03 Temmuz 2014

PİR SEYYİD MUHAMMED NUR ARABÎ




PİR SEYYİD MUHAMMED NUR ARABÎ

SALÂVÂT-I ŞERİFE ŞERH’İ

“Bismillâhirrahmânirrahîm”

“Allahümme salli alâ seyyidina Muhammedin fi cemil mezahirillezi hüve heyulâha ve evcezühâ ve enkaha ve ednebühâ ve erkâhâ ve alâ alihi vesahbihi vesellim.”

Allahümme salli alâ seyyidina Muhammedin: Yâ Allah! Kendisine verilmiş olan isimlerin hiçbirisiyle öğünmemiş ve bizim büyüğümüz olan Muhammed (s.a.v) i yüceliği ikram et ve hürmet gören eyle.

Fi cemil mezahirillezi hüve heyulâhâ ve evcezühâ ve enkaha: Bir şeyin göründüğü her yerde, gerek melekler âlemi ve gerek mülk âlemi, ol âlemlerde Hz. Muhammed’i büyük sayılan ve hürmet gören eyle. O, âlemlerin aslı ve maddesidir. Çünkü var olan âlemler ve âlemlerde olanlar, onun nurundan meydana gelmişlerdir. O, öyle bir Muhammed ki, tüm âlemlerin özü ve temizliğidir. Çünkü tamamı ondan yaratılmışlardır sözü ile anlatılmak istenen, çok temiz olan bedeni ile varlıklar âlemine gelmiş olması içindir. Ki, kutsi hadiste: “Levlâke lemâ halektül âlem” Yani, “Sen olmasaydın âlemleri yaratmazdım” buyrulmuştur.

İmdi: Varlıklar ağacının aslı, Muhammed (s.a.v) nurudur. Ve sonu da Muhammed vücududur. “Meyve ağacının aslı öz olduğu gibi, sonu da özdür” denildiği gibi.

Ve ednebühâ ve erkâhâ: Yani, âlem onun farklılığı ve derece yüksekliğidir. Çünkü şerefli bedeni gizli öz olduğu gibi, nurların nuru tamamının üzerinde farklılık oldu. Salât ve selâm sohbet arkadaşlarının ve ev halkının üzerine olsun. Ve bu konu Hz. Peygamber (s.a.v) efendimizin buyurduğu: “Ben Allah’tan, müminler de bendendir.” Söz ile tamam oldu…

PİR SEYYİD MUHAMMED NUR ARABÎ

VÜCUD MERTEBELERİ KIRK MERTEBEDİR:
1: Ahadiyyet. 2: Vâhidiyyet. 3: Ulûhiyyet. 4: Rahmâniyyet. 5: Rahîmiyyet. 6: Rububiyet. 7: Mâlikiyet. 8: Hüviyet. 9: Eniyyet. 10: Teşbiye. 11: Tenziye. 12: Amâ. 13: Akl-ı kül. 14: Nefs-i kül. 15: Tabiat. 16: Hebâ. 17: Şekil. 18: Cism-i kül. 19: Arş. 20: Kürs. 21: Felek-i atlas. 22: Felek-i mükevkeb. 23: Felek-i zühal. 24: Felek-i müşteri. 25: Felek-i Merih. Felek-i şems. 26: Felek-i şems. 27: Felek-i zühre. 28: Felek-l utarid. 29: Felek-i kamer. 30: Felek-i nar. 31: Küre-i hava. 32: Küre-i mâ. 33: Küre-i türab. 34: Maden. 35: Nebat. 36: Hayvan. 37: Melek. 38: Cin. 39: İnsan. 40: Mertebe-i insan.    
HACI BAYRAM VELİ’NİN
HACI BAYRAM VELİ’NİN
GAZELİ’NE YAPILAN ŞERH’TİR

“Bismillâhirrahmânirrahîm”

Hikmetler denizinin dalgalanması sebebiyle Sultan Hacı Bayram Veli hazretleri buyurdu ki:

Çalabım bir şâr yaratmış iki cihân âresinde;

Türk dili sözlüğünde “Çalap” Allah demektir. Ve “Şâr”(şehir, belde) sözü ile anlatılmak istenen “Cem’ü’l-Cem” denilen şehirdir. Ve “Mahrusa-ı hakikat” tir. (hakikat ile ilgili büyük şehirdir) Beyitte ifade edilen “Yaratmış” sözündeki mânâ: Gösterdi, meydana çıkardı. Çünkü yaratmış olmak, mânâ ile ilgili vücuttan görünürde olan vücuda gelinmiş olmadır. Sadece görünürlüğe ilgi gösteren bilgi sahiplerinin: “Yoktan meydana gelmek vardır.” dedikleri gibi değildir. Beyitte ifade edilen “İki cihan” sözündeki mânâ: Biri “Hüviyet” diğeri ise “Eniyyet”. Hüviyet; Hakk’ın batın yönüdür. Eniyyet; Hakk’ın zahir yönü (görünürlüğüdür).

Beyit bütünlüğü ile mâna: Hüviyyet olan sıfat ve Eniyyet olan suretler arasında hakikat şehri ve büyük şehir Cem’ü’l-Cem’i, Çalap meydana çıkardı. Ve ol hakikat ile ilgili büyük şehir, bu iki cihânı içine alan olduğu için “Cem’ü’l-Cem” ismi verildi. Hüviyyet olan cihân batın, yani sıfattır. Eniyyet olan cihân zahir, yani görünürde olan suretlerdir. Bu şekilde ifade edilen iki cihânı câmi’(içine alan, kaplayan) hakikat şehri ve Cem’ü’l-Cem’; bir yanı var ki Çalap’tır. Anılmış olan iki cihânı kaplayandır. Kasas suresinde, 28/30. “Ey Musa! Âlemlerin Rabbi Allah benim, ben.” Hikmeti gereğince; “İnni” (benim) sözü Hüviyyet cihânı, “Ene”(ben) sözü Eniyyet cihanına işarettir. Ve “Allah” sözü her ikisini kaplayan olup Türkçesi Çalap’tır. Bunun için Hakk’a nispet etme ile şah Hacı Bayram Veli hazretleri buyurmuştur ki:

Bakıcak dîdar görünür ol şârın kenâresinde;

Dîdar (yüz, çehre) görmeyen yoktur. Yani, halkın tamamı dîdar görür. Fakat cahillik sebebiyle dîdardan habersiz olduklarından görmüyorlar ve görünmez derler. Cahillikleri kendilerine perde olmuştur. Oysa dîdarı örtebilecek bir perde yoktur. Meselâ: Devlet başkanı kılık değiştirip saltanat köşkünden ayrılıp halk arasına karışıp gezer olsa, onu evvelce tanıyan değişik kılıkta da görse yine tanır, fakat evvelce bilmeyen tanımaz. Hatta tanıyan bir kişi, tanımayan bir kişiye: “Şimdi buradan devlet balkanı geçti gördün mü?” Diye sorsa, o kişi rahatlıkla “görmedim” cevabını verir. Belki görmediğine yemin de edebilir.

Beyit bütünlüğü ile mânâ: Bilgisizlik perde olmasa bakıldığında dîdar görünür ol şârın kenarında. Yani, suretlerin dışına çıkıldığında eniyyetle görürsün. Çünkü dîdarı görmekte kesret (çokluk) vardır. “Râi” (rü’yeteden, gören, görücü) “Me’ri” (gözle görülen) çokluğu yönüyledir. Ve gözle görülmekte olan dîdar, Zat, Sıfat ve Ef’al’dir. Şâr (şehir) kenarı olan ef’al ilk müşahede edilendir. Ve ef’al den sıfat, sıfattan zat görünür. Hüviyyet ise, şehrin kendisi olduğundan onda görmek yoktur. Bazıları dediler ki: “Biz, gördük hareket edenleri. ”  Bazısı: “Biz, gördük hareket ettirilenleri.” Bir başkaları: “Biz, gördük hareket ettireni.” Allah sırlarını kutlu kılsın Şeyh Küşterî hazretleri, düzenlemiş olduğu Karagöz adlı gölge oyunu ile: Oynayan, oynatılan ve oynatanı, bilgisiz olanların bilgisizliklerine ve şühud ehli olan velilerin dîdar görmelerine ve hakikat ehli olanların ayni hüviyette olmalarına misal yapmış oldu. Gerçeği bilmeyen kişi, perde arkasında hareket eden ve konuşanı görmez, sadece gölge olan suretleri görür. Ve bilen kişi, perde kenarından bakar ki, hareket ettiren ve konuşan suretler değildir. Hareket edenden hareket ettireni ve konuşulandan konuşanı müşahede eder. Fakat perde arkasına geçmiş olan asla suretleri gören olmaz. Belki perde arkasına geçmiş suretlerden birisi olur. Böylece ol şâra (şehre) dâhil olursa, şehirden sayılır. Hazret-i Sultan Bayram Veli, Allah sırlarını kutlu kılsın, yüce sırdan bir nefes edip buyurur ki:

Nâgehân ol şâra vardım ol şârı yapılır gördüm;

Ey muhterem kişiler! İfade edilmeye çalışılan o şehrin dört sûr’u (duvarı) vardır. Birincisi: Tecell-i Ef’al duvarıdır. İşler sebebiyle dîdarı müşahede etmektir.
İkincisi: Tecell-i Esma duvarıdır. İsimler sebebiyle dîdarı müşahede etmektir.
Üçüncüsü: Tecell-i Sıfat duvarıdır. Sıfat dolayısıyla dîdarı müşahede etmektir.
Dördüncüsü: Zat duvarıdır. Zat sebebiyle dîdarı müşahede etmektir. Bu dört duvarı aşmadan ol şehre varılmaz.

Beyit bütünlüğü ile mânâ: Tecelliler olan ef’al, esma, sıfat ve zat, tamamını aşmış oldum. Anılmış olan tecellilerde hakiki olan süluk’ u tamam ettim. Nâgehân (birdenbire) hakikat şehrine girdim. Gördüm ki, ol şehir her anda teceddüd (yenilenme) ile yapılır. Her anda bir güzellik, görünür olur gördüm. Ve kendime bakmış oldum. Ol şehirden bir bölüm olduğumdan her anda cemâl ile ilgili güzelliğim yokluk ile bekâ arasında yapılmakta idi. Ve böylece güzellikler içinde Hazret-i Hacı Bayram Veli buyurdu ki:

Ben dahi yapıldım taş ve toprak âresinde;

Taş ile anlatılmak istenen “Bekâ billâh”  ve toprak “Fenafillâh” ki, ileri geçen ey muhterem kişi, bir anda iki tecelli olmaz.  ‘Abes (boş şeyle uğraşma) lâzım gelir. İki anda bir tecelli olmaz. Tahsil-i hâsıl (açığa çıkanı elde etmek) lâzım gelir. Bundan bilinmiş oldu ki, her anda bir tecelli olur. Kuran-ı kerimde olan Kamer suresinde, 54/50.Emrimiz bir tektir, bir göz kırpması gibidir. Ve Rahman suresinde, 55/29. O, her an yeni bir iş ve oluştadır. Buyrulmuştur. An sözü ile anlatılmak istenen İlâh katında olan an, yani zamanıdır. Bundan dolayı, yüce Hakk’a arif olan hazret-i Hacı Bayram Veli buyurur ki:

Ol şârdan oklar atılır gelir ciğerlere batılır
Arifler sözü satılır ol şârın pazaresinde:

Önceki anlatıma benzese de oklar ile anlatılmak istenen; İlâh ile ilgili kaplayıcı tecelliler olup araştırma neticesinde asıl ile ilgili olup kullanma amacı ile başka yerden ödünç alınıp açıkça söylenenlerdir. Benzer oklar: İlâh ile benzetmeler. Bir şeyi bir başka şeye olan benzetme, eksilmeyen tesirlerin ilgisidir. Fakat bir şeyi bir başka şeye olan benzetme evvelkilere nispetle hissidir, başka bir nispetten dolayı ise manevidir. Ve arifler sözünden deyimi ile anlatılmak istenen: Ariflerin kendilerine ihsan edilip bereketlenmiş oldukları hikmetlerini birbirine aktarmalarıdır. Çünkü ihsan edilmiş hikmetleri birbirinden saklamak ve mahrum etmek, şanlarından değildir, yani hikmeti arif kardeşinden saklamış olmak, arif’e yakışan bir davranış değildir. Pazar yerinde satılır sözü ile anlatılmak istenen ise: Yüce İlâh katından olan bereketlenmeleri Pazar yeri olan meclise saçarlar. Onlarda asla kıskanmak yoktur. Böyle bir davranış Hz. Peygamberden ödünç alınan bir değerdir, iyice anlamak gerekir. Âşık ve ma’şûk una ulaşmış Mevlana Hacı Bayram Veli, yüce sırları kutlu olsun buyurur ki:

Şâkirdler taş yonarlar yonup üstâda sunarlar
Çalab’ın ismin anarlar ol taşın her pâresinde;

Şâkirdler (talebe, çırak, stajyer olanlar) Hak ile ilgili bekâ mertebeler ehli, eksiksiz ayılma, yani tam olarak kendine gelme makamlarında olanlardır. Onlar taş yontmaktadırlar, yani sarhoşluk hâlinin sonraya kalmışlığından tam uyanıklıktan anlatılmak istenen: Sarhoşluğun (kendinden geçme halinin) sonraya kalma (bakiye) halinden tam olarak temiz olma gayretindedirler. Çünkü kendinden geçme (sarhoşluk) hâl’dir, makam değildir. Hâl’e değer verilmez. İkinci beyitte anılmış olan taş, toprak ile anlatılmak istenen: Taş, toprak; Araştırılıp doğruluğu belli, asıl ile ilgili ödünç alınıp açıkça söylenenlerdir. “Taş” Beka-billâhtır. Yok, olma makamına işaret edilir. “Toprak” kelimesi ile yokluk ve sarhoşluk hali anlatılmak istenir. Ve sözü edilen sarhoşluğun (kendinden geçme halinin) üç mertebesi (derecesi) vardır, yok olmanın üç mertebesi olduğu gibi. Taşın yontulup üstâda sunarlar denilmesi: Yani, bekâ ve yok olmaları tamam olduğunda, sarhoşluktan asla sonraya kalmışlıkları olmayıp dikkatlilik ehli mertebelerine ulaşmış olurlar. Üstâd ve hakikat varisi onlardır. Fakat gerek üç sarhoşluk hali ve üç yok olma makamı, Zat isminin zikri zorunluluğu ile yakınlaşmış olsa yani, tüm organ ve değerleri ve zahir ve batın buyruğu olan sözleri ister istemez kâmil mürşidin nefesiyle anmış olurlar. Sırları kutlu olsun ki, Hazret-i Hacı Bayram Veli efendimiz buyurur:

Bu sözü ârifler anlar câhiller bilmeyip tanlar
Hacı Bayrâm kendi banlar ol şârın minâresinde;

Ol şehrin minâresi, Hz. Muhammed (s.a.v) ile ilgili makam olan Ahadiyyetü’l-Cem’ makamına davettir. Ve bu makama erişildiğinde kişi, orada halife ve mürşit olamaz. Kendine ait olmayan, Ödünç (geçici) olduğu belirtmedir. Hatta davette bulunan güzel sözler o makama işarettir. Güzel sözler “Ezan-ı Muhammedi”dir. Bundan dolayı bilinmiştir ki, davet edici ârifler üç kısımdır. Bir kısım davet ediciler için, Hz. Peygamber efendimiz: “Peygamberlerin varisleri âlimlerdir.” Ve “Ümmetimin âlimleri İsrail oğulları nebileri (peygamberleri) gibidir.”  Sözlerini ifade etmiştir. Bir diğer kısım davet edici arifler, “Resul” gibidirler. Ve bir diğer kısmı, davet edici Resul ayarında kâmillere âmir olan zatlardır. Onlar, “Ulü’l-azm mine’r-rüsul” ayarındadırlar. Ve bu zatlar Gavs ve Kutub, “İmam-ıA’zam”-“İmam-ı Şâfiî” gibi tasarruf sahibi seçkin kâmillerdendir. Bu risâle (mektup) tamam oldu Hu…

Başarılı kılan ve uygunlaştıran yoktur. Yüce Allah’tan başka…


PİR SEYYİD MUHAMMED NURUL ARABÎ
FELEKLER RİSÂLESİ

“Bismillâhirrahmânirrahîm”

Hamd âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur. Salât ve selâm efendilerin büyüğü olan Muhammed’e, ailesine ve dostları üzerine olsun.

         İmdi: Bu risalede Hakk’ın vücudu ve halkın vücudu farklılığı ile her birisinin feleği (gök, gök katı, devir) açık anlatım ile açılmış olacaktır.

BİRİNCİ FELEK

Birinci felek, feleklerin evveli olan Zat feleğidir. Bilinmelidir ki, “Zat-ı baht” (öz, katkısız, temiz zat) İlim ile anlaşılmaktan, göz ile görülmüş olmaktan temiz ve ayrıdır. Yani, yaratılmışlar tarafından bilinemez ve görülemez olan Zat’tır. Çünkü Zat’ın, dünyada tarif edilip bilinmesi ve âhirette görülmesi ancak Rububiyet tecellileri ile mümkündür. Yani, ancak Hakk’ın Cemal eserleriyle görünür olup, Rububiyet ile zevk edilir. Ki, Kıyamet suresinde, 71/22-23. Yüzler vardır o gün parıltılı, Rabbine doğru bakan. Buyrulmuştur. Ve bu doğrultuda Hz. Peygamber (s.av) efendimiz, şerefli sözünde : “O gün Rabbinizi ayın on dördü gibi göreceksiniz. Ona bakarken sıkışıklık duymayacaksınız” buyurmuştur. Şu kelimelerle vurgulanmış olan iki değerler dairesi vardır ki: “Bi-hevlinnecat” “Ezelil âzâl” “El teayyün” “El bahtü”  “El vücudi” “Müntekil işârât” “Essırrul Meskûti anhûl hâzârat’i ilâ hiyyetü El gaybil hüviyyetühü” “El gayb-ül mutlak” “Müntakil vahdaniyyü” “El bahtü” “El vücudi” “Müntekil işârât”   “Ezelil âzâl” “El teayyün” 

“Varlığa tesir edici Ancak Allah’ın Zatıdır”

Bundan dolayı bilinmiş oldu ki: Hakk’ı müşahede ve İlâh ile ilgili tarifler ancak Rububiyet ile ilgilidir. Öz, katıksız olan Zat ile ilgili olmaz. Yüce Allah, Ali İmran suresinde, 3/30. Allah sizi, kendisinden sakınmaya çağırır. Allah, kullarına karsı Raûf’tur, çok şefkatlidir. Buyurmuştur. Yani Allah’ın zatı hakkında şöyle midir, böyle midir diye düşünmekten yüce Allah kullarını merhametiyle yasaklamış oldu. Çünkü Zatı bilmek ve şühud etmek mümkün değildir. Ancak tecelliler ile mümkün olur. Bu tecelliler ise üçtür: 1-Tecelli-i Ef’al, 2-Tecelli-i Sıfat, 3-Tecelli-i Zat’ tır. 

“Rahmân ve Rahîm’dir O, Allah ki kudret eliyle her şeyi adalet üzere ayakta tutmaktadır.”

İKİNCİ FELEK

         İmdi: İkinci felek, ilk tecelli olan “Tecelli-i sıfat”tır (Sıfat tecellisidir). Bilinmelidir ki, İlâh ile ilgili sıfatlar kuşatılmış değildir. Her şeyin öncesinden vardır ve devamlıdır. Ana hatları ile yedidir: 1-Hayat, 2-İlim, 3-İrade, 4-Kudret, 5-Semi, 5-Basar, 7-Kelâm’dır. Bu sıfatların her birisi başlı başına tek’tir, birbirleriyle toplanamaz, yüce Hakk’ın zatının bir olduğu gibi. Ayni zamanda bu sıfatlar teklikle beraberdir. Hakk’ın zatında sabit olmalarına rağmen zat üzerinde herhangi bir artış, fazlalık meydana getirmezler. Ancak zatında yine birdir. Bu sıfatlar mânâlar olmalarıyla görünme, meydana çıkmak isterler. Görünür olmaları İlâh ile ilgili isimler (Esmâ-yi Hüsna) iledir. Ve İlâh ile ilgili olan bu isimlerin sonu, sona ermesi yoktur. İlâh ile ilgili sıfatların sonu olmadığı gibi. Sorulabilir ki: Allah’ın sıfat ve isimlerinin son bulmaları yoktur.  Hâlbuki onlara Allah’ın ilmi ilgi duyar ve ilim ile bunlar bilinir. Şu dairede bulunan özellikler ile:   “Hazret-i Esmâ ve Sıfat. Felek-i Hayvan. Kabiliyet-i Zuhur. El hazret-il İlâhi. Ehadiyyet-ül Kesret. Nefsi Rahman. El tecelli-i sâni. Ette allini sâni. Hazret-il vücudi menşein nur.” Etraflarını kuşatmış olma yoluyla sıfat ve isimlere ilgisi olmaması lâzım gelir? Cevap budur ki: Sıfat ve isimlerin sonu olmadığından onlara Allah’ın ilmi ilgilenir, etraflarını kuşatma yolu ile değildir. Ancak eserler ve işlere kuşatıcılığı yoluyla ilgilenir. Yüce Allah, Fussillet suresinde: 41/54. Gözünüzü açın! Allah Muhît’tir, her şeyi çepeçevre kuşatmıştır. Ve Cin suresinde: 72/28. Her şeyi inceden inceye sayıya bağlamıştır. Buyurmuştur. Ve sorulabilir ki: Allah’ın ilmi, Sıfat ve isimlere kuşatıcılık yönüyle ilgilenmiyorsa, adet (sayı) olarak da kuşatmış olup ilgilenmemesi lâzım gelmez mi? Cevap olarak denilir ki: Sıfat ve isimlere ilmin ilgi duyması alışılmışın üstü olan bir şekildedir. Peygamberlerin mucizeleri (akıl almaz işler) ve velilerin kerametleri gibi…

“Gerçek odur ki Allah, sizi hayra ve hidayete sevk eder.”


ÜÇÜNCÜ FELEK

Üçüncü felek “Taayyün-i sâni” (ikinci meydana gelme) olan “Tecelli-i Esma”dır. Evvelce de ifade edildiği gibi Allah’ın isimlerinin sonu yoktur. Ve ana hatları yedidir: 1-Kadîr, 2-Mürid, 3-Alîm, 4-Hay, 5-Semî, 6-Basîr, 7-Mütekellim’dir. Ve bu isimlerin her birisinin ilgi duyduğu alanları vardır. Örneğin: Kâdir ismi olabilir olanın meydana getirilmesine ve devam etmesiyle ilgilenir. Mutlaka gerekli veya olmadığıyla ilgilenmez. “Vacip” (gereklilik, farza yakın) iki kısımdır. Vacibi bi-z-zat ve Vacibi-bil-gayr. Vacibi bi-z-zat dahi İki kısımdır. Vacibi mutlak ve Vacibi mukit’tir. Vacibi mutlak (varlığı mutlak olan) Allah’ın, Zatı, Sıfatı ve İsimleri gibi. Kadîr ismi bunlara ilgi duymaz. Çünkü bunlar evvelden de vardı ve var olacaklardır yani, kadimdirler.

Fakat Vacib-i mukit (muhafaza eden gereklilik) hayr (faydalı) gibi. Çünkü hayır cismin varlığı ile kayıtlıdır. Vacibi bil-gayre (başkalık gerekliliğine) Kadîr ismi ilgi duyar. Akıl ile ilgili korku yeri dâhil kâdirin ilgisi yoktur. Aklın korku yeri demek, akıl katında varlığı imkânsız olandır. Bir cismin ayni anda hem hareketli hem de sakin (durucu) olması gibi.

İmdi: Vacib-i bil-gayr olan eserleri hazır bulunduğu anda Allah’ın ilmine göre var olup boşlukta yer dolduran olmaları akıl yolu ile gerekliliktir. Hiç olamayan ve olmamış vücud bir anda ortaya çıkmaz. Çünkü onu oluşması için gerekli ihtiyaçların ve ortamın uygun hale gelmesi gereklidir. (insan olan benlik ile ilgili olanların bir araya getirilmeleri gereklidir) Ancak Kadîr ismi vücud (var olma) yoluna ilgi duymaz. Mürid ismi dahi böyledir, ancak tercih etmeye ilgi gösterir, meydana gelmesi için değil. Tercihler de yedidir: 1-Vücud, 2-Adem, 3-Sıfat, 4-Mukadder, 5-Ezmine, 6-Cihet, 7-Emkine’dir… Ve bu anlatılanları dairesi içine alan kelimeler: “El berzahiyyetül Kübra, Tümdes âlimül mutlâk, Müntehil ledünniyyi tevâli.”

“Yüce Allah, mutlak olarak gerçeği gösterendir, hidayet edendir”


DÖRDÜNCÜ FELEK

         Dördüncü felek “Akl-ı kül” dür. Akl-ı küll; İlâh ile ilgili isimler, Zat ile ilgili sıfatlar ve katkısı olmayan temiz Zat mazharıdır. Ve ilk yaratılandır. Özelliğinde ayrılıklar, farklılıklar olması sebebiyle kendisine birçok isim, yani: Akıl, Ruh, Nur ve Kelâm isimleri verilmiştir. Hadis-i şerifler ile söylendiği gibi, İdrak (anlayış, akıl erdirme) değeriyle “AKIL”. İzhar (gösterme, meydana çıkarma) yani kendisini ve kendinden başak şeyleri açığa çıkarma değeriyle “NUR”. İcat (vücuda getirme, yeniden meydana getirme) ile yönelme değeriyle “KALEM”. Ve her şeye hayat vericiliği değeriyle “RUH” ismi verilmiş oldu. Akıl, Hak ile ilgili isim mertebelerinin birincisi “Bedi” isminin mazharıdır. Bedi demek; eşi ve benzeri olmayan, mükemmel bir şeyi vücuda getirmeğe veya yeniden meydana getirmeye yönelmiş olan Bedi ismidir. Mükevvin (yapan) ve Halik (yaratan) isimleri gibi ve Bedi ismi bütün sıfatları içine alandır. Gerek Sıfat-ı nefsiyye, Sıfat-ı subûtiyye, Sıfat-ı zâtiyye, selbiyye bu sıfatların sayısı yirmidir. Söylendiği gibi Bedi ismi hepsini kaplar. Çünkü Bedî olanın bu sıfatların tamamı ile sıfatlanmış olması gerekir. Ve yirmi sayısı ile ifade edilen sıfatlarla sıfatlanan, Bedî olan yüce Allah’tır.  Enam suresinde, 6/101. Gökleri ve yeri yaratıp donatan Bedî’ O’dur. Buyrulmuştur. Ve Hz. Peygamber (s.a.v) sözlerini içine alan yaratılış dairesi şöyledir: “Allah evvela Kalem-ü âlâ’yı, Rûh-ı Muhammedî’yi, Nûr-ı Muhammedî’yi, Akl-ı evvel’i. Bir başka rivayete göre:  Allah evvela kalemi yarattı. Allah evvela ruhumu yarattı. Allah evvela aklımı yarattı. Sözlerini ifade eden bir mazhar ile açığa çıkmış ve bilinmiş sıfatlar sırasıyla şöyledir: 1-Vücud, 2-Kıdem, 3-Beka, 4-Muhalefet ün lilhavadis, 5-Kıyam binefsih, 6-Vahdaniyet. Bunlar zatı ile ilgili sıfatlardır. 1-Hayat, 2-İlim, 3-İrade, 4- Kudret, 5-Semi, 6-Basar, 7-Kelâm. (Bunlar sabit sıfatlarıdır)1-Kadîr olmak, 2-Mürit olmak, 3-Alîm olmak, 4-Hay olmak, 5-Semi, işitici olmak, 6-Basir, görücü olmak, 7-Mütekellim, konuşan, söyleyen olmaktır. Bunlar da sabit sıfatlar ile sıfatlanmış olanın özellikleridir. Böylece Bedî Halik, yani yaratıcı demektir. Yaratıcının, Mevcut olmak, Kadîr olmak, Bâki olmak gibi ve diğer sıfatlarla sıfatlanmış olması kesin bir gerekliliktir. Bundan dolayı bilinmiş oldu ki, Muhammed (s.a.v) ile ilgili ruh, Allah’ın zatına, sıfatına ve isimlerine mazhardır ve Câmi’dir. Ondan evvel bunlara mazhar olan hiçbir eser yoktu. Ebu Zerin el Ukayli Allah ondan razı olsun, rivayet etmiş olduğu bir hadis-i şerifte, Hz. Peygamber (s.a.v) efendimiz, kendisine sorulması üzerine: “Ey Cabir! Allah evvela nurumu yarattı” buyurdu. Bunu işittiğinde Cabir hazretleri yine sordu: “Senin ruhunu yaratmazdan evvel rabbimiz nerede tecelli eden idi? Peygamber efendimiz, cevap olarak: “O’ altı hava, üstü hava olan Âmâ da idi” buyurdu. Âmâ ile anlatılmak istenen, İlmin açığa çıkmasıdır… 

“Yardım ve başarı yüce Allah’tandır”


BEŞİNCİ FELEK

         Beşinci felek, Nefs-i kül feleğidir. Şimdi: Şeriat ehli kişiler Nefs-i küle “Levh-i mahfuz” (korunan levha), “Kitâb-ül mübîn” (iyi ve kötüyü ayıran kitap) ve “Ümm-ül-kitâb” (Kitabın anası, Levhi- mahfuz ve İlm-i İlâhi) derler. Bilinmelidir ki, olabilecek olan her çeşit katkıdan uzak, tarif edilemeyecek bir temizlik ve kutsallıkta olan Zat, Sıfat ve İlâh ile ilgili Cemâl ve Celâl isimlerinin yönelmesiyle “Akl-ı kül” (bütünlük aklı) meydana geldi. Ve İlâh ile ilgili isimler ve Aklın yönelmeleriyle “Nefs-i kül” (benlikler bütünlüğü veya bu bütünlüğü içinde barındıran arş-ı a’lâ) meydana geldi. Yani, Hz. Muhammed (s.a.v) ile ilgili Nur hakkında bilinmeyen bilgilerde ayrılık olmadan mânâ ile ilgili “Nur” olarak meydana geldi.

İmdi: Hak ve halk ile ilgili mertebeler Akl-ı küll vasıtasıyla tamamı Nefs-i kül’de toplanmış oldular. Amma farklılık yoluyla ve mânâ ile ilgili olarak görünür oldular. Ve bu Nefs-i küll “Bâis” (sebep olan, gönderen) isminin mazharıdır. Ki, dairesi “Kitâb-ül-mübîn. Levh-ı mahfuz. Nefs-i kül’dür. Yani, kendisinde toplanmış olan Hak ve halk ile ilgili belirmelerin, oluşumların kendisinde gönderme ve meydana çıkarma ile yönelmiş oldu. Ve bu yönelişiyle “Rahman”ın nefesi olan “Tabiât” (tabiat, yaradılış, huy, âdet, mizaç) meydana gelmiş oldu…


ALTINCI FELEK

         Altıncı felek, Tabiât feleğidir. Bilinmelidir ki, tabiat Nefs-i küll’ün yönelmiş olmasından Mânâ ile ilgili olan bir meydana geliş ile görünür, yani açığa çıkmış olan Rahman’ın nefesidir. Çünkü nefes bir benlikten (kişiden, şahıstan) alınmış olunur. Tabiâtta asıl olan hararet ve rutubettir. Çünkü bir kişi dâhil olduğu benlik aslını, hararet ve rutubet olduğunu anlar. Sözün kısası tabiât feleğinde hararet (sıcaklık) ve rutubet (yaşlılık) asıl, bürûdet (soğukluk) ve yübûset (kuruluk) asılla ilgisi olmayıp ikinci derecededir. Ve tabiât bâtın isminin mazharıdır. Şekil almaya kabiliyeti olan bir madde istekte bulunur ve katımızda “Bizden batın, bize zahir olan zatı tenzih ederim” anlayışı ile görünür olsun. İşte şekil almaya kabiliyetli olan maddeye “Heyûlâ” (madde, bütün cisimlerin ilk maddesi olarak varsayılan madde) ve “Hebâ” (son derece ince toz, zerre) ismini vermiş olurlar…

“Her şeyi uygunlaştıran yüce Allah’tır”

YEDİNCİ FELEK

         Yedinci felek, Heyûlâ (madde, ilk madde) feleğidir. Bilinmelidir ki, sözü edilen madde mânâ ile ilgili bütünlük emri ki, kendisinde suretler ile ilgili görünür (zahir) olma kabiliyeti vardır. Demek ki, ifade edilmeye çalışılan şey; biçimler ile şekillenmiş olanların ve suretler ile suretler ile musavver (tasarlanmış)  olanların maddesidir. İmam-ı Ali ki, Allah ondan razı olsun. Heyula’yı Hebâ olarak isimlendirdi. Yüce Allah, Vâkıa suresinde, 56/6. Hepsi un-ufak dağılmıştır. Buyurmuş olmasından bilinmiştir ki, bütün eşyanın maddesi suretler ile görünür olmasından görüş kesinliği ile hebâ ismi verilmiş olunur. Ki, bu anlayış üzere olan: “Ondan başka sonu olmayanı tenzih ederim. O’nun sonu yoktur. Her şey yok olduktan sonra baki kalan yine O’ dur” der. Mesela; teknede bulunan hamur çeşitli şekiller almaya kabiliyeti vardır. O hamurdan türlü şekillerde, yani yuvarlak, kare, kısa, uzun ekmekler yapılabilir. Misal olarak verilen hamur duygu ile ilgilidir. Hebâ ise mânâ ile ilgilidir…

“Yüce Allah, mutlak olarak Hâdî’dir(hidayet vericidir)”


SEKİZİNCİ FELEK

         Sekizinci felek, şekil feleğidir. Bilinmelidir ki, şekil mânâ ile ilgilidir. Şekil ile anlatılmak istenen şudur ki, mânâ yönüyle her şeyin yani kabiliyeti değeriyle Heba’da sabit olmaktır. Yüce Allah, İsra suresinde, 17/84. De ki: “Herkes, kendi varlık yapısına uygun iş görür.” Buyurmuştur. Yani, meydana çıkma, hangi özelliklerle donanmış ise o özelliklerin gerekliliği üzere kendisi ve işleri görünür olur. Ve bu şekil dışarıda baş göstermeyi dilemiş olduğundan ve: “Zahir olan ve her şeyi meydana çıkaran, bizden gizli olan fakat onu, hiçbir şey gizleyemeyeni tenzih ederim” demiş olduğundan dolayı cisim istemiş oldu. Cisim, mânâ ile ilgili olanın tamamının ispat edilmesini gerektirmiş oldu…  “Yüce Allah, mutlak olarak Hâdî’dir(hidayet vericidir)”


DOKUZUNCU FELEK

         Dokuzuncu felek, Cism-i küll feleğidir. Şimdi: Cism-i küll mânâ ile ilgilidir. Biçimler ile şekillenmiş olan ufak-tefek şeylerin meydana çıkmasını dilemiş olur. Ve “Hâkim” isminin mazharıdır. Hâkim ismi ile anlatılmak istenen, her şeyin kabiliyetine göre muamele (davranma) edip, yerli yerine koyan olduğudur…

“Yüce Allah mutlak bilicidir”
(Yasin suresi, ayet 1-2)
“Yâ, Sîn. Andolsun o hikmetlerle dolu Kur’an’ a”


ONUNCU FELEK

Onuncu felek, Arş feleğidir. Şimdi: “Arş” büyüktür, uludur ve çok önemsenen bir felektir. Cism-i küll’ün bölümlerinden ve uyma durumunda bir bölümdür. Ve şekli küre gibidir. “Muhit” (kuşatan) isminin mazharıdır. Ve “Rahman” isminin tasarrufu (kullanıcılığı) onda açığa çıkmış olur, belli olur. Yüce Allah, Taha suresinde, 20/5. O Rahman, arş üzerine egemenlik kurmuştur. Buyurmuştur. Yani, Rübûbiyet’in hükmü ve Ulûhiyetin kullanıcılığı ve bölümlerin, ufak-tefek şeylerin vücuda getirilmesi Rahman isminin ilgi gösterip yönelmesiyle olur…

“Yüce Allah mutlak bilicidir”

“Zatı, Sıfatı, isimleri ile her şeyi kuşatanı tenzih ederim”

ONBİRİNCİ FELEK

         On birinci felek, Kürsî feleğidir. Yüce Allah, 2/255. O’nun kürsüsü, gökleri ve yeri çepeçevre kuşatmıştır. Buyurmuştur. Kürsî feleği “Şükür” isminin mazharıdır. Bütün şükredicilerin şükürleri bu feleğin yönelmesindendir. Ayni zamanda “Kadîr” ismi mazharı, yani “Celâl ve Cemâl” isimleri mazharıdır. Ve bu felek, “Şükür” isminin sureti olduğundan bütün şükredenler bu feleğin üzerindedir. Bilinmelidir ki, sekiz cennet halkı cennetlerinde mükâfat bulur ve mükâfat bulmuş olmaları için ibadetleri şükür olsa gerektir. Ve sekiz cennetin dördüne suretler cenneti derler. Huri, Gılman, ağaçlar ve nehirler bu dört cennette bulunur. Diğer dört cennet ise suretlerle ilgili lütufların bulunmadığı cennetlerdir. Birincisi “Vesile” denilen cennettir. Bu cennet Allah’ın resulü olan Hz. Peygamber (s.a.v) efendimize özeldir. Bu cennete Hz. “Kuddus” de derler. Bütün cennetlerden yücedir. Ve bu cennetin altında olan cennet bütün Nebiler (şeriat getirmeyen peygamberler) ve Mürselerin cennetleridir.

        “Zatına şükür ve verdiği nimetlere şükür gereken zatı tenzih ederim”

Ve daha altında olan cennet, kâmil olan halifelerin cennetleridir. Ve en alta olan cennet şehitler ve Allah’a yakın olan velilerin cennetleridir. Özellikleri sayılan bu dört cennette ancak Allah’ın Cemâl’ inin görüntüsü vardır. Bu dört sınıf (Nebi, Mürsel, Kâmil halife, şehit ve veli) gönül ehli, suretlerle ilgili lütuflarla lezzetlenmek, yemek ve Kevser ırmağından içmek istediklerinde altlarında olan diğer suret cennetlerine inerler. Bu inişlerinde herkes onları saygıyla karşılar. Suretlerle lütuflaşan gönül ehline üstlerindeki cennetlere yükselirler. Allah’ın Cemâl şühudu ile şereflenirler. Ve bütün gönül ehilleri Hz. Kuddus olan vesile’ye Cuma günü yükselmiş olurlar ve Allah’ın ziyafeti ile şereflenmiş olurlar. Ve Hz. Peygamber (s.a.v) efendimize misafir olurlar. Bu makamda Hak Cemâl’ i ile şeref bulmuş olurlar…

“Yüce Allah mutlak bilicidir”

ONİKİNCİ FELEK

On ikinci felek, Atlas feleğidir. Bu feleğe burçlar da derler. Maddesine arş ismi verilmiştir. Sureti (görüntüsü) Atlas feleği, burç feleği ismini almıştır. Atlas isminin verilmesi yol alış ve hareketinin işareti, belirtisi olmadığındandır. Burç feleği isminin verilmiş olması ise; Yüce Allah, onun üzerinde on iki adet kale burcuna benzer burçlar yaratmış olduğundandır. Ve onların zatları meleklerdir. Kimi ciddi, kimi hararetli, kimi soğuk, kimi de kuru yaradılışlı olduklarından böyle isimlendirilmiştir. Bilinmelidir ki, bu burçlar, kesinlikle falcıların dediği gibi hayvan şekillerinde değillerdir. Sözü edilen bu burçlar, on iki feleğe hizmet ederler ve her birisi bir felekte yetkili kılınıp gereğince idarecilik yapmaktadırlar. Fakat idarecilikleri yardım hizmeti üzeredir. Ve idarecilik yapmaları sebebiyle, söz sahibi oldukları felekte kesin olarak durucu olmaları gerekmemektedir. Atlas ismi verilmiş olan bu felek; cennetlerin tacıdır, çatısıdır. Gönül ehilleri bu feleğin nurlarıyla aydınlanırlar. Ve bu Atlas feleği “Ganî” isminin mazharıdır. Bütün isimler ona muhtaçtır. Onun hiçbir isme ihtiyacı yoktur. Ali İmran suresinde, 3/97. Allah bütün âlemlere muhtaç olmayacak bir Ganî’dir. Buyrulması gereğince bu ismin mânâsı ulûhiyettir. Ulûhiyet demek, yüce Allah’ın yaratmış olduğu her şeyden miktarı belirlenemeyen derecede zengin olması sebebiyle, başka olma durumunda olan her şey O’na muhtaçtırlar. Bundan dolayı, diğer feleklerin hareketleri bu feleğin hareket aşkı, kendi isteği iledir ve karşılıksızdır. Diğer feleklerin hareketleri ise kendi istekleri ile olmayıp başka tesirlere bağımlı olduklarından mecburi olarak hareket ederler. Fakat her birinin kendilerine özel hareket şekilleri olduğu açıklanmıştır… 

“Yüce Allah, mutlak olarak Hâdî’dir(hidayet vericidir)


ONÜÇÜNCÜ FELEK

         On üçüncü felek, Menâzil feleğidir. Sabit gök cismi veya yıldız feleği ismi verilmiştir. Ve bu feleğin maddesi Kürsî’dir ve sureti Menâzil feleği ismi verilmiştir. “Mukadder” isminin mazharıdır. Bütün feleklerin hareketleri ve yaşam müddetleri, ömürleri, yiyecek ve içecek gibi ihtiyaçlarının belirlenmesi ve gönül ehli mertebelerinin bölünmesi ve cehennem ehlinin basamakları, dereceleri bu feleğin ilgi gösterip yönelmesiyle olur.

         Cennetler güzelliği ve oraya girmeyi hak etmişlerin sevk edilecek cennet olan o hakikat şehri ve tabiât denizi bu feleğin üzerindedir. Tabiât denizi diye gönül ehli, cennete girmeden önce bu denize dalarlar. Ve bedenleri uymuş olmakla ilgili duydukları bedene dönüştürülür. Yani ayni melekler gibi bedenleri nurdan olmuş olur. Cennete sevk edilmiş olan hakikat şehri ehli, cenneti seyretme ile nikâhlanmış, kayıtlanmış olur. Ve bütün gökler ve yer ve gönül ehli sevk edilecek cennete nispetle bir odanın köşesine atılmış bir halka gibidir. “Sevk-ül-cennet”(girecek olanların hazır bulunması gereken yerleri kararlaştırıp girecek olanları sevk etme işiyle girilecek cennet) tarifi yapılmakta olan feleğin üzerindedir. Yâsîn suresinde, 36/39. Ay’a gelince, biz onun için de bir takım durak noktaları/bir takım evreler belirledik. Buyrulmuştur. Ve dört isim (atlas, menâzil, sabit, yıldız) ile anılmış olan felek herhangi beden ile ilgili yaradılıştandır. Ve melekler de kendisine uymuş olanlardır. Hadis-i şerifte rivayet edildiği üzere, bir kişi Allah’ın resulüne (s.a.v) salavât getirirse bir melek; tabiât (yaradılış, huy, mizâc) denizine dalıp, her bir damlasından bir melek yaratılmış olur. Ve salavât getirmiş olan kişi için bağışlanma dilerler ve tamamı bu âleme uymuş oldukları için orada onlara, ihtiyarlamak, uyumak ve keyifsiz olmak ve herhangi bir kederin isabet etmesi yoktur. Çünkü bu gibi olumsuzluklar anasır (unsurlar) ile ilgilidir…

(Bakara suresi, 2/142) “O, dilediğini dosdoğru yola kılavuzlar.”


ONDÖRDÜNCÜ FELEK

         On dördüncü felek, kiyân (merkez) feleğidir. Kırmızı felek ya da Zühal yıldızı da derler. Bu felek “Rab” isminin mazharıdır. Âlemde meydana gelmiş olan ruh ve rızk (her çeşit yiyecek ve içecekler) ile ilgili yardım etmeler ve cisim ile ilgili devamlılık bu feleğin ruhtan başka bir şey olmayan yönelişindendir. İbrahim aleyhisselâm bu feleğe yükselmiştir. Bu feleğin ruhaniyeti Mikâil aleyhisselâmdır. Ve yaratılmışların ihtiyacı olan erzakı toplayıp dağıtma işini gereği gibi yapmak ile görevlendirilmiştir. İbrahim aleyhisselâm üstün hizmetle beslediği misafirleri çok olduğu gibi, Mikâil aleyhisselâmın askerleri son derece kalabalıktır ki, sayılarını ancak yüce Allah bilir. Her bir bağışı bir melek korur ve hizmet eder. İnsan mı dır? hayvan mıdır? Alınıp yiyinceye kadar korumuş olup, herhangi bir afet’e uğramadan onu ihtiyaç sahibine teslim ettikten sonra Zühal feleğinde kürsî üzerine çıkmış olup, Hakk’ı tespih eder. Ve o meleğe bir daha sıra, nöbet sırası gelmez…

“Allah her şeyeKadîr’dir ve başarı ancak Allah’tandır.”
“Her şeyden yüce olan Rabbi tenzih ederim”

ONBEŞİNCİ FELEK

On beşinci felek, Bercîs feleğidir. Müşteri feleği de denilmektedir. Ve bu felek “İlm” isminin mazharıdır. Âlemdeki bütün ilimler ve çareler bu feleğin Ruh ile ilgili yönelmişliğindendir. Ve İsmail aleyhisselâm bu felekte yükselmiş oldu. Ruhaniyeti (ruh ile ilgili değerleri) İsrâfil aleyhisselâmdır. Ve İsrâfil aleyhisselâm, Hz. Muhammed (s.a.v) efendimize ait kalbin suretidir. Mikâil aleyhisselâmın Muhammed ile ilgili yardımın suret olduğu gibi…

“Başarıya mutlaka Allah ulaştırır”

(Nur suresi, 24/35) “Allah göklerin ve yerin nurudur.”

ONALTINCI FELEK

         On altıncı felek, Behram feleğidir. Ve bu felek intikam sahibidir. Ve bu feleğe Merih de denmektedir. “Kahir” (kahreden; zorlayan, üstün gelen) isminin mazharıdır. Ve bu feleğin ruhaniyeti Mûsa aleyhisselâmdır. Ve ayni zamanda Azrâil aleyhisselâmdır. Ve bu feleğin yetki kullanıcılığı Celâl ismi iledir. Savaşlar, Azaplar, Depremler, göçük ve sel gibi afetler bu feleğin ruhaniyetinin ilgi göstermesi ve yönelmesi ile olur. “Ulü-l-azm”(kesin kararlılık sahipleri) olan peygamberler, savaşlarla görevli olan kral ve sultanların bu Behram feleği ile bağları, ilgileri vardır…

(Enam suresi,6/61) ” Kulları üzerinde egemenlik sahibi Kaahir’dir.”

ONYEDİNCİ FELEK

         On yedinci felek, Yuh feleğidir. Ve bir diğer ismi Güneş’tir. Ve bu Güneş feleği bütün feleklerin kalbidir. “Nur” isminin mazharıdır. Bütün varlıklar, mânâ ve duygular ile ilgili meydana gelişleri bu feleğin ruhaniyeti olan Nur isminin ilgi gösterip yönelmiş olmasındandır. Ve İdris aleyhisselâmın durağıdır. Ve Cebrâil aleyhisselâmın ruhaniyeti de bu felektedir. Hz. Muhammed (s.a.v) efendimizin mübârek aklı Cebrâil görüntüsündedir. Bundan dolayı vahy sahibi oldu. Azrail’in Kabz (el ile tutma, kavrama, ruh alma) sahibi olduğu gibi. Yüce Allah, Rahman suresinde, 55/17. İki doğunun Rabbi de O’dur, iki batının Rabbi de. Buyurmuştur. Hakikatte budur ki, duygu ile ilgili suretlerin meydana gelmesi Nur ismi olması birinci doğudur. Ve vücutlarının görünür olması ikinci doğudur. İki doğunun böyle olduğu gibi, iki batı da böyledir. Yani suretlerin gizlenmesi ve yok olması Nur isminin sözüyledir…

(Hadid suresi, 57/3)
“Evvel’dir O, Âhir’dir O, Zâhir’dir O, Bâtın’dır O. Her şeyi en güzel biçimde bilendir O.”

ONSEKİZİNCİ FELEK

On sekizinci felek, Zühre feleğidir. Hz. Musavvir suretindedir. Ve bu feleğin ruhaniyeti Semsemâil aleyhisselâmdır. Bilinmelidir ki, Zühre feleği ruhaniyeti olan “Musavvir” isminin yönelmiş olmasıyla beden ile ilgili âlemde suretler görünür olur. Ve duygular ile ilgili suretlere âşık olmak, eğilim göstermek bu feleğin ruhaniyetinin ilgisi ve yönelmiş olmasındandır. Bundan dolayı, burası Yusuf aleyhisselâmın durağıdır. Ve Yusuf kendi zamanında bütün insanların en kâmili ve en güzel görünüşlü olan Yusuf aleyhisselâmdır. Ve Yusuf aleyhisselâmın doğuşu Zühre ile olduğundan bütün halk onun güzelliğine âşık oldu. Nihayette Züleyha’nın Yusuf’a olan aşkı ne derece olduğu bilinmektedir. Ve Babası olan Yakup aleyhisselâmın yaradılış özelliği ile güzel surete eğilimli olduğundan, çok güzel surette ve mükemmel bir yaradılışla Yusuf aleyhisselâmı Yakup aleyhisselâma yüce Hak ihsan etmiş oldu. Ve görüşünden Yusuf aleyhisselâm kaybolduğu vakit yollar üzerinde oturup, Yusuf hakkındaki haberleri inceden inceye araştırır idi. Diğer çocukları gelip kendisine Yusuf suresinde, 12/85. Dediler ki: “Hâlâ Yûsuf’u anıp duruyorsun. Sonunda ya kederinden eriyeceksin yahut da helak olup gideceksin.” Dedikleri buyrulmuştur. Ayette, çocuklarının söylediklerine karşılık olarak sonraki ayette cevaben, 12/86. Dedi ki: “Ben, içimi doldurup taşan özlemimi, kederimi Allah’a arz ederim. Ve Allah’ın yardımıyla sizin bilmediğiniz şeyleri bilirim.” Dediği buyrulmuştur. Yani, ey oğullarım! Kalbimde olan gam, keder ve sıkıntıyı gelip geçenlere ifade ettiğimi görmektesiniz. Fakat benim anlayışımda ise, dertlerimi yüce Allah’a ifade etmekteyim. Benim halimden ve sözlerimden haberdar değilsiniz…

“Yüce Allah, mutlak olarak Hâdî’dir”
(İnfitar suresi, 82/8) “Dilediği herhangi bir biçimde oluşturdu.”

ONDOKUZUNCU FELEK

         On dokuzuncu felek, kâtip feleğidir. Diğer bir ismi Utarit’tir. Bu feleğin ruh ile ilgili değerleri (ruhaniyeti) “Muhsi” ismidir. Ve ayrıca bu feleğin ruhaniyeti “Sigsayâil”dir. Hz. İsa aleyhisselâmın durağıdır. Yüce Allah, Ali İmran suresinde, 3/55. Allah şunuda demişti: “Ey İsa, senin canını alacağım, seni kendime yükselteceğim.” Buyurmuştur. Bilinmelidir ki, her şeyin sayısının bütünlük ile ilgili olması ve “Musavvir” (biçim veren) Muhsi ismiyle olur. Bütün kâtiplerin (yazıcıların) yazdıkları ve bütün eşyalar ve isimlerin sayısı ve toplanması, bu feleğin ruhaniyeti olan Muhsi isminin ilgisi duyması ve yönelmiş olmasındandır. Bundan dolayı Hz. İsa aleyhisselâm “Nübüvvet” ve son zamanda Halife-i Muhammed’i (Muhammed (s.a.v) in halifesi) yani, nübüvvet rütbesi ve Muhammed’in halifesi ve bu ikisinin arasında olanları kendisinde toplamış olur. Ve bu iki özellik sebebiyle kıyamet gününde ve iki yerde toplanılmış olur. Birisi Peygamberler sancağı altında, diğeri halifeler sancağı altında toplanılır. Ve genel “Velayet” sona ermiş, mühürlenmiş olur…

“O’nun her şeyi kuşatması adet itibariyledir.”

YİRMİNCİ FELEK

         Yirminci felek, Kamer (Ay) feleğidir. Şimdi: Bu feleğin ruhaniyeti “Mübin” (hayrı ve şerri, iyi ve kötüyü ayıran) isminin mazharıdır. Ve Hz. Âdem aleyhisselâmın durağıdır. Ve ruhaniyeti Dükâyıl aleyhisselâmdır. Bütün maden, bitkiler, hayvanlar, insan ve mevâlîd-i selâseyi (maden, nebat, hayvan olmak üzere tabiâtın üç âleminden bahseden ilim, tabiât ilmi) Mübin ismi özelliği olan ayırımlar Kamer feleği olan Mübin isminin yönelmiş olmasındandır. Bundan dolayı, insanların atası, babası olan Âdem aleyhisselâmın durağı bu felek oldu. Suların çoğalması, yağmurlar ve buharların tamamı Ay (Kamer) küresinin yönelmesindendir. Âdem aleyhisselâm Mekke ve Taif arasında sureti yapılıp, kendisine Ruh üflendiğinde yeryüzünde olan melekler secde edip, soylarını “Batnen ba’de batnın” (soydan soya, nesilden nesile, kuşaktan kuşağa) insan suretinde olanların hepsine “Rabbiniz değimliyim?” şeklinde olan İlâh ile ilgili seslenişe karşılık olarak tamamı “Evet” dediler. Sonra, Âdem’in meydana getirildiği yere, yani toprağa dönmüş oldular. Ve konakları yeryüzü oldu. Yeryüzünün dışında olan alanlarda, arazilerde beden sahibi insan yoktur. Bundan dolayı Hz. Âdem aleyhisselâmın durduğu yerler Kamer (Ay) feleğinde oldu…


“Yüce Allah, mutlak olarak Hidayet edici ve uygunlaştırandır.”
“Şaşılacak bütün âlemi boyun eğdireni tenzih ederim.”


YİRMİ BİRİNCİ FELEK

Yirmi birinci felek, Esir feleğidir. Bunun dışında Nar (ateş) ismiyle de anılmaktadır. Bilinmelidir ki, yüce Allah, Nar feleğini Kamer feleğinin altında yaratmıştır. Bunun hikmeti; eğer nar feleğini kamer feleğinin altında yaratmasaydı, bu âlem alçak, bayağı ve çok soğuk olurdu. Bitkiler, hayvanlar ve insanların duracak yerleri ve yapabilecekleri bir iş konusunda yetkileri olmazdı. Ve Esir feleği “Kâbz” (tutucu, tutan) isminin mazharıdır. Kış mevsiminin şiddetli soğukluğunun, aşağı âlemden tutulması ve alınması bu feleğin ruhaniyeti olan Kâbz ismi ile olur. Ve bu Ateş küresinden yüce Allah, Cinlerin atası, babası olan “Cân” ı yaratmıştır. Âdem aleyhisselâmı topraktan yarattığı gibi. Ancak Âdem’in eşini Âdem’den veya kalan topraktan yarattığı gibi, Cân’dan veya ateşten bir eş yaratılmamıştır. İlâh ile ilgili hikmet budur ki; Âdem aleyhisselâm Allah’ın Celâl ve Cemâl isimlerini kendinde barındırmaktadır. Allah’ın Cemâl’ ini Havva olan aynadan seyretmeyi istedi ve Havva yaratılmış oldu. Fakat cinlerin babası olan Cân sadece Celâl ismine mazhardır. Cinlerin yaradılışında erkeklik ve dişilik vardır ve dilemiş olmasıyla bu iki özellik bir birine temas (cinsel ilişki) meydana gelmiş olması sebebiyle kendisinden ilk çocuk doğdu ve Ebul Haris yani, İblis ismi kendisine verilmiş oldu. Ve bunların (cinlerin) yemeleri ve içmeleri sadece koklamak ile olur. Meleklerin yemesi hissi olarak yüzlere bakmak, içmeleri ise güzel kokuları koklamak ile olduğu gibi. Ve cinler grubu çok uzun ömür sürerler ve ölüp kaybolurlar. Fakat meleklerin onlara üflemesinden önce hiçbiri ölmez ve kaybolmaz. Cinler grubu birbirinden doğup çoğalırlar ve onlardan kâfirler olduğu gibi mümin olanlar da vardır. Birbirleriyle savaşırlar. Korkuları ve savaşları çok küçük şeyler sebebiyle açığa çıkar…

(Tahrîm suresi, 66/6)
“Ey iman sahipleri! Kendilerinizi ve ailelerinizi öyle bir ateşten koruyun ki, yakıtı insanlarla taşlardır.”

YİRMİ İKİNCİ FELEK

         Yirmi ikinci felek, Hava feleğidir. Şimdi: Hava feleği ve ayni anda Hava feleği Ateş feleğidir. Su feleğine kadîr bir felektir. “Hayy” isminin mazharıdır. Yaratılmışların tamamının hayatı yani, sıhhati ve sağlığı bu feleğin ruhaniyeti olan Hayy isminin ilgi göstermesi ve yönelmiş olmasındandır. Bu felek Güneşin harareti Kamerin (Ay’ın) soğukluğu ile donandığı için Hayy isminin mazharı oldu. Güneşin harareti ile su buharlaşıp eksilir, buhar soğuğa çarpınca suya dönüşür ve azalan su yerine gelmiş olur. Görmez misin ki, denizler güneşin harareti ile çekilmiş olup, Kamer’in soğukluğu ile yerine gelir. Havaya yükselmeye uygun hale gelen buhar altı şekilde hareket eder. Hareket etmeye hazır hale gelince Hayy mazharı olan hava kuzey taraftan eser ve bulutları yürütür, güney taraftan esince bulutlar açılır, batı taraftan esince bulutlar sulanır, doğu taraftan esince sular tatlanıp yağmur yağar…

“Hayy, Kayyum ve Kadîr olan Allah’ı tenzih ederim.”

(Furkan suresi, 25/48)
“O gönderdi rüzgârı bir müjde olarak.”

YİRMİ ÜÇÜNCÜ FELEK

Yirmi üçüncü felek, Su feleğidir. “Muhyî” isminin mazharıdır. Ve suyun yaradılışı tatlı ve lezzetlidir. Fakat yedi denizin suyu acı, ekşi, tuzlu, nişadırlı gibi, daha başka çeşitli özelliktedir. Ve su feleği her şeyin hayatıdır ve bütünüdür. Hayvanlar, bitkiler, maden ve diğerlerin tamamı Sudur. Altın, gümüş, demir ve bakır, kalay, kurşun, cıva gibi madenleri ateşe atsan tamamı su olur. Fakat bazılarının erimesi geç, bazısı da çabuk olur. En geç eriyen taştır.

(Enbiya suresi, 21/30)
“Her canlıyı sudan oluşturduk. Hâlâ iman etmeyecekler mi?”

         Bundan dolayı bilindi ki, her şeyin aslı ve hayatı sudur. Bu sebepten dediler ki: “Anasırın aslı su ve ateştir. Çünkü Rahmanın nefesi olan tabiâtta hararet ve rutubettin asıl, soğukluk ve kuruluğun geçici olduğu gibi, anasırda da toprak ve hava geçicidir…

“Başarıya ulaştıran Allah’tır.”

YİRMİ DÖRDÜNCÜ FELEK

         Yirmi dördüncü felek, Toprak feleğidir. “Mümit” (öldürücü, öldüren) isminin mazharıdır. Her şeyin öldürülmesi, ortadan kaybolması bu feleğin ruhaniyeti olan Mümit isminin ilgisi ve yönelmiş olmasıyladır. Bu feleğin yetkili yöneticisi Kadîr ismidir. Ve bundan dolayı, maden, bitki, hayvan ve insan olgunluk derecesinde açığa çıkmış olurlar. Hava feleğinin yöneticisi İlim ismi, Nâr feleğinin yöneticisi Mürid ismidir. Ve Su feleğinin yöneticisi de Muhyi ismidir. Bunların toplanıp birleşmesinden Âdem aleyhisselâm yaratılmış oldu. Ve sayılmış olan tüm yöneticilikler, Âdem’in sırrında bulundu. Yüce Allah Bakara suresinde, 2/31. Ve Âdem’e isimlerin tümünü öğretti. Buyurdu. Fakat Âdemin dışında olanlarda (Âdemoğullarında) bu toplanmışlık var olmadı…

“Yüce Allah, dilediğini dosdoğruluk yoluna iletir.”

PİR SEYYİD MUHAMMED NUR ARABÎ

TEVHİD RİSÂLESİ
(1)

“Bismillâhirrahmânirrahîm”

         Hamd, âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur. Salât ve selâm Muhammed (s.a.v) e, kutlu ailesi ve dostlarının üzerine olsun.

         Tarif edilmesinin gerekliliği üzere, insanlar ve cinlerin gizlilik âleminden, şahâdet (şahitlik) âleminde meydana gelişleri kusur, ayıp ve her türlü eksiklikten uzak olan yüce Hakk’a ârif olmak için şu yüce sözde Zâriyât suresi, 51/56. Ben, cinleri ve insanları sadece bana ibadet/kulluk etsinler diye yarattım. Buyrulmuştur. Bu ayet içindeki “Liya’ büdün” kelimesini İbni Abbas hazretleri ki, Allah ondan razı olsun ve bazı Hak ehli “liyağrüfün” (bana ârif olsunlar) sözü ile tefsir etmişlerdir.

         İmdi: Uzun uzadıya, ayrıntılı anlatımlarla mümkün olmadığına: “Ey herkes tarafından bilinen Allah’ımız, biz seni gereği gibi tanıyamadık” delildir. Özetle söylenecek olunursa ârif olmak; İlâh ile ilgili özelliklerin kul mazharında meydana gelmiş olmasıyla olur. Bu da “Mevcut, Mevsuf ve Fail” olarak tek tasarruf edici (idare edici, kullanıcı) yüce Hak olduğu O’nun dışında görünenlerde vücud, sıfat, ef’al ve kullanıcılığın olmadığının doğruluğu kul da meydana çıkmış olmasıyla olur. Böyle bir anlayış derecesinin meydana gelmesi ise; İslâm dininin görünürlüğü olan şerefli şeriatına son derece bağlı olmak ve kâmil olan bir mürşidin nefesiyle tarif olunabilecek hakiki tevhide girmek (süluk) ile mümkün olur. Yani, kâmil mürşidin tarif edeceği mertebelerin tarifini alıp gereğini yapıp zevk etmek neticesinde yukarıda işaret edilen dereceye ulaşılır.

Bilinmelidir ki, tarif edilebilen makamlar yedidir; üçü “Fenâ-fi-llah” dördü “Bekâ billâh”tır. Bunlara “Ehlullah” makamları, ruhların bulunduğu mertebeler yurtlarının isimleri şeklinde ifade edilmiştir. Bu ifadede aykırılık görünmekte ise de, “Nefs-ül -emr” de (işin hakikatinde) aykırılık yoktur. Tamamı bir ifadeden ve isteneni anlatma amacından başka bir şey değildir. “Tevhid” birlik demektir, bir olan birliğe ihtiyacı olmadığı apaçık ise de insan ile ilgili gaflet perdesi sebebiyle “Vahdet” başkalığın çokluğu olarak görülmüş olduğundan yüce Hakk’ın Zatında, Sıfatında ve Ef’al’ inde şirk (Allah’a ortak) koşulur. Yani işleyici (fail) yüce Hak iken ve bütün sebepleri meydana getiren kendisinden başkası yok iken şu işi filanca şöyle yaptı, ben böyle yaptım, filanca sebep oldu diyerek her şey Hakk’a nispet edilmemiş olduğundan “Şirk-i hafî” (gizli şirk) meydana gelmiş olur. “Müşrik” (Allah’a ortak koşan) ise; İlâh ile ilgili marifetten mahrum olduğundan Nisa suresinde, 4/48. Şu bir gerçek ki, Allah kendisine şirk koşulmasını affetmez, onun dışında kalanı dilediği kişi için affeder. Buyrulmuştur. Gizli şirk (şirk-i hafi) ve açık şirk (şirk-i celi) olayının yok edilmesi. Ve “Fırka-i Naciye” ye (kurtulmuşlar gurubuna) dâhil olma ve gerekli arifliğin meydana gelmesiyle, yukarıda ifade edilmiş olduğu gibi kendisine ve başkalarına nispet edilen ef’al, sıfat ve varlıkları, Hakk’ın ef’al, sıfat ve varlığında yok etmiş olmakla olur. Bundan dolayı her mümin kişinin hakiki tevhide girmiş olması kendisi için bir gerekliliktir. Ve bilinmelidir ki, işaret edildiği üzere tevhid iki kısma ayrılıp tarif edilmiştir.

         Birinci kısım: “Tevhid-i şer’i” (Şeriat tevhidi) ki, mümin olan kişiyi açık olarak Allah’a ortak koşanlardan ayırır. Neticesi “Lâ İlâhe illâllah”tır. Şeriat tevhidinin ehli olan mümin; her şeyi mevcut, mevsuf ve fail olarak gördüğünden ve çokluğu (kesreti) İlâh ile ilgili vahdetten (birlikten) başka bildiğinden gizli şirkten kurtulmuş olamaz. İbadet edilmeye ve hakkı olan yüce Hak’tan başka İlâh ve ibadet edilecek olmadığına iman ve kabul etmiş olmalarıyla beraber, mevcutluğuna ârif olmadıkları Hakk’ı, cahillikleriyle örtmüş ve ibadet etmek için edinmiş oldukları İlâh’ı her türlü farklılıklardan ayırarak lâ ilâhe illâllah sözü ile tevhid ederler. Her şeyin meydana gelmesi ve açığa çıkması Hakk’ın emri ve kudreti ile olduğunu kabul ve İlâh ile ilgili sıfat hükümlerine nispet ederler. Bundan dolayı hakikat ehli, şeriat ehlini “Sıfâtiyyün” olarak ifade etmişlerdir.

         İkinci kısım: “Tevhid-i hakiki”dir (gerçek tevhittir) ki, hakiki tevhitte olan müminler, yüce Hak’tan başka Mevcut, Mevsuf, Fail ve tasarruf edici görmediğinden ve her şeyin açığa çıkma ve görünürlüğü zevk yoluyla Hak’tan müşahede ettiklerinden kedilerini “Zatiyyun” ve “Muvahhidin” (tevhid ehli) olarak ifade ederler. Neticesi “Lâ mevcude İllâllah”tır. Vücut, varlık demektir. Bu mertebe fenafillâh (Allah’ta yok olma) olarak ifade edilen üç adet mertebenin üçüncü mertebesidir. Fenafillâhın ilk mertebesi; tevhid-i ef’al, fena-i ef’al ve tecelli-i ef’al’dır.

Tevhid-i ef’al denmesi: İşleri yüce olan birde, yüce Allah’ta birlemektir. Yani O’ndan başak bir ve işleyici olmadığını anlamış olmak demektir.

Fena-i ef’al denmesi: İşleri halktan yok etmek ve Hakka’ ait olduğunu anlamakla gerçekliği ispat etmektir. Yani, aslında iş Hakk’ın olup, işleyici yüce Hak iken cahillik gafleti sebebiyle halka nispet edildiğinden adı geçen nispeti halktan yok edip ve işin hakikatinde olduğu gibi Hakk’a nispet edip, Hak’tan başka işleyici olmadığı konusunda şüphe kalmayacak derecede kanaat meydana getirmiş olmaktır.

Tecelli-i ef’al denmesi: Hakk’ın tecellileri, sonsuz olduğundan işlerin meydana gelmesi İlâh ile ilgili tecelliler olduğunu zevk etmiş olmaktır. Ve fenafillâhın ikinci mertebesi; tevhid-i sıfat, fena-i sıfat ve tecelli-i sıfattır.  

Tevhid-i sıfat denmesi: Sıfatı, yüce ve ulu olan Hak’ta birlemektir. Yani, sıfat ile sıfatlanan (mevsuf) ancak Hak’tır. Hakk’ın dışında görünenlerde sıfat olmadığını anlamış olmaktır.

Fena-i sıfat denmesi: Halka nispet olunan tüm sıfatlar, İlâha ait olmakla nispeti adı geçen halktan yok edip, Hakk’a ait olduklarını anlamış olmakla ispat etmektir.

Tecelli-i sıfat denmesi: Sıfatın görünürlüğü, İlâh ile ilgili tecelliler ile olduğunu zevk etmektir. Sıfatın tecellilerine son bulma olmadığından bir şeyin içine alıp sıkıştırmak mümkün değildir. Yüce Hak kuşatıcıdır ve Âlim’dir. Sıfatlar asıl olarak yedi sıfattır ki, İlah ile ilgili haberlere kılavuzluk ettiklerinden sabit sıfatlar (sıfat-ı subûtiyye) olarak ifade edilmiştir. Hayat, İlim, İrade, Kudret, Semi, Basar ve Kelâm. Bu sıfatlar ve özelliklerinin tamamı Hakk’ın olup, halka ait olmasını hakikat kabul etmediği gibi, akıl dahi kabul etmez ve kabul edilmesine de izin vermez. Çünkü hayat sıfatı yaratılmışa ait olsa, perişan ve yok olmaması gerekir. İlim sıfatı olsa, her şeyi bilmek ve hiçbir kul cahil olmaması gerekir. İrade ve Kudret sıfatı olsa, istediği bir şey için “Ol” demesiyle o şey o anda meydana gelmiş olması gerekir ve her şeye gücü yetip bir şey üzerinde zayıflık göstermemesi gerekir. Semi ve Basar olsa, uzak ve perde arkasından işitir ve görücü olması gerekir. Kelâmı olsa, her çeşit lisan ve söz ile konuşur olması gerekirdi. Yaratılmış olan ise, bunların zıddında, dışında bulunduğu hakkında delil getirebilecek değildir. Bundan dolayı, kulun bu sıfatlarda payı ve dâhil olabilmesi olmadığı gibi her işin meydana gelmesi, bu sıfatların hepsine ve bazı işler, sıfatların çoğunluğuna ilişiği bulunduğu ve sıfatsız hiçbir işin meydana gelemeyeceği, bu özellikten ayrı tutulmuş olmaktan uzak olmakla kulun işlerde dahi dâhil olabileceği bir şey yoktur. İşleyici ve sıfatlanan yüce Hak’tır. Kul=iş ve isimdir. İlâh ile ilgili sıfat, gök ile ilgisi olsun veya yer ile ilgisi olsun, “Cüz’iyyât”ta (ufak-tefek şeyler, bölümler, kısımlarda) meydana çıkan olduğundan sıfat-ı cüz’iyye ve irade-i cüz’iyye olarak ifade olunur. Yoksa ufak-tefek şeylerde görünür olan irade, İlâh ile ilgili olan iradeden başka bir irade olmak veya eksiklik ve kısım, kısım bölünme kabul etmeyen İlâh ile ilgili iradeden bir kısım verilmiş değildir. Rahman suresinde, 55/26-27. Yeryüzünde her şey yok olucudur. –Sadece o bağış ve celâl sahibi Rabbinin yüzü bakidir. Buyrulması üzere Allah’ın dışında görünenler, kendiliklerinde Mevcut, Mevsuf, Fail ve tasarruf edici olmaktan şu an ve tüm zamanda yok olucu ve yiyip içerek tüketenlerdir. Fenafillâhın üçüncü mertebesi; Tevhid-i zat, fena-i zat ve tecelli-i zattır. Zat, varlık vücudu demektir.

Tevhid-i zat denmesi: Vücudu, varlığı yüce ve bir olan Zatta birlemektir. Yani, yüce “Vâcib li zâtihi” (çekinmesi olmayan mevcuttur ki, vücut kendisindendir.)       vücudundan başka vücud ve Hak’tan başka mevcut olmadığını zevk etmektir.

Fena-i zat denmesi: Varlığı olma zannında olan kişilerin varlığını, yüce zatın varlığında yok etmektir. Yani, halka nispet edilen vücut ve varlık Hakk’ın vücut ve varlığıdır. Halkın olmadığı halde var zannına dayanan vücudunu Hakk’ın vücudunda yok etme ve vücutla mevcut Hak olduğunu kabul etmektir.

Tecelli-i zat denmesi: Kişilerin çokluk (kesret) üzere görünmesi İlâh ile ilgili zatın tecellileri olup, halkın kendiliklerinden varlık ve tecellileri olmadığını hakikat üzere kabul etmiş olmaktır. Fena-i tam ile Allah’ta yok olucu olma mertebesi budur. Vücud; eksikliği, ayrılığı ve yokluğu kabul etmeyen ve daima var olması gerekli ve zorunlu vücut olması, yüce Hakk’a özgüdür. Ancak “İnsanlar uykudadır, öldükleri zaman uyanırlar” Hadis-i şerifinin işaret ettiği şudur ki, ifade edilen bu anlayışa karşı olanların hazırda olan anlayışları olgunlaşmadığından hala gaflettedirler, bundan dolayı bu mertebeler hakkında anlatılanları anlayamazlar. Anlamış olmamaları ölüme ilgi duymayışlar sebebiyledir. Bunun neticesinde Hz. Peygamber (s.a.v) efendimiz: “Ölmeden evvel ölünüz” buyurdu. Yani, zorunlu olan ölüm sana yönelmiş olmadan evvel, isteyerek olan ölüm ile ölmüş olun. İsteyerek olan ölümün meydana gelmesi ve “Lâ mevcude illâllah” sırrının hakikat olarak meydana gelmesi; insanlık özelliğinden sıyrılmış olup açıklanan yönde bir vücut ile mevcut, sıfatla mevsuf, iş ile işleyen yüce Hak olduğunu. Ve halk kendi benliklerinde vücut ve sıfat kokusunu koklamış olmadıkları hali kul’da hakikat olarak meydana gelmiş olması iledir. Bu mertebeye; isteyerek ölme, hakiki tevhid, ma-sivâyı (Hakk’ın dışında görülen her şeyi) yok etme, fenafillâh ve tam sarhoşluk (kendinde olmama) derler. Yükselme ve ilerlemenin sonu ifade edilen halden ayılıp kendinde olma ile “Beka billâh” ta hareket eder. Beka billâh makamları dörttür.

Birinci makam: “Cem” makamıdır. Çokluğu (kesreti, halkı) meydana gelmemiş olarak kendinde, batınında toplamış olmaktır. Bu makamda vücut özelliği ile olma hali ihsan olunur. Yani kendinde ve ma-sivânın tümünde görünen vücut, Hakk’ın vücudu olduğunu ve her şeyi “Hulûl” (bir şeyin diğer bir şeyin içine girmesi) ve “İttihâd” (iki şeyin birleşmesi) olmadan ve vücud Hak ile mevcut olduğunu irfanı ihsan olunur. Hulûl ve ittihadın meydana gelmesi için iki vücut olması gerekir ki, biri diğerine girmiş olabilsin. Vücud, bir olan yüce Hakk’ın vücudundan başkası olmadığından hulûl ve İttihâd olamaz. Bu makamda halk batın (iç), Hak zahir (görünür) olduğundan, makam sahibi ef’al ve sıfatı ve tüm varlıkları Hakk’ın vücudu olarak müşahede eder. Hallâc-ı Mansûr bu makamda iken Hakk’ın vücudundan başka bir şey görmediğinden “En-el-hakk” (ben hakkım) dedi. Bu makamda, kesretsiz vahdet hali olduğundan, vahdet şühudu galiptir. Ve her zerre Hakk’ın aynı (kendi) olmakla makam sahibi, Hakk’ı eşyadan evvel müşahede eder. Bu anlayışa işaret eden: “Ben hiçbir şey görmedim ki, onun önünde ve arkasında O’ olmasın” sözü dile gelmiştir. Bu makam “Seyr-i billâh” ve “Seyr-i muhibbi” sözleri ile de tarif edilmiştir.

İkinci makam: “Hazretü’l-Cem” makamıdır. Bu makamda İlâh ile ilgili sıfat ihsan edilir. Yani, kendinde ve diğerlerinde olan sıfat, İlâh ile ilgili sıfat olduğu ve hulûl olmadan Hakk’ın sıfatıyla sıfatlanmış bulundukları. Yani, İlâh’a ait hayat ile diri, İlâh’a ait ilim ile âlim, İlâh’a ait İrade ve Kudret ile dileyen ve gücü yeten, Semi ve Basar ile işiten ve gören, Allah’ın kelâmı ile konuşan olduklarını anlamış olur. Bu mertebe, kesret (çokluk) görünürlülük mertebesi olduğundan, halk zahir (görünür), Hak batın (içte, görülmeyen) müşahede edilir. Mertebe sahibinin kesreti şühud etme hali, vahdet şühuduna galiptir. Bu anlayışa işaret eden: “Ben her şeyin sonunda Allah’ı gördüm” sözü dile gelmiştir. Yani, kesreti vahdetten evvel müşahede eder. Ve kesreti vahdetin kendi (aynı) olduğunda habersiz değildir. Makamdan aşağı inme, sıfat tarafına bakmaktır. Bu makam “Seyr-i mahbubi” ve “Seyr-i anillâh” sözleri ile de ifade edilmektedir.

Üçüncü makam: “Cem’u’l-Cem” makamıdır. Ve vahdet kesret ile beraber olmakla hem kesreti hem de vahdeti içinde bulunduran bir makamdır ki, “Merec-el-bahreyn” (iki denizin buluştuğu yer) dir. Topluluk ile ilgili bir araya gelme ve “Kâbe kavseyn” (iki yayın beraberliği) dahi derler. Bu makamda İlâh ile ilgili işler ihsan edilir. Yani, her şey İlâh ile ilgili vücut ve sıfat ile mevcut ve mevsuf olduğu gibi, işler özelliği ile dahi işleyici (fail) olduğunu ve kesret (çokluk) Hakk’ın açığa çıkması. Ve kesreti, Hakk’ın bütün mertebeleri olmakla, kesret bir yönden batın olup vahdetin aynı (kendisi) ve vahdet bir yönden meydana gelen kesretin aynı olduğunu başkalığın söz konusu olmadan müşahede edildiğinden: “Ben her şeyin beraberinde Allah’ı gördüm” deyişiyle bu anlayışa işaret edilmiştir. Yani, halkı Allah’ın beraberliği ile bir bakışta görür. Aşağı inme ile işler (ef’al) makamına bakandır. Tam uyanıklık ve tam olgunluk (kemalat) budur.

Dördüncü makam: “Ahadiyyetü’l-Cem” makamıdır. Bu makama “Ev edna” (daha da yakın) da derler. Bu hali ifade için: “Ben Allah’ı Allah ile gördüm” sözü söylenmiştir. Çünkü Hak’tan başka bir şey olmadığından Hakk’ı Hak’ta görür ve kendi kendine kendinde ârif olur. Bilen ve bilinen kendidir. Âlim Hakk’ın vücuduyla hulûl ve ittihâd olmadan mevcut olunca âlem dahi, devam eden, kalıcı olmak, âhiret, teklifler, cezalar ve mükâfat olmamak veya Hakk’a ait olması gerekmez mi? Din ile ilgili soruya cevap şudur ki: Hakikatte Allah’ın vücudundan başka vücut olmadığı gibi, Hak’tan başka mevcut dahi yoktur. Teklifler, mükâfat ve cezalar Hakk’ın meydana çıkmaları ve iniş mertebelerinin gerekliliğindendir. Yüce Allah Hadid suresinde, 57/3. Evvel’dir O. Âhir’dir O. Zâhir’dir O. Bâtın’dır O. Buyurmuş olup, yokluğu olmayıp evvel ve ahir, zahir ve batın kendi olunca “Ferden-ferid” (fert fert, tek, eşsiz, benzersiz) kalmaz. Başkalık olarak anlaşılan zahir (görünür) mertebesi gerekliliğince kendi ile ilgili meydana geliş ve tecellileri, tecelli edenin surette tecellisi başkalık olarak görünür ise de, vücut ve hakikatte başkalık değildir. Kendi cemalinin kemalidir. Dalgalar denizin aynı (kendisi) olup meydana gelişleri ayrı görünür ise de başkalık olmayıp denizin aynı olduğu gibi. Ve yüce Hak dahi kutsi sözünde: “Ben bir gizli hazine idim, bilinmeyi istedim halkı yarattım” buyrulmasıyla, her tecelli ve olgunluğu ile bilinmesini sevmiş olduğundan İlâh ile ilgili ilminden olan kendi tecellilerini kendine açık etmesi ve ulûhiyet ve olgunluğunu tecellilerde apaçık etti. Dalgaların meydana gelişi ve yok oluşları, denizden denize olup, deniz dışından olmadıkları gibi İlâh ile ilgili tecellilerin meydana gelişleri de zattan zatadır, dışından değildir. Teklifler yaratıcıdan yaratılmışa olduğu konusunda şüphe yoktur. Tecelli eden meydana çıkardığı tecellilerini teklifleri ile mutlak kıldı. Görülmesi için mazhara (alete) ihtiyaç olduğundan ihtiyaç şiddeti ve gönül alçaklığı ile tekliflerin yerine getirilmesini gerekli yapandır. Ancak başkalık yoktur. Batın mertebesi hakikatiyle teklif eden zahir mertebesi yönüyle aldığı görevi yerine getirmesi gereken (mükellef) kendidir. Kendi kendimize olan emir ve yasak batınımızdan geldiği ve batınımızda olan Ruh, zahirimiz olarak görünen bedenimizden başka ve ayrı olmadığı gibidir. Yapılanlar karşılığı olan cezalar ve mükâfat gelince inkâr edilmezler, yeri geldiğinde dünyada dahi müşahede olunur. İlâh ile ilgili tecelliler ve Rab ile ilgili saltanat âhirette dahi sona erecek değildir. Daima aralıksız yürürlükte olacağından Zilzâl suresinde, 99/7-8. Artık kim bir zerre miktarı hayır üretmişse onu görür. – Ve kim bir zerre miktarı şer üretmişse onu görür. Şeklindeki yüce buyruk üzere herkes dünyada yapmış olduğu işine göre kazanmış olduğu cezalar ve mükâfatını âhirette görecektir. Cezalar Hakk’ın celali, mükâfat Hakk’ın cemalidir. Celâl ve Cemalin meydana gelişi dünyada dahi tecelliler ve meydana gelişlerine ilgi gösterdiği gibi, âhirette dahi göründüğü yere ilgi gösterir. Yüce ve ulu olan Hak, başkalaştırma olmadan katıksız zat özelliğiyle Ali İmran suresinde, 3/97. Allah bütün âlemlere muhtaç olmayacak Ganî’dir. Buyrulmuştur. Azap, azap edilen azap edenin kendinden ayrılmış olmadığından meydana çıkmasında hüküm ve ilgi duymaları meydana çıkana olur. Hakk’a ilgi duymaları olamaz. Ancak bu sırrın anlaşılması için zevk ve şühuda ihtiyaç vardır. Söz ile açıklamış olmak ve varlığı benlik ile zevk etmek mümkün değildir. Zevk ve şühudun meydana çıkmasıyla bir yöne olan açıklama “Meslek-i Resûl” üzere şerefli şeriatı örnek göstererek fenafillâh olup beka billâh ihsan edilmesiyle olur. Ve Allah için uygunlaştırma bitti, tamam oldu…



PİR SEYYİD MUHAMMED NUR ARABÎ
TEVHİD RİSÂLESİ
(2)

“Bismillâhirrahmânirrahîm”

         Hamd, âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur. Salât ve selâm, gönderilmiş peygamberlerin efendisine, kutlu ailesi ve dostlarının üzerine olsun.

         Bundan böyle bilinmelidir ki, İlâh ile ilgili tevhid üç kısımdır. Birinci kısmı tevhid-i ef’aldir.

Tevhid-i ef’al demek: Âşık olan kişi duygu ile ilgili işler, kalp ile ilgili işler, afak (gök ile yerin birleşir gibi göründüğü yerler) ve enfüs (hayat sahipleri) ile ilgili olanların ötesinde âşık olduğu huzur sahibini maşuku (sevgiliyi) müşahede etmektir. Olmakta olan her işi fark etmiş ise, sevgilinin işini o iş ile görünür olduğunu zevk eder. Tevhidin ikinci kısmı tevhid-i sıfattır.

Tevhid-i sıfat demek: Âşık olan kişi, huzur sahibi sevgilinin kemal derecede sıfatlarını, özellikleri kemalinde ve aklın uygunluğunda kalbi ile müşahede eder. Her var olan özel ve akla uygun olan her birisi huzur sahibi sevgilinin fazlaca kemal sıfatının mazharıdır. Âşık olan kişi, huzur sahibi sevgilinin kemal sıfatlarını âlemlerin zerreleri ötesinde zevk eder. Ve tevhidin üçüncü kısmı tevhid-i zattır.

Tevhid-i zat demek: Zat ile ilgili vahdeti “Mezahir” (bir şeyin açığa çıktığı yerler) ile müşahede etmektir. Zat ile ilgili vahdetin meydana gelmesi kesret (çokluk) iledir. Ve kesretin varlığı vahdet iledir. Vahdet “Tekessür” (çoğalma) etmeyince göz önünde apaçık görünür (zahir) olmaz. Sözü edilen kesret huzur sahibi sevgilinin (Maşukun) zatıdır. Onun mertebeleri iki kısımdır. Birisi “Müessir”edir (tesir yapan, iz bırakan, hükmünü yürütendir) zat ile ilgili isimler ve özellikleriyle işlerlikte olan işleridir. Ve birisi “Müteessire”dir (tesire kapılan, kederli, acı duyan, birinin acısıyla acılanandır). Ve akıl ve duygular ile renklenmedir. “Velâyet” makamının sonu budur, başka makam yoktur. Ancak Muhammed ile ilgili makam vardır. Ona ulaşmış olamaz. Varis olan âlimler ulaşabilir. Hu, hu, hu…

<
SORU ve CEVAPLAR RİSÂLESİ
“Bismillâhirrahmânirrahîm”

Hamd âlemlerin Rabbine mahsustur. Salât ve Selâm seyyidlerin evveli olan Muhammed (s.a.v) e, ailesine ve dostlarının üzerine olsun.

1. Soru: Yüce Allah Zâriyât suresinde: 51/56. Ben, cinleri ve insanları sadece bana ibadet/kulluk etsinler diye yarattım. Ve yüce ve ulu olan Hak İsra suresinde: 17/23. Rabbin şöyle hükmetti: O’ndan başkasına kulluk/ ibadet etmeyin. Bu iki ayet ile ifade edilen emri ve ulaşmış olan irade ibadet hakkında şeref meydana çıkmış olduğunda şüphe yok ise de anılmış olan emir genel midir? Özel midir? Yoksa bazı yaratılmışlar bu emir altında dâhil ve mükellef (bir işi yapmakta mecbur olan kişi) değil midir? Bazıları mükellef değil ise Kamer suresinde, 54/50. Emrimiz bir tektir, bir göz kırpma gibi. Ayet-i kerimesiyle delil getirilmiş ve anlatılmıştır. Anılan emir özel ise; İlâh ile ilgili vahdete (birliğe) aykırı ve farz kılınmış olana terstir. Bu şerefli emir sözü geneli kaplamakta ise; kâfirler, Mecusi hele cin ve şeytan tapınmaları İlâh ile ilgili irade ile olmuş olacaklarından ibadetleri yerli yerinde ve Allah katında beğenilen, kabul edilir olması gereklidir. Mânâları bu ise İlâh ile ilgili ayetlere ve “Şeriatı gara-i Ahmediye” ye büsbütün aykırı ve zıt olduğundan ve küfrü savunmak olduğu tüm iman ehli yanında hakkı teslim edilen bir gerçek değil midir?

Cevap: Şöyle bilinmelidir ki, İlâh ile ilgili emir iki kısım üzeredir. Bir kısmı; peygamberler, veliler ve içtihâd edebilen din bilginleri vasıtasıyla olan emirdir. Ve bir kısmı; vasıtasızdır ve “Ol” emri yani, “Tekvin”dir (yaratmadır) ki, İlâh ile ilgili irade ile şeyin oluşunu gerektiren emirdir. Ki Yasin suresinde, 36/82. O bir şeyi dilediğinde, buyruğu sadece şunu söylemektir: “Ol!” Artık o, oluverir. Şeklinde ifade edilmiştir. Bu emir vasıtası olmayan yaratma emridir, şeriat emri değildir. Vasıtasız olan yaratma emrine karşı gelinmesi olamaz. Karşı gelinmesi söz konusu olunursa, sonradan meydana gelmiş olanın kendine özel ve bağımsız iradesinin var olması gerekir. “Vâcib-ül-vücub” (varlığı lüzumlu olan) yüce Allah, sonradan meydana gelmiş olmaktan münezzehtir. Büyük ve çok yüce olan Allah, işe bunlardan münezzehtir. Bu emir İlâh ile ilgili irade ile şeyin oluşu ile ilgili emirdir. Gerek şeyin, var olmayanın meydana getirilmesi, gerek şeyi, yani var olanın yok edilmesi ile ilgili olsun. Ancak Resul vasıtası ile olan şeriat emrine karşı gelmiş olmak imkân dâhilindedir. Onun için insanların bazısı peygamber ve mümin, bazısı kâfir olur. Ve mümin olanlar, mümin olmanın gerektirdiği işleri yapar ve bazısı ihmal edip yapmaz. Tekrar ile denilir ki, hiçbir şey tek olan yüce Allah’a irade emri özelliği ile O’nun hiçbir işine karşı gelen olmadı. Çünkü İlâh ile ilgili iradeye karşı gelebilecek bir şey yoktur. Ve bir şey olmuş olamaz. Bir kul karşı gelecek olduğunda Resul ile olan emir özelliği ile karşı gelmiş olur. İlâh ile ilgili irade değeriyle karşı gelmek yoktur. Belki teklif edilen emir özelliği ile olabilmekte olan karşı gelme dahi irade emrinden olup zahirde, görünürde emre gerektiği şekliyle uyulmuş olur.

İmdi: Teklif ile ilgili emir cinler ve insanların geneli üzeredir. Gerek emir almış olan kişi istifade etmiş olsun ve gerek istifade etmemiş olsun.

İmdi: Kabiliyet emrinde bir yere gelmiş olmadığı vakitte olması gereken olmaz. Ve yaratma (tekvin) emri, yaratılmışlara nispetle genel üzeredir. Ayet-i kerimede ifade edildiği gibi; Kamer suresinde: 54/50. Emrimiz bir tektir, bir göz kırpma gibi. Buyrulmuştur. Fakat eşyanın kabiliyeti çeşitli olmasıyla her şeyi kabiliyeti değeriyle bir şeyi birine ayrılmış olur. Hidayete kabiliyeti olan, yani kabiliyet göstermiş olan kişi iman etmiş olur. Hidayete kabiliyeti olmayan, kabiliyet göstermeyen sapkınlıkta ve saptıran olur.

İmdi: Bir şey ki, yaratma emrine karşı gelmesi yoktur, eşyanın tümü ona gerekeni yapma üzeredir. Şöyle anlaşılmış oluna: “Allah’ın dilediği olur, dilemediği olmaz.”…

2. Soru: Böyle olunca yine kul yapmış olduğu işinden sorumlu olmaması gerekir. Veya: Sorumlu olduğu vakit Hak, kuluna zulüm etmiş olur. Hâlbuki Nahl suresinde olan, 16/118. Biz onlara zulmetmedik. Onlar kendilerine zulmettiler. Ayetin söylemine ters değimlidir?

Cevap: Kul, yapmakla yükümlü olduğu işten elbette sorumludur. İlâh’a ait ezel ile ilgili ilimde kulun zatı ile ilgili kabiliyeti mutluluk (saadet) üzere veya haydutluk (şekavet) üzere olup olmadığını bilmediği halde emir doğrultusunda gerektiği hal üzere olması gerekir. Yüce Allah “Ahkem-ül-hâkimîn” (hâkimlerin en kuvvetlisi, hâkimlerin hâkimidir). Yani, her şeyi adalet üzere yerli yerine koyandır. Kulunun, zatı ile ilgili kabiliyeti arzu etmiş olduğu gerek mutluluk ve gerekse haydutluk, her ne kabiliyet göstermiş ise, gereğini vermiş olmayla kuluna zulüm etmez. Yani, kulunun sergilemiş olduğu kabiliyeti ile arzulamış ve hak etmiş olduğunu vermez ise, o kuluna zulüm etmiş olur. Ki, yukarıda işaret edildiği üzere kabiliyetini hidayete yöneltmiş olan iman edici olur. Ve kabiliyetini haydutluğa çeviren eşkıya olur…

3. Soru: Hidayet ve şekavet (bedbahtlık, kutsuzluk, eşkıyalık, haydutluk) ezel ile ilgili olup kulunun kabiliyeti üzere konmuş olduğunda, kulunun yaratıcısı Hak olduğu gibi, kulun kabiliyetinin dahi yaratıcısı Hak’tır. Böyle olunca kulunun kâfirlik etmiş olmasından dahi razı olması gerekirken, Zümer suresinde, 39/7. O, kulları için inkâr ve nankörlüğe razı olmaz. Denilmesi uygun mudur?

Cevap: Hz. Peygamber (s.a.v) efendimizin, “Şaki, olan ana karnında şakidir. Said, ana karnında saiddir” hadis-i şerifin delilliği gereğince şekavet ve saadet “Batnî ümm”de dir (ana karnındadır). Bu söz ile anlatılmak istenen; ana rahmi değildir. Ezel ile ilgili ilim “Ayan-ı sabite”dir. Ve meydana çıkarılmış kabiliyettir. Kulun ilmi İlâh ile ilgili ezelde her ne kabiliyet üzere yaratıldı ise,  o kabiliyet ile şehâdet (şahitlik) âleminde, yani yeryüzünde görünür olur. Yüce Hak, İlâh ile ilgili “Kâza” (yaratılmışlar ve onlardan açığa çıkabilecek olan her şeyin belirlenmişliği) gereğince kulunun kabiliyetine koymuş olduğu özelliklerin tamamından razıdır. Ancak yapılan davet gereğince iman etmiş olan kulunun küfründen razı değildir. Saadet (mutluluk) ve şekavet (haydutluk) kul mazharından (aletinden) görünür olduğundan ve üzerinde kulun çıkarı olup neticesi kula dönücü olduğundan zorunlu olarak kula nispet edilir. Yoksa kul olumlu veya olumsuz olan bir işin yaratıcısıdır demek değildir. Hidayet Hakk’ın “Hadi” isminin mazharıdır. Nimet ve azap, Hakk’ın “Münim” ve “Müntekim” isimlerinin gerekliliğindendir. Cennet; Hakk’ın “Cemâl” mazharı, Cehennem; Hakk’ın “Celâl” mazharıdır. İbadete gelince, ilk soruda ayetle belirtildiği şekliyle kul, mükellef olduğu ilâh ile ilgili o ibadet emrini yerine getirme ile memurdur. Fakat kulun ibadetleri kendi acizliğini, zayıflığını göstermektedir. Yoksa öyle Hakk’a ibadet etmede sadece, cehennemden kurtulup cennete girmiş olmak amacını gözetenlerin ibadetleri Allah için olmadığından, kendilikleriyle kendileri için kendilerine ibadet etmiş olacaklarından Allah katında beğenilen ve kabul edilir değildir…

4. Soru: İbadetin cehennemden kurtuluş ve cennete girmeye sebep olmadığı halde “Said” (mutlu) olan kul, ibadet etse de etmese de Said’dir. Böylece, “Şaki” dahi bunun gibi olduğun hakkında şüphe yoktur denilmesi doğru mudur?

         Cevap: Bu şekilde bir inanç ve anlayışta olanlar “Cebriye” (İnsan ile ilgili irade, yani istek ve tercih edebilme özelliğini inkâr edenler) mezhebi (görüşü) sahipleridir. Yukarıda ifade edilen saadet ve şekavet, insanın yaratılış özelliği olan tercih ve isteme ile meydana gelmektedir. Bu özelliği görmemezlikten gelmek büyük hatadır ve batıl, asılsız olan görüşlerdendir. Ali İmran suresinde, 3/74. Rahmetini dilediğine özgüler. Allah, büyük lütfun sahibidir. Ayet-i kerimesi indirildiğinde, Hz. Peygamber (s.a.v) efendimizin seçkin dostları şaşkınlık içinde kalmış olarak: “Ya Resûlullah bu ayette yüce Hak, rahmetini ayırmış oldu. Bizim ibadet etmiş olmamızdan ne fayda vardır?”demelerinin sonrasında A’raf suresinde olan, 7/56. Allah’ın rahmeti güzel düşünüp güzel iş yapanlara çok yakındır. Ayet-i kerimesi indirilmiş oldu. Ey dertli sorucu! Bu gibi sorular ile derdin çözülmez. Belki bin tane dahi soru sormuş olsan yine “Cebriye ve Mutezile”nin batıl olan inanç ve anlayışlarından kurtulmuş olamazsın. Tarif ve zihinde şekillendirmeler neticeye ulaştırmaz ve hakikatleri idrak etmekten aciz kalırsın. Hakikatleri anlamış olmak özleminde isen şerefli şeriata tam uyma ile gerekeni yapıp, sonrasında bir kâmil mürşit bulup onun tarif ve yardımıyla hakiki tevhide sülûk etmiş olmak (tevhid yoluna girmek) gerekir. Ki, şekavet, saadet ve cahilliğin ne olduğunu zevk üzere müşahede edesin. Eğer bu doğrultuda hareket etmez isen ihtimal vardır ki, yabanda gezip kendi aklının ve düşüncenin ve kuruntunun ve anlayışının görüşüyle gerçeği anlamış olmanın imkânsızlığına düşmüş olursun. Birinci soruda verilen, “Ben, cinleri ve insanları sadece bana ibadet/kulluk yapsınlar diye yarattım.” Ayet-i kerimesine hakikat ehli âlimler “Liyağrüfün” (bana, ârif olsunlar) mânâsını vermişler. İki cihanda, Hakk’a ârif olmaktan daha büyük sevap, iyilik olamaz. İnsanın bu âleme gönderilmiş olmasından maksat, Hakk’a ârif olabilmesi içindir. İsra suresinde, 17/72. Bu dünyada kör olan, âhirette de kördür. Yolca da daha sapıktır o. Ayet-i kerime mantığınca burada Hakk’ı görememe körlüğü içinde olan kişi, âhiret âleminde de ayni körlük halinde olacaktır. Bundan dolayı sen her nasıl olursa öncelikle kendini bilip, sonrasında Hakk’ı bil. Çünkü Hakk’ı bilmeyen sapkınlıktadır ve saptırandır…

         5. Soru: Hakiki tevhit nedir? “Lâ ilâhe illallah” değil midir?

         Cevap: “Lâ ilâhe illallah” tevhidin kelimesidir. Hakiki tevhid değildir. Bilinmelidir ki, tevhit iki kısımdır. Biri şeriat tevhidi, diğeri hakiki tevhittir. Mümin olan kişiyi, Allah’a açık olarak ortak koşan kişiden ayıran “Lâ ilâhe illallah” kelimesidir.

Şeriat tevhidi: İslâm dininin sadece şeriat yönüne ilgi gösterme ile tevhid ehli olan mümin; her şeyi mevcut, mevsuf ve fail gördüğünden ve görmekte olduğu çokluğu (kesreti) İlâh ile ilgili vahdetten ayrı bildiğinden gizli olan şirkten kurtulmuş olamaz. Hakiki tevhide dâhil olmayan herhangi bir işi şahsa nispet ederse Allah’a ortak koşmuş olur. Hakk’a nispet ederse önceki soruda sözü edilen Cebriye görüşünden olur. İbadet edilmeye lâyık ve hakkı olan yüce Hak’tan başka ibadet edilecek İlâh olmadığını kabul etme. Ve Gerçeği inkâr ve cahillikte ve ibadet edilecek olarak edindikleri ilahı, dağının ve ayrı, ayrı sözlü olarak tevhid ederler. Ve her şeyin görünmesi ve meydana gelmesi Hakk’ın emriyle ve kudretiyle olduğunu kabul ve itiraf ederler ve hükümleri İlâh ilgili sıfatlara nispet ederler. Onun için hakikat ehli, şeriat ehlini “Sıfatiyyün” olarak tarif ederler.

Hakiki tevhid: İslâm dininin ikinci yönü olarak kabul edilen hakiki tevhittir ki, hakiki tevhid üzere tevhid ehli olan mümin; Hak’tan başka mevcut, mevsuf ve fail ve tasarruf sahibi görmediğinden ve her şeyin doğruluğu ve meydana gelişini zevk yönüyle Hak’tan müşahede ettiklerinden kendilerini “Zatiyyün” ve “Muvahhidün” olarak tarif ederler. Bu yönde gerçekleşen tevhidin neticesi “Lâ mevcude illâllah”tır. Vücut; varlık demektir. Varlık; Hakk’ın dışında bulunması mümkün değildir. Görünür ve görünmeyen eşyanın kendisine özel ve bağımsız vücutları yoktur. Eğer eşyanın bağımsız vücutları olmuş olsa yüce Hak, ortağı olmayan bir olmaması gerekir. Kayıtsız şartsız Mevcut, Mevsuf, Fail ve tasarruf sahibi yüce Allah’tır. Başka vücut, sıfat, ef’al ve tasarruf sahibi olmadığından yüce Hak herhangi bir ortağı olmayan “Bir”dir. Ancak kul, insan ile ilgili gaflet perdesi sebebiyle O’ bir olanı (vahdeti), kesret (çokluk) ve başkalık gördüğünden yüce Hak, zatında, sıfatında ve ef’al’ inde ortak icat edilmektedir. Yani işleyici (fail) yüce Hak iken ve vasıtaları icat eden kendinden başkası yok iken birisi: Bu işi şu şey ile yaptım, ben böyle yaptım, şu sebep oldu diyerek her şeyi halka nispet ettiğinden o kişi gizli şirk işlemiş olur. İman etmemiş olarak açık olarak Allah’a ortak koşanlar hakkında Nisa suresinde, 4/48. Şu bir gerçek ki, Allah kendisine şirk koşulmasını affetmez, onun dışında kalanı dilediği için affeder. Buyrulmuştur. Açık veya gizli olsun açığa çıkan şirkin yok edilmesi ve “Fırka-i Naciye” (kurtulmuşlar grubu) ye dâhil olmak, ef’al ve sıfat ve varlığı ortadan kaldırma ve Hakk’ın varlığında yok etmek ve hakiki tevhide girmiş olmak her mümine gereklidir. Hakiki tevhidin dahi meydana gelmesi kâmil mürşidin yardım ve telkini (aşılaması) ile olur. Bunun dışında sonsuza dek kendi aklının ve ilminin, yardım ve fikri ile olmaz…

         6. Soru: Kâmil mürşit kimdir? Âlimler değil midir? Âlimlerden başka mürşit var mıdır?

         Cevap: Kâmil mürşit, elbette âlim müminlerdendir. Ancak “Ulemâ-i rüsüm (resmi, merasim âlimleri) veya “Ulemâ-i zâhir” (dinin sadece zahir yönü ve hükümlerini bilen âlimler) den değildir. Kâmil mürşit olmayan âlimler şeriat mürşitleridir ve görünür hükümler olan meseleler ve yapılacak olan din işlerinin uygulanması ile ilgili bilgilerin öğretim ve eğitim görevini yerine getirirler. Dinin hakikat yönünden bilgileri yoktur. Kâmil mürşit, “Ulemâ-i râsihin”dir (Hak ve hakikat ilminde marifet sahibi âlimlerdendir). Çünkü şeriat hakikatsiz atıl (eksik, boş) olarak kabul edilmiştir. Ve şeraitsiz hakikat batıldır (asılsızdır). Her iki ilmi de bilmek lâzımdır. Yoksa öyle zındık grubunun dediği gibi: “Biz hakikat ehliyiz, bizim namazımız kılındı. Ve bizim üzerimizden İlâh ile ilgili emirler düşmüştür” diyerek Hakk’ın emirlerine ters gelen davranışı kendilerine helal sayarlar. Batıl zanlara dayanan anlayışı, şeriat ilminin kabul etmediği hakikat dahi kabul etmez. Kâmil mürşit olan kişi, öyle bir zattır ki fenafillâh ve bekâ billâh olma ile doğruluğu meydana çıkan, dünya ve âhiret ile ilgili meydana gelme üzere toplanmış olup. Ve büyük kıyamet olan kendi kuruntusuna dayalı asılsız vücudundan ve insanlık ile ilgili varlığından münselih (sıyrılıp çıkan) olup. İlâh ile ilgili tecelli değeriyle arkası sıra kayıtları bulunmayan şeylerden bırakılmış olup. Tüm işlerini Muhammed (s.a.v) ile ilgili şeriatta tartılıp, adalet gereği bağışlanmış vücutta hırsı ayırmış ola ve vücutta hâkim olup dosdoğru yola vara. Öyle bir yol ki, Cem makamında cennete dâhil, kurb-u nevafil de nefsine dâhil. Ve benliği ile Rabbine ârif olup, Cem’ü’l-Cem makamında Hadid suresinde, 57/3. Evvel’dir O. Âhir’dir O. Zâhir’dir O. Bâtın’dır O. ifade edilen sırrına mazhar olup, Muhammed ile ilgili hakikate ve Muhammed ile ilgili veraset ile tam mazhar olup, doğruluğu belli olan kâmil mürşittir. Yoksa her gördüğün külahlıyı mürşit edinmiş olup, henüz kendisi hakiki tevhitten perdeli olan seni nasıl irşat edebilir. Hakiki tevhidin gizliliğine ermiş olmayanlar, henüz hayvanlık ile hayat üzeredirler. Onun için gönüllerinde İlâh ile ilgili sevgi yoktur. Kalpleri ve gönül görüşü ile olabilecek ileri görüşleri karanlıklar perdelenmesi ile kayıtlanmış olduğundan yalnız yiyip içmek ve dünya lezzetleri ile uğraşır oldular. Böyle bir hale düşmekten Allah’a sığınırız. Hakiki tevhitte olanlar ise; kalpleri devamlı uyanık, gönülden olan ileri görüşleri açık ve devamlı olan şühud üzeredirler… 

         7. Soru: Tarifinize göre, kulun kendisine ait işi ve bir bölüm dahi olsa iradesinin olmaması gerekmez mi?

         Cevap: Kasas suresinde, 28/68. Rabbin dilediğini yaratır ve seçer. Seçim onların değil/onların seçme hakkı yok. Allah, onların ortak koştuklarından yücedir, arınmıştır. Sözleri bu konuya delil getirilmiştir. Bir işin meydana gelmesinde, kul için “İrade-i cüziye” (bir bölüm halinde irade) ve “İhtiyâri” (kendi seçimi) olması mümkün değildir. Çünkü her bir işin meydana gelmesi için sıfata ihtiyacı vardır. Ve her şahıs kendi işinin yaratıcısı olması lâzım gelir. Bu inanç ve anlayışta bulunan kişi, evvelce ifade edildiği üzere mutezile görüşüne dâhil olmuş olur. Yani, ayet-i kerimeye ters gelen böyle bir görüşü sünnet ehli kabul etmez. Yüce Allah, “Âlim” (her şeyi bilen) ve “Muhit” (her şeyi kuşatan) dır. Allah’ın isimlerinin son bulması olmadığından bir araya getirilip toplanmaları mümkün değildir. İsimlerin asılları yedi sıfattır ki, İlâh ile ilgili varlığa kılavuzluk ettikleri için “Sıfat-ı subûtiyye” (sabit sıfatlar) olarak tarif edilmiştir. Bunlar; Hayat, İlim, İrade, Kudret, Semi, Basar, Kelam’dır. Bu sıfatlar “Nefs-ül- emr”de (işin hakikatinde) birdir, nispetle sayıya dökülmüşlerdir. Bu sıfatlar ve özelliklerinin tamamı Hakk’ın olup, halkta, yani yaratılmışlarda olmasını hakikat kabul etmediği gibi, akıl dahi kabul edilir olduğuna izin vermez. Şöyle ki: Hayat sıfatı yaratılmış olanın olsa onun için yok oluculuk ve perişanlık olmaz. İlim sıfatı olsa; her şeyi bilici ve hiçbir konuda cahil olmamış olur. İrade ve kudret sıfatı olsa; istemiş olduğu şey için “Ol” demesiyle o şeyi meydana getirmiş olur ve her şey üzerine gücü yeten olacağı için ona acizlik olmaz. Semi ve Basar sıfatı olsa; uzak ve perde arkasından da işitici ve görücü olur. Kelam sıfatı olsa; her lisan üzere konuşabilen olabilir. Yaratılmış olan, bu anlatımın tersi olacak bir delil getirmekten uzaktır. Bundan dolayı, kulun bu sıfatlar üzerinde bir nasibi, payı ve dâhilliği olmadığı gibi, herhangi bir işin meydana gelmesi bu sıfatların tamamına veya çoğunluğuna ilişiği bulunduğu ve sıfatsız hiçbir işin meydana gelmeyeceği hakkında tariften doygun olmakla, kulun ef’al ve sıfatta dahi dâhil olacağı bir durum yoktur. Fail (işleyici) ve Mevsuf (sıfatlanan) yüce Hak’tır. Kul, sadece ef’al ve sıfat mazharıdır. İlâh ile ilgili sıfat, göklerle ilgili olsun ve yer ile ilgili olsun cüz’iyyât’ta, yani ufak-tefek şeylerde açığa çıkmış olduğundan “Sıfat-ı cüz’iyye” ve “İrade-i cüz’iyye” olarak tarif edilmektedir. Yoksa cüz olarak ifade edilenlerde meydana çıkan İlâh ile ilgili İrade den başka bir irade olması veya eksiklik ve kısımlar halinde bölünmeyi kabul etmeyen İlâh ile ilgili iradeden bir cüz(kısım, bölüm)verilmiş demek değildir. Rahman suresi;55/26-26. yeryüzünde bulunan her şey yok olacaktır. Sadece o bağış ve celal sahibi Rabbinin yüzü kalacaktır. Ayetiyle buyrulan yaratıcı hükmü üzere, Allah’ın dışında görünenlerin tamamı kendiliklerinden mevcut, mevsuf, fail ve kullanıcı olmaktan şimdi ve tüm zamanda yok olucu ve yiyip içenlerdir. Vücut (varlık) yokluğu kabul etmeyen ve devamlı olarak var olan olması gerekliliktir. Ve sadece yüce Hakk’a mahsus olan bir özelliktir. İşin hakikatinde kulun vücudu olmadığı gibi, sıfat ve ef’al’ i dahi olamaz. Belki kul, sadece İlâh ile ilgili bir alettir. Ancak Hz. Peygamber (s.a.v) efendimizin: “İnsanlar uykudadır, öldükleri zaman uyanırlar” şeklindeki şerefli sözü üzere, hakikat hâl ile ilgili bir yöne yol olduğunu, kendilerinde unutma hastalığı olanlar gaflette bulunduklarından bu uyarıyı kendi üzerlerine almamışlardır. Ve Hz. Peygamber (s.a.v) efendimiz: “Ölmeden evvel ölünüz” buyurdu. Yani, zorunlu olan ölümün sizlere yönelmiş olmasından önce istemeyle meydana gelen ölüm ile ölmüş olunuz. Hakikatler ile ilgili kemâli anlamış olarak. Ve istek ile olan ölümün meydana gelmesi ise; “Lâ mevcude illâllah” sırrının hakikat olarak meydana çıkması ile ilgili insanlıktan sıyrılmış olup. Bir yüz ile ilgili anlatımda vücut ile mevcut ve sıfatıyla mevsuf ve işiyle işleyen yüce Hak olduğu ve halk kendi işlemiş olduğu işlerde vücut ve sıfat kokusu almadığından, kulda hakikat meydana gelmiş olmakla olur. Bu mertebeye, isteyerek olan ölüm ve hakiki tevhid ve Allah’ın dışında görünenleri ortadan kaldırma ve Allah’ta yok etme ve tam sarhoşluk derler. Yükselme ve ilerlemelerin sonu budur. Ondan sonra kendine gelip, bekabillâh’a dönmüş olurlar. Bekabillâh ehil olanlar tarafından bilmektedir. Ehil olmayanlara tarif etmek gerekmez. Bekabillâh özlemi duyanlar bir kâmil mürşit bulup, onun marifetli tarifi ile ulaşmış olurlar. Çokluk, zıtlık ve başkalık denilen şeyler tevhitte yoktur. Kesret (çokluk), İlâh’a ait vahdet ile ilgili olduğundan vahdetin aynisidir, kendisidir. Çünkü Hak’tan başka bir şey olmadığından Hakk’ı Hak’ta Hak görür…

         8. Soru: Âlem denilen şeyin Hakk’ın varlığıyla “Hulûl” (bir şeyin diğer bir şeye girmesi) olmadan ve “İttihat” (iki şeyin birleşmesi) olmadan var olmuş olunca, âlem’in dahi bakiliği devamlı olması. Ve âhiret, teklifler, mücazat (ceza çektirme) ve mükâfat olması veya Hakk’a ait olması gerekli olur. Bu böyle ise şerefli şeriata ters değil midir?

         Cevap: Hakikatte vücut, Allah’ın vücudundan başka vücut olmadığı gibi, Hak’tan başka mevcut dahi yoktur. Teklifler, mükâfat (bir hizmet ve iyiliğe karşı yapılan iyilik) ve mücazat Hakk’ın açığa çıkması ve mertebeler inişleri gerekliliğindendir. Yüce, aziz ve celil olan Allah, Hadid suresinde dedi ki: 57/3. Evvel’dir O, Âhir’dir O, Zâhir’dir O, Bâtın’dır O. yani, evvel, ahir, zahir ve batın kendi olunca, “Ferd-a-ferd” (tek, tek) kalmaz. Hak’tan başka olarak anlaşılan görünen gerekliliğince kendi meydana gelişleri ve tecellileridir.
Tecelli: Görünüşte tecelli edenin dışında görünür ise de, vücudu hakikatte başka olan değildir, bütünlüğün kemâlidir. Dalgalar, denizin kendisi olup, meydana gelişleri denizden başka olduğu görünmekte ise de, başka değildir. Dalgalar denizin kendisi olduğu gibi, her türlü eksiklikten arınmış olan yüce Hak dahi. “Ben, bir gizli hazine idim. Bilinmek istedim halkı yarattım ki, bilineyim” kutsi sözü uyarınca her tecelli kemâlatıyla bilinmesini sevmiş olduğundan. İlâh’a ait ezel ile ilgili ilimde olan kendi tecellileri kendinden kendine gösterme ve ulûhiyete ait kemalat ile ilgili tecellilerde belli etmiş oldu. Dalgaların meydana gelişleri ve yok oluşları denizden denize olup, denizin dışında olmadıkları gibi, İlâh ile ilgili tecellilerin meydana gelişleri ve yok oluşları dahi kendinden kendinedir. Yani zattan zat’adır. Zatın dışından değildir. Tekliflerin yaratıcı olan hak’tan, yaratılmışlara olduğu konusunda şüphe yoktur. Tecelli eden yüce Hak, meydana çıkardığı tecellileri, teklifleriyle mükellef (bir şeyi yapmaya mecbur olan) yaptı. Görünür mazharına muhtaç bulunduğundan daha şiddetli ihtiyaç ve zillete katlanma ile tekliflerin yerine getirilmesi lâzım olandır. Ancak başkalık yoktur. Batın mertebesi nedeniyle teklif eden zahir (görünür) mertebesiyle mükellef olan kendidir. Kendi kendinden olan emri ve yasaklaması batınımız olan ruh, zahirimiz olan bedenimizden başka ve ayrı olmadığı gibidir. Ceza verme ve mükâfata gelince, beklemeye süre yoktur. Dünyada dahi müşahede olunur. İlâh ile ilgili tecelliler ve Rab ile ilgili saltanat, âhirette dahi kesilen değildir. Devamlı ve aralıksız hareket eden olacağından, Zilzâl suresinde, 99/7-8. Artık kim bir zerre miktarı hayır üretmişse onu görür. – Ve kim bir zerre miktarı şer üretmişse onu görür. Hiçbir kimseye ve bir şeye ihtiyacı olmayan kudret sahibi emri üzere, herkes dünyada meydana getirdiği işlerine göre kazanmış olduğu ceza ve mükâfatı âhirette dahi görecektir. Verilecek olan ceza Hakk’ın Celâli ve mükâfat Hakk’ın Cemâlidir. Celâl ve Cemâl görünmesi dünyada dahi tecelliler ve meydana gelişlerine ilgisi olduğu gibi, âhirette dahi bir şeyin göründüğü yere ilgisi olur. Meydana çıkması olmadan, yüce ve ulu olan Hak, katışığı olmayan zat değeriyle bütün âlemlere muhtaç olmayacak bir “Ganî” dir. Azap, azap eden, azap gören, kendisinden ayrılmış olmadığından zevk ve şühuda muhtaçtır. Sadece söz ile anlatmış olmak ve varlığı benlik ile anlama ve zevk etmek mümkün değildir vesselam…


PİR SEYYİD MUHAMMED NUR ARABÎ
RİSÂLE-İ MÜRŞİDÜ’L-UŞŞAK
(Allah’a iman etme farklılığı)
“Bismillâhirrahmânirrahîm”

         Hamd, âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur. Salât ve selâm yüce yaratılışı sürekli iyilikler üzere olan Muhammed (s.a.v) e, kutlu ailesi ve dostlarının üzerine olsun.

Bilinmelidir ki, yüce Allah’a olan imanın üç mertebesi vardır. Birinci mertebesi, delil ile ilgilidir. Ve bunun elde edilmesinin yolu  “İlm-el-yakîn”dir. Bunun ise iki yolu vardır.

Birinci delil yolu: Benzer olanı delil yapmak iledir. Yani, kulun üzerinde olan sıfatlar, Kudret, İrade, ilim, Hayat, Semi, Basar ve Kelâmdır. Bunları delil yapıp benzerleri Hakk’a delil yapılır. Çünkü kemâl derecede olan sıfat yüce yaratıcı ile görünür olur. Bu makamda gelen “Allah, Âdem’i kendi sureti üzere yarattı”  hadis-i şerifi buna delildir. Yani, yüce Allah suretiyle Âdemi yarattı. Sureti sözü ile ifade edilen, Hakk’ın sıfatlarıdır. Hayat, İlim, irade ve diğerleri. Fakat kulda var olan sıfatlar cüz’i şeklinde, yani düşük derecededir ki, tesir ediciliği olmayıp sonradan meydana çıkanlardır. Hakk’ın sıfatları her şeyin evvelidir, tesir edicilerdir, bölünmeyen ve çoğalmayan bütündür. Birbirlerine nispetle farklılıkları vardır. Hakikatinde birdir. Meselâ kudret, Hakk’a ve nispet olmayınca eski ve yeni oluşa hükmedilmez. Hakk’a nispet edilmesiyle her şeyin evvelinde ve tesir eden olur. Halka nispetle sonradan meydana gelen ve tesir edemeyen olur.

İkinci delil yolu: Zıddı olmamayı delil yapmaktır. Ki, Şûra suresinde, 42/11.  O’nun benzeri gibi bir şey yoktur. Sözü buna delildir. Meselâ, kul, kendini zayıf, iş yapamaz, yok olucu, sonradan olma ve muhtaç olandır. Ve yüce Hak Kâdir (her şeye gücü yeten), Müstağni (kendi dışından hiçbir şeye ihtiyaç duymayan, doygun), Kadim (her şeyin evveli olan) ve Bâki (yok oluculuğu olmayıp daimi) olandır. Bilinmelidir ki, yüce Allah’a, gerek zatında ve gerek sıfatında ve gerek ef’al’ inde hiçbir kimse benzemez. Kendi ile ilgili ”Sıfat-ı sübûtiye ve “Sıfat-ı selbiye” (vücud, vahdâniyet, kıdem, bekâ, kıyam-ı binefsihi ve muhâlefetün lilhavâdis) ile sıfatlanan demektir. Ve sözü edilen ayetin sonunda ifade edildiği gibi “O’ işitici ve görücüdür.”Yani, zatı ile ilgili sıfatlar ile sıfatlanandır denilmiş olur.

İmdi:  Bu “İman-i istidlal” (delilli iman) ile mümin olan kişiler, ibadet etmekte oldukları, hayallerinde şekillendirme ile meydana getirmiş oldukları surettir. Fakat imanlarında kusurlu olmalarına rağmen yüce hak katında kabul edilenlerdir. Çünkü akıl ile ilgili son budur. “Rabbimi, tüysüz bir genç delikanlı suretinde gördüm” şeklinde olabilen sınıftandır. Çünkü kalbe gelen suret hayaldir. O, hal Hakk’ın tecellilerindendir. Önceden tenzih etmiş oldukları sonra teşbîh haline gelmiş olmasıyla beraber öğrenimleri hakikat üzere olmayıp taklide yöneliktir.

Allah’a iman etmiş olmanın ikinci mertebesi, İman-ı İyanî’dir (görme ile igili imandır). Elde edilmesi “Ayne’l-yakîn” ile olur. Ve tarifi kâmil mürşit diliyle olur. Bu tarif üç mertebe üzeredir. Bu makamda âşık olan salik, gerek mânâ, gerek hayal ve gerek duygu yönüyle olsun sevgili edinmiş olduğu Hakk’ı apaçık ve görerek müşahede eder. “Fena fillâh” olarak ifade edilen bu anlayışın ilk mertebesine tevhid-i ef’al (işlerin birliği) denilmiştir.

Tevhid-i ef’al mertebesi: Tevhid-i Ef’al, Fena-i Ef’al, Tecelli-i Ef’al ve Cennetü’l Ef’al’dir. Salik olan mümin kalbin çocuğu olarak ifade edilen kalp zikrini elde etmiş olduğu haliyle, bu mertebede, gerek akıl, gerek hayal ve gerek duygu yönüyle olsun görmüş olduğu tüm işleri sevgili edinmiş olduğu Hakk’a nispet edip, ef’al aynasından huzur sahibi sevgiliye bağlanmış (rabıta yapmış) olup sevgili edindiği Hakk’ı zikreden olmalıdır. Ki, neticesinde “İstiğrak” (kendinden geçme) yani, kendine nispet ettiği işleyicilik batıp kaybolma hali meydana gelmiş olur. Ve neticede “Lâ Fâile illâllah” zevki açığa çıkmış olmasıyla, bu konuda gafletten kurtulmuş olur. Ayne’l-yakîn anlayışının İkinci mertebesine tevhid-i sıfat (sıfatların birliği) denilmiştir.

Tevhid-i sıfat mertebesi: Tevhid-i Sıfat, Fena-i Sıfat, Tecelli-i Sıfat ve Cennetü’l Sıfat’tır. Bu mertebede salik, duygu, akıl ve hayal yolu ile kemâl derecede anlamış olduğu sıfatları Hakk’a nispet edip, sıfat aynasından huzur sahibi olan sevgiliye (ma’şûk’a) rabıta (bağ yapma) olup, istiğrak hali meydana gelmiş olmasıyla “Lâ mevsûfe illâllah” zevki açığa çıkmış olur. Ve Ayne’l-yakin anlayışının üçüncü mertebesine ise tevhid-i zat (vücut birliği) denilmiştir.

Tevhid-i zat mertebesi: Tevhid-i Zat, Fena-i Zat, Tecelli-i Zat ve Cennetü’l Zat’tır. Salik mümin bu mertebede de duygu, akıl ve hayal yoluyla gerek ef’âl, gerek sıfat ve gerek zat aynalarından Allah’ın vücuduna bağlanmış (rabıta yapmış) olup. Ve eşyanın tümünde bir olan Hakk’ın vücudunu düşünmüş olma neticesinde istiğrak yani, kendine ve başkalara nispet ettiği Hakk’ın vücudunda batırıp yok etmiş olma hali meydana gelmiş olur. Ki bu “Sekr-i tâm” (eksiksiz kendinden geçme) olur. Yani, vahdetle kesretten perdelenmiş olur. İşte bu üç mertebe Ayne’l-yakin mertebeleridir. İrfan yoluna girme ve gerçek aşk budur. Ve yüce Allah’a iman etmiş olmanın üçüncü mertebesi, “Hakka’l-Yakîn” olup üç makam ile bilip neticesinde “Bekabillâh”a dâhil olunur. Ol vakit İlâh ile ilgili olan “Hazerât-ı Hamse” (beş huzur, beş yakınlık) ki, bunlar; Hazret-i Zâtü’l- Gayb, Hazret-i Sıfatü’l-Lâhût, Hazret-i Esmâü’l- Ceberût ve Hazret-i Ecsâmü’n- Nasût’tur. Bu cümleler birbirlerine birbirinin mazharı olma üzere müşahede olunur. Hulûl (bir şeyin diğer bir şeye girmesi) ve İttihat (iki şeyin birleşmesi) yoktur. Vahdet ayni kesret müşahede olunduğundan ittihat yoktur. Hakka’l-Yakîn ile ilgili olan üç makam, Cem, Hazretü’l-Cem ve Cemu’l-Cem’dir.

Birinci makam: Makam-ı Cem’ Kurb-u feraiz, Fena-i nefs, Bekâ-i ruh ve Seyr-i Muhibbi cümleleriyle ifade edilmiştir. Necm suresinde, 53/8. Sonra iyice yaklaştı. (Sümme dena) sözü ile anılmış olan makamdır. Ve berzah da derler. Bu mertebede zahir (görünür) ve galip olan vahdettir. Yani var olan tüm eşyanın hakikatleri Hakk’ın kendisi olup asla başkalık ve ikilik ve çokluk (kesret) yoktur. Hatta bu makamın hali üzerinde olana “Bu kesret nedir?” diye sorulmuş olsa cevap veremez. Vahdet ve kesretten perdeli olsa gerektir. Bu makama erişildiğinde şüphe, tereddüt ve kuruntu gibi haller kesilmiş olur.

İkinci makam: Hazretü’l-Cem’, Kurb-i nevafil, fena-i ruh, beka-i sır ve Necm suresinde, 53/8. Ve sarktı. (Fetedella) kelimesi ila anılmış olan makamdır. Ve Seyrü’l-Mahbûbî de derler. Bu makamda kesret sıfata iner ve alçak gönüllülük gösterir. Yani, sıfatları delil, şahit yapar. Bu makam hali üzere olana kesret hakkında sorulmuş olunsa “Kesret, sıfat iledir” diye cevap verir.

Üçüncü makam: Cem’u’l-Cem’, kalp ile ilgili vücud ve Necm suresinde, 53/9. İki yayın beraberliği gibi. (Kaâbe kavseyn) sözleriyle ifade edilen makam budur. Bu makamda işlere ve eserlere inilip alçak gönüllülük gösterilir. Kesret ayni vahdet ve vahdet ayni kesret olur. Bu makamdan başka bir makam daha vardır ki, ona Ahadiyyetü’ül-Cem’ denilmiştir.

Ahadiyyetü’l-Cem makamı: Bu makam “Sahv-ı tamm” (eksiksiz ayılma, tam olarak kendine gelme) ve dikkatlilik (temkin) makamıdır. Ve Necm suresinde, 53/9. Belki ondanda yakındı. (Ev edna) cümlesiyle ifade edilen makamdır. Yüce Allah’ın Habib’i olan Resulün kendisine özel olan makamdır. Ancak gerek diğer peygamberler ve gerek veliler bu makama Muhammed (s.a.v) ile ilgili hakikat ile bu makama ulaşmış olurlar. Ve bu makam son, yani seyr-i sülûk’un bitiş makamıdır.

Her bir zerrenin hakikati Hakk’ın kendidir. Kesret yoktur. Meselâ, kırk aynaya baksan kırk aynada görünen birdir. Fakat kâmil bazen ilm-el-yakîn makamına inmiş olur. Kendini ve bütün âlemi huzur sahibi olan yüce sevgiliye delil yapmış olur. Ve bazen ayne’l-yakîn’e yükselip hakikati ve tüm hakikatleri mazhar (alet) ve ayna yapıp sevgilinin (ma’şûk’un)  isimleri ve sevgili sıfatı müşahede eder. Ve bazen Hak kendi olup, Hakk’ın kendi hakikati ve zatı ayni ma’şûk (sevgili) olur. Ve kâmil olan her makam ile söylemekte olur. Ve herkese akıllarının anlayacağı kadar anlatım yapar. Hz. Peygamber (s.a.v) efendimiz ilm-el-yakîn ile ilgili bilgileri, genel (avam) olan arkadaşlarına anlatmakta idi.  Genel arkadaşlarından seçilmiş (havâss) olan müminlere ise Tevhid-i ef’al.  Tevhid-i sıfat. Tevhid-i zat. Makam-ı cem. Hazret’ül-cem ve cem’u’l-cem’in aslı ile ilgili bilgileri anlatmış ve öğretmiş olmakta idi. Hâlbuki kendi makamı bu makamlardan yücedir. Bundan dolayı: “Benim de kalbim bazen paslanır. Onun için günde yetmiş veya yüz defa Allah’tan bağışlanma dilemekteyim” buyurdu. Ve kâmil olan yüce makamdan aşk için daha aşağıda olan makama inmiş olur. Ve dehâ (zekiliği, anlayışı, ileri görüşü yüksek) sahipleri ile ilgili kemâl derecede olan makamları dört makamdır. Birincisi: “Velâyet”. İkincisi: “Sıdkiyet”. Üçüncüsü: “Karabet”. Dördüncüsü: “Nübüvvet”tir.

         Velâyet: Öyle bir mertebedir ki, veli olan mümin Hak ile olduğu zaman gizlilikleri müşahede etmekte olur. Ve halk ile olduğu vakit perdeli olur.

         Sıdkiyet: Öyle bir mertebedir ki, sıddik (pek doğru, sözünün eri) olan daima Hak ile olur. Halk ile olmaz.

         Karabet: Öyle bir mertebedir ki, yakınlık ehli gerek Hak ile gerek halk ile olduğu halde hiçbir vakit kesilmeksizin ona vahy inmiş olur. Vahiyden başka olan İlâh ile ilgili söz velilere ve sıddik olana ve yakın ehline dahi olur. Ve dahi mertebeler dostlarından söz gelmiş oldu. Meselâ, velâyet mertebesinden gelmiş olan: “Ben her şeyin beraberinde Allah’ı gördüm” sonra ve bazı “Ben her şeyin sonunda Allah’ı gördüm” ve bazı “Ben Allah’ı Allah ile gördüm”  sözler denmiş oldu. Ve Sıdkiyet mertebesinden gelmiş olan: “Ben Hakk’ım” ve bazı “Allah’tayım” ve bazı “Kendimi tenzih ederim şanım ne yücedir ” ve bazı “Cübbemin içinde Allah’tan başkası yok” şeklinde sözler denmiş oldu. Fakat yakınlık ehilleri ve peygamberler temkin (dikkatlilik) ehli olup asla telvinde (renklenmede) olmazlar. Ve genel olan halka aykırı gelecek sözleri söylemezler. Ve dahi anılmış olan makamların delilleri vardır. Bakara suresinde, 2/115. O halde nereye dönerseniz orada Allah’ın yüzü vardır. Hadid suresinde, 57/3. Evvel’dir O. Âhir’dir O. Zâhir’dir O. Bâtın’dır O. Enfal suresinde, 8/17. Siz öldürmediniz onları, Allah öldürdü onları. Attığın zaman da sen atmadın, Allah attı. Neml suresinde, 27/8. Ateşteki kimse de ateşin çevresindekiler de kutsal ve bereketli kılınmıştır. Buyrulmuştur. Bu konuda başka ayetler de vardır. Hadis-i şerifte dahi gelmiş olduğu gibi: “Allah, kulunun kulağı, gözü, dili, eli ve ayağı olup.  O kul, onlar ile işitir, görür, tutar ve yürür.” Ve Allah onun dilinden der ki: “Allah işitti hamd edeni” Kul cevap verme ile: “Hamd edişim sanadır Rabbim” Ve dahi doğruluğu açık olan hakikat yolunda hulûl ve ittihat yoktur. Çünkü hulûl iki şey var olup birbirine girmiş olmasıdır, sütte yağ olduğu gibi. Ve ittihat var olan iki şeyin birleşmiş olmasıdır ki, acı su ve soğuk su birbirine karışıp bir hal üzere olan su gibi olur. Halkın ayni Hak olması bunlara benzer bir hal değildir. Belki kar gibi,  kar’ın sudan başka bir şey olmadığı gibi belki kar, havanın belli bir derecede soğumasıyla suyun almış olduğu suretten başka bir şey değildir. Su, kar ismi ile isimlenmiştir. Gerçekte karın kendine özel bağımsız vücudu yoktur. Kar eridiğinde suyun kendi olduğu açığa çıkar. Fakat isimde ve hükümde birbirinden farklılıkları vardır. Çünkü su ile temizlik yani, abdest olur, kar ile olmaz. Halkın Hakk’ın kendisi olması, halkın Hakk’ın görünürlüğüdür. Halkın kendine özel ve bağımsız vücudu yoktur. Ancak varlığı (vücudu) Hak’tır. Eğer bağımsız vücudu olsaydı ikilik olması gerekirdi…  

Hamd, âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur. Salât ve selâm Muhammed (s.a.v) e, kutlu ailesi ve dostlarının üzerine olsun.

PİR SEYYİD MUHAMMED NUR ARABÎ
REHBER-İ SALÂT RİSÂLESİ
(Namazın kılavuzluğu)

“Bismillâhirrahmânirrahîm”

         Hamd ve övmelere hakkı olan ve ol varlığı lüzumlu huzur sahibi yüce Allah’ı ikrardır ki, yaratılmış olanların tümünü kendi varlığıyla meydana çıkarmış olarak insanı, zatına ait İlâhlığına şahit yapmıştır.

         Salât ve selâm söylemiş olduğu: ”Âdem, su ve toprak arasında iken ben nebi idim” sözü ile vücuda getirmeye sebep olan. Ve örneksiz olarak meydana getirme ile gökler ve yerin, cinler ve insanların resulü ve iki cihanın efendisi olan Hz. Peygamber efendimize osun ki, en kutlu nurları var olanların tamamını çevrelemiştir. Bütün mekânlar ona uymuş olup her şey onunla durucu ve devamlıdırlar. Ve aile, evlat, eşler ve seçkin dostlarına dahi teslim edilenler, hayırlı dualar ve bol hediyelerdir ki, tamamı o kutlu nur ile zahir ve batın yönden aydınlanmışlardır.

         Bundan sonra bilinmelidir ki, din adamları ve inceden inceye araştırma yapan şeyhlerden yüce Allah razı olsun ki, açık, meydanda olan İslâm dini büyük olan bir çadıra benzetmişlerdir. Ve İslâm’ın beş temel farzından biri olan beş vakit namaz çadırın direkleridir. Ve oruç, hac, zekât ve kelime-i şahadet ise çadırın dört tarafında olan kazıklara benzetilmiş olunduktan sonra, direksiz ve kazıksız ayakta durması mümkün olmadığı gibi, açık, meydanda olan din dahi anılmış olan beş şart (farz) olmadan ayakta durması mümkün olamayacağını buyurmuşlardır.

         Şu halde, İslâm ile ilgili bir iddia ileri sürenlerde öncelikle anılmış olan farzlar aranılır. Bu beş farzı (şartı) uygulamaya güçleri yettiği halde yapmayanlar, ileri sündükleri iddialarında yalancı olarak kabul edilirler. Ancak Kur’an-ı Kerim’in zahir yönü olduğu gibi, bir de batın yönü vardır. Bir kişi: “Biz, zahire (görünür olana) göre hükmederiz” diyerek, Kitap ve sünnetin batın yönünü inkâr ettiğinde, Rum suresinde; 30/7. Onlar basit ve iğreti hayattan, bir dış görünüşü bilirler. Ama âhiretten tam bir gaflet içindedirler onlar. Sözleriyle tarif edilen değer içinde olur. Veya namazdan maksat şudur. Oruç budur diyerek “Bâtıniye” (Batıl, asılsız mezheplerinden biridir. Ayetlerin dış mânâsına önem vermeyip fazlasıyla iç mânâlarına ilgi gösterenler gurubunda olanlar.) Olarak ifade edilen batıl grubu gibi İlâh ile ilgili ayetleri, kendi asılsız zanları bozukluğunca her türlü tevillere kalkışarak İlâh ile ilgili farzları zahir (görünür) yönde uygulamaktan yüz çevirecek olur ise, böyle bir durumdan Allah’a sığınırım. O kişi için Bakara suresinde, 2/85. Şimdi siz Kitap’ın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Sözleri gereğince sapkınlıklar çoğunluğuna katılmış olur. Sözü edilmiş olan farzların, asıllar ve zahir kaideleri fıkıh kitaplarında ve diğer eserler ilimde farklı olarak anılmış ve herkesin bilgisi olduğundan tekrarına ihtiyaç yoktur. Burada yalnız hakikate girmiş olma ile bazı pratik öğretimler ve yönelişlerin yerine getirilmesiyle yetinilecektir. Şöyle ki, anılmış olan farzların fıkıh usulü gereğince oruçtan başlama ile Oruç, Namaz, Hac, Zekât ve Kelime-i şahadet diye sırasıyla düzene konulması, “Seyr-i sülûk” (Hak yoluna girme) usulüne uygundur.

         Sâlik, her şeyden önce kâmil mürşidin kılavuzluğu ile tüm organları ve değerleriyle Muhammed (s.a.v) ile ilgili hakikatlere yönelmiş olarak Bakara suresinde, 2/185. Ramazan o aydır ki; insanlara kılavuz olan, iyi-kötü ayırımıyla hidayetten kanıtlar Kur’an, onda indirilmiştir. O halde bu aya ulaşanınız onu oruçlu geçirsin. Ayeti gereğince, Ramazan hilâli görenlere o ayda oruçlu olma farz olduğu gibi, mürit dahi hakikat ile ilgili ay’ı kalp aynasında şühud etmesiyle, hakiki “Oruç”u kendisine farz olarak kabul etmiş olup.  Hakk’ın dışında görünenler olan benlik ile ilgili işler, kuruntu ve şeytan ile ilgili düşüncelerden oruçlu olmak. Ve kalp ile ilgili zikir ve sultandan (güç sahibinden) meydana gelmiş olacak zevk ve Muhammed ile ilgili ruhaniyetin galip gelmesiyle Hakk’ın dışında görünenlere bakmaktan vazgeçmiş olması gerekli olur. Bunun üzerine enfüs (canlar) ve afâk’ta (kendi dışında görülebilen her yerde), ef’al ve sıfatta. Hakk’ın zatı tecelli ederek, sâlik huzur sahibi sevgiliyi (ma’şûku) müşahede ve bakıp seyretme ile hakiki “Namaz”ı yerine getirmiş olmak. Ve o namaz içinde İlâh ile ilgili zat Kâbe’sini tavaf etmekle meydana gelen “Hac” ile beraber, sonraya kalmışlık (bakiye). Ve varlık “Zekât”ını da, tam olarak verip kendisinden herhangi bir eser kalmayınca.  Adalet gereği, gerçeğe uygun şühud ve Hakk’a ait bağışlanmış vücuda kavuşmuş olarak batın yönünden cem şühudu ile “Eşhedü en lâ ilâhe ill-allah”  ve görünürlük hükmü farklılığı ile “Ve Eşhedü enne Muhammedün Resulullah” der. Ve bu şühud ile zahir ve batını cem ederek Maide suresinde, 5/3. Bu gün sizin için dininizi kemale erdirdim, üzerinize nimetimi tamamladım. Ayetiyle işaret edilen sırrın tecellisine mazhar olur. Ve bu ayet-i kerimenin mânâsı: “Ey tenzih ve teşbihten arınmış olarak irfan olgunluğu ve sağlam biliş ile beni her yüzde gören, şahit olan Muhammed’e uymuş olan kullarım, bu gün dininizi tamamladım ve size olan İlâhlığım ile ilgili emanetimi dahi tamamlamış oldum” demektir. Belirli esaslar üzere olan namaz, dini tamamını içine almaktadır bundan dolayı, onun farklılığı ile diğer farzlar dahi anlaşılmış olacağından diğerlerini bir tarafa, sonraya bırakarak yalnız namaz hakkında bazı apaçık, parlak açıklamalar yapılacaktır ki:

Namaz kılan kişi, her şeyden önce olgunlukla meydana gelme ile çok temiz yani, rezaletli ahlâk ve yerilmiş, beğenilmemiş işlerden büsbütün arınmış olduktan sonra. “Namaz kılan kişinin kıblesinde Allah olmalıdır” sırrı gereğince kıblesi; Bakara suresinde ifade edilen, 2/115.Nereye dönerseniz Allah’ın yüzü oradadır. Anlayışı ile O’na yönelmiş olduğunda “Allahü ekber” diyerek namaza başlama tekbirini almış olur. Çünkü namaz kılan kişi Kaf suresinde, 50/16. Biz ona şah damarından daha yakınız. Ayet-i kerimesi yerine getirilmesi gereken şeyi anlatmasıyla, Kâbe’yi ve belki sahibi Kâbe’yi kendisinde kuşatmış göremez ise, hakikat ehillerince namaz kılmış olarak kabul edilmez. İşte bu sırra işaret edilmiş olması için Hak ehli dilinden şu iki beyit:

Sağ u solum gözler idim dost yüzünü görsem deyu
Ben taşrada arar idim ol can içinde can imiş
                                &
Nuru fahri âleme eyle teveccüh daima
Ol çırağın şulesiyle görünür didarı hak.

gibi, sayılıp hesaba gelmeyecek hakikat ilmi ile ilgili hikmetler ile süslenmiş değerler açığa çıkar olmuştur ve çıkmaktadır. Anlatmak istediğimize gelecek olursak; namaza başlama tekbirini almak yani, “Allahü ekber” demek: Gözle görülenlerin tümü ve her çeşit düşünceler, ümitler, istekler, dünya ve âhiret ile ilgili beklentilerden kesilmeye işarettir. Ondan sonra okunacak olan “Subhâneke” ye gelince: Bunun da tevhid tarifi gereğince mânası şöyle olması gerekir ki:

Subhâneke allahümme yani, “Ey Ulûhiyet sahibi olan Rabbim! Enfüs ve afâkta senin işler ile ilgili Rububiyet ini müşahede ederek, seni hakikat olarak tespih ederim.” Ve bihamdike “Ve var olanların tamamında görünür (zahir) olan sıfat ile övülmüş ve sıfatlanmış olarak senden başka hiç kimse olmadığından daima seni bu yolda hamd etmekteyim.” Ve tebarek kesmüke “Ve eşya olan kitapta görünür olan, şerefli isimler senindir. Büyüklüğün ve ululuğunu dikkatle bakma ve düşünür olarak her an senin söyleyiciliğin ile seni tebrik etmekteyim.” Ve teâlâ ceddüke Ve her şeyden yüce olan İlâhlığın ile ilgili zat denizinde beni batmış ve yok olmuş, vuslatın gölgesinde seyreden eyle.” Ve celle senâüke “Ve yerde, gökte, dünyada, âhirette senin zatın ile ilgili övülmüşlüğün büyük, ulu oldu. Yani, “Seni gereği gibi methedemedim sen kendini methettiğin gibisin” hadis-i şerifi sırrınca, ben büsbütün batınım, zahir sensin, methedilmiş ve metheden, ibadet eden ve ibadet edilen, şahit ve şahit olunan sensin.” Velâ ilâhe gayruk “Ve ruh makamında seni bulduktan sonra, Nefs (benlik) makamında ve kalp makamında dahi senden başka bir şey bulamam. Sen, bir yönden zahir, bir yönden batınsın. Görünürlük ve gizlilik bana perde olamaz. Seni, öz ve mutlak değeriyle batın, kayıtlar ve farklılıklar değeriyle zahiri müşahede ederim. Sözün kısası, her iki yüzde de seni bulurum.

Subhâneke okunduktan sonra, “Kırâat” (okuma, Kurandan okuma) olması gerekli olan, euzu besmelenin de işaret ettiği mânâ: Nur suresinde, 24/52. Allah’a ve O’nun resulüne itaat eden, Allah’a saygı duyan ve ondan korkan kişiler, zafere ulaşanların ta kendileridir. Ulu ayetin sırrı gereğince, öz ve farklılık yönüyle Hakk’ı müşahede ettikten sonra, Allah’a sığınıp gurur ve övünmenin meydana gelmesiyle hidayetten sonra, sapkınlığa tutulmuş olmaktan korkanlardan ol. Şeytan kendini beğenmekten ve ikilikten öz olan zata sığınmak ve bunu arkasından gelen, zat, sıfat ve İlâh ile ilgili işlerin kendinden kendisine olan tecellisiyle besmele-i şerifin sırrının meydana gelmiş olmasıdır. İşte bu makamda, Hz. Musa aleyhisselâma Cenab-ı Hak’tan gelen, Taha suresinde; 20/12. “Benim ben, senin Rabbin! Hadi pabuçlarını çıkar; sen kutsal vadide, Tuva’dasın.” Şeklinde bir sesleniş oldu. Yani, “Ya Musa! Ben senin Rabbinim. “Himâriyyet” (eşeklik, aptallık) derisinden yapılmış ve kendisine uyulmaması gereken başkalık olan iki adet nalınlarını soymuş ol. İki nalın ile anlatılmak istenen; beden ve Nefs (benlik) veya “Kevneyn” (iki âlem, cismani ve ruhani âlem, dünya ve âhiret) işte bu şekilde bir özelliği olan nalınları soyup aşk potasında eritilmemiş ise, o nalınların sahibi gerçekten de ölmüş eşek gibidir. Ayette sözü edilen yüce Allah’ın seslenişinden sonra, şeytan kendini gerçeği söyleyen kişi görüntüsüyle; “Ya Musa! Duymuş olduğun bu seslenme, şeytanın seslenmesidir”  diye, Hz. Musa’yı baştan çıkarma ve doğru olanı yanlış olarak gösterme ile aldatmak istediyse de o, kutlu kişi: “Defol oradan! Ben o seslenişi bütün organlarım ile ve altı yönden işittim. Ve fark ediyorum ki, bu seslenme kesinlikle Rahman ile ilgili bir seslenmedir ve Allah’ın müjdesidir” diye buyurmuştur.

         Besmele-i şerifin sırrı gereğince, öz ve farklılık yönüyle Hak zahir (görünür) olduktan sonra kırâat yani, Kur’an okuyucu kendisi olmak üzere Fatiha-i şerif ve ilave sure veya ayetler okunur. Bunlar “Kıyâm” (ayakta durma) halinde olur. Ayakta durma hali; insanlığa ait görüntüye, “Rükû” (öne doğru eğilme) ise hayvanlığa ait görüntüye işarettir. Ve rükûdan sonra Semiallahü limenhâmideh demek için tekrar kıyâm edilmesi yani, dik durulmuş olması; bitki haline ve “Secde” ise madene işarettir. Yani, besmele ki, Zat, Sıfat ve Ef’al tecellisinden başka bir şey değildir. Bu topluluk ile her türlü bozulmalardan, kusur ve ayıptan ve eksikliklerden tenzih olunmuş olan yüce Hak, kemâl ile zahir olunca, âlemlerin bütün suretleri ve var olanlar büyük ruhta toplanır ve Bakara suresinde işaret edilen, 2/115. O halde nereye dönerseniz orada Allah’ın yüzü vardır. Sırrı görünmüş olur. Aslında “Ruh-i cemâdî”, “Ruh-i nebâti”. “Ruh-i hayvâni” ve “Ruh-i insâni” Muhammed (s.a.v) ile ilgili ruhun farklılığıdır. Söylenilen farklılığa göre demek olur ki, namaz kılan hâl dili ile: “Ya Rabbi! Senin varlığını, İnsan, hayvan, nebat ve cemâd ile ilgili olan ruhlarda, kısaca, yücelikte ve aşağılıkta, eşyanın tümünde şühud eder ve doğrularım” demiş olur. Hak ehli olanları yönelişi böyledir. Fakat her rekât’ta iki defa secde yapılmış olmasının inceliği olup, dikkat çekici bir sırrı vardır. Şöyle ki, maden; asıl olup, ondan başlama ile nebat, sonra hayvan ve son olarak insan meydana gelmiş olduğundan, şu halde eşya madenin açığa çıkmışlığı demektir. Onun için “Aziz” (yenilemeyen ve aciz bırakılamayan galip) ismine mazhardır. Bununla Muhammed (s.a.v) e gereği gibi uymuş olan “Ricâl” (erler) Muhammed ile ilgili hakikati arzu etmişlerdir. Bu değerlendirme üzere, secdenin iki defa yapılır olmasından amaç Hz. Peygamber efendimizin “Ben, kıyamet saatine yakın olarak gönderildim” buyurmasıyla beraber orta ve işaret parmağını göstererek, “İşte şunun gibi” dediği rivayet edilmiştir. Bu hadis-i şerifin sırrı inceliğince, her şeyin evveli ve sonsuzluğu ve önde olan ve sonraya bırakılan Muhammed ile ilgili nur olduğuna şahit olmaktır. Ve namazın iki rekâtın kılınmasından sonra “Kuûd” (oturma) dahi miraç’taki: “Dur ya Muhammed! Rabbin senin için namaz kılıyor.” Sırrına işarettir. Âlemlerin övüncü (Fahr-i âlem) olan Hz. Peygamber (s.a.v) efendimiz, miraca vardığında Mekke’den Kudüs-i şerife gidinceye kadar, “Burâk” denilen vasıtaya bindi ki, bu Burâk’a “Feres-ül-hayat” (Cebrâil’ in atı) da denilir. Kudüs’ten sidre-tül-müntehâ’ ya “Melek” ile sidre-tül-müntehâ’dan “Refref” ile yükselmiş olup, şerefli arş üzerine vardığında: “Ettehiyyatü lillâhi vessalavâtü vettayibat” buyurdu. Rahman yönünden:  “Esselâmü aleyke ya eyyühannebiyyü ve rahmetullâhi ve berekâtühü” şeklinde seslenmeler çıkmış oldu. “Esselâmü aleyna ve alâ ibâdillâhis salihin” cevabı, kutlu ağızdan açığa çıkmış olmasıyla, Cebrâil aleyhisselâm ve meleklerin tümü bu seslenmeleri işitmeleri üzerine hepsi bir ağıdan seslenme ile: “Eşhedü enlâ ilâhe illâllah ve eşhedü enne Muhammeden resulullah” dediler. Bundan dolayı, dört rekâtlı namazın iki oturuşunda da “Ettehiyyatü” nün okunması vacip oldu. “Ettehiyyatü lillâhi vessalavâtü vettayibat” yani, selamlar ve salâvatlar ve güzel şeyler Allah içindir. Ettehiyyatü lillâh: İbadet, kuluyla yapmış olmak ancak yüce Allah’a mahsustur. Vesselâvat dahi; değerli ibadet olup ona mahsustur. Esselâmü aleyke eyyühennebiyyü ve rahmetullâhi ve berekâtühü: “Ey saygıdeğer nebi’im! İki cihanda, selâmetim ve bereketim senin üzerine ve sana ulaşandır.” Cenab-ı Hakk’ın bu sözünü, “Fahr-i âlem” efendimiz işitmiş olduğunda, ümmetini dahi İlâh ile ilgili selâmet ve rahmete dâhil olması için: “Esselâmü aleyna ve alâ ibâdillâhis salihin” sözünü söyledi. Mânası: “İki cihan selâmeti bizlere ve diğer kullara olsun.” Bu mânâ dahi hadis-i şerif’tir. Cenab-ı Allah ve Habib’i Muhammed Mustafa (s.a.v) ile mukaddes huzurda meydana gelen karşılıklı konuşmalarını, Cebrâil aleyhisselâm ve diğer melekler de işitmiş olmalarıyla, hepsi birden: “Eşhedü enlâ ilâhe illâllah ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve resulühü” dediler. Bu sözler de şerefli meleklerindir. Mânâsı: “Biz şahitlik ederiz ki, yüce Allah birdir. Herhangi bir ortağı ve yardımcısı yoktur. Yaratıcı ancak odur, ondan başka yaratıcı yoktur. Olması asla mümkün değildir. Ve biz şahitlik ederiz ki, hazreti Muhammed (s.a.v) yüce Allah’ın kulu ve resulüdür…

         Tehiyyât’a gelince: “Ettehiyyâtü lillâhi vesselevâtü vettayyibat” bu kelimeler, Muhammed ile ilgili topluluğun, İlâh ile ilgili toplulukta batın olmasına işarettir. Ve “Esselâmü aleyke ya eyyühennebiyyü ve rahmetullâhi ve berekâtühü” cümlesi, İlâh ile ilgili topluluğun Muhammed ile ilgili toplulukta saklandığına işarettir. Buna Akl-ı kül olan Cebrâil’ in: “Esselâmü aleynâ ve alâ ibâdillâhis sâlihin” diye şahitlik edince: “Eşhedü enlâ ilâhe illâllah ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve resulühü” denilip, anılmış olunan iki topluluk bir bakış ile müşahede edilir.

         Bundan sonraki salâvatlara geçilerek: “Allahümme salli alâ Muhammedin ve alâ âli Muhammedin kemâ salleyte alâ İbrahime ve alâ âli İbrahim, inneke hâmidun mecid. Allahümme bârik alâ Muhammedin ve alâ âli Muhammedin kemâ bârekte alâ âli İbrahime ve alâ âli İbrahim, inneke hâmidün mecid” okunur. Zahir (görünür) olan mânâ gereğince: “Ya Rabbi! Hz. İbrahim aleyhisselâmı, aile ve evladını merhum ve mübarek ve şereflendirmiş olduğun gibi, bizim peygamberimiz, şereflimiz Muhammed Mustafa üzerine de olsun. Kemâl derecede dua, selâm efendimize, aile ve evladına dahi salât ve büyük sayma ve saygı gören yap” diye duadan ibarettir. Hz. Peygamber (s.a.v) efendimiz ise, var olanların özü ve mefhar-i kâinat (var olanların kendisiyle övündüğü zat) olduklarından, bizim duamıza asla ihtiyaçları olmayıp, işbu salâvatın faydası yine bize ait olduğuna işaret eden mânâya delil yapar. Yani, “Ya Rabbi! Yerden yükselmiş ve peygamberlerin reisidir, ona selâm olsun. Ki o, en çok sözünde duran Hz. Peygamber (s.a.v) efendimizin “Cedd-i emced” (çok ulu ataları) hazreti İbrahim aleyhisselâm efendimiz. Muhammed ile ilgili nur’da eksiksiz “Cem” olarak. Ve “Tevhid” babası olduğu gibi, bu katkısız kulunu dahi o temiz nur’da batan ve yok olan eyle de, aslında ve hiçbir vakit eser ve sonraya kalmışlığım (bakiyyem) kalmasın.” Sözün kısası, zat deryasında batmış olarak, dikkatlilik (temkin) makamında durmuşluğu bulayım diye tevhid lisanı ile olan bir yakarıştır. Ki, Ahzâb suresinde, 33/56. Şu bir gerçek ki, Allah ve melekleri, o peygambere salât ederler/onun şanını yüceltirler, Ey inananlar! Siz de ona salât edip içtenlikle selâm verin. Ayet-i kerimesinin hakiki mânâsı; Ulûhiyet, Rububiyet ve melekler âlemi mertebesi eksiksiz olarak Muhammed ile ilgili nur’da cem oldukları gibi, ey araştırma ile ilgili iman ve olgunluğuna ilgisi olan mümin kullarım! Sizde, o en kutlu ve yüce nurda cem olarak, bencilliğinizin sonraya kalmışlığından büsbütün tövbe eden olunuz demektir. Ve bu mânâyı sağlamlaştıran bir beyitte: “Lik varub davet et kullarımı. Tâ gelüben göreler didârımı” buyrulmuştur.  

         Namazlardan dört rekatlı olanlar, Hadid suresi, 57/3. Evvel’dir O. Âhir’dir O. Zâhir’dir O. Bâtın’dır O. ulu ayetin düzenleyiciliği gereğince, iki zahir ve iki de batına işarettir. Ve iki rekatlı olan namazlar yalnız zahir ve batına işarettir. Üç rekatlı namazlar dahi, vücub (yapılması gerekli ve lüzumlu olma) ile imkân (olabilirlik) arasında, Hz. Peygamber (s.a.v) efendimizin berzah olduğuna işaret eder. İşte bu işaret üzere, “Vitir” (tek, yalnız, tenha) namazının birinci rekatı; vücub dairesi ve batın. İkinci rekât’ı; imkân dairesi ve zahir’dir. Üçüncü rekât’ta olan “Kunût” (İbadet, dua, ümitsizlik) dahi; vücub ve imkân, zahir ve batın kayıtlarının büsbütün kalkmış olmasıyla, Muhammed (s.a.v) ile İlgili makam olan “Ehadiyet-ül-ayn” a işarettir. Hatta kunutta, ellerin yukarıya kaldırılıp tekbir alınmasının sebebini, peygamber (s.a.v) efendimizden sorulması üzerine: “Çok uzun vakitten beri cehenneme asılmış olan bir taş, yerinden koparak ateşlere doğru yuvarlandığını gördüm de onun için tekbir aldım” buyurmuştur. Öyle ya, Muhammed (s.a.v) ile ilgili hakikat güneşi doğmuş olunca, karanlık yani, bencillik olan sonraya kalmışlık ve ikiliğin büsbütün olarak yerinden koparılarak, Kasas suresinde, 28/88. O’nun yüzü dışında her şey helâk olacaktır. Ve Rahman suresinde,55/26-27. Yer üzerinde bulunan her şey yok olacaktır. Sadece o bağış ve celal sahibi Rabbinin yüzü kalacaktır. Ayetlerinin sırrı zahir olur.

         Bir de, Cuma ve Bayram namazlarında dahi büyük esrar yani, gizlenilmiş ve aklın eremeyeceği işler vardır. Cuma’da: Hutbe önce, namaz sonradır. Bayramda ise: Tam tersi namaz önde, hutbe ise sonraya bırakılmıştır. Cuma da hutbenin evvel, namazın sonra olması, halktan Hakk’a dönmek demek olduğu gibi, bayramda: Namazın önce, hutbenin arkasından kelen olması dahi, Hak’tan halka dönmeyi işaret eder. Ve bayram namazının birinci rekâtında üç, ikinci rekâtında da üç defa tekbir alınması yükselme ve birlikte olma makamlarına işaret olup, ilk üç tekbir: Tevhid-i ef’al, tevhid-i sıfat ve tevhid-i zat. İkinci üç tekbir: Cem, Hazretü’l-Cem ve Cem’u’l-Cem’ makamları işaret etmektedir.

         Şu yakınlık ile Bayram hakkında daha fazla delil olan Kevser suresinin şerefli tefsirini (anlatımını) da konunun sonucunu bağlayan, mühürleyen sözler olması üzere toparlamış ve söylemiş olalım. Ki: “İnnâ â’teynâkelkevser” Yani, “Biz, Zat, Sıfat ve Ef’al ile ilgili topluluğumuz ile sana kevseri yani, kesret ayni vahdet ve vahdet ayni kesret olmak üzere adalet gereği, yerli yerinde bir şühud verdik. “Fesalli lirabbike” İşte bu şühud ki, Zat ile ilgili namazdır. Onda devam karar kılıcı olup, kesreti (çokluğu) ve vahdeti (birliği) bir bakış ile müşahede etmiş olmaktan bir an dahi uzak olma. “Venhar”  bencillik ve ikilikten olan Bakıyye’ni (sonraya kalmışlığını)  boğazla, kes. Ki senden, kendiliğinden asla bir eser kalmasın. Sen ben ve ben sen olalım. “İnne şânieke hüvel’ebter” Gerçek o ki, seni kendi nurumdan ve âlemi senin nurundan yaratmışımdır. Sen “Ebû-l ervah” (ruhların babası) olduğun için, güzel, hoş soyun sonsuza dek kesilecek değildir. Öncesi ve sonrası hep senin pak olan soyundur. Ya Muhammed! Sakın kederlenen olma. Sana “Ebter” (soyu kesik) diyenler, gerçek ile ilgisi olmayan vücud ve aslı olmadığı halde zihinde var gibi görünen kuruntu ile kayıtlanmış ezel ile ilgili nur ve parlaklığından gerçekten de mahrum olduklarından, Ebter onlar olup, kendi hallerini söylemiş olmaktadırlar…

Hamd, âlemlerin Rabbine mahsustur. O’nun hidayeti ve selâmı peygamberlerin üzerine olsun. Âmin…

PİR SEYYİD MUHAMMED NUR ARABÎ
MEBDE-İ MİÂD RİSÂLESİ
(İnsanın geldiği ve döneceği yerin açıklanması)

“Bismillâhirrahmânirrahîm”

Hamd, âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur. Salât ve selâm Muhammed (s.a.v) e, kutlu ailesi ve dostlarının üzerine olsun.

Bilinmelidir ki, insan denilen varlık kâmil olmadığı sürece yüce Hak katında kemâl derecede kabul edilecek değildir.

İmdi: İnsanın olgunluğu (kemali) “Mebdei mi’ad” (başlangıç ve dönüş) yerini bilmesi ile olur. Yani, insanın sonu ne olacak ve hangi hâl üzeredir? İnsanın olgunluğu, ifade edilen ve asıl olan iki özellikte nasıl uygunluk gösterip de başarılı olabileceğini bilmesi ile gerçekleşebilir. Çünkü bu iki gerçeği bilme gayretinde olmayan hayvandan daha aşağı dereceye düşmüş olacaktır.

         Ey âşık! Yüce Hak, Kur’an-ı Kerim’indeki Kasas suresinde, 28/88. O’nun yüzü dışında her şey helâk olacaktır. Buyurdu. Hadis-i şerifte: “Allah vardı onunla şey yoktu” Yani, yüce Allah vardır, O’nun ile beraber olacak bir diri yoktur. Şimdi dahi böyledir. Fakat bu gizli inceliği bilmek gelinen yeri bilmek ile olur.

         Ey âşık! Gerçek asıl (hakikat) olan Hakk’ın zatının dışında değilsin ve şimdi dahi değilsin. Fakat bu sırrı bilmeyen kişi mânâdan kör olduğu için, başka olarak görür. Ki İsra suresinde, 17/72. Bu dünyada kör olan âhirette de kördür. Buyrulmuştur. Yani, bu dünya yurdunda kalbi kör olan kişinin, âhiret yurdunda da kalbi kör olacaktır. Yani, dünyada Cenab-ı Hakk’ı, işaret edilen bu yönüyle anlamış olmayan, âhirete dahi bu yönde bir anlayışı olmaz. Kişinin gözleri kör olduğundan bir şey görmez, belki işitir olabilir. Çünkü kör güneşi görmediğinden onu anlamış değildir, ancak hararetini hissettiği derece zan sahibidir.

         İmdi: Hakk’ın Zatı mutlaktır. Sadece bir tecelli (görüntü) ile kayıtlı olmadığından, bilinen ve bilinmeyen âlemlerde çeşitlilikle tecelli etmekte olan odur. Elle tutulmayan ve gözle görülmeyen gayb (gizli) âlemidir. Görülüp tutulabilen ve tarif edilebilen ise şahâdet (şahitlik)âlemidir. Gayb âlemi, meydana gelişten öncesi sıfattır. Ve meydana gelişten sonrası isimlerdir. Meselâ: Çakmak taşında ateş olması sıfattır, demir parçası ile çakıldığında ateşin meydana gelmesi isimdir ve diğerler oluşlar bununla kıyaslanabilir. Meselâ: Kudret meydana gelişten evvel sıfattır, meydana gelişten sonra kadir ismidir ve sonra, söylenmiş olan sıfat isimlerin mânasıdır. Mânâ gayb âlemi olup onda meydana gelecek olanlar vardır ve “Kenz-i mahfi” (gizli hazine) denilen de budur. Ki, “Ben bir gizli hazine idim, bilinir olmayı istedim de halkı yarattım” Kutsi hadisi gelmiş oldu. Arapça sözlükte “Halk” denilen şey hakkında, “bâlî” (eskimiş, köhne) ve “fani” (yok olucu) olarak ifade edilmiştir. Yani, yüce Hak kutsi hadisi ile demektedir ki: “Gizli, yıpranması ve yok oluculuğu olmamakta sabitim. Yani, mutlak zatımın ismi ve resmi kavranmış olunmaz. Halkı yani, yok olucu olanı yarattım yani, meydana getirdim pek yüce isimlerime tecelli yaptım. Meydana gelen tecellileri kimini delil ile kimini zevk ile kimini şühud ile bilsinler.” İşte bunun dışında sadece kendi bilgisini yeterli görüp de gerçeği bilmeyen yukarıda ifade edilen kör durumundadır.

         İmdi: İsimlerin tecellisi olan halkın öncesi “Akl-ı evvel”dir, Muhammed (s.a.v) ile ilgili nur’dur ve var olanların tümü ondan meydana gelmişlerdir. Ki, hadis-i şerifte: “Allah evvela benim nurumu yarattı” denilmiştir. Muhammed ile ilgili nur “Nefs-i kül” ile açığa çıkmıştır. Ve tabiat, melek, heyulâ, şekil, cisim, arş ve cümle felekler, melek, hayvan, nebat ve insan. Bu düzenleme üzere Muhammed (s.a.v) ile ilgili nur’dan sırasıyla bir birinden açığa çıkmış oldu. Meydana gelenlerin kaynağına işaretle kutsi hadiste: “Sen olmasaydı âlemleri yaratmazdım” buyrulmuştur. Fakat insan maddesi yani, ondan yaratılmış olması usulünün aslı: Zattan sıfat ve sıfattan isimlere, isimlerden Muhammed ile ilgili nura ve o nurdan Nefs-i kül’e, sonra ve sonra bu düzen üzere insan mertebesine gelince ki, buna Hud suresinde, 11/6. O, onun karar kıldığı noktayı da bilir. Ayeti delildir. Batmışlık, batın olma mânada ve kabiliyet bedende olur.

İmdi: İfade edilen düzenli yürüyüş ile insana gelen “İnsan-ı kâmil”dir ve kabiliyeti tamdır. Bu yürüyüş mücadelesizdir, gösterişsizdir, olgunluğu elde eder ve yol ona kolay olur. Fakat bu yürüyüşle insan mertebesine gelemeyip de belki bitki âleminde ve herhangi bir sebep ile hayvanlık âleminde takılıp zaman kaybederse meselâ: Bitki bir afet ile bozulup veya anne-babadan birisi o bitkiyi yemeden bozuldu.  Veya anne-babadan birisi yiyip de spermaya dönüşmeden veya ya ruh üflenme öncesinde, ya da sperma halinde iken anne-babanın birisi bozulmuş olup. Yenilmeyen bitkide veya hayvanda meydana gelmiş olup da ya hayvanda iken o hayvana bir bela gelmiş olup. Veya bir baka engel gibi sözün kısası hangi bitkide veya hayvanlarda ve madende takılıp zaman kaybetti ise içinde bulunduğu hali kazanmış olur ve kabiliyeti çirkin olur. Kimi az mücadele ile kimi çok mücadele ile yola gelir ve kimi ise hiçbir türlü yola gelemez. Yani, kâmil olan mürşidi fark edemez. Kısaca hangi doğuşta ne kadar çok takılmış olursa, o derece kabiliyeti yaramaz olur. Kısacası insan mertebesine gelmeden üç doğuş (maden, nebat, hayvan) arasında dolaşıp durur. Fakat Ruh insana üflenmiş olduktan sonra dolaşmak yoktur.

Çünkü insanın yaratılışı “Ahsen-i takvim” (en güzel kıvamda) üzeredir. Bu yaratılış üzere olan bir daha maden, nebat ve hayvana dönüp de aralarında dolaşmış olmaz. Tîn suresinde, 95/4. Biz insanı, en güzel bir biçimde yarattık. Ayeti buna delildir. Açıklananın tersi olarak, Ruh bedenden çıkmış olduğunda bir başka bedene bulaşır, girer denmesi batıl, asılsız inançtır. Fakat “Mesh” (şekli değiştirilip çirkin hâle getirme) gerek dünya âlemine ve gerek âhiret âleminde olma imkânı vardır. Kötü ruhların sahipleri değiştirilmiş oldukları gibi. İsrail oğullarından bazı kişiler, aşağılık işlerinden dolayı henüz dünya hayatında iken maymun ve domuza dönüştürülmüş oldular. Bakara suresinde, 2/65. Bir takım yüzleri silip arkalarına çevrilmeden yahut Cumartesi ashabını lanetlediğimiz gibi onları da lanetlemeden önce, yanınızda bulunanı tasdikleyici olarak indirdiğimize inanın. Ayeti buna delildir. Sözü edilen şekil değiştirilmesi cisim ile ilgilidir, mânâ yönünden değil. Ancak genel olarak ruhları kötü olanlar, ölümden sonra şekilleri değiştirilmiş olur. Fakat tenasüh (ruh göçümü, ruh sıçraması, ruhun bir cisimden ötekine, bazen da insandan hayvana ve hayvandan insana geçmesi) yoluyla değil, belki kendisine kötü hayvan huyları galip olursa âhiret âleminde o hayvan suretinde toplanmış olsa gerektir. Meselâ: Tama (doymazlık) domuz, hased (kıskançlık, çekememezlik) maymun, kibir (büyüklenme) fil, nifak (münafıklık, kışkırtıcılık) yılan, kin (gizli düşmanlık, kötü niyet besleme) deve, gadab (kızgınlık) köpek, kizb (yalan söyleme) şeytan gibi şekillere dönüştürülürler ve bunlarla benzetilecek diğerler. İnsan ahlâkından olmayan her bir huy o hayvanların birisi şeklinde olur. Ve o şekil üzere azap edilir olsa gerektir. Ki Zümer suresinde, 39/71. İnkâr edenler bölük, bölük cehenneme sevk edilirler. Buyrulmuş oldu. Ve kötü ve çirkin işlerden, zina ve cinsi sapıklık ve diğerleri gibi kötü suretler, şekiller olup sahibini azap etse gerektir. İyilikler, hayırlar olan işler hoş şekil, suret olup dost, sevgili olduğu gibi. Belki cennet nimetleri ve cehennem azaplarının tamamı yapılmış olan işlerdendir.

Neml suresinde, 27/89. İyilik ve güzellik getirene, getirdiğinden daha hayırlısı vardır. Haberi ve müjdesi verilmiş oldu. Fakat ölümden sonra ahirette olacak olan değiştirilme ruh ile ilgili olduğundan yeryüzünde bazı keşif ehli kişiler dışında, diğer insanlar tarafından onun içinde olduğu hâl görülemez. Ancak diğer canlı varlıklar tarafından görülürler. Ve bazı kötü, çirkin ruhlar çok ve şiddetli yalan söyleme ve insanlar arasında zarar verici olmaları ile çirkin isimler almasıyla kötü örnek olarak başkalara zarar verenler oldu. Bu gibi kişiler, “Zarar vericilerin tümü öldürülür” duygusuyla zarar görenler tarafından öldürülürler. Sözün kısası kötü olan ruhlar gerek dünyada ve gerek âhirette herkesçe bilinen unsurlardan ayrılmış olmaz. Çünkü cehennem unsurlar yeridir. Fakat mümin olan ruh olgunluk elde etmemiş ise ruhları nimetler yeri ile kayıtlanmış olurlar. Meğer bazı günahkâr olanlar Allah’ın dileği üzere cehennem ile kayıtlanmış olurlar. Fakat dua ve doğru olarak yaptıkları, Kur’an, mevlüd, tespih ve diğer hayır iyilikleri olması kederli ruhların affedilmiş olmalarına sebeptir. Ve cehennem ile ilgili kayıtlarından kesilmiş olup nimetler cenneti ile kayıtlanmış olurlar. Ebu talib, Hz. Peygamber (s.a.v) efendimizin duası bereketiyle diriltilmiş olup iman etmesi gibi. Ve yaratılış zamanında, anne- babası çok ikram ediciler zatlardan olan hazreti Abdullah ve hazreti Âmine vefat ettiler, Hz. Peygamber (s.a.v) efendimizin duası üzere dirilmiş oldular ve oğullarının Risâletine iman getirdiler. Ve fakat yüksek kemal sahibi peygamber ve veliler gibi âhirete göçmüş olmadılar ise. Hz. İsa, İdris, Hızır, İlyas ve Ali İbni Talib gökte olanlar inmiş olurlar ve kimisi ismi ile meşhur olup İsa aleyhisselâm gibi ve kimisi ismiyle isimlenmiş olunur İdris aleyhisselâm ve Ali İbni ebi Talip gibi. Çünkü İdris aleyhisselâm, kendi zamanından dört bin sene sonra “Balebek” ülkesine İlyas ismiyle peygamber oldu. Ve Hz. Ali âhirete göçmüş olmadı Hz. İsa gibi ki, Nisa suresinde, 4/157. Oysaki onu öldürmediler, onu asmadılar da; sadece o onlara benzer gösterildi. Buyrulmuştur.

Nuh aleyhisselâm, Tûfân’dan korunmak için bindikleri gemi karaya oturma ile durmuş olduğunda, gemide olup adı Ali İbni ebi Talip ismindeki bir tahtayı alıkoyup gücüyle gizlemiş oldu. Ve uzun bir zaman sonra Hz. Ali o tahta üzerinde göğe yükselmiş oldu. Son zamanda, “Âhir” ismi ile inmiş olur İdris aleyhisselâm gibi. Doğrusunu bilen Allah’tır. Fakat âhirete göçen kâmiller asla bir mekân ile kayıtlanmış olmazlar mutlaktırlar yani, şarttan ve kayıttan arınmıştırlar. Her mekânda hazırdırlar ve asıldırlar. Bazen latif olurlar, bazen kesif bir surete girmiş olurlar. Bundan dolayı kabir ziyareti uygun görülmüştür ki, eğer kabre konulmuş ölü sağ olduğunda kâmil olmadıysa yapılan duadan menfaati olur. Eğer dua edenden daha yüksek kâmil ise dua edene menfaat eder ve ihtiyaç giderir. Kötü ruhlar olan vampir zarar verdiği gibi, Allah ehli dahi menfaat eder. “Siz herhangi bir işte kararsızlıkta kalırsanız kabir ehlinden yardım isteyiniz” sözü konuya delildir. Çünkü veli âhirete göçmüş olmasıyla tasarruftan kesilmiş olur. Ali İmran suresinde, 3/173. “Allah bize yeter. Ne güzel Vekîl’dir O.” Buyrulmuştur. Ve Risalenin yazılması tamamlanmış oldu…    

PİR SEYYİD MUHAMMED NUR ARABÎ

HAC RİSÂLESİ

“Bismillâhirrahmânirrahîm”

         Hamd, âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur. Salât ve selâm Muhammed (s.a.v) e, kutlu ailesi ve dostlarının üzerine olsun.

         Gelelim maksadımıza: Ey kardeş! Bilesin ki, Allah’a ulaşmak iki şekilde olan yol alış ile mümkündür. Birincisi “Seyr-i ilallah”tır. İkincisi “Seyr-i billâh” tır. Seyr-ilallah, üç makam iledir. Birinci makama, tevhid-i ef’al, fena-i ef’al ve tecelli ef’al derler. İkinci makama, tevhid-i sıfat, fena-i sıfat ve tecelli-i sıfat derler. Ve üçüncü makama, tevhid-i zat, fena-i zat ve tecelli-i zat derler.

         Tevhid-i ef’al makamı gereğince: Tevhid-i ef’al saliki olan mümin, kendisinde ve dışında görünen (zahir olan) işlerin asılsız olan nispetini bu iki yerden kaldırıp gerçek nispeti olan Hazreti Ma’şûk’ a (sevgiliye) nispet edip öylece O’nu müşahede edip görünürde olan başkalığından yok olmuş olmaktır. Hatta “Lâ faile illallah” sırrı görünür ola. Ki, Saffât suresindeki, 37/96.  “Oysaki sizi de yaptığınız şeyleri de Allah yaratmıştır.” Ayeti bunu söylemektedir.

Tevhid-i sıfat makamı gereğince: Bu makamın saliki, kendi benliğinde ve dışındaki benliklerde zahir (görünür) olan yedi sıfat ki, 1-Hayat, 2-İlim, 3-Kudret, 4-İrade, 5-Kelam, 6-Semi, 7-Basar. Başkalığa nispet edilen bu sıfatları Allah’ın sıfatında yok etmiş olmakla kendisinden sıfat nispetini kaldırmış olmaktır. Hatta “Lâ mefsufe illallah” zahir ola.

Tevhid-i zat makamı gereğince: Bu makama eren salik, öncelikle kendinde ve dışında olanlara nispet etmiş olduğu vücudu, hakiki ve bir olan vücutta yok etmelidir. Yani, parçalanma kabul etmeyen bütünlük olan vücudu eşyanın tümünden kaldırıp Hazreti sevgiliye (ma’şûk’a) nispet ile müşahede de olmaktır. Hatta “Lâ mevcude illallah’u” sırrı görünür (zahir) ola. Yani, Kasas suresinde, 28/88. O’nun yüzü dışında her şey helak olacaktır. Sırrı zahir ola. Bu üç makama; makam ehillerinin yükselme makamları olarak da isim vermişlerdir ki; “Kavs-ı imkân”dan “Zat” huzuruna yükselmektir. Ki, hakiki mürşidin telkini (aşılaması) ile zevk edilen, anlaşılabilen yükseliştir, ulaşmadır. Görünür olan çeşitli ibadetler, nafileleri kendine gerekli görme ehli olma ile sadece göz ucu bakma ile elde edilecek bir lokma değildir. Onun için seçkin dualar üzerine olsun fahr-i kâinat efendimiz, Beyt-i şerif’e (Kâbe’ye) varmadan evvel mikat yerlerinde ihram giyilmesini vacip kılmıştır ki, fena-i ef’âl, fena-i sıfat ve fena-i zat’ın sırlarıdır. Çünkü Beyt-i şerif birlik ile ilgili “Zat”a işarettir. Kesret (çokluk) ile ilgili isimler ve sıfattan yok olmuş olmaktır. Aksi halde müşahede ve görmüş olma mümkün olmaz. Kâbe örtüsünün siyah olması; sonsuz derecede şüphesizlikte olmaktır. Ve O’ yüzü bir sefer görmek ve yüce zevk ehli olma sırrına ermektir. Maksadımızın ikinci kısmına gelince; baş tarafta değinilen “Seyr-i billah”tır. Ki, Allah ehli olanlar “Seyr-i mahbubi” dahi derler. Bu seyir (yolculuk) da üç makamdır. Makam-ı cem, Hazretü’l-cem ve Cem’ul-cem’dir.

         Makam-ı cem: Bu makamda, Hakk’ın vücudunu zahir ve eşyayı (halkı) batın olarak müşahede etmektir. Hatta eşyadan soru sorulduğunda Hakk’ın vücudundan başka bir şey bilmemektir. Ki, Hz. Fahr-i âlem efendimiz: “İşitti Allah kulun dilinden hamd edenin hamdini” Ki, beyt-i şerifi (Kâbe’yi) tavaf edenler: “Ey Allah’ım” sözünü ve “Bütün noksanlıklardan uzak ve şanı yüce olan Allah’ım” gibi sözlerle seslenmiş olmaları zat ile tekliğinin beyt-i şerifte meydana gelmiş olmasının sırrıdır. Onun için bazı Allah ehli zatlar: “Bir kimse, beyt-i şerifi taş gibi cansız varlık görmüşse hac etmemiştir” demişlerdir. Beyt-i şerife gitmeden önce hayatı ve eşyayı, tarif ile anlaşılması ve zevk edilmesine vasıta olan bir kâmil mürşide gidilmesinin vacip olduğu konusunda da söz söylemişlerdir. Burada anlaşılmış oldu ki, “Cem” makamını zevk etmeyen “Mağrur” (gururlu) kişiler sadece bir suret görme ile Kâbe’ye varıp şeriatın maksadına ulaşmış olmalıdır.

         Hazretü’l-cem: Bu makamda olan salik sıfatı kendinde müşahede edip şahit olmalıdır. Buna “Kurb-i nevfil” (nafile ile yakınlık) da derler. Ki, cem makamına “Kurb-i ferâiz” (farz ile yakınlık) dedikleri gibi. Fahr-i âlem (s.a.v) hazretlerinin rivayet ettiği bir kutsi hadiste: “Kulum Bana, Nevâfil ile yaklaştığında onu severim. Ve sevdiğim kulumun işitmesine kulak, görmesine göz, tutmasına el, konuşmasına dil ve yürümesine ayak olurum. Benimle işitir, benimle görür, benimle tutar, benimle yürür” buyrulmuştur. Ki, “Hacer- i esved” (Kâbe’nin duvarında bulunan meşhur taş) tarafından başlayan tavaf; beyt-i şerifin teklik ile ilgili zatın evvel olarak yedi sıfat ile açığa çıkmasına ve batına işarettir. Çünkü yedi defa Kâbe’nin etrafından dolaşmak, teklik olan zat ile ilgili beytten (evden) zahir (görünür) olur. Ve dahi zatta batın olur. Ve “Mebde-i maad” (Başlangıç ve dönülecek yer) sırrı meydana gelmiş olur. Böylece ârif dahi teklik ile ilgili zatın kesret (çokluk) huzurunun mutlak olması ile şühud eder. Ve belki evin (beytin) sırrı ve kendi olmasına zevksiz “Rü’yet” bakma olur. Ki, “Ey Allah’ım! Zevkimi/rızkımı artır” denilmiştir. Bundan anlaşılmış oldu ki, Hazretü’l-cem makamını zevk etmeyenler tavaf etmiş değillerdir, her ne kadar tavaf etme ile yorulurlar ise de. Niyazi Mısri hazretlerinin dediği gibi: “Savm u salât u hac ile sanma zahir biter zahit işin. İnsan-ı kâmil olmağa lâzım olan irfan imiş” sözleriyle işaret ettiği sırrı zahir olur.

         Tavafta rumle/remel (çalımlı yürüme): Çünkü sıfat iki kısımdır, bir kısmı zahirdir “Mefatih-ül-gayıp” (gayb, gizlilik anahtarları) da derler. Kudret, Kelam, Semi, Basar gibi. Ve bir kısmı zahir olmayıp batındır. Hayat, İlim, İrade gibi. Onun için tavafın üç dolaşımı (şavtı) rumle, yani çalımlı olarak yapılması uygun görüldü.

         Cem’u’l-cem makamı: Ârif kişi bu makamda kesret ile ilgili sıfatı olduğu gibi kesret ile ilgili işleri (ef’al’ i) de kendisinde şühut etmelidir. Bu makama “Kaâbe kavseyn” dahi derler. Ki, Necm suresinde, “Sümme denâ fetedella. – Fekâne Kaâbe kavseyni ev ednâ.”  53/8-9. Sonra yaklaştı ve sarktı. – İki yayın beraberliği gibi, belki ondan da yakındı. Buyrulmuştur. Yani, ayetlerde geçen “Sümme denâ” kelimesi, Cem makamına işarettir. “Fetedella” kelimesi, Hazretü’l-cem makamına işarettir. “Fekâne Kaâbe kavseyni” kelimesi, Cem’u’l-cem makamına işarettir. Ve “Ev ednâ” kelimesi, Zat ile ilgili Ahadiyyettü’l-cem makamına işarettir ki, Muhammed (s.a.v) ile ilgili makamdır. Sadece Hz. Muhammed (s.a.v) efendimize özeldir. Ve Muhammed efendimizin varisleri olan âlimlere miras yoluyla geçer. “Varislerden kıl bizleri Allah’ım” duası bu manaya işarettir.

         İmdi: Arafat’ta “Vakfe” (hac niyetiyle Arafat’a çıkıp gün batımından önce bir miktar durma hali) “Cem” makamına işarettir ki, Muhammed (s.a.v) e uymuş olanların konakları olan Cem’i giyinip öylece vakfede vakıf olmasıdır. Ve kendi zatını “Hazerât-ı hamse” (beş huzur yeri) ile müşahede etmektir. Her şeyin sonunda Allah’ın açması ile üzerinize olacak yardımı neticesinde anılan makamlar ancak hakiki mürşit telkini ile zevk edilebilirler, başka yoldan mümkün değildir. Hakiki mürşit ile o makamların dedikodusunu yapmayla olmaz. Ve mürşidin yanında suskun olarak durma ile de olmaz. Görünür ibadetleri yapmış olma ile de olmaz. İbadetlerde aşırılıkta olma ile de olmaz. Hayranlık uyandıran alışkanlıklar ile de olmaz. Ancak söylendiği gibi büyük isim olan hakiki mürşit telkini ile olur ki, o büyük isim Allah ismi kılavuzluğu ile isimlenmiş olandır. Onun için Allah onun sırlarını kutlu etsin Şeyh-i ekber hazretleri Fütuhat-ı Mekkiye adlı eserinde buyurmuştur ki, “Enallah” (Allah benim) diyen ikidir. Biri Enallah kelimesi özelliği olan bir araya getirilmişlikte Allah ismidir. Ve biri dahi İnsan-ı kâmil (olgun insan) ki, Allah ismi kılavuzluk ettiği delil getirene delildir. Çünkü bu bir sırdır yüz yüze gelip karşılıklı konuşmaya ihtiyaç vardır. Kalem ile mümkün olmaz. Bundan bilinmiş oldu ki, harem-i şerif vücud ve imkânı içine alan ikisi arasında da berzah olan insan-ı kâmildir. İnsan-ı kâmil bulup gönlüne girenler harem-i şerife girmiştir. Bulmayıp girmeyenler beyt-i şerifin dışında kalan kovulmuşlardır. Fecr suresinde, 89/29-30. Gir kullarım arasına. – Gir cennetime. Ayetleri buna işarettir. Bunu bilip anladın ise, Arafat ve Arafat’ta vakfe ve harem-i şerif’in ne mânâya geldiğini bilensin. Ve eğer salik olup gir emrini vücudunda müşahede etmedin ise, sadece Mekke’de bulunan kılavuzlarının Arafat burasıdır, tavaf şöyle yapılır, Allah’ın evi budur demiş olmaları ile en son maksada ulaştıracak kılavuz olmaz.

         Bu fakir çok eksiklikte olup Arafat’ta şeyhimiz ve saygı gösterip sevdiğimiz ve Allah’ın bilgili kullarından olup bereket dağıtan seyyid Muhammed nur hazretleri. Çadırından çıkmış olup bulunduğum yere gelip bizi şereflendirmiş olduğunda bazı ihvan dahi bizimle beraber idi. Pir hazretleri buyurdular ki: “Beş altı ay evvel Usturumcada iken Âşıklar sultanı Ömer İbni Faris hazretlerinin yazmış olduğu divanında bulunan bir beyit’in satırını okuyup düşünürken aniden kendimden geçtim ve kendimi Arafat’ta buldum. Bana işaret edip buyurdular ki, “Şurasını görüyor musun? Orası iki dağ arasındaki müjdelife yoludur” buyurdular. Evet, gördüm diye cevap verdim. Ve o yerde kalabalık bir grubun yol almakta olduklarını gördüm. O cemaatin ortasında bir zatı örtü ile örtülü halde gördüm. Kalbime bir duygu gelmiş oldu ki, o zat fahr-i âlem (s.a.v) efendimizdir. O anda kendileri mübarek başından örtüyü çekip bize bakmış oldu ve yanlarında Hz. İbrahim, Hz. Davut, Hz. Hud hazretleri diğerleri dahi var idi. Bize fahr-i âlem efendimiz emir buyurdular ki, “Bizi gördüğünü cemaat’ a açık etme” Bu şerefli sözün ne anlama geldiğini hikmeti ne olacağı bana bildirildi. O yerde Hz. Davut aleyhisselâm bizi gördüğünde gülümsedi. Yüzünün gülümsemesin ile ne olacağı kalbime doğmuş oldu. Bundan bilinmiş oldu ki, bu mübarek bir yıl olup Haccül ekber olacaktır.”  Çok eksikliği olan bu fakir, şeyhimiz ve saygı değer büyüğümüzün buyurduğu bu şerefli konuşmasını mübarek sayarak yazmış oldum. Gönlü çok şen olan ihvanlara hediye ettim. Haccımız bu şerefli konuşma gibi olsun…


Allah’a hamd olsun. Ve salât ve selâm, âlemlerin evveli ve sonu Muhammed’e ve ona sonsuz derecede bağlı kutlu ailesine ve dostlarının üzerine olsun. Âmin…


Pir Muhammed Nur Arabî hazretlerinin
damadı ve halifesi
HACI ABDÜRRAHİM FEDÂİ
TASAVVUF İLE İLGİLİ
SORU ve CEVAPLAR

“Bismillâhirrahmânirrahîm”


Hamd âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur. Salât ve selâm, ilk ve son bütün zamanların peygamberine; ailesine ve dostlarına olsun.

Ey kardeş bil ki, Cenâb-ı Hak Hazretleri, zâtına, sıfâtına, ef’al ve isimlerine ortak kabul etmedi­ği gibi, din ile dahi ortaklık kabul etmez. Resûl tek olduğu gibi, din de tektir. Yani şirk’ten (ortağı olmaktan) temiz olan dindir ki, Hz. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz ve O'na tâbi olanlara emredilmiş olunan “Millet-i İbrahim”dir. (İbrahim’in dini’dir) Yüce Allah'ın buyurduğu: Ali İmran suresinde, 3/95. De ki: “Allah doğrusunu söylemiştir/vaadinde sadıktır. Hadi artık Hanif olarak İbrahim’in dinine uyun. Müşriklerden değildi o.” Ve Bakara suresinde, 2/130. İbrahim'in dininden, kendini bilmezlerden başka kim yüz çevi­rir? Buyurmaktadır.

Bu âyette, ken­dini bilenlere vurgu vardır. Hakikat yönüyle, “Kendisini bilen Rabbini bilir” hadis-i şerifinin mânâsı budur. Yani, Hz. Âdem'den bu ana kadar gelen bütün dinler, “Din-i Ahmedî”'dir ve bunlar tevhîd üzere kurulmuşlardır. Peygamberlerin gönderilmesi ve kitapların indirilmesiyle değişen, uygulamaların hükümleridir. Kâmil (son derece olgun) din nedir? Bütün kutsal kitapların açıklamış olduğu o dindir. Ancak, bu dini eksiksiz açıklayan, “Kuran-ı Azim”dir. Âlemlerin övüncü olan Hz. Peygamber (s.a.v.) Efendimize uymuş olanlar olduğu gibi, indirilen kitaplar dahi “Kuran-ı Kerim” in özetle­ridir. “Tevrat-ı şerif” tenzih edilmiş, kusur kondurulmamış tevhid. “İncil-i şerif”  yüksek teşbih (benzetmek) üzere açıklamış olurlar. Allah’ın rahmetiyle müjdelenen ümmetinin kabiliyetleri olgunluk derecesinde olup ikisini (tenzih ve teşbihi) de anlamaya kabiliyetleri olduğundan; Şûra suresinde, 42/11. O'nun benzeri hiçbir şey yoktur. O işitendir, görendir. Ayetinin ebedî buyruğu üzere yüce Kur'ân, tenzîh ve teşbîhi kendisinde toplamış olmakla, Cenâb-ı Hak Hazretleri; "Kur'an ve Furkan" olarak tarif etti. Bu iki ifade de, fark ve cem'i kendisinde toplayan ifadelerdir. Ve Hz. İmam-ı Ali (k.v.) Efendimiz buyurmuştur ki:   “Cem'siz fark, şirk; farksız cem' zındıklık; farkla birlikte cem' ise tevhittir.” Hazret-i Şeyhü'l-Ekber Muhyiddin İbn Arabî de şöyle demektedir: “Cem' ve farkta ol ki, sıdk, doğruluk üzere olasın.” Yani, fark denilen şey, zâhirdir, görünendir; kayıt ve benzetmektir. Cem'siz, yalnız fark ile giden, açık şirkten kendini kurtarırsa da, gizli şirkten kurtulamaz. Sırf cem' ise, batındır; ıtlak (gayb,(gizli) mutlak zat) ve tenzîhdir. Farksız, yalnız cem' ile giden de zındıklıktan kurtulamaz.

Tevhid, şerefli şeriatın, gerek zahirini ve gerek batınını birleştirerek ikisinin hükümlerini birden uygulamaktır. Zahir, Afak’ta olup görünen ve kitaplarda açıklanmış olunan; bâtın, enfüsde olup, genel halk içinde görünmeyen ve zahir ile ilgili kitaplarda açıklanması bulunmayan İlâh ile ilgili âyetlerdir. Yani, Fusllet suresinde, 41/53. İnsanlara afakta ve kendi nefislerinde âyetlerimizi gösterece­ğiz. Ki, onun gerçek olduğu, onlara iyice belli olsun. Sözlerinin buyrulduğu âyet-i kerimesi gereğince, genel halk, açıklanmış olunan âyetleri, sadece afak’ta (kendi dışında) görüp enfüsde (kendi içinde) gö­remediklerinden, enfüsî âyetleri onlara örtülü olmak­la, "bâtın" olarak tarif ederler. “Vahdet” (birlik) ehli, dışta gördüğünü, içte de gördüğü için, onların katında zahir ve bâtın bir olup, ikisini cem' etmişlerdir. Mesela, insanın hayatı beş şart üzere kurulmuş­tur. Bu görünürde olan beş şartı yerine getiren kişi Müslüman olur. Ancak, bâtın (içte)de beş şart bulunduğun­dan, bunları zahir ve batın olarak uygulayan kişiler, Fetih suresinde, 48/4. İmanlarını bir kat daha arttırsınlar diye. Ayetinde buyrulduğu gibi, afakî imanları, enfüsî imanlarıyla artarak tevhîd ve yakınlık ehli olup, şirk koşmaktan kurtulurlar. Bu tevhîd ve yakınlık sahipleri şeriatın hü­kümlerini gereği üzere uygulayıp ”Sıddîkiyyet”(eksiksiz doğruluk) makamına gelirler.

“Şer'-i şerif” (şerefli şeriat) sonsuz bir deniz olduğundan, insanın doğru olarak kabul etmesi için şeriat, tarikat, hakikat ve marifet diye adlandırıldı. Şeriatın son noktası, tarikatın başlangıcıdır. Ta­rikatın son noktası ise, hakiki tevhidin başlangıcıdır. Hakiki tevhidin sonu da, Allah ile ilgili marifetin başlangıcı­dır.

Şeriat: Din ile ilgili hükümleri dil ile söyleyip öğrenmek ve elde etmiş olmaktır.

Tarikat: Şeriat hükümleri açıkça uygulamaktır. Bunların ikisi de, zâhirdir.

Hakikat: Hz. Peygamber (s.a.v) efendimizin “Allah’ım, bize eşyayı olduğu gibi göster.” duası üzere, eşyanın hakikatine bağlantılı anlatımlar olmadan “Nefsü'l-emr”de, yani işin aslında olduğu gibi bilip insanın şüphesinin kalmamasıdır.

Marifet: Hazret-i Peygamber (s.a.v) efendimizin “Kendisini bilen Rabbini bilir” şeklindeki şerefli sözü üzere kendi öz benliğini bilmektir. Ancak, irfan elde etmek kitap okumakla, öğrenmek ve anlatmak ile olamaz. “Rabbimi Rabbimle bil­dim.” sözü gereğince, Rab, Rab ile bilinir. Tarikata (Hak yoluna) girmeyi dileme Maide suresinde, 5/35. O'na varmaya vesile arayın. Emri üzere, kâmil olan bir mürşide ihtiyaç vardır. Hakiki tevhide sülük ederek (girmiş olarak) “Hazerât-ı hamse-i ilâhî” yani İlâh ile ilgili beş varlığın, başkalığa nispet edilmesini Cenâb-ı Hakk'ın zatında yok etmekle mümkündür. Ki, “Lâ fâ'ile illallâh” ve  “Lâ mevsûfe illallâh” ve “Lâ mevcûde illallâh” sırrı hakikat olarak meydana çıkmış olarak, ilâh ile ilgili mertebeleri zevk ve şühud etmekle Rahman suresinde, 55/26-27. Yeryüzünde bulunan her canlı yok olacak, ancak azamet ve ikram sahibi Rabbinin zatı bâki kalacaktır. Ayetleri gereğince, mâsivâ’nın (Allah’ın dışında var gibi görünenler) basar (göz) ve basiretten (gönül görüşünden) yok edilip kaldırılmasıyla, mevcut olanın, gören ve görünenin, işleyici ve kullanıcılık sahibinin sadece yüce Hak olduğunu görmekle meydana gelmiş olur.

1. Soru: Mâsivâ’nın vücudu, sıfatları, fiilleri ve hü­kümleri görünüp dururken nasıl yok olabilir? Eğer yok olursa, ilâh ile ilgili emir, Rab ile ilgili teklifler, âhiret ve âhirette verilecek ceza ve sevabın olmaması gerek­mez mi?

Cevap: Yok olan var olmaz, var olan da, ilgi duyulan ile “yok” demekle yok olamaz. Görünen bütün mâsivânın, yani Hakk’ın dışında görünenlerin kendilerine özel ve bağımsız vücutları yoktur. İlâh ile ilgili açığa çıkışlar, Hakk’a ait ve sabit olan sıfatlarla vardır ve sıfatlanmış iken cahillikle, kendimize ve başkalara özel ve bağımsız vücud ve sıfatlar verip “Nefsü’l-emr” de, yani işin aslında, hakikatte yok olanı, var olarak bilmekteyiz. Bundan dolayı var bildiğimiz ve yok edip ortadan kaldırmamız gereken kendi cahilliğimizdir. Yoksa Hakk'ın tecellileri bir yönüyle yok olmuş olmaz. Tecellilerin yok olmadığını bilmek ise irfan sahibi olmak demektir. Ve bilinmiş olur ki, Hakk’ın tecellileri sonsuzdur. İki anda bir tecelliyle tecelli eden olmadığı gibi bir anda da iki tecelliyle de meydana gelen olmaz. Kaf suresinde, 50/15. Hayır, onlar yeni bir yaratma hususunda şüphe içindedirler. Buyrulması üzere her anda tecellileri başka başkadır. Cahillik, irfanda yok olunca, hakikatte Hakk'ın varlığından başka varlığın (vücudun) olmadığı ve mâsivâ denilen başkalık çokluğunun ilâh ile ilgili tecelliler olup “Vahdâniyyet” yani, Allahın bir olduğunu inkâr etme olmadığının benzer bir anlatım ile yüce Allah: “Ben gizli bir hazineydim. Bilinmeyi diledim. Onun için de halkı yarattım.” hadis-i kutsi’si ifadesince, bilinmeği sevdiğinden, mertebelerinin gereği, “Ulûhiyyet ve Rubûbiyyet, Vahdâniyyet”ini kesrette (çoklukta) açığa çıkararak meydanda görünür oldu. Bundan dolayı kesret, ilâh ile ilgili açığa çıkış olduğu gibi, kesrette görünen vücud; sıfat; ef’âl, ahkâm, hareket ve sakinlik dahi yüce Rab Hazretleri'nin çokluğu, yani çeşitli suretlerdeki görüntüleridir. Emir, yasaklama, ilâh ilgili teklifler, âhiret ve âhirette de olacak sorular, hesap, sırat, tartı, dereceler ve basamaklar, şanı büyük Kur'an’ın söylemiş olduğu üzere, tamamıyla Hak'tır. Âmir, hâkim ve fail (işleyen) olan zat’tan memur, mahkûm ve kabul edici olan ise zata özeldir.

2. Soru: Görünen çokluk, Hakk'ın tecelliler ile açığa çıkması olduğu halde, Hakk'ın aynı olmak lazım gelir. Aynı olun­ca, bir’den çok ilâh olması lâzım gelir. Yani, Hakk'ın çoğalması gerekir. Ve teklifler, önermeler (sorumluluk yükü) kendinden kendine olunca, dünyada ve âhirette azap çeken, yüce Hak olması gerekir. Bu ise olur şey değildir?



Cevap: İlâh İle ilgili meydana gelişler, isim ve taayyün (meydana gelme, belirme) yönüyle başkalıktır. Kendi kendine teklif (yük) ve ta’zîb etmek (azap etmek) lâzım gelmez. Zira teklif ve eziyet, azap etme Rubûbiyyet hükümlerindendir. Rubûbiyyet mertebesi ise, merbûb (terbiye edilecek kul) ister. Rab, kul üzerine, Şeriat teklifleri ile hü­küm, azap etme ve nimet verme ve bunun gibi muamelelerle muamele eder.

3. Soru: Yüce Hak’ın varlığını denize ve tecellilerini dalgaya benzetirseniz, dalgalar denizin aynı olup denizde meydana gelip denizde yok oldukları gibi, yaratılmış olanlar da Hak'ta meydana gelir, Hak'ta yok olur, der­siniz? Rahman suresinde, 55/26-27. Yeryüzünde bulu­nan her canlı yok olacak. Ancak azamet ve ikram sa­hibi Rabbinin zatı baki kalacaktır. Ayetleri ve Mümin suresinde, 40/16. Bugün hükümranlık kimindir? Kahhâr olan tek Allah'ındır. Ayetini delil getirmektesiniz. Böylece, dalgalar denizden meydana gelmiş olarak denizin aynı iseler de, başkalık olarak görünür. İsimleri de dalgadır, ancak denizin dalgasız kaldığını görü­rüz. Ve dalgaların, rüzgârın esmesiyle denizin ka­barmasından ortaya çıktıklarına zannederiz. O, ilâh ile ilgili meydana gelişler, dediğin kesreti, çokluğudur noksan olması yoktur. Bu çokluk, her an yok ve var olurlar. Ve açıklanmış olunan iki ayetin hükümleri suretlerin üflenmesinden sonra­dır, ne dersiniz?

Cevap: Denizi dalgaya teşbih etmek, görünürlükte olan çokluğun bir olan, yani bir tek olan vücudun açığa çıkan yüzünü anlatmak içindir. Surette her ne kadar değişip başkalaşmış görünse de, bu çokluk, hakikatte birdir. Zaman, zaman dalgaların meydana gelmesinin olmaması Hz. Muhammed (s.a.v.) Efendimizin makamı olup buna, “Tevhîd-i ehadiyyet” ve “Tevhîd-i sırf” denir. Bundan bir önceki makam kesret ve vahdet, “Cem'ü'l-cem” makamıdır. Bu makam ifade edilen üst makama göre noksandır. Bundan dolayı Hz. Peygamber (s.a.v) efendimizin gölgesi yere düşmedi, çünkü gölgesi yok idi ve bu özellik  “Tevhîd-i sırf” (eksiği olmaya birlik) makamına işaret etmektedir.

4. Soru: Yüce Rabbi şühud eden oldu­ğunuzu söylüyorsunuz ve İmam Ali hazretlerinin “Görmediğim Rabbe ibadet etmem” buyurduğunu delil getirmektesiniz. Bununla bera­ber “Rü'yetullah”(Allah’ın görülmesi) âhirete mahsustur. Dünyada iken Hz. Mu­sa aleyhisselâm görmemiş iken, başkaları nasıl görebilir?

Cevap: Yüce Allah’ın her an ve her yerde zahir (görünür), hazır (göz önünde) ve nazır (bakan) olduğu hakkında şüphe yoktur. Ancak, görünmesi ve bilinmesi, yani sırf zatın görünmesi ve bilinmesi insan ile ilgili güç ile mümkün olmadığından, Hazret-i Musa'ya (a.s.) “Beni göremezsin” dedi. Ancak eserlerin mazharı ef’âl. Ef’al’ in mazharı isimler (esma). Ve Esma (isimler) mazharı sıfat olup, Hz. Muhammed (s.a.v) ile ilgili hakikatin sıfatları olmakla açıklanmış olunan bir şeyin açığa çıktığı yeri kendinde toplayan ve Muhammed ile ilgili hakikati gören ve yukarıda isimleriyle yazılmış ve açığa çıkmış eserleri ile birlikte mahşerde yok olduklarını müşahede eden baki ve mevcut sıfat görünürlüğü olan zat,  Hz. Peygamber (s.a.v) olmakla: “Beni gören kişi Hakk'ı görür” dedi. Hz. Peygamberin (s.a.v.) sözünde ve Bakara suresinde, 2/115. Nereye dönerseniz Al­lah'ın yüzü (zatı) oradadır.  Ayetinde buyrulduğu üzere her tarafta görünen ve tecelli eden kendisidir. Ama, kesret (çokluk) gören, vahdeti (tekliği) göremez. Kesret (çokluk), vahdetin örtüsüdür. Örtüyü kaldırmadan sevgili görülemez.

5. Soru: Görünen Hakk'ın tecellileridir. Ve tecelli, tecelli edenin (görünen)in aynı olduğu halde, murdar (kirli) ve cifeye (leş’e) varıncaya kadar her ne görürsek Hak mı diyelim?

Cevap: Hâşâ! Allah'a sığınırım. Bu her söyle­diklerin kesrettir. Kesret ise vahdetin zıddıdır. Kesret (çokluk) gören, vahdeti (bir olanı) göremez. Vahdet gören ise murdar ve cife göremez. Yukarıda açıkladığımız üzere, bu kapı­ların açılıp eşyanın hakikatinin görünmesi zevke ve müşahedeye muhtaçtır. Zevk ve görüşü olmayan İsra suresinde, 17/72. Bu dünyada kör olan kimse âhirette de kördür. Sözünün anlamı, ilâh ile ilgili emir üzere kör olan ne görebilir? Renkleri ve şekilleri nasıl anlayabilir? Mesela, okula gitmeden fıkıh ilmi anlaşılmadığı gibi, tevhide sülük etmeden tevhîd ilmi anlaşılmaz. Her ilmin zorluğunu o konuda uzman olan anlar.

6. Soru: Bu görünen kesrete ilâh ile ilgili tecelliler veya Rab ile ilgili yaratılmışlar demek bir tariften ibarettir. Bu tariflerin sınırlarını değiştirmeyince, iki tarifin ara­sında ne fark vardır?

Cevap: “Nefsü'l-emr”de, işin aslında, yani hakikatte fark yok­tur. Fark olduğunu kabul etmek zandır yani, insanın cahilliğidir. Genel halk, yaratılmış olanlara vücut, sıfat ve kendine özel olan bağımsız işleriyle var olanlar olduklarını ve Hak'tan başka bir şey zannettiklerinden, Hakk'ın vücut, sıfat, fiil ve kuvvetinde şirke, yani bir olan varlığa ortak belirleme günahına düşerler. Tövbe suresinde, 9/28. Müş­rikler ancak bir pisliktir. Buyrulmasına mazhar olurlar. Her ne kadar bazıları âlemin vücudu Allah'ın vücudunun gölgesi ve bazıları da âlemin vücudu Allah’ın vücudunun dışında olduğunu kabul etmişlerse de, yüce Hak vücudunda ortak kabul et­mediğinden âlemin vücuduna Hak varlığının gölgesidir demektedirler. Böyle değişik anlayışlarda olsalar da gölgenin ayrılığı ile gayrı diyenler, başkalığın dışında bir şeyle Hakk'a ortak koşarlar. Arifler ve hakikati bilenler, evvelce ifade edilen beş varlığı Hak'tan gayrı görmediklerinden ve âlem Hakk'ın görünürlüğü olup kendiliğinden vücut ve sıfatların kokusunu koklamadıklarını bilip müşahede ettiklerinden, ortak koşmazlar. Onlar, tenzih (benzetmeme) ile ilgili olgunluk üzere Hakk'ın birliğine ariftirler. Arif olmanın amacı şirkten kurtulmak ve Hakk'a arif olmaktır. Var olan, sıfatlanan, işleyen ve kullanıcılığı olanın Hak olduğunu ve kesrette görünen varlığın, vahdetin aynı olduğunu hakikat olarak meydana çıktığını bildiğin ve gördü­ğün hâlde kesret âlemi, var olan şeyler, yaratılmış şeyler, umulmadık olaylar ve tecelliler, her ne dersen de, yine kendidir, tarif ile değişmez.

7. Soru: Bu senin buyurduğun tarifleri belirli makamlarda görev almış âlimler niçin tarif edip açıklamıyorlar?

Cevap: Benim açıkladığım, gelip geçen tarifler değildir. Gerçeğin ta kendisidir. Dört kitabın açık ettikleri tevhittir. Fakat âlim olup da anlatan kişi gerçekten tevhid ehli ise, tevhid ilmi, şeriat, tarikat ve haki­kat ilmini bilenlerdir. Yani, o zatlar “Şer'-i şerifi” (şerefli şeriatı) zahir ve batın yönleriyle bilip uygulamakta olanlardır. Fakat şeriatın sadece zahir (görünür) yönünü bilenler bildikleri üzere zahir yönünü açıklamış olurlar. Her iki yönünü bilenler tarikat ve hakikat üzere ifade ve tarif ederler. Her iki tarafın konuşmaları ve na­sihatleri ise şeriat üzeredir. Şu kadar vardır ki, hakikatsiz şeriat noksan olmakla birlikte tarifi ve uygulaması uygundur. Fakat şeriatsız hakikat geçerli olamayacak olduğundan, önce şeri­at hükümlerini bilmek sonra tarikata sülük etmekle şerefli şeriatın hükümlerinin uygulanması gerekli olacaktır. Ve hakikat, ledün (gizlilik ilmi) ile ilgili ilim olup kitaplarda ya­zılmadığından, genel halka bu konudaki meseleleri, zahir ehli âlimler kitaplarda yazılanlardan hareketle öğretim yapmakta; kâmil mürşitler ise, kendilerine intisap edip Hak yoluna girmiş olan saliklere, hakikat ve marifet kaynağı olan tevhid ilmini telkin etmekle görevlidirler.

8. Soru: Övülmüş olan din “Din-i Ahmedi” ilmi akıl ve nakil üzerine bina edilmiştir. Bâtın ilminin kitapları olmayınca akıl ve nakle uygun olmaması lâzım gelir?

Cevap: Zahir ilmi, Resûlullah (s.a.v.) Efendimi­ze kadar meclislerden meclise rivayetler ile ve kitaptan kitaba aktarıl­dığından, şüpheden arınmış değildir. Batın ile ilgili ilim Kehf suresinde, 18/65. Biz ona katı­mızdan bir ilim öğretmiştik. Buy­rulmuş olması üzere, doğrudan Cenâb-ı Hak'tan alınmakla şüpheden uzaktır. Gerçi, batın ile ilgili ilim kitapları zahir ile ilgili ilmin kitaplarından bir kaç misli fazladır. Hepsi âyet ve hadislere dayanır. Ve bu kitapları yazanlar, Resûlullah (s.a.v)‘ın belirlediği esaslar üzere giden zahir ve batın­ yönleri gereğince işlenmiş olup ve Resul'ün varisleri bulunan âlimler ve hakikat ehlidirler. Ancak zahir ilmi, ders ilmidir. Ders ise, okumakla elde edilmiş olunur. Batın yönündeki ilim ise, Nefs il­midir. Yani kişinin kendisinde hakikat olarak açığa çıkmakla öğrenilir. Ki­tapları incelemekle meydana gelen olmadığından, arifler kitap­ta yazılana gerçek mânâda değer vermezler. Kitaptan elde edilmiş olunan bilgiye “İlme'l-yakîn” derler. Arifler ise “Ayne'l-yakin”e bile kanmazlar. “Hakka'l-yakîn” gerçekleş­meden konuşmazlar.

9. Soru: Buyurduğun zatlar ve mürşitler zamanı­mızda dünyada pek nadirdir? Hatta yok gibidir?

Cevap: Bu gibi Allah erlerinin övülmüş olan İslâm dinin direkleri ve koruyucularıdır. Din-i Ahmedî (İslâm) durdukça onların var olmaları devam edecektir. İsrail oğullarının peygamberlerinin, Hz. İsa aleyhisselâm zamanına kadar noksan olmayıp gelmiş oldukları gibi, Hz. Peygamber (s.a.v) efendimizin “Bir toplumun şeyhi, ümmetinin peygamberi gibidir.” sözü üzere, kâmil mürşitler toplum içinde resul ayarında olduklarından, kıyamete dek bir an noksan olmazlar. Her vakit her beldede mevcutturlar. Ancak bilenler tarafından bilinme özelliğine sahiptirler. Genel halk züht ve takva ile bun­ları bilmeye çalışır. Bununla beraber, zahit ve Allah’tan korkup sakınanlar, isteyici durumundadırlar. Henüz Hakk'ı talep eder. Onlar aranılan, istenilenlerdir. Yüce Hak da onları istemiş olur. Onun için görünür suretlerde Allah'ın farzlarını yerine getirme ve Hz. Peygamber'in sünnetinden başka, boş vakitlerini Hz. Peygamberin “Bir saat tefekkür, bin sene ibadetten daha hayırlıdır” buyruğu üzere tefekkür ederek, fi­kirlerini her an yenileyip değiştirerek huzur ve şühuda ulaşırlar. Gerçi, herkesin hâline göre muhab­bet edip ticaret ve iş içinde bulunurlar ise de Nur suresinde, 24/37. Onlar, ne ticaret ne de alış-verişin kendi­lerini Allah'ı anmaktan alıkoyamadığı insanlardır. Buyruğunda da belirtildiği gibi, huzurdan ve “Salât-ı daim”den (devamlı namaz yani, her an Hak ile olmaktan) bir an gaflet etmezler. Bu zatların dışı halkla, içleri, gönülleri Hak'ladır.

10. Soru: Resul-i Ekrem (s.a.v.) Efendimiz de ibadetler ve riyâzât ile meşgul bulundukları hâlde bu zatlar görünür (zahir) ibadetlerle niçin meşgul olmasınlar?

Cevap: Resul-i Ekrem (s.a.v.) Efendimizin, ibadetler ve riyazet yani,   benliği kırmak ile meşgul olmaları teşrih (açma, yayma yani, dün­ya yaşantısını düzene koymak) içindir. Ve ibadetleri, Hakk'a şükür ve Rabbine minnet içindir. Onun ibâdeti bizim anladı­ğımız mânâda kulluk için değildir. O'na, "geçmiş ve gelecek bütün günahlardan affedilmiş ve mağfiret olunmuş iken bunca ibadet nedir, ya Resûlullah" diye sual et­tiklerinde (Şükreden bir kul olmayayım mı?) buyurdular. (İbadet eden bir kul olmayayım mı?) buyurmadılar. Zira ibadet, cehennemden kurtulmak ve yüce cennete ermiş olmak arzusuyla yapılır. Hz. Peygamber (s.a.v) efendimiz gibi, haki­kat ehli müminler de katışıksız, eksiksiz olmadığından ve içinde kesret ve varlık nispetleri bulunduğundan bu tür ibadet etme anlayışına değer vermezler.

11. Soru: Hakk'a şükür ve Rabbe minnet için yapı­lan ibadet ne gibi bir ibadettir?

Cevap: Kulun kendi varlığı olmayarak; Hak için, Hak'tan Hakk'a yapılan Salih (elverişli, iyi) işlerdir. Bu şekil­de yapılan ibadet, peygamberlere ve vârisleri olan kâmillere mahsustur. Sebe’ suresinde, 34/13. Ey Dâvud ailesi! Şükredin; kullarımdan şükreden azdır. Buyrulmuştur. Bu gibi zatlar şükreden kullardır. “Abd-i âbid” (yalnızca cennet için kulluk eden kişiler) değildirler. Bundan dolayı, ibadetleri kulluk üzeredir. Genel halk­tan kişiler, bunların hâllerine akıl erdirmiş olmadıkları gibi sözlerine ve kulluklarına da akıl erdirmiş değildirler. “Kişi, bilmediğinin düşmanıdır” sözüyle de belirtildiği üzere, peygam­berlere atılan iftiralar gibi, her biri hakkında değişik, değişik dedikodular yapılarak, dilleriyle kendilerini kâfir ilan ederler. Bu gibi cahillerden ve cahilliklerinden Allah'a sığınırız.

12. Soru: Hak'tan Hakk'a Hak için ibadet nasıl ola­bilir?

Cevap: Saltanat mertebeleri bilinmeden sultan (padişah) bile tam olarak bilinemez. Yüce Allah’ın Ulûhiyet ve Rububiyet mertebelerini bilmeden Hakk'a nasıl arif olabilirsin! Tövbe suresinde, 9/28. Müşrikler ancak bir pisliktir. Sözü gereğince bir pisliğe bulaşmış olarak padişaha değil sarayına bile yaklaşamazsın! “Vücudun öyle bir günahtır ki, başka günahlar­la kıyas edilemez” hadis-i şerif ifadesinin belirttiği üzere, bu beden ile ilgili vücut sende var oldukça ve sen bencillikte bulundukça, şirk pisliği senden hiçbir şekilde gitmez. Ve Hakk’ın dışında var gibi görünenleri benim zannettiğin vücudunla beraber mürşit telkiniyle Hak'ta yok ettiğin hâlde Rahman suresinde, 55/26-27. Yeryüzünde bulunan her canlı yok olacak. Ancak azamet ve ikram sahibi Rabbinin zatı baki kalacaktır. Buyrulması üzere Hak'tan gayrı olmadığı açıklanmış olduğu hâlde, işleyenin yüce Allah, olduğu sende gerçek üzere açığa çıktığında, kabul edenin de, Hû (O) olduğunu göreceğin­den, şek ve şüphen kalmaz. İşleyen ve kabul eden kendi olduğu gibi, İbadet eden ve ibadet edilen de kendi olduğuna şüphe yoktur. Fakültede öğrenci olmadan askerlikten kurtulamazsın! Bunun gibi, kâmil olan bir mürşidin yüzünü görüp önüne diz çökmeden cahillikten ve şirkten kurtula­maz ve ilâh ile ilgili marifeti elde edemezsin. “Sözlerin şeriat ile hareketlerin tarikat ile hâllerin hakikat ile” olmadan Resûlullah’ a (s.a.v.) gerçekten uymuş olamazsın! Dahası, hayırlı müminlerden ve “Fırka-i nâciyye” (kurtulmuşlar grubundan) olamazsın! Hz. Peygamber (s.a.v) efendimiz: “Şeriat sözlerimizdir, tarîkat işlerimizdir ve hakikat davranışlarımızdır” buyurmuştur. Bu hikmet gereğince müminler şu ve benzeri dua üzere olmalıdır. “Allah’ın selamı, başlangıçtan sona kadar ihsan ve hidayet üzere olan yüce dostlar ve onlara uyanlar üzerine olsun.” Âmin. Yardım ve hidayet âlemlerin Rabbi olan Allah’tandır.

<>
Pir Muhammed Nur Arabî
Hazretlerinin Halifesidir
ONİKİ ESMÂ ve ŞERH’İ
(On iki ismin açıklanması)
“Bismillâhirrahmânirrahîm”    
1-Şarap: Şarap ismi ile açıklanmak istenen; Allah’ın marifeti ve sevgisidir ki, bu sevgi aşk’tır. Aşk ve sevgi kelimesini taşıdığı mânâ farklı değildir birdir.
2-Meyhane: Meyhane ismine yüklenen mânâ; kâmil mürşidin gönlüdür ki, o gönül içinde Allah sevgisinin bulunduğu hazinedir.
3-Kadeh: Kadeh ismi ile anlatılmak istenen; kâmil mürşidin isteyici mümine tarif ettiği (telkin ettiği, aşılama yaptığı) Allah ismidir. Yani, kâmilin şerefli nefesinden İlâh ile ilgili bilgiler ile suret bulan kelimelerdir.
4-Mahbub: Bu isim ile kâmil mürşide işaret edilmiştir. Mahbub (sevilen) olarak işaret edilen kâmil mürşit, aşk arayıcısı olan mümine candır.
5-Zülüf: Zülüf kelimesi ile ifade edilmek istenen; kâmil mürşidin alçak gönüllülük edip de istekli olan mümine yanaşıp çekici kelimeleri söylemiş olma halidir.
6-Hâl: Hâl ismi ile işaret edilen özellik; kâmil mürşidin çekinme, sakınma âleminde zaman, zaman denizde batmış gibi zat vuslatında olduğu vakit irşat edicilikten doygun, çekingen olmasıdır.
7-Yanak: Yanak ismi ile anlatılmak istenen; ara sıra sonradan gelenin göründüğü zaman isteyici müminin gönlünde iki cihanın (dünya, âhiret) düşüncesini kaldırmış olup belki kendi vücudunu ona nişanladığı, yaklaştırdığı halidir. Ve kâmil insanın yüz hatları (çizgileri) ki, Kur’an ile benzetilmiştir. Bu benzetme ile anlatılmak istenen ise kâmil insanın yüzünde görülen İlah ile ilgili ahlâktır. Ki, onda “Allah’ın ahlâkı ile ahlaklaşın” hadis-i şerifi vücud bulmuştur.
8-Çıban/deccal: İnsan yüzünde evvela kan çıbanının çıkması ile benliğe işaret edilmiştir; insanın yaratılışında olan bir özelliktir ki, Yecüc mecüc ismiyle ifade edilen beğenilmeyen hal ve bütün kötü, bozuk düşünceler ile olan görünürlülüktür. Ve deccal hükmü ve saldırısı, insanda “Akl-ı maaş”ın (geçimlilik aklının) dev olma hali ve büyüklenme hali kaplayıcılığıyla ululuk isteğinin görünür olmasından başka bir şey değildir.
9-İsa: Hz. İsa aleyhisselâmın gökten yere inecek olması ile anlatılmak istenen “Akl-ı maad”ın (âhiret ile ilgili aklın) yakınlık nuru ile meydana gelmiş gelecek olmasından başka bir şey değildir. Ve deccalın öldürülecek olmasının hikmeti budur ki, boş şeylerden kurtuluştur. Ki, Allah sırlarını kutlu etsin Sadreddin Konevi hazretleri: “Deccal dünyanın gerçek mazharıdır. Onun için ki sağ gözü kördür, Hakk’ı göremez. Ve Hz. İsa aleyhisselâm âhiret gerçeğinin mazharıdır ki, onun meydana geliş vakti ahiret doğuşu zamanıdır. Çünkü Akl-ı maad’ın açığa çıkmasıyla, akl-ı maaş ölmüş olur” buyurmuştur.
         10-Mehdi: Mehdi ismi ile anlatılmak istenen; “Akl-ı kül” ve büyük ruhun meydana gelmiş olmasıdır. O ruh müminlerin seçkinlerine (havâs’sa) üflenir, yani herkese üflenmez. Hicr suresinde, 15/29. Ruhumdan üflediğimde. Ve Secde suresinde, 32/9. Ona kendi ruhundan üfledi. Ayetleri bu manaya işarettir. Kâmil mürşit yeryüzünde Allah’ın halifesi olma özelliği ile bu ruhu, isteyici olan mümine üflemiş olur. Bu ruh’a “Ruh-i Muhammed’i” de derler.     
11-Dabb-tül arz: Bu isim özelliği olan “Nefs-i levvame” (kendini kınama ile ileri geri hareket etme şaşkınlığında olan benlik) işaret edilmiştir. Bir elinde Hz. Musa’nın asası ve bir elinde Hz. Süleyman’ın mührü olup, asa ile müminin yüzünü sıvazlamış olmasıyla o müminin cennet halkından olduğu görülür ve mührü kâfirin yüzüne vurmasıyla o kişinin kâfir olduğu görülür. Yani, nefs-i levvamenin bir yüzü “Nefs-i mülhime”ye (gönlüne İlâh ile ilgili ilham doğan benliğe) ve bir yüzü “Nefs-i emmare”ye (emredici benliğe) dönüktür. Her an uğurlu veya uğursuzlardan olma imkânı vardır. Nefs-i mülhimeye uymuş olursa uğurlulardan olur ve kurtulmuşluk hali bu yüzünde işaret vermiş olur.

         12-Güneş: İsmiyle kıyamet vaktinin yaklaştığının delili olacağı rivayet edilen güneşin batıdan doğmasına işaret edilmiştir. Bununla anlatılmak istenen Ruhun bedenden uzaklaşmasıdır. Bu uzaklaşma vaktinde kim cisme ilgi duymuş, bağlanmış olduysa doğmuştur. Çünkü bedene olan ilgisi kesildi, yani batıdan doğmuş oldu. Bu sözleri duymuş olmakla kişi aşağılık huylarından melekler âlemi olan göklere girmiş olması gerek bu girişin gerçekleşmesi için iki kere doğmuş olmak gerekir. Yani, bir kere anasından, bir kere de kendinden doğmuş olmak gerekir. Buna işaretle Hz. İsa aleyhisselâm: “İki kere doğmayan gökler yer ile ilgili saltanatı kavrayamaz” buyurmuştur. Yani, iki kere doğmayan eşyanın öz değerini anlayamaz ve kendini de gereği gibi bilemez işte o kadar. Her bir noktanın görünüşü noktadır amma, iç yönü (manası) büyük arş’tır. Ve yaratılmışların tamamı zerre, nokta olan o yaratılmışın batınındadır. Yüce Hakk’ın büyük arş’a yönelmesi nasılsa o zerreye de aynidir. Görmez misin insanın kalbinde küçücük siyah noktanın içindeki geniş alanın büyüklüğü ki, her köşesinde arş, kürs, ay ve yıldızların varlığı belli bile olmaz. Var olanın batını böyledir. İşte bu tevhid ile ilgili bu ince manaları işaret eden aşağıdaki sözler, sırları kutlu olsun Remzi Muhammed efendi hazretlerinin risalesinden seçilmiştir.
Allah’ın Resul’ü (s.a.v) buyurmuştur ki:
“Allah evvela benim ruhumu yarattı” “Allah evvela benim nurumu yarattı”
“Allah evvela benim aklımı yarattı”    “Allah evvela kalemi yarattı”
Ve bu çok öz değerler ifade eden dört cümlenin ne kadar isim ile isimlenenler olduğunu açıklamıştır. Meselâ, Ruh-u evvel. Ve nur-ı evvel. Ve Akl-ı evvel. Ve kalem-i evvel. Ve Kavs-ı evvel. ruh-ı âzam. Ve sırrı âzam. Ve ruh-ı musavvir. Ve ruh-ı mahlûk. Ve ruh-ı izâfi. Ve ruh-ı kudsi. Ve ruh-ı ulvi. Ve ruh-ı insani. Ve ruh-ı hayat. Ve ruh-ı rabbani. Ve Akl-ı kül. Ve bahr-ı mühid. Ve zat-ı mucid. Ve nur-ı basit. Ve nurul envar. Ve sırrıl esrar. Ve vâsılı usül. Ve akl-ı akul. Ve ezel-i âzal. Ve ruh-ı vahid. Ve feyz-i vahid. Ve cevher-i vahid. Ve nokta-i vahid. Ve Mahbub-u Hak. Ve Mazhar-ı Hak. Ve ahseni takvim. Ve Berzah-ı Kübra. Ve illet-i gaye. Ve Müsemma-i kül. Ve İnsan-ı kâmil. Ve sırr-ı subhan. Ve mebda-i miad. Ve kâf. Olarak söylenen bunca isimler ile isimlenmiş olan Muhammed (s.a.v) ile ilgili hakikattir ki, gizli hazinenin sırrı, nuru ve on sekiz bin âlemin çekirdeğidir. Ki; “Nefs ruh ile diridir. Ve Ruh akıl ile diridir. Ve Akıl Hakk’ın elçisi ve tercümanıdır. İlim ile diri olup ruh emrinin ve sultanının yardımcısı ve hizmetçisidir… Risale sona ermiştir.

                                                                                NİYAZİ MISRİ


SÜLÛK-İ HAKÎKÂT
(Hak yoluna giriş)
“Bismillâhirrahmânirrahîm”
Hamd âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur. Salât ve selâm efendilerin büyüğü olan Muhammed’e, ailesine ve dostları üzerine olsun. Bilinmelidir ki, tevhid üçtür. Tevhid demek Hakk’ın bir ve tek olduğunu kalp ile kabul ve zevk etmektir. Birincisi: Tevhid-i Ef’al, tevhid-i ef’al demek; yaratılmış olanların tamamı yüce Allah’ın işi olduğunu bilip ve görülen her işin yanında, yani o işin aynasında işleyici ve tek sevgili olan Hakk’ı müşahede etmektir.
İkincisi: Tevhid-i Sıfat, tevhid-i sıfat demek; halkta görünür olan sıfat aynasından Hazreti ma’şûku (sevgiliyi) müşahede etmektir.
Üçüncüsü: Tevhid-i Zat, tevhid-i zat demek; yaratılmışlar olan halkın tamamını hulul ve ittihat (bir şeyin diğer bir şeye girmesi ve iki şeyin birleşmesi) olmaksızın Hakk’ın zatı ile vücutları (varlıkları) bir olduğunu zevk ve gerçeğini görme yönüyle bilip halk aynasından ma’şuk olan zatı müşahede etmektir. Mertebe-i Sıddîkıyye (kesin doğruluk mertebeleri) olarak ifade edilen bu üç kısım tevhitten ibarettir. Fakat Kurb (yakın olma, yakınlık, yakın bulunma) mertebesi ittihat (birlik, birlikte olma, fikir birliğinde olma)’tan ibarettir. İttihadın dört makamı vardır.
Birincisi: Makam-ı Cem, makam-ı cem demek; Hakk’ı görünür (zahir) halkı batın (iç, görünmez) olarak müşahede etmektir. Ki, bu konuyu Hz. Peygamber (s.a.v) efendimiz:  Allah, kulunun kulağı, gözü, dili, eli ve ayağı olup.  O kul, onlar ile işitir, görür, tutar ve yürür.” Ve Allah onun dilinden der ki: “Allah işitti hamd edeni” Kul cevap verme ile: “Hamd edişim sanadır Rabbim”  sözüyle ifade etmiştir. Bu makamda halk Hakk’a ayna oldu ve kendilerinden Hak görünür oldu.
İkincisi: Hazretü’l-Cem, hazretü’l-cem demek; halkı görünür, Hakk’ı ise batın olarak müşahede etmektir. Ki, kutsi hadiste haber verildiği üzere: “Ben onun gören gözü, işiten kulağı, tutan eli, yürüyen ayağı olurum.” denilmiştir. Ve diğer organ ve kuvvetleri, bu makamda ayna oldu. Hak aynasından görünen halk oldu.
Üçüncüsü: Cem’ül-Cem, cem’ül cem’ demek; batın-zahir tamamını Hak olarak müşahede etmektir. Ki, ayette haber verildiği üzere: Hadid suresinde, 57/3. O’ Evvel’dir, O’ Âhir’dir, O’ Zâhir’dir, O’ Bâtın’dır. Buyrulmuştur. Bu makamda batın olan mutlaktır, zahir olan mukayyettir. Evvel mutlaktır, Ahir mukayyettir. Tamamı Hak’tır.
Dördüncüsü: Ahadiyyetü’l-Cem’, ahadiyyetü’l-cem demek; Makam-ı Muhammed’idir. Hazreti Muhammed(s.a.v)ayağı, adımı üzere olan ona ulaşır. Cem’ül-Cem “Kabe kavseyn”dir. Ahadiyyetü’l-Cem “Ev edna”dır. Makam-ı Ahadiyyetü’l-Cem’ demek; mukayyetten kaydı kaldırmaktır. Yüce Allah ayette buyurdu ki, 28/88. Her şey yoktur, sadece tek olan Allah’ın zatı vardır.                                                                                           
                                  PİR SEYYİD MUHAMMED NUR ARABÎ

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...