Nisa Suresi’nin 1-55.Ayet Tefsiri...BİRİN DEVAMI
ALLAH’IN HÜKMÜ
Arkasından yüce Allah’ın bu İslâm sisteminde evlilik ve aile kurumuna ilişkin tüm hükümlerini kapsayan birbirine bağlı üç tane ayeti geliyor. Yüce Allah’ın bu hükümleri yasallaştırmaktaki amacı müslüman toplumu daha önce içinde debelendiği cahiliye bataklığından çıkarmak, bu toplumu psikolojik, ahlâki, sosyal yönlerden sonraları görülen yüksek, parlak ve temiz doruğa tırmandırmaktır. Okuyacağımız bu yorum ayetleri, yüce Allah’ın bu hayat sistemini, bu hükümleri, bu yasal düzenlemeleri ve bu sosyal kurumları ortaya koymakla dilediklerinin mahiyetini, bunun yanısıra şehevî içgüdülerine uyarak yüce Allah’ın sistemine sırt çevirenlerin asıl maksatlarının ne olduğunu açıklıyor:
26- Allah size, helâl ile haramı açıkça bildirmek, sizden öncekilerin yararlı geleneklerini tanıtmak ve günahlarınızı bağışlamak ister. Allah herşeyi bilir ve hikmet sahibidir.
27- Allah sizin tevbelerinizi kabuk etmek ister. Oysa nefislerinin arzuları peşinden koşanlar sizin büyük bir sapıklığa düşmenizi isterler..
28- Allah yükümlülüklerinizi hafifletmek ister. Çünkü insan zayıf yaratılmıştır.
Yüce Allah, kullarına lütfederek koyduğu yasaların hikmetlerini kendilerine açıklıyor, onlara hayatlarında rehber edinmelerini istediği sistemin içerdiği yararları ve kolaylıkları tanıtıyor. Allah, kullarını bu doruğa, kendileri ile konuşma doruğuna yükselterek onurlandırıyor. O, bu dorukta, koyduğu yasaların hikmetlerini kullarına anlatıyor, kendilerine açıklayıcı bilgi vermek istediğini vurguluyor. Okuyoruz:
“Allah, size helal ile haramı açıkça bildirmek istiyor.”
Yüce Allah, size hikmetleri açıklamak istiyor; sizin bu hikmetleri görmenizi, üzerlerinde kafa yormanızı, bu hikmetlere açık gözlerle, kavrayıcı akıllarla ve kucaklayıcı kalplerle yaklaşmanızı istiyor. Çünkü bu hikmetler ne birer muamma ve bilmecedir ne de gerekçesiz ve amaçsız birer oldu-biatidir. Sizler bu hükümlerin hikmetlerini kavrayacak yetenektesiniz, bu hikmetlerin açıklanmasına muhatap olmaya lâyıksınız.
Görüldüğü gibi burada insanı onurlandırmak vardır. Bu onurlandırmanın çapını ancak ilâhlığın ve kulluğun mahiyetini kavrayanlar anlayabilirler, bu nazik lütufkârlığın çapını ancak onlar idrak edebilirler. Devam ediyoruz:
Sizden öncekilerin yararlı geleneklerini size tanıtmak istiyor.”
Bu sistem, yüce Allah’ın tüm müminler için ortaya koyduğu, yasallaştırdığı bir sistemdir. Bu sistemin prensipleri değişmezdir, ilkeleri aynıdır, amaçları ve hedefleri süreklidir. Bu sistem gerek önceki gerek sonraki tüm mümin topluluğun, çağlar boyunca iman kervanının, inanç kafilesinin bir araya getirdiği tek ümmetin sistemidir.
Kur’an-ı Kerim, bu ifadesi ile, her zaman ve her yerde yüce Allah’ın doğru yolundan giden inanmış toplulukları birleştiriyor, Allah’ın sisteminin her zaman ve her yerde aynı olduğunu açıklığa kavuşturuyor, müslüman cemaatı ve bu cemaatın oluşturduğu kesintisiz inanç kervanını tarihin uzun, maceralı yolu boyunca bir araya getiriyor.
Ayetin yansıttığı bu bakış açısı mümini; aslının, ümmetinin, hayat sisteminin ve yolunun bilincine erdirici bir nitelik taşır. Mümin, yüce Allah’a inanan bu ümmetin bir üyesidir. Bu ümmeti, yer ve zaman farklılığına, yurtların ve deri renklerinin değişik olmasına rağmen bu ilâhi sistemin oluşturduğu ortak bağ birleştiriyor, yüce Allah’ın her kuşaktan ve her topluluktan müminler için belirlediği ortak yol bu ümmetin bireylerini birbirine bağlıyor. Nitekim Allah:
“O, tevbelerinizi kabul etmek (günahlarınızı bağışlamak) ister” buyuruyor.
Yüce Allah size rahmetini yansıtmak, tökezlemelerinizden, günahlarınızdan dolayı tevbe edesiniz diye elinizden tutmak, gideceğiniz yolu belirlemenizi sağlamak ve bu yolda ilerlemenizi kolaylaştırmak için size helâl ile haramı açıklıyor ve daha önceki ümmetlerin yararlı uygulamalarını tanıtıyor. Çünkü:
“Allah her şeyi bilir ve hikmet sahibidir.”
Buna göre bu yasal düzenlemeler bilgiden ve hikmetten kaynaklanıyor; bu direktifler bilgiye ve hikmete dayanıyor. O sizin iç dünyanızı, içinde bulunduğunuz şartları, neyin yararınıza olduğunu, neyin sizi yararlı hale getireceğini bildiği gibi O’nun hayat sistemi hem yapısı ve hem de uygulama yolları bakımından mutlaka hikmet içerir.
“Allah sizin tevbenizi kabul etmek ister. Oysa nefislerinin arzuları peşinden koşanlar sizin bir sapıklığa düşmenizi isterler.”
Bu kısa ayet, yüce Allah’ın insanlara önerdiği sistemi ve yolu aracılığı ile onlar için ne istediğini, buna karşılık nefislerinin arzuları peşinden giderek yüce Allah’ın sisteminden sapanların istediklerinin ne olduğunu son derece yalın ve gerçekçi bir ifade ile açıklıyor. Bir kere şunu belirtelim ki, yüce Allah’ın sistemine yan çizen herkes nefsinin arzuları peşinden gidiyor demektir. Buna göre ortada tek sistem vardır ki, o da; ciddiyet, rotadan çıkmama ve bağılık yoludur. Bunun dışında kalan her yol nefis köleliği, ihtiras ve şehvet tutsaklığı, sapıklık, yoldan çıkmışlık ve şaşkınlık yoludur.
Acaba yüce Allah insanlara sistemini anlatmakla ve onlar için yasalar koymakla neyi murad ediyor? İstediği şey onların tevbelerini kabul ederek günahlardan arınmalarını sağlamak, doğru yola girmelerini özendirmek, bu yolda yürürken tökezlemelerini önlemek ve yüce doruğa tırmandıran merdivenin basamaklarını bir bir çıkmalarına yardımcı olmaktır.
Peki, nefislerinin arzuları peşinden sürüklenenlerin, Allah’ın iznine dayanmayan ve O’nun yasaları ile bağdaşmayan düşünce akımlarını ve sosyal düzen kaynaklarını insanlara cazip göstermeye çalışanların istedikleri nedir? Onlar da insanları bu doğru yoldan, doruğa ulaştırıcı merdivenin basamaklarından ve bu sapmasız rotadan büyük oranda saptırmak isterler.
Şimdi yukarda okuduğumuz ayetlerin konu edindikleri özel bir alam ele alalım. Bu alan; aile yuvasını düzenleme, toplumu fuhuş mikroplarından arındırma, yüce Allah’ın hoşlandığı tek temiz kadın-erkek arası birleşme biçimini belirleme, bunun dışında kalan kadın-erkek arası birleşme biçimlerini yasaklama, yüce Allah’ın istemediği bu birleşme şekillerini insanların gözlerinde ve kalplerinde kınama ve değersizleştirme alanıdır. Acaba bu özel alan ile ilgili olarak yüce Allah’ın murad ettikleri ile nefislerinin arzuları peşinde sürüklenenlerin istedikleri nelerdir?
Yüce Allah’ın bu alandaki muradının ne olduğunu bu sûrenin konu ile ilgili ayetleri açık açık ortaya koyuyor. Bu ayetlerde dile gelen istek; aile yuvasını belirli bir düzene oturtmak, toplumu fuhuş mikroplarından arındırmak, yaşamayı kolaylaştırmak ve her durumda müslüman cemaatin yararını sağlama bağlamaktır.
Nefislerinin arzuları peşinden sürüklenenler ise bu alanda şu amaçları güdüyorlar: Onlar içgüdüleri, her türlü dinî, ahlâki ve sosyal bağdan çözmek, koparmak istiyorlar. Onlar ateşli cinsiyet içgüdüsünün taşkınlığı önündeki bütün engelleri, her türden dizginleyici mekanizmayı ortadan kaldırıp bu içgüdüyü tamamen başıboş bırakmak istiyorlar. Oysa eğer bu ateşli içgüdü başıboş biçimde taşmaya bırakılırsa onun azgınlığı karşısında ortada; ne kalp huzuru, ne sinir sağlığı, ne ev dirliği, ne ırz dokunulmazlığı kalır ve ne de aile yuvası ayakta durabilir. Bu adamlar insanların birer hayvan sürüsü olmasını istiyorlar. Kuvvet üstünlüğünden, kurnazlıktan veya kör tesadüften başka hiçbir kurala bağlı olmaksızın erkeklerin dişileri üzerine çullandıklarını gördüğümüz birer hayvan sürüsü! Bu adamlar, bütün bu yıkıcılığı, bütün bu bozgunculuğu, bütün bu kötülüğü özgürlük adına yaparlar. Oysa bu anlamdaki bir özgürlük sadece şehvet tutsaklığının ve içgüdü köleliğinin başka bir adıdır.
İşte yüce Allah’ın, müminleri sakındırdığı büyük sapıklık budur. Yüce Allah, müminleri şehevi arzularının tutsağı olmuş bu kişilerin kendilerine yönelik emellerine kapılmamaya çağırıyor. Bu adamlar İslâm toplumunu sözünü ettiğimiz ahlâk alanında tekrar cahiliye dönemine döndürmek için olanca gayretlerini her dönemde sarf etmişlerdir. Oysa İslâm toplumu tutarlı ve temiz ilâhi sistem sayesinde bu ahlâk alanında diğer toplumlara karşı kesin bir üstünlük sağlamış, parmakla gösterilir bir rakipsizliğe ulaşmıştır. Günümüzün seviyesiz kalemlerinin ve güdümlü propaganda araçlarının amacı da aynıdır. Bunlar toplumda hayvanî başıboşluğa karşı direnen son engelleri de ortadan kaldırmak istiyorlar. Oysa insanlığı bu hayvanî başıboşluktan, bu içgüdü anarşisinden yüce Allah’ın sisteminden başka hiçbir şey kurtaramaz. Bu kurtuluş ne zaman? İnşaallah; yüce Allah’ın bu sistemi, mümin topluluklar eli ile yeryüzünde egemenliği gerçekleştiği zaman.
ZAVALLI İNSANLAR
Okuduğumuz geniş kapsamlı yorum ayetlerinin sonuncusu, yüce Allah’ın yasallaştırdığı sistem ve hükümlerde insanın güçsüzlüğünü merhameti ile dengelediğini, herkesten iyi bildiği bu güçsüzlüğe devâ olan kolaylıklar tanıdığını, yasal düzenlemelerinde her zaman yükümlülükleri hafif tutmayı gözettiğini; zorluğu, sıkıntıyı, zarar vermeyi ve zarara uğramayı istemediğini açıklıyor. Okuyoruz:
“Allah sizin yükümlülüklerinizi hafifletmek ister. Çünkü insan zayıf yaratılmıştır.”
Bir önceki ayetin çözüm alanına giren konulardaki içerdiği yasal düzenlemelerde, hükümlerde ve direktiflerdeki hafifletmeye yönelik ilâhi irade son derece belirgindir. Bu irade, fıtrî içgüdülerin birer psikolojik realite olarak tanınmasında, bu içgüdülerin isteklerini karşılayan yasal düzenlemelerin getirilmesinde enerjilerinin verimli, güvenli ve yararlı alanlara yöneltilmesinde ortaya çıkar. Ayrıca tatminlerinin temiz, arınmış ve yücelmiş bir ortamda gerçekleştirilmesinde, bunalıma ve sapık davranışlara yol açacak biçimde baskı altında tutulmalarından kaçınılmasında ve bunun yanında sınırsız ve kayıtsız tatmin arama yollarında başıboş bırakılmamalarında somutlaşır.
İnsan hayatını düzenleyen ilâhi sistemin kapsamına aldığı genel hayat alanına gelince, bu alandaki hafifletmeye yönelik ilâhi irade de belirgindir. Bunun somut göstergesi yüce Allah’ın insan fıtratını, insanın gücünün sınırlarını ve gerçek ihtiyaçlarını bir bütün olarak gözetmesi, yapıcı insan enerjilerini özgür bırakması, bu insan enerjilerinin etrafında heder olmalarını ve kötüye kullanılmalarını önleyecek koruyucu duvarlar örmesidir.
Çoğu kimse, -özellikle kadın-erkek ilişkilerinde- yüce Allah’ın sistemine bağlı kalmanın zor ve sıkıntılı, buna karşılık nefislerinin arzuları peşinden sürüklenenlerin başıboşluk yolunu izlemelerinin kolay ve mutluluk verici olduğunu sanır. Bu kocaman bir saplantıdır. Farz edelim ki, içgüdüleri bütün sınırlayıcı engellerden kurtarılarak tamamen başıboş bırakılmış; insan her davranışında sırf içgüdüsel hazzı arar olmuştur. Hazzın. tek belirleyici faktör olarak baş köşeye kurulduğu böyle bir ortamda “sorumluluk” bilincinin adı anılmaz olmuş; insanlar dünyasında kadın-erkek ilişkilerinin amacı, bu ilişkilerin hayvanlar dünyasındaki amacı ile tamamen özdeşleşmiş; karşı cinsler arasındaki ilişkiler her türlü ahlâkî sınırlamadan ve sosyal sorumluluktan soyutlanmış olsun. Bütün bunlar ilk bakışta kolaylık rahatlık ve özgürlük olarak görünürler. Oysa aslında birer sıkıntı, zorluk, bunalım ve ağır yüktürler. Bunların sarsıcı sonuçları sosyal hayatta -hatta bireysel hayatta- üzücü, yıkıcı ve mahvedicidir.
İsterseniz bu alanda din, ahlâk ve utanma duygusunun kayıtlarından sıyrılarak “özgür”leşen günümüz toplumlarının durumuna kısaca göz atalım. Böylesine üstünkörü bir bakış bile kalplere dehşet salmak için yeterlidir. Tabii ki, eğer ortada duyarlılıklarını yitirmemiş kalpler varsa!
Bilindiği gibi kadın-erkek ilişkileri alanındaki anarşi eski uygarlıkların yıkılmalarında birinci derecede rol oynayan bir faktör olmuştur. Bu faktör; Eski Yunan uygarlığını, Roma uygarlığını, eski İran (Pers) uygarlığını yıkmış, tarihin karanlığına gömmüştür. Yine aynı anarşi günümüz Batı uygarlığını da yıkmaya başlamıştır. Bu yıkılışın belirtileri sözünü ettiğimiz anarşi alanında öteden beri başı çeken Fransa’nın sosyal çalkantılarında iyice su yüzüne çıkarken aynı yıkılış belirtileri Amerika’da, İsveç’te, İngiltere’de ve çağdaş Batı uygarlığının şemsiyesi altına giren diğer bütün devletlerde de açıkça görülmeye başlamıştır.
Bu anarşinin belirtileri ilk önce Fransa’da ortaya çıktı. Bu yüzden bu devlet, 1870 yılından günümüze kadar girdiği bütün savaşlarda hep dize geldi. Bu devlet tam bir çöküşe doğru gidiyor. Bütün göstergeler bu gerçeği ortaya koyuyor. Bu çöküşün birinci dünya savaşından sonra gitgide daha da belirginleşen belirtilerinin başlıcaları şunlardır:
“Şehvet tutsaklığının Fransızlar üzerinde meydana getirdiği ilk olumsuz etki organik güçlerinin sarsılması ve günden güne zayıflaması oldu. Sürekli cinsel gerginlik sinirlerini zayıflatmış, şehvetperestlik direnme ve karşı koyma güçlerini neredeyse tüketmiş, zührevi hastalıkların hızla yayılması sağlıklarını alt-üst etmişti. Bu yüzden yirminci yüzyılın başından itibaren her birkaç yılda bir askerî yetkililer, orduya başvuran gönüllülerde aranan organik güç ve vücud sağlığı seviyeleri düzeyinin düşük olduğunu görmüşlerdir. Çünkü daha önce belirlenen sağlık ve beden gücü normlarına sahip gençlerin oranı toplumda gitgide azalıyordu. Bu durum, tıpkı sıcaklık derecesini ölçen bir termometre gibi, Fransız milletinin uğradığı organik güç aşımını kanıtlayan güvenilir bir göstergedir.’
Bu çöküntünün başta gelen sebeplerinden biri yıkıcı zührevi hastalıklardır. Bunun bir kanıtı şudur: Birinci dünya savaşının ilk iki yılında Fransız hükümetinin çeşitli zührevi hastalıklara yakalanmış oldukları gerekçesi ile görevden muaf tutarak hastanelere sevk ettiği askerlerin sayısı yetmiş beş bine varmıştı. Sadece orta büyüklükteki bir askeri birlikte bu tür hastalıklara yakalananların sayısı iki yüz kırkikiye ulaşmıştı.
Şimdi Allah aşkına, bu zavallı milletin halini düşününüz. Bir yandan bir ölüm-kalım mücadelesi ile karşı karşıyadır, yani güvenliğinin sağlanması ve varlığının devamı için eli silah tutan her evlâdının fedakârlığına son derece muhtaç bir durumdadır. Her Fransız vatandaşı rahat yaşamasını sağlayacak geçim imkânlarına fazlası ile sahiptir. Buna göre yurt savunması uğruna daha çok fedakârlıklarda bulunması, daha büyük bir çaba, daha çok zaman ve. maddî imkân harcaması beklenir. Oysa öte yanda binlerce genç evlâdı cinsel hazlara dalışlarından dolayı normal yurt savunması görevlerini yerine getiremez duruma düşüyorlar. Bu hasta gençlerin milletlerinin başlarına getirdikleri yıkım bu kadar ile de kalmıyor. Ayrıca böyle bir ana-baba gününde milli servetlerinin bir bölümünün bu tür hastalıkların tedavisi için harcanmasına yol açıyor.
“Mr. Lyrie adlı, uzman bir Fransız doktoru şöyle diyor; `Fransa’da her yıl otuz bin kişi bel soğukluğu ve bununla bağlantılı olarak zührevî hastalıklar sonucu ölüyor. Bu hastalık, Fransızlar arasında “Dük” sıtmasından sonra en çok ölüme yol açan bir hastalık haline gelmiştir.’
Bu sonuç cinsel anarşinin yol açtığı hastalıklardan sadece birinin acı bilânçosudur. Bu anarşiden kaynaklanan diğer birçok hastalığın yıkımı ise bu hesaba dahil değildir.”
Fransa’da nüfus artış hızı tehlikeli oranda düşüyor. Çünkü cinsel arzuları tatmin etmenin kolaylığı, kadın-erkek ilişkilerinin başıboşluğu, gebeliği ve doğumu önleme imkânı ne aile yuvası kurmaya ne kurulmuş yuvaların uzun ömürlü olmasına ve ne de geçici cinsel ilişkiden doğan çocukların sorumluluğunu yüklenmeye elverişli bir ortam bırakmıyor. Bu yüzden evlilikler azalmakta, üreme oram düşmekte ve Fransa büyük bir uçuruma doğru yuvarlanmaktadır.
“Günümüz Fransa’sında evli erkek ve kadınların genel nüfusa oram binde yedi ya da binde sekiz kadardır. Bu oranın düşüklüğünü göz önüne alarak bu ülkede nüfusun evlenmemiş kesiminin ne kadar yüksek oranda olduğunu kestirebilirsiniz. Ayrıca bu çok az orandaki Fransız evlilerin de son derece az bir bölümü iffetli olmak ve eşlerine bağlı kalmak niyeti ile evlenir, tersine Fransa’da çiftler evlenirken sözünü ettiğimiz bu amacın dışındaki her amacı taşırlar.
Öyle ki, bu çiftlerin çoğunun evlilik amacı, kadının evlilik öncesinde peydahladığı gayri meşrû çocuğa meşrûluk konumu sağlamak, onu normal ana-babalı çocuk haline getirmektir.
Nitekim Paul Pierrot adlı yazarın belirttiğine göre Fransa’da çalışan kadınlar arasında şöyle bir yaygın uygulama vardır: Kadın, evleneceği erkekten nikâhtan önce doğurduğu çocuğu nüfusuna geçirecek diye söz alır ve ancak ondan sonra evlenir. Nitekim Siene kasabası Hukuk Mahkemesi’nde boşanma davası açan bir kadın ifadesinde şöyle diyordu: “Ben kocama daha evlenmeden önce açıkça söylemiştim. Onunla evlenmekteki tek amacım aramızda daha önceki ilişkilerimizin sonucu olarak dünyaya getirdiğim çocuklara meşrûluk kazandırmaktı. Onunla birlikte yaşamaya, kendisi ile karı-koca ilişkisi kurmaya gelince böyle bir şeyi ne evlenirken düşünmüştüm ve ne de şimdi düşünüyorum. Bu yüzden evlendiğimiz günün akşamından beri eşimden ayrıldım ve bu güne kadar onunla aramızda hiçbir ilişki olmadı. Çünkü ben onunla birlikte yaşamayı, karı-koca hayatı sürdürmeyi hiç bir zaman düşünmedim.”
Paris’teki ünlü bir fakültenin dekanı, sözünü ettiğimiz yazar Paul Pierrot’a bu konuda şunları söylüyor; “Gençlerin çoğu evliliği, kadınlara karşı bir baskı aracı olarak kullanmak için istiyorlar. Bu da şöyle oluyor: Bu gençler on yıl kadar, hatta bazan daha uzun bir süre tamamen başıboş bir cinsel hayat yaşıyorlar. Fakat gün geliyor, bu bunalım ve gerginlik dolu hayattan bıkıyorlar, bu yüzden belirli bir kadınla evleniyorlar. Amaçları eşlerine sadık bir koca olmak değil, aile hayatının huzur ve rahatı ile evlilik dışı gayri meşru ilişkilerin hazzını birlikte yasamaktır.”
İşte Fransa bu şekilde sarsıntıya düşmüş, böylece girdiği her savaşta yenilgiye uğramış ve günden güne önce uygarlık sahnesinden, arkasından da varlık sahnesinden kaybolma yoluna girmiştir. Böylece yüce Allah’ın kesin ve değişmez kanunu gerçekleşmiştir. Gerçi bu değişmez kanunun süreci, insanın aceleci gözlemine göre ağır işler ama mutlaka bir gün hükmünü yürürlüğe koyar.
Şimdi de henüz bu yıkını göstergelerinin belirgin bir şekilde bünyelerinde görülmediği ve Fransa’ya göre genç sayılan diğer bazı devletlere bakalım ve bu toplumlarda neler olup bittiğine ilişkin bazı örnekler verelim:
Yakınlarda İsveç’i ziyaret eden Mısırlı bir gazeteci, bu ülkede gördüğü sevişme özgürlüğünü yüksek düzeyli maddî refahı ve örnek bir sosyalizmin ürünü olarak ortaya çıkan sosyal güvenlik sisteminin mükemmelliğini anlattıktan sonra sözlerine şöyle devam ediyor:
“Diyelim ki, ideallerimiz beklentilerimizi aşan bir oranda gerçekleşti de İsveç halkının ulaştığı ekonomik gelişmişlik düzeyini kendi halkımız için de sağladık. Onların uyguladıkları başarılı sosyalist yöntemlerle ülkemizdeki sınıflar arası farkları giderdik ve yurttaşlarımızı insan aklına gelebilecek her türlü sosyal engel karşısında güvenceye kavuşturduk. Fakat bütün gücümüzle, bütün imkânlarımız ile Mısırda pratiğe yansıtmaya çalıştığımız bu parlak rüya gerçekleştiğinde acaba bu kalkınmanın diğer sonuçlarına da katlanabilecek miyiz? Acaba bu örnek toplumun siyah yüzünü kabul edebilecek miyiz? Acaba “sevişme özgürlüğü”nü ve bu özgürlüğün aile kurumuna yansıyan yıkıcı sonuçlarını benimseyebilecek miyiz?”
İŞTE İSTATİSTİKLER
Bırakın da rakamlarla konuşalım…
Rahat yaşamayı sağlayan ve aile yuvası kurmayı kolaylaştıran bunca özendirici önlemlere rağmen İsveç’te nüfus artış hızı sürekli düşme eğilimi gösteriyor. Genç kızlara evlilik yardımları yapılmasına, sonra da doğacak çocuklarına üniversiteyi bitirinceye kadar bedava okuma ve yaşama sağlanmasına rağmen İsveçli aileler sürekli çocuktan kaçınma ve çocuk edinmeme yolundadırlar.
Buna paralel olarak evlilik oranı gitgide düşüyor ve gayri meşrû doğumların oranı günden güne yükseliyor. Bunlarla bağlantılı olarak büluğ çağına ermiş kızların ve erkeklerin yüzde yirmisi hiç evlenmiyor.
İsveç’te sanayi devrimi, sosyalist rejimin kuruluşu ile aynı yılda, yani 1870 yılında başlar. O yıl evli olmayan anaların, tüm analar içindeki oranı yüzde yedi idi. 1920 yılında bu oran yüzde onaltıya yükseldi. Bu konuda daha sonraki yıllara ilişkin rakamları gösteren istatistik bilgi bulamadım. Fakat sözünü ettiğimiz oranın daha sonraki yıllarda sürekli biçimde arttığı kuşkusuzdur.
İsveç’te bir çok bilimsel kurum “Özgür sevişme” konusunda çok sayıda anket düzenledi. Bu anketlerin ortak sonuçlarına göre, gerek erkekler ve gerekse kızlar evlenmeden önce cinsel ilişkiye girişiyor, bu evlilik öncesi cinsel ilişki yaşı ortalama olarak erkeklerde onsekiz, kızlarda onbeştir. Gençlerin yüzde doksan beşi yirmi bir yaşında mutlaka cinsel ilişki deneyimi yaşıyor.
Eğer “Özgür sevişme” taraftarlarını inandıracak daha ayrıntılı rakamlar verecek olursak bu cinsel ilişkilerin yüzde yedisinin nişanlılar arasında, yüzde otuz beşinin sevgililer arasında ve geriye kalan yüzde elli sekizinin de geçici arkadaşlar arasında gerçekleştiğini belirtmeliyiz.
Eğer yi-mi yaşından önce erkekler ile cinse( ilişki kuran kadınların bu ilişkilerinin istatistik analizini yaparsak bu kadınların sadece yüzde üçünün kocaları ile, yüzde yirmi yedisinin nişanlıları ile ve kalan yüzde altmış dördünün geçici arkadaşları ile ilişki kurduklarını belirleriz.
Bu konudaki bilimsel araştırmalardan elde edilen sonuçlara göre İsveçli kadınların yüzde sekseni evlenmeden önce tam seksüel anlamı ile cinsel ilişki deneyimi yaşamış ve yüzde yirmisi hiç evlenmemiştir.
`Sevişme özgürlüğü” doğal olarak şu üç sonucu vermiştir: Evliliğin ileri yaşlara sarkması, uzun nişanlılık dönemi ve daha önce dediğim gibi gayri meşrû çocuk oranının artması.
Bütün bunların doğal sonucu olarak aile yuvalarının bozulma oranı sürekli artma eğilimindedir. İsveçliler “sevişme özgürlüğü”nü şöyle savunurlar “İsveç toplumunda, evli çiftlerin birbirlerini aldatmaları, diğer uygar toplumlarda olduğu gibi, ayıplanan, kınanan bir davranıştır”. Bu iddia doğrudur, ona karşı diyecek bir sözümüz yok. Fakat onlar, İsveç halkının neslinin tükenmeye yüz tutmuş olmasını ve sonra boşanma oranında gözlenen sürekli ve korkunç artışı savunamazlar.
Dünyadaki en yüksek boşanma oranı İsveç’tekidir. Nitekim sosyal güvenlik bakanlığının resmi rakamlarına göre her altı ya da yedi evlilikten biri boşanma ile sonuçlanıyor. Bu oran önceleri düşüktü; fakat gitgide sürekli yükseldi. Meselâ 1925 yılında her yüzbin evli çiftin sadece yirmi altısı boşanmıştı. 1952 yılında bu oran yüzbinde yüz dörde çıktı, 1954′de ise yüzbinde yüz ondörde yükseldi.
Bunun başta gelen sebebi şudur: Evliliklerin yüzde otuzu kadınlar hamile kaldıktan sonra ve bu durumun zorlayıcı baskısı altında gerçekleşiyor. Doğaldır ki, zorunluluk altında yapılan evlilikler, normal evlilikler gibi dayanıklı ve uzun süreli olamıyor. Boşanmayı özendiren diğer bir faktör de İsveç kanunlarının bu konuda herhangi bir engelleyici tedbire yer vermemiş olmalarıdır. Eğer karı-koca aralarında anlaşarak boşanmak istediklerini bildirirlerse iş son derece basittir. Fakat eğer taraflardan sadece biri boşanmak isterse o zaman da mahkemeye sunacağı en sudan sebep boşanma kararı vermeye gerekçe olabiliyor.
İsveç’te “Sevişme özgürlüğü” nasıl güvence altında ise halk çoğunluğu arasında son derece yaygın olan bir başka özgürlük daha var. Bu özgürlük Allah a inanmama (Ateizm) özgürlüğüdür. Bu ülkede kilise otoritesine karşı baş kaldırma, kilise denetiminden sıyrılma akımları son derece büyük desteğe sahiptir. Bu görüntü Norveç ve Danimarka toplumlarında da egemendir. Üniversitelerde ve enstitülerde öğretim üyeleri bu özgürlüğü hararetle savunuyorlar ve bu akımı genç kuşakların beyinlerine yerleştirmeye çalışıyorlar.
Genç kuşak sürekli sapıklıklar peşinde. Bu görüntü gerek İsveç ve gerekse diğer İskandinav ülkelerinde gençliğin geleceğini tehdit eden tehlikeli bir olgu olarak dikkatleri çekiyor. Gençlerin inançtan yoksun olmaları onları sapık davranışların, alkollü içki ve uyuşturucu bağımlılığının kucağına atıyor. Alkolik babalı çocukların sayısının yüz yetmiş beş bin dolaylarında olduğu hesaplanmış. Bu rakam tüm İsveç’li çocuk nüfusunun yüzde onunu oluşturur. Yetişkin gençler arasındaki alkol bağımlılığı oranı katlanarak artıyor. Polis tarafından alkol koması halinde yakalanan onbeş-onyedi arası yaştaki gençlerin toplamı onbeş yıl önce aynı suçtan yakalanan aynı yaşlardaki gençlerin üç katına yükselmiş durumdadır. Yetişkin yaşlardaki kadın ve erkekler arasında alkollü içki düşkünlüğü günden güne kötüden daha kötüye doğru ilerliyor. Bu olgu şu korkunç gerçeği beraberinde getiriyor:
Bulûğ çağına ermiş gençlerin onda biri mutlaka şu ya da bu oranda akıl ve ruh hastalıklarına yakalanıyor. İsveçli doktorlar tedavi ettikleri hastaların yüzde ellisinin organik bir hastalık yanında aynı zamanda akıl ve ruh hastalıklarından da şikâyetçi olduklarını belirtiyorlar. Sözünü ettiğimiz “İnançsızlık özgürlüğü” daha da yayıldıkça bu psikolojik bunalımların ve sapıklıkların katlanarak artacağı, aile yuvasının çözülüşünün daha da hızlanacağı ve bu gidişin İsveç milletini soyunun kesilmesi uçurumunun eşiğine getireceği kuşkusuzdur.
Amerika’daki durum da bundan daha farklı değil. Kötü geleceği haber veren çığlıklar ardarda yükseliyor, ama delikanlılık çağını yaşayan Amerikan toplumu bu çığlıklara hiç kulak asmıyor. Fakat dış görünüşün alımlı parlaklığına rağmen yıkıcı faktörler bu toplumun yapısını için için kemiriyor, etki alanlarını hızla genişletiyorlar. Bu doludizgin yozlaşma, dış görünüşün bütün göz kamaştırıcılığına rağmen son derece hızlı bir iç döküntünün felâketini haber veriyor.
Amerika ve İngiltere’de bu ülkelerin askeri sırlarını düşmanlarına satan casusluk şebekelerine ilişkin soruşturmalardan elde edilen sonuçlara göre bu şebekeler, söz konusu millî sırları paraya ihtiyaçları olduğu için düşmana satmıyorlar. Bu ihanetlerinin asıl sebebi toplumlarında egemen olan cinsel anarşinin yol açtığı sapık cinsel ilişki tutkunluğu olarak ortaya çıkıyor.
Bundan bir kaç yıl önce Amerikan polisi birçok eyalette kolları olan büyük bir gizli şebeke ortaya çıkarmış. Şebekenin elemanları avukatlar ve doktorlardan, yani aydın kesiminin en üst zümrelerinden oluşmuş. Şebekenin marifeti boşanmak isteyen kadın ve erkeklerin eşlerini kiralık adamları ile zina halinde yakalatarak boşanmalarına yardımcı olmak. Çünkü bazı Amerikan eyaletlerindeki kanunlar eşleri birbirinden boşamak için bu şartın yerine gelmesini, yani eşlerden birinin zina işlerken suçüstü halinde yakalanmasını arıyorlar. İşte bu yüzden eşini sözü geçen şebekenin kiralık adamı ile zina halinde yakalatan taraf karşı taraf aleyhinde boşanma dâvası açma hakkını elde ediyor. Oysa zina işlerken baskına uğrayan taraf, bu şebekenin tuzağına düşmüş oluyor!
Yine Amerika’da faaliyet gösteren bir takım özel detektiflik büroları var. Bunların işi evlerinden kaçan kadınları ve kocaları aramaktır. Bu detektiflerin kaçak eşlerin izlerini sürdükleri bu toplumda eğer evini terk eden erkek geri dönecek olursa eşini evinde mi bulacağı yoksa karısının aşığı ile birlikte kayıplara karışmış olacağı süprizi ile mi karşılaşacağını bilemez. Buna karşılık kadın da sabahleyin evden çıkan kocasından emin değildir, Acaba adam akşam olunca yuvasına mı dönecek, yoksa kendisinden daha güzel veya daha çekici bir kadının ağına mı düşecek? İşte Amerikan toplumunda evli çiftler sürekli olarak sinir sağlığını kökünden mahveden bu tür endişeler, bu tür yıpratıcı stresler içinde yaşarlar.
Bir Amerika Cumhurbaşkanının son zamanlarda yaptığı bir açıklamaya göre askerlik çağına girmiş her yedi Amerikalı gençten altısının askerlik görevi yapmaya elverişli olmadıkları belirlenmiş. Sebebi de gençlerin yaşadıkları ahlâk bunalımı, hatta ahlâk çöküntüsüdür.
Çeyrek yüzyılı aşkın bir süre önce bir Amerikan dergisinde şöyle yazıyordu:
“Şu üç şeytanî faktör, uğursuz kolları ile, dünyamızı sarmıştır. Bunlar ortaklaşa yeryüzünü yangın yerine çevirme yolundadırlar:
1- Hergün biraz daha arsızlaşan ve Birinci Dünya Savaşından beri korkunç bir hızla yayılan çıplak ve müstehcen fuhuş edebiyatı.
2- İnsanların sadece şehevi içgüdülerini gıdıklamakla kalmayan, onlara iffetsizliği özendirici pratik dersler de veren sinema filimleri.
3- Kadınların kıyafetlerinde, daha doğrusu çıplaklıklarında, hızla artan sigara tiryakiliklerinde, hiç bir kuralın sınırlayıcılığı ile bağlı kalmaksızın erkekler ile düşüp kalkmalarında somutlaşan kadın ahlâkının genel düzeyindeki düşüklük.
Bu üç yıkıcı akım toplumumuzda günden güne artan bir hızla yayılıyor. Bu gidişin kaçınılmaz akıbeti Hristiyan uygarlığın, hristiyan toplumun yıkılışı ve sonunda tamamen yok oluşudur. Eğer bu azgın gidişi frenleyemezsek, tarihi sonumuz Romalıların ya da onlar gibi davranan diğer eski milletlerin tarihinin sonuna kesinlikle benzeyecektir. Sözünü ettiğimiz milletleri; şehvet bağımlılıkları, ihtiras tutkunlukları, aralarında yaygınlaşan içki, kadın düşkünlüğü, dans partileri, müzikli ve çalgılı eğlenceler gibi kötü alışkanlıklar yıkılıp yok olmaya götürmüştür.
Peki ne oldu? Olan şu: Amerika bu üç yıkıcı akımın azgın gidişini frenleyemediği gibi, aksine onlara tamamen teslim oldu. Artık bir zamanlar Roma İmparatorluğunun geçtiği yolda hızla ilerlemektedir!
Başka bir Mısırlı gazeteci de bizim gençlerimizin uğradıkları ahlâk çöküntüsünü mazur ve önemsiz göstermek çabası ile Amerika, Fransa ve İngiltere’de gençler arasında kol gezen sapıklıklardan şöyle söz ediyor:
“Amerika’da ergenlik (adolescence) çağına girmiş erkek ve kızlar arasında suç işleme eğilimi son derece yaygınlık göstermiş durumda. Bu yüzden Newyork eyaleti valisi, ıslahat proğramının başına bu meseleyi koyacağını söylüyor… Vali, bu problemi çözebilmek için gençlere yönelik çiftlikler, ıslah yuvaları kurmayı ve çeşitli sportif çalışma proğramları düzenlemeyi plânladı. Fakat özellikle üniversite öğrencisi erkek ve kızlar arasında pek yaygın olan uyuşturucu madde -bu arada kokain ve eroin- bağımlılığına karşı mücadele etmeyi proğramına almadığını, bu işi federal hükümetin sağlık bakanlığının yetkililerine bıraktığını açıkladı.
“İngiltere’de de son iki yıldan beri kadınlara ve genç kızlara yönelik tecavüz olayları artış gösterdi. Bu olayların çoğunda saldırganın ya da suçlunun genç yaşta bir delikanlı olduğu belirlendi. Bu olayların bazılarında ise saldırıya uğrayan genç kızın ya da küçük yaştaki kız çocuğunun cesedi boğulmuş olarak bulundu. Saldırgan bu cinayeti, suçu açığa çıkmasın diye ya da polisteki muhtemel yüzleştirme sırasında kurbanı tarafından tanınıp yakayı ele vermesin diye istiyor.
“Bundan iki ay kadar önce ihtiyar bir adam köyüne giderken yol kenarındaki bir ağacın altında bir delikanlının genç bir kızla zina halinde olduğunu görür. Adam ilişki halindeki bu çiftin yanına giderek elindeki değnekle delikanlıyı dürtüp geri çeker ve “yaptığınız herkesin gelip geçtiği bir yolda yapılacak bir şey değildir” diyerek kendisini azarlar.
Sen misin böyle diyen? Delikanlı hemen ayağa fırlar ve ihtiyarın karnına var gücü ile bir tekme indirerek adamı yere serer. Arkasından da kunduralı ayakları ile adamın başını tekmeler ve bu acımasız tekmelemeler zavallı ihtiyarın başı parçalanana kadar devam eder.
Sonradan belirlendiğine göre delikanlı onbeş ve yanında yatan kız da onüç yaşındadır.”
Amerika’da ülke çapında ahlâki denetimle görevli onbeş kişilik bir komisyonun belirlemelerine göre bu ülke halkının yüzde doksanı öldürücü zührevi hastalıklardan birinin mikrobunu taşıyor. (Bu belirleme “penisilin” ve “streptomicin” gibi modern anti-biyotiklerin bulunuşundan önceki döneme aittir.)
Amerika’nın Danwer kenti hakimlerinden Landsay’ın bir yazısında belirttiğine göre her iki evlilikten biri sonradan boşanma davası konusu olmaktadır.
Dünyaca ünlü tıp bilgini Aleksis Carrel ise “İnsan, Bu Meçhul” adlı eserinin bir yerinde şunları yazıyor:
“Çocuk ishali, verem, difteri, sıtma ve tifo gibi yaygın hastalıkların köklerini kurutma yolundayız, ama bunların yerini sinir ve ruh hastalıkları alıyor. Sinir ve akıl hastalarının sayısı büyük .rakamlara ulaştı. Amerika’nın bazı eyaletlerinde tımarhanelerde gözetim altında tutulan delilerin sayısı, o eyaletlerin diğer tüm hastanelerinde yatan hastaların sayısından fazladır. Delilik gibi çeşitli sinir bozuklukları ve akıl rahatsızlıkları da artma yolundadır. Bu rahatsızlıklar fertleri mutsuz eden ve aileleri yıkan en etkili faktörlerdir. Akıl rahatsızlıkları, uygarlık hesabına mide hastalıklarından çok daha tehlikelidir. Buna rağmen sağlık bilginleri ve doktorlar, şu ana kadar çalışmalarını sadece mide hastalıklarını tedavi etme amacı üzerinde yoğunlaştırmışlardır.”
Okuduğumuz bu seçme yazılarda şaşkın insanlığın, modern cahiliye döneminde şehevi arzularının peşinden sürüklenenlerin ve yüce Allah’ın önerdiği yaşama sistemini benimsemeye yanaşmayanların sözlerine kapıldığı için katlanmak zorunda kaldığı bazı musibetleri dile geliyor. Oysa İlâhi sistem yaratılış itibarı ile zayıf bir varlık olan insana; kolaylık, külfetsizlik getiriyor, onu içgüdülerinin azgınlığından ve şehevî arzularının baskısından kurtararak güvenli bir yola iletiyor, onu tevbe etmeye, islâh olmaya ve her türlü pislikten arınmaya götürüyor. Tekrarlayalım:
“Allah sizin tevbelerinizi kabul etmek ister. Oysa nefislerinin arzularına uyanlar sizin büyük bir sapıklığa düşmenizi isterler.
Allah sizin yükümlülüklerinizi hafifletmek ister. Çünkü insan zayıf yaratılmıştır.”
İKTİSADÎ KONULAR
Bu dersin ikinci bölümünde İslâm toplumunda geçerli olacak olan mâli ilişkilerin bir kısmı işleniyor, bu ilişkilerin uygulanma yolları düzenleniyor, genel anlamda fertler arası mali ilişkilerin dürüst oluşu güvenceye bağlanıyor, arkasından kadınların da tıpkı erkekler gibi mülk edinme ve kazanma haklarına sahip oldukları, hem erkeklerin hem kadınların belirlenmiş payları oranında mülk ve kazanç edinebilmeleri belirtiliyor. Bölümün sonunda cahiliye döneminde ve İslâm’ın ilk yıllarında geçerli olan “velâ sözleşmeleri (Akraba olmayanlara mirastan pay verilmesini öngören sözleşmeler)” konusunda uygulamanın nasıl olacağı anlatılıyor, bu sistemin tasfiye edilmesi gerektiği” mirasın sırf akrabalar arasında bölüştürülmesinin uygun olduğu, artık yeni “vela sözleşmesi” imzalamaktan kaçınılması hükme bağlanıyor:
29- Ey müminler, birbirinizin mallarını gayrı meşru yollar kullanarak değil, karşılıklı anlaşmaya dayalı ticaret yolu ile yiyiniz, kendinizi öldürmeyiniz. Hiç şüphesiz Allah size karşı merhametlidir.
30- Kim zulüm ve saldırganlık yolu ile böyle yaparsa ilerde onu Cehennem ateşine atacağız. Bunu yapmak Allah için gayet kolaydır.
31- Eğer size yasaklanan büyük günahlardan kaçınırsanız, küçük günahlarınızı bağışlar ve sizi onurlu bir konuta yerleştiririz.
32- Aranızda derece farkı doğuran ilahi bağışlara özlem beslemeyiniz. Erkekler kazançlarından pay aldıkları gibi kadınlar da kazançlarından pay alırlar. İstediklerinizi Allah’ın kereminden isteyiniz. Hiç şüphesiz Allah her şeyi bilir.
33- Kadın-erkek herkese ana-babaların, akrabaların ve yeminli sözleşmeler yaptığınız kimselerin miraslarından pay ayırdık. Bu pay sahiplerine paylarını veriniz. Hiç şüphesiz Allah her şeyin şahididir.
Bu ayetler demeti hem eğitim ve hem de kanun koyma zincirinin bir halkasını oluşturur. Zaten İslâm sisteminde eğitim ve kanun koyma işlemleri birbirinden ayrılmaz, ya içiçedirler, ya da birbirlerini bütünlerler. Sebebine gelince; kanun koyma işlemi, pratik hayatı düzenleme amacı güttüğü gibi eğitme amacını da içerir. Bunun yanısıra yasama hükümlerine eşlik eden direktifler bu yasaların amaca uygun biçimde yürürlüğe konmalarını, bu yasaların ciddiliklerini gözeten ve yarar sağlamalarını ön plânda tutan bir bilinç ile uygulanmalarını ve hüküm olma amaçları yanında vicdanları eğitme amacını da göz önünde tutarlar. Ayrıca yasama hükümleri ile bu hükümlere eşlik eden direktiflerin ortak amacı kalbi Allah’a bağlamak, kalbi yasaları ve direktifleri bünyesinde bütünleştiren bu İlâhi sistemin kaynağının bilincine vardırmaktır. Hem pratik hayatın ve hem de insan vicdanının ihtiyaçları ile bağdaşan bu bütünlük, insan hayatını düzenleyen bu ilâhi sistemin karakteristik özelliğidir.
Bu ayetler de müminlere “Birbirlerinin mallarını gayri meşru yollarla yemelerinin” yasaklandığını, mal dolaşımına ilişkin helal kazanç yolunun ticaret yolu olduğunun açıklandığını görüyoruz. Bunun yanısıra “Gayri meşrû biçimde mal yeme” insanın kendi kendini öldürmesi, intihar etmesi, mahvolması, helâk olması benzetmeleri ile ifade ediliyor. Ayrıca böyleleri ahiret azabı ile ve Cehenneme atılmakla tehdit ediliyor. Bir yandan da bağışlama, günahları silme, insan zaaflarına ve kusurlarına hoşgörü ile karşılık verme vaad eden kolaylık müjdeleri ile karşılaşıyoruz.
Yine bu ayetlerde yüce Allah’ın kimi kullarına bağışladığı nimetlere göz dikilmemesini, bunun yerine bir şey isteneceği sırada bağışlama ve lütfetme yetkisini tekelinde bulunduran yüce Allah’a yönelmeyi telkin eden eğitim amaçlı bir uyarı ile karşılaşıyoruz. Bu uyarının hemen arkasından gerek erkeklerin ve gerekse kadınların kazançları oranında hak ve pay sahibi olacaklarını ilkeleştiren hüküm geliyor.
Gerek bu uyarı ve gerekse bu hüküm, ikisi birlikte, “yüce Allah’ın herşeyi bildiği” olgusuna bağlanıyor. Tıpkı bunun gibi akraba olmayan kimselere mirastan pay verilmesini öngören “velâ sözleşmeleri”ne ilişkin tasarruflar ve bu sözleşmeleri yerine getirme emri de “yüce Allah’ın herşeyin şahidi olduğu” olgusuna dayandırılıyor.
Bu mesajların hepsi insanın mahiyetini psikolojik yapısının özelliklerini, bu yapının çok sayıdaki giriş ve sızma yollarını herkesten iyi bilen yüce Allah’tan geliyor ve yasal hükümlerin eşliğinde vicdanları olumlu yönde etkilemeyi amaçlayan eğitici direktifler olarak karşımıza çıkıyorlar.
Şimdi de okuduğumuz bu ayetleri sıra ile incelemeye çalışalım:
“Ey müminler, birbirinizin mallarını gayri meşrû yollar kullanarak değil, karşılıklı anlaşmaya dayalı ticaret yolu ile yiyiniz, kendinizi öldürmeyiniz. Hiç şüphesiz Allah size karşı merhametlidir.”
“Kim zulüm ve saldırganlık yolu ile böyle yaparsa ilerde onu Cehennem ateşine atacağız. Bunu yapmak Allah için gayet kolaydır.”
İlk ayet müminlere yönelik bir sesleniş ile söze girerek onları birbirlerinin mallarını gayri meşru yöntemler kullanarak yemekten sakındırıyor. Tekrarlıyoruz:
“Ey müminler, birbirinizin mallarını gayri meşrû yollar kullanarak yemeyiniz.”
Bu cümle; o günkü İslâm toplumunu cahiliye hayatından artakalan tortulardan temizlemeyi, “Ey müminler” çağrısı ile söze girerek müslümanların vicdanlarını coşturmayı,yüce Allah’ın kendilerine seslenirken, onları birbirlerinin mallarını gayri meşru yöntemlerle yemekten sakındırırken kullandığı “mümin”lik sıfatlarının gereklerini canlandırmayı amaç edindiği mesajını veriyor.
“Gayri meşrû yöntemlerle mal yemek” ifadesi insanlar arasında görülen ve yüce Allah’ın izin vermediği ya da açıkça yasakladığı bütün gayri meşrû mal dolaşımı biçimlerini içerir. Aldatma, rüşvet, kumar, zorunlu tüketim mallarını pahalandırmak amacı ile bekletme gibi kazanç yolları bu deyimin kapsamına girdikleri gibi başta faizcilik olmak üzere bütün yasaklanmış alış-veriş türleri de bu kategoriye girer. Bu ayetin, faizin yasaklanışından önce mi, yoksa sonra mı indiğini kesin olarak bilemiyoruz. Eğer faizin yasaklanmasından önce indi ise, bu ayet, yasaklamaya yönelik bir ön hazırlık niteliği taşır. Çünkü faiz, gayri meşrû biçimde mal yemenin en somut, en aşırı yöntemidir. Yok eğer faizin yasaklanmasından sonra indi ise o zaman da getirdiği yasaklama, diğer haram mal yeme yöntemleri yanında faizciliği de içerir.
Ayette satıcı ile alıcı arasında karşılıklı anlaşma yolu ile gerçekleşen ticaret işlemleri, bu yasaklama hükmünün dışında tutuluyor, istisna ediliyor. Okuyoruz:
“Yalnız karşılıklı anlaşmaya dayalı ticaret söz konusu ise o başka”
Bu cümlede istisna edilen “ticaret” bir “gayri meşru mal yeme türü” değildir. Arap dilinde bu tür istisnalara “kopuk”, “ayrıldığı bütünle ilişkisiz” anlamına gelmek üzere “İstisnâ-ı Munkatı” denir. Buna göre bu istisna cümlesini şöyle açıklayabiliriz: “Yalnız eğer seçtiğiniz mal kazanma yöntemi, karşılıklı anlaşmaya dayalı ticaret işlemi ise,bu işlem, bir önceki cümlenin kapsamına girmez.”
Fakat “ticaret” deyimini içeren istisna cümlesinin böyle bir yerde gelişi, ticaret ile haram mal yeme yöntemleri olarak nitelenen diğer işlemler arasında bir tür benzerlik olduğu izlenimini verir. Öncelikle Bakara suresinde okuduğumuz faizi yasaklayan ayeti bu istisna cümlesi ile birlikte değerlendirince bu yanıltıcı benzerliği daha iyi kavrarız. Bilindiği gibi o ayette faiz yasağına karşı çıkanlar “Alış-veriş de faiz gibidir” diyorlardı ve Allah onlara şöyle karşılık veriyordu; “Oysa Allah alış-verişi helâl, faizi haram kılmıştır” Faizciler “Ticaret, mal artışı sağlıyor, kazanç getiriyor, bundan dolayı o da faiz gibidir, o halde ticareti helal sayıp faizi yasaklamak anlamsızdır” diyerek lânetli ekonomik düzenlerini savunurken aslında demagoji yapıyorlar.
Sebebine gelince her şeyden önce ticarî işlemler ile faize dayalı işlemler arasında nitelik bakımından dağlar kadar fark vardır. Bunun yanısıra ticaretin üretici ile tüketici arasında yaptığı hizmetler ile faizciliğin gerek ticaretin kendisi ve gerekse tüm halk yığınlarının başına yağdırdığı belalar arasında nasıl benzerlik görülebilir?
Ticaret üretici ile tüketici arasında köprü oluşturan bir aracılık hizmetidir. Ticaret üretilen malları tüketim yerlerine ulaştırıp pazara sunar, böylece bu malları güzelleştirir ve bulunup satın alınmalarını kolaylaştırır. Buna göre ticaret her iki tarafa, yani hem üreticiye hem de tüketiciye yönelik bir hizmettir ve bu iki yönlü hizmet karşılığında yarar sağlama işlemidir. Bu yarar sağlama, maharete ve çalışmaya dayandığı gibi aynı zamanda hem kâra hem de zarara açıktır.
Faiz ise bunun tam tersi bir işlev görür. O bir yandan üretim girdilerine eklenerek sanayinin sırtına yük olurken bir yandan da malların üretim, maliyetlerine bindirdiği ilâve fonlar nedeniyle ticaret sektörünün ve tüketicinin sırtına da yük olur. Bunun yanısıra kapitalist ekonominin en katıksız ve denetimsiz aşamasında açıkça görüldüğü gibi faiz, hem sanayii hem de sanayii dışı üretimi, ne sanayinin ve ne de sanayii dışı üretimin yararını umursamayan, birinci derecedeki amacı kâr marjını olabildiği oranda yüksek tutarak sanayi sektörüne yatırılan kredilerin faizlerini ödemek olan sömürü aracıdır. Bu arada zarurî ihtiyaç mallarını pazarda yeterince bulamayan halk yığınları lüks tüketim mallarının akınına uğramış, üretim faaliyetleri; içgüdüleri gıdıklayan ve insanın yapısını dejenere eden en pespaye projelere kaymış, faizci kapitalizmin umurunda bile değildir. Bütün bunların ötesinde faizci sistemde sermaye sürekli kârdadır; ticaret gibi zarar sarsıntılarını paylaşmaya katılmaz, ayrıca ticaretin gerektirdiği insan emeğinin, insan çabasının faiz kazancında hemen hemen hiç rolü yoktur. Faizci düzenin boynunda taşıdığı kara yaftanın suç listesi, bu saydıklarımızdan çok daha kabarıktır. Bu suç listesi onun hakkında idam hükmünün verilmesini gerektirecek kadar ağır cinayetler içerir. Nïtekim İslâm’ın onun hakkında verdiği hüküm budur.
Diyebiliriz ki insanlar faiz ile ticaret arasında böylesine yanıltıcı bir benzerlik kurdukları için gayrı meşrû yöntemler ile mal yemeyi yasaklayan hükmün hemen arkasından “Yalnız karşılıklı anlaşmaya dayalı ticaret söz konusu ise o başka” şeklindeki açıklamaya, dil bilginlerinin deyimi ile “kopuk (munkatı)” türü bir istisna cümlesine yer verilmiştir. Ayeti okumaya devam ediyoruz:
“Kendinizi öldürmeyiniz. Hiç şüphesiz Allah size karşı merhametlidir.”
Bu yorum, insanların mallarını gayrı meşrû yöntemler kullanarak yemenin toplum hayatında ortaya çıkardığı yıkıcı sonuçları ifade ediyor. O yüzden bu tür mal yeme yöntemi aslında bir öldürme, bir cinayet eylemidir. Yüce Allah müminleri, böylesine yıkıcı bir yola sapmaktan sakındırmakla onları rahmetinin şemsiyesi altına almak istiyor.
Bu gerçekten böyledir. Eğer bir toplumda faizcilik, aldatma, kumar, karaborsacılık, yolsuzluk, hilekârlık, dolandırıcılık ve hırsızlık gibi yöntemler ile birbirinin malını yeme alışkanlığı yaygınlaşır ve ırz, namus, güven, vicdan, ahlâk ve din gibi asla ticaret konusu yapılmaması gereken değerler satışa çıkarılırsa -ki gerek eski ve gerekse şimdiki cahiliye toplumlarının pazarlarında ve pazarlıklarında bu değerlerin tozu dumana karışmaktadır- bu tür kirli mal kazanma yöntemlerini bünyesinde yaygınlaştıran toplum kendi kendini öldürmeye, yok oluş uçurumuna yuvarlanmaya mahkûmdur!
Yüce Allah, müminlere rahmeti ile yaklaşarak onları sosyal hayatı mahveden ve vicdanları aşağılatan bu bilinçsiz intihar girişiminden uzak tutmak istiyor. İşte yüce Allah’ın insanların yüklerini hafifletme iradesinin, insan olmaktan kaynaklanan zayıflıklarını telâfi etmesinin, Allah’ın çağrısına sırt dönerek şehevi ihtiraslarının tutsağı olmuş kimselerin propagandalarına kananların belini büken insan yetersizliğine önlem getirmesinin bir anlamı da budur.
Arkasından Ahiret azabını içeren bir tehdit geliyor. Birbirlerinin mallarını gayrı meşrû yöntemlerle yiyen zalimlere saldırganlara yönelik tehdit. Bu zalimler, dünya hayatlarını mahvetmekten kendi kendilerine kıymaktan sakındırıldıktan sonra Ahiret azabı ile tehdit ediliyorlar. Gayrı meşrû yöntemler ile mal yiyenler de yedirenler de bu tehdidin ortak hedefleridir. Çünkü toplumda, ortak sorumluluk ilkesi geçerlidir. Eğer bir toplum, meydanı zalimlere ve açgözlü saldırganlara bırakır da bu kimselerin gayrı meşrû yöntemlerle mal yeme alışkanlıklarını yaygınlaştırmalarına göz yumarsa yüce Allah’ın hem dünyaya ve hem de ahirete ilişkin tehditleri bu toplumlar hakkında gerçekleşir. Okuyalım:
“Kim zulüm ve saldırganlık yolu ile böyle yaparsa ilerde onu cehennem ateşine atacağız. Bunu yapmak Allah için gayet kolaydır.”
İşte böylece İslâm sistemi, koyduğu kanunlar ve verdiği direktifler ile ilgili olarak insan vicdanını hem dünyada hem de ahirette müeyyide kanatları altına alıyor ve böylece insan vicdanına, bu direktiflere uymayı sağlama ve bu yasaları uygulatma konusunda uyanık bir bekçi rolü yüklüyor; toplumun bütün bireylerini de birbirlerini gözetlemekle, denetlemekle görevlendiriyor. Çünkü toplumun bütün fertleri ortak biçimde sorumludur, dünyada gerçekleşecek olan ölüm ve mahvolma hepsinin ortak akıbeti olacağı gibi ahirette de, gayrı meşrû kazanç yöntemlerinin çevrelerinde alıp yürümesine göz yummalarından ve toplumlarının bozulmasını umursamamalarından ötürü hesaba çekileceklerdir.
“Bunu yapmak Allah için gayet kolaydır.”
Çünkü Allah’ın bu cezayı vermesine hiç kimse engel olamaz ve hiçbir şey onu önleyemez, gerekçeleri varolduktan sonra onun gerçekleşmesi kaçınılmaz olur.
Bir sonraki ayette yüce Allah, müminlere “büyük günahlar”dan sakınmaları karşılığında rahmetini ve bağışlayıcılığını vaadediyor. Amaç, yüce Allah tarafından iyi bilinen zayıflıklarını göz önüne alarak onlara kolaylık göstermek, kalplerini rahatlatmak, büyük günahlardan sakınmalarını sağlayacak cehennem ateşinden kurtulmalarına yardım etmektir. Okuyoruz:
“Eğer size yasaklanan büyük günahlardan sakınınsanız, küçük günahlarınızı bağışlar ve sizi onurlu bir konuta yerleştiririz.”
İçerdiği bütün yükselme, yücelme, temizleme, arınma ve itaat çağrılarına; ihtiva ettiği bütün yükümlülüklere, sınırlamalara, emirlere ve yasaklamalara rağmen . -ki bunların tümünün amacı temiz ve dürüst vicdanlar ile temiz ve sağlıklı bir toplum meydana getirmektir- bu din ne kadar hoşgörülü ve ne kadar kolay yöntemli bir dindir!
Aynı zamanda bu çağrılar ve bu yükümlülükler insanın zayıflığını ve yetersizliğini göz ardı etmiyor, onun gücünün ve yapısının sınırlarını aşmıyor, onun fıtratını, bu fıtratın kapasitesini, içgüdülerini ve nefsinin iniş-çıkışlarını bilmezlikten gelmiyorlar.
Böyle olduğu içindir ki, bu dinde yükümlülük ile insan kapasitesi arasında, özlemler ile kaçınılmazlıklar arasında, içgüdüler ile frenleyici mekanizmalar arasında, emirler ile yasaklar arasında, özendirmeler ile caydırmalar arasında, işlenebilecek günahlara yönelik azap tehdidi ile yüce Allah’ın engin bağışlayıcılığına bağlanan ümidin iyimserliği arasında kararlı bir denge kurulmuştur.
Bu dinin insanlardan beklediği tek şey; yüce Allah’a yönelmek, bu yönelişte gerçekten samimî olmak, olanca güçlerini ortaya koyarak O’na itaat etmek ve hoşnutluğunu kazanmaya çalışmaktır. Bu adımın sonrasında zaaflara hoşgörü ile yaklaşan, yetersizlikleri anlayışla karşılayan, tevbeleri kabul eden, kusurlara göz yuman, günahları bağışlayan, kötülükten dönenlerin yüzüne kapıyı açık tutan, pişmanlıkları cana yakınlık ve lütufla karşılayan ilâhi rahmet mutlaka imdada yetişir.
Sözünü ettiğimiz “olanca gücü ortaya koyma”nın belirtisi yüce Allah tarafından yasaklanan büyük günahlardan uzak durmaktır. Son derece belirgin ve göze batar nitelikte olan bu büyük günahları işleyenler onları bilmeyerek ya da farkında olmayarak işlediklerini ileri süremezler. Bu durum insanın bu alanda istenen çabayı harcamadığını, direnme gücünü yeterince seferber etmediğini gösterir. Böyle bile olsa ihlâslı bir tevbe ile bu günahlardan vazgeçme kararı her zaman için geçerlidir, yüce Allah merhameti ile bize bu tevbeleri kabul edeceğini bildiriyor. Yüce Allah, bu tevbekârları “takvalı kullar” diye andığı aşağıdaki ayetinde şöyle buyuruyor:
“Yine onlar bir kötülük işlediklerinde ya da kendilerine zulmettiklerinde Allah’ı hatırlayarak hemen günahlarının affedilmesini dilerler. Günahları Allah’tan başka kim affedebilir? Onlar işledikleri günahlarda, bile bile ısrar etmezler.” (Al-i İmran Suresi, 135)
Bizim burada vurgulamak istediğimiz gerçek, büyük günahlardan sakınılınca yüce Allah’ın kendi insiyatifi ile ve tek taraflı olarak küçük günahları bağışlayacağıdır. Yüce Allah’ın yukardaki ayette dile gelen vaadi ve müminlere yönelik müjdesi budur.
Peki “büyük günahlar” nelerdir? Bu konuda elimizde bulunan hadisler bu günahların birçok türünü saymakta, fakat kesin sayısını belirtmemektedir. Bunun böyle olduğunu, bu konudaki hadislerden herbirinin diğerinde yer alan büyük günahların bazan daha azını ve bazan da daha çoğunu içermesinden anlıyoruz. Anlaşılan, bu hadisler gündelik olaylara bağlı olarak söylendikleri için her hadiste, o andaki özel şartların sayısı ve türü toplumdan topluma, kuşaktan kuşağa değişir; ama bununla birlikte bunların neler olduklarını bilmek müslüman için zor bir iş değildir.
Bu konuda halife Hz. Ömer ile ilgili bir olayı anlatmak istiyoruz. Bilindiği gibi Hz. Ömer günaha karşı son derece duyarlı, sert tutumlu ve günah hususunda hoşgörüsü kıt yaratılışlıdır. Buna rağmen bu olayda İslâm’ın O’nun duyarlılığını nasıl yumuşattığını, toplumsal problemleri çözerken ve insanlara ilişkin meseleleri ele alırken elindeki adalet terazisini nasıl dengeye kavuşturduğunu göreceğiz. Olay şù:
İbn-i Cerir’in Yakub b. İbrahim yolu ile İbn-i Avn’e dayandırarak bildirdiğine göre Hasan-ı Basrî şöyle diyor:
-Hz. Ömer’in halifeliği döneminde Mısırlı birkaç kişi Abdullah b. Amr’e başvurarak dediler ki; “Kur’an’da uygulanması emredilen bazı hükümler görüyoruz ki, bunlar uygulanmıyor. Bu konuyu halife Ömer ile görüşmek istiyoruz.
Bunun üzerine Abdullah b. Amr bu adamları yanına alarak Medine’ye geldi ve Hz. Ömer ile buluştu. Hz. Ömer kendisine “Ne zaman geldin?” diye sordu. Abdullah b. Amr “Falanca günden beri buradayım” dedi. Hz. Ömer “İzinli olarak mı geldin?” diye sordu. Abdullah’ın bu soruya ne cevap verdiğini bilmiyorum. ‘Fakat sözlerine devam ederek halifeye şunları söyledi; “Ey müminlerin emiri birkaç Mısırlı bana başvurdu ve Kur’an’da uygulanması emredildiği halde uygulanmayan bazı meseleler olduğunu, bu konuyu seninle görüşmek istediklerini söylediler”.
Hz. Ömer Abdullah’a “O adamları topla, yanıma getir” diye emretti. Abdullah da onları toplayıp halifenin huzuruna götürdü. (Ravilerden İbn-i Avn’e göre bu toplantı Behu denen yerde düzenlenmişti.)
Hz. Ömer, bu Mısırlı grubun en sonunda oturan adamına dönerek kendisine “Allah sana zihin açıklığı versin. İslâm hakkı için söyle bakalım, Kur’an’ı baştan sona kadar okudun mu?” diye sordu. Adam “Evet, okudum” dedi. Hz. Ömer “Peki, onu nefsinde, kendi şahsında uyguladın mı?” diye sordu. Adam; “Allah bilir ki hayır” dedi. Eğer “Evet” deseydi, Hz. Ömer onunla tartışmaya girişecekti. Hz. Ömer, adama “Peki, O’nu gözlerine uyguladın mı?, sözlerine uyguladın mı?, davranışlarına uyguladın mı?” diye sordu. Arkasından, aynı soruları sonuncu adama kadar heyetin bütün üyelerine sordu ve sonra şunları söyledi: “Anası evlâtsız kalası Ömer yandı! Sizler, onu (Allah’ın kitabını, Kur’an’ı) insanlara tam olarak uygulatmakla yükümlü mü tutuyorsunuz? Oysa bizim günah işleyeceğimizi Allah, daha işin başında, biliyordu” ve arkasından: “Eğer size yasaklanan büyük günahlardan kaçınınsanız, küçük günahlarınızı bağışlar ve sizi onurlu bir konuta yerleştiririz” ayetini okudu.
Sonra adamlara dönerek “Sizin gelişinizden Medinelilerin ‘haberi oldu mu? (ya da geldiğinizden haberi olan var mı?)” diye sordu. Adamlar “Hayır, olmadı” dediler. Bunun üzerine Hz. Ömer “Eğer Medineliler gelişinizden haberdar olsalardı, sizi vesile ederek bu konuda bir vaaz verirdim” diye sözlerini bağladı” (İbn-i Kesir Tefsiri)’
İşte günaha karşı son derece duyarlı ve sert tabiatlı olarak tanınan Hz. Ömer, kalpleri ve toplumu böyle yönetiyordu. Kur’an onun aşırı duyarlılığını yumuşatmış, kendisine ince bir denge kazandırmıştı. Bu dengenin gereği olarak “Allah daha işin başında bizim günah işleyeceğimizi biliyordu” demişti. Kuşku yok ki biz, O’nun Rabbinin bildiğinden başka türlü olamayız. Önemli olan ve bizden beklenen doğruya yönelmek, gerçeği kabul etmek, yükümlülüklerimizi yerine getirmek konusunda arzu göstermek, girişimde bulunmak, bu hususta olanca gayreti ortaya koymaktır. Bu denge, ciddiyed, kolaylık gösterme ve ölçü ilkelerine dayanan bir tutumdur.