerçekleştirilmektedir. Bu ise insanların iki cinse ayrılmalarını ve cinslerden herbirinin belli vazifelerle yüklenip birbirlerinin lazım olmalarını gerektirmiştir. Belli bir vazife olunca, muayyen mevki ile sorumlulukların olması tabii ve müşterek hayatın da gereğidir. Bu haklarla cemiyet nizamında aile, sağlam bir temele oturtulmuş, böylece aile ferdleri arasında adalet sağlanarak sevgi ve muhabbet havası tesis edilmiştir. Bu noktadan hareketle kadın mülk edinme ve kazanma konularında erkekle eşit muamele görmeye hak kazanmıştır. Kur'ân, kadına bahşettiği bu ferdi mülkiyet hakkını şöyle ifade ediyor. "Erkeklere kazandıklarından bir pay, kadınlara da kazandıklarından bir pay vardır. "(Nisa, 4/33) Dr. Abdulvahid Vâfi "İnsan Hakları" adlı kitabında batı devletleriyle İslâm'daki kadın mevzuatını
- inceledikten sonra şu gerçeği anlatıyor: "İslâm bütün kanunlar ve medenî hukuk karşısında kadını eşit tutmuştur. Bu eşitlik evli ve bekâr kadınlar için aynıdır. İslâm'daki evlilik ile Hıristiyan alemindeki evlilik arasında büyük farklar görülür. İslâm hükümlerine göre kadın evlendikten sonra hukukî değerlerinden hiçbir şey kaybetmez. Şahsiyetine, alım- satım yoluyla mülk sahibi olmaktaki hukukuna, mensup olduğu aile bağlarına ve diğer medeni haklarının hiçbirine halel gelmez. Tam bir hürriyet içinde alır-satar, müstakil olarak mal sahibi olabilir, vakfedebilir, vasiyette bulunabilir. Kocası -az veya çok- hanımının malından bir hak talep edemez." Bugün kadınların sahip olduğu haklar, büyük buhranlardan sonra, birtakım tepki hareketlerinden sonra elde edilebilmiştir. Halbuki İslâm, kadının haklarını tepkilerin karşılığında değil., insanı, kadını ve erkeği ile bir bütün olarak telakkî ettiği için zuhur ettiği gün bir disiplin olarak vaz' etmiştir. En demokratik ülkelerdeki kadın haklan bile İslâm'ın tanıdığı haklar seviyesine erişememiştir. Yakın zamanlara kadar Fransa'da -hatta bugün bile- kadın bir çeşit medeni köledir. Medeni hak ve yetkilerden çoğu elinden alınmıştır. Fransız medenî hukukunun 217. maddesinde şu hüküm vardır. "Evli kadın evlilikleri mülkiyet ayrılığı esasına dayalı olsa bile hibe etmek, mülkünü elinden çıkarmak rehin vermek, bedelli bedelsiz mülk edinme -pazarlığa kocası katılmadıkça veya yazılı muvafakat bildirmedikçe- hakkına sahip değildir." Sonradan bazı fıkralar ilave edilerek tadilat yapılmış ise de, bugünün Fransız kadını bu kanunun tesiri altındadır. Batılı kadına yüklenen bu köleliği Batının kanun ve ananeleri desteklemiştir.[120] Üstünlük meselesine gelince: Kadınla erkek arasında teessüs eden müşterek hayatın neticesinde meydana gelecek nesil ile gelişen ailenin mesuliyetinin yükleneceği bir aile reisinin bulunmasını gerektiren zaruretlerdir. Bütün tanzim ve idarelerde mutlaka bir mesul muhatap bulunması lazımdır. Aksi halde or- talığı bir keşmekeş kaplar, böylece herkese şamil hüsran hasıl olur. Birçok mesuliyetleriyle beraber aile reisliğine ve kumanda vazifesine kadın ile erkekten hangisi layıktır? Fikir kaynağı olan akıl mı, yoksa temayüller menbaı his mi? Elbette ki, kumandaya layık olan akıldır. Çünkü çok defa düşünceye zarar vermeden insanı doğru yoldan saptırmadan heyecanlardan uzak olarak işleri tedvir eden akıldır. Zira erkek heyecanlı tabiatıyle değil, düşünen, mücadelenin netice ve mesuliyetlerini yüklenmeye mütehammil olarak yaratılmış olması hasebiyle eve ve aileye reislik için kadından daha elverişlidir. Hatta bizzat kadın da kendisine itaat eden ve arzularına boyun eğen erkeğe saygı göstermez. Erkeğe hakimiyet verilirken aynı zamanda bu hakimiyeti aile yuvasını dağılmaktan korumak, gelip-geçici heveslerin tasallutundan muhafaza etmek gibi hususlara bağlanarak tahdid ediliyor.[121] Erkeğin kadının üzerindeki üstünlüğü sahip olduğu kabiliyet ve istidatlara mebnidir. "Kadın, erkekte bulunmayan veya noksan olan bazı özelliklere sahip olduğu gibi erkek de kadında bulunmıyan veya noksan olan bazı özelliklere sahiptir. Bunun içindir ki, kadın, erkeğin aynı veya misli değil, mukabili, muadili, eşidir. Öyle bir eski yaratılışta ve vazifelerin ifasında erkeğin tâlisi (yardımcısı)dir. Hususi surette ferd ferde değil, umumi surette kadın, kadına; erkek erkeğe mülahaza olunarak cinsler kendi aralarında mukayese edildiklerinde kadınların erkeklerden noksan oldukları görülür."[122]
- Erkeklerin birçok noktalarda kadınlara karşı üstünlüğü vardır. Fakat bu üstünlüğü, aynı organizmaya bağlı uzuvlar arasındaki üstünlük gibi değerlendirmek gerekir. Meselâ, erkek bu organizmada göz gibiyse, kadın da kulak gibidir. Veya erkek beyinse, kadın da kalptir. İkisi arasında işte böyle ciddi bir irtibat vardır. Biri kan pompalarsa diğeri yaşar, birinde bir kanama olursa diğeri de durur. Böyle bir hususiyeti kabul etmekle beraber mutlak manada erkeğin kadından üstün oluşunu da inkâr edemeyiz. Erkek bütün bir senesini faaliyet içinde geçirebilir. Bazen en ağır işlerde çalışır. Fizikî ve psikolojik yönden daima daha kuvvetlidir. Batı dünyası dahi en ağır işlerde erkeği kullanır. Kadın ise ayın bazı günlerinde devre dışı kalmak zorundadır. Bazen olur ki iki aya yakın aktif olamaz. İrade ve fizikî yönden zayıftır. Her zaman cemiyetin her kesiminin içinde bulunamaz. Bazı durumlarda ırz ve namusunu kaybedip, cemiyet içinde bir meta haline getirilebilir. Bütün bunlar ve burada saymayı gereksiz gördüğümüz şeyler gibi herkesin malumu olan durumlar, nazara alınacak olursa erkeğin kadına karşı üstünlüğü inkâr edilemez bir gerçek olarak ortaya çıkar? Bununla beraber cemiyetin her iki cinse de ihtiyacı izahtan varestedir. Kadın hisleri ve içinde taşıdığı şefkat duygusuyla erkekten çok üstündür. Onun içindir ki çocuğun bakımını anne üstlenir. Çünkü bu iş babanın altından kalkabileceği bir iş değildir. Fakat o da dış hadiselerin tazyikine karşı mukavemetlidir. Kadın nesil yetiştiriyor. İyi bir talim terbiye ile onları insanlığın kemaline çıkarıyor. Cihangirleri anneler yetiştiriyor. Büyük insanları insanlığın iftihar tablolarını hep anneler şekillendirir. Kadın kendine ait bu meziyetlerle, erkek de yine kendine ait kabiliyetlerle örfaneye iştirak ederse bu bütünleşmeden cennet ikliminin yaşandığı bir aile ve fazilet topluluğu cemiyet vücuda gelir. Erkek kadınsız, kadın da erkeksiz eksiktir. Onun içindir ki, herşeyin mükemmel olduğu cennette Hz. Adem'den hemen sonra Hz. Havva validemiz yaratılmıştır. Eğer ilk yaratılan Havva olsaydı şüphesiz hemen ardında da Hz. Adem yaratılacaktı. Zira biri olmadan diğeri olamazdı. Kadın evin dahili işlerini, erkek de harici işlerini deruhte etmekle mükelleftir. Erkeğin işlerinin kendine göre zor tarafları olurken, kadın için de aynı şeyleri söylemek zorundayız. Fakat "mağrem (risk) itibariyle mağnem (ganimet)" kaidesince erkeğin evde kavvam (üstün, hakim) kılınması onun mesuliyetini daha da ağırlaştırmaktadır. Onun içindir ki kadının ve çocukların nafakası bütün hayat şartlarının temini erkeğe ait vazifeler arasında sayılmıştır. Ailede hakimiyetin babaya ait olmadığı yuvalarda yetişmiş çocukların durumu da bu gerçeği isbat eder mahiyettedir. Böyle muhitte yetişen çocukların pek azı ancak sağlam karakterli yetişebilmektedir. Bugün feministlerin teklif ettikleri kadın hakları, esasen kadını mualla mevkiinden alıp ayaklar altında hor ve hakir hale getirmek demektir. Kışın üryan, yazın ise palto ve yünlülere sarılıp sarmalanıp gezmek ne ise kadını erkekleştirme gayreti de aynı hamakat örneğidir. Kadın yerinde kaldığı müddetçe sultandır, büyüktür ve kadın efendidir. Erkek de sınırını aşmadığı sürece hürmete layık bir azizdir. Bu şekildeki yerlerini değiştirmek isteyenleri Allah Resulü (sav) lanetler. Çünkü fıtratla çatışmaya girmişlerdir. İnsanı meydana getiren uzuvlara yer değiştirerek, kulağı diz kapağına, burnu karnın ortasına veya gözleri ayakların altına yerleştirmek, insanı ne hale getirirse kadın ve erkeğe böyle yer değiştirme gayreti de erkek ve kadını o hale getirecektir. Kadın kadın olduğu erkek de kendi yerini koruduğu müddetçe güzeldir, fıtrîdir. Aksine gayretler ise, fıtrat ve tabiata karşı harp ilan etmek gibidir.[123] Bugün beşerî sistemlerin kadına hazırladıkları hayata dikkat ediniz. Onlar bu ailenin bütün mali ihtiyaçlarından mesul tutulmuşlar, hem de hiçbir yetki tanınmamıştır. Bu korkunç farklılaşmayı gizleyebilmek için de "Kadın Hakları" üzerinde bol bol nutuk imal etmeyi ve sömürülerini sürekli kılmayı planlamışlardır.
- BOŞANMA HAKKI SADECE ERKEĞE Mİ AİTTİR? İslâmî aile yapısında evliliğin devamı ve neslin muhafazası esastır. İslâm fıkhında ailenin dağılmaması için her tedbire yer verilmiş, mü'min erkeklere, kadınlarla iyi geçinme yolları, onların haklarına müdahale etmeme ve mehirlerini ödeme hususu muhkem âyetlerle emredilmiştir. Ayrıca zevcesinin hoşuna git- meyen huylarına sabretme ve onunla istişare etmeleri beyan edilmiş, aile münasebetinde şer'î hudutlara riayet eden erkekler için rahmet va'dolunmuştur. Ancak şurası muhakkaktır ki, aile saadeti, karşılıklı fedakârlıklarla elde edilebilecek bir hadisedir. Her türlü tedbir alınsa da bazen bunda muvaffak olunamayabilir. Evliliğin çekilmez bir hale geldiği bu tür durumlarda Rasûlullah'ın "mubahların en kötüsü" şeklinde vasıflandırdığı boşanma yolu açıktır.[124] İslâm Hukuk dilinde talak (boşanma); belirli sözlerle nikah bağını kaldırmak demektir. İslâm'da boşanma esas olarak erkeğe tanınmış bir haktır. Ancak bu, kadınların bu işte selahiyetli olmaması anlamına gelmez. Nikâh akdi esnasında kadın, kendine de boşanma yetkisinin verilmesini şart koymuş, kocası da kabul etmişse kadının kocasını boşama hakkı olur.[125] Ancak bu şartı koymayan kadın, boşanma hakkını kocasına vermiş sayılacağından şikayete hakkı olmaz. Mukavele mucibi kadınlara da boşanma hakkını tanıyan İslâm Hukuku'nun bu prensibi müslümanlara tatbik edilirken, Avrupa, kadına değil böyle bir hak tanımak, onu bir insan telakki etmek istemiyordu. İslâm Hukuku'nun Endülüs yoluyla Batı'ya ulaştırdığı bu eşitlik sayesindedir ki Batı'da kadınlara boşanma davası açabilme hakları tanınmıştır. İslâm Hukuku, aile birliğini korumak için fevri bir şekilde vaki olan boşanma sözleri ile karı kocayı hemen ayırmamaktadır. Üç veya daha fazla sayıyı ihtiva etmemek üzere bir veya iki defada vaki olan boşanmalarda, kocaya, iddet içinde olmak şartıyla, karısına dönme hakkının tanınması, aile birliğini koru- maya matuf bir tedbirdir. Keza, boşanma sözünü sarfeden kocaya "iddet" müessesesini kurmakla İslâm Hukuku üç ay gibi nisbeten uzun bir düşünme ve nedamet müddetini tanımakla, evliliğin devamı için diğer bir tedbir daha koymuş bulunuyor. Bir veya iki (talâk) ile vaki boşanmalarda kocanın tekrar karısına dönmesi için kadının rıza ve muvafakatini şart koşan İslâm Hukuku, ayrıca kadına verdiği bu ehemmiyeti, bu vesile ile teyid etmektedir. Çünki kadının rızasını tahsil etmek şartı, kocasının talak sözleri ile, izzet-i nefsi rencide edilmiş olan kadın için bir tarzıyye almak demektir. İddet içinde yine de boşanmayan çiftlerin birarada huzurlu yaşama imkânı kalmaz mülahazasıyla kadın tamamen serbest olmakla da ayrı bir itibar kazanmaktadır. Koca ise iddetin bitiminden sonra istese de bir daha boşadığı karısına kavuşma-makla manevî bir ceza görmüş sayılır. Bütün bunları bilen koca için karısını boşamanın güçlüğü kendiliğinden ortaya çıkar. Demek, İslâm Hukuku bazılarının zannettikleri gibi kadını, erkeklerin elinde bir oyuncak veya sokağa atılabilen bir paçavra saymamaktadır. Hakiki bir müslüman, durup dururken ve ortada bir geçimsizlik yokken, gazaba kapılıp çirkin sayılan talaka ait herhangi bir sözü sarf edemez.
- Fransız ihtilaline kadar Avrupa'da hakim ve cari olan Roma Hukukuna göre evlenme, kadının kocasının evine gitmesi ile, boşanma da, eşlerden birinin veya her ikisinin evlenmeye son verdiklerini beyan etmesi ile tahakkuk ederdi. Halbuki garbın bugünkü kanunlarını incelediğimizde görüyoruz ki, Avrupa evlenme ve boşanma hükümlerini aşağı yukarı İslâm Hukukuna uygun hale getirmiştir. Avrupa hukukçularına gökten bir ilham gelmiyeceğine ve başka bir yerde de böyle hükümler bulunmadığına göre modern hukukun İslâm Hukukunun tesirinde tedvin edildiğini kabul etmek zorundayız.[126] KADININ MİRAS HAKKI ADALETLİ MİDİR? İslâm, daima insanlığa değer veren ve fıtratla çatışmayan, tabii bir nizamdır. Erkek ve kadın meselesinde beşerin fıtratına uygun, pratik bir yol üzerinde yürür. Fıtratın mantığına uymanın mümkün olduğu yerde iki cins arasında eşitlik kurar ve yine fıtratın mantığına uyulamayacak yerlerde de ikisinin arasını tefrik eder ayırır. Bu tefrik mahallerinin en önemlisi ise mirastaki durumdur. Bu mesele uzun yıllardır tartışma konusu olmuş, İslâm'ın kadına hakkını vermediği, zulmettiği, kadın ile erkeği eşit tutmadığı yolunda istifhamlar ortaya atılmıştır. Tarihçe sabittir ki birçok toplumda olduğu gibi İslâm öncesi Araplarda da kadının miras hakkı yoktu. Hatta ölen kişinin karısı da herhangi bir mal gibi akrabalarına miras kalırdı. Bunu Hz. Ömer (ra) şöyle anlatıyor: "Vallahi biz, cahiliyye döneminde kadınlara hiçbir hak tanımazdık. Nihayet Allah, onlar hakkında indirdiğini indirdi. Mirastan verdiğini verdi."[127] Kadınların mirastaki haklarını belirleyen âyetler indiği zaman bazı sahabiler Peygamber Efendimize (sav) şöyle sormuşlardır: "Ya Rasûlallah, babasının bıraktığı maldan, ata binmeyen, düşmanla savaşmayan kıza malın yarısını mı vereceğiz? Çocuğa miras mı vereceğiz?" dedikleri rivayet edilir.[128] İslâm'da miras, insanların ihtiyaç ve mesuliyetlerine göre taksim edilmiştir. "Allah erkeğe iki dişinin hissesi kadar hükmeder" âyetiyle mirasın şekli belirlenmiştir. İlk bakışta "Allah, erkeğe iki dişinin hissesi kadar hükmeder"(Nisa, 4/167) âyeti okununca erkek için tercih hakkı veya bir üstünlük tanınmış gibi görülür. Halbuki kadınla erkeğin mükellefiyetlerine bakıldığında bu görüş boşlukta kalır. Her nimetin bir külfeti vardır. Aile hayatında ise nafakayı temin etme mükellefiyeti erkeğe yüklenmiştir. Erkek kendisi, karısı ve çocukları olmak üzere bir ailenin, nafakasını temin etmeye mecburdur. Binaenaleyh erkeğin masrafı ve yükü kadınınkinden daha fazla olacaktır. Bu durumda gelirin de masraf ile mutena-sib olması gerekir. Mükellefiyetler ve masraflar erkeğe yüklenirken, gelir dağılımında ve mirasta kadınlar eşit tutulması iktisadî kaidelere, adalete ve hakka muhalif bir zulüm olur. Kadın ile erkeği mirasta eşit tutmakla hukukî eşitlik esası ihlâl edilmiş olur. Aile teşkilinde de erkek kadına mehir vermekle yükümlüdür. Erkek, karısı ve çocuklarını beslerken, kadın -özel mülkü olsa bile- bu mükellefiyetten muaf tutulmaktadır. Hatta mükellefiyetini yerine getirmeyerek bu görevlerinde ihmalkârlık gösteren erkeğin en hafif cezası hapistir. Ölüm veya yaralama olaylarından mütevellid aile fertlerine ait kan bedellerini de erkek karşılayacak olup kadın yine muaf tutulmuştur. Erkek ailedeki -yakınlık derecesine göre- akrabaları yoksul, çalışmak ve geçinmekten aciz olanları beslemekle mükellef olduğu halde kadının yine bu gibi mükellefiyeti yoktur. Ayrı yaşamak durumunda kaldıkları veya boşandıkları zaman ise, çocuğun süt ücreti ve diğer masraflarını da erkek yüklenir. Getirdiği adaletli nizam içerisinde, sorumlulukları paylaştıran Allah, mirası da adilane paylaştırmıştır. Malumdur ki, adilane paylaşım, eşit paylaşımla aynı anlamda değildir. Adalet hak sahibine gereği kadar hakkının verilmesi şeklinde anlaşılmalıdır. Erkeğin hissesine düşen mesuliyet, mirasdan hissesine düşenden çok daha fazladır. Bütün bu külfetler erkeğe yüklenirken onun gücü ve kazanma kudreti hesap
- edilmiştir. Bu sayede zaif ve nazenin kadın, rahat ve sükuna kavuşturulmuştur. Çünkü kadın mal ve servet teminiyle yerine getirilmesi mümkün olmayan ancak fıtrî yapısına uygun olan şefkat ve sevgi atmosferini ailede tesisle mükelleftir. Kadın bu ulvi vazifesini yürütmek için rahata erdirilmiştir.[129] Binaenaleyh kadına hiçbir zaman erkekler kadar sorumluluklar yüklenmemiştir. Eğer sözü geçen avantajlardan sonra bir de kadına miras eşitliği tanınmış olsaydı bu erkeğe karşı bir zulüm olurdu. Her ne kadar kadının şahsî serveti olsa da erkeğin ondan birşey alması kat'î surette doğru değildir. Ancak ikisi arasında karşılıklı bir rıza bulunduğu zaman müşterek sarfiyat yapabilirler, kadın hiçbir şeye malik değilmiş gibi itibar olunur.. ve ona bakmak erkeğin vazifesidir. Erkek harcamaktan vazgeçtiği veya sahip olduğu mali servetine nisbetle sarfiyatta cimrilik ettiği zaman kadının erkeği şikayet etmesi hakkıdır. Kadının mükellef olmadığı vazifelerle mükellef olan erkeğin mirastan iki kadının hissesi kadar hisse alması iktisadî ölçülere göre acaba hakiki bir imtiyaz sayılır mı? Kaldı ki bu nisbet, emek sarf etmeksizin miras olarak gelen maldadır. Bu ölçü ise beşeriyetin bugün ulaşmış olduğu en adil kanuna göre taksim ölçüsüdür. İşte o "Herkese ihtiyacı kadar" prensibidir. İhtiyaç ölçüsü ise yapmakla mükellef olduğu vazife ve mesuliyetlerin sarfiyat nisbetidir. Kazanılan mala gelince, ne iş mukabilinde alınan ücretlerde ne ticaret kazancında ve ne de arazi ve benzeri mülklerin akar ve gelirinde kadın ile erkek arasında ayırım yoktur. O halde İslâm'ın bu ölçüsünde bir zulüm ve haksızlık sözkonusu değildir. Avamın anladığı ve kötü niyetli İslâm düşmanlarının dediği gibi bu meselenin aslı hiçbir vakit "İslâm'da kadının kıymeti erkeğin kıymetinin yarısıdır" şeklinde değildir.[130] KADININ DİYETİ NE ZAMAN YARIM NE ZAMAN TAMDIR? Hadiste "Kadının diyeti erkeğin diyetinin yansıdır" Duyuruluyor. Bu hüküm hata ile meydana gelen öldürmelerde geçerlidir. Diyet, öldürülen şahsın kendisiyle ilgili olmayıp, geride kalan mirasçılarına verilecek teminattır. Zira can ödenmez. Zayi olan kıymet-i maliye ödenebilir. Mâli bir haysiyet ve istihkak mevzubahis olduğunda da bu esas geçerlidir. Bu husus miras hukukuyla ilgili olduğu için de hata ile öldürülen kadının akrabasına yarım diyet verilir. Ama kasten öldürmede kadınla erkek arasında hiçbir fark yoktur. Çünkü bu bilerek yapılmış bir suçtur. İnsanlık bakımından kadınla erkek arasında bir fark ol- madığından katile ölüm cezası verilir. Öldürülen kimse kadın olsun-erkek olsun verilen cezada fark yoktur.[131] KADININ ŞAHİTLİĞİ İslâm, şahitlik mevzuunda iki kadını bir erkeğe denk tutmuştur. Bunun sebebi bazı meselelerde erkeği kadından üstün tutmak değildir. Âyette "Erkeklerinizden iki hazırı da şahid yapın, şayet ikisi de erkek olamıyorsa o zaman doğruluğuna emin olduğunuz şahitlerden bir erkekle iki kadın ki biri unutunca veya şaşırınca diğeri hatırlatsın" (Bakara, 2/282) Duyurulmaktadır.[132] Şayet şahitlik yapacak iki erkek bulunmazsa bir erkek iki kadın olsun... Fakat niçin iki kadın? Âyet-i kerîme bize tahminler serdet-meye imkân vermiyor. Bir hüküm bulunurken vaz' edilen bütün naslar vazıh olup, sebeplere dayandırılmış bir şekilde tahdit edilmektedir, işte bunun
- esbab-ı mucîbesi, biri şaşırdığında saptığında veya unuttuğunda diğerinin onu hatırlatması için. Şahitlerin bir başkası tarafından ihtar edilmeleri tasvip edilmemiş, unutan şahidin kendiliğinden hatırlatılması istenmiştir. İşte şahitlerin sayısını en az iki olması bu sebebe binaendir ki töhmet ve şüpheyi, hata ihtimali ve unutmayı bertaraf ederek zabtın ve adaletin kuvvetini açığa çıkarsın. Genel olarak erkeklere nisbetle kadınlarda (zabt) koruma kuvveti eksik olup, unutma ihtimalleri daha yüksektir. Böyle olmayanları çıksa da (istisnalar kaideleri bozmaz) itibar genel olarak umumadır. Kadınlar fıtraten hassastırlar. Hassasiyetleri de kolay etkilenmelerine sebep olur. Bu ise unutma sebeplerinden biridir. Ayrıca hafızasındakini zabtetme ve koruma işi sadece zekâ meselesi değildir. Birçok zeki insan aşırı hassasiyetlerinden dolayı hafızasına güvenemez. İkinci olarak kadında enfusiyet (sübjek- tiflik) hakimdir. Objektif hadiseler onu ikinci derecede ilgilendirir. Muamelat ve içtimaî işler gibi objektiflik gerektiren işlerle meşgul olmak kadınlık için arzu edilecek bir meşguliyet değildir. Bunlar esas itibariyle erkeklerin işleridir, bu mevzuların şahitliğini yapmak da erkeklerin görevidir. Ancak erkek olmadığı taktirde kadınlar yapar. Burada kadına asıl görev dışında bir vazife yüklenmektedir. Erkeğe ait olan bu görevi sadece bir kadına yüklemek de doğru olmaz. Bundan dolayı bu görev iki kadına yüklenmektedir. Üçüncü olarak; kadında haya ve hicab hakimdir. Ufak bir meşguliyetle onda olayların detaylı izlenimleri kaybolur. Bu şartlar altında bir kadına şehadet işini yüklemek onu rahatsız, huzursuz ve rencide edebilir. Dördüncü olarak; kadının fıtratı erkeğe mukabil olduğundan erkekleşmek kadın için züldür. Buna binaendir ki kadınlaşmış erkeklerin şehadeti muteber sayılamayacağı gibi erkekleş-miş kadınlarınk'i de caiz değildir. Bunların ikisi de kendi fıtratlarından uzaklaşmış, sükût etmişlerdir. Böyle değişime mütema- yil olanların, doğruları da değiştirebilecekleri ihtimalden uzak değildir. Kısacası fıtrat, kadının kemaliyle erkeğin kemalini hadleriyle belirleyip tefrik etmiştir. Bu durumda kadının olayları unutma ihtimalinin fazla bulunması fıtratı gereğidir. Bunun için şehadet edilecek olayı kadın erkekten daha fazla unutabilir. Fakat unuttuktan sonra tekrar tamamiyle hatırlayıp anlatabilirse şehadet mümkün olur. Ancak bunlar iki kadın olursa birinin unuttuğunu diğeri unutmamış olabileceğinden bunlar şehadeti yerine getirmeden evvel haricî hiçbir ihtirasa tabi' ve muhtaç olmaksızın, bir diğeriyle hasbihal ederek kendilerine, karşılıklı hatırlatma yaparak hafızalarını takviye ve tesbit edebilirler. Böylece bir taraftan kadının fıtratı, diğer taraftan da insanların hukuku korunmuş oluyor.[133] Halkın hukukunu korumak ve garanti altına almak için borç ve ticaret gibi erkeklere ait işlerde bir erkek yerine iki kadının şahitlik yapması emrediliyor. Ancak bir kadının da tek başına şahitlik yapabildiği mevzular vardır. Doğum, süt emzirme, dulluk, bakirelik lian gibi ailevî konularda kadın erkeğe denk olarak, tek kadının şahitliği yeterlidir.[134] MUTA NİKAHI (MUVAKKAT NİKAH) Nikah; karşılıklı huzur ve sükuna, sevgi ve şefkate dayanan aile kurup, çocuk sahibi olmayı gaye edinen bir akiddir. Şahitler huzurunda bile olsa bir kadınla muvakkat (sınırlı) bir süre için akit yapmak nikâh sayılmaz. İsterse on seneliğine, yirmi seneliğine olsun halk dilinde "acem nikahı" denilen bu iş, fuhuştan başka bir şey değildir. Nikah akdinin temel unsurlarından biride, onda olması gereken ebedîlik vasfıdır. Bu vasfın ihlal edildiği durumlarda ise nikâh, hükümsüz addedilir. Resu-lullah (sav) kafi olarak bunu nehyetmiştir. Ashab ve müctehid-lerden bu tür nikâhı kabul eden kimse yoktur.[135] İslâm düşmanlarının İslâm'da yeri olmayan böyle bir meseleyi islâmda varmış gibi gösterip, kelimelerin
- iştikakından faydalanarak, İslâm'ın kadını meta (kendisinden istifade edilen bir mal) olarak ele aldığını söylemeleri garazdan başka birşey değildir. TEADDÜD-Ü ZEVCAT (POLİGAMİ) En çok tartışma konusu olan mevzulardan biri de teaddüd-ü zevcat'tır. Halbuki bunu serrişte edenler, ya hiçbir din ve prensip kabul etmeyenlerdir ki, onların böyle birşeyi kınamaya asla ve kafa hakları yoktur. Zira onlar bütün prensiplere, karşıdırlar. Hiçbir kanun ve kayda tâbi olmaksızın pek çok kadınla münasebet kurarlar, hatta mahremleriyle dahi dinî nikâhı tecviz ederler. Yahut bunlar Yahudi ve Hristiyan gibi ehl-i kitap olanlardır. Onların hücumu dahi insafsızca, garazlı ve teemmül edilmeden yapılmış kendi adlarına dahi üzülünecek bir keyfiyettir. Çünkü İncil ve İncil ehlinin kabul ve teslim ettiği Tevrat ve Tevrat ehlinin kendi peygamberleri bilip tâbi oldukları nice en-biya-ı izam vardır ki bunlar daha çok kadınla evlenmişlerdir.[136] Önce şunu belirtmek gerekir ki İslâm fazla kadınla evlenmeyi emretmeyip sadece müsaade etmiştir. Şöyle demek daha doğru olur. İslâm, o güne kadar dünyanın hemen her yerinde uygulanan sınırsız evlenme (poligami) hürriyetini sınırlamış ancak dört kadınla evlenmeye müsaade etmiştir. Tirmizî ve İbn Mâce rivayet ediyor: Gaylan İbn Seleme es-Sakafi müslüman oldu, on tane karısı vardı. Peygamber Efendimiz (sav): "onlardan dört tanesini seç al" buyurdular.[137] Ebu Davud rivayet ediyor: Umeyr el-Esedi şöyle dedi: "Ben müslüman olduğum zaman sekiz tane karım vardı. Bunu Peygamber Efendimiz'e (sav) anlatınca şöyle buyurdular: 'Onlardan dört tanesini seç al. "'[138] İslâm erkeklerin hiçbir kayd ve şarta bağlanmadan diledikleri kadar kadınla evlendikleri bir zamanda şöyle seslendi: Burada hiçbir zaman çiğnenmeye yeltenilmeyecek bir hudud vardır, o da dörttür. Bunun şartı da hanımlar arasında adaletin gözetilmesidir. Aksi takdirde bir hanımla yetininiz. İslâm meseleyi başıboş bırakmak için değil, bilakis sınırlandırmak için, evlilik işini erkeğin arzusuna terketmek için değil teaddüd-ü zevcatı zabt u rabt altına almak için gelmiştir. Peki niçin bu ruhsatı vermiştir? Çünkü İslâm insanî, pratik ve müsbet bir nizamdır. İnsanın fıtratı ve yapısına zaruret ve yaratılış gerçeklerine uygun bir nizamdır. Gerek günümüzde gerekse eski cemiyetlerde kadınların erkeklerin sayısını aştığı devreler vardır. Tarih boyunca sık sık tekerrür eden bu problemi nasıl halledeğiz. Bu durumda: a) Evlilik çağına gelmiş her erkeğin, bir kadınla evlenmesi ve diğer kadınların gayr-i meşru hayata düşüp meta haline gelmesi. b) Erkeklerden gücü yetenlerin birden fazla kadınla evlenmeleri. Birinci ihtimal tertemiz İslâm prensiplerine, afif Islâmî cemiyet kaidelerine ve kadının İslâmî şeref
- telakkisine tamamen zıttır. İkinci ihtimal, İslam'ın seçtiği yoldur. Çünkü İslâm, insanın müsbet gerçekleriyle yanyana, atbaşı yürüdüğü için bu yolu seçmiş bulunuyor. İnsanı sefahetin bataklığından tutup çıkarmak, yüceltmek, makamların en son noktasına yerleştirmek için bu yolu takip ediyor. Ama nasıl? Kolaylıkla, güzellikle, pratik olarak!... İkinci olarak eski ve yeni hiçbir toplumda insan hayatının bir yönü gözardı edilmemiştir. Erkek yetmiş yaşına kadar cinsel iktidarını koruyabilir. Kadın ise elli yaşlarına kadardır. Burada erkeğin verimlilik çağı ile kadının çocuk yapma çağı arasında ortalama olarak yirmi yaş olduğu görülür. Hal böyle olunca erkeğin daha uzun olan verimli devreden fayda temin etmemesi ve hayattan el-etek çekmesi fıtrat kanunlarıyla çelişir. Ancak her zaman ve her halükârda, geçerli fıtratla daima ittifak eden bu ruhsatla fıtratın gereği yerine getirilebilir. Üçüncü; karı-koca fıtrî vazifelerini yerine getirmek arzusu duydukları halde hastalık ve yaşlılıkları buna engel teşkil ettiği halde aralarındaki bağların kopmasını istemez ve ayrılmaktan şiddetle kaçınırlarsa, böyle durumlarda hangi yola başvurabilirler? a) Eşleri başıboş bırakıvermek ve istedikleri kişilerle düşüp kalkmalarına göz yummak. b) Erkeğin -zaruret halinde- birden fazla evlenmesini meşru kılmak ve ilk karısının nikâhını muhafaza ederek... Birincisi hilkat kanunlarına aykırıdır. Allah'ın hayvanlardan üstün kıldığı insanın, insanlığına layık olabilmesi için beşeri hayatın gelişip yükselmesinde, temizlenip tezkiye edilmesinde takip ettiği hareket tarzına tamamen zıttır. İkinci ihtimale gelince... Evet bu, fıtrî zaruretleri ve İslâm'ın hilkat kanunlarında takip ettiği seyre uygun bir tarzdır. İlk karısını önceki hayatlarına hürmeten muhafaza ediyor. Karı-kocayı aralarındaki sevgi ve hatıralarla başbaşa bırakıyor. Bu ve benzeri hususlar, kadın çocuk yapmak istediği halde çocuğu olmaması durumlarında da görülmektedir. O zaman önümüzde sadece iki yol vardır. a) Karısını boşayıp çocuk sahibi olma arzusuna cevap verebilecek başka bir kadınla evlenmek. b) İlk karısıyla olan ailevî bağları koparmadan başka bir kadınla evlenmek. İslâmın verdiği bu ruhsat fıtrî gerçeklere ve hayatî hakikatlere cevap verici mahiyettedirler. Cemiyetin çözülüp dağılması tehlikesine karşı koruyor. Eşler arasında adalet şartının getirilmesi ile de aile hayatı dargınlık ve ayrılma gibi felaketlere karşı himaye ediliyor. Kadını zulüm ve baskıdan koruyor. Zaruret olmaksızın sırf küçük düşürmek için girişilen taarruzlara karşı kadının şeref ve haysiyetini koruyucu tedbirler alıyor. İzzet-i nefsinin icabı ve zaruretlerini yüklediği vazifeleri güvence altına alıyor. İslâm'ın ruhuna ve onun talimatına vakıf olan birisi kalkıp "Taaddüd-ü zevcat sadece erkeğin yararına olan bir şeydir. İçtimaî veya fıtrî zaruretler nazar-ı itibara alınmadan yapılmış bir tevcihtir. Bu hayvanî bir şehvet hırsından başka bir-şey değildir. Bu kadın arkadaşlarla erkek arkadaşlar arasında yapılan değişim gibi zevceler arasında yapılan bir değişimdir" diyemez.
- DAYAK MESELESİ Aile beşerî hayatın saadetini ve yücelmesini temin eden bütün merhalelerine tesir eden başlangıç noktasıdır. Zira, insan denen varlığın meydana gelişi, olgunlaşması ve nesillerin devamı ancak bu şekilde sağlanabilir. Tek kelime ile kainatın, İslâm tasavvuruna göre en mukaddes unsuru aile müessesesidir. Bu müessesenin her türlü yıkıcı faktörlerden korunmuş olması gerekir. Bunun için de bir takım tedbirler tavsiye edilmiştir. İslâm'da iyi kadınlar övülmüş, onlara büyük ecirler vaade-dilmiştir. Kötü huylu olan kadınlara gelince, onlar hakkında da ıslah çareleri düşünülmüş onların ruhlarındaki bu değişikliğin aile müessesesini yıkmalarına fırsat ve zemin bırakılmamıştır. İlâhî nizam şımarıklığın, isyanın ve serkeşliğin bilfiil tahakkuk etmesine isyan bayrağının kaldırılmasına hakimiyet makamının düşmesine müsaade etmez ve aile müessesesinin iki ayrı kampa ayrılmasına kadar beklemez. Bu durumda tedavi ve telafi çareleri azalacağından, tehlike bu noktaya gelmeden ıslah yollarına başvurulması gerekir. Zira beliren felaket büyüdükten sonra bu mukaddes müessesenin huzur ve saadeti ortadan kalkar, çocukların terbiye ve ruh sağlığı bozulur ve neticede dağılır gider. Şu halde mesele çok önemlidir. Uzaktan anlaşmazlık ve çekişmelerin belirtileri baş gösterdiği zaman hemen gerekli icraata ve önleyici tedbirlere girişmek lazımdır. Ailenin reisi durumunda bulunan erkeğin ıslah edici, önleyici te'dib hareketlerine girişmesi gerekir. İntikam almak ve eziyet etmek için değil, ailede sükuneti sağlamak, anlaşmazlığı bir an evvel gidermek için... Bu hükümler hiçbir zaman kadınla erkek arasında muharebe meydana getirmez. Serkeşliğe yöneldiği zaman kadının başını ezmek veya onu zincire vurmak için de konulmamıştır. Allah Resûlü'nün kadınları dövme tavsiyesi diye birşey yoktur. Veda Hutbesinde söyledikleri çağımıza ışık tutup, insan haklarını beyan etmektedir. Bu ıslah tedbirleri Nisa Sûresi'nin 34. âyetinde anlatılmaktadır. 1- Serkeşlik, küstahlık ve başkaldırmasından endişe edilen kadınlara erkeklerin yapacağı ilk iş onlara nasihat etmek öğüt vermektir. İslâm belirli bir hedef için muayyen bir gerçeğe yönelir. Bu gaye de serkeşliği daha yayılıp dağılmadan tedavi etmektir. Kadınlar erkeklerin himayesi altında bulunurlar, onların işlerini görürler, neslini devam ettirirler. Erkekler de bir mürşid gibi nasihat eder irşadda bulunur ve onlan insanlık semasına yükseltmeye çalışırlar. Onların bir kısım zaaf ve temayülleri vardır. Bu mevzuda erkekler daima onlara payanda olacak ve istikamet yolunu göstereceklerdir. Belki onlar kendilerine ait kozları kullanmak isteyecekler fakat erkeklere düşen ilk vazife, onları Cenâb-ı Hakk'ın murakebesine ulaştırmaktır. 2- Kadınların erkekleri ele geçireceği ve onları alt edeceği yer yatak odalarıdır. Kadın orada erkeğini ele geçirirse, hayatın diğer safhalarında da erkek ona söz dinletemez. İşte onlann hakim olduğu o yerde erkek edep sınırını aşmadan ve yaptığından evin içindekiler veya başkalarını haberdar etmeden meselenin mahremiyetini koruyarak kadına karşı iradesinin hakkını verir ve orada mağlup olmazsa psikolojik olarak kadının hizaya gelmesi daha kolay olacaktır -yalnız çok hassas davrarylması gereken bu noktada ifrat ve tefritten kaçınmak lazımdır- zira her ikisinde de beklenen neticeyi elde gtmek mümkün değildir. Erkek odayı terk etmeyecek, kendine ayn bir yatak yapmayacak belki aynı yatakta sırtını dönerek mesafeli duracak". Zaj:en iradesinin hakkını vermek de o esnadaki dirayetiyle belli olacaktır. Böylece onu kendi silahıyla alt etmiş olan erkek kadına koz kullanma fırsatı vermemiş, onun benlik gösterilerine iradesi ile karşılık vermiş olacaktır. Ancak hatırlatmak gerekir ki âyette anlatılan hususlar belli bir tertip içinde anlatılmaktadır ve belli bir sıra takibi şarttır yani evvela nasihat gelmektedir eğer nasihattan hiçbir fayda elde edilmez ise o takdirde
- yatakta onu kendi haline bırakma safhasına teşebbüs edilir. 3- Bazen bütün yapılanlar da kâr etmez, kadın huysuzluğunu sürdürür durur. İşte bu noktada belli prensipler dahilinde ve bir arızaya meydan vermemek şartıyla hafifçe dövmek son merhale olarak kabul edilen bir çaredir. İşte bu üç merhale nazara alınarak meseleye öyle bakmak iktiza eder. Yoksa ister lehinde, ister aleyhinde gidip hemen dövmeye kalkmak dengesizliktir. Bir kere dövme esas değildir, anlaşmazlık ilerlemeden emareleri görülünce telafi etmek maksadıyla bu icraat mubah kılınmakla beraber kötüye kullanılmaması için de gereken tedbir alınmıştır. Medine devrinde erkekler, Allah Resûlü'ne gelerek kadınların huysuzluğundan şikayet ettiler. O da : "Fazla acıtmadan hafifçe okşayınız" buyurdu. Bir müddet sonra da Hane-i Saadetin odaları, kocalarından dayak yiyen şikayetçi kadınlarla doldu. Ezvac-ı tahirat, durumu iki cihan serverine bildirdiler. Bunun üzerine Allah Resulü, mescide gelerek sahabeyi topladı ve onlara "Duydum ki kadınları dövüyormuşsunuz. Bundan böyle kadınlar dövülmeyecektir" buyurarak meseleyi kesip attı. Kadın dövmeme hususunda Allah Resulü'nden şeref sudur olan bir çok hadis-i şerif vardır. Adeta bu hadisler âyette mücmel (kapalı) bırakılan bazı hususları tefsir ve beyan etmiştir. Bilhassa gündüz, kadını hayvan döver gibi dövüp, gece de yanına gitmeyi sert bir dille kınamıştır. Gece bütün bağları koparmak zorunda olan insanın sabahki tavrı hiç te hoş karşılanmamıştır. Dövmek en son ve mecburi istikamet neticesi ruhsat verilen bir hareket tarzıdır. Yukarıda da belirttiğimiz gibi bir ve ikinci maddelerin fayda vermediği yerde kullanılır. Yani istisnai bir durumdur. Başka türlü yola gelmeyen ve fıtratı ancak dövmekle yola gelmeye müsait olanlara tatbik edilebilir. Bazı ruhi bozukluklar üzerinde psikologların yaptıkları tecrübeler ve mülahazalar aynen şöyledir: "Ruhi bozuklukların giderilmesi, kişinin davranışlarının düzeltilmesi ve normale doğru götürülmesinde en başarılı yol dövmektir." Bir kısım kadınlar gördükleri erkeği tam bir erkek olarak kabul etmek için pazu kuvvetiyle kendilerini alt etmesini arzu ederler. Elbette bu bütün kadınların tabiatı değildir. Bu tip mazohist kadınlar da mevcuttur. İşte böyle durumlarda bu son çareye başvurulması icap eder. Döverken de canını fazla yakmayacak ve bilhassa yüze vurulmayacaktır. Allah Resulü bundan menetmiştir. Yüz Cenâb-ı Hakk'ın rahmaniyetini ve rahimiyetini temsil eden en parlak aynadır. Yüzde o manaya ait çizgiler vardır, dolayısıyla yüze vurulmamalıdır. Haddi zatında dövmekten gaye, onun onur ve gururunu harekete geçirmektir. Bunu temin için en asgari ölçü neyse o kullanılmalıdır. Kadını dövme, ıslah için başvurulan en son çaredir, dedik ve katiyyen can yakıcı olunmayacağını da ilave ettik. Buradan şu noktayı da belirtmemiz gerekir. Islah düşüncesinin dışında ve can acıtıcı şekilde dövmekle de erkek Allah katında mes'ul olur ve bu şekilde davranışlar da katiyyen caiz değildir. Nasıl ki nasihatle onun düzelmesini düşünüyor, nasihat ediyor ve nasihatin bütün yollarını kullanıyoruz; nasıl ki yatağını terketmekle ona karşı boykot yapıyor, fakat gururunu onurunu kırmıyor, onu mahcup etmiyor ve sadece ıslahını düşünüyoruz, aynen öyle de şayet, hafif bir dövmekle düzelecekse, o zaman da onu tatbik edeceğiz. Yoksa, bana baş kaldırıyor, serkeşlik yapıyor diye hayvan döver gibi onu dövmek, maksadı, manası, hedefi olmayan, cahilce ve acemice bir harekettir ki, Allah katında insanı muhakkak mahcup ve mes'ul eder. Tabii olarak, bazen aile içi kırgınlıklar olabilir. Fakat bunlar büyütülmeden halledilmelidir. Bazı kadınların
- yanlış hareketlerini düzeltmede işaret veya az bir gönül koymuşluk kâfi gelir. Bazıları ise ancak te'diple düzelir. Bilindiği gibi İslâm'da boşanma yerilmiştir ve Allah'ın sevmediği bir iştir. Herşeyden önce aile yuvasının yıkılmaması için her iki tarafın da özveride bulunmaları beklenir. Burada anlatılan bu üç merhaleyi de böyle değerlendirmek gerekir. Müteakip ayette aile birliğinin dağılmaması için hakem gönderilmesi önerilir. Denilebilir ki neticesi boşanmaya varacak ve daha kötü sonuçlar doğuracak bir durum karşısında dövmeye bile ruhsat verilmiştir. Bu aynı zamanda, İslâm hukukunun "Ehven-i şerreyn ihtiyar olunur" genel prensibine de uygunluk arzeder. Bu ayrılmadan bin kat daha yeğdir. Şimdi soruyorum, bu türlü kademelerle gelinip ulaşılan bir dövmeye hangi akıl mantık sahibi itiraz edebilir. Hem yüz kadından birinde böyle bir dövme müsbet tesir icra.ederek o kadını yola getirecekse, İslâm dini niçin böyle bir çarenin önünü tıkasın? Bu bir terbiye usul ve metodudur. Efendimiz "Vurun" derken bu ölçü içinde demiştir, vurmayın diye men ederken de işkence eza, cefa ve intikam alma hissiyle yapılan dövmelere karşı kadını korumak için demiştir.[139] Elmalık Hamdi Yazır, bu âyetin tefsirinde şu notu düşüyor Zamanımızda Kur'ân'ın bu emrini yanlış tefsir ederek dillerine dolamak isteyen bazı Avrupalılar görüyoruz fakat ne garip bir tesadüftür ki, biz bu âyetin tefsiriyle meşgul olduğumuz sırada bir Fransız mahkemesinin, kocası tarafından dövülmüş olan bir Fransız karısının açtığı davaya karşı "hırçınlık edip kocasını ga-daplandıran bir kadının yediği dayaktan dolayı boşanma davası açmasına hakkı olmadığına" hükmettiğini gazeteler ilân ediyordu.[140] KADININ EĞE KEMİĞİNDEN YARATILMASI (*) (*) Bu bölüm M. Fethuliah Gülen'in "Asrın Getirdiği Tereddütler" adlı kitabından (2/154-162) aynen iktibas edilmiştir. "İnsan, tekâmül neticesi şu hali iktisab etmiş bir varlık değildir. O müstakillen, bir nev'i olarak yaradılmıştır. Yoksa, nev'ilerin değişmesi neticesinde birşeyler iktisab ede ede bu hâle gelmemiştir. İstifa- i tabii'ye (natürel seleksiyon) uğrayarak da bu hale gelmiş değildir. İnsan, nev'i olarak Allah tarafından yaradılmıştır. Hz. Adem de bir bakıma, Hz. Mesih gibi mucize olarak yaradılmışdır. Sebepler âlemi içinde mucizeyi izah etmeye de imkân yoktur. Doğrusu, canlının meydana gelişini, ne tabiatçılar, ne de tekamülcüler pozitif olarak ispat etmiş değillerdir. Ortaya attıkları nazariyeler, ilmî bir tarafı olmayan tutarsız şeylerdir ve çok zayıf payandalar üzerinde durmaktadırlar... Yapılan haklı tenkidler karşısında da, artık iflas etmiş sayılırlar. Bu hususda yazılmış eserler, yapılmış konuşmalar var; istifade için onlara başvurulabilir... Sebepler âlemi içinde bir meseleyi ele alırken, onu illet-malûl (sebep-netice) dengesi içinde "tenâsüb-ü illiyet prensibV'ne göre ele alırız. Meselâ diyoruz ki; bir tohumdan bir ağacın meydana gelmesi için, Allah'ın (cc) izniyle evvelâ buna zemin, toprak, vasat, atmosfer, tohumun ve tohumun da ukde-i hayatiyesinin müsaid olması gibi şartlar lazımdır. İşte bu sebebler, omuz omuza verince "illet-i tâmme" dediğimiz şey meydana gelir. Bu illet (sebeb), malûlün (netice) vücudunu zarurî kılar. Yani, Allah'ın izniyle bu sebepler toplanınca, bir ruşeym bir başak, bir yumurta da bir civciv olur. İnsanın ilk yaradılışı bir mucizedir. Bu meseleyi sebep-netice münasebeti içinde şöyle ele alabiliriz. Diyelim ki; bir canlıdan, diğer bir canlı elde etmek için, bir kuşla bir tavuğu veya bir atla merkebi çiftleşdirdiniz; birincisinden hiçbir şey olmaz. İkincisinden de nesli devam etmiyecek olan katır meydana gelir. Burada illet eksiktir; yani "tenâsüb-ü illiyet" prensibine göre neticeye gitmede kusur vardır. Ama, erkek ve kadından, bir insanın elde edilmesi için, erkek spermi, kadının rahminde yumurta ile bütünleşirse, mualece tam, sebepler eksiksiz ve herşey mükemmeldir. O zaman Allah'ın emri ve izniyle
- cenin teşekkül edebilir, büyür., geçireceği safhaları geçirir ve dünyaya gelir. Burada, sebepler tam içtima ettiğinden, beklediğiniz neticeyi elde etmiş olursunuz. Vakıa, harikulade kabilinden Allah (cc)onu da değiştirebilir ve ayrı bir kabiliyette, değişik mahiyette de dünyaya getirebilir... Evet bu, işin esbab içinde izahıdır. Mesele, illetler malûller, sebebler-neticeler üstü cereyan ederse, o zaman evolüsyonla, naturel seleksiyonla değil, Allah'ın (cc) ve Resulünün (sav) anlattığı şekilde kabul etmemiz iktiza eder. Allah diyor ki: "Sizin izah edemediğiniz noktayı ben size anlatayım" bu bir mucizedir. Hz. Adem annesiz babasız; biz. Mesih ise babasız bir mucizedir. Allah, herhangi bir varlığı hazan anasız, bazan babasız meydana getirdiği gibi, bazan da hem anasız, hem de babasız yaratabilir. Ve işte, Hz. Adem'in yaratılması da böyledir ve bu yaratılışı sebeplerle izah etmeye, imkân yoktur. Kur'ân-ı Kerîm meydan okuyor. "Gezsinler yeryüzünü, hilkat nasıl başladı görsünler." (Ankebut, 29/20) Yokluktan varlığa geçişi nasıl izah edecekler? Bunun gibi, Hz. Havva'nın, Hz. Adem'den yaratılması meselesi de, başka bir mucizedir. Onun için, sebeplerin cereyanı içinde bunu da, izah edemiyoruz. Tabii edemiyoruz diye inkâra kalkışmak da, safdillik olur. Çünkü aynı şey Hz. Adem ve Hz. Mesih için de bahis mevzuudur. Hz. Adem ve Havva'nın yaradılışı unutulduğu için, Hz. Mesih'in yaratılışı ile Allah, yeniden ilk yaratılışa nazarları çeviriverdi ve Hz. Mesih'in dünyaya gelişini soranlara: "Allah'ın nezdinde Hz. İsa'nın durumu, Hz. Adem'in durumu gibidir. Allah onu topraktan yarattı. Sonra da ona "ol" dedi ve oluverdi" (ÂH İmran, 3/59) buyurmaktadır. Evet, insanlık ilk mebdei unutmuştu. Hz. Mesih'le Allah (cc) onu yeniden hatırlatıverdi. Şimdi serrişte edilmek istenen Hz. Havva'nın, Hz. Adem'in eğe kemiğinden yaratılması meselesine gelelim: Ben bu hususta da yine bir diyalektik yapılmak istendiği kanaatindeyim. Diyalaktiğe mevzu teşkil eden husus şu: Hz. Adem'in kaburgalarının en küçük, en kısa kaburgasından bir parça alınıp, ondan Hz. Havva yaratılıyor.. Niye eğe kemiği ve niye Hz. Adem'den? Evvelâ şuna dikkatinizi rica edeceğim; insanın Allah tarafından yaratıldığına o kadar kuvvetli deliller vardır ki, bunu inkâr etmek mümkün değildir. Ve aynı zamanda bu, Allah'ın varlığına zahir ve bahir bir delildir. Kâinat binlerce kanun, nizam ve prensibleriyle aynı şeyi anlatıyor. İnsanın, enfüsî hüviyeti, iç âlemi, kalbi, sırrı, daha keşfedilemeyen bir sürü letâifi hep Allah'ı gösteriyor. Daha bunlar gibi Allah'ın varlığına kati şâhid olacak binlerce delil var. Hemen herkes; feylosof, mütefekkir, kelama, bu delillerden bir kısmına tutunmuş, onlarla sahil-i selamete çıkmağa çalışıyor. Hele bunların bin tanesi bir araya getirilince, Allah'ın varlığını gösteren ne müthiş, ne güçlü bir delil olur, kıyası dahi kabil değil. Şimdi bir kısım inkarcılar, bütün delillere gözlerini kapayarak sadece, Hz. Adem'in eğe kemiğinden, Hz. Havva'nın, yaratılması meselesini, inkâra vesile gibi göstermek istemektedirler. Bunların durumunu Büyük Mürşit şöyle bir misalle dile getiriyor: "Arkadaş! Nefsin vücudunda bir körlük vardır. O körlük onun vücudunda devam ettiği müddetçe, hakikat güneşinin görünmesine bir engel teşkil eder. Evet, müşahede ile sabittir ki; bir mimar elinden çıktığını gösteren kat'î, yakını burhan ve delillerle dolu büyük bir kalede, küçük bir taşda, küçük bir muvazenesizlik görülse, o kör olası nefis, o kaleyi tamamen inkâr eder ve altını üstüne getirir. İşte nefsin cehaleti, hamakati bu gibi insafsızca tahribattan anlaşılır." Bu düpedüz bir şartlanmışlık, bir peşin hükümlülük ve muhakemesizlikden başka birşey değildir. Evet, ister insan, ister kâinat, baştan aşağıya, Allah'ın varlığı hakkında, binlerce delil, binlerce beyan olarak bu hakikati ilân ettiği halde, herşeye böyle tek taraflı bakmak, mahrumiyet değil de ya nedir..? Eğe kemiği meselesi, Buhari, Müslim, Ahmed b. Han-bel'in Müsned'inde anlatılıyor. Bu kitaplarda zikredilen ha-dis-i şerif, Hz. Havva'nın, Hz. Adem'in eğe kemiğinden yaratıldığını ifade ettiği gibi, Kur'ân-ı Kerîm de Nisa sûresinde "Ey insanlar O Allah'a karşı gelmekten sakının, korkun ve himayesine girin ki, O sizi bir nefisten yarattı ve eşini de ondan yarattı." Sure şeklinde meseleye temas ediyor. Burada arap
- dilinin karakteristik hususlarınan birisine dikkatinizi rica edeceğim. Dişiye râci zamirler "Hâ" şeklinde; erkeğe râci zamirler "Hû" şeklindedir. Bunu aşağıdaki âyette açık olarak görmek mümkündür: "Sizi bir nefisden yarattı; eşinizi de ondan yarattı." (Zümer, 39/6) Bu ifade üzerinde biraz duralım. Demek ki, Cenâb-ı Hak evvelâ Hz. Havva'yı, zât-ı Adem'den değil de mâhiyet-i Adem'den yarattı. Çok dakik bir husustur bu... Nefs-i Adem, mâhiyet-i Adem'den başkadır. Meselâ bir insanın, "zatı budur, boyu şu kadar, kilosu bu kadar, edası şöyledir" denilir. Bir de onun mahiyeti, iç ve dış âlemi, düşünceleri, Allah'a yakınlık ve uzaklığı vardır. Eğer bir insan esas benliği ile ele alı-nacaksa, ikinci şıkkı, yani mahiyetiyle ele alınacaktır. Aslında öbür yanı, sırf bir iskelettir. Şimdi bu mânâdaki bir insan, benliği ve nefsi itibariyle başka, cesedi itibariyle başkadır. Kur'ân-ı Kerîm Hz. Havva'nın hilkatini ele alırken "minha" sözüyle "o nefisten" diyor; Adem'den değil. Ayrıca, hadis mütevatir olmayıp, âhâdî olduğu için, böyle tek kişinin rivayet ettiği bir hadisi âyetle izah etmek icab eder. Bu husus ayet ve hadislerin izahında önemli bir usûldür. Ayet burada mütevatir ve Allah'ın kelâmıdır. Öyle ise, hadisi âyete irca etmek ve mübhem noktaları âyetle aydınlatmak gerekir. Evvela, Resûl-ü Ekrem'in (sav) bu hadis-i şerifi ifade buyururken, bu sözün söylenmesine esas teşkil eden hususun bilinmesi çok önemlidir ve mutlaka buna dikkat etmek lazım gelir. Buyuruyor ki: "Kadınlara hayır tavsiye edin." Yani, onlara daima iyiliği, güzelliği anlatın ve nasihatçı olun ki, istikamet kazansınlar. Çünkü kadın eğe kemiğinden yaratılmıştır. Eğer onları çarçabuk düzeltmeye kalkarsanız kırıverirsiniz; ihmal ederseniz, bu sefer de eğri kalırlar. Demek ki, burada sözün iradına sebep olan şey, yani hadisin üzerinde dönüp durduğu husus, "menat" kadının terbiyesi ve ev siyasetidir. Evet, onu çabuk düzelteyim derseniz kırıverirsiniz; hiç düzeltmeyeyim derseniz, bu defa da olduğu gibi kalır. Allah'ın Resulü (sav)bunu anlatmak için bir husus tesbit ediyor. O da, erkeğe nisbeten kadının eğriliğe daha müsait olması, inceliği ve kırılırlığı... Demek ki, esasen hadis-i şerifte anlatılmak istenilen şey, Hz. Havva'nın eğe kemiğinden yaratılmış olması değil; kadının kendi haline bırakılırsa eğri kalacağı, ölçüsüz bir düzeltmeye gidince de, kırılacağı hususudur. Tabiî, burada ifadenin bu şekilde irâd edilmesi ne hikmete binâendir, o da ayrı bir mesele... Resûl-ü Ekrem (sau) bunu ifade ederken, "min dal'ihî" "eğe kemiğinden" demiş. Buradaki "min" Türkçemizde, "den" karşılığıdır. Ama bu bazan "teb'iz" içindir, birşeyin bir parçasından, bazısından demektir. Bazen "beyan" mânâsına gelir, şu cins şeyden demektir. Binâenaleyh, burada Resûl-ü Ekrem (sav) meseleyi kestirip atmadığına göre, başka mânâlar da akla gelebilir. Efendimiz'in (sav) bu türden pek çok ifadeleri vardır... Meselâ buyuruyor ki, "Her canlının bir şeytanı vardır. Hayvanların şeytanı da şudur." Kaçan bir deve münasebeti ile, bunu söylüyor. Ve devam ediyor; "Deve şeytandan yaratılmıştır." Şeytanın artığından gibi bir şey... Esasen Efendimiz (sav) bu ifadelerinde; nasıl insanların şeytanları var; öyle de, hayvanlar içinde de, şeytanların yaptığı şeyleri yapanlar vardır; diyerek şeytandan ziyade, şeytanca davranışa dikkati çekmiştir. Aslında bizler de duygusuz, hissiz bir adama: "Bu adam odundandır" deriz. Elbetteki hiç kimse, bu adamın maddesinin odun olduğuna hükmetmez. Belki duygusuz, katı, en ufak bir hassasiyet yoktur, mânâsına hamleder ve öyle anlar. Bunun gibi "Falan insan şeytandır" dendiği zaman; iğfal, idlâl eder, insanları baştan çıkarır mânâsı kas- dedilmiştir. Şimdi, başta söylediğim âyetin mânâsına dikkat ederek Efendimiz'in (sav) sözüne bakalım. Kadın, erkeğin "eğe kemiğinden yaratılmıştır. Yani, bir bakıma kadın erkeğin bir parçasındandır; yani, aynen erkeğin cinsinden ve mahiyetinden bir varlıktır. Yani onun protein çorbası ne ise, onun ki de odur. Yoksa aynı cinsten olmasalar, telkih ve aşılama olmadığı gibi nesil de üremez. Çünkü âyetin sonunda şöyle diyor: "Sonra onlardan birçok erkek ve kadınlar üretiverdi." (Nisa, 4/1) Ayrı cinsten olsa üreme olmayacaktı. Demek ki aynı olması lazım...
- Hadiste "dalâa" kelimesinin kullanılması, kök itibariyle eğrilik tabirinden daha çok, eğriliğe meyilli olduğuna, çabuk eğritebilecek durumda olduğuna işaret içindir. Resûl-ü Ekrem (sav) bu tabiri seçmişlerdir. Yani kadın erkekten daha çabuk bozulabilir ki, böyle bir husus, münakaşası yapılmayacak kadar açıktır ve hal-i âlem buna şâhid-dir. Evet, bugün ehl-i gaflet, ehl-i dalâlet; kadını, erkekleri baştan çıkarmak için bir olta olarak kullanmaktadır. Hele şu 20. asırda kadın, öyle pâyimâl olmuştur ki, hiçbir devirde onun bu kadar zebil olduğunu göstermek mümkün değildir. Reklamlar müessir olsun diye en âdi reklamlarda dahi onun âlet edilmesi, hadisde işaret buyurduğu gibi, onun boşluk ve zaaflarını göstermesi bakımından fevkalâde manidar olur.. Tekerleklerin üzerine, hela ve banyo malzemesi üzerine, sucuk ve sosis üzerine yapıştırılan kadın resimlerini izah etmek mümkün müdür? Ve bu bayağı şeylerle kadın arasındaki münasebet nedir...? Demek ki, kadın ehl-i dalâlet ve ehl-i gaflet tarafından bir kısım eğriliğe-büğrülüğe alet edilecekmiş ki, ileride zuhur edecek böyle bir eğriliği, Resûl-ü Ekrem (sav) erkeğin en eğri tarafından alınmış diye ifade buyurdular. Evet, sanki kadın, o cinsin en eğri yanlarını nefsinde toplamış da bir mânâda eğriliğin timsali olmuş gibidir. Herhalde bu hususu ifade etmek için, bundan daha güzel ve tatlı bir tâbir seçilemezdi. Ayrı bir hususu daha bu münasebetle ele alalım. Tevrat'ın Tekvin bölümünde Hz. Havva'nın, Hz. Adem'in bir tarafından alınıp yaratıldığı açıkça ifade edilmektedir. Esasen Hz. Adem'in herhangi bir tarafından Hz. Havva'nın alınmasında hiç bir beis yoktur. Allah'ın mucize olarak yarattığı Hz. Adem, daha su-toprak arası bir halde iken, o çorbanın bir tarafından bir parça alınıp, ondan da Hz. Havva'nın yaratılması, hiçte istiğrab edilecek bir husus değil Aslında, ilk hilkat bir mucizedir. Hz. Adem de, Havva da bu mucizenin eseridirler. İlim, bu hususta kolsuz, kanatsız, gözsüz ve sağırdır ve ilk hilkat için birşey söyliyememekte, ma'kul bir tefsir getirememektedir. Binâenaleyh ilk hilkati zaten mucize olarak ele alıyor ve Allah'ın dediğine teslim oluyoruz. Bunu da ceffel-kalem, körü körüne değil, bilakis, atomdan-kâinata, herşeyde Allah'ın ilim, irade ve kudretinin Kahhar hakimiyetini ilim ve fen pencerelerinden göre göre, hissede hissede kabul ediyoruz. Doğruyu O bilir ve doğru O'nun dediklerinde aranmalıdır. "
- KADER Abdülkadir Paksoy
- Dördüncü Bölüm I. KADER ve İRADE MESELESİNDE ORTA YOL Kader meselesi üzerinde İslâm'ın bidayetinden bu yana nice nice insanlar değişik görüşler beyan etmişlerdir. Bunlardan bir kısmı i'tidal ve istikameti korumasını bilmiş, bir kısmı da ifrat ve tefritler içinde bocalamıştır. Hele günümüzde ortaya atılan yeni iddialar kaderi inkâr adına değişik boyutlar kazanmaya başlamıştır. Bizim burada anlamakta zorlandığımız husus ise, ilahî ilimleri akedemik düzeyde ele alan değerli bilim adamlarımızın bu düşüncelere arka çıkmalarıdır. Anlamakta ve kabullenmekte zorlanmadığımız noktaya gelince; İslâm'a düşmanlığı ile meşhur olmuş kişilerin kader meselesini esas alarak, düşmanlığa devam etmeleridir. Aşağıdaki sayfalarda, şimdiye kadar üzerinde birçok müstakil eserlerin neşredilip, müstakil olarak ele alınan kader inancı üzerinde, itirazlara cevap olabilecek bir üslub içinde malumatlar bulacaksınız: A- İRADE, CÜZİ İRADE VEYA CÜZİ İHTİYARÎ NE DEMEKTİR?
- irade, dilemek, istemek, bir şey üzerinde karar kılarak onu yapmaya veya yapmamaya azmetmek mânalarına gelir. Kelâm literatüründeki tarifleri içinde ise irade, herhangi bir işin meydana gelmesi ve vücud bulmasına tahsis edilmiş bir sıfattır.[141] İrade, Allah'a (cc) ve kullara ait olması hususiyetiyle iki şekilde tezahür eder: I- Allah'a Mahsus İrade: Buna "meşiet" veya "küllî irade" denir. Allah (cc), tam, kamil, küllî, ezelî, hiçbir kayıtla sınırlı olmayan mutlak irade sahibidir. "Allah'ın işi, birşeyin olmasını dilediğinde ona sadece 'o/' demektir, o da hemen oluverir." (Yasin, 36/82) "Allah, dilediğini yaratır" (Maide, 5/17) âyetleri ile "Allah'ın dilediği oldu; dilemediği olmadı"[142] hadisi, O'nun yaratıcı iradesini ve meşietini ifade eder. II- Kullara Mahsus İrade: Buna "cüz'î irade" veya "cüz-i ihtiyarî" de denir ki bu da Allah'ın (cc) insanlara verdiği bir şeyi dileme, isteme, meyletme arzusu şeklindeki sıfattır. Allah (cc) insanlara ihsan ettiği bu irade serbestiyeti ile onları arzu ve isteklerinde, fikir ve davranışlarında hür kılmıştır. Ama şu kadar var ki, insanın iradesi, bazı kayıtlarla sınırlı, iktidarı kısadır. Ve insan, iradesiyle sadece birşeyi kesbeder; ancak o şeyin neticesini yaratan Allah'tır (cc). Yani insan, bir şeyi ne kadar irade etse, sa'yedip gayret gösterse, kesb sınırlarını zorlasa da o şeyi yaratamaz. Çünkü yaratma sahası, sadece Yüce Yaratıcı'ya mahsustur. Beşerin bütün icraatı ve iradesine terettüb eden kesbî fiilleri, Allah'ın koymuş olduğu yaratma kanunlarına eli uzanamaz. Meselâ, insan, kış ortasında baharı getirmek istese, onu gerçekleştiremez... Yaşlanmamak veya ölmemek arzusuyla gayret ve çaba sarfetse bile onun önüne geçemez ve geçemiyecektir. Kaldı ki esas kaynağını ve neticesini düşünmeden yediğimiz bir lokma ekmekteki payımız ne kadardır? Herşeyden önce o lokmanın ana kaynağı toprağı var eden, ekime müsait hale getiren kimdir? Toprağa atılan buğday tanesini yaratıp ona çimlenme, başak verme ve nihayette ekmek olma yolunda nemi, havayı, bulutu, yağmuru, rüzgârı, ısı ve ışığı yaratan kim? Hatta tanenin toprak altındaki macerasını, toprakla içlidışlı olmasını, gübreyle tanışmasını, bakterilerle dost ve kardeş olmasını tanzim eden kim? Sonra toprağı sürme, ekip-biçme, ürün alma ve taneyi un haline getirip ekmek yapma ilmini, kabiliyet, güç ve kuvvetini bize kim verdi, kim öğretti? Öğrenmek ve bütün bu işleri yapmak için lüzumlu aklı, düşünceyi, beyni, kas ve kemikleri bize hediye eden kim? Lokmayı ağzımıza götürüp çiğnemek için gerekli el, kol, dişler, birtakım bezler ve yutaktan yemek borusuna, mideden barsaklara ve pankreasa kadar bütün uzuvlar, kimin eseri ve kimin emriyle çalışıyor? Sonra o lokma ile beden arasındaki sıkı hayatî ilişkiyi tanzim eden kim? Lokmanın kan, gıda ve hücrelere yapı taşı oluşun-daki kompleks keyfiyet ve kompleks faaliyet kimin eseri?... İşte böyle bir lokma için kim yerden göklere, soğuktan sıcağa, güneşten diğer faktörlere kadar işbirliği yapıyorsa bu işbirliği en dakik biçimde vücud mekanizmasıyla birleşip bütünlük kazanıyor... Acaba bütün bu akış ve sergüzeşt içinde lokmanın masrafı ve fiyatı nedir? Dünyadaki gelmiş, geçmiş ve gelecek bütün insanların serveti bir araya getirilse, bu masrafı ödemeye kâfi gelir mi? Ve bu sergüzeşt içinde bizim irademizle katıldığımız payımız ne kadardır, hiç düşündük mü? İnsan, bütün bunlarla çok iyi bilmeli ki, mikro âlemden makro âlemlere kadar cüz'î-küllî bütün varlıklarda ve kainat çapında cereyan eden hikmetli ve intizamlı faaliyetler hepsi de Allah'ın sonsuz ilmiyle, iradesiyle, havi ve kuvvetiyle meydana gelmektedir. Yani meşiet, insan hayatını ve kainatı çepeçevre kuşatmakta ve hayatın bütün cephesinde ve hayatın her safhasında kendini hissettirmektedir. B- CENÂB-I HAKKIN YARATMA HUSUSUNDAKİ İRADESİ NASIL TEZAHÜR EDER?
- Cenâb-ı Hakk'ın kader, yaratma, emretme hususunda iki türlü iradesi tezahür eder. I- Tekvînî İrade∗: İnsan iradesinin hiçbir tesir ve fonksiyonunun olmadığı kainattaki kader ve yaratma şeklinde tecelli eden emir ve irade-i İlahiyyedir. Buna "emr-i kevnî" veya "cebrî hilkat" denir. Bütün yaratıkları kapsamına alan Allah'ın tekvînî iradesi, herhangi bir şeye taalluk ettiği zaman, o şey mutlaka meydana gelir. "Bir şeyin olmasını dilediğimiz zaman, ona sözümüz ancak 'o/' dememizden ibarettir, o da derhal oluverir."(Nahl, 16/40) "Allah, mülkün sahibidir, mülkünde dilediği gibi tasarruf eder. Fail-i muhtardır, neyi isterse onu işler (Âl-i İmran, 3/26) ve kimse O'na hesap soramaz." (Enbiya, 21/23) Fakat Allah (cc) mutlak mânâda Adil ve Hakîmdir. "Kullar, kendilerine zulmeder de, Allah onlara hiçbir şekilde zulmetmez." (Yunus, 10/44) . Allah'ın (cc), bu şekilde irademiz ve müdahalemiz dışında kainattaki emir ve yaratmasında pekçok hikmetler; bu cebri yaratılışta pekçok gaye, mânâ ve faydalar vardır. Dünyanın dönmesi elimizde değildir ama bütünüyle lehimizedir. Güneşin ısı ve ışık göndermesi, dünya ile güneş arasındaki uzaklığın bu şe- kilde sistemli ayarlanması., zerreden güneşlere kadar bütün sistemler, hiç karşılıksız ve tamamen lehimize çalışmaktadır. İşte böyle mikro âlemden makro âleme kadar; vücudumuzdaki canlı organizmamızdan bütün canlı ve cansız mahlukların en güzel ve intizamlı bir tarzda tanzim edilmeleri hususunda bunlar, aleyhimizdedir, irademiz hiçe sayılıyor diyebilir miyiz? Elbette hayır. II- Teşriî İrade∗: İnsan iradesinin nazara alınıp hesaba katıldığı emir ve yaratma şeklinde tezahür eden, "dinî irade" de denilen bu çeşit irade, Allah'ın bir şeyi sevmesi, hoşnut olması, muhabbet ve rıza göstermesi diye de tarif edilir. Allah'ın bir şeyi bu mânâdaki irade ile dilemiş olması, o şeyin meydana gelmesini mecbur kılmaz. Namaz, oruç, Allah yolunda mücahede ve fuhşa girmeme gibi dinî emir ve nehiyler, bu nevidendir. "Şüphesiz ki Allah, adaleti, iyiliği, akrabaya vermeyi, emrediyor Hrade ediyor). Kötülükten, fenalıklardan ve zulüm yapmaktan da nehyediyor. Dinleyip, anlayıp tuta-siniz diye size öğüt veriyor." (NahiSûresi, 16/90) Allah'ın (cc), meşieti ve yaratması, bu her iki iradeye de taalluk eder. Yani O, irademiz dışında kâinatta cereyen eden hâdiseleri yaratmayı da; insanların iradeleri nazara alınarak emrettiği hadiseleri, bizzat insanların işlemesi neticesinde yaratmayı da meşietiyle (kendi dilemesiyle) ister ve yaratır. Şu kadar ki, bu ikinci şıkta yarattığı bazı fiillerden hoşnut olurken bazılarından da hoşnut olmaz. Meselâ, namazı emreder, yaratmayı diler; kul, iradesiyle devreye girince hoşnut olarak yaratır. Fakat küfür ve günahı sevmez; ama insan, iradesiyle bunlara yönelip yapmaya koyulunca da hoşnut olmamakla beraber bunları da yaratabilir. Dolayısıyla hayrın yanıbaşında -zahiren veya hakikaten şer- görülen şeyleri de yaratan O'dur. Ancak, halk-ı şer, şer değil; kesb-i şer, serdir.[143] C- İNSAN, KADERİN ELİNDE ELİ-KOLU BAĞLI BİR VARLIK MIDIR? Evet bizzat gördüğümüz ve âyetlerden de anladığımız gibi Allah (cc), her şeyin yaratıcısı ve malikidir. Ama kendimizi dört-bir yandan tam bir cebrîlik ve zorlamayla sarılmış da hissetmi-yelim; sebeplerin, irademiz dışında cereyan eden kanun ve hadiselerin tazyiki, hücumu karşısında boğulmayalım... İrademizi hissedelim diye bize bir menfez, bir açık pencere bırakmış ve bizi elimiz kolumuz bağlı, ümitsiz, mazlum olarak şu âleme fırlatıp atmamıştır. Düğmesine basınca, dört bir yanımızı aydınlatacak bir ümit feneri veya bizi karanlıklardan aydınlığa, seradan süreyyaya çıkaracak asansörün düğmesi ya da koca fabrikaları, çarkları çevirecek ve avizeleri yakacak bir hareket düğmesi olarak bize bahşettiği bu menfez veya açık pencerenin adı, "cüz'î irade"dir.
- Demek ki küllî irade (Allah'ın tam ve kamil iradesi), cüz'î iradeye bakmakta; cüz'î irade ise çok büyük neticelerin yaratılması için adî ve basit bir şart hükmündedir. Evet görülüyor ki, insan, kader önünde eli- kolu bağlı, robot gibi cebren hareket ettirilen bir varlık değil, hele bazı edep bilmeyenlerin iddia ve ifade ettikleri gibi "Kader kurbanı, kaderin mahkûmu, zâlim feleğin mazlumu" hiç değil. Netice olarak -her ne kadar- şudur diyemesek de cüz'î irade, varlığı bedîhi ve açık ama, mahiyeti ve ağırlığı bizce meçhul bir mey elandan, eğilimden, ledünni bir iç istekten ibarettir. Hâriçte elle tutulur ve gözle görülür bir mevcudiyeti yok ama, kendi var olan bir sır... Belki insana göre beyin ne ise, ruha göre de irade odur. Biz, ilerde yapacağımız şeyleri önce bilir, kafamızda tasarlar, fizibilitesini kurarak plân ve projesini yaparız. İkinci safhada bunları kağıda döker, bir mühendis gibi yazar-çizeriz. Eğer arzu edersek bu asıl nüshayı çoğaltırız. Üçüncü safhada bu plan ve projeleri şekillendirmek üzere harekete geçeriz. Meselâ: Bir bina planındaki tasavvurlarımıza dış elbise giydiremeyiz. Dördüncü safhada ise bildiklerimizi pratiğe döker taşıyla, tuğla-sıyla, demiriyle, çimentosuyla, duvarları ve çatısıyla bir bina kuru verir iz. Allah (cc) yarattıklarının hiçbirisine benzemez; O, akla gelen herşeyin ötesindedir. O halde -tabir caizse- Allah'ın ilminde her şeyin bir tasarısı ve planı vardır. Ve bunları Levh-i Mahfuz'da tesbit buyurmuştur. Zaman akışında yeri geldikçe de bunları, meşietinin, kudret ve yaratmasının taallukuyla ilimden kudrete, yokluktan varlık sahasına çıkarır; yok iken var eder. Ve Levh-i Mahfuz'daki durumlarına göre ilmî takdirden yaratma safhasına getirir. Geçmişe doğru uzanan zaman tünelinde, zaman helezonunda yaratılmış bütün eşya ve hadise için: "Demek ki Levh-i Mahfuz'da böyle takdir edilmiş ve ona göre yaratılmış" deriz. Aynı şekilde göz, hayal, düşünce ve ruhumuzun uzanamadığı, malumatımızın ulaşıp aşamadığı zaman tünelinin geleceği içinde yine "Levh-i Mahfuz'da nasıl takdir edilip yazılmışsa öyle yaratılacak" veya"Nasıl yaratılacaksa, Levh-i Mahfuz'da o şekilde takdir edilip yazılmıştır" deriz. Bu noktada her insanın diyeceği şudur: Şimdiye kadar ne söylemiş, ne yapmış ise Levh-i Mahfuz'da aynıyla mevcuttu. Gelecekte söyleyeceğim ve yapacağım herşey -ben bilmesem de- yine Levh-i Mahfuz'da kayıtlıdır. İrademle ne yapacaksam; Allah (cc), sonsuz ilmiyle geçmiş ve geleceğime ait her şeyimi bilerek takdir buyurmuştur. Ve ben, bu kader yazısının dışına çıkamam; fakat onun, orada o şekilde yazılmış olması beni zorlamaz. Çünkü ben yapacağım şeylere irademle yöneliyorum. Zaten Allah (cc) bütün bunları ilm-i ezelisiyle bilip takdir buyurmuştur.[144] D- İNSAN İRADESİNİN HESABA KATILMADIĞI TEK BUUDLU BİR KADER BAHİS MEVZUU OLAMAZ Allah (cc), sonsuz ilmiyle olacağı olmadan evvel bilip Kader Kitabında yazarken, insanın kesbi veya kesbini meydana getiren iradesi, bu yazının haricinde bırakılmamıştır. İnsanın, yaptığı şeydeki payı, kesb, yani düğmeye dokunmak; Allah'ın (cc) ise yaratmak, meydana getirmek, neticeyi hasıl etmektir. İşte bu ikisinin aynı zamanda beraberce tesbit edilip yazılmasına "Kader" denir. Nasıl ki, saatin tik-tak sesi, çalıştığını gösterir. Artık akrep ve yelkovanı hareket ediyor mu diye sorulmaz.
- Saatin çalışması, akrep ve yelkovanı da içinde olmak üzere bütün mekanizmanın devrede olması demektir. Ya da tersinden bir deyişle; akrep ve yelkovanın durmadan dönüp saatleri göstermesi, saatin çalıştığına ve çarkın döndüğüne delâlet eder. Aynen bunun gibi kader varsa, irade de vardır; veya iradeyi ele almak istiyorsak, ancak kaderle birlikte ele alabiliriz. O halde insan, kaderin önünde eli-kolu bağlı bir robot değildir. Ve insan örümcek ağına düşmüş sinek gibi küçük canlının dışa çıkamadığı gibi tamamen zincirle sarılmış elleri arkadan kelepçelenmiş, idam fermanı boynuna asılmış, soluk alamaz hale getirilmiş., veya denize atılmış, sonra da kendisine "sakın ıslanma!" denerek alaya alınmış zavallı bir mahkûm değildir... Evet kader, bu olmadığı gibi; insan da, o kader rüzgarının önünde savrulup duran kuru bir yaprak değildir. Esasen İslâm'ın her meselesinde bir itidal ve istikamet vardır. Nasıl ki, olur olmaz heryerde öfkelenme, bir ifrat ise; her söz ve davranış karşısında susma da bir tefrittir. Kapitali totem-leştirme ifrat ise, -bunun tam tersi- servete hayat hakkı vermeme de bir tefrittir. Aynen öyle de kader ve irade mevzuunda her şeyi insana verme, hatta "insan, kendi fiilini kendi yaratır" şeklinde Mu'tezile'nin görüşü[145] ne derece ifrat ise; bunun tam zıddı "İnsanın kendi fiilinde hiçbir dahli ve fonksiyonu yoktur" deyip insanı kader karşısında hiçbir uzvunu oynatamayan bir felçli durumuna düşüren Cebriyye'nin görüşü[146] de o derece tefrittir. Hususiyle bahsimiz boyu görüşlerine tercüman olmaya çalıştığımız Ehl-i Sünnet ise "kesb ve irade insandan; yaratma ise Allah'tandır" diyerek bu mevzuda hakikati ve itidal yolunu ortaya koymuştur.[147] O halde diyebiliriz ki, Cenâb-ı Hakk'ın, iradeli olan insanlar hakkındaki takdiratı, insanın iradesini hesaba katma şeklindedir. Allah'ın hiçbir takdiri yoktur ki, onda insanın iradesi, hesaba katılmış olmasın. Allah (cc), ilim nevinden olan hakkınızdaki bilmesini bir mahfuz levhada, tabloda tesbit buyuruyorsa, sizin iradenizi hesaba katarak tesbit buyuruyordur. Biz, böyle diyerek veya böyle düşünerek Cebrî veya İ'tizalî bataklıktan kurtulmuş oluyoruz. Öyleyse siz, cüz-i ihtiyarînizle birşeye teşebbüs edeceksiniz; Allah yaratacak... Siz kesbedeceksiniz, Allah halkedecek. Sizin kesbinizi ve kendisinin halketmesini hiç-birşey olmadan evvel tesbit buyurmuşsa, sizi zorlamamıştır. O halde hidayet ve dalâlet yollarından birini tercih eden insan, tercih edip yöneldiği yolun encamına ve neticesine vardırılır; vardıran Allah'tır; varan ve varmaya meyleden ise kuldur. Ve amelinin cinsine göre öteki âlemde mükafat veya ceza görecektir. "însana çalışmasından başka bir şey yoktur. Ve çalışması da sonra görülecektir. Sonra ona tastamam karşılığı verilecektir." (Necm 53/39-40) Neticede şu fezlekeleri sıralayabiliriz. * Kâinatta, İlâhî bir kader ve program hakim olup; insanda da bir irade ve meyil vardır. * Allah (cc), sonsuz ilim sahibi olduğundan geçmişi, hazır zamanı ve geleceği bir nokta gibi görür ve bilir; bütün vuku bulacak hadiseleri muhtelif kitaplar halinde (Levh-i Mahfuz, Ki-tab-ı Mübin, İmam-ı Mübin, Ümmü'l-Kitab... gibi) kaydeder ve yazar. * Biz, yaptıklarımızı Allah (cc) öyle yazdı diye yapmayız; bilakis Allah (cc) önceden irademizi hangi yönde kullanacağımızı bildiği için öyle yazar. * Allah (cc), kaderimizi yazarken, irademizi dışta tutmaz ve irademizi nasıl sarfedeceğimizi hesaba katarak yazar.
- * Allah (cc), engin rahmetiyle bize lütfettiklerinden ayrı olarak irade sermayemizi yolunda kullanmamızın neticesinde de cennetler vaadetmektedir.[148] İSLÂM'DA BOŞ İNANÇ Ve HURAFE YOKTUR Sait Koçer
- Beşinci Bölüm Kur'ân-ı Kerîm'de geçen âyet-i kerîmelerin hepsi Hak'tandır ve haktır ve bunlar birbirinden ayrılamaz bir
- bütün teşkil etmektedirler. Bu sebepledir ki, Kur'ân-ı Kerîm'in hakkaniyetine, O'nun Allah kelâmı ve Hz. Peygamber'e indirilmiş bir kitap olduğuna delalet eden bütün delillerin Kur'ân'ın her bir âyetine de delil olduğu hatırdan çıkarılmamalıdır. İslâm düşmanı itirazcılar şöyle diyorlar: "islâm'da boş inanç (hurafe) yoktur" derler. Oysa var, işte örnek: İslâm'da büyü ve büyünün tesirinin gerçek olduğuna inanılmaktadır. Sonra da büyü ile alâkalı Bakara sûresinin 102. âyetini ve Sahih-i Buharî'de Hz. Âişe (r.anha)'den rivayet olunan hadis-i şerifi zikrediyorlar ve şöyle diyorlar: "işte bu âyet ve hadislere dayanılarak, İslâm ulemasının cumhurunca büyünün etkisinin gerçek olduğu savunulur." BÜYÜ-SİHİR ve HURAFE NE DEMEKTİR? Onların itiraz ve iddialarına cevap vermeden önce büyü, sihir ve hurafe kelimelerinin ifade ettikleri manalar üzerinde duralım. Sihir-Büyü: Gizli, ince, anlaşılması güç olay, aldatma, gözbağcılık, haktan uzaklaştırma, hakkı bâtıl, bâtılı hak gösterme gibi manalar ifade etmekte olup, bir kaç çeşidi vardır. a) Güçlü ruh sahiplerinin yaptığı iddia edilen büyüler. İnsan ruhunun temizlenmesiyle bazı güçler kazanacağına, kendi bedenlerinde olduğu gibi başkalarının bedenlerinde de tesir yapabileceğine inananlar, başka varlıkları buyruk altına alabilmek için uzlete çekilir, çeşitli riyazetler yaparlar. b) Cinlerden faydalanılarak yapılan büyüdür. Yaptığı tılsımlarla kötü cinleri veya ervah-ı habîseyi tesiri altına alabilen kişiler istediklerine kötü şeyler yaptırır, aklını çeldirir, sağlığını bozar, vb... Burada büyünün kötü tesirini yapan cinlerdir. Büyülenmiş kişi cinlerin tesiri altına girer.[149] Bu durumdaki birine "mecnun" denir. Manası: "Cinlere yenik düşmüş kişi" demektir. Cin; kapalı, görülmeyen demektir. Ama zâtından değil de, bizim için kapalı, görülmeyen veya akla kapalı demektir. Cinnet kelimesi ise deli olma hali; cinn de (Allahu âlem) bütün bu işlerde bilinen, görünen âmil (yani sebepler planında zahirî âmil) ve bu işe sebebiyet veren faktördür.[150] İşte yukarıda belirtildiği gibi sihir; hakikati ve gerçekleri olan bir fiildir. Hurafe ise; uydurma, batıl inanç, efsane veya gerçek olmayan şeylere inanma manasına geldiğinden sihir ile hurafe arasındaki fark; gerçekle yalan arasındaki fark gibi kesin ve belirgindir. c) Yalanı gerçek, gerçeği yalan gösterme ve aldatma manasına gelen sihirdir ki, gözbağcılık denilen, el çabukluğuyla yaptığını gözlerden kaçırmak ve yaldızlı sözlerle kulakları avutmaktır.[151] İşte bu manaya gelen sihir kelimesinin gölgesinde veya bu mananın gölgesine sığınarak, gerçekliği ve hakikati olan sihiri de kabul etmemek ve tesirine inanmamak doğrusu; hakikata gözünü kapamaktan başka birşey değildir.
- İlim adına konuşanlara düşen vazife, hakikatları toptan inkâr edip görmezlikten gelme değil, bilakis esas vazifeleri mümkün ve vaki olan herşeyin, ilmin araştırma alanına gireceğini kabul ederek, meseleyi tetkik etmeleridir. Vakıaları görmezlikten gelmenin kimseye fayda getirmeyeceği ve bu davranışın da gerçeklikle uzaktan yakından bir alakasının bulunmadığı herkesin malumudur. Bütün ilimler ve âlimler adına konuşuyor gibi meseleyi toptan ikaz etmek veya "bilimde yeri yoktur! Bunlar hurafedir!" gibi laflar ise ilme zıt bir peşin fikirliliğin ifadesi bir cesaret işidir!!! Bu ön bilgi ve fikirden sonra, cinlerin bu tür sihir işlerinde kullanılabilmesi ve tesirlerinin gerçekliği üzerinde duralım. CİNLER HASTALIKLARA SEBEP OLABİLİR Mİ? Cinler maddeye nüfuz edebilecek mahiyette varlıklardır. "Cin şudur" diyemiyorsak da tesir ve nüfuz kabiliyetine sahip varlıklar olduğu açıktır. En basit misaliyle, röntgen şuaları insan bedeninde rahatlıkla yer alabiliyor ve belli ışın çeşitleri maddeyi eritip yapısını değiştirebiliyorsa, bu ışınlardan daha latif olan cinler insan bedenine nasıl nüfuz edemesin ki!... Evet cinler insanın fizyolojik yapısına tesir edip, çeşitli zararlara yol açabilir, damarlara ve beynin merkezî noktalarına müdahale edebilirler.[152] Demek oluyor ki başta şeytan olmak üzere cin taifesinin insanlara zarar verebilecek şekilde yaklaşıp maddî-manevî tahribatlara yol açabilmeleri mümkündür. Söz sultanı Efendimiz (sav)'in ifadesi ile "Şeytan insanların kanının dolaştığı yerde dolaşır."[153] İnsan için alyuvar ve akyuvar gibidir. EFENDİMİZE (sav) BÜYÜ YAPILMIŞ MIDIR? Efendimiz'in Sihre Galebesi Büyü yoktur, inanmam, diyenlerin bir kısmı meseleyi dinî menşeli görüp, küfrün muktezası olarak reddeden inkarcılardır. Diğer kısmı ise hiç okumamış, duymamış ve dünyada olup bitenlerin farkına varamayanlardır.[154] Kur'ân-ı Kerîm, karı ile kocanın arasını açan sihirden bahsetmekte ve Süleyman (as) ve Musa (as) zamanındaki sihir hadiselerini tafsilatıyla anlatmaktadır.[155] İkinci olarak: Bir yahudi (Lebîd İbnü-1 Esam) bizzat Efendimiz (sav)'e sihir yapmıştı. Efendimiz (sav) belli bir ölçüde (Allah'ın müsaadesiyle ve bir hikmete binaen) tesirinde kalıp sıkıntı duymaya başlayınca sahirin malzemeleri meleğin işaretiyle kuyudan çıkarılıp getirilmişti. Muavvizeteyn'in (Felâk ve Nâs Sûreleri) okunmasıyla da Allah (cc) tarafından tesiri yok edilmişti.[156] Bir itirazcı, Efendimiz (sav)'e yapılan bu büyüyü kastederek "Peygamber, Felâk Sûresi'ndeki uyarıya kulak asmamış mı acaba? Sığınmamış mı? Yoksa Tanrı'ya sığınmış da büyünün etkisi karşısında O'nun Tanrı'ya sığınmasının etkisi birşeye yaramamış mı?" diyor. Böyle derken de şu gerçekleri gözardı ediyor:
- 1) Cumhur-u müfessirine göre bu sûreler Efendimiz (sav)'e yapılan sihirden sonra inmiştir. Felâk ve Nâs sûrelerinin iniş sebebiyle ilgili rivayetler de bu görüşü desteklemektedir.[157] 2) Efendimiz (sav)'e sihir yapılması ne O'nun Allah'a sığınmadığı ne de Allah'ın O'nun bu duasını cevapsız bıraktığı manasına gelmez. Allah Resulü'nün (sav) bütün hareketlerinde, bir Ölçü ve denge vardır. O, cihanı fethedecek ordular sevkederken, bir karıncayı dahi incitmeme prensibini de daima korumuştur. Sebeplere tevessül etmiştir; ancak duayı da hiçbir zaman ihmal etmemiştir. Gece gündüz münacat ve inleme içinde geçen bir ömür görmek isteyen, Resûlullah (sav)'ın hayatına baksın. Baksın ve insanlık, duanın ne demek olduğunu, dua etmenin adabına ve duanın insana maddî manevî kazandırdıklarını görsün, ibret alsın. Efendimiz (sav)'in bir gün içerisinde okuduğu duaları ve is- tiğfarı merak edip araştıranlar görecektir ki; duada da O'na ulaşmak mümkün değildir. Sanki O, (sav) hayatının her ânını dua ile geçirmiş gibidir. Bir insan başka hiçbir şey yapmasa ve sadece dua etse, bir ömrü dolduran duası, ancak Allah Resû-lün'den nakledilen dualar kadar olabilir. Evet, Rasûlullah (sav) aksiyon adamıydı, muhakeme insanıydı, fakat ibadet ve duada da eşi benzeri yoktu. Efendimiz (sav)'e "O, meşhurdur" (Sihire mağlub olmuştur) demekle; "O'na sihir yapıldı da bu sihir def ve iptal edildi" demek arasında büyük fark vardır. Bu husustaki rivayetler; Efendimiz (sav)'in sihre mağlup olduğunu veya O'nun duasının icabetsiz kaldığını değil, bilakis Efendimiz (sav)'in mucizesi olarak sihre ve sihirbazlara galebesini haber vermektedir. Ayrıca bu sihir, Peygamberimiz (sav)'in aklına, kalbine, itikadına değil, ancak beşeriyet icabı O'nun mübarek vücud-u saadetlerine tesir etmiştir. Bu da arız olabilecek bazı hususlardan rahatsız olması şeklindedir. İşte bu anlatılan haberler de müessir bir sihre karşı, bir mucizeye delalet etmektedir. Hayata mal olmuş çok hadiseler ve misaller var ki bunların hepsi de sihirin tesirini göstermesi bakımından Önemlidir. Meselâ şu hatıra bu konuda kayda değer. "Ben geçen yıla kadar büyü diye birşeye inanmıyordum. Derken, akrabalarımdan biri delirdi. Nöbet geldiğinde kaskatı kesiliyor ve gözlerini bir noktaya dikiyordu. Gitmediğimiz doktor ve hoca kalmadı. En son gittiğimiz yerde bu işlerle uğraşan kişi hastaya okudu ve daha başka şeyler yaptı. Dönüşte arabaya bindik ve o yakınımız hiç alışmadığımız bir ses tonuyla 'Neredeyim ben, ne oldu bana? dedi. Şaştım kaldım ve ondan sonra inandım ki büyü oluyormuş."[158] EFENDİMİZE (sav) NİÇİN MECNUN DEDİLER? Burada birkaç itiraza cevap vermeyi arzu ediyoruz. İtirazcı cin çıkarma ile ilgili konulara değinerek çeşitli iddialarda bulunuyor. "Ve demek ki Muhammed'e cinlerle çok uğraştığı ve cinlerden bilgi alma yoluna giden biri olarak görüldüğü için, inanmazlarınca 'mecnun yani cinlenmiş denmiştir" diyor. 1) Bu çeşit iddiacıların diğer sorularında da göze çarptığı gibi soruları mantıktan yoksundur. (Aslında sorulan bir soruya doğru cevabın alınabilmesi için en önemli esaslardan birisi sorunun doğru olarak sorulması gerekir.)
- Siz ruh ve akıl hastası birine bin defa "akıllı" ve "âlim" deseniz, o yine gerçek manada akıllı ve âlim kabul edilemez. Aynen onun gibi, Efendimiz'in (sav) can düşmanları olan hasım-larınca O'na (haşa) "mecnun" denmesi de bir mana ifade etmez. O'nun cinlerle uğraştığı manasına gelmez. Zaten Kur'ân-ı Kerîm bu iddiaları yalanlamaktadır. Meselâ: "O, zalimlerin seni dinlerken ne sebeple dinlediklerini ve konuşurken "Siz büyülenmiş bir adamdan başkasına uymuyorsunuz!" dediklerini gayet iyi biliyoruz. "Bak, senin hakkında (büyülenmiş, cinne tutulmuş şekilde) nasıl misaller verdiler de doğru yoldan saptılar" (İsrâ Sûresi, 17/47-48) demektedir. Âyet-i kerîme'de görüldüğü gibi O'na (sav) mecnun diyenlerin sapıklar olduğu belirtilmektedir. "Sen öğüt ver, Rabbinin nimeti sayesinde sen ne kâhin ne de cinlenmişsin. Senin okuduğun zikir, âlemlere öğüttür." (Tûr, 52/29-30) "Rabbinin nimeti sayesinde sen cinlenmiş değilsin" (Kalem, 68/2) Duyurulmaktadır. Rahmeten lilâlemin Efendimiz'e (sav) iftira atanlar iddialarını ileri sürerken, iddia ettikleri mevzulara delil olması için, hayatının her safhası bilinen ve kaydedilmiş olan Efendimiz'in cinlerle (Risalet vazifesi dışında) uğraştığına dair birkaç misal veya delil getirmeleri gerekmez miydi? 2) İtirazcılar, asıl kaynaklara inmeden, sokaklarda dinî değerleri istismar veya tezyif için satılan, ama asla Kur'ân-ı Kerîm'de ve sahih kaynaklarda (sünnette) geçmeyen duaları ve yine usullerini veya sihir bozma iddialarını sanki kitap ve sünnet kaynaklı imiş gibi gösterip bunların gölgesinde İslâm'a saldırmaktadırlar. Böyle davranmak yerine işportada satılan sihir bozma dualarının Kur'ân'da ve sahih kaynaklarda bulunduğunun isbat edilmesi ve eğer bulunuyorsa erbabınca tecrübe edildikten sonra fayda sağlanamadığının da isbat edilmesi gerekir ki, yapılan iddiaların bir manası ve mantığı olsun... 3) Ve yine itirazcıların dayakla cin çıkarmaya misal olarak anlattıkları hadiseleri, Kur'ân-ı Kerîm'de sahih hadis kitaplarında ve diğer sahih kaynaklarda görmüyoruz. Önce dayakla cin çıkarma yolunun İslâmî bir usul olduğunun ve bu İslamî usul uygulanarak, dayakla cin çıkarılırken ölenler olduğu yer ve zamanı gösterilerek isbat edilmesi gerekir. HABİS RUHLARIN ve CİNLERİN ŞERRİNDEN KORUNMA Habis ruhlardan ve cinlerin şerrinden korunmak için takip edilecek yolları şöyle özetleyebiliriz: a) Allah (cc) ve Resûlullah (sav) ile iyi münasebet kurup, İslâm'ın prensiplerine uyulmalıdır. b) Fiilî ve kavlî dua ile Cenâb-ı Hakk'a (cc) iltica edilmelidir. Korunmamız hâl-kâl, iç-dış, fiil-dua bütünlüğü ve birliği içinde olmalıdır. Zaten vücudumuzda bir rahatsızlık ve hastalık hissettiğimizde doktora gitmemiz, ilaç kullanmamız birer fiilî duadır. Arkasından şifayı verecek olan Cenâb-ı Hakk'a el açıp şifa dilememiz de kavlî duadır... c) Nezd-i uluhiyet'te makbul kimselerin duası alınmalıdır. Nitekim Efendimiz'e (sav) bu şekilde rahatsız
- bir çocuk getirildi. Efendimiz (hafifçe) vurup "çık ey Allah'ın düşmanı "buyurdu. Sonra çocuğun yüzünü yıkadı ve dua etti. Neticede çocukta hiçbir şey kalmamıştı. Biz de böyle hüsn-ü zannımız olan kimselere müracaat eder, onlardan dua diler ve "İnşaattan Cenâb-ı Hakk şifa verir" deriz.[159] Mü'minin duası hususiyle bizahril-gayb yani arkasından olursa makbuldür. Bu mevzuda itirazcı ise yukarıdaki rivayeti zikrederek şöyle sormakta: "Çocuk iyileşmiş miydi? "Bir sav olmaktan ileri gitmiyor kuşkusuz." Öncelikle, rivayetin içinde çocuğun iyileştiği açık ve sarih olarak belirtiliyor. Eğer inanmıyorsa çocuğun iyileşmediğine dair delillerin ortaya çıkarılması gerekir. Acaba bir haberin veya hadisenin doğru olup olmadığının anlaşılması için; mutlaka o hadiseye itirazcının şahid olması mı icab eder? d) İnançlı psikiyatrist ve hekimlere gidilmelidir. Yani materyalist ve inkarcı olmayan ve âli ve habis ruhlara, cinlere ve tesirlerine inanan ehil psikiyatrist ve hekimlere gidilmelidir. e) İstiaze, Ayete'l-Kürsî, Muavvizeteyn (Felak ve Nâs Sûreleri) vb. dualar okunmalıdır. Çünkü bunlar Efendimiz (sav) tarafından bizzat tavsiye edilmiştir. Daha başka duaları hem de muhtelif sayılarda okunmasını tavsiye edenler var.[160] - Dualarla cinlerden ve habis ruhlardan kurtulanlara yakın tarihimizden misaller. a) Yakınlarımdan birinin yüzü felç oldu, bir hafta Kaside-i Bürde'yi okudum Allah (cc) 'in izniyle şifa buldu. b) Çok sevdiğim 10-15 senelik bir arkadaşımın hanımında evlenir evlenmez trans hali gelmeye başladı. Kaskatı kesilip dönüyor ve "geldiler" diyordu. Gitmedikleri doktor kalmadı. Prof. Ayhan Songar bir sene meşgul oldu. Sonra Allah (cc) başka bir yerden kapı açtı. Arızalı ve malûl kimselere okuyan iki yüksek okul bitirmiş bir hocaefendi bir ay gelip bu kadına okudu. Bizzat kendim de gittim ve Ashab-ı Bedr'in isimlerini de yanımda götürdüm. Ben daha merdivenlerden çıkarken kadın bağırmaya başladı. Ben içeriye girmeye lüzum görmedim. "Bizim iş tuttu" dedim ve Ashab-ı Bedr'in isimleri bulunan kağıdı arkadaşa verdim. Arkadaş götürüp kağıdı kadının üstüne bırakıverdi. Aşağıya sesi gelen kadın şöyle diyordu: "Niye kaçıyorsunuz? Hz. Hamza geldi diye kaçıyorsunuz değil mi?" Bütün bunları nasıl izah eder ve hangi maddî sebebe bağlarsınız. Şimdi kadın tamamen iyileşmiş durumdadır.[161] SONUÇ Sihir-büyü gerçektir ve yapılabilir, yani büyünün tesiri mümkün ve vakidir. Ancak, başkasına büyü yapıp kötülük etmek, karı-kocayı birbirinden ayırmak, bu yolla insanları birbirine düşürmek, tutsun tutmasın bu mevzuda gayret sarfetmek, (yapmak ve yaptırmak) yapana da yaptırana da yardımcı olmak katiyyen haram ve günahtır; helâl itikad ederek yapmak ve yaptırmak da küfürdür, insanı kafir yapar. Fakat birisi gerçekten cinlere veya büyüye maruz kalmış da ızdırap çekiyorsa, okumakla onu bu ızdıraptan kurtarmak herhalde sevaptır. Şu kadar ki, bu mesele bir meslek, meşgale ve iş haline getirilmemelidir. Zira hadis ve sünnette bu meselenin yerini göremiyoruz. Efendimiz (sav) cinlerle görüşmesine görüşmüştür ama, bu onun nübüvvet vazifesi çerçevesinde olup, onların da peygamberi olduğundandır. Efendimiz (sav)
- kendilerine İslâmiyet'i tebliğ etmiş biatlarını almış ve yapmaları gereken mükellefiyetleri bildirmiştir. Bunun dışında, cinlerle nasıl irtibat kurulur, onlar nasıl çalıştırılır, büyü nasıl yapılır ve bozulur, bu mevzularla hiç uğraşmamıştır. Efendimiz (sav)'in nurlu beyanlarında da bu mevzuyla ilgili herhangi bir şey görmüyoruz. Fakat, onların yaklaşma noktalarını, zararlarını ve habislerinden kurtulma yollarını talim etmiştir. Şu kadar ki, umumî manada ümmetin bu meselelerle uğraşması tasvip edilmese dahi belli kuvvete, ruh gücüne ve kabiliyetine sahip olan ve manaya gözleri açık bulunan zevatın cinleri hayır istikametinde kullanmasında herhalde bir mahzur olmasa gerektir. Nitekim Süleyman (as) bunu yapmıştır.
- ARŞ'A İSTİVA
- Adem Akıncı Altıncı Bölüm
- "RAHMAN ARŞA İSTİVA ETTİ"([162]) NE DEMEKTİR "İstiva" ve "Arş" kelimelerinin lügatte birçok manaları vardır. Turan Dursun bu ayeti açıklarken, kendi arzuları istikametinde, bu kelimelerin manalarından birini seçerek; "İslâm'ın Tanrı'sı sarayındaki tahtına kuruldu" diyor. Devamında da îslâmî inançlara ters yorumlar yaparak Allah'a bir mekân izafe etmeye çalışıyor. Lügatlar incelendiğinde "İstevâ ale'1-Arş" ifadesinin bir deyim olduğu, mülk sahibi olma, hakimiyeti altına alma, mülkü idare etme manalarından kinaye olarak kullanıldığı görülüyor.[163] Bütün lügatlardan çıkarabileceğimiz bu manalara, Turan Dursun'un; "Durumu kurtarmak için yapılan, kelimelerinin asıl manaları dışında yorumlar" demesi meseleyi fazla araştırmadığını gösteriyor. Başka ayetlerde geçen "Melik" kelimesine de "kral" manası vererek, saray ve taht manalarıyla irtibatlandırmak istemiş. Halbuki "melik" asıl manası itibariyle mülkün sahibi demektir. Yani bütün bu kâinat mülkünün sahibi olan Allah-ü Teâlâ'nın bir ismidir.[164] Kralın da belirli bir mülkü olduğu için, dolayısıyle ona da melik denmiş. Bu ayetteki kelimeleri tetkik ettiğimizde genel manayı anlamak daha kolay olacaktır. Meselenin izahına geçmeden "Arş" kelimesinin ifade ettiği asıl manaları incelemek gerekiyor. Arş kelime olarak; yükseklik, yücelik, üstünlük ifade ediyor. Terim olarak ise; herşeyi kuşatan bütün âlemleri içine alan, en dıştaki tabaka olarak tarif edilir. Bu durumda "Rahman Arş'a istiva etti" denildiğinde Al-lah-ü Teâlâ bir mekâna izafe edilmiş olmaz. Çünkü "Arş" belirli bir mekân ifade etmiyor. O halde Arş'ın üstünde demek, bütün âlemin dışında, bütün mekânların, cihetlerin üstünde, aliyyü'1-a'lâ demektir.[165] Kur'an-ı Kerim'deki "Allah herşeyi ihata etmiştir" (Talâk, 65/12) mealindeki ayetler de bu manayı te'yid ediyor. Ayrıca "Arş"; kâinatın idare merkezi, Allah'ın emirlerinin tenfiz ve icra yeridir. Hükümlerin koyulduğu, uygulamaya sokulduğu mahaldir.[166] Kainat bütünüyle Allah'ın arşıdır. Meselâ; su, Allah'ın Hayat sıfatının tecellilerine arş olabilir. Hava emir ve iradeye arş olabilir. İşte Allah'ın, irade, rahmet, yaratma ve benzeri emirlerinin infaz edildiği merkezlere arş denmiş. Bu durumda Allah'ın Arş'a istiva etmesi, bütün bu merkezlerden, arşlardan âlemlere hükmetmesi, hepsine sahip olması manasına gelir. Görüldüğü gibi ayetteki Arş'ın, Turan Dursun'un dediği gibi koltuk, saray gibi maddî şeylerle alakası yok. Eğer böyle olsaydı, Arş kelimesi "el" takısı almazdı. Arapçada "el" takısı kelimenin belirli olduğunu gösterir. Bu takıyı almasaydı, cins isim olurdu. O zaman belki koltuk, saray denilebilirdi. Fakat "Arş"ın "el" ile beraber kullanılması özel bir isim olduğunu gösteriyor.[167] Ayet-i Kerime'yi bir başka açıdan ele aldığımızda ise, bir hakikatin mecaz yoluyla anlatıldığını görüyoruz. Sınırlı olan insan aklının büyük hakikatleri, gayb âlemini, Allah-ü Teâlâ'nın zatını ve sıfatlarını tam manasıyla idrak etmesi mümkün değildir. Allah-ü Teala'nın kâinatı tasarrufu altında tutması, idare etmesi ve herşeyin onun emriyle hareket etmesi, bir padişahın ülkeyi yönetmesine benzetilmiş. Padişahın
- tahtında oturması; ülkenin yönetimini elinde tutması, egemenliği altına alması demektir. Sultan nasıl tahtına oturup oradan ülkeyi yönetiyorsa, Allah, "Arş" dediğimiz bütün âlemi içine alan, âlemin idare merkezinden kâinatı idare ediyor. Kur'an her seviyedeki insana hitab eden bir mürşiddir. Ders verdiği insanların çoğu avamdır. Yüksek hakikatlerin onların alıştıkları dilden anlatılması lazımdır. Bunlar hakikati anlamak için birer vesiledir.[168] Kur'an bir bütündür. Herhangi bir mesele ele alınırken Kur'an'in bütünü gözönünde bulundurulmalıdır. Turan Dursun, bu ayete göre bir takım hükümleri bina ederken, aşağıda zikredeceğimiz bu konuyla alâkalı diğer âyetleri nasıl izah edecek: "Gökte de, perde de ilah olan O'dur. O Hâkimdir, bilendir. " (Zuhruf, 43/84) "Nerede olursanız, o sizinle beraberdir." (Hadid, 57/4) "Biz insana şah damarından daha yakınız." (Kâf, 50/16) "O, insanların vasıflandırdığı şeylerden ulu ve yücedir. " (Enam, 6/100) Netice olarak, Allah (cc) zatı itibariyle, mekândan, zamandan, şekilden münezzehtir. O yarattığı bütün şeylerden, âlemlerden, arşlardan, mekânlardan ayrıdır, hepsinin dışında, hepsinden yücedir. Fakat O, ilmiyle, kudretiyle, hakimiyetiyle her yerdedir, herşeyi kuşatmıştır. O yücelerden yüce, ötelerin öte- sindedir. Hiçbir şey O'nu ihata ve idrak edemez ama O herşeyi ihata eder. GÜNEŞİN SECDE ETMESİ Bir hadis-i şerifte: Güneşin, Arşın altında karar kılıp, her-gün secde ettiği[169] rivayeti var. Burada Arş'tan kasıt Allah'ın hakimiyetidir. Bir önceki konuda Arş'ın Allah'ın emirlerinin tenfiz ve icra mahalli olduğunu anlatmıştık. Secde ise, başını yere koyma manası dışında, boyun eğme, inkiyâd manalarına gelir.[170] Buna göre hadisin aslı bize şunu anlatıyor: Büyük bir cisim olan güneş dahi gece- gündüz görevini tam olarak, hakkıyla yerine getiriyor. Bu haliyle de Allah'ın hakimiyetine secde ediyor. Yani Allah'ın hakimiyeti altında, O'na boyun eğiyor, O'nun emirlerine itaat ediyor. DAHA EVVEL ALLAH'IN ARŞI SU ÜZERİNDEYDİ Hud suresinin 7. ayetinde "Allah'ın arşı su üzerindeydi" buyruluyor. Bu ayeti izah sadedinde, son ilmî teorilere dayanarak meseleye ışık tutmaya çalışalım. Tesbitlere göre, kâinattaki herşey, kâinat yaratılmadan önce, birarada, bir karışım halindeydi. İşte bu karışımın içinde yüzdüğü madde her tarafı kaplamış, hatta bu karışımın içine nüfuz ederek karışımın hammaddesini teşkil etmişti. Mahiyeti bizce meçhul bu madde bir amma olabilir, esir olabilir, iyon âlemi olabilir, bir enerji âlemi olabilir. Bilim adamlarına göre, bu karışım bolüne bolüne şekil değiştirdi. İlk önce büyük kütleler, sonra moleküller, elementler, atomlar şeklinde ayrıldı. Bu teorilere göre kâinatın ilk karışım halinin içinde yüzdüğü madde, su gibi her yere nüfuz ettiği için "su" diye ifade edilmiş olabilir.[171]
- Yine burada görüyoruz ki; aklımızın alamayacağı hakikatler, temsiller, teşbihler suretinde anlatılmış, benzetmelerle izah edilmiş. Buna ilaveten, bahsettiğimiz bu karışımın içinde yüzdüğü madde suyun ana unsurları olan oksijen ve hidrojenden oluşmuş, hava gibi bir gaz haliyse, buna "su" denmesi gayet ta- biidir. Çünkü o günün insanına bu mesele başka türlü anlatılamazdı. İşte bahsettiğimiz su üzerindeki bu karışıma "Arş" denebilir. Daha önceki konularda arş hakkındaki izahlara dayanarak bu meseleyi şöyle açıklamak mümkündür: Allah-ü Teâlâ zatı itibariyle yer ve mekândan münezzehtir. Fakat Allah-ü Teâlâ'nın değişik emirlerinin infaz mahalli olan arşlar olabilir. Meselâ su hayata arş olabilir. Hava, emir ve iradeye arş olabilir. İşte "Allah'ın arşı su üzerindeydi" derken, burada belli bir şeye has arş, yani hayata ait arş demektir. O halde Allah'ın hayata ait emirlerinin infaz edildiği arş, suda odaklaşıyor. Aynı zamanda Allah'ın (cc) Hayy ismine dair tecellileri de suda merkezleşiyor. Su, hayat konusunda ilk malzeme olarak kullanılıyor. Kur'an-ı Kerim'de bu meseleye dair; "Her canlı şeyi sudan yarattık" (Enbiya, 21/30) buyruluyor. Bu ayet-i kerime bir başka açıdan konumuza ışık tutuyor. Gerçekten de su herşeyde hakim unsurdur. Bunun için su, canlılığın, hareketin ve hayatın sembolü olarak kabul edilmiş ve öteden beri su denince hep bu manalar akla gelmiştir. ARŞI TAŞIYAN SEKİZ KEÇİ Turan Dursun daha önce de görüldüğü gibi Arş meselesine vâkıf olamadığı için, belki de araştırmadığı için, her önüne gelen Arş'la alâkalı nassı tenkid ediyor. Bunlar yine Kur'ân'-daki bir ayeti ve onunla alâkalı gibi görünen bir hadisi nazara vererek zihinleri ifsad etmeye çalışıyor. Tenkid ettiği Hakka suresinin 17. ayetinde: "Rabbinin arşını onların üzerinde taşıyanlar sekizdir" buyruluyor. Ebu Davud, İbni Mace ve Tirmi-zi'nin sünenlerinde ise yukarıdaki ayeti bu hadisle te'lif etmiş. Hadisin metni şöyle: "Dünya ile birinci gök katı arasındaki uzaklık; 71-73 yıllık. Her iki gök katı arasında da bu kadar bir uzaklık var. Sonra 7 kat sema, sonra yedincinin üstünde bir deniz. Derinliği iki gök katı arası kadar. Bunların üstünde de 8 keçi var. Her birinin çatal tırnaklarıyla omuzları arasındaki uzaklık, iki gök katı arasındaki uzaklık kadar. Sonra onların sırtlarında Arş varsa Sonra Allah bunun üzerindedir. " Evvelâ bu rivayetin metin kritiğine geçmeden, ravilerini inceleyelim. Senedde ismi geçen Abdullah b. Amira yalancılığıyla ve hadis uydurmasıyla tanınmış birisi. Ayrıca Abdullah b. Amîra'dan, Simak'dan başka hiç kimse hadis alıp rivayet etmemiş. Sahabeden bu hadisi rivayet eden Hz.Abbas (ra) ile Abdullah b. Amîra arasında kopukluk var. Bu açığı kapamak için araya "Ahnef" sokulmuş. Fakat Ahnef'le Abdullah b. Amîra'nın görüşmüş olduğuna dair rivayet yok. Hafız Münzirî Sünen-i Ebu Davud'un şerhinde; rivayetteki ravilerden el-Velîd b. Ebî Sevr'in güvenilir olmadığını, onun rivayet ettiği hadisin delil olamayacağını söylüyor. Bu râvi hakkında İbn Kayyim da aynı tesbitleri ileri sürüyor. Bu rivayeti metin yönünden incelediğimizde ise mesele ta-mamiyle açıklık kazanıyor. Selef âlimlerinden, büyük hadisçilerden; İbn Maîn, Ahmed b. Hanbel, İmam Buharı, İmam Müslim, İmam Nesâî, İbn Adiyy, İbnü'1-Aziz, İbnü'l-Cevzi bu rivayetin sahih olmadığı konusunda ittifak ediyorlar. İbnü'l-Aziz Sünen-i Tirmizî'nin şerhinde, bu rivayetin ehli kitaptan geçmiş olduğunu, sahih hadislerde aslı olmadığını söylüyor.
- Ebû Hayyan Hakka Suresinin 17. ayetini tefsir ederken; "Buradaki sekiz için yalan şekiller uyduruldu. Biz bundan sekiz safha anlıyoruz" diyor. Gerçekten de eski Yunan efsanelerinde, onların ilahlarına izafe ettikleri bir takım sıfatlar var. Bu efsanelerde arşı taşıyan keçiden veya buna benzer evcil hayvanlardan bahsedilmesi çok gariptir. Buna dayanarak, Yahudi ve Hristiyan alimler müslü-man olunca geçmiş kitaplarda veya efsanelerde mevcut bulunan bazı rivayetleri, ayet ve hadisleri açıklarken araya sokmuş olmaları muhtemeldir.[172] Görüldüğü gibi bu rivayetin sahih olmadığı açıktır. Zaten rivayeti kitaplarına alan imamlar da "garip" olduğunu bizzat belirtmişlerdir. Ama bütün bunlara rağmen, bu rivayetin sahih olduğu farzedilse de şöyle açıklanabilir: Benzetmeler, âlimlerin elinden cahillerin eline düşünce zamanla gerçek zannedilir. Buradaki keçi bir benzetmedir. Bu zamanla gerçek zannedilip, büyük bir keçi olarak tasavvur edilmiştir.[173] Arş ve Semâvâtı taşıyan meleklerin âlem-ı gayb ve âlem-i şehadette keçi suretinde göründüğü düşünülebilir. Bir başka husus da şudur: Semada hareket eden yıldızların, gezegenlerin ve diğer kütlelerin yörüngeleri tesbit edildiğinde ve bunlar arasında farazi bir hat çekilince, birtakım hayvana benzer şekiller ortaya çıkıyor. îşte yedi kat göklerin üstünde de sema cisimlerinin keçiye benzer bir şekil oluşturduğunu söyler- sek ilmî gerçeklere aykırı olmaz.[174] Buradaki sekizden murad ise, Allah'ın sekiz sıfatı olan; hayat, ilim, semi, basar, irade, kelam, tekvin ve kudrettir. Dünyada imtihan için hakimiyet açık bir şekilde tezahür etmez. Ahirette ise Allah'ın hakimiyetinin tecellileri olan bu sıfatlar açıkça ortaya çıkacaktır. Ayette geçen; "O gün Rabbinin arşını taşıyanlar sekiz olacaktır" ifadesinin Allah-ü a'lem işaret ettiği manalardan birisi de budur.
- SABİÎLİK İbrahim Sümer Yedinci Bölüm
- SABİÎLİK NEDİR? Sabitlik Irak merkezli semavî dinlerden biri. İdris (Hermes) Peygamberden kaynaklandığı konusunda alimler görüş birliği içindedirler. Kadîm (antik) bir dinî gelenek olduğundan zaman içinde muhtelif görünüş şekillerine bürünmüştür. Hermes'in tarihî kimliği tam tesbit edilebilmiş değil. Hermetizm üzerine Doğu ve Batıda seksenin üzerinde kaynak eser yazılmıştır. Harranlı sabiîler Hermes'i peygamberlerinden biri ve ibadetlerinin öncüsü kabul ederler. Iranlılar'ın "Gayamert" yani Adem'in (as) torunu dedikleri odur. Yahudiler onun tufandan önce yaşayan Uhnuh olduğunu iddia ederler. Medeniyetlerin doğup geliştiği coğrafî bölgeler olan Mısır, Babil ve Yunan'da kendi adlarıyla anılan Hermetik okullardan bahsedilmektedir. Yunan Hermetizmi ile Mısır Hermetizmi M.Ö. 2000 yıllarında İskenderiye'de birleşince, meşhur İskenderi'ye felsefe okulu kurulmuş olup, bütün öğretiler "Büyük Hermes" adlı kitapta toplanmıştır. Turan Dursun, "Din Bu 2" kitabını çok değişik kaynak ve araştırma eserlerinden topladığı bilgilerle doldurmuş. Ancak bu bilgiler, peşinen kabul edilmiş bir tezin inşası amacıyla rastgele değerlendirilmiştir. Üstelik daha düne kadar primitif bir hayat tarzı sürdüren insanların tarihî kalıntıları ve ibadet şekilleri, kuşbakışı bir tetkikle gözden geçirilerek, binlerce yıllık insanlık tarihinin, kültür ve medeniyet merkezinden uzak bir noktadan nemâlandığı ifade edilmek istenmiştir. Demek istediği, özetle: İslâm'ın tümüne yakın bir bölümüyle gök cisimlerine tapınmayı içine alan sabiîlikten doğrudan, dolaylı olarak da Yahudilik ve Hristiyanlıktan alındığı ve asla vahiy eseri olamayacağı iddiasıdır.. Buna göre, Hz. Peygamber (sav) İslâm'ın tek kurucusu olmuyor; Sabitlik gibi îslâm da güneşe ayarlı bir din addolunuyordu. Kabe'nin güneş kültü tapınakları ve benzerliği iddiaya delil olarak gösterilmiştir. METOD ÜZERİNE Yazarın metodu üzerinde mütalaa edilirse görülecektir ki, o, dinlerin menşei konusunda Lamarck yöntemi ile hareket etmektedir. Peşinen kabul edilmiş hükmünün ve şartlanmışlığının yanısıra, konu ile ilgili muhtelif görüşleri değerlendirmeden kendi kabulüne uygun söylentileri seçmesi yanlış sonuca ulaşmasının sebeplerindendir. Evvelemirde, kitabında aktardığı malumat, Kur'an'ın nazil oluşundan sonraki zamanlara
- ait olup, o dönem yazarlarının müşahadelerini ve kulaklarına gelen söylentileri derlemeleriyle oluşmuş kitaplardan iktibas edilmiştir. Hemen hemen hiçbiri kaynak eser olmayıp, bazısı araştırma eseri tarifine bile girmemektedir. Ayrıca, ansiklopedilerden de büyük ölçüde faydalanılmıştır. Malumatın birçoğu İslâmî eserlerde ve tefsirlerdedir. Eser sahipleri aktardıkları malumatın ikinci ve üçüncü elden olma özelliğini gözönüne alarak, hep "kîl kavilleri" kullanmışlar; "denilmiştir ki....." gibi kayıtlarla bilgileri kitaplarına almışlardır. Bu eserlerde herhangi bir yargı bildirimi görülmemektedir. Ayrıca, bu tür malumatın bahsi "israiliyyat" olarak isimlendirilir ki, literatürümüzde bu tür aktarımların doğruluk dereceleri tesbit edilmiş olup, esatir (masal) tabir edilmişlerdir; akideyi ilgilendiren konularda delil olamazlar. Yazarın, ciddi bir tez olarak işlediği konuda öncelikle kaynak eserlerden aktaracağı delilleri sıralaması beklenirdi. Tarihî Vesikalar Ne Diyor? Usul konusunda söylenmesi düşünülen diğer bir nokta tarihî vesikalar konusunda olacaktır. Tarih çalışanlarınca en küçük bir vesikanın sayfalar dolusu indî yorumlardan daha fazla kıymeti vardır. Bu tür dokümanlar içerisinde en kıymetlisi şüphesiz yazılı metinlerdir.[175] Detaylardan yola çıkmanın insanı hataya götüreceği unutulmamalıdır. Objektifliğin temini ve tarih disiplinin özelliği açısından ondört yüzyıllık geçmişe sahip Kur'anın ve hadislerin de en az diğer malumat kadar tarafsız olarak incelenmesi vazgeçilmez bir zaruret arzetmektedir. Kitapta Güney Amerika yerlilerinin ibadet şekillerinin müslümanlarınkiler ile benzerliğinden hareketle, İslâm'ın sanki Güney Amerika'dan alınmış olduğu iddiası tutarsızdır: Öncelikle, İslâm'ın doğduğu coğrafyanın kendine has özelliği sebebiyle o yöre arapları en yakınlarında bulunan yahudilik ve hristiyanlık din ve kültüründen bile etkilenmedikleri gözönüne alındığında, okyanus aşırı bir memlekette neş'et eden Aztek kültürünün o günün ulaşım imkânlarıyla Arap yarımadasına transferi hayal edilemez. İkinci olarak, yeni dünyanın keşfi ve tarihî İnka- Aztek medeniyeti alanındaki çalışmaların henüz son zamanlara ait olup, neticelenmediği gerçeği gözönüne alındığında derme-çatma şekilde moda verilerle orijinallik yakalama gayreti daima spekülasyonlara açık olacak, ilmî hüviyetten yoksun bulunacaktır. Ancak, birbirlerinden çok uzak bulunan coğrafyalardaki inanç sistemlerinin şaşırtıcı benzerlikleri, dinin tek bir ezelî kaynaktan doğup geliştiğini göstermesi bakımından dikkat çekicidir. Ayrıca kitap zıtlıklarla doludur. Örnek olarak, otuzaltıncı sayfada "Sabiîlik dinlerin çağlar içindeki en eskisidir" denilerek, kitabın muhtelif bölümlerinde de bu dinin pîrinin İdris (as) olduğu vurgulanırken, sonuçta, "İslâm, kesinlikle vahiy eseri değildir" denebilmektedir. Bunun yanında, dinlerin tekâmülünde, ilkel inançlar, sabiîlik (güneş kültü), Yahudilik, Hristiyanlık zinciri şeklinde bir gelişme seyri takip edildiği iddia edilmiş, ancak zincirin sonuna İslam'ın eklenmesinden özellikle kaçınılmıştır. Yazarın -ilmî olmayan- mantığına göre bile İslâm'ın rahatlıkla eski dinlerin o çağa uydurulmuş bir versiyonu şeklinde görülebilecekken kendi mantığına ters bir yol takip etmesi de düşündürücüdür. Bütün bunlara rağmen, tekâmül zincirinin başına konulan, dinlerin ilkel inançlardan (güneş kültünden) evrimleşerek Tek Allah inancına ulaştığı iddiası dinler tarihi alanında çalışan birçok Batılı uzman tarafından kabul görmemektedir. Dinin menşeinin animizm, animatizm, totemizm olduğu iddiaları ortaya atıldığı yıllarda tenkid edilmiş ve çürütülmüşlerdir. Batı'da bugün revaçta olan görüş, Lang ve Schmidt'in önderliğinde gelişen, dinlerin tek Allah inancından (monoteizm) doğup, zamanla tahrif oldukları, tarih süreci içerisinde yeni yeni peygamberlerle putperestliğin önüne geçildiği tezidir.[176] Tek bir yüce kudre- te bağlılık inancı yeryüzünde hiçbir zaman kaybolmamıştır. İnsanlığın en bunalımlı anlarında bir peygamber tevhidi vaz etmekle mükellef kılınmıştır. Diğer taraftan, dinler tarihinin ayrı bir safhasını teşkil eden filolojik çalışmaların sıhhatinden şüphe edilmiştir.[177] Çünkü, araştırıcıların hepsi o kültürün ve dilin yabancısıdırlar. İlkel tabir edilen
- toplulukların kastettikleri nüansları farkedemedikleri böylece aksi bir kanaate bile ulaştıkları yine önde gelen dinler tarihi uzmanlarınca ifade edilmektedir. Üstelik, folklorik incelemelerin her zaman ilgili toplumun dinî inceliklerini veremeyeceği açıktır. Bütün bunlara ilaveten, ilk araştırıcılar seyyahlar ve gemiciler olup,[178] bu kişiler müşahedelerini duydukları herşeyi kaleme almışlar, tenkid süzgecinden geçirip tasnif etmeden kitaplaştırmalardır. Üstelik bazısı hristiyan misyoneri olup, kendi dinleri hatta mezheplerinin görüşlerini destekler mahiyette seyahatnameler tertip etmiş olmaları, dinler tarihine kaynaklık eden bu türden ilk malumatlara soğuk bakılmasına sebep olmuştur. Görülüyor ki, Turan Dursun dinler tarihinin temel problemlerinden bile habersizdir. Şurası inkâr edilemeyecek bir gerçektir ki, araştırmasının tutarsızlığı onun bu konudaki dikkatsizliğine bağışlanamayacak kadar peşin hükümlü ve yanlışlarla doludur. Dahası, Turan Dursun'un iki büyük semavî din olan Yahudilik ve Hristiyanlık inanç esaslarını bile bile gözardı ettiği açıktır. Yahudiler, içinde bulundukları ekonomik, siyasî, dinî buhranlardan kendilerini kurtaracak bir peygamber intizarı içindeydiler. İncil de Hz. İsa'nın ağzından, insanlara rahmet olacak bir kurtarıcı "faraklit-paraklef'in geleceğini müjdeliyordu. Hatta, onun eda edeceği vazifenin kendi görevinden daha geniş boyutta cereyan edeceğini ifade etmekteydi.[179] Köklü yazılı-sözlü geleneğe sahip bu semavî dinlerin de kutsal kitapları tedkik edilmeden bu konuda mütalaa yürütülmesi araştırmada bir ard niyetin mevcudiyetini göstermektedir. Sonuç olarak, Sabiîlik, pîri peygamber olan, zamanla tahrif edilmiş, ancak, çok yaygın bir coğrafyada çeşitli görünümler altında etkisini sürdürmüş bir dindir. Zamanla dejenere olmuş bu din, Roma'nın sır dinleri gibi varlığını, mensuplarını değişik yollarla gizlemek suretiyle devam ettirmeye çalışmıştır. Kur'an üç ayetinde bu dinin mensuplarının adını zikretmektedir.[180] Bu topluluklardan kimisinin inanç esaslarının ve ibadet şekillerinin hristiyanlığın Yahya koluyla benzerlik arzetmesi, bir diğerinde İslâmî tarzda ibadet şekillerinin hakim bulunması, ayrıca, az sayıdaki mensubunun belirli bir bölgede meskûn bulunmaları, birbirinden tamamen farklı çok değişik kollara ayrılmış bulunmaları, onların, aynı coğrafyada iç içe yaşadıkları diğer dinlerin tesir derecelerine göre şekillendiklerini gösterir. Özellikle namaz vakitleri ve kılınış şekli müslümanların namazıyla benzerlik arzetmesi İslâm'ın tesirinin en bariz göstergesidir. Daha da önemlisi, dinin temelindeki tevhidi hattın temel muamelat esaslarında bile ne kadar bir olduğunun ölçüsüdür. Konumuna belki biraz ışık tutar gayesiyle, dinlerin dejenerasyonu konusunda bu alanda çalışanlarca ortaya atılan tezlerden sembol dili hakkında kısa bir bölümü kayda değer bulduk: İlkel insanlar arasındaki anlaşma, kavramları ancak semboller yoluyle aktarabilmekten geçtiği için, onlara sunulan her soyut kavram yine onlarca ancak semboller yoluyla algılanabilir ve düşünülebilirdi. Gerek söz, gerek jest, gerek işaret yoluyla ve gerekse yazı yoluyla iletişim kuran insanların sembolizme dayalı bu alfabeleri, dinin bozulmasında, tıpkı kelimeden yeni kelime üretme olayı gibi sembolden sembol üretme yoluyla menfî yönde etkili oldu. Sembolik ifadelendirmelerin başlangıçlarında yani dillerin yalın olduğu dönemlerde dini benzetmeler kolayca anlaşılabiliyordu. Fakat kültürler ilerledikçe buna paralel olarak lisanlar ve onları oluşturan somboller iyice girift hale gelmeye başladı. Toplumlar gelişen kültürlerle aynı hızda bozulmaya başladı. Dil kompleks hale geldi. Diller ve onların alfabeleri semboller karmaşıklaştı. Dini vazeden peygamberler dünyadan göçtükten sonra, dini kavramlar semboller yoluyla nesilden nesile geçti. 'Yıkmak yapmaktan daha kolaydır' kaidesine insanoğlu her zaman uyduğu için, dini kavramlar üzerinde fazla düşünülmeden dünyevî niteliklere atıflar yapılmaya başlandı. Allah, besleyici, üretici, yoktan var edendi; eşi benzeri bulunmayandı. Şimdi O'nu düşünebilmek için
- insanın tabiatta bulunan nesnelere yollamalar yaparak yani O'nun sıfatlarını tabiatta sembolize edebilecek nesneler bularak tahayyül etmeleri gerekiyordu. Binlerce sene önce baba çocuğuna şöyle açıklamalarda bulunmuş olabilirdi: "Allah toprak gibidir, tarla gibidir; güneş gibidir. Gökte tek başına şa'şaalı hakim ve kudretli; iyileri ısıtan, kötüleri yakan..." Bu tür sembolik ifadeler henüz tehlikeli değildi; zira semboller benzetmelere dayanıyordu. Fakat bir müddet sonra benzetmelerin yerini özdeşleştirmeler aldı. Artık Allah -hâşâ-toprak, tarla olmuştu. Böylece ilahi güç seküler güç halini aldı... vs. Bu dönemler süresince peygamberler geldi, ancak bu inançlar bir önyargı olmuştu. Einstein'in dediği gibi, "bir önyargıyı parçalamak atomu parçalamaktan daha zordu."[181] Şurası da bilinmelidir ki, insanların gök cisimlerine çok yakın ilgileri o zamanki şartlarda ibadet vakitlerini tayin, tohum ekme, ürün kaldırma, hava şartlarını önceden kestirme gibi muhtemel durumları tesbitte yegane unsur olmalarından dolayı idi. Mitolojik ifadelendirmelerde sıkça rastlanan bu semboller, hayatlarını doğrudan etkileyen bu cisimlere gizli hayranlık, hayret ve saygılarının ifadesidir. Yoksa, onlara tapmak maksad değildir. Şurası unutulmamalıdır ki, mitolojilerin dinin menşeine ışık tutmadan önce o dönem insanlarının edebî hüviyetlerini aktarma gayreti taşıdığı yine şu sahada söz sahibi ilim adamlarınca ifade edilmektedir.
- CAHİLİYEDE KIZ ÇOCUKLARI Adil Öksüz
- Sekizinci Bölüm İSLÂMİYET'TEN ÖNCE ARAPLAR KIZ ÇOCUKLARINI DİRİ DİRİ TOPRAĞA GÖMERLER MİYDİ? Kur'ân 'ın anlattığı bu olaylar yalanlanıyor Muterizler , İslâm'dan önce Araplar arasında kız çocuklarını diri diri toprağa gömmenin olmadığını iddia ediyorlar. Böylece de bütün tarihçilerin kaydettiği bir gerçeği dolambaçlı yollarla inkâr ediyor. Peki ama böyle birşey yoksa Kur'ân neden söylemiş ve Kur'ân bunu söylerken dinleyenler neden itiraz etmemiş? Gerçek dışı birşeye ilk önce Kur'ân'a inananlar karşı çıkmaz mıydı? Muteriz "Vâide" kelimesinin "çocuğunu toprağa gömen kadın" anlamına, kelimenin kökü olan "ve'd"in de "kız çocuğunu diri diri toprağa gömme" anlamına gelmediğinden, sadece gömme manasına geldiğinden bahsediyor ve iddiasına mesned olarak da Hamdi Yazır'ı gösteriyor. Oysa ki Hamdi Yazır tefsirinde şöyle
- diyor: "MEV'UDE": "Küçükken diri olarak gömülüp öldürülen kızcağız demektir" ki "veede" den türemiştir. "Ve'd" ise cahiliye Araplarının kız çocuklarını diri diri kabre gömmek adet-i şemalarına denilir. Tefsircilerin beyan ettikleri gibi cahiliye Araplarında bu çirkin adet yaygın idi ve bunu türlü türlü yaparlardı. [182] En güvenilir lugatlardan Lisanu'1-Arab ve Kamusu'1-Mu-hit'de ise bu kelime: "Sağ kızını diri diri toprağa gömdü" şeklinde açıklanmaktadır. Demek ki cahiliyede kız çocukları diri diri toprağa gömülüyordu. Ve bu şeneat işleniyordu. Bunu Kur'ân haber veriyor: "Toprağa gömülmüş kıza sorulduğu zaman hangi günahtan ötürü öldürüldü diye" (Tekvir, 81/8-9) ve cahiliye toplumundan da "yapılmıyordu" şeklinde bir itiraz gelmiyordu. Muterizlere göre Kur'ân'ın ifade ettiği bu olaylar apaçık yalan. Ne bir baba ne de bir anne burada ileri sürüleni yapar. Bu tür şeylerin olması insan doğasına aykırı. Kız çocuklarının yoksulluk için ya da leke sayıldığı için diri diri gömüldüklerini ileri sürmek ve bunu kabul etmek, anneliğin, babalığın ne olduğunu bilmemektir. Ve hiçbir anne-baba yüreği bunu yapamaz. Doğru, istikametli bir cemiyette normal bir anne-baba bunu yapamaz. Ama toplum dejenere olur ve bu gibi fiilleri aile şerefinin korunması için gerekli görürse yapar. Merhamet duygusu silinip gitmiş ve insanlık vasfını yitirmiş insanların da bunu yapması normaldir. Bu uygulamanın, bütün Araplar arasında yaygın biçimde olduğunu, halkın tümünün hoş gördüğünü kimse iddia edemez. Ama cahil bedevi kabileler arasında görüldüğü muhakkak. Elbette her aile böyle yapmıyordu, ama bazı taş yürekliler bu fiili işliyordu. Bunun yaygın bir uygulama olduğunu söylemek hata olur. Bugün, her kadının kürtaj yaptırdığını söylemek gibi bir hata... Evet, Kinde, Temim gibi bazı ilkel arap kabileleri bu adeti uygularken, Kureyş ve diğer soylu kabilelerde bu çirkin ve alabildiğine vahşi davranış uygulanmıyordu. Belki bu sebeple cahiliyye arap şiirinde bu gelenek çokça yer almamıştır. Ama bunu bütün bütün inkâr etmek de yanlıştır. Meselâ Zeyd b. Amr b. Huteyl'in cahiliyede kızını öldürmek isteyen adama: "Onu öldürme. Onu, bana ver, ben ona kefil olayım. O büyüyüp geliştiği zaman istersen alırsın istersen tekrar bana iade edersin"[183] dediğini, böylece kız çocuklarının öldürülmesine mani olduğunu biliyoruz. Ve yine Şair Ferazdak'ın dedesi de öldürülecek kız çocuklarını fidye vererek kurtaranlar arasındaydı. Taberâni'nin rivayetine göre bu kişi Peygamberimize: "Yâ Resûlallah! Ben, cahiliyye döneminde gömülecek olan 360 kız çocuğunu herbiri için fidye vererek kurtardım. Acaba bu yaptığım işten bana sevap var mı?" diye sordu. Peygamberimiz de: "Onun sevabını alırsın. İşte Allah, sana İslâm nimetini nasip etti" diye cevap verdi. Ferazdak aşağıdaki şiiriyle dedesinin bu yaptığı işten dolayı övünmüştür. "Dedem ki kız çocuğunu gömenleri men ederek çocukları yaşattı, o zavallılar gömülmediler." Bu adetin temel sebebleri arasında aile şerefini koruyamamak ve fakirlik endişesi yatmaktaydı. Onun için Kur'ân, fakirlik korkusuyla bu işi yapanlara: "Fakirlik korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyin, onların da sizin de rızkınızı biz veriyoruz. Şüphesiz onları öldürmek büyük bir günahtır"(isra, 17/31) buyurmaktadır. Muterizler hiçbir anne babanın böyle birşey yapamayacağını, bunun doğaya aykırı olduğunu söylerken, nedense günümüzde anne karnında gelişmesini tamamlamış, dünyaya gelmek için hazırlanmış binlerce
- çocuğu kürtaj yoluyla katledenleri, yine doğurduğu çocuğu öldürüp çöp bidonlarına atan, yahut sağ olarak yığın yığın çocuğu cami ve kilise bahçelerine bırakanları hiç düşünmüyor. Bunları yapanlar veya yaptıranlar insan değil mi? Onların yüreği ana-baba yüreği değil mi? Muteriz, kız çocuğunu diri diri gömme ile ilgili olarak Ebû Davud'dan şu hadis mealini aktarıyor: "Vâide de (gömen) mev'ûde (gömülen) de ateştedir" ve şu yargıya varıyor. "Kız çocuğunu diri diri gömen kimsenin cehenneme gitmesini anladık ama o zavallı kız çocuğunun cehennemde işi ne? O niye cezalandırılıyor? diye sorabilirsiniz" diyor. Şunu hemen belirtelim ki muteriz böyle söylemekle evvelâ önceki söyledikleri ile tezada düşmektedir. Çünkü iddiasında kız çocuklarının diri diri toprağa gömüldüğünü inkâr edip yalanlıyordu. Oysa ki, bu hadisi ele alırken (kız çocuğunu diri diri gömen kimsenin cehenneme gitmesini anladık ama...) ifadesiyle kız çocuklarının diri diri gömülmesini kabul ediyor. Demek ki, işine gelebileceğini zannettiği rivayetleri ele alıp kasıtlı bir şekilde çarpıtıyor. Şimdi hadisin izahına geçelim. Hadiste geçen "el-vâdetü" den maksat (el-kabiletü) "ebe"-dir. "el-Mevûdetü "den kastedilen mânâ ise rızası ile bu işi yaptıran çocuğun annesidir. Burada da muterizlerin dilbilimci(!) temsilcisinin yetersizliğine veya tahrifat gayretlerine dikkatinizi çekeriz. Cahiliyede kız çocuğunu gömecek olanlar, doğum yaklaştığı zaman, derince bir çukur kazar ve doğumu o çukurun kıyısında yaparlardı. Bu esnada ebe de hazır bulunur, eğer çocuk erkekse onu tutar, kız ise açılan çukura atar ve üzerine toprak yığardı. Bu cahiliye döneminde ar ve geçim korkusundan dolayı yapılırdı.[184] İşte bu hadiste "ateştedir" denilerek cehennemlik bir fiil işlediği söylenenler kız çocuğunun diri diri gömülmesine razı olan anne ve o doğumu yaptıran ebedir. Yoksa kız çocuklarına yapılan bu zulmü şiddetle kınayarak "Toprağa gömülmüş kıza sorulduğu zaman hangi günahından ötürü öldürüldü diye?" (Tekvir, 81/8-9) ifadesiyle yavrunun masumluğunu vurgulayan; Kur'ân'ın tebliğcisi Hz. Peygamber, yavrunun Cehennem'e gideceğini söyler mi? Bunun söyleyebileceğini sağduyu sahipleri kabul eder mi? Cahiliyede kız çocuklarının diri diri gömülmesi "ve'di be-nât" sözcüğüyle ifade ediliyor. Yukarıda da belirttiğimiz gibi cahiliye devrinde, belli yörelerde ve toplumun belli kesimlerinde dünyaya gelen kız çocukları büyük çoğunluğu itibarı ile diri diri toprağa gömülüyordu. Bu vahşice adeti kimileri tuhaf bir cahiliye gayretiyle, kimileri geçim sıkıntısıyla kimileri de servet ve samanlarının kızları vasıtasıyla başkalarının eline geçeceği endişesi ve kabile hırsıyla yaparlardı. Hangi sebebe istinat ettirilirse ettirilsin hangi saikle yapılırsa yapılsın bu bir vahşetti ve mutlaka önlenmeliydi; önlendi de... Ve önleme istikametinde Kur'ân-ı Kerîm'de ve sünnet-i sahihada bir hayli emir, saadet nüzul ve şerefsüdur oldu.
- KURANDA VE HADİSLERDE KIZLARIN DİRİ DİRİ GÖMÜLMESİ ANLATILMIŞ MIDIR? Şimdi muterizin, iddiasının tam tersine, görmemezlikten geldiği Kur'ân-ı Kerîm'de nazil olan âyetleri ve Efendimiz'den şerefsüdur olan hadis-i şerifleri zikredelim. Kur'ân-ı Kerîm'de: 1- "Onlardan birine kız çocuk müjdelendiği zaman içi öfkeyle dopdolu olarak yüzü simsiyah kesilir, kendisine verilen müjdenin kötülüğünden dolayı kavminden gizlenir. (Şimdi ne yapsın) onu, rezil rüsvay olma pahasına tutsun mu? Yoksa onu toprağa mı gömsün? Bak ne kötü hüküm veriyorlar." (Nahl, 16/58- 59) 2- "Rahmân'a benzer olarak ileri sürdüğü (kız çocuğu) onlardan birine müjdelendiği zaman onun yüzü simsiyah kesilir, öfkesinden yutkunup durur." (Zuhruf, 43/17) Hadîs-i şeriflerde: 1- Hasna bint Muaviye es-Sarime amcasından şöyle rivayet ediyor: Dedim: "Ey Allah'ın (cc) elçisi, kim Cennettedir? Peygamber (sav): Peygamber Cennettedir.. Şehit Cennettedir.. Yeni doğmuş çocuk Cennettedir.. Toprağa gömülmüş kız) Cennettedir. "[185] 2- Rasûlullah (sav) buyuruyor ki: "Kimin bir kız çocuğu olur, onu gömmez, hor ve hakir görmez ve oğlan çocuğunu ona tercih etmezse Allah (cc) bu kız çocuğu sebebiyle onu Cennet'e koyar."[186] 3- Aşağıdaki kaynaklarda ise Allah Rasûlü (sav)'nün kız çocuklarını diri diri toprağa gömmeyi yasakladığı açık olarak görülmektedir. Sahabi Efendilerimizden biri Allah Rasûlü (sav)'nün huzuruna geliyor ve cahiliyede geçmişine ait bir vahşeti dile getiriyordu: "Ya Rasûlallah! Biz cahiliye devrinde kız çocuklarımızı diri diri gömerdik. Benim de bir kız çocuğum vardı. Annesine, "Bunu giydir, dayısına götüreceğim" dedim. (Kadın bunun ne demek olduğunu bilirdi. Ciğerparesi, evlâdı biraz sonra bir kuyuya gömülecek ve orada çırpına çırpına can verecekti. Fakat kadının böyle bir vahşetin önüne geçmek hak ve selâhiyeti yoktu. Yapabileceği tek şey, için için ağlayıp gözyaşı dökmekti) Hanımım dediğimi yaptı. Çocuk hakikaten dayısına gideceğini zannediyor ve cıvıl cıvıldı. Elin- den tutup daha önce kazdığım bir kuyunun yanına getirdim. Ona kuyuya bakmasını söyledim. O tam eğilip kuyuya bakayım derken, sırtına bir tekme vurdum ve onu kuyuya yuvarladım. Fakat nasılsa, eliyle kuyunun ağzına tutundu. Bir taraftan çırpınıyor, diğer taraftan da "Babacığım üzerin tozlandı" deyip elbisemi silmeye çalışıyordu. Buna rağmen bir tekme daha vurdum onu diri diri toprağa gömdüm." Adam bunu anlatırken Allah Rasûlü ve yanındakiler hıçkıra hıçkıra ağlıyorlardı. Orada oturanlardan birisi "Be adam Rasûlallah'ı hüzün içinde bıraktın" deyince, Efendimiz adama: "Bir daha anlat" dedi. Adam hadiseyi bir kere daha anlattı. İki cihan serverinin gözlerinden akan yaşlar mübarek sakalını ıslattı.[187] Allah Rasûlü hadiseyi tekrar ettirmekle sanki şunu anlatmak istiyordu: "İşte siz İslâm'dan evvel
- böyleydiniz. Tekrar anlattırdım ki, İslâm'ın kazandırdığı insanlığı bir kere daha hatırlamış olasınız."
- ZİNA Yılmaz Yiğit Dokuzuncu Bölüm
- İslâm'a tenkid nazariyle bakan ve bu bakışlarında kilitlenen insanlar zinanın fert, aile ve toplum üzerinde meydana getirdiği menfî tesirlere hiç bakmaksızın, güya hümanist (!) yaklaşımlarla İslâm'ın zina suçuna verdiği cezayı akıllarına sığıştırama-maktadır. Bunlardan bazıları bu cezayı, Kur'ân'da yer almamasından hareketle inkâr ederken, bazıları da "tarihsellik" anlayışına sığınarak "14 asır önceki arap toplumu şartları içinde verilen bir cezadır ve bugün için geçerliliği yoktur" demektedirler. Halbuki sünnet-i sahihada yer alan ve İslâm'ın evrenselliği açısından aynı hikmet olan recm cezası öyle zannediyorum ki, üzerinde fikir mütalaası dahi yürütülemiyecek derecede açık ve netlikle bize intikal etmiştir. İşte aşağıdaki satırlarda tarifinden tesbit şekline, oradan had uygulanmasına varıncaya kadar çeşitli yönleriyle zina ve ona cezaya yöneltilen tenkidlere cevab sadedinde açıklamalar bulacaksınız. Faydalı olacağı temennisiyle ... A- ZİNANIN YOL AÇTIĞI FELAKETLER Zina ilk anda zahiren câzib gibi görünür. Ama neticesi itibariyle fert, aile ve cemiyet için tamiri zor tehlikeler doğurur. Konunun aydınlanması açısından öncelikle zinanın fert üzerindeki maddî-manevî tahribatını zikretmek yerinde olacaktır. a) Zinanın Fertlerde Yaptığı Tahribat a) Maddî tahribat: Zinaya mübtelâ insanların ekserisi, tedavisi mümkün olmayan tehlikeli hastalıklara yakalandıkları bir vakıadır. Meselâ "belsoğukluğu" diye bilinen hastalığın, tedavisi her ne kadar mümkün olsa da, insanda meydana getirdiği kalıcı tahribat küçümsenmeyecek ölçüde tehlikelidir. Günümüzde ferdi aşarak bütün bir insanlığı tehdid eden AİDS hastalığı, önü alınmaz aşırı hürriyetlerin (!) neticesinde irtikab edilen zinanın kötü bir neticesidir. İlk defa 1961 yılında Amerika'da ortaya çıkan bu hastalığın henüz tedavisi mümkün değildir.[188] Aşırı cinsel özgürlüğün hâkim olduğu Avrupa ve Amerika'da bu hastalık orta ve lise çağında bulunan çocuklar arasında bile hızla yayılmaktadır.[189] Yalnız belsoğukluğu ve AİDS değil, zinanın kansere yolaçtığı haberleri de kamuoyunda sık sık duyulmaya başlanmıştır. "Modern toplumlarda, cinsi ilişkilerin erken başlaması ve bu ilişkilerin çok olması, rahim kanserinin en önemli sebebidir." Genç yaştaki kızların, zina ile bekâretlerini kaybetmekten hasıl olan psikolojik rahatsızlıklar geçirdikleri de bir vakıadır. Bunların % 75-85'i maalesef çocuk yaşta denilebilecek çağdadır.[190] Gayr-i meşru ilişki neticesinde hâmile kalan genç kız ve kadınlar kürtaja başvurmaktadırlar. Bu ise, onlarda rahatsızlıklara sebebiyet vermektedir. Bu rahatsızlıklar bedenî olduğu gibi, psikolojik de olabilmektedir. Psikolojik rahatsızlıklardan en mühimmi "trauma-psikolojik sarsıntı" diye bilinen hastalıktır. Bunun sebebi ise "kadının kendinden olan bir parçanın öldürülmesi olarak" belirtilmektedir.
- "Amerika'da gayr-i meşru ilişkiler neticesinde her sene 12 milyon insan bulaşıcı zührevî hastalıklara yakalanmaktadır. Bunların üç milyonunu ise 13-19 yaşları arasındaki çocuklar teşkil etmektedir."[191] Hayatının baharında böyle amansız bir hastalığa yakalanan bu genç nesiller, maalesef zamansız, sistemsiz, kontrolsüz, gayri ilmî olarak kendilerine takdim edilen cinsi bilgilendirmelerin kurbanlarıdırlar. 1965'li yıllarda beş olan zührevî hastalık sayısı bugün, fuhuş neticesinde 50 rakamına ulaşmıştır.[192] Nesilleri böylesine tahribe sebebiyet veren bir fiile "özgürlük, bilimsellik (!)" adı altında meşru nazarla bakmak o milletin sonunun hazırlamak olmaz mı? b) Zina fertlerde manevî erozyona da sebeb olmaktadır. İnsanın ahlâkî ve psikolojik yapısında meydana getirdiği çöküntü ve yıkım, onu âdeta insanlıktan uzaklaştırmakta ve bohemliğe salmaktadır. Zira, zinanın neticesinde, insanın manen sukutu sayılabilecek hayasızlık, dolandırıcılık, yalancılık, riyakârlık, kötü niyet, basit isteklerde kölelik ve serserilik vb. çirkin davranışlar ortaya çıkmaktadır. Bu gibi bayağı davranışların zararı sadece fertle sınırlı kalmadığından cemiyette de birçok problemler ortaya çıkmaktadır.[193] Zina, insandaki karabet, kardeşlik, iyi niyet, doğruluk, başkalarının hakkına saygılı olma gibi birçok ulvî, insanî ve vicdanî duyguları da yok eder. Çünkü kişinin zina ettiği kimse başka bir cemiyetin değil kendi toplumunun bir ferdidir. Bu da bir başkasının ya annesi veya kızkardeşi ya da kızı, halası veya teyzesi olacaktır. Böyle yakını olan biriyle zina edilmesinden tiksinen insanın, içinde yaşadığı cemiyette mutlaka bir başkasının aynı şekilde yakını olan biriyle zina etmekten tiksinip kaçınmaması, onda her türlü insanî duygunun yok olduğunu gösterir.[194] Zinanın ahlâkî ve insanî duyguları erozyona uğrattığı inkâr edi- lemez bir gerçektir. Zinanın kişinin zihnî fakültelerini menfî olarak etkilediğine dair araştırmalar da vardır. Bunlardan biri, Dicle Üniversitesi'nde görevli Ömer Satıcı'nın yaptığı bir araştırmadır. Bu araştırmaya göre, öğrenciler üzerinde yapılan bir istatistikde, "karşı cinsle ilişki" içinde bulunan öğrencilerin başarı oranının düşük, ilişkisi olmayanların ise başarılarının yüksek olduğu tes-bit edilmiştir.[195] Genç nesilleri bu kabil fertlerden oluşan milletlerin istikbâlinden bahsetmek oldukça zordur. İlim, fen ve teknikte, eski birikimleri ile terakkisini devam ettiren Batı, istikbâli adına kendi nesillerinden, ümidini yitirme durumundadır. Zira fuhuş, uyuşturucu (eroin, esrar), içki, kumar gibi daha pekçok kötü alışkanlığı da beraberinde getirmekle fertleri idealsiz, başıboş, gününü gün etme sevdasında basit insanlar derekesine düşürür. Bu ise, millet planında maddî-mânevî terakkiye mani teşkil eder. Zira bu durumda genç nesiller zekâlarının en zinde olduğu bir çağda yüce ideallerle meşgul olmak yerine zihinlerini basit, süfli şeylerle doldurmuş olurlar. Bunlara sebebiyet veren en mühim âmillerden biri hiç şüphesiz zina ve fuhuştur. b) Zinanın Ailede Yaptığı Tahribat Toplumun sıhhati için, sağlıklı bir aile zaruridir. Bu da, nesebi bilinen sağlıklı bir nesil vücuda getirmek için erkek ve kadının nikâh akdiyle bir araya gelip neticede üzerlerine terettüp eden mesuliyeti paylaşmaları ile mümkündür. Ta ki nikâh sayesinde eşler meşru dairede ihtiyaçlarını gidersin ve bilhassa kadın gayr-i meşru bir ilişki neticesinde karnında taşıyacağı yükün ağırlığı altında hayatı boyunca ezilmesin. Ailenin sağlığı için nikâh bir sigortadır. Bu sigortayı yok eden en mühim amil ise zinadır. Zinanın "meşru" sayılmasının en küçük (!) zararlarından biri medeni hayatın temel özelliklerinden olan "Nikah'ı" iptal etmesidir.[196] Bu toplum açısından zinanın yaptığı en mühim tahribdir.
- Diğer yandan sadece şehevî arzularını tatmin etmek için nikahsız birarada yaşayan çiftler, aile telakkisini ortadan kaldırmaktadırlar. Bunun tehlikesi ise, toplum planında görülmektedir. Zira çocuk yapmaktan kaçınan bu çiftler gelecekte toplumu ayakta tutacak olan genç ve dinamik nesillerin azalmasına sebeb olmaktadırlar. Bugün nüfusu azalan Batı, bu tehlike ile karşı karşıyadır. Onun içindir ki, Batı, bütün müesseseleriyle seferberlik ilân ederek, çiftlerin nikâhlı olarak yaşamaları ve çocuk yapmaları yönünde çalışmalar yapmaktadır. Ayrıca gayr-i meşru lezzetlerin arkasına düşerek çocuk yapmaktan imtina eden çiftler, ihtiyarlık dönemlerinde zayıf ve yardıma muhtaç oldukları bir anda, kendilerine bakacak hayırlı bir evlattan mahrum kalmaktadırlar. Hayatlarının son anlarında yalnız ve sıkıntı içinde yaşayan bu kabil çiftler cemiyetin sırtına ağır, maddî- mânevî külfetler de yüklemektedirler. Diğer taraftan, manevi-yatsız evli çiftlerin başkaları ile zina etmeleri boşanmaların ana sebebini oluşturmaktadır. Çünkü zina eşler arasında karşılıklı güvensizlik ve şüphe meydana getirmekte, neticede ise boşanmalara sebebiyet vermektedir. Bugün Batı dünyasının gündemini oluşturan en mühim meseleler aile bünyesinde meydana gelen sarsıntılarla alâkalıdır. Bütün bir dünyada "cinsî özgürlüğün" öncülüğünü yapanlar Yahudiler ve Batıdır. Batı son zamanlarda kendi içinde aileyi canlandırma ve düzene sokma gayreti içine girerken, Türkiye gibi bilhassa istikbâl vâdeden müslüman ülkelerde tefessühe ve zinaya sebebiyet veren müstehcen neşriyatı teşvik edip, des- teklemektedir. Bu Batı'nın çifte standardı düşündürücüdür de.. Onun içindir ki "cinsel özgürlük" adı altında bilhassa müstehcen neşriyatın yaptığı tahribat nesillerimiz ve aile yapımız için endişe vericidir. c) Sahipsiz ve Problemli Çocuklar Zina mahsulü doğan çocukların doğmasına mâni olmak toplum için nasıl büyük bir problemse, doğan çocukların ortada kalması da aynı derecede büyük bir problemdir. Gayr-i meşru ilişkiler neticesinde meydana gelen ve sayıları gittikçe artan sahipsiz çocuklar sosyal ve hukukî problemleri de beraberlerinde getirmektedirler. Bakımsız, eğitimsiz, sahipsiz yığınla çocuk toplumun sırtına büyük mâli yükler yüklemektedir. Bu çocuklar ana-baba şefkatinden mahrum ve gayr-i tabiî bir ortamda büyüdüklerinden, psikolojik rahatsızlıklara da açıktırlar. Alınlarında veled-i zina damgası ve nesebsizlik taşıyan bu masum çocuklar devamlı bir mahcubiyet içinde yaşamaya mahkumdurlar. O kadar ki veled-i zina olmaları, ruhlarında de- ğişik menfî te'sirler de bırakmaktadır. Avrupa'nın medeni(!) olarak bilinen ve cinsî özgürlüklerin had safhaya ulaştığı Danimarka, İsveç, Hollanda gibi ülkelerde doğan çocuklardan % 40'a varan bir oranı sahipsiz olarak dünyaya gelmektedir.[197] Avrupa'nın içine düştüğü felâket karşısında uyanan bazı ülkeler bu tehlikeyi bertaraf etmek için tedbirler almaktadırlar.[198] Müstehcen neşriyatın te'siriyle cinsiyet hakkında erken ve yanlış bilgilendirilen çocuklar, farkında olmaksızın kendilerini zina tehlikesinin içinde bulmaktadırlar. Hatta çocuk denilecek yaşta çocuk sahibi olan bazı kızlar modern cinayet sayılabilecek kürtaja başvurmaktadırlar. Amerika'da kürtaj yaptıranların % 85'ini, evli olmayan gençlerin oluşturduğu bilinen bir gerçektir.[199] Sahipsiz büyüyen bu çocuklar, bugün Batı'da sosyal bir problem haline gelen punkçuluk, heavy metalcilik, gibi zararlı cereyanların teşekkülünde mühim roller oynamaktadırlar. Bütün bunlara sebep, zinanın fertler arasında yayılmasıdır. Sırtında böylesi ağır yükler taşıyan bir toplumdan, istikbâle doğru emin adımlarla yürümesi nasıl beklenebilir?.. d) Zinanın Toplum Hayatındaki Zararları
- Zinanın fert ve aileyi aşarak, toplumu da menfi yönde etkilediği muhakkaktır. Bu yönüyle zinayı "ferdin hürriyeti" olarak görmek oldukça zordur. Zira belsoğukluğu, frengi ve AİDS gibi adı bilinen ve bilinmeyeniyle sayıları elliye ulaşan zührevi hastalıkların temelinde yatan gerçek sebep zinadır.[200] Toplumun tümünü tehdit eden bu salgın hastalıklar karşısında üç-beş cinsî sapığın "şahsi hürriyetlerinden" bahsetme, buna karşılık bütün bir insanlığın en temel hakkı olan "sağlıklı yaşama ortamı"nın ve sağlıklı nesillerin yok olması karşısında suskun kalma, acaba, bütün bir insanlığa karşı işlenmiş bir cinayet, bir zulüm değil midir? Zinanın yaptığı tahribat sâdece bu hastalıklarla sınırlı kalmamakta, medeni toplumun en temel unsuru olan aileyi ve nikâhı da ortadan kaldırmaktadır. Cemiyet içinde nesebi bilinmeyen sağlıksız nesillerin artmasına sebebiyet vermektedir. Diğer taraftan zina ahlâksızlığa, insanî ve manevî duyguların erozyonuna sebeb olmakta, ayrıca, maddî- mânevî terakkiyi âdeta imkânsızlaştırmaktadır. Ayrıca zina toplum içinde huzursuzluğa ve anarşiye sebebiyet vermektedir. Hergün gazetelerde bir kadına sahip olmak uğruna işlenen cinayet haberleri artık âdiyattan sayılmaktadır. Böyle vak'alar, insanlar arasında kin, hased gibi kötü duyguların yayılmasına yol açmakta, toplumun birlik ve dirliği zedelenmektedir. Sahipsiz çocuklar ve fuhuş neticesi zührevi hastalıklara yakalanmış insanların tedavisi, devletin sırtına büyük bir mâli yük yüklemektedir. Amerika'da gençlerin cinsel sorunlarını araştırmak için bir senede 18 milyon dolar, AIDS'liler için ise (1991 yılına göre) 1,9 milyar dolar harcama yapıldığı bildirilmektedir.[201] Zinanın toplumda açtığı diğer bir yara da, fuhuş ticareti yapan organize, planlı mafyaların ortaya çıkmasıdır. Bu mafya teşkilatları, küçük yaştaki kız çocuklarını bu menfur işe bulaştırarak, hem kadın ticâreti yapmakta, hem de toplumun dejenerasyonuna sebebiyet vermektedirler .[202] Tecavüze uğrayan kadınların durumu ise bir başka içtimaî problemdir. Amerika'da tecavüz hadiselerinin 1990'da %6'lık bir artış göstererek 100450'ye ulaştığı resmî raporlarda belirtilmektedir.[203] Ya resmiyete intikal etmeyen tecâvüz olayları..? Tecâvüze uğramış namuslu bir kadına yapılan bu zulüm, onun bütün hayatını mahvetmek demektir. Peki onun kadınlık iffet ve nezâhatini kim geriye iade edebilecektir..? B- RECM VE CELD CEZALARI Zinanın Yolaçtığı Felaketlere Seyirci mi Kalınmalı? Zinanın zararları hiç şüphesiz sayılamayacak kadar çoktur. Bütün bunların zikredilmesindeki gaye, zinanın bugün fert, aile ve toplum hayatında yolaçtığı felâketlere kısaca işaret etmektir.
- Zinanın zararının fert ile sınırlı kalmadığı, artık realite planında da görülmektedir. Bugünkü özgürlüklerin (!) kaynağı olarak bilinen Batı, cinsî serbestiyet alanında, 1940'lı yıllarda yaptığı hataları düzeltme gayreti içine girmiş bulunmakta ve bütün bir toplumu zinaya karşı koruyan tedbirler almaktadır.[204] Batı'nın zina hadisesine karşı cezaî yönde aldığı tedbirler bugüne kadar caydırıcı olamamıştır. Gerek sosyal yapının müsait olmayışı, gerekse aşırı cinsel özgürlüğü savunanların kamuoyundaki hissedilir ağırlığı Batı'yı bu suça karşı şiddetli ceza vermekten alıkoymaktadır. Fakat toplumdaki yara da gitgide kangren hâlini almaktadır. O halde ya bu duruma lâkayd kalınarak âkibete razı olma yolu tutulacak veya umum toplumun yararı ve salâhı için (diğer tedbirlerle beraber) caydırıcı cezalar getirilecektir. Caydırıcı cezaların bugünkü toplumlarda bir anda uygulanmasının getireceği problemler olabilir. Bu, İslâm'ın en son çare olarak zinaya verdiği celd ve recm cezalarını (güya) vahşi olarak tasvir eden Batı ve onlar gibi düşünenlerin problemi olacaktır. Eğer baştan insanlara İslâmî bir sistemde yine İslâmî bir eğitim, terbiye verilebilseydi bugün müşahede olunan bu problemlerin hiç biri bu boyutta olmayacaktı. Çünkü İslâm problemi sadece cezaî yönden değil, bütün yönleriyle ele alarak çözmektedir. Suçlulara verdiği cezalar ise, hiçbir zaman insanlara zulmetmek maksadına matuf olmamıştır. Zira İslâm, rahmet dini olarak insanları hem dünyada, hem de âhirette ebedî saadete ulaştırmak için gönderilmiştir. O, bu gaye için insanlara bu dünyanın bir imtihan meydanı olduğunu bildirerek, birtakım emir ve yasaklara kendi istekleriyle uymalarını tavsiye etmektedir. Bu emir ve yasaklar bir imtihan unsuru olabildiği gibi, fert ve toplum için birçok yarar ve zararlar da ihtiva etmektedir. İslâm insanları bu emir ve yasaklara uymaya davet için onların dinî şuurlarını uyarmaktan, âhiret gününü hatırlatmaya kadar, bir dizi terbiye ve uyarma usulünden istifâde etmektedir. Fakat herkesin inancı aynı seviyede olmadığından ve bazı insanların birtakım şeylere karşı zayıf oluşundan, sadece inanca hitab ederek emir ve yasaklara itaatin sağlanması her zaman için mümkün olmamaktadır. İnsanlarda bulunan bu zaaflardan dolayıdır ki, bazı kimseler, yasak olarak bildirilen, aynı zamanda zararı umuma râci olan (zina, hırsızlık, had) gibi suçları işleyebilmektedirler. İşte bu gibi suçların toplumda yayılarak önü alınmaz tehlikelere sebebiyet vermemesi için İslâm, en son çare olarak etkili, caydırıcı cezalar koymuştur ki, zayıf karakterli insanlar suça cesaret etme gücünü kendilerinde bulamasınlar. İSLÂMÎ CEZALARDA HEDEFLENEN MAKSAT NEDİR? İslâm'da toplumun hukuku Hukukullah (Allah hakkı) kabul edilerek bu haklara karşı işlenen zina, kati, hırsızlık gibi suçlara verilen cezaların en bariz özelliği toplumu korumaya yönelik oluşudur. İslâm ki, bir insanı öldürmeyi bütün insanları öldürmeğe eş tutmuştur (Maide, 5/32) yine, toplumun hukukunu Allah hakkı kabul ederek, sözgelişi ölçüde ve tartıda hile yapmayı -bir bakıma- şirke denk günah sayan sadece İslâm'dır. İnsanî değerlere hiç bir din ve sistemde görülmesi mümkün olmayan böylesine bir mevki biçen bir din, bazı suçlar karşılığında, çağdaş zihinlere (!) ağır gelen cezalar koymuşsa, şüphesiz bunun apayrı bir önemi ve hususiyeti olsa gerektir. Buna göre, İslâm'ın verdiği cezalarda şu noktaların hedeflendiği gözlenir: a) Suç işleyen insanı ıslâh etmek ve bir daha suçu tekrar etmemesini sağlamak. b) Şahsın ve umumun ahlâkını korumak. c) Toplumda suça meyli önlemek (caydırıcılık).
- Birçok insanın kati ve zina ve hırsızlık suçları işlemeğe cesaret bulmaları, toplumda tecâvüz ve haksızlıklara sebebiyet verecektir. Dolayısıyle bunlara verilecek cezaların caydırıcı olması gerekmektedir. Caydırıcı cezalar insanları suç işlemekten alıkoyduğu gibi, caydırıcı olmayan cezaların da suça teşvik edici mahiyette olduğu bir gerçektir. İslâm, toplumun umumuna sirayet edebilecek kötülüğü önlemeyi, müstehak birkaç insana verdiği şiddetli ceza ile temin etmekle ve daha çok insanı felakete düşmekten korumuş olmaktadır. Zina suçuna verilen celd ve recm cezalarının da (Hukukullah-Allah hakkı) diye ifade edilen ve kamu yararına olan yasaklar kısmına girdiği açıkça görülmektedir. Bu cezalar karşısında, suça meyletmeyi düşünen fertler, elde etmeği umdukları menfaat yanında, karşılaşacakları cezaları düşünerek, psikolojik olarak böyle kötü fiillerden vazgeçeceklerdir. Zira insan psikolojisi, kendine eziyet ve acı veren şeylerden kaçma meylindedir.[205] İşlediği suç karşısında ciddî bir ceza gören fert, bir daha o suçu tekrar etmekten kaçınacaktır. Böylece her toplum içinde, o toplumun umumuna nisbeten küçük bir azınlık teşkil etmekle birlikte zararları yayılma istidadı taşıyan, suçlara meyilli fertlerin suç işlemeleri ve umuma zararları önlenmektedir. Nitekim İslâm toplumlarında bu cezaların müsbet yöndeki tesirleri açıkça görülmüştür. Onun içindir ki, celd ve recm cezaları hukukî olarak tam yerinde cezalardır. CEZALARIN HALKIN ÖNÜNDE İNFAZI ÇAĞDIŞI MIDIR? Günümüzde bazılarının tenkid ettiği diğer bir husus da: 'Onların cezasına mü'minlerden bir grup şahit olsun" (Nur, 24/2) emridir. Bunlar cezaların halkın önünde infaz edilmesini âdeta çağdışı (!) görüyor. Halbuki, zinaya verilen celd ve recm cezalarına halkın şahit olmasının ibret verici özelliği vardır.[206] İnsanların daha suça düşmeden caydırılmaları temin edilmiş olur. [207] Bu emrin hikmetlerinden biri de cezanın umumen caydırıcı olmasını sağlamaktır. Cezanın açıkta uygulanmasının bir diğer hikmeti de; halkın önünde cezası infaz edilen suçluyu, zulüm ve işkence gibi yasak olan aşırılıklardan korumaktır. Bugün dünyanın değişik -hem de demokratik bilinen- ülkelerinde gizli yerlerde yapılan infazlarda; suçlulara işkence yapılmadığını kim iddia edebilir? Yine günümüzde insan hakları olarak en çok gündeme getirilen konu -İslâm'da yasak olan- işkence değil midir..? İşte İslâm, cezanın infazının halkın önünde yapılmasını emretmekle ceza anında dahi adaleti gözettiği gibi umumun suça olan arzusunu da kırmaktadır. İtirazcılar ülkemizin içinde bulunduğu realitelerden de habersizdi. Bugün ülkemizin bazı kesimlerinde rastlanan zina hadiselerine mevcud hukukun verdiği cezayı yeterli bulmayan bazı aileler, aile meclislerinde aldıkları kararla cezayı bizzat kendileri verme yoluna gitmekte ve ailede alınan karar üzerine "namusu temizlemek için" zina eden kız ve erkek, kendi ailesi tarafından öldürülmektedir. Kaldı ki öldüren şahıs toplum içinde ve kanun karşısında katil durumuna düşmektedir. Bu kabil insanlar namuslarını temizleme uğruna hayatlarını hapiste geçirmeyi ve katil damgasının psikolojik menfî te'siri ile yaşamayı göze almaktadırlar. (Bu bile iffet ve namusun insan fıtratındaki ağırlığını ve zinanın fert, aile ve topluma getirdiği, ancak zâniyi öldürmekle temizlenen lekenin dehşetini göstermeğe kâfidir. Demek zina insan
- fıtratının reddettiği öylesine habis bir fiildir ki onun temizlenmesi, kişiyi öz evlâdını öldürmek gibi son de- rece zor bir işe sevkedebilmektedir.) Buna karşılık yetkili makamın fertleri infazdan uzak tutarak gereken cezayı uyguladığı düşünüldüğünde nice kan davaları ve katil namzeti insanlar kurtarılmış ve toplum içinde adalet ve huzur sağlanmış olacaktır. Netice olarak recm ve celdin hukuk açısından umumun menfaati adına vazgeçilmez bir önem arzeden, caydırıcılık özelliklerine sahip âdil ceza olduğu inkâr edilmez bir gerçek olarak görülmektedir. RECM ve CELD CEZALARI İSLÂM'IN BİR PARÇASIDIR İslâm'ın vaz'ettiği hükümleri mücerret olarak ele alıp incelemek doğru değildir. Zira İslâm bir bütündür. Zinaya verilen celd ve recm cezaları ise bu bütünün bir parçasıdır. Öncelikle şunu ifade etmek gerekir ki, İslâm'ın hayatiyeti yasaklar ve cezalar ile değil, kalp ve kafaları fethetme, nefis ve ruhları terbiye etme üzerine kaimdir. İslâm fertleri eğitme ile işe başlar. Onların kalp ve kafalarında, nefis ve ruhlarında iyilik güzellik ve hayra ait duygu ve düşüncelerin gelişmesini temine çalışır. Bunu yaparken de öncelikle fertleri iman şuuru ile donatır. Hakiki imana eren fertler Allah'ın hükümlerine boyun eğer, yasakladığı şeylere yaklaşmazlar. Böyle hareket etmeleri için Allah'ın "filan işi emrettiğini veya yasakladığını' bilmeleri yeterlidir. Bu ise eğitim ve öğretimle mümkündür. Ancak bu yolla fertler zorlamaya ihtiyaç duymadan inandığı prensipleri hayatlarında tatbik edebilirler. İslâm'ın asırlar boyu insanlığa verdiği huzur ve saadet onun tesirli eğitimi sayesinde olmuştur. İMAN ŞUURUYLA ZİNADAN UZAKLAŞILABİLİNİR Mİ? İslâm, iman şuuruyla Allah'a karşı saygılı hâle getirdiği fertlere emir ve yasaklarını bildirir. Emirlerin ehemmiyetini, yasakların da tehlike ve kötülüğünü kalb ve kafalara ikna ile iyice yerleştirir. Zina gibi bir fiilin şenaatini ve insanlar için ne kötü bir yol olduğunu, Zinaya (ve zinaya götüren yollara) yaklaşmayın şüphe yok ki zina çirkin bir fiil, pek kötü bir huy-dur"(isra, 17/32) âyetiyle bildirerek mü'minleri uyarır; zinanın fert ve toplum için ne çıkmaz bir yol olduğunu ihtar eder. Zina gibi, ancak heva ve hevesine mağlup kişilerin irtikâb edebileceği, gerçek insandan uzak bir davranış olduğunu akıllara da kabul ettirerek bu yönüyle de onu tatmin eder. Nasıl? Bir gün Allah Rasûlü'ne Cüleybib adında bir genç gelerek, "zina için bana izin ver, çünkü tahammül etmem mümkün olmayacak" dedi. Orada bulunanların reaksiyonu farklı farklı oldu. Huzurdakilerden ayrı bir tavırla kendisine hitap edilip bir haram hususunda izin istenilen Nebî (as), o şefkat ve merhamet âbidesi peygamber sustu ve bu genci dinledi. Onu yanına çağırdı. Dizini dizine verdi ve oturttu. Sanki cennet kokan nefesiyle büyuluyordu. Gence sordu: "- Böyle bir şeyin senin ananla yapılmasını ister miydin? - Anam babam sana feda olsun ey Allah'ın Rasûlü, istemezdim. - Hiçbir insan da anasına böyle birşey yapılmasını istemez.
- - Senin bir kızın olsaydı, ona böyle bir şey yapılmasını ister miydin? - Canım feda olsun ya Rasûlallah, istemezdim. - Hiçbir insan da kızı için böyle bir şey istemez. - Halanla veya teyzenle böyle birşey yapılmasını istermiydin? - Hayır, istemezdim. - Kızkardeşinle bir başkasının zina etmesini ister miydin? - Hayır, hayır, istemezdim. Ve son söz: - Hiç kimse de anasıyla, kızıyla, kızkardeşiyle, teyze ve halasıyla zina edilmesini istemez..." Evet bu konuşma ile Allah Rasûlü (sav) akıl ve mantık planında bu genci ikna etmiş, bu mânâda onu gassal elinde meyyit hâline getirmiş ve artık geriye onu yıkamak kalmıştır. Elini bu gencin göğsüne koyarak şöyle dua eder: "Allah'ım, bunun kalbini temizle, günahlarını bağışla, namusunu muhafaza et."[208] Cüleybib bu duadan sonra iffet âbidesi hâline gelir. Daha önce ona kız verilmezken, Allah Rasûlü'nün aracılığı ile evlenir [209] ilk muharebede şehit olur. Allah Rasûlü etrafındakilere "Eksiğiniz var mı?"diye sorar. "Hayır" cevabını verirler. Allah Rasûlü (sav) "Ama benim var" buyurur. Sonra Cüleybib'in yanına gelir ve "Tam yedi kişi öldürdü, sonra da onu öldürdüler" buyurarak onun hakkında: "Cüleybib benden, ben de Cüleybib'denim"[210], buyurur. Bu, İslâm'ın kalp ve kafalarda meydana getirdiği sihirli bir inkılapdır ki, bununla her fert fazilet âbidesi bir insan hâline gelerek ulvi, nezih duygu ve düşüncelerle donanır. Adeta melekleşen bu insanlar zina gibi süfli davranışlardan uzak kalırlar. İslâm, Ahirete iman şuuru ile kalp ve kafalara mesuliyet duygusunu yerleştirir. Kişinin yaptıklarından sorumlu olduğunu, başıboş terkedilmediğini hatırlatır. Bu düşünce her fertte otokontrol oluşturur. Kişi, Allah'ın yasak ettiği bir fiili işlemekten kaçınır. Günah girdiğinde ise vicdan azabı duyar. Böyle bir şahıs için beş dakikalık gayr-i meşru bir lezzete mukabil, ebedî âlemdeki cezaya razı olma, hiç de kârlı bir iş değildir. Onun için hareketlerine dikat ederek "zinaya yaklaşmayın" emrini dinler. Farz-ı muhal böyle bir hata işlese bile, Maiz ve Gamidiyyeli kadın gibi, vicdan azabı içinde kıvranır. Ve bu günahını temizleyecek keffaret arar hâle gelir. Evet, Maiz ve Gamidiyyeli kadının zina hadisesinden sonra suçlarını ikrar etmeleri onlardaki derin mesuliyet hissine ve âhirete imana delâlet eder. Acaba İslâm'dan başka hangi modern ve medeni toplum, insanların vicdanlarına bu derecede işlediği suçtan pişmanlık duyma hissini yerleştirebilmiştir. İSLÂM'DA ZİNAYI ÖNLEYECEK DİSİPLİNLER VAR MIDIR? İslâm'ın, ferdin iç âleminde yaptığı düzenlemeler bunlarla da kalmamaktadır. İslam, insana ayrıca kötülüklere bulaşmaktan kendi kendini menedecek bir ahlâkla ahlâklanmasını temin eden "haya" yi da
- emreder. "Haya imandan bir şube-dir"[211]"Haya etmiyorsan istediğini yap."[212] Diğer taraftan, insanın dış görünüşünde, karşı tarafı tahrik edebilecek azalarını kontrol etmesini de emreder. İnsanlara gözlerine, ellerine, dillerine sahib olmalarını buyurarak baştan çıkarıcı davranışlara işin başında mani olur. (Ahzâb, 33/32) "Ey Muhammed, mü'min erkeklere söyle; gözlerini bakılması yasak olandan çevirsinler. Mahrem yerlerini korusunlar. Bu onların kaçınmasını daha iyi sağlar... Şüphesiz Allah yaptıklarınızdan haberdardır." (Nur, 24/30) "Mü'min kadınlara da söyle; gözlerini bakılması yasak olandan çevirsinler, iffetlerini korusunlar..." (Nur, 24/31)[213] Böylece İslâm, cinsler arasında zinaya sebebiyet verecek tahriklere sed çeker. Ayrıca kadınlara "Cahiliyye devrinin kadınları gibi kırıtmayınız" (Ahzab, 33/33) buyurarak tahrik edici davranışlarla erkeklerin nazarını çekmemelerini emreder. Tesettürü emir buyurmakla kadınları açık-saçık dolaşmaktan men eder. Zinaya götürücü faktörlerden biri olan çıplaklığa, dolayısıyla müstehcenliğe sed çekmiş olur. (Nur, 24/30-31; Ahzab 33/59) Bütün bunlar mü'min bir ferdi iç ve dış bütünlüğü içinde terbiyeye yöneliktir. Böylece İslâm, nefislerde kötülüğe ve zinaya yolaçan temel faktörleri birer birer yokeder. Ayrıca İslâm fertteki iç-dış reformasyonu teminden sonra, insanı etkileyen diğer bir faktörü yani çevreyi de zinaya meydan vermeyecek şekilde düzenler.[214] İslâm'ın bu yüce emirleri ile çarşı-pazar ve orada cereyan eden hadiseler zina gibi fena davranışlara tamamen kapalı, nezih ve pak bir keyfiyet kazanır. Bu günkü gibi insanları zinaya ve benzeri kötü fiillere iten, ciddilikten uzak, ekseriyeti itibariyle gayr-i ilmî, kasıtlı müstehcen neşriyatın, açıklık ve saçıklığın ve tahriklerin olmadığı bir çevrede neş'et eden nesiller onların duygu ve düşünceleri mutlaka daha temiz, daha duru olacaktır. Dolayısıyla zihinlerde zinaya çağrışım yerine hürmet ve edeb hakim duruma gelecektir. İslâm, fertleri ruh ve mâna planında terbiye ettiği gibi, insanın fıtratında bulunan şehevî duyguları tatmin edebileceği meşru, helal yolları göstermekle de onu zinadan alıkoyar ve bu yollara kolaylıkla ulaşılmasını da temin eder. Öncelikle gençlerin evlendirilmesini bir vazife olarak velilerine yükler. Fakirliği sebebiyle evlenmeye gücü yetmeyenleri cemiyetin evlendirmesini emreder. "Sizden olan bekârları, köle ve cariyelerinizden sâlih olanları evlendirin. Şayet fakir iseler, Allah kendi lûtfun-dan onları zengin eder, Allah'ın inayeti geniştir, Allah her-şeyi hakkıyle bilendir." (Nur, 24/32; Nisa, 4/3)[215] Allah Rasûlü de: "Ey gençler topluluğu, sizden kimin gücü evlenmeye yetiyorsa evlensin; çünkü o gözü ve namusu haramdan korumada (bir kalkan) dır..." [216]
- "Kız ve erkek çocuklarınızı evlendirin"[217] "Nikâh benim sünnetimdir. Kim benim sünnetimden yüz çevirirse benden değildir..."[218] buyurarak evliliği tavsiye eder. Ayrıca, bekâr yaşayan Osman b. Maz'un'u Peygamberimiz bundan yasaklamış ve evlenmeye teşvik etmiştir.[219] Ruhbanlık İslâm'da yasaklanmıştır.[220] Gençlerin evlilik çağında evlendirilmeleri şehevî hislerinin en kuvvetli olduğu bir zamanda onları zina gibi çirkin bir fiilden korumakda mühim rol oynayacak; meşru yoldan ihtiyacını gideren bir insanın gayr-i meşru yollara müracaat etmesine sebep kalmayacaktır. İnsanı evlenmekten alıkoyarak zinaya sevkedebilecek başka bir husus da evliliğin, formalite, fazla masraf, lüks ve aşırı zînet gibi yollarla zorlaştırılmasıdır. İslâm, bu zorlukları hafifleterek evliliği basit, kolay, masrafsız hâle getirmiştir. Hadis-i şeriflerde: "Nikâhın en hayırlısı kolay olanıdır."[221] "Bereketi en büyük olan nikâh, yükü en hafif olanıdır."[222] "Mehrin en hayırlısı kolay olanıdır" [223]Duyurulmakla, taraflara kolaylık tavsiye edilmektedir. Allah Rasûlü'nün (sav) bir âyet, bir ayakkabı karşılığında bazı kimseleri evlendirdiği görülmektedir.[224] Evlenmenin bu derece basit ve kolay olduğu bir toplumda zinaya ihtiyaç kalmaz. Görüldüğü gibi İslâm, kendi sistemi içinde ferdin iç ve dış eğitiminden başlayarak yaşadığı çevreyi de içine alan bir düzenlemeyle nezih bir toplum oluşturmaktadır. Böyle bir toplumda fertler, duygu ve düşüncede zina gibi fena davranışlardan da fersah fersah uzaktırlar. Zira, ona ihtiyaç bırakmayacak bir doygunluğa ulaşmaktadırlar. Zinaya verilen cezaları bu bütünlük içinde değerlendirmek daha isabetli olacaktır. Zina gibi son derece şen'î bir fiili irtikâbın eğitimle tamamen mahkûm edildiği, böyle bir fiile götürecek bütün yolların en rasyonel tedbirlerle kapatıldığı ve insanların meşru şekilde tatmine ulaştığı nezih bir toplumda zina, bu toplumu kemiren bir kanser olduğundan, kamu yararına İslâm'ca bu fiil ifsada götüren bir suç, bu suçu işleyenler de bünyeyi içten içe çökertmeleri karşılığında hakettikleri ceza, en makûl ve en adilâne bir ceza şeklidir. Onun için tesbit edilen zina fiiline, ceza uygulanır. Bu son derece tabiidir. Çünkü umumun menfaati söz konusudur. Hâl böyle iken, itirazcının İslâm'da zina meselesini tenkid gayesiyle diline dolamasının altında yatan maksad ne olabilir? İtirazcı, İslâm hakkında detaylı malûmat elde etme imkânı bulamamış belli problemler içinde hayatını geçiren, -belki de- menfî cereyanların, nefsinin ve heveslerinin tesiriyle bu kabil ilişkiler içinde kıvranan ve kurtuluş için tek çareyi tövbe ile Allah'a dönmekde bulan ve buna niyet eden insanlara, onların İslâm hakkındaki bilgisizliklerinden istifâde ederek, İslâm'ı (hâşâ) çağdışı ve vahşî gösterme gayreti içinde olmuştur. Halbuki zina buna verilen celd cezası, İslâmî cemiyetin bir parçasıdır. Bugün problemler içinde kıvranan nesillere bu cezayı, sanki bugün tatbik edilecekmiş gibi takdim etmek çirkin bir maksadın göstergesidir. Halbuki İslâm, evveli siler; câhiliyyenin günahlarından dolayı kişiyi İslâm'dan sonra mes'ul tutmaz. Yeter ki sağlam bir dönüş ile O'nun rahmet iklimine girilsin...
- ZİNA SUÇUNUN TESBİTİ İslâmî mes'eleleri değerlendirirken, bugünün şartlarını ve bugünün insanlarını ölçü almak kişiyi her zaman yanıltabilir. İslâm cemiyeti; olgun, müsamahakâr, imanlı, faziletli, başkalarının kusurlarından ziyade kendi kusurlarıyla meşgul ve kardeşlik bağları ile birbirine bağlı fertlerden teşekkül eder. Bu fertler, kardeşlerinin hata ve ayıplarını açığa çıkarmak suretiyle, onları cemiyet içinde küçük düşürme gayretinden uzakdırlar. Hele hele zina gibi bir fiili araştırmayı hiç düşünmezler. Zira Kur'ân mü'minlere: "Ey iman edenler! Zandan, mü'minleri töhmet altına almaktan sakının; zira zannın bazısı ağır günahtır. Birbirlerinizin günahlarını da araştırmayın..."diye emreder. (Hucurât, 49/12) İslâm, mes'elelere bu müsamaha ile yaklaşır. Ama ortada bir iddia sözkonusu ise; fertleri asılsız haberlerle töhmet altında bırakmamak için mes'eleyi derinliğine araştırır. Sözkonusu zina iddiasında bulunan şahsı veya şahısları ve zina hadisesini enine boyuna inceler. Elde ettiği bilgilere göre de nihâî hükmünü verir. Öncelikle şunu belirtmek gerekir ki, İslâm hukukunda recm ve celd gibi ağır bir cezayı gerektiren zina suçunun isbatı son derece zordur. Recm ve celd, bu yüzden ender hadiselerde uygulanır. Zina tesbitinde, suçun büyüklüğü, cezasının ağırlığı ölçüsünde hassasiyet gösterilmesi, İslâm'ın engin rahmetinin eşsiz bir ifadesidir... Öncelikle, İslâm'da zina nedir? Nasıl tesbit edilir? genel olarak bunu arzetmekte yarar vardır. a) Zinanın Tanımı: İslâm hukukuna göre zinanın tanımı: Zina, cezaî ehliyete sahip bir erkeğin kendisiyle cinsî münâsebette bulunabilecek bir kadınla rızası dahilinde önden cinsel temasıdır.[225] b) Bu tarife uygun şekilde, zina hadisesine şâhid olan şahıslarla ilgili birtakım şartların bulunması gerekir. Ana noktaları ile şehâdete ehil olma ve şehâdeti eda şartları şunlardır: 1) Zina hadisesine şahitlik eden şahısların adedi en az dört olmalıdır. Daha az şahsın şahitlik ettiği zina olayı ispat için yeterli değildir. 2) Şahitlerin dördü de erkek olmalıdır. Şahitlerden birinin kadın olması davayı düşürür. 3) Şahitlerin dördü de âkü olmalıdır. Tanıkların dördü de olay sırasında ve şehâdet ânında aklî ehliyetini yitirmemiş olmalıdır. Yoksa şehâdetleri geçerli olmaz. Delinin şehâdeti reddedilir. 4) Şahitlerin tümü suça şahitlik esnasında ve şahitliği eda anında baliğ (ergin) olmaları şarttır. Dört şahitten birinin çocuk olması cezayı düşürür. 5) Şahitler, halk içinde doğru, yalan söylemez bilinen, açıktan günah işlemekten kaçınan, adaletli
- insanlardan olmalıdır. Bu vasıfları haiz olmayan birinin zina olayına şahitliği diğer üç şahidin de iddialarını geçersiz kılar. 6) Müslüman olmalıdırlar. Müslüman olmayan birinin, müslüman aleyhine şehâdeti makbul değildir. Çünkü müslü-man, yalanın, küfrün temeli olduğunun şuurunda ve hem elinden hem de dilinden herkesin kendisinden emin olduğu şahıstır. Ayrıca, gayr-ı müslimler, kendi hukuk sistemlerine tabidirler. Dolayısıyle, zina suçu, İslâm hukukunun bir hükmü olarak müslümanla alâkalıdır. 7) Şahit başka birine zina iftirasından dolayı mahkûm olmuş olmamalıdır. Dört şahitten birinin "kazf- iftira" cezası ile mahkûm olmuş olması tüm şahitlerin şehâdetini iptal eder. Bu, âyetle sabittir. (Nur, 24/4) 8) Şahitlerin tümü görür olmalıdır. Körlerin şahitliği geçersizdir. 9) Konuşur olmalıdırlar. Dilsizlerin şahitliği reddedilir. c) Bütün bu özelliklere sahip olan şahitlerin zîna olayına şu şartlarda şahitlik etmeleri halinde had uygulanır: 1) Zina fiilini, (kınındaki kılıç) misaline uyar şekilde gördüklerine dair şehadet etmelidirler. Dört şahitten birinin "ben dedikleri gibi değil, bir başka şekilde, mesela sadece üstünde gördüm" farklı bir beyânı -ile delili şüpheye düşürdüğü için-haddi gerektiren zina suçu sabit olmaz. 2) Şahitler, zina fiilinin cereyan ettiği yer ve zamanda ittifak halinde olmalıdırlar. Birinin yer ve zamanla ilgili muhalif, farklı ifadesi had cezasını düşürmeğe yeter. 3) Şahitler, şahitlik edecekleri meclisde, hakimin önünde dördü de beraberce hazır olmalıdır. Ayrı ayrı gelir, birinden sonra diğeri şahitlik ederse şehâdetleri kabul olmaz. 4) Zina suçu için şahitliğin zamanaşımı olmadan yapılması lâzımdır. 5) Şahitler, şahitlikde bulundukları zina suçunun cezası (had) verileceği ana kadar şehâdet ehliyetlerini yitirmemelidirler. (Celd veya recm cezası verileceği âna kadar, şahitlerden biri delirse, irtidâd etse, kaybolsa veya ölse, ceza uygulanmaz. Zira recmde suçluya ilk taşı atması gereken şahitlerdir. Zikredilen sebeplerden dolayı hazır olmama, iddiada şüpheyi doğurduğu için, had sakıt olur. 6) Şahitlerin birinin rücû etmesiyle (dönmesiyle) had uygulanmaz. Çünkü şahidin dönmesi, şüphe doğurur. Bu sebeple de haddi gerektiren durum ortadan kalkar. Ana noktaları ile zinada şehâdet ve şehâdeti edâ ehliyetinin şartları bunlardır. Bu kadar şartın birarada toplanması oldukça zordur. Şartlar anlatılırken belirtilen istisnalardan birinin vukuu, zina iddiasında şüphe doğurduğu için had uygulamasını düşürür. İspatı bu ölçüde, adeta imkânsız denecek derecede sı- nırlandırılmış, nadir de olsa ispat edildiğinde uygulanmasıyla çok faydalar sağlayan böyle bir cezayı tenkit etmek, ilmîlikten ve insaftan fersah fersah uzak olmak demektir.
- Bütün bunların yanısıra Allah Rasûlü'nün "Şüphe ile (had) cezalarını kaldırın"[226] emri de nazar-ı dikkate alındığında İslâm'ın insana karşı ne kadar merhametli olduğu anlaşılacaktır. Bu mevzuda diğer önemli bir husus da; yukarıdaki şartlar oluşmadan birine zina suçunu isnâd edenlere verilen (kazf-iftira) cezasıdır. "Namuslu ve hür kadınlara zina isnadiyle iftira atan, sonra da dört şahit getiremeyen kimselerin her birine seksen değnek vurun ve onların şahitliklerini ebedî olarak kabul etmeyin. Onlar fasıkların ta kendileridir." (Nur, 24/4) Bu ağır ceza karşısında kim elinde kesin delil olmadan başka birine zina isnadında bulunabilir...? Onun içindir ki İslâmî bir ortamda, bir insanın diğerine zina isnadında bulunması hem mü'min ahlâkı hem de şartların oluşması açısından oldukça ender, hatta yok gibidir. İtirazcının bu cezayı keyfî, alelade verilen bir ceza gibi göstermeye çalışması ve meselenin hikmetlerini araştırmadan hüküm vermesi dikkat çekicidir. İslâm kanunlar yığını değildir ki; herşeyi istibdâdla halletsin.
- [1] Bilmen. 0. Nasuhî. I. Fıkhıye Kamusu 3/354. [2] Müslim, Cihad 20; Ebu Davud, Cihad, 89. [3] Hamidullah, Prof. Dr. Muhammed, İslâm'da Devlet İdaresi s. 29-298 [4] Müsned 1/300; Ebu Davud, Cihad/82. [5] Heysemi. Mecmau'z-Zevâid. 9/293. [6] İbn-i Hişam. Sîre. 2/118. [7] Dursun. Turan, Din Bu 1/63. [8] Taberî, Tarihu'l-Ümem ve'1-Mülûk, 3/213. [9] A.g.e., 4/159-160. [10] Ebu Davud, Cihad, 120. [11] A.y., [12] Tirmizî, Diyet: 14; İbni Mace, Zebaih: 3; Ahmet bin Hanbel 4:123-125. [13] Ebu Davud, Cihad. 120. [14] Ebu Davud, Cihad, 121; Buharî, Cihad 147-148, Müslim, Cihad. 25-26; Tirmizi, Siyer 19; İbni Mace Cihad 30; Darimî. Siyer 24; Muvatta Cihad 29; Ahmed bin Hanbel c. 2:23 - 22, 76, 91. [15] Aliyyül-Kari, Mirkatü'l-Mefatih, 4/237. [16] Ebu Davud, Cihad, 121. [17] Müsned, 1/422. [18] Ebu Davud, Cihad, 122. [19] Taberi c. 3, s. 120; İbn Sad, c.2, s. 142. [20] Auguste Bebel, Hz. Muhammed ve İslâm Kültürü İst. 1987 s.28-30. (Ali Bulaç, İslâm ve Fanatizm, s. 21'den naklen) [21] Ali Bulaç, İslam, Fanatizm ve Hoşgörü. Kitap Dergisi, Mart, 1990. [22] Joseph A. Schumpeter, Kapitalizm, C.l, s. 16 ve Michel Garder, Sovyet Rejimi Can Çekişiyor-Materyalist Teokrasi - s. 15. (A. Bulaç, a.g.e.. s. 7F»'den naklen). [23] Ali Bulaç, İslam, Fanatizm ve Hoşgörü, Kitap Dergisi, Mart 1990 [24] Buhârî, İlm 39; Cihâd, 17. Diyât, 24, 31; Ebû Dâvûd. 11, 147; [25] Bkz. İbn Sa'd, Tabakât; 3/132-, Taberî, Târîhu'l-Ümemi ve'1-Mülûk; 3/226-
- 227. [26] Ebû Dâvûd, Cihâd. 90. [27] A.y., [28] Taberî, Târîhu'l-Ümemi ve'1-Mülûk: 3/367-368. [29] A.e.,4/18. [30] A.y. [31] A.e.. 4/153 [32] A.e.. 4/155. [33] A. e., 4/157; Tefsîru'l-Menâr: 10/294-297. [34] el-Muğni, 9/356. [35] Mevâhibü'l- Celil, 6/253, 254; el-Mühezzeb, 2/197; eş-Şerhu'l- Kebir, 9/ 399. [36] Bedâiu's- Sanâî, 7/246; eş-Şerhü'l- Kebir, 9/398, 399. [37] Gülen, Fethullah, Şüpheler ve Çıkış Yollan, 4/71 [38] Mevlâna Şibli, İslâm Tarihi, 7/153 [39] Gülen, Fethullah, Asrın Getirdiği Tereddütler. 2/90-91. [40] Buharı. Tecrid-i Sarih Tercümesi, c. 8, Had. no: 1264. [41] Buharî, Tecrid-i Sarih Tercümesi, c.12, Had. no:2096 [42] Bedâiu's-Senaî, 7/134; ed-Dürrül-Muhtar, c.III, s. 311 [43] Nasbu'r-Raye. 3/458: Neylu 1-Evtar, 7/192. [44] Bediüzzaman, Şualar 169, [45] Zahîdü'l-Kevseri, Makâlat, 265. [46] Ebû Ya'le el-Farra, el-Ahkamu's-Sultaniye, 116. [47] İbn-i Sâd .Tabakât, 2/152. [48] A.e, 2/154. [49] İbn-i Hişam, Sîre, 4/133. [50] A.e., 4/134. [51] İbn-i Esir, el-Kâmil fi't-Tarih, 3/24. [52] İbn-i Sâd, Tabakât. 4/449. [53] İbn-i Hişam, Sîre, 4/140. [54] A.e., 4/142-143. [55] Süleyman Ateş, Gerçek Din Bu. 1/121...v.d.
- [56] Bkz. Müncid, Mu'cemu'l-Vasit, Larousse. [57] Zehebî, Siyeru A'lami'n-Nübelâ, 13/ 228. [58] İbn Hacer, Lisânu'l-Mizân, 3/293. [59] A.e., 3/294. [60] Buhârî, Cihâd. 9. [61] ez-Zerkeşî, el-Burhân fî Ulûmi'l-Kur'ân, 1/233; ez-Zerkânî, Menâhilü'l-lrfân, 1/ 242. [62] İbn Kesîr, el-Bidâye ve'n-Nihâye, 6/358; Süleyman Ateş, Yüce Kur'ân'ın Çağdaş Tefsiri, 1/8 (İbn Hişâm, Siretu'n-Nebi, 2/577; Taberî, Târîhu'l-Ümemi ve'1-Mülûk, 2/3943; İ'cazu'l-Kur'ân ve'l-Belâgati'n-Nebevviye, s. 178'den naklen. [63] Suyûtî, el-İtkân, 1/199. [64] M. Hamidullah, K. Kerîm Tarihi, 45. [65] Subhî Salih, Kur'ân İlimleri, (trc. M. Said Şimşek), 56. [66] Suat Yıldırım, K. Kerîm ve Kur'ân İlimlerine Giriş, 61. [67] Buhârî, Fedâili'l-Kur'ân, 3; Suyutî, el-İtkân, 1/164-172. [68] Suyutî, el-İtkân, 1, 176. [69] Osman Keskioğlu, Nüzulünden Günümüze K. Kerîm Bilgileri, 102. [70] Muavvizeteyn sûresi ile ilgili rivayetler için bkz: es-Suyûtî, ed-Dürrü'1-Mensûr. 8/683 ve devamı. [71] O. Keskioğlu, a.g.e., 101. [72] İbn Kuteybe, Müşkilü'l-Kur'ân, 43. [73] O. Keskioğlu, a.g.e., 103. [74] es-Suyûtî, el-ltkân, 2/32 [75] Casanova, Muhammed, el-Lafin du Monde, 125, [76] Osman Keskioğlu, a.g.e., 132-140 [77] İsmail Cerrahoğlu, Tefsir Usûlü, 96. [78] Muhammed Draz, En Mühim Mesaj Kur'ân (Ter. Suat Yıldırım), 12-13. [79] Abdullah Aydemir, Tefsirde Isrâiliyyât, 1-2.
- [80] Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili, 5/3126. [81] İbn Hişâm, Sîratü'n-Nebeviyye, 1/393; Hamdi Yazır, 5/3126-3127. [82] Kâdî Beyzâvî, 1/632. [83] İslâm Ansiklopedisi, (Tayyip Okiç'in Tefsir notlarından). [84] Süleyman Ateş, İslâm'a İtirazlar ve Kur'ân-ı Kerîm'den Cevaplar, 175. [85] Bu sözler. Hz. Muhammed'i altüst eder.0 sırada Hz Muhammed'in ne okuma ne de yazma bilmediği konusu ile ilgili olarak, bu âyetler ileride açıklanacaktır. [86] Metinde geçen Kur'ân, lügatte aynı zamanda "okumak" ve "okunan şey" anlamına gelir. [87] Metinde geçen Kur'ân , lügatte aynı zamanda "okumak" ve "okunan şey" anlamına gelir. [88] Mushaf haline getirme işi, aslında Hz. Ömer'in yardımı ile Zeyd tarafından, Hz. Ebû Bekir devrinde gerçekleştirilmiştir (Mütercim). [89] Anlaşılan müellif, nesh ve tahsis konularına işaret etmek istiyor. Bilindiği üzere Kur'ân-ı Kerîm'in bir çok âyeti, diğer âyetlerle tahsis edilmektedir. Nâdir durumlarda ise, daha önce meşru kılınan bir hükmün nesh olunması, yani yürürlükten kaldırılması söz konusu olabilir. Tefsir Usûlünün çok geniş olan bu iki konusuna, müellifin ifadesindeki kapalılığı gidermek için sadece bu kısa işaretle yetiniyoruz. Ayrıca, bu konuların, siyakla pek ilgili olmadığını da kaydetmek gerekir (Mütercim) [90] Eski imlâda noktaların ve harekelerin bulunmayışı, meselâ aynı fiilin, bazan hem malum (aktif), hem de meçhul (pasif) okunmasına veya hem müzekker hem müennes için okunmasına imkân verir. Fakat genel olarak bu durum önemli sonuçlara yol açmış değildir. Zira ekseri hallerde, muhteva, mânayı tayin etmektedir. (Anlaşılacağı üzere müellif, Kıraat farklılıklarına temas ediyor. Çok geniş olan bu konu hakkında, buradaki yetersiz bilgiye göre hükmedilemeyeceğini ve kıraatlerin, imlânın verdiği imkânlardan değil de, Hz. Peygamberden (sav) gelen mütevatir rivayetlerden ileri geldiğini belirtmekle yetinelim-Mütercim). [91] Müfredat, s; 476. [92] Alûsî, 17/33. [93] Alûsî, 17/175. [94] M.T. fbn Âşur, Tefsiru't-Tahrîr, 17/299-300. [95] krş. A.H. Aksekili, Hatemu'l-Enbiya Hazretlerine isnad olunan en çirkin iftiranın reddiyesi s. 61-67; İbn Âşur, Tefsiru't-Tahrir 17/300-301. [96] Aksekili, s. 69. [97] İbn Âşur, 17/300. [98] İbn Âşur, bu mânâdan ve bunun zahir olarak Hassan İbn Sabit (ra)'e nisbet edilen beytin ona mensub olduğundan şüphesini izhar eder.
- [99] Arapçada "rae" fiili, soru cümlesi olarak, sözün başında geldiği zaman, peşinden, mer-dut bir şeye dikkat çekileceğini gösterir. "Araplar, bir kimsenin reddettikleri bir işinden dolayı, bir başkalarının da tuhaf karşılamalarını sağlamak istediklerinde bu tabiri kullanırlar." (Taberi, Bakara: 158) Kur'ân'da da bu şekilde kullanılmıştır. (Ferra, Meanî, 1/170) [100] Elmalılı H. Yazır, 6/4591. [101] Taberî, 27/58; Elmalılı 4/4596. [102] Sahih, Necm sûresinin tefsiri. [103] İzmirli İsmail Hakkı'dan naklen Akseki, s. 46-47. [104] Tefsiru't-Taberî 27/186-189. [105] Taberî, 27/187-188. [106] M.H. Heykel, s. 96; Seyyid Kutub, Necm sûresinin tefsiri, 27-73 [107] Razî, Mefatihu'1-Gayb, 6/245. [108] eş-Şifa, 2/11. [109] er-Ravdu'l-Unf, 1/229. [110] Bu zatların fikirleri hakkında bkz. Tefsîru İbni Kesir, Razî, Hatib Şirbinî. Ebu's-Suud, Âlusî tefsirlerinin Hac, 52 âyetine dair yaptıkları açıklamalar. [111] Bkz. Mevdudî, Tarih Boyunca Tevhid Mücadelesi ve Hz. Peygamber, 1/487. [112] Mevlâna Şiblî, Asr-ı Saadet: A. H. Berkin, O. Keskinoğlu: Hatemu'l-Enbiya, s. 96-100. [113] Habeşistan'a hicret eden müslümanların bir kısmı Hicret-i Nebeviyye'ye yakın, bir kısmı ise hicreti müteakip, bir kısmı ise çok daha sonra dönmüşlerdir. (A.H. Berki-O. Keskioğ-lu, Hatemu'l-Enbiya, s. 96). [114] Abdullah İbnu'z-Ziba'ra, başlangıçta İslâm'ın en şiddetli aleyhtarlarından biri idi. Mekke'nin fethinden sonra Necrana kaçtı. Daha sonra dönüp özür diledi, Özrü kabul edildi, 15/636'da vefat etmiştir. (Ziriklî, Â'lâm). [115] İbn Âşur, Tefsîr'ut-Tahrir, 17/305. [116] Kitabu'l-Asnam, Kelbî, (trc: B. Bilgin), 32. [117] Hamdi Yazır, Hak Dini Kur an Dili, 6/4597 [118] Daha geniş bilgi için bkz. Mevdudî, Hicab, 359-369; Kutub, Muhammed, İslâm'ın Etrafın- daki Şüpheler, 149-163. [119] Kutub. Muhammed, a.g.e., 157-163. [120] Vâfi Abdülvahid, İnsan Haklan, 59-61; Kutub, Seyyid, Fizilâli'l-Kur an, 3/193-211. [121] Kutub, Muhammed, a.g.e., 172. [122] Yazır, Elmalılı Hamdi, Hak Dini Kur ân Dili, 2/1303. [123] Gülen, M. Fethullah, Asrın Getirdiği Tereddütler, 3/123-126
- [124] Ebu Davud. Talâk. 3; İbn-i Mâce. Talak, 1. [125] Gürkan. Ahmet. İslâm Kültürünün Garbı Medenîleştirmesi. 157. [126] Aynı Eser, 159-162. [127] İbn-i Kesir, Tefsirü'l-Kur'âni'l-Azim. Nisa, 3. âyet. [128] Taberî, İbn-i Cerir; Câmiu'l-Beyân, 14/275; Kutub, Seyyid, a.g.e., 3/90. [129] Daha geniş bilgi için bkz.; Yazır, Hamdi a.g.e., 2/1302; Kutub, Seyyid, a.g.e., 3/198. [130] Kutub, Muhammed, a.g.e, 170; Nursî, Said, Sözler, 430; Mektubat, 40. [131] Yazır, Hamdi, a.g.e., 2/1302. [132] A.e., 2/989. [133] A.e., 2/981-984. [134] Halebi, ibrahim, Mülteka, 2/119. [135] Kemaleddin b. Hümam, Fethu'l-Kadîr, 2/384; Topaloğlu, Bekir, İslâm'da Kadın. 64. [136] Gülen, M. Fethullah, a.g.e., 1/79. [137] Tirmizi, Nikah, 33; İbn-i Mâce, Nikah, 40. [138] Ebu Davud, Talâk, 25. [139] Kutub. Seyyid. a.g.e., 3/212-221; Gülen M. Fethullah, a.g.e., 3/119-122. [140] Yazır, Hamdi, a.g.e., 2/1351. [141] Cürcanî, S. Şerif, Ta'rifat, 11. [142] EbuDavud, Edeb, 110. ∗ Tekvînî irade, geneldir, hayra ve şerre, taat ve ma'siyete... yani herşeye taalluk eder. ∗ Teşriî irade özeldir, yalnız hayra ve tâate taalluk eder. [143] Geniş bilgi için bkz. Sa'duddin Taftazanî, Şerhu'l-Makâsıd, 274, 281. [144] Gülen, Fethullah, İnancın Gölgesinde, 1/317. [145] Geniş Bilgi için bkz. Kadî Abdülcebbar, el-Muğnî, 3/10; Saduddin Taftazanî, Şerhu'l- Makasıd, 4/275-280; İbn Teymiyye Minhacu's-Sünneti'n-Nebeviyye; Kadî Abdülcabbar, Şerhul- Usuli'l-Hamse, 323-370. [146] Kadî Abdülcabbar, el-Muğnî, 6/2-4. [147] Geniş bilgi için bkz. Muturîdî, Kitabu't-Tevhid, s. 286; Nureddin es-Sâbûnî, el-Bidaye fî Usulu'd-Din, s. 123; Bakıllanî, et-Temhid, s. 280; Saduddin Taftazanî, Şerhu'l-Makasıd, 4/217- 323. [148] Gülen, Fethullah, İnancın Gölgesinde, 1/319. [149] Fahruddin er-Razi, Mefatihu'1-Gayb, 1/165; Yazır. Elmalılı Hamdi. Hak Dini Kur'ân Dili, 1/441-445.
- [150] Gülen, Fethullah. Asrın Getirdiği Tereddütler. 2/203. [151] Yazır, Elmalılı Hamdi, Hak Dini Kur an Dili, 1/441-445. [152] Gülen, Fethullah, İnancın Gölgesinde, 1/159. [153] Buharî, İ'tikaf, 11; Müslim, Selam, 23; Ebu Davud, Sünnet, 17; tbn Mace, Siyam, 65; Müsned, IH/156. [154] Gülen, Fethullah, İnancın Gölgesinde 1/154. [155] Enbiya, 21/82; Nemi, 27/39; Sebe, 34/12; Sâd, 38/37. [156] Sahih-i Buharî Muhtasari, Tecrid-i Sarih Tercemesi, 9/1352. [157] Tefsiru'l-Münir 30/471; Buharî, Tıbbı, 76/48-49; el-Esas fi't-Tefsir, 11/64- 67; Hak Dini Kur an Dili 9/6351-60. [158] Gülen, Fethullah, Asrın Getirdiği Tereddütler, 2/211 sayfaya daha başka misaller için bakınız. [159] Gülen, Fethullah, İnancın Gölgesinde, 1/160...vd. [160] A.e., 1/163-164. [161] A.e., 1/158. ....vd. [162] A'raf, 7/54; Tâhâ, 20/5. [163] Mu'cemu'l-Vasit, Kâmusu'l-Mühit, Muncid, Mevarid. [164] Lisanu'1-Arab, Müncid, Mu'cemu'l-Vasit [165] Yazır. Elmalılı Hamdi. Hak Dini Kuran Dili. 4/54. [166] A.y. [167] A.y. [168] Nursi, Bediüzzaman Said, İşaretü'l-İ'caz, 130. [169] Buhari. Bedü'l-Halk, 4. [170] Mu'cemu'l-Vasit. [171] Nursî, Bediüzzaman Said, İşaretül-İ'caz, 215. [172] Kevseri, Zahid; Makâlât, 308. [173] Nursî, Bediüzzaman Said, Lem'alar, 83. [174] A.y. [175] Draz. Prof. M. Abdullah. Din ve Allah İnancı. 123-130. [176] A.g.e., 174-190; Eliade Prof. Mircae, Dinin Anlamı ve Sosyal Fonksiyonu, 48-51. [177] Eliade, Mircae, a.g.e., 59-66; Draz M. Abdullah, a.g.e., 174-175. [178] Eliade, Mircae, a.g.e., 55-58; Draz M. Abdullah, a.g.e, 174.
- [179] Yuhanna İncili, 14/11-26, 15/27, 16/7-8. [180] Bakara, 2/62; Maide, 5/73; Hacc. 22/17. [181] Demirci, Kürşat, Dinlerin Dejenerasyonu, 101-106. [182] Yazır, Elmalılı Hamdi, Hak Dini Kur'ân Dili 7/5603. [183] İsmail b. Kesir, el-Bidâye ve'n-Nihaye, 2/237. [184] Münavi, Feyzu'l Kadir, c: 6, Hadis No: 9659. [185] Müsned, 5/58. [186] Ebu Davud, Edeb, 121. [187] Darimi, Mukaddime, 1. [188] Zaman, USA TODAY'dan 30 Aralık, 91. [189] Zaman, 30 Aralık 91. [190] Plain Truth'dan, Zaman, 18 Şubat 88. [191] Zaman, USA TODAY'dan 30 Aralık 91. [192] Zaman 30 Aralık 91. [193] Mevdudî, Hicab, 255. [194] Mevdudî, Hicâb. 255. [195] Sabah, 12 Ocak 1989. [196] Mevdudî, Hicâb, 256. [197] Zaman 2 Ağustos 88; Zaman 30 Aralık 91. [198] The Sunday TİMES'den, Zaman. 14 Şubat, 84; Zaman, 30 Aralık, 91. [199] Zaman, 17, Aralık, 91. [200] Zaman, 30 Aralık, 91. [201] Zaman; 30 Aralık. 91. [202] Mevdudî; Hicâb. 161. [203] Hürriyet, 23 Mart, 91. [204] USA Today'dan Zaman, 30 Aralık, 91; Zaman. 12 Ağustos, 88. [205] Prof. Dr. Cevat Akşit. İs. Ceza Hukuku ve İnsanî Esaslan, Sh. 34-39. [206] Kâsâni, 7/60; Kurtubî 12/111; Elmalılı 5/473. [207] Mevdudî, Hicâb, 387. [208] Müsned 5/256, 257. [209] Müsned, 4/442.
- [210] Müslim, FedâilÛ's-Sahabe 131. [211] Müslim İman, 57 [212] Buhârî, Enbiya. 54; İbn Mâce. Zühd, 17. [213] Buhâri, Mezâlim. 22; Ebû Dâvûd, Edeb, 13; Müsned, 5/923. [214] Müsned 3/61; Ebû Dâvûd. Edeb, 13; Ahzab 33/32-33; Nur 24/31. [215] Fizılâl, 4/2515. [216] Buhârî, Nikah, 2; Müslim. Nikah. 1. [217] Kenz, 16/290 [218] a.g.e, 16/271-276 [219] Müslim, Nikah, 1. [220] Müsned, 6/226, 3/266. [221] Kenz, 16/296 [222] a.g.e, 16/229 [223] a.g.e, 16/320 [224] a.g.e, 16/320-325 [225] Molla Hüsrev, Dürer, 2/61, 62. [226] Kenz, 5/305.