06 Eylül 2014

HZ. ŞUAYB (A.S.) HAYATI KISSASI ONBEŞİNCİ BÖLÜM





HZ. ŞUAYB (A.S.) HAYATI KISSASI ONBEŞİNCİ BÖLÜM

HZ. ŞUAYB (A.S.) 1 A. Soykütüğü. 1 B. Medyenliler Ve Eykeliler. 2 C. Hz. Şuayb (A.S.)'ın Peygamber Olarak Görevlendirilişi 3 D. Müşriklerin Hz. Şuayb (A.S.)'ın Davetini Engellemeleri 4 E. Müşriklerin Namazla Alay Etmeleri 4 F. Müşrik Elebaşıların Hz. Şuayb {A.S.) Ve Ashabını Tehditleri 6 G. Şiddete Başvurma-Ölüm Tehditleri 7 H. Medyenliler'in Helaki 7 I. Eykelilerin Helaki 8 İ. Ashabü'r-Res. 10       ONBEŞİNCİ BöLÜM    HZ. ŞUAYB (A.S.)   A. Soykütüğü   Hz. Şuayb'ın (a.s.) soyu hakkında ihtilaf edilmiştir. İslâmi kaynaklarda zikredilen şecerelerden biri İbn İshâk rivayetine dayanır ve şöyledir: Şuayb b. Mikâil b. Yeşcür b. Medyen b. İb­rahim.[1] Tevrat ise onu, Hz. Musa (a.s.)'m kayınpederi Midyan kâhini Yetro veya Reuel olarak tanıtır.[2] Ancak Kur'ân-ı Kerim Hz. Musa (a.s.)'dan ve Hz. Şuayb (a.s.)'dan bahsettiği yerlerde, Hz. Musa (a.s.)'m Mısır'dan kaçarak, gittiği Medyen'de kızıyla evlendiği bu şahsın Şuayb peygamber olduğuna dair bir bilgi vermemiştir. Bu hususta hadislerde de malûmat yoktur. Bu ba­kımdan, Tevrat'taki bu rivayetler, tartışma konusu olmuştur. Taberi ve İbn Kesir gibi pek çok alim, Hz. Musa (a.s.)'m kayınpe­derinin Şuayb peygamber olduğunu bildiren rivayetlere itibar etmemişlerdir.[3] Ömer Ahmed Ömer de, Hz. Musa (a.s.)'m kayınpederi olan bu sâlih kişinin Şuayb peygamber olmadığı kanâatindedir ve görüşünü şöyle delillendirir: "Biz, o ihtiyarın, Şuayb peygamber olmadığı görüşünü ter­cih ediyoruz. Çünkü Hz. Şuayb (a.s.), kendisini yalanlayan kav­minin helakine şahit olmuş, bu felaketten sonra sâdece O ve mü'minler hayatta kalmıştır. Bu durumda, mü'min olması gere­ken çobanların, onun kızlarının hayvanlarını sulamalarına engel olmaları mümkün değildir. Diğer taraftan, bu kaba saba çoban­ların, umûmî felâketten önce onu yalanlayanlardan olması da imkânsızdır, çünkü bahsedilen bu şahıs, o sırada çok ihtiyar bir durumdaydı. Eğer bu ihtiyar bir peygamber olsaydı, yanında 10 yıl yaşayan damadına, kendi dininden bâzı şeyleri öğrettiğini duyardık. Halbuki Kur'ân'da bu şahıs hakkında söylenen tek şey talihlerden biri' olduğudur. Yine Hz. Şuayb (a.s.), kavmine söylediği, 'Lût kavmi sizden uzak değildir' 4 sözünden anlaşıldığı gi­bi, Hz. Lût (a.s.)'dan kısa bir süre sonra, yâni Hz. Musa {a.s.)'dan çok önce yaşamıştır. Çünkü Hz. Lût (a.s.) ve yaklaşık aynı yıllarda yaşayan amcası Hz. İbrahim (a.s.) zamanı ile Hz. Musa {a.s.) zamanı arasındaki süre, pek çok tarihçinin kabulüne[4], asırdan fazladır."[5]    B. Medyenliler Ve Eykeliler   Hz. Şuayb (a.s.), mensubu olduğu Medyenliler ve komşula­rı Eykeliler'e peygamber gönderilmiştir. Bâzı rivayetlere göre, Hz. Hûd (a.s.), Hz. Sâlih (a.s.) ve Rasülullah (s.a.v.) ile birlikte Arap asıllı dört peygamberden biri olan ve fesahati, belagatı ve kavmi­ni imana davet faaliyetinde gösterdiği nezâketi sebebiyle, "Pey­gamberlerin hatibi" unvanıyla tanınan Hz. Şuayb (a.s.), önce Medyen halkını, daha sonra da Eyke halkını veya ikisini birlikte kurtuluşa çağırmıştır. Kur'ân-ı Kerim, onun, üç yerde Medyen kavmine, bir yerde de Eyke halkına peygamber gönderildiğini bildirmektedir. Bu farklı bilgi, Medyenlilerle Eykeliler'in aynı kavim veya ayrı kavimler olduğu hususunda görüş farklılığına yol açmıştır. İlgili âyetlerde Hz. Şuayb (a.s.)'a "Medyenlüer'in kardeşi" denilmesine karşılık Eyke halkı için böyle bir ifade kul­lanılmamıştır. Yine, Kur'ân-ı Kerim'de iki toplumun maruz kal­dığı ilâhî azap farklı tâbirlerle ifâde edilmektedir. Hz. Şuayb (a.s.)'m bu iki toplumdan sâdece birine nisbet edilmesi ve iki toplumun çarptırıldıkları azâbm farklı tâbirlerle anlatılmasından hareket eden ilim adamları, bu iki halkın ayrı iki kavim olduğu­nu savunurlar.[6] Ancak ilgili âyetlerde bu iki kavim için zikredi­len ahlâkî hastalıklar ve Hz. Şuayb (a.s.)'m her iki topluluğa ver­diği mesaj aynıdır. Bu benzerliği esas alanlar ise, onların tek kavim  olduğu görüşünü  benimsemişlerdir. Klâsik  müfessirler içinde bu görüşü benimseyenlerin sayısı daha fazladır.[7] Ancak yapılan yeni araştırmalarda elde edilen bâzı bilgiler, bu ihtilafı ortadan kaldırmıştır. Buna göre, Medyenlilerle Eykelİler, iki ayrı toplum olmakla birlikte, yakın bölgelerde yaşa­yan aynı soya mensup iki kardeş kabiledir. İnanç sistemleri ve yaşayış tarzları birbirine çok yakındır. Medyenliler, Hz. İbrahim (a.s.)'m üçüncü hanımı Katura'dan doğma oğlu Medyen'in, Eykeliler ise yine Katura'dan doğma diğer çocuklarının soyudur­lar. Medyenliler'in merkezi, Akabe körfezinin doğu sahillerindeki Medyen şehri, Eykeliler'in merkezi ise Kuzey Arabistan'da bugün Tebük adını taşıyan Eyke şehridir. Coğrafyacılar, Hicaz bölgesi­nin kuzey-batısında, Akabe körfezinin doğu sahilinde yer alan Medyen ile Eyke arasındaki mesafenin, kervanlarla altı günde geçildiğini bildirmişlerdir.[8] Hz. Şuayb fa.s.), bu iki halkın pey­gamberi olarak görev yapmıştır. Bâzı kaynaklarda önce Meyden-liler'i, onların helakinden sonra da Eykeliler'i hakka çağırdığı belirtilsede[9] bu konuda da bir açıklık yoktur. İki toplumun pey­gamberliğini aynı sırada yürütmüş olması da mümkündür. Aynı soydan gelen, aynı dili konuşan, aynı din ve kültürü paylaşan ve yakın topraklarda yaşayan' bu iki toplumun, yoğun bir şekilde ticari ve beşerî ilişkiler kurmuş oldukları kesindir. Her iki toplumun, ticarette ileri gitmesi, her ikisinde ticarî ha­yatta dürüstlük ve doğruluğun kaybolması ve müşterek ahlâkî çöküntü de bunu göstermektedir. Bu münasebetle, bu iki kardeş topluma tek peygamber gönderilmiş olmalıdır. Medyen şehri, Kızildeniz sahilini takip eden Yemen-Medine-Suriye ticaret yolu ile Irak'tan Mısır'a giden yolun kesişme noktasında yer alması sayesinde, ticarî sahada önem kazanmış, dönemin büyük ticarî merkezleri arasına girmişti.[10] Tebük şeh­rinde de ticari hayat çok canlıydı. Ancak Hz. Şuayb (a.s.)'m gön­derildiği dönemde, her iki şehirde, ticari hayatta dürüstlük bü­yük ölçüde kaybolmuş, ölçü ve tartı işlerinde hilekârlık alıp yü­rümüştü. Fitne ve bozgunculuk son derece yaygınlaşmıştı. Önceleri ataları Hz. İbrahim (a.s.)'m dininde olan Medyen ve Eyke halkı, zamanla bu dini tahrif etmişler, giderek bütünüy­le batıl inançlara saplanmışlardı. Tevhid inancını terk etmişler, kendilerine uydurma ilahlar edinerek Allah'a ortak koşmaksizm inanmaz olmuşlardı. Bilhassa ticarî faaliyetlerde hilesiz iş yap­mıyorlardı. Ancak onlar, buna rağmen, Müslüman olduklarına inanıyorlar; bâtıl inançlarını savunarak bunlarla övünüyorlardı. [11]   C. Hz. Şuayb (A.S.)'ın Peygamber Olarak Görevlendirilişi   Allah Teâlâ, haktan uzaklaşarak küfre saplanmış Medyen halkına aralarından Hz. Şuayb (a.s.)'i peygamber olarak gönder­di. Onu delil ve mucizelerle destekledi. Hz. Şuayb (a.s.), diğer peygamberler gibi, işin başında, onları, uydurmuş oldukları sah­te ilahları terk edip, tek olan Yüce Allah'a kulluk etmeye çağırdı. Onları, ölçü ve tartıda dürüst davranmaya davet etti. Maddi ba­kımdan iyi bir durumda olduklarını hatırlatarak, ölçü ve tartıyı eksik yapma alışkanlığını bırakmalarını, aksi takdirde bu kötü adet yüzünden büyük bir azaba çarptırılacaklarını söyledi. Helal kazancın bereket ve haynu işaret etti. Söyledikleri gibi, gerçek Müslümanlar iseler, yeryüzünde fitne ve fesat çıkarmayı bıraka­rak kendisine iman etmeleri gerektiğini vurguladı. Kur'ân-ı Ke­rim, onun sözlerini şöyle aktarmaktadır: "Medyen halkına da kardeşleri Şuayb'i peygamber olarak gönderdik. Şuayb onlara şöyle dedi: Ey kavmim! Allah'a kulluk edin, sizin O'ndan başka ilahınız yoktur. İşte size, Rabbiniz tara­fından apaçık bir mucize (bir delil) gelmiştir. Ölçüyü ve tartıyı tam tutun, insanların mallarının değerini düşürmeyin. Islah edilme­sinden sonra yeryüzünde bozgunculuk çıkarmayın. Eğer iman ediyorsanız, bu, sizin için daha hayırlıdır."[12] Hz. Şuayb (a.s.), onlara kendiliklerinden uydurdukları tan­rıları bırakıp sadece Allah'a kulluk etmedikleri ve içinde yüzdük­leri maddî refaha rağmen ticari hayattaki sahtekârlıklarını bı­rakmadıkları takdirde, şiddetli bir azaba çarptırılmalarından korktuğunu söylüyordu. Mü'minlerin ticarette dürüst davrana­rak elde edecekleri kazancın kendileri için daha hayırlı olduğunu belirtiyor, bununla birlikte, onların üzerinde bir gücü olmadığı­nı, onları inanmaya zorlayamayacağını ifâde ediyordu: "Medyen'e de kardeşleri Şuayb'i gönderdik. Şuayb onlara, 'Ey kavmim, Allah'a kulluk edin, sizin O'ndan başka hiç bir ilahı­nız yoktur. Ölçüyü ve tartıyı da eksik tutmayın; ben sizi bir refah içinde görüyorum ve ben, sizi kuşatacak bir günün azabından korkuyorum. Ey kavmim! Ölçeği ve teraziyi tam dengi dengine tutun, insanların eşyasına densizlik etmeyin ve yeryüzünde boz­gunculuk ederek fenalık yapmayın! Eğer iman etmişler iseniz, Allah'ın helâlinden bıraktığı kâr, sizin için daha hayırlıdır. Fakat ben, sizin üzerinizde bir gözcü değilim."[13]    D. Müşriklerin Hz. Şuayb (A.S.)'ın Davetini Engellemeleri   Bütün müşrikler gibi,  Medyenliler de, kendilerini gerçek kurtuluşa çağıran peygamberlerinin davetini engellemek için harekete geçtiler. Bilhassa küfrün elebaşıları, sonradan Ebu Ce­hil ve arkadaşlarının yapacağı gibi, insanların Şuayb peygam­berle görüşmesini engellemek istediler. Ona giden insanları gö­zetlemek ve onunla görüşmelerini engellemek maksadıyla, yollar üzerine nöbetçiler yerleştirdiler. Bu gözcüler, ona gitmek isteyen insanların yollarına çıkarak, onun bir yalancı olduğunu söylerler ve "sizi inancınız hususunda fitneye düşürür ve atalarınızın di­ninden döndürür" diye uyarırlardı. Mü'minleri de korkuturlar ve ölümle tehdit ederlerdi. Hz. Şuayb (a.s.), inkarcıların insanların hak yola ulaşmasını önlemek için yaptıkları bu davranışı kınıyor, Cenab-ı Hakk'ın kendilerine yaptığı iyilikleri hatırlata­rak, O'nun bozguncuları nasıl cezalandırdığını düşünmelerini istiyordu. Sonra da, iman edip kendisini tasdik edenler ile onlar arasındaki hükmü Allah'a bırakmayı teklif ediyordu: "Bir de, Allah'a iman edenleri tehdit ederek, her caddenin başına oturup da, onları Allah'ın yolundan alıkoymayın ve yolun çarpıklığını arzu etmeyin. Düşünün ki, siz pek az idiniz, O, sizi çoğalttı ve bakın o bozguncuların sonu ne oldu! Eğer içinizden bir kısmı, benim gönderilmiş olduğum gerçeğe inanmış, bir kısmı da inanmamışsa, Allah aramızda hükmünü verinceye kadar sabre­din. O, hüküm, verenlerin en hayırlısıdır. "[14]    E. Müşriklerin Namazla Alay Etmeleri   Müşrikler, Hz. Şuayb (a.s.)'ı alaya almaya ve kıldığı namaz­la istihza etmeye başladılar. Hz. Şuayb (a.s.) kendilerini putları terk edip Allah'a ibadet etmeye, ölçü ve tartı işlerinde adil dav­ranmaya ve bozgunculuğu terk etmeye çağırınca, alay ve istihza ile karşılık verdiler. Sanki suçluyu da bulmuşlardı: Namaz! Hz Şuayb (a.s.)'ı küçümseyip alaya alarak, "Babalarımızın tapmış olduğu ilahları terk etmemizi ve mallarımızda dilediğimiz şekilde tasarrufta bulunmaktan vazgeçmemizi, sana namazın mı emredi­yor?" diye soruyorlardı.  Kendisinin önceden akıllı ve uslu bir adam olduğunu söyleyerek, atalarında görmedikleri bu yeni dav­ranışları, onun gibi akıllı birine yakıştıramadıklarını belirtiyor­lardı. Kur'ân-ı Kerim, onların dinin direği olan namaza yönelik düşmanlık dolu alaycı sözlerini şöyle aktarmıştır: "Onlar şöyle dediler: Ey Şuayb, atalarımızın taptıklarını terk etmemizi veya mallarımız hususunda dilediğimizi yapmamamızı sana namazın mı emrediyor? Halbuki sen çok uslu ve akıllı biri­sin!"[15] Müşriklerin namazı dillerine dolamaları, şüphesiz ki, na­mazın dindeki öneminden ve hatta din ile aynı şey kabul edilme­sinden kaynaklanıyordu. Bu soru, aynı zamanda inkarcıların, mü'minlerin ibadetlerine karşı besledikleri nefret hislerinin de açık bir yansımasıydı. Dinin diğer emirlerinin yaşanacağının da en açık göstergesi olan namaz, mü'minlerin büyük bir eylemi şeklinde görüldüğü İçin, kâfirler her devirde namaza düşman olmuşlardır. Namazı hakkıyla kılanların dindarlıklarını kendi yaşantılarıyla sınırlı tutmayacakları, bu hususta yakınlarına da tesir edecekleri korkusu, din düşmanlarını hep tedirgin etmiştir. Medyen müşrikleri de, Hz. Şuayb (a.s.) ve ashabını, en kısa şe­kilde namazla tarif ettikleri için, dinin direği yerinde olan bu önemli ibâdetin, atalarından kalma inançlarını ve mallarını iste­dikleri gibi harcama hürriyetini kaldırmasından söz etmektedir­ler. Yine onlar, bu çıkışlarıyla, dünya hayatını iman ve ibâdet sisteminden soyutlamak eğiliminde olduklarını göstermişlerdir. Hz. Şuayb (a.s.) ile müşrikler arasında geçen bu tartışma-hakkında büyük müfessirlerden Râzî, şöyle demiştir: "Hz. Şuayb (a.s.) onlara iki şey, yani Allah'ı birlemeyi, Ölçü ve tartıda adil davranmayı emretti. Onlar da, onun emrettiği bu iki şeye, iki söz ile itiraz ettiler: Birincisi, Allah'ın birliğine inanma emrine karşılık 'babalarımızın taptığı şeyleri asla terk etmeyiz' sözünü, ikincisi de, ölçü ve tartıda eksik yapmayın sözüne karşı-lık, 'mallarımızda dilediğimizi yaparız' sözünü söylediler. Burada namazdan maksadın 'din' olma ihtimâli de vardır. Buna göre mâ­nâ şöyle olur: 'Bunları sana dinin mi emrediyor?' Namaz, en açık alâmeti olduğu için dine,  'namaz' denilmiştir. Rivayete göre Hz. Şuayb (a.s.) çok namaz kılardı. Kavmi onun namaz kıldığını gö­rünce, birbirlerine göz kırpar ve gülüşürlerdi. 'Namazın mı sana emrediyor?'diyerek eğlenir ve alay ederlerdi."[16] Merhum Elmahlı da şöyle der: "Hz. Şuayb (a.s.) çok namaz kılıyor ve öyle tanınıyordu, ibâ­detler içinde dinin direği olan namaz ise, 'gerçekten de namaz Allah'tan gerektiği şekilde korkanların dışındakilere ağır gelir.' (Bakara, 2/45) âyetinde belirtildiği şekilde huşu ehlinden olma­yanlara pek ağır gelen, Allah'tan başkasını bir yana bıralçıp, Al­lah huzurunda divan durmanın, secdelere varmanın zevk ve ulvi­yetini idrak edemeyenlere boş ve faydasız bir uğraş gibi geldiğin­den, namaz kılanlarla alay edip eğlenmek, küfrün gereği ve azgın kâfirlerin öteden beri âdetleridir. Bundan dolayı Hz. Şuayb (a.s.)'ın kavmi de onun tevhid inancını, hukuk ve ahlâkla ilgili bildirdiklerini doğrudan doğruya red ve inkâr edemedikleri için, özellikle dolaylı yoldan değersiz göstermek üzere bütün bunları onun kıldığı namaza bağlayarak, geçersiz ve değersiz göstermeye çalışıyorlar, onun peygamberliğiyle alay etmek üzere namazıyla alay ediyorlardı."[17] Hz. Şuayb (a.s.), davetini ısrarla devam ettirerek onlara, kendisinin gerçekten peygamber olduğunu, bu hususta Rabbin-den apaçık ve kesin bir delilinin bulunduğunu, böyle olunca, putları bırakıp tek Allah'a ibadete ve her türlü kötülükleri terk edip iyiliklere çağırmak durumunda olduğunu açıklıyordu. Onla­ra ne emrediyorsa, onları başta bizzat kendisinin yaptığını, vazi­fesinin, gücünün yettiği ölçüde işleri düzeltmek ve ıslahtan iba­ret olduğunu, başarıyı da sâdece Allah'tan bekleyip O'na tevek­kül ettiğini bildiriyordu. Kendisine olan düşmanlıklarının, Hz. Nuh (a.s.), Hz. Hud (a.s.) ve Hz. Salih (a.s.)'m kavimlerinin başla­rına gelen felâketlerin bir benzerini başlarına getirmesinden korktuğunu söylüyor ve gerek mekan gerekse zaman bakımın­dan Nuh kavminin kendilerine yakınlığını dile getirerek dikkatle­rini çekiyordu. Onları, imana, tevbe ve istiğfara çağırıyor, öğüt almaları için, Cenab-ı Hakk'in çok esirgeyici ve bağışlayıcı oldugunu. kullarına karşı engin merhamet ve sevgi beslediğini hatır­latıyordu: "Şuayb, 'Ey kavmim! Ne dersiniz, eğer ben, Rabbimin katın­dan açık bir delil ile gelmişsem, ve O, bana kendi katından güzel bir rızık vermişse ne yapmalıyım? Size muhalefet etmemle, sizi menettiğim şeylere kendim düşmek istemiyorum. Ben, yalnızca gücümün yettiği kadar düzeltmeyi istiyorum. Başarım da Allah'ın yardımı iledir. Ben, yalnız O'na dayandım ve ancak O'na yöneli­rim. Ey kavmim! Bana karşı çıkmanız, sakın sizi Nuh kavminin veya Hûd kavminin ya da Salih kavminin başına gelenler gibi bir felakete sürüklemesin! Ve hatırlayın ki, Lût kavmi sizden fazla uzak değildir. Rabbinizden affinızı isteyin. Sonra, O'na tevbe edin. Şüphesiz ki, Rabbim, çok merhametlidir ve çok sevendir.' dedi "[18]   F. Müşrik Elebaşıların Hz. Şuayb {A.S.) Ve Ashabını Tehditleri   Hz. Şuayb (a.s.)'ın davetini devam ettirdiğini gören müşrik liderler, alay ve hakaretlerinden bir netice alamayınca, işi tehdit­le halletmek istediler. Ona ve ashabına karşı büyüklük taslaya­rak, atalarının dinine dönmedikleri takdirde, onları yurtlarından çıkaracaklarını söylediler. Hz. Şuayb (a.s.}, Allah'ın lütfuyla hi­dâyete ulaşmışken batüa dönmenin Allah'a karşı büyük bir iftira olacağını ve bunun kendileri için asla söz konusu olmadığını söyledi. İnananlar olarak, müşriklerin yapacağı kötülüklere asla' aldırmayacaklarını, kendilerini Allah'ın iradesine teslim ettikle­rini ve her şeyin O'nun iradesi dahilinde olduğunu açıkladıktan sonra, Allah'a sığınıp iki taraf arasında hükmünü vermesini is­tedi. Buna rağmen kâfirler, onu ve ona inananları tehdide devam ettiler: "Kavmin ileri gelenlerinden büyüklük taslayanlar dediler ki: 'Ey Şuayb! Seni ve seninle beraber iman edenleri, mutlaka ülke­mizden çıkaracağız. Yahut da bizim dinimize döneceksiniz.' Şuayb da, şöyle dedi: 'İstemesek de mi? Eğer, Allah bizi sizin di­ninizden kurtarmışken, tekrar ona dönecek olursak, Allah'a yaları yere iftirada bulunmuş oluruz. Rabbimiz olan Allah'ın dilemesi müstesna, sizin dininize dönmemiz mümkün değildir. Rabbimin ilmi her şeyi kuşatmıştır. Biz, sadece, Allah'a dayanınrz. Ey Rabbimiz! Bizimle kavmimiz arasında hak İle hükmünü ver. Sen, hüküm verenlerin en hayırlısısın.' Kavminin ileri gelen kâfirleri şöyle dediler: Yemin olsun ki, eğer Şuayb'a uyarsanız, andolsun ki, o takdirde mutlaka zarara düşersiniz!"[19] Bir toplumda liderlerin önemi ve onların oynadığı rol, bu âyetlerden de açıkça anlaşılmaktadır. Toplumu idare edenler, toplum üzerinde büyük etkiye sahiptirler. Toplumu kendi dü­şünceleri istikametinde şekillendirip, istedikleri mecraya sevk edebilirler. Halk, toplumda mutlak iktidar sahibi olan bu sınıfın peşinden gider ve her şeyi onlardan bekler hale gelir. Düşünce ve kavramlar hâkim sınıf tarafından oluşturulur ve toplum onla­rın istedikleri kalıba sokulur. Yöneticiler, yürüttükleri vazifenin büyük bir sorumluluk olduğuna inanan ve icraatlarında Allah rızasını gözeten kimseler olurlarsa, toplumun işlerini düzeltir, her türlü kötülükleri en aşağı seviyeye indirebilir, toplumda sulh ve sükunu sağlayabilirler. Böyle bir toplumda kötülükler fazla gelişemez. Ancak, yöneticiler Medyen kavminde olduğu gibi, hak yoldan uzaklaşıp nefis ve arzularına teslim olmuş, isyan ve fesa­dın elebaşısı haline gelmiş kimseler olurlarsa, o ülkede, hukuk ve ahlâk kuralları felç olur, ahlâksızlık, terör ve fuhuş yaygınla­şır. Anarşi ve bozgunculuk günden güne şiddetlenir. Böyle bir çöküşün sonu, eski toplumlarda genellikle umumî felaket ol­muştur. [20]   G. Şiddete Başvurma-Ölüm Tehditleri   Hz. Şuayb (a.s.) ve ashabının kararlılığını gören müşrikler, tehditlerini gittikçe şiddetlendirdiler. Aralarında onu zayıf bir şahıs olarak bildiklerini, meramını anlatmaktan dahi aciz oldu­ğunu, kendilerinden üstün hiçbir yönünün bulunmadığını söy­leyerek hakarete devam ederken, sonunda onu taşla öldürmekten bahsettiler. Onu aslında öldürmek istediklerini, ancak kav­minin kan davasına kalkışmasından çekindikleri için bunu yapmadıklarını söylediler. Hz. Şuayb (a.s.), onlara aşiretinden değil, Allah'tan çekinip korkmaları gerektiğini söyledi ve asıl güç sahibinin Allah olduğunu O'nun ilminin yaptıkları şeylerin ta­mamını kuşattığını hatırlattı. Onların tehditlerine aldırmadığını ve Allah tarafından kendisine verilen tebliğ vazifesini her ne pa­hasına olursa olsun devam ettireceğini açıklayıp onlara meydan okudu. İleride rezil ve rüsvay edici azaba kimlerin uğrayacağını ve yalancıların kimler olduğunu birlikte göreceklerini söyledi: "Bunun üzerine kavmi şöyle cevap verdi: 'Ey Şuayb, biz, senin söylediklerinin çoğunu anlamıyoruz. Ve aramızda seni çok zayıf bir kimse olarak görüyoruz. Eğer kabilen olmasaydı, seni taşlayarak öldürürdük. Esasen bizim aramızda bir itibarın da yoktur. Şuayb, 'Ey kavmim, benim yakınlarım sizin için Allah'tan daha mı önemli ki, O'nu arkanıza atıp unuttunuz. Bilin ki, Rabbim, bütün yaptıklarınızı ilmiyle kuşatmıştır. Ey kavmim! Bü­tün gücünüzle yapacağınızı yapın, ben de yoluma devam edece­ğim! İleride rezil ve rüsvay edici azabın kime dokunacağını ve kimin yalana olduğunu bileceksiniz. Bekleyin bakalım, ben de sizinle beraber bekliyorum!' dedi. "[21]    H. Medyenliler'in Helaki   Kur'ân-ı Kerim, Medyen ve Eyke halkının uğratıldığı azap­tan çok kısa bahsetmiş, teferruata girmemiştir. Bu hususta ver­diği bilgi, Medyen halkının korkunç bir gürültüyle birlikte mey­dana gelen şiddetli bir depremle, Eyke halkının ise gölge azâbıyla helak edildiği, Hz. Şuayb (a.s.) ve ashabının ise Allah'ın rahme-tiyle her iki azaptan hariç tutulduğunun bildirilmesinden ibaret­tir. Medyen halkına gönderilen bu azap, A'raf ve Ankebut sûre­lerinde şiddetli bir deprem (=recfe) olarak zikredilir. Bu deprem sonucu inkarcı zâlimlerin tamamı, bulundukları yerlerde ölmüşler ve cansız eşyalar haline gelmişlerdi. Sanki onlar, daha önce bu yurtlarında ikâmet edip, orayı şenlendirmemişlerdi. Müşrik­lerin bu korkunç sonunu gören Hz. Şuayb (a.s.), geçmişin bir muhasebesini yaparak, onlara karşı üzerine düşeni yaptığını, Allah'ın mesajını onlara ulaştırdığım ve öğüt verdiğini söyledik­ten sonra sözlerini şöyle tamamlamıştı: "Şimdi kâfir bir kavme nasıl acırım?" Merhum Elmalılı'nm ifadesiyle, "Hz. Şuayb (a.s,), ilk önce kavminin helak olmasından dolayı bir üzüntü duydu, fa­kat onların üzülmeye lâyık olmadıklarını ve küfürleriyle azabı hak et-tiklerini düşünerek, onlarla olan bütün manevî ilgisini kesti. Kısacası 'oh olsun!' demedi; ancak 'vah' etmenin de caiz olmaya­cağını düşünerek ve böyle söyleyerek onlardan tamamen yüz çe­virdi,"[22] Onların basma gelen korkunç deprem, A'râf sûresinde şöyle anlatılmaktadır: "Derken onlan şiddetli bir deprem (=recfe) yakalayıverdi de evlerinde dizüstü çökekaldılar. Böylece Şuayb'ı yalanlayanlar, sanki orada hiç safa sürmemiş gibi oldular. Asıl hüsrana uğra­yanlar, Şuayb'ı yalanlayanlar olmuştu. Şuayb onlardan öteye döndü ve, 'Ey kavmim, Allah biliyor ki, size Rabbimin mesajını ilettim, size öğüt de verdim; şimdi kâfir bir kavme nasıl acınm?' dedi.[23] Ankebût sûresinde de şöyle denilmektedir: "Medyen kavmine de kardeşleri Şuayb'ı gönderdik; vardı dedi ki: 'Ey kavmim! Allah'a ibadet edin de son güne ümit besle­yin; bozgunculukla yeryüzünü berbat etmeyin!' Buna karşı onu yalanladılar, derken, onları şiddetli bir deprem (=recfe) yakalayı­verdi de yurtlarında dizleri üstü çökekaldılar."[24] Hud sûresinde ise, Medyenliler'in helakinin, korkunç bir gürültü sonucu olduğu ve Allah Teâlâ'dan bir lütuf olarak Hz. Şuayb (a.s.) ve ashabının bu azaptan kurtulduğu bildirilmiştir: "Emrimiz geldiğinde, Şuayb'ı ve beraberinde iman edenleri tarafımızdan bir rahmetle kurtardık. O zulmedenleri ise, dehşet verici bir ses (=sayha) yakaladı ve yurtlarında çöküp kaldılar. Sanki orada şenlik kurmamışlardı. Bak işte Semûd gibi Medyen de defolup gitti."[25] Medyen kavminin helaki hakkında biri şiddetli bir deprem, diğeri korkunç bir gürültü olarak iki felâketten bahsedilmesi, bu iki  hâdisenin  birlikte  vuku  bulduğunu  göstermektedir.   Buna göre, korkunç bir gürültüyle birlikte şiddetli bir deprem meyda­na gelmiş olmalıdır. [26]   I. Eykelilerin Helaki   Hz. Şuayb (a.s.}, az önce açıkladığımız gibi, bazı tarihçilere göre Medyenliler'in helakinden sonra Eyke halkına peygamber olarak gönderilmişti.[27] Eykeliler de, Medyenliler gibi, şirke düş­müşler, ölçü ve tartı işlerinde dürüstlükten tamamen ayrılmış­lardı. Hz. Şuayb (a.s.), onlara da, kendisinin Allah tarafından görevlendirilen bir elçi olduğunu söyleyerek onları Allah'a ibâde­te çağırdı. Kendisine uyarak Allah'ın emirlerini dinlemelerini istedi. Yürüttüğü görev karşılığında onlardan herhangi bir ücret istemediğini, hizmetinin karşılığını yalnızca Allah'tan beklediğini söyledi. Medyen halkının başına gelen felâketten ibret alarak fesat ve bozgunculuktan kaçınmalarını, ölçü ve tartıyı doğru bir şekilde yapmalarını ve Allah'tan korkmalarını emretti. Ancak Eykeliler de, komşuları Medyenliler gibi, onun sözle­rine kulak asmadılar. Peygamberlerini yalanlayıp, ona kendileri gibi bir beşer, üstelik büyüye mâruz kalmış bir insan olduğunu söylediler. Daha da ileri giderek, eğer doğru söylüyorsa, hemen gökten üzerlerine bir azap indirmesini istediler. Hz. Şuayb (a.s.), "Rabbim yaptıklarınızı daha iyi bilir" diyerek onları Allah'a havale etti. Sonunda, Hz. Şuayb (a.s.)'ı yalanlayan bu kavim de azaba uğratıldı. Onların üzerine gönderilen azap, "azâbu yevmi'z-zulle/gölge gününün azabı" adını taşıyan bir azap idi. Kur'ân-i Kerim, bu azap hakkında şu bilgiyi vermektedir: "Eyke halkı da, gönderilen peygamberleri yalanladı. Şuayb o zaman onlara şöyle demişti: 'Siz, Allah'tan korkmaz mısınız? Haberiniz olsun, ben size gönderilmiş bir peygamberim. Gelin Allah'tan korkun ve bana itaat edin. Buna karşılık sizden bir ücret istemiyorum. Benim mükâfatım âlemlerin Rabbine aittir. Ölçeği tam ölçün ve hak yiyenlerden olmayın. Ve doğru terazi ile tartın! Halkın eşyalarını değerinin altına düşürmeyin ve yeryü­zünü anarşi ile fesada vermeyin. Sizi ve sizden önceki nesilleri yaratan Yaratıcı'dan korkun!' Şöyle dediler: 'Sen muhakkak büyülenmişlerdensin. Sen de bizim gibi bir beşerden başka nesin! Doğrusu biz, seni yalancılar­dan sayıyoruz. Üzerimize gökten bir parça düşürüver, eğer doğru söyleyenlerden isen!' Şuayb, 'Rabbim yaptıklarınızı daha iyi bilir.' dedi. Hülâsa onu yalanladılar, kendilerini de o gölge gününün azabı yakalayı-verdi. O, cidden büyük bir günün azabı idi. Şüphesiz, bunda alı­nacak bir ibret vardır; ne var ki çoğu yine de iman etmediler.[28] Rivayete göre, Allah, onlara şiddetli bir sıcaklık musallat etmişti. Sıcaktan bunaldıklarında, rüzgarda serinlemek arzusuy­la kırlara çıktılar. Bu esnada gönderilen bir bulut, onları sevin­dirmişti. Çünkü onun gölgesine sığınarak sıcaktan kurtulabilir­lerdi. Bu maksatla bulutun altında toplandılar. Ancak bulut, bir anda şimşek ve ateş yağdırmaya başladı ve hepsini helak etti.[29] Kur'ân-ı Kerim'de Eyke halkının helakinden üç yerde daha söz edilmiştir. Onların cezalandırılma sebeplerinin de zikredildiği bu âyetlerde şöyle buyurulmaktadır: "Eyke sakinleri de, doğrusu ıslah olmaz zâlim kimselerdi. Ve bu yüzden, onları da hakettikleri cezaya uğrattık. Gerçek şu ki, Lüt kavmi ve Eyke halkı, geride bıraktıkları harabeleri (bugün dahi) görülebilen bir ana yol üzerinde yaşamaktaydılar.[30] "Semüd kabilesi, Lüt kavmi ve Eyke sakinleri de aynı şekil­de hakikati yalanlamışlardı. Onların tümü inkârda birleştiler. Hepsi de peygamberleri yalanladılar ve bu nedenle cezamızı hak ettiler.[31] "Ve Eykeîüer ve Tubba' halkı, onların hepsi peygamberleri yalanladılar ve bunun üzerine onları uyardığım şey başlarına geldi.[32] Eykelüer'in helakinden sonra, bu azaptan da kurtulan Hz. Şuayb (a.s.) ve ona iman edenlerin nereye gittikleri ve nasıl bir hayat sürdükleri hakkında kaynaklarda bilgi yoktur. Ancak bâzı rivayetlerde, onun ve arkadaşlarının Mekke'de vefat ettikleri ve Mescid-i Haram'da Darünnedve ile Benî Sehm kapısı arasındaki bir bir yere defnedildikleri bildirilmiştir.[33]   İ. Ashabü'r-Res   Kur'ân-ı Kerim'de Nuh kavmi, Âd ve Semüd kabileleriyle birlikte iki yerde adı zikredilen ve bu toplumlar gibi peygamber­lerini yalanlamaları yüzünden helak edildikleri bildirilen Asha-bü'r-res hakkında ihtilâf edilmiştir. Bu toplumun kimler olduğu, nerede ve ne zaman yaşadığı hususunda farklı rivayetler nakle­dilmektedir. Onların Yemâme'de Felç denilen beldede yaşamış olan bir toplum olduğu, Yasin sûresinde bahsedilen Ashabül-karye olduğu veya Azerbaycan'da yaşayan ve peygamberlerini öldüren bir kavim olduğu rivayetleri yanında, Şuayb kavmi ol­duğunu bildiren rivayetler de vardır.[34] Kimlikleri meçhul kalan bu toplum hakkındaki âyetlerin meali şöyledir: "Ve Âd toplumunu, Semüd toplumunu ve Ress halkını ve bunların arasında gelip geçen daha nice günahkâr nesilleri toplu­ca cezalandırdık. Oysa her birine uyana dersler, örnekler vermiş­tik; ama bunlara aldırmamaları üzerine hepsini yerle bir ettik.[35] "Onlardan önce Nuh kavmi, Ashâbu'r-res ve Semüd kavmi de hakikati yalanladı. Âd kavmi, Firavun kavmi, Lût kavmi de. Ve Eykeîüer ve Tubba' halkı, onların hepsi peygamberleri yalanladı­lar ve bunun üzerine onları uyardığım şey başlarına geldi.[36]     [1] Salebi,126. Hz. Şuayb (a.s.)'ın ismi Kur'ân-ı Kerim'de 10 defa geçmektedir. Onun isminin geçtiği âyetler şunlardır: A'râf sûresi,7/85., 88, 90, 92; Hûd sûresi, 1İ /84, 87, 90, 95; Şuarâ sûresi, 26/177; Ankebut sûresi, 29/36. [2] Çıkış, 2/18; 3/1. [3] Bu konudaki rivayetler için bkz. Neccâr, 202-205. [4] Hud sûresi, 11/89. [5] Ö. Ahmed Ömer, I, 173. Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan Yayınları: 374-375. [6] Mukaddesi, el-Bed' ue't-târih, III, 76; Îbnül-Cevzî, el-Muntazam, Beyrut  1358, I, 324-325. [7] Bu görüşte olanlardan Ibn Kesir, Medyen adının hem kabile hem de şehire verilen bir isim olduğunu, halka Ejke de denildiğini söyler (Muhtasam İbn Kesir, 11,53). [8] Eyke, sık ve ağaçlan birbirine girift ormanlığa denir {Muhtüru's-sıhah, I, 14; hisûnül-arab, VI, 192; X, 394). Bölgede sık bir orman bulunduğu için halkına, "Ashab-ı Eyke" denmiştir. Yakut, Eyke^i anlatırken, Medyen ile Tebük arasında­ki mesafenin 6 fersah olduğunu ve Tebük halkının şehirlerinin eski adini Eyke olarak bildiklerini; ancak kendisinin tefsir kitaplarında böyle bir bilgiye rastla­madığım söyler [Mu'cem, I, 291; II, 14). Ruşâtî ise şöyle.der: "Eyke, Hz. Şuayb (a.s.)'m gönderildiği deniz sahilinden Medyen'e varıncaya kadar devam eden böl­gedir. Bu mıntıkanın ağaçlan Mukil, yani Zamk-ı Arabî üretilen ağaçtır." Tecrid-ı Sarih Tercemesi, IX, 154 ). [9] îbn Asâkir, Tarihu Dımaşk, XXIII, 75. [10] Sonraki asırlarda da önem kazanan Medyen'in adı, İslâmî dönemde ilk olarak, Rasülullah (s.a.v.)'în Zeyd b. Harise komutasında bu şehir üzerine tertiplediği bir seriyye dolayısıyla geçer. Eyke'den Medine'ye giden hacıların takip ettikleri hac yolu üzerinde ikinci konak durumunda olan bu şehir, IX. asırda Önemli bir tica­ret merkezi idi. Ancak zamanla önemini kaybettiği, hatta XIV. asırda harabe ha­line geldiği bildirilir. [11] Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan Yayınları: 375-377. [12] A'raf sûresi, 7/85. [13] Hud sûresi, 11/84-86. Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan Yayınları: 377-378. [14] Araf sûresi, 7/86-87. Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan Yayınları: 377-378. [15] Hud süresi, 11/ 87. [16] Tefsir, XVIII, 42. [17] Hak Dini, IV, 561. [18] Hud sûresi, 11/88-90. Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan Yayınları: 379-382. [19] A'raf sûresi, 7/88-90. [20] Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan Yayınları: 382-383. [21] Hud sûresi, 11/91-93. Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan Yayınları: 383-384. [22] Hak Dini, IV, 81. [23] A'raf sûresi, 7/91-93. [24] Ankebut sûresi, 29/36-37. [25] Hud sûresi, 11/92-93. [26] Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan Yayınları: 384-386. [27] İbn Asâkir, Tarihu Dımaşk, XXIII, 75. [28] Şuara süresi, 26/176-189. [29] Eykeliler'e verilen bu azapla ilgili rivayetler için bkz. îbn Asâkir, XXIII, 76-78. [30] Hıcr sûresi, 15/78-79. [31] Sâd sûresi, 38/13-14. [32] Kâf sûresi, 50/14. [33] Bu rivayetler için bkz. İbn Asâkir, XXIII, 80. Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan Yayınları: 386-388. [34] Âlûsi, Tefsir, XIII, 32; Harman, "Ashâbü'r-res", DİA, III, 469. [35] Furkan sûresi, 25/38-39. [36] Kâf sûresi, 50/12-14. Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan Yayınları: 388.

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...