Gazi Osman Paşa ve Plevne Müdafaası:
Rusya 1877 Nisan'ında Osmanlı Devleti'ne harb ilân etti. 93 harbi diye bilinen Osmanlı-Rusya Savaşı başlamış oldu.
Bu yıllarda, Rus ordusu 250 bin kişi ile Balkanlara indi. Tuna kıyılarına gelince 50 bin kişilik Romanya ordusu ve Sırbistan, Karadağ orduları da Ruslara katıldı. Ruslar Balkanlara dayandılar. Niğbolu düştü. Şıpka gecidini ele geçiren Ruslar yardım gelmesini engellemiş oldular.
Osmanlı'nın Avrupadaki en önemli kalesi konumunda olan ve şayet Plevne düşerse hedefin İstanbul olduğunu bilen Plevne'nin kahraman kumandanı Gazi Osman Paşa toprağı kazdırarak yaptığı tahkimatlarla ve az sayıdaki askeri, bitmek üzere olan cephanesi, açlık gibi sıkıntılara rağmen Ruslar'ın, İstanbul'a gelişini beş ay geciktirmiş, dünya tarihinde büyük bir müdafaa örneği sergilemiştir.
Gazi Osman Paşa'nın cihad azmi, vatan aşkı su sözlerinde aşikârdır:
"Plevne bize mezar olacak. Yine zâlim düşman bu aziz toprağa ayak basamayacak. İşte kumandanınız ve karındaşınız Osman; sizin önünüzde şehit olmaya gidiyor, Allah'ını seven arkamdan gelsin..."
Plevne'yi savunan Gazi Osman Paşa üstün gayretlerle Birinci Plevne savaşını herşeye rağmen kazandı. 10 gün sonra Ruslar Plevne'de tekrar mağlup oldular ve geri çekilmek zorunda kaldılar. Bunun üzerine Ruslar Plevne önüne asker yığmaya devam ettiler.
432 topla Plevne Rus ateşi altında dövülüyor, buna 58 topla karşılık veriliyordu. Osman Paşa bu güçlü orduya karşı 30.000 kişi ile müdafaa yapıyordu. Neticede Rus taarruzu boşa çıkmıştı.
Tekrar taarruz etmelerine rağmen, yine başarılı olamamışlardı. Bu üç harpten zaferle çıkan Gazi Osman Paşa ve askerleri, dört taraftan kuşatma altında olduğundan yardım alamıyordu. Açlık ve kıtlık başlamış kış gelmişti. Beklediği yardımı alamadan aç-susuz askerleriyle ve askeri mühimmatın bitmeye başlamasına rağmen Plevne'yi savunmuş, Rusları dize getirmişti. Fakat kuşatma uzayınca Paşa, aralık ayında kuşatmayı yarmak istedi. Plevne halkının da askerlerle beraber gelmek istemesine izin vermişti. Çünkü hepsi katledilecekti. Sivil halkla beraber yapılan bu huruç, yarma harekâtı zor ve çetin oldu. Osman Paşa yaralandı. 2500 şehid verildi ve çok zayiat vermemek için Paşa ateşkes istkedi, yaklaşık beş ay direnen Plevne, teslim olmak zorunda kaldı.
Esir alındıktan sonra, alınan kılıcı Rus başkomutan tarafından askeri törenle iade edildi. Rusya'ya götürüldü, Çar huzuruna kabul etti, orada iyi muamele gördü ve nihayet İstanbul'a döndü ve II. Abdülhamit tarafından ilgi ve alâka, gördü ve mühim görevler üstlendi.
Gazi Osman Paşa'nın Plevne'deki bu mücadelesini, Hikmet Efendi, "Plevne Kahramanı; Gazi Osman Paşa" isimli eserinde Gazi Osman Paşa'nın hatıralarını yazmış bir yerinde askerlerine şöyle hitap ettiğini nakletmiştir:
"Ey Plevne'nin şanlı arslanları! Bugünler yiğitlik ve kahramanlık günleridir. Dini, vatanı, namusu koruma günleridir."
"Ölmek var, dönmek yok, Plevne bize mezar olacak, ama bu zâlim düşman bu toprağa ayak basmayacak."
Orada yaşayan müslüman halka;
"Korkmayın hemşerilerim! Allah düşmanı yine perişan etti, nusret bizimdir. Benim ve yiğit askerlerimin vücutları parçalanmadıkça burada yaşayan din kardeşlerimizin tüyüne halel gelmez. Resul-i Ekrem Efendimiz bizimle beraberdir" demiştir.
Aynı eserde kendisine padişaha yaptıklarından bahsedilmesi teklif edildiği, onun ise şu cevabı verdiği haber verilmektedir:
"Vatanıma olan borcuma, devlet ve padişahımdan nihayetsiz yediğim ekmeğin hakkını ödemeye çalışıyorum. Ne yaptım ki? Ne yapabilmeye muktedirim ki? Allah-u Teâlâ'nın yardımı ve ihsanı, Resulullah Efendimiz'in imdâd-ı ruhaniyeleri olmadıkça hiçbir şey yapamam. Öyleyse bu galibiyetleri, bir takım yaldızlı sözlerle hâşâ zâtıma nasıl isnad edeyim. Ben aciz bir kulum. Hakim ise her dilediğini yapan ancak Allah-u Teâlâ'dır."
Osmanlılardan Sonra:
Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri ahir zamandaki seyyiat zamanının Osmanlılar'dan sonra başladığını haber vererek hem bizleri ikaz etmiş, hem de içinde bulunduğumuz durumu iman ve izan sahiplerine duyurmaya çalışmışlardır:
"Bütün dünya küfür içinde iken, Resulullah Aleyhisselâm ve onun nuru yavaş yavaş zulümanatı kaldırdı, Rabb'imin dilediği kadar o nuru yaydı. Ve bu nur bütün dünyaya yayıldı. Fakat 1400 sene gibi bir zamanda ortalık karardı. Karardıkça karardı. Çünkü Osmanlı Devleti'nden sonra ahir zaman başladı.
Allah-u Teâlâ Osmanlıları destekliyordu. Ve bu vatanın ayakta durmasının sırrı; onlar giderken 'Allah'ım bu vatanı sana emanet ediyoruz.' derlerdi. Ve bu vatan emanet edilmiş bir vatandı.
Binaenaleyh onlar Allah için hareket ediyorlardı. Fakat zaman geldi, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in beyanları husule gelecek... Artık, Hazret-i Mehdi'nin çıkma zamanı geldi, Deccal'in çıkma zamanı geldi, İsa Aleyhisselâm'ın çıkma zamanı geldi ki, bu fesat ve ifsad zamanı geldi. Bu kadar fesat ve ifsad içerisinde Hazreti Allah'ın velileri yok olmadı. Onların yüzü suyu hürmetine birçok defa iyilik, kötülük, iyilik, kötülük, ayakta duruyoruz, ama velileri çektikten sonraki durum çok vahim."
"Şunu arz etmek istiyoruz ki;
Kâfirler yüzlerce sene evvel milletin imanını nasıl aldılar? Vakta ki Osmanlılar yok oldu, artık onların zemini geldi, küfrün yayılmasına vesile oldu ve küfür alabildiğine yürüdü, her şey değişti.
Çok şükretmemiz lâzım. Cenâb-ı Hakk bizi sevmiş, seçmiş bu nurun yayılması için, küfrün azalması için, insanların hidayetine vesile olmak için. Hakikaten Osmanlılardan sonra seyyiat zamanı geldi. Ancak iman sahipleri müstesna. Onun için nasihatle insanların imanını korumak ve coşturmak, onları din ve vatanın müdafii haline getirmek... Kendisini ve evlâd-u ıyalini de koruması lâzım."
"Osmanlı'dan sonra devir değişti. Allah-u Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri'nin veli kulları mevcut olduğu için ibtilalar iniyor kalkıyor, iniyor kalkıyor, iniyor kalkıyor. Ne zaman tehlike var? Velileri kaldırdığı zaman."
"Resulullah Efendimiz buyuruyor ki:
"Allah yer ehline azap etmeyi murat ettiğinde onlara nazar eder de, azabı derhal onlardan geri çevirir." (el-Vesaya li-İbnü'l-Arabi)
"Ateşi veliler sayesinde kaldırıyor. Çünkü onların yüzü suyu hürmetine indireceği azaptan vazgeçiyor. Velileri kaldırdığı zaman kim kaldıracak?
Arz ettiğimiz gibi Hazret-i Allah veli kulları sayesinde bu milleti, bu devleti dilediği kadar muhafaza ediyor. İyi kötü, iyi kötü... bu veliler sayesinde yürütüyor. Velilerin sonu kesildiği zaman ateş başlar. Öyle bir ateş ki, gide gide Mehdi Aleyhisselâm, İsa Aleyhisselâm'a kadar gider. Deccal çıkar, Çinliler (Ye'cüc, Me'cüc) çıkar. Dünya böyle böyle boşalır..."
"Bunlar her şeyin başlangıcı. Salladığı zaman dünya sallanacak."
Âhir Zamanda Gönderilen Üç Merdiven
ve Hürmetine Belâ ve Musibetlerin Tehir Edildiği Zât:
Hadis-i şerif'lerden ve Evliyaullah Hazerâtı'nın ifşaatlarından anlaşılmaktadır ki, âhir son devirde Hazret-i Allah üç merdiven gönderecek. İlki Hâtem-i veli olan bu Zât-ı âli idi ki geldi, vazifesini yaptı. İman kurtarma cihadıyla meşgul oldu, Nûr-i Muhammedî'nin yayılması, Ümmet-i Muhammed'in Allah ve Resul'ünde birleşmesinin gayreti içinde oldu. Mehdi Aleyhisselâm'ın geleceğini, onun öncüsü olduğunu, ona tâbi olmanın kurtulmak için şart olduğunu haber verdi. Bu üç merdivenin diğer ikisi ise Hazret-i Mehdi ve İsâ Aleyhisselâm'dır. (Bu beyanların delillerini, bugüne kadar yaşamış olan yüze yakın evliyaullah hazeratının beyanlarını dergimizde her ay neşrediyoruz.)
Bu zât-ı âli Hazret-i Mehdi'nin ve İsâ Aleyhisselâm'ın zuhurunu, zamanını, yerini, vazifesini haber verdiği gibi, bu iki zâtın zuhuruna kadar yaşanacak büyük hadisatları ve afatları da haber vermişlerdi.
Esasında böyle büyük bir Zât-ı âli'nin vefatı bile en büyük bir haberdir. Sonun başlangıcıdır. Kendileri de "Bizden sonra her şeyi bekleyin!" buyurmuşlardır.
Zira Hadis-i şerif'te şöyle buyurulmaktadır:
"Her asırda benim ümmetimden sabikûn (önde gelenler) vardır ki bunlara büdelâ ve sıddikûn ıtlak olunur (söylenir). Haklarındaki inayet ve merhamet-i ilâhiye o kadar boldur ki sizler de o sayede yer ve içersiniz. Yeryüzü halkı için vukuu tasavvur olunan belâ ve musibetler onlarla kaldırılır." (Nevâdir-ül Usül)
Onlar Hazret-i Allah'ın sevgili kullarıdır, seçtiği, Zât'ına çektiği, nurunu akıttığı, kudsî ruhuyla desteklediği ve vazifedar kılıp gönderdiği has ve hususi kullarıdır. Onlar naz makamındadır, insanlığa rahmettir.
Hadis-i kudsî'de ise şöyle buyuruluyor:
"Kulun benimle meşgul olması, en fazla önem verdiği şey olursa, onun arzu ve lezzetini zikrimde kılarım. Arzu ve lezzetini zikrimde kılarsam da o bana âşık olur, ben de ona âşık olurum. O bana, ben ona âşık olunca da, onunla aramdaki perdeyi kaldırırım. Bu hâli onun umumî hâli kılarım. İnsanlar yanıldığı zaman o yanılmaz. Böylelerinin sözleri peygamberlerin sözleri gibidir. Gerçek kahramanlar onlardır.
Onlar öyle kimselerdir ki yer ehline bir cezâ ve azap vermek istediğim zaman onları hatırlarım da azaptan vazgeçerim." (Ebû Nuaym, Hilye)
Bu Hadis-i kudsî'de bu zâtların manevî yükseklikleri, Allah-u Teâlâ'nın nazargâh-ı ilâhiye'si, tecelliyât-ı ilâhiye'si oldukları ve aynı zamanda rahmet-i ilâhiye'ye vesile oldukları beyan buyurulmaktadır.
Ebu Saîd-i Hudrî -radiyallahu anh-in rivayet ettiği bir Hadis-i şerif'lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyururlar ki:
"Ümmetim üzerine öyle bir zaman gelir ki, insanlardan bir topluluk savaşır. Onlara: 'İçinizde Peygamber Aleyhisselâm'ı gören kişi var mıdır?' diye sorulunca: 'Evet vardır!' diye cevap verilir. Nihayet ordu içindeki Sâhâbî'ye hürmeten zafer verilir.
Sonra bir zaman daha gelir. Onlara da: 'İçinizde Resulullah Aleyhisselâm'ın Ashâb'ını gören kişi var mıdır?' diye sorulur. 'Evet vardır!' diye cevap verilir ve zafer müyesser olur.
Sonra bir zaman daha gelir, yine harp edilir. Onlara da: 'İçinizde Resulullah'ın Ashâb'ını görenleri gören var mı?' diye sorulur. Bu defa da: 'Evet vardır!' denilir. Yine fetih müyesser olur." (Buharî. Tecrid-i sarih. 1223)
Bu Hadis-i şerif onun en açık mucizelerinden birisidir, buyurduğu gibi öylece tahakkuk etmiştir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in bu ifşaatı bugün için de geçerlidir. Bu beyanın izahı şu Hadis-i şerif'tedir:
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir defasında Ebu Hüreyre -radiyallahu anh- Hazretleri'ne öğüt ve nasihatte bulunurken, kurtuluşa erişebilmesi için ona âhir zamanda gelecek olan bu topluluğa uymasını tavsiye etmiş Hadis-i şerif'in sonunda şöyle buyurmuşlardır:
"Allah yer ehline azap etmeyi murad ettiğinde onlara nazar eder de, azâbı derhâl onlardan geri çevirir. Onun için ey Ebu Hüreyre, sen onların yolu üzerinde bulun! Onların yoluna karşı gelen, vereceği hesâbın şiddetinden tir tir titreyecektir!" ("el-Vesâyâ li-İbnü'l-Arâbî"; Hâlet Ef. no.: 198/2 486a yaprağı)
"Velileri kaldırdığından sonraki afata dikkat et. Bizi Cenab-ı Hakk öne sürmüştür. Hakim-i Tirmizi -kuddise sırruh- Hazretleri de şöyle buyuruyor: 'O kıyamet zamanında Kelimatullah-i İlahi'yi ondan başka müdafaa edecek kimse yoktur.'"
"Ben size gizli bir şey söyleyeyim:
Ben hayatta iken Cenâb-ı Hakk sizi korur. Fakat beni aldıkları an, bütün tedbirlerinizi alın, sonrasını bilmiyorum."
Türk'e Gönderilen Kişi:
Yaklaşık on bir asır önce kaleme aldığı "Hatmü'l-Evliyâ" adlı eserinde, kırkların tümünün zuhurundan sonra "Hâtemü'l-evliyâ" olan zâtın kâim olacağını haber veren Hakîm et-Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri (v. 932), yaşadığı mânevî tecellîleri anlattığı "Büdüvv-ü Şe'n" adlı risâlesinde belirttiğine göre, kırkların zuhûrundan sonra kâim olacak olan bu zâtın, halkın fesada düştüğü bir zamanda Türk'e gönderileceğini keşfetmişti.
Hazret sanki âhir zamanın fitne, sıkıntı ve buhranla dolu karanlık günlerinde yaşayan insanların, isyanları nedeniyle belâya maruz kaldıkları bir âna nazar edercesine, mânâ âleminde; "halkın hepsini susmuş, korkudan dehşete düşmüş" ve "kimileri kimini tanımaz ve korkudan garipleşmiş" bir hâlde müşâhade etmiş; kendisine Allah tarafından "emrolunmuş bir kimse"nin,"hiç kimse farkına varmadan" böyle bir ortamda "yardımcılarıyla birlikte" yeryüzüne geldiği haber verilmişti.
Bu kişi diğer veliler üzerinde söz ve tasarruf sahibi bir zât olmalıydı ki, tanımadığı bir kimse kendisine; "Şu acâipliği görüyor musun? Emrolunan kişi kendileriyle konuşmak için tüm dünya ehlinden kırk kişiyi istemiş!" diyerek, onun "hepsi dünya ehlinden olan bu kırklar"ı mânevî bir toplantıya çağırdığını bildirmişti. Toplantı emri yalnız kırklar'a gelmiş, ancak bu zâtı, yanındaki bazı velîlerle birlikte Hazret de merâk edip görmeyi istemişti. Öyle ki; "Emrolunan kişiyi ben hangi şeyle tanıyacak ve (onunla) ne zaman tanışacağım?" diyerek, bu arzusunu açıkça da dile getirmekteydi. Bunun üzerine Hazret'e: "Kırkların henüz tamamı mevcud değilken; emrolunan kişinin bunların üzerine, Türk'e geleceği haber" verildi.
Nitekim Hazret, bu haberi aldıktan kısa bir süre sonra; halkı içinde bulundukları çalkantı ve karışıklıktan kurtaran bir de ordu bulunduğunu müşâhade ederek; "Halkın, maiyyeti Türk olan bir orduya mürâcaat ettiklerini gördüm, Türk onlara yoldaşlık ediyordu." diyor ve ardından "Kendilerini korkuttuğunu görmüş olduğum şeyden onlar sayesinde tesellî buluyorlardı."buyurarak, halkın içine düştükleri fesaddan bu ordu sayesinde kurtulduklarına işaret ediyordu. Çünkü bu zât "Türk'e geleceği" sırada, henüz "kırklar tamamına ermeden bu halk fesâda düşmüş"tü.
Hazret nihayet kırklarla birlikte bu toplantıya katılacağını haber aldı ve kendisini tutamayıp ağlamaya başladı. O an kendisine: "Niye ağlıyorsun? Biz onunla konuşup sırlaşacağız ya!" diyen bir kimseye; "Ben başka bir yere konulacağım diye ağlamıyorum. Kalbimin merhametinden ötürü ağlıyorum. Bana insan topluluklarının içine konulacak olan kırklar daha bu devirde seyrettirildi ya, işte bunun için ağlıyorum!" demiş ve yine kendisine heyecanla: "Emrolunan kişiyi gördün mü? Emrolunan kişiyi gördün mü?" diyen başka bir kişiye ise: "Hayır! Lâkin kubbe kapısının sonuna kadar vardım, iki ayağımla sıçrayarak emrolunan kişinin kapısını çaldım. Emrolunan kişiyi bu kubbeden elini çıkarır gibi gördüm." cevabını vermişti.
Bunları söylerken, birdenbire "emrolunan kişi"nin "kırklar"a işaret ederek; "Bu kırkları şu hazîreye götürün, onları burada 'ayakta tutma'ya hapsedin!" emrini verdiğini işitti. Hazret, o kişiyi görme lütfuna eriştiği bu andan sözederken; "O bu dünya ehlinden daha farklı ve seçkindi. Ben emrolunan kişinin küçük ordusuyla ve Türk'le yürüyordum, bana hiç kimse zarar veremiyordu. O ben de dâhil olmak üzere, büyüklerin hepsini bu toplantıda biraraya topladı." diyordu. Bundan sonra o zât, Hazret'e; "Mescide çık, sana kendimle ilgili sırlar vereceğim!" dedi ve ardından kendisine: "Sen onların tümünün zuhuruyla kâim olacak kimseyi görüyorsun!" şeklinde bir hitap geldi. (Hakîm et-Tirmizî, "Risâle-i Büdüvv-i Şe'n", İsmâil Sâib, nr. 1571, vr. 215b-216a-217a)
Bu beldenin Türk beldesi olduğunu Allah-u Teâlâ ona bin küsur sene evvel bildirdi. Bu doğrudan doğruya ilâhî bir ilhamdır ve bir keramettir.
Hazret arzettiğimiz beyanlarında; "Halkın, maiyyeti Türk olan bir orduya mürâcaat ettiklerini gördüm, Türk onlara yoldaşlık ediyordu." buyuruyor.
Bunun mânâsı;
Osmanlı Devleti bir zamanlar İslâm'ın bayrağını götürüyordu. Hilâfet onlardaydı. Allah-u Teâlâ onları her devirde velilerle destekledi. Fakat âhirzaman geldi, fesat devri başladı ve bu necip millet bozuldu, fesat hâline düştü. Öyle bir fesat ki, iman ile küfür birbirine karıştı.
Böyle bir zamanda, bu necip milletin necip olanlarını kurtarmak için, Allah-u Teâlâ bu beldeye Hâtem-i veli'yi gönderdi. Bu milleti seviyor, neciplerini ayırıyor, onları desteklemek için bir lütuf veriyor.
Daha evvel de arzetmiştik ki; bu birinci basamaktır. Hem Türk milletine, hem de Türk ordusuna gönderildi. Bu gönderilme Türk milletinin ıslâhı, ordunun mânevî desteğidir.
Binaenaleyh bu destek ahirete çekilinceye kadar devam edecek. İşin nezaketi daha sonra başlayacak. Nasıl ki her çadırın bir direği olur, çadırı ayakta tutan odur.
"Çadırın direği dururken herkes rahat. Fakat çadırın direği yıkılırsa ne olur bilmiyorum, o zaman her şeyi bekleyin. Allah-u Teâlâ o direkle murad ettiğini tutar. Amma direği alırsa kimi tutar?"