07 Temmuz 2014

DARU'L HARP Mİ ? DARU'L HARAP'MI PDF E-KİTAP 1





DARU'L HARP Mİ ? DARU'L HARAP'MI
 PDF E-KİTAP
1

Darul Harp Mı? Darul Harap mı?
AHMED KALKAN
1955 Yılında Kütahya’da doğdu. İlkokuldan sonra hâfızlık ve Arapça eğitimi aldı. Konya İmam Hatip Lisesi (1974), At. Üniversitesi Edebiyat Fakültesi (1978) mezunu. 1979-1983 yıllarında Sakarya Karasu’da Edebiyat öğretmenliği yaptı. İki yıl Fransa’da, altı yıl da Hollanda’da cemaat çalışmaları ve serbest öğretmenlik yaptı. 1992 Yılından bu yana İstanbul’da fahrî/özgür öğretmenliğini sürdürmekte olan Kalkan, evli ve dört çocuk babasıdır.
Avrupa’da Hicret, Tebliğ, Haksöz, Umran, Yeryüzü, Eğitim Yazıları, Berfin gibi dergilerde makaleleri yayınlanan yazar, ilk sayısından itibaren Vuslat dergisi yazarları arasına katıldı. 100’den fazla makalesi yayınlanan Ahmed Kalkan, Yurt FM Radyosunda programlar yaptı. Hâlen Özel FM’de (Cuma günleri 20.00 - 21.00 arası) Kur’an Tefsiri adlı programını sürdürmekte olan Kalkan, 1998’den bu yana konulu tefsir çalışması olarak Kur’an Kavramları üzerinde çalışmaktadır. İleride Kavram Tefsiri adıyla yayınlatmayı düşünmektedir. Ümraniye’de Kur’an Tefsiri ve Akaid gibi dersler vermektedir.
Bu eserin dışında yazarın yayınlanmış on eseri vardır:
Müslümanın Müslümanlaşması (Rağbet Yay., 2005)
Müslümanın Güzelleşmesi (Rağbet Yay., 2005)
Sanat Bilinci (2. Baskı, Denge Yay., İst. 1997)
Müslümanın Sanat Anlayışı (Rağbet Yay., 2008)
Müslümanın Akaidi (6. Baskı, Rağbet Yay., 2008)
Gençler İçin Akaid (Rağbet Yay., 2008)
Akaid (Kalem Yay., 2008)
Müslümanın Evliliği ve Aile Hayatı (Genişletilmiş 6. Baskı, Beka Yay., 2008)
Kur’an’ın Gör Dediği Kur’an’ın Kör Dediği (Beka Yay., 2008)
Tevhid Bilinciyle Canlanmak (Beka Yay., 2008)
بسم الله الرحمن الرحيم
الحمد لله والصلاة والسلام على رسوله
İçindekiler
Önsöz ……………………..… 7
I. Bölüm
Dâru’l-Harb Anlayışı Etrafındaki Problemlere Bakış ……….. 9
Dâru’l-Harp Anlayışı ve Hırsızlık ………………..….. 10
İslâm'da Robin Hood'luk Yoktur ………...... 10
Bir Gazete Haberi: Hırsızlar Faturaları Yüzde 15 Kabarttı ……………………………………………..……. 11
Dâru’l-Harb ve Dâru’l-Harbde kâfirlerin Malı …..... 11
Hıyânet, Hâinlik ……………..…… 13
Hırsızlığa Giden Yolun Kapanması ve Müslümanın Mala/Paraya Bakışı …... 16
Sosyal Adâlet …………... 17
Cezâ Tedbiri ………………… 19
Emeği sömürmek ……………… 19
Haram Kazanç Yolları ………………… 19
Çalınan ve Gasp Edilen Şeyi Satın Almak ……….. 20
İslâm’ın Vatan Anlayışı ……………………………... 21
Vatandaşlık …………………………. 23
Câhiliyyenin Vatan Anlayışı ve “Ya Sev, Ya Terket!” Dayatması …………… 23
Hicret; İçeride ve Dışarıda Dâru’l-İslâm Arayışı……………..……. 27
Kur'ân-ı Kerim'de Hicret ………………. 27
Kur’an’a ve Hadislere Göre Hicret Çeşitleri ……………………...……… 31
a) Allah’a Hicret ………………………………….. 31
b) Müşrikleri Terk Edip Onlardan Hicret …… 32
c) Kötülükleri ve Haramları Terk Etmek ………. 32
d) Fitne Zamanında İbâdet, Bir Çeşit Hicrettir ………… 32
e) Olumsuz Hicret ………. 32
Hicretin Sonuçları …………………… 34
Arzın/Ülke Topraklarının Kutsallaştırılıp Putlaştırılması ..……….. 38
Millet ve Milliyet Kavramlarının Tahrifi ............ 39
Kur’ân-ı Kerim’de Millet Kavramı …………….. 40
Hadis-i Şeriflerde de "Millet" Kelimesi, Din Anlamında Kullanılır …… 41
Küfür Tek Millettir ...… 41
Millet Kavramının Tahrifi ……….... 42
Kavmiyetçilik, Irkçılık ……….. 44 
Irkçılık Dâvâsını İlk Başlatan Şeytandır …………..……… 46
 Cuma Namazını Kim Emrediyor, 
Kim Yasaklıyor? ……………………… 46
Dâru'I-Harpte Cuma Namazı ………………………………… 54
Hanefî Mezhebinin Bu Hususla ilgili Görüşleri ..........…………………. 54 
Kur’ân-ı Kerim’de Cuma Namazı …………….……………... 58
Hadis-i Şeriflerde Cuma Namazı ve Terkinin Günahı ……. 58
II. Bölüm
İslâm’ın Hâkim Olmadığı Ülkede Yaşayışın Bedellerinden Bazıları ……....... 63
Kur’an Penceresinden Kâfirlerle Dostluk ve Birliktelik …..…… 64
Müslümanlar Kâfirlerle Dostluk ve Birliktelik Oluşturamazlar ……………….. 66
Müşrik Önderlere Uymak …………………………... 67
Konuyla İlgili Hadis-i Şeriflerden Seçmeler …………… 68
Batı ve Bâtıl ile Uzlaşmak ……………………….... 68
Tevhid, Şirkten ve Müşriklerden Berî/Uzak Olmayı Zorunlu Kılar  70
Hicret, Müşriklerden Yüz Çevirmek; Küfrü, Şirki, Haramları Terk Etmektir …… 70
Dostluk ve Düşmanlık ……………….…. 71
Müslümanların Düşmanları Kimlerdir? ………... 71
Zâlimlerle Dostluk ……………………….. 72
Umulur ki Allah, Gerçek Müslümanları, Düşmanlarına Gâlip Kılacaktır .……….. 72
Düşmanlık ve Dostluk; Tevhidin Gereğidir, İmanın Dışa Yansımasıdır ….……… 73
Allah İçin Sevmek ve Allah İçin Buğzetmek …….. 74
Allah İçin Düşmanlığın Gerekleri Vardır ……… 75
Kur’an’ın Hedefi Sulh ve Barıştır ………………… 78
Ehl-i Kitaba Karşı Tavrımız Nasıl Olmalıdır? …………. 79
İtaat veya İsyan; Kimlere? ………………… 81
Tâğutlara İsyan ………………. 82
İfsâd; Yeryüzündeki Dengeyi ve Huzuru Bozma …………. 84
Fesadın Tek Etkeni İnsanlardır ……………… 85
İnsan Hakları İhlâlleri Şeklindeki Fesat …………….. 86
Kendisi Bozgunculuk Çıkardığı Halde Sâlihlere Bozgunculuk İsnat Etmek ….. 86
İnsanları Bölme ……………… 87
Bilim Yoluyla Fesat; Ahlâk Yoluyla; Ahlâk Yoluyla; Ekonomi Yoluyla; Politika ve Fikir Yoluyla Fesat .. 87
Teknoloji Yoluyla Fesat; Medya Yoluyla Fesat; Ve En Büyük Fesat Yolu: Düzen .. 88
Çağdaş İnsanın Girdâbı: Dünyevîleşmek ……..…... 89
Dünyevîleşme Probleminin Çözümü Uhrevîleşme Değildir! .. 93
III. Bölüm
Haksız Tekfir; Bir Müslümanı Küfre Nispet Etme ………… 98
İtidal/Denge …………………………… 99
Dinde Aşırılık …………………………….. 99
Tekfir Konusunda Kurallar …………………… 102
Tekfir ve Hak Edeni Tekfir Etme Gereği ………….. 106
Bir Müslümanı Müşrik Yapan Tavırlar ……. 107
Elfâz-ı Küfür …………………… 109
Tekfirciliğin Sebepleri …. 111
Tekfir Hakkında ………….… 117
Tekfîr Konusunda Yetkili Merci ……………… 122
Tekfirin Şartları ……………………. 125
Büyük Günah İşleyenin İtikadî Durumu ve Tekfîr …….. 129
Mü’minlerin İnsanlar Hakkındaki Kanaati ……… 132
Tekfire Sebep Olan Hususlar ………………. 133
İslâm’ın Hâkim Olmadığı Yerlerde Müslümanlar ve İslâmî Duruş ….. 135
Günümüzde Tevhid Problemi ve Sebepleri ………….…….. 137
İslâm Akaidine Giren Yanlışlar ve Nedenleri …………………..…….. 139
Tekfir Konusunda Belli Bir Şahıs ile Grup Birbirinden Ayrı Değerlendirilmelidir  140
İnsan Ne ile İslâm'a Girer? ……………..…... 141
Tevhid Üzere Ölen Kimse Cenneti Hak Eder …..……..... 143
Şirkten Başka Her Şey Affedilme İmkânına Sahiptir ….... 145
Bazı İman Şubelerinin Küfür, Nifak veya Câhiliye Şubelerinden Bazıları ile Beraber Olması 146
Nasslarda Vârid Olan Küfrün Kısımları; Büyük ve Küçük Küfür …. 149
Büyük ve Küçük Şirk; Açık Şirk ve Gizli Şirk ……….. 155
İslâm ile Çelişen Tutumlar ……………………. 156
İnanarak Lâ İlâhe İllâllah Diyen Müslümanlığa Girmiştir . 158
Sakınılması Gereken Şeyler ……………………... 159
Kâfir Zannedilene Kâfir Demeyeni Kâfir Kabul Etmemek; İki Müslüman, Üçüncü Bir Kişinin Şüpheli Durumundan Dolayı Biribirlerini Tekfir Etmemelidir …….….. 161
Tekfirde Aşırılığın Getirdiği Çelişkiler …………….. 161
Tekfir Edilmeyi Hak Edeni Tekfir Etmenin Gerekliliği ……….….. 162
Müslümanı Kâfirlik, Münâfıklık ve Benzeri Tâbirlerle İtham Edemeyiz .. 162
Düşülen Önemli Hata ………………. 164
Kur'an ve Sünnete Müracaat Etmenin Gerekliliği ….. 168
Bazı Âlimlerin Tekfirle İlgili Görüşleri ……. 168
Hasan el-Hudaybî ve Tekfir ………....... 168
Abdurrezzak Samarraî ve Tekfir ……… 173
Te’vil ve Tekfir ………. 173
Mevdûdi ve Tekfir ………. 173
Seyyid Kutub ve Tekfir ………….. 177
İbn Teymiye ve Tekfir …………………...……. 179
Seyfuddin el-Muvahhid ve Tekfir ……….. 182
Muhammed Kutub ve Tekfir ……………….. 183
İbn Kayyim el-Cevziyye ve Tekfir ………. 184
A- Kelâmcılar ve Tekfir ………….. 191
Eş'arîlere ve Diğer Mütekellimlere Göra Tekfir …. 191
B. Fukahânın Görüşleri ……... 192
Hanefilerden Nakiller …..…... 192
Şafiîlerden Nakiller ……………. 193
Mâlikîlerden Nakiller ………….…. 194
Hanbelîlerden Nakiller ……………… 194
Diğer Bazı Âlimlerden Nakiller …….. 195
Haksız Tekfirin Tehlikesi …………………... 195
Şirk ve Küfürden Korunma Yolları ……… 196
Sonuç …198
Tekfir Konusunda Âyet ve Hadisler ……… 199
Tekfir Konusunda Yararlanılabilecek Kitaplar ……... 206

Önsöz

Ahmed KALKAN
Ümraniye, Nisan 2008
www.ahmedkalkan.net

I. Bölüm
Dâru’l-Harb Anlayışı Etrafındaki
Problemlere Bakış
Dâru’l-Harb Anlayışı ve Hırsızlık
İslâm'da Robin Hood'luk Yoktur
Batılı ve (ne kadar yerli olduğu tartışılabilecek) Türk filmlerinde biraz sosyalizm, biraz halk tipi eşkıyâlık propagandası kokan, kahramanın zenginden çalıp fakirlere dağıtması rolünü İslâm onaylamaz. Yani, hırsızın malını çalmak da hırsızlıktır. Hırsızdan hırsızlık yapana had uygulanıp uygulanmaması İslâm mezhepleri ve müctehidler arasında ihtilâflıdır. Ama kesinlikle ta'zîr de olsa bu tür hırsızlık yapana cezâ verilir. Hırsızlık suçsa, kötüyse hırsızın malını çalmak da aynı suçu işlemektir, aynı kötülüğü yapmaktır. Bu ilk hırsızın şahıs, kurum, devlet, müslüman veya kâfir olması, hükmü değiştirmez. Hırsızlığın en büyüklerinden biri, umûma, halka ait malları çalmaktır. Bu, bazen devlet malı zannedilerek yapılır. Devlet, aslında soyut bir kavramdır, varlığı kâğıt üzerindedir. Devlet malı, aslında halkın malıdır. Yöneticiler âdil bir müslüman ve yönetim İslâmî ise, Allah'ın hükmüne göre adâletli bir şekilde halkın malını halkın en önemli ihtiyaçlarından başlayarak halka harcar. Bu vasıflardan birine sahip değilse, halka zulüm ve halkın malına ihânet sözkonusu olur. Bazıları şöyle der: “Herkes çalıyor. Biz de aslında devletteki kendi hakkımızı almış oluyoruz!” Farkında olmasalar da, bu tavır, tüm halkı soymak, meşhur deyimle tüyü bitmemiş yetimin hakkına el uzatmaktır. Bir kişinin malını çalan kimse, onunla helâllaşma imkânına sahiptir. Mümkün ki, o kimse onu affeder. Ama umuma/kamuya ait mallar bütün müslümanların, bütün halkın mülküdür. Allah’tan korkmayanların yaptığı, onlara gerekçe olacak bir neden değildir. "Bir kavimde gulûl (denen devlet malından hırsızlık) zuhûr ederse, Allah o kavmin kalplerine korku atar. Bir kavim içinde zinâ yayılırsa orada ölümler artar. Bir kavim, ölçü ve tartılarda (hile yaparak) miktarı azaltırsa Allah ondan rızkı keser. Bir kavmin (mahkemelerinde) haksız yere hükümler verilirse, o kavimde mutlaka kan dökme yaygınlaşır. Bir kavim ahdinden dönüp gadre yer verirse, Allah onlara mutlaka düşmanlarını musallat eder." Bazı insanlar, müslüman olmadıklarından dolayı kâfirlerin mallarının ve İslâmî bir devlet olmadığı, tâğûtî bir düzen olduğu için devlet malının çalınmasının câiz olduğunu ileri sürerler. Devletin olduğu varsayımıyla elektrik, su, belediye otobüsü vb. kullanımlarda sahtekârlık ya da hile ile de olsa bu tür hırsızlıkta sakınca olmadığını iddiâ ederler. Bu anlayış ve tavır, doğru da değildir, İslâmî de. Savaşla normal hali, ganimetle hırsızlığı karıştırmaktır. İslâm'ı da, sosyal yapıyı da bilmemektir. Dâvâya da büyük zarar sözkonusudur. Toplum ve yöneticiler açısından; "güvenilmez, hırsız, halkın malına zarar veren bir kimsenin dini ve dâvâsı da hak olamaz" denilir. Bu birkaç kişinin müslüman vasfından dolayı, tüm müslümanlar bu anlayışta ve bu tavırda kabul edilir. Tebliğ ve dâvetin önü kesilmiş olur. Peygamberimiz'in Mekke'de kâfirlerin mallarına karşı tavrı nasıl olmuştu? Müşriklerin onca zulüm ve baskılarına, müslümanların mal ve canlarına saldırılarına rağmen, hicret esnâsında Rasûlullah müşriklerin kıymetli para ve mallarından oluşan emânetlerini sahiplerine iâde etmek için yeğeni Ali'yi sûikast yapılacak yatağına yatırma riskini tercih etmişti. Mallarının gasbedilmesi câiz olan kâfirler ve devletler, müslümanlarla fiilen savaş halinde olanlardır. Mevcut şartları savaş olarak değerlendirmek İslâm hukukuna da, genel değerlendirmeye de uygun değildir. Yoksa, savaş dışında kâfirlerin kendileri, şirketleri, kurumları, malları ganimet kapsamına girmez. Filistin gibi işgal güçlerine karşı fiilî savaş durumunu yaşayan insanlar için elbette cihad hükümleri, ganimet durumu sözkonusudur.
Bir Gazete Haberi: Hırsızlar Faturaları Yüzde 15 Kabarttı
Türkiye'de 2006 yılında elektrik kayıp ve kaçak tutarı 2,1 milyar YTL oldu. 1 milyar 70 milyon YTL'si kaçak kullanımdan kaynaklanan bu tutar faturalara yüzde 14,47 zam olarak yansıdı. Başbakanlık Yüksek Denetleme Kurulu (YDK), Türkiye'de 2006 yılında elektrik kayıp ve kaçak tutarının 2,1 milyar YTL olduğunu belirledi. Bunun 1 milyar 70 milyon YTL'sinin kaçak elektrik kullanımından kaynaklandığı hesaplandı. Elektrikte kayıp ve kaçak nedeniyle yurttaşlar elektrik faturalarını yüzde 14,47 zamlı ödediler.
1,5 Milyar Dolar Gitti
TEDAŞ genelinde kayıp-kaçaklara giden toplam 19 bin 61,4 GWh'lik enerji miktarının ekonomik karşılığı, 2006 yılı ortalama enerji alış fiyatıyla (11,233 YKr/kWh) 2,1 milyar YTL oldu. Raporda, 2006 yılı ortalama dolar kuru 1,4406 YTL olarak alındığında, kayıp-kaçak tutarının yaklaşık 1,5 milyar dolara ulaştığı kaydedildi. Söz konusu kayıp-kaçak miktarının bir kısmının teknik kayıplarla ilgili olmakla birlikte yaklaşık yarısının kaçak kullanılan enerjiye karşılık geldiğinin altı çizildi. Rapora göre, kaçak kullanılan elektrik miktarı 9 bin 530,7 GWh olarak belirlendi. Kaçak elektriğin tutarı 1 milyar 70 milyon YTL olarak hesaplandı.
Maliyetler Arttı
Raporda, elektrikte maliyet unsurlarına da yer verildi. Buna göre, 2006 yılı için, kWh başına 13,129 YKr olan elektrik maliyetinin içinde 1,900 YKr kayıp ve kaçaktan kaynaklandı. Böylece kayıp-kaçak maliyeti, toplam elektrik maliyetinin yüzde 14,47'sini oluşturdu. Kayıp-kaçak, enerji satın almadan sonraki en yüksek maliyet kalemini oluşturdu. Bazı bağlı şirketlerde yoğunlaştığı gözlenen kaçak kullanımların, enerji satış maliyetini dolayısıyla da satış fiyatlarını artırdığı kaydedilen raporda, "İyi niyetli olan ve borcunu zamanında ödeyen diğer aboneleri olumsuz yönde etkilemektedir" denildi.
Yukarıdaki haberden de anlaşılacağı gibi, kaçak kullanılan elektriğin bedeli, halka yansıtılıyor ve halk, kaçak elektrik kullananların sebep olduğu açığı kapatmak için elektriğe % 14.47 daha fazla para ödedi. Yani, kaçak elektrik kullanan insanlar, halkın fatura bedellerinin % 14.47 tutarında haklarını gaspetmiş oldular. Halk, kendi harcamadığı elektrik parasını, kaçak kullananlar yerine bu bedeli ödemiş oldu. 2006 yılı hesaplarına göre, bir yıllık kaçak kullanılan elektriğin tutarı 1 milyar 70 milyon YTL olmaktadır. Kaçak elektrik kullanan kişiler, yeni para birimiyle 1 milyar YTL.’den fazla parayı, halkın sırtına yüklediler, halkın bu kadar parasını çaldılar. Tabii, halktan kaç kişi çıkar ve bu kadar parasını, kaçak elektrik kullanan kimselere helâl eder? Bu, Müslüman-kâfir, fakir-zengin bütün halkın cebine el uzatmak ve onların paralarını çalmak değil de nedir? Bu duruma, kul hakkının ne olduğunu bilen hangi vicdan sahibi, hangi Müslüman fetvâ verebilir?
Dâru’l-Harb ve Dâru’l-Harbde kâfirlerin Malı
Müslümanlara göre, insanî ilişkiler savaş değil; barış esasına dayanmaktadır. Burada aklımıza şöyle bir soru gelebilir: “Mâdem İslâmiyet’e göre barış esastır; o halde niçin ‘kâfirler dünyası’, ‘dâru’l-harb/savaş dünyası’ gibi ayrımlar ortaya çıkmıştır? Neden böyle bir ayrıma gerek görülmüştür?”
Evet! İslâm hukuk kitaplarında karşılaştığımız "dârul'-harb" terimi, ister istemez, bizde insan ilişkilerinin barış değil de savaş esâsına dayanmakta olduğu şeklinde bir kanaat uyandırmaktadır. Evet ama, böyle bir yargı, gerçeklere inememekten ve meselenin esasını bilmemekten doğmaktadır. Çünkü: İslâm hukukçuları, milletleri/toplumları üç kategori altında toplamışlardır: 1) İslâm dünyası (dâru'l-İslâm): İçinde İslâm kanunlarının uygulandığı ülkeler, 2) Müttefikler dünyası: Vatandaşlarının aşağı yukarı hepsi gayri müslimlerden oluşan, fakat müslümanlarla antlaşma yapmış bulunan memleketler, 3) Savaş dünyası (dâru'l-harb): Halkı müslüman olmayan ve müslümanlarla da hiçbir antlaşması bulunmayan yerler. Bu ayrımı, onlara tarihî olaylar empoze etmiştir. Yoksa şeriat onları bu hususta zorlamış değildir.

Bazı fıkıh kitaplarında “dâru'l-harb” teriminin kullanılması ve buna ait özel fıkhın oluşturulması; müslümanlara, savaşın dışındayken, düşmanın malına, servetine el koyma veya onları yok etme yahut da kişisel hürriyetlerine ilişme gibi hiçbir şekilde bir bahâne vermemektedir. Bazı câhillerin zannettiğinin aksine, bir yer dâru'l-harp olsa, orada barış içinde yaşayış sürdürülürken, kâfirlerin mal ve canlarına dokunulamaz; savaş şartlarındaki hususlar geçerli olmaz. Bütün bu sebeplerden dolayıdır ki, bu terimin kullanılması, yani ülkelerin ve insanların çeşitli kategorilere ayrılması, ortadaki gerçeklerden hiçbir şey değiştirmiyor, değiştirmez. Kur’an’ın emir ve yasakları her coğrafyada uygulanmaya çalışılır. Helâllar ve haramlar coğrafyaya, dâru’l-harb anlayışına göre değişmez. Ülke ister Dâru’l İslâm kabul edilsin, ister Dâru’l Harb olarak değerlendirilsin; ancak savaş şartlarında savaş hukuku geçerli olur.
Tarihî olaylardan ve o zamanki gerçeklerden yola çıkarak müctehidlerin tasnif edip tanımladıkları şekilde; bugünkü dünyayı dâru'l-harb ve dâru'l-İslâm kavramlarıyla izah etmenin doğru olmayacağı kanaatini taşıyorum. Sözgelimi Türkiye'nin durumu, dâru'l-harb tanımına girdiği iddiâsı, bu değerlendirme ile, ancak savaş şartlarında câiz olabilecek nice uygulamaların, sulh ve salâh ortamını bozacak ve bazı haramları helâl ilân edecek nice yanlışların ortaya çıkmasına zemin hazırlayacaktır. Safların net olmadığı, müslümanlarla İslâm düşmanlarının cephelere ayrılmadığı, savaş şartlarının tümüyle ortaya çıkmadığı yerlere dâru'l-harp denilmesi, bugünkü dünya için ve İslâm'ın genel tavrı açısından yanlış uygulamalara sebep olabilecektir. Unutmayalım ki, dâru’l-harb ve dâru’l-İslâm kavramları Kur’ânî kavramlar olmayıp, tarihî şartlardan dolayı müctehidlerin tasnifinden ibârettir ve bu konudaki fıkhî hükümler, o günkü dünya açısından doğru olsa bile, bugün için aynen uygulanmasında büyük sakıncalar olan ictihâdî, o zamanlara âit, beşerî yorumlardan ibârettir.
Kimileri bugün müslümanların yaşadığı tüm ülkeleri "dâru'l-harb/savaş yurdu" ilan edip ifrâta kaçarken; bazıları da bu memleketlerin "dâru'l-İslâm/İslâm yurdu" olduğunu tefrîtini gösteriyor. Ortadoğu ülkelerinin başındaki tâğutlar, kendi İslâm dışı yaşayış tarzlarını örtbas etmek ve halkı kandırmak için ülkelerinin yönetiminin şeriat olduğunu iddiâ edebiliyorlar. Bu tür ülkelerden biri için söylenmiş meşhur bir sözü hatırlatalım: "Suud'da şeriat olsaydı, önce kralın eli kesilirdi; çünkü en büyük hırsız odur." İş imkânı, mal emniyeti, sosyal güvence gibi alanlarda devlet, görevini yapmaz ve hırsızlığa giden yolları tıkamaz, hatta bu yolları bilinçsizce teşvik ederken, hangi ortamda yetiştiği, hangi şartların kurbanı olduğuna bakmaksızın, gariban biri, hırsızlık gibi bir suç işlediğinde âcilen en ağır biçimde cezâlandırılır. Şartlar tümüyle oluşmuşsa hırsızın elinin kesilmesi ancak İslâm Devletinde (eski tâbiriyle dâru'l-İslâm'da) mümkün olacağından, kendi memleketlerini bu özellikte göstermeyi politikalarına uygun gören yöneticiler, bunun ispatı olsun diye, gariban halka bu ağır cezâları vererek işe başlarlar. Ama aynı suçu daha büyük oranda resmî şemsiye altında işleyenler ödüllendirilir. Meselâ 1970'lerden sonra Pakistan'da üç beş kez İslâm devleti ilân edilmiş, şeriat kurallarının geçerli olduğu yetkililerce açıklanmıştır. İslâmî muhâlefeti susturmak için ilân edilen şeriatın uygulanıyor gözükmesi için de işe küçük hırsızların elini kesmek, düzenin ve çevrenin kurbanı olarak zinâ eden halktan bir kadını cadde ortasında recmetmekle işe başlanır.
Kur'an'ın emrettiği inanç, ahlâk, eğitim, sosyal ve ekonomik imkânları temin etmek gibi devlete ait görevlerin hiçbirini Kur'an'ın istediği gibi yapmayan devlet, oluşturduğu bataklıklarda doğal olarak üreyen sinekleri öldürmeyi mârifet sayar. Tabii, şeriat cezâ demektir, İslâm insanların gözünü korkutmak demektir, câhiliyyyenin bozduğu insanın cezâsını zavallılara çektirmek demektir bu anlayışta ve bunların tavırlarını gözlemleyen kamuoyunda. Sonra kamuoyunda ve medyada bu uygulamalara karşı soğukluk ve eleştiriler oluşur, fatura, sorumlulara değil; İslâm'a kesilir; şeriat(!) tekrar rafa kaldırılır. İleride muhâlefeti ve halk isteğini başka yollarla engelleyemeyince ilân edilecek yeni bir şeriat devletine(!) kadar bu böyle sürer. Sonra rafa kaldırılan eski tas aynı hamamda farklı tellaklar tarafından kullanılmaya devam eder. Bu uygulamalar Batı tarafından İslâm'ı suçlama aracı olarak kullanıldığı gibi, halkının önemli bir oranı müslüman olan ülkelerin başındaki yöneticiler açısından da tâğûtî yönetimlerin ne kadar insancıl, İslâm şeriatının da ne kadar acımasız ve çağdışı olduğunun ispatı olarak sunulur. Tâliban bu görüntüyü daha da abartılı hale getirmiş, İslâm düşmanı kanallar da bunları daha da abartarak dünya kamuoyuna sunma başarısını(!) göstermiştir.
Hıyânet, Hâinlik
Emânetlere, kendisine güvenilip geçici bir süre kontrolüne bırakıldığı şeye karşı hıyânet etmek, o emânetin sahibinin zarar görmesine kasıtlı olarak sebep olmak da bir çeşit hırsızlıktır. Hıyânet diye dillendirdiğimiz anlam, İslâmî literatürde daha çok "gadr" kelimesiyle ifade edilir. Gadr: Vefasızlık, ihânet, verilen sözü yerine getirmemek, ahdi bozmak demektir. Arapça'da "gadîr veya gaddâr adam" denilince, sözüne hiç güvenilmeyen kişi anlaşılır. Mağdûr da gadr'e uğramış, haksızlığa mâruz kalmış, zarar ve ziyan görmüş kişi demektir. Gadr veya gaddarlık Türkçe'de Arapça'daki mânâlarından daha değişik anlamlarda kullanılmıştır. Dilimizde gadr; "zulüm, merhametsizlik", gaddâr da; "hiç merhameti olmayan, zâlim, merhametsiz, insafsız" şeklinde anlaşılır. Kurân-ı Kerim'de; "...Allah hâinleri sevmez" buyrulur. Hadis-i şerifte şöyle buyrulur: "El, aldığı şeyden onu geri verinceye kadar sorumludur."
Emânet: Birisinin koruması için bırakılan maddî ve mânevî hakka denir. Aynı zamanda emânet; emniyet edilip inanılan şeydir. Peygamberlerde bulunan sıfatlardan biri de "emânet"tir. Rasûlullah, hicretten önce, kendisinde bulunan emânetleri sahiplerine iade etmişti. Çünkü kâfirler ona "el-emin" olarak mallarını emânet ediyorlardı. Hz. Peygamber "emânete ihânetin münâfıkların alâmetlerinden olduğunu" söylemiştir. Emânet, mü'minlerin de temel vasıflarından biridir. İhânet edilmemesi gereken en önemli emânet Kur'an ve Sünnet'tir. Bu kaynaklara sahip çıkmayan büyük hâindir. Vedâ Hutbesi'nde Rasûlullah şöyle buyurmuştur: "Size bir emânet bırakıyorum ki, ona sarıldıkça sapıklığa ve dinsizliğe düşmezsiniz. Bu emânet Allah'ın kitabı Kur'ân ve benim sünnetimdir." ; "Emânet sahibi olmayan kişinin gerçek imânı yoktur."
"Emin": "Bir şeyi koruyan, güvenilen, itimatlı adam, hâin olmayan" anlamındadır. "Emin, mü'min ve emânet" kelimelerinin kendinden türediği "emn", her türlü korku ve şüpheden uzak olmak, bütünüyle tatmin ve huzura kavuşmuş olmak demektir. "El-Emîn"; güvenilir, mûtemed anlamına geldiği gibi, bazan da emniyet içerisinde olan, emniyetli mânâlarına gelir. Bu şekilde Emâneti yerine getirene emin kişi denir. "Emîn" vasfı, tüm Rasûllerin ortak vasıflarından biridir. Peygamberler emîn/güvenilir vasıfları ile Allah'ın dinini tebliğ ediyorlar ki, insanlar kendilerine inansın. Kur’an’da belirtildiği gibi, peygamberlerin emin'lik vasfını toplum da kabul etmek zorunda kalıyordu. Son Nebî ve Rasûl olan Hz. Muhammed (s.a.s.) de daha risâlet görevine başlamadan önce "Muhammed'ül-Emîn" olarak tanınmıştı. O da risâlet görevini kendinden öncekilerden geniş ve özde aynı emîn bir peygamber olarak Mekke şirk toplumunda yerine getirdi. Tarihin hangi döneminde olursa olsun, bir kimse topluma bir dâvâ ile gelip onları dâvet ettiğinde, toplumun ona inanması için o kimsenin "emîn" vasfına sahip olması lâzımdır. Günümüz İslâm dâvetçileri de başarılı olabilmeleri için, peygamberlerin bu en temel vasıflarına sahip olmaya çalışmalıdırlar.
Bir kimsenin "emîn" sayılabilmesi için o kimsenin dâvâsında samimi olduğunda güvenilir olması, dâvâyı yüklenmeye güç yetirebilmede güvenilir olması ve her türlü zorluğa o uğurda katlanacağı hususunda güvenilir olması gerekir. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm'de "bir işi yapabilme gücüne sahip" mânâsında da kullanılmaktadır "emîn" kelimesi.
Emin olma; sırf doğru olma, güvenilir olma, bir işi yapabilme gibi mânâlarda kullanılmaz. Kur’ân-ı Kerîm'de emîn kavramının bir de azâbdan, korkudan, kendi kendinden "emîn olma" gibi anlamları vardır. "Korkudan, (azaptan), "emîn" olma (hakkı), iman eden ve imanlarını bir zulme bulaştırmayanlara âittir. Ve doğru yolu da bulmuş olanlar onlardır." "Emîn" olanlar emâneti yüklenip iman edenler, sâlih amel işleyenlerdir. Allah azaptan emîn olacak olanların bunlar olduğunu belirtiyor.
Gerek ganîmette ve gerekse başkasına âit mallarda yolsuzluk yapmayı yasaklayan birçok hadis de vardır: "Allah nezdinde hıyânetin en büyüğü, iki arâzi veya ev komşusundan birisini, diğerine âit bir arşın toprağı kendi zimmetine geçirmesidir. Allah kıyâmet gününde, bu toprağın yedi katını, onun boynuna geçirir." ; "Kim şu üç şeyden berî/uzak olarak ölürse (azap görmeksizin) Cennete girer: Kibir, gulûl (ganîmet veya toplum malından çalma), borç."
Devlet halkın malını, halk da devletin (aslında tüm halkın) parasını çalmaya çalışıyor. Tabii, bu konuda devleti yönetenlerin uzmanlığı ve yaptıklarını yasallaştırarak yaptığı için çaldığı minarelerin kılıfını hazırlaması çok daha ileri safhalarda hırsızlığı ortaya koyuyor. Bazı hırsızlıkların kanun kılıfı içinde yapılması onun hırsızlık olduğunu engeller mi? Haksız vergiler, enflasyon denilen devletin elinin halkın cebinden devamlı para çalması birer hırsızlık değil midir? Nasılsa elektriğini, devlete borcunu, haksız da olsa vergisini zamanında yatıramayan, para bulup zamanında denkleştiremeyen vatandaşa gecikme cezâsı adına yüksek meblağda fâiz ve para cezâsı verilerek soygunun başka bir çeşidi sergilenmiyor mu? Kredi kartları ve borçlarının nasıl bir soygun olduğunu 40.000'i geçen kredi kartı kullananların iyi bildiğini zannediyorum. Kapitalizmin, holdinglerin, hiper ve süper marketlerin, reklâmların, modanın... âdî hırsızlıktan farkı, çaktırmadan ve kandırarak, insanları değişik şekilde uyutup uyuşturarak soyması değil midir? Kapitalist düzen hırsız düzenidir, soygun ve sömürü düzenidir. Sahtekârlıkların da bin bir çeşidi sergilenebiliyor, bu yollardan biri ya da birkaçıyla, ama mutlaka tüm insanlar soyuluyor.
Sovyetler Birliği zamanında ve Rusya'nın süper güç maskesi taktığı dönemlerde bir Amerikalı ile Rus'un halkın ekonomik durumuyla ilgili bir konuşması fıkra cinsinden aktarılır: Rus Amerikalı muhâtabına sorar: "Amerikan vatandaşları ortalama kaç dolarla geçinir?" Amerikalı "1200 dolarla" diye cevap verir. "Peki, bu parayı nasıl kazanır?" diye soran Rus'a Amerikalının verdiği cevap "Biz özgür bir ülkede yaşıyoruz. Kimse onun nasıl kazandığına karışmaz" olur. Soru sırası kendine gelen Amerikalı Rus'a aynı soruyu sorar: "Rus vatandaşları ortalama kaç dolarla geçinir?" Rus cevap verir: "220 dolarla." Amerikalı hayret içinde tekrar sorar: "Bu parayla bir insan nasıl geçinir?" Rus'un verdiği cevap: "Biz de özgür bir ülkeyiz. Kimse onun nasıl geçindiğine karışmaz" olur. Rus'un verdiği cevap, Türk yöneticilerinin de dilleriyle değilse, halleriyle verdiği cevaptır.
Hırsızlara cezâ verilir gibi yapılır Türkiye gibi kapitalist ülkelerde. Aslında cezâlandırılan mağdurlardır. Parası çalınanlardır. Onların hakları korumaya alınmaz. Soyguncunun hakları daha önemlidir. Onlar ne de olsa kendilerinden sayılır. Yenilerini şimdilik bilmiyoruz, başbakanlık ve cumhurbaşkanlığı yapmış Demirel gibi, Özal gibi insanların yedi sülâlesinin yolsuzluklara, banka boşaltmalara, hortumculuğa battığını, bu yeğenler ve yiyenlerin cesaretlerini yakınları olan devlet büyüklerinden aldığını bilmeyen yoktur. Başbakanlık yapmış bayanın villalarını, yatlarını, çiftliklerini, Amerika'daki köşklerini herkes bilir, ama nereden elde ettiğini sormaz. Krallar gibi yaşar devlet balına elleri değenler. Çocuklarının düğünleri prens ve prenseslerin düğünüdür. Yüzlerce kiloluk altın, ya da milyon dolarlarla ifade edilen mal varlıkları, ortaklıkları kendileri itiraf ederler, etmedikleri bilinmez. Tabii, bu devirde bir başbakan maaşıyla nasıl geçinir insan? Hz. Ömer'in devletin mumunu selâm alırken, özel konuşma yaparken söndürdüğünü de bilmiyorsanız öğrenebilirsiniz bu yavuzlardan, seçim konuşmalarında. Soyguncuların eğitim ve yönetiminden, yönlendirmesinden geçmiş halka göre de bu anormal değildir: "Eee, bal tutan parmağını yalar." Her türlü çirkinliğine rağmen bal tuttuğu düşünüldüğünden politikacı eli tatlıdır, yalanmaya değer; pis değil, kutsal kabul edilip öpülmeye lâyık sayılır ve halktan her yiğidin gönlünde politikacılık aslanı yatmakta, bazen de kükremekte, zor zapt edilmektedir. Kapkaççılığın cezâsı T.C. cezâ kanunlarına göre 6 ay hafif hapistir. O da 1,5 ay uygulanır; tabii hırsız acemilik edip yakalanabilirse ve bir yolunu bulup rüşvetle işi savuşturamazsa. "Polisler, emniyet güçleri ve hatta onların üstündeki bürokrat ve seçilmişler arkalarında veya yanlarında olmasa, büyük hırsızlıklar, hortumlar yapılabilir mi?" diye halk sormaz bile. Halkın gözü sahnedeki oyundadır, perdeyi aralama cesâret ve riskini nereden alsın ki perde arkasını görebilsin? Polisin, trafik polisinin, hâkimin... eline düşen insanlar biraz görür gibi olur perde arkasını. Resmî görevliler işi kılıfına uydurdukları ve halk da devletten ürkütülüp korkutulduğu için resmî görevlilerin ve baştakilerin soygununu karşı çıkalamaz, dillendirilemez kabul eder ve üç maymunu oynar. Araba kullanıp da kendisinden alınan vergilerle maaş alan trafik görevlilerince soyulmayan sürücü var mıdır bu ülkede? Bu olayın sadece trafikle sınırlı olduğunu iddia eden? Tapu kadastro dairelerinde, maliye ve vergi dairelerinde, gümrüklerde, belediyelerde... Rüşvet ve haksız cezânın olmadığı yerlerin listesi herhalde daha kolay tutulur. Vatandaş, hem çocuğunu okulda okutmaya mecbur tutulur, hem her yıl Milli Eğitim Bakanları ve daha alt kademedeki sorumlular açıklama yapar; "zorla para alınamaz, yasaktır...", hem de kayıt parası diye soygunlar yapılır. Devlet dairesinde veya Belediyelerde bir işe girmek için ne dolaplar çevrilir, ne paralar döner. Artık halkın tavsiyeleri de değişti. Meselâ mahkemelik olan insanlara şöyle diyor: "Arkadaş, avukat tutacağına hâkim tut! Hem daha ucuz, hem daha kolay netice alınıyor." Çoğu avukat da suçlu ile hâkim arasında emânetçi ve aracılık görevi üstleniyor, bu ballı işe bulaşan parmaklarını da yalıyor tabii. Mahkeme faslı da formalitenin uygulanmasından ibâret minâre kılıfları. Bunları bilmeyen yoktur, kahve köşelerinde dillendirmeyenler de. Ama büyük harflerle haykıran, hesap sormaya çalışan, soyguncu taşeron ve piyonları oynatan kuklacıları gösteren çıkmaz. Kaldı ki, kimi kime şikâyet edecek? Bataklık kurutulmadan bunlar nasıl önlenecek? Hasta adam Osmanlının, hastayı tedâvi adıyla zehirleyen kendi paşalarından birinin sözünü, Osmanlının komadaki çocuğunun bağlı olduğu hortumu kesip hortumu kendine yönlendiren doktor gömleği giymiş sahte kurtarıcıların şöyle değiştirdiği anlaşılıyor: "Uluslararası sömürü teşkilâtları, emperyalist devletler siz dışarıdan; hortumcularla birlikte biz içeriden yıkmaya çalıştığımız, yiyeceğini elinden alıp ölüme mahkûm ettiğimiz halde, hâlâ ölmüyor bu hasta." Ha biraz daha gayret, az kaldı!..
Emperyalist devletlerin söz dinleyen uşaklarıdır Batıyı taklit eden Ortadoğu ülkelerinin başındakiler. Başta pragmatist Amerika ve onun sömürgecisi İsrail olmak üzere, çıkarcı Batının sömürü çarklarını döndüren hizmetçileridir müslümanların başındaki tâğutlar. Dünya Bankası, IMF, Uluslararası Para Fonu, kazın geleceği yerden tavuğu esirgemez. Aynı zamanda borçluya zehirli, uyutucu ve uyuşturucu reçeteler dayatma hakkını da kendinde görür. Batıyı savunmak, sömürüyü ve soygunu savunmaktır. Batı tefeci, Doğuda tefeciye paçasını kaptırmış zavallıdır. Öde öde borç bitmez. Batıda her doğan çocuk günahkâr doğarken, onun sömürgesi durumundaki Doğu ülkelerinde her çocuk borçlu doğar. Batı çocuğu yaşadıkça günahlarını arttırırken (nasıl olsa bebekliğinde vaftizle günahını çıkartmıştır, büyüyünce de aynı usulle papaza itiraf edip günahlarını çıkarttıracaktır), Doğulu çocuk da borcunu devamlı arttıracaktır (çocuk çalışacak, emeği soyguncuların kasasına haksız ve ağır vergi, borç fâizi vb. şeklinde akacak, düzenler tarafından borcunu ödedikçe borcu çoğaltılacaktır; eh, rejim niye vardır, bu yardım ve hizmetleri yapmayıp da ihmal mi etsin vatandaşını?!).
Düzenin hırsızlığı, kılıfı önceden hazırlandığı için yasal hırsızlıktır: Haksız vergiler, harçlar, fakirleştirmek, enflasyonla fakirin cebindeki parayı devamlı eriterek çalmak, tüyü bitmemiş yetimin hakkını zenginlere peşkeş çekmek, banka boşaltanlara ve diğer hortumculara ceza vermek yerine, onların boşalttığı bankaları fakir halka vergiler bindirerek ödetmek...
Hırsızlığa Giden Yolun Kapanması ve Müslümanın Paraya Bakışı
İslâm, özel mülkiyeti, kişilerin mal mülk sahibi olmalarını -helâl kazanç, hibe, miras gibi meşrû yollardan elde edilmiş olmak şartıyla- câiz görmüş, mülkiyet hakkını korumak için tedbirler almıştır. Bu tedbirler, sosyal adâleti temin ve cezâ tedbirleri olmak üzere ikiye ayrılabilir.
Sosyal Adâlet
Sosyal adâletten maksat, toplumun her ferdine fırsat eşitliği tanımak ve herkesin insana yaraşır şekilde yaşama imkânlarını temin etmektir. Bu, İslâm devletine görev olarak verilmiştir. Ayrıca zekât, nafaka, yardımlaşma, fâizsiz borç verme, vakıf ve hayır kurumları da bu tedbirler arasında anılmaya değer.
İslâm devleti mecbûri ve temel görev olarak toplumun eğitimiyle ve Allah'ın indirdiği hükümleri adâletle ve samimiyetle uygulayarak başta şirk olmak üzere her çeşit haramlara giden yolu tıkamakla görevlidir. İslâm toplumu, içindeki emin ve ehil insanlarca (âlim, aydın, yazar, hatip, eğitimci gibi yetişkin seçkinleriyle) ve güçleri oranında onlara destek verip yardımcı olan halkıyla, evlerde anne ve baba ile İslâm devletinin eğitim ve ıslah çabalarına katkıda bulunur. Yalnız, bu faâliyetlerde dikkat edilmesi gereken durum şudur: Bu eğitim ve ıslah kurallarını insanlar kendi kafalarından tespit etme yanlışlığına düşmeden, âlemlerin Rabbı, yani eğitimcisi, terbiye edip yetiştiricisinin eğitim ve ıslah prensiplerini uygulamak zorundadırlar. İslâmî yönetimde müslüman halk ve devlet birbirini tamamlar. Birinin yaptığını diğeri bozmaz. Yetişen insanlar çifte standartlı olmaz. Câmiyle okul, ibâdetle kanunlar, evle sokak birbirine düşman olmaz, tam tersine uyumlu bir işbirliğine gidilir.
Böyle bir sistemde yetişen insanlar, Allah'ın rızâsını her hedefin önüne geçirirler, her idealleri bu ölçü içindir. Böyle bir toplum, mal-mülk konusunda, rızık ve kader konusunda, dünya ve imtihan, âhiret ve hesap konusunda Hakk'a Hakk'ın istediği gibi inanmayanlardan çok farklı düşünür ve hayatlarını tanzim ederler. Bilirler ki, onlar için dünya geçim dünyası değildir, maldan, paradan çok önemli şeyler vardır. Meselâ, içinde bulunduğumuz zaman diliminde yaşadığımız ülkede açlıktan ölen kimse duyulmamış, görülmemiştir. Rızkı veren Allah'tır. Allah, hikmeti gereği ve sınav aracı olarak herkese aynı düzeyde mal ve rızık vermemiştir. Üstünlük zenginlikte ya da fakirlikte değil, hakiki imanda ve imanın ihlâsla yaşanması demek olan takvâdadır. Allah korkusu, İlâhî emirler ve Rasûlullah (s.a.s.)'ın Sünneti üzerine binâ edilen ahlâkları onları her çeşit haramdan, özellikle kul hakkından sakındırır, başkasının malına göz dikmenin âhirette mutlaka hesabının çok ağır şekilde verileceğini bilir. Dünyada da haram malın, haram gıdanın zararlarını anlar. Haram yemenin kendi iç bünyesini, psikolojik hayatını, fıtratını tahrip ettiğini bilir, aynı zamanda toplumu ifsâd ettiğini, hırsızlığın toplumda olması gereken kardeşlik, güven, dayanışma gibi nice ilişkilere zarar veren toplumsal mikrop olduğunu değerlendirir.

Mal, esâsen insanların sahip olmak istedikleri, ihtiyaç için elde edebildikleri, biriktirilebilen, taşınabilir veya taşınamaz şeylerdir, varlıklardır. Mallar ve çocuklar dünya hayatının süsü olduğu gibi, aynı zamanda birer fitnedir, yani insan için birer deneme alanıdırlar. Mala sahip olma ile onu harcama yeri; onun kullanılış gâyesidir. Malların gerçek sahibi Allah'tır. O dilediğine dilediği kadar mal ve rızık verir, dilediğinden dilediği kadar, isterse tümünü istediği anda alıverir. Verdiği malla da, mahrum bıraktığıyla da dilediğini (tabii lâyık olanları, lâyık oldukları şekilde) onurlandırır, dilediğini alçaltır. Mallar, Allah’ın insanlara birer emânetidir. O’nun helâl kıldığı yoldan kazanılmalı ve o mal Allah’a varmak gâyesi için kullanılmalıdır. İnsan ölünce Rabbine kavuşacaktır. Öyleyse kendisine emânet olarak verilen malı, âhiret bilinci ve hesap şuuru içinde kullanıp harcamalıdır. Bir başka deyişle, mal insanın hayatını sürdürebilmesi için Yaratıcı tarafından insanın emrine verilen bir faydalanma aracıdır. İnsan bu aracı güzel bir yoldan elde etmeli ve emânetin asıl sahibinin gösterdiği gibi kullanmalı, bu şekilde hem dünya hem âhiret mutluluğuna ulaşmalıdır. Mal, insanın sonsuz hayattaki durumuna kesinlikle etki edecektir.
İslâm toplumunda müslümanca yetişmiş bir müslüman bilir ki, sadece kendisinin değil, "yeryüzünde yürüyen tüm canlıların rızkını Allah vermektedir." Bunca varlığın rızkını veren, onlardan hiçbirini unutmayan, ihmal etmeyen, açlıktan öldürmeyen Allah, elbette kendisini unutmaz, rızkını kesmez. Müslüman inanır ki; "Allah, rızıkta insanlardan bazılarına bazılarından fazla verir." Bunun nice hikmetleri vardır, rızkın artırılması da eksiltilmesi de birer sınavdır. Zengin eden de, varlıklı kılan da O'dur. "Allah, size verdiği rızkı kesiverse, size rızık verebilecek olan kimdir?" Alah birine zarar verirse, onu Allah'tan başka giderecek yoktur, bir hayır verirse, bunu da giderecek kimse yoktur. O, her şeye kaadirdir, O, kullarının üstünde her türlü tasarrufa sahiptir, O her şeyi yerli yerinde yapar, her şeyden haberdardır. “Yoksulluktan korkanlar, bilmelidir ki, Allah dilerse onları kendi lutfundan zengin edecektir.” ; "Allah, kullarından dilediği kimsenin rızkını genişletir ve dilediğinin rızkını da kısar." “Allah, kullarına rızkı bollaştırsaydı, yeryüzünde taşkınlık yapar, azarlardı. Fakat O, (rızkı) dilediği ölçüde indiriyor. Çünkü O, kullarından haberdardır, her şeyi görendir.” Dünya malı fitne/sınav olduğu için, imtihan gereği Allah'ın bazılarını faydalandırdığı dünya hayatının ziynetine/süsüne göz dikmemesi istenir. Allah, mü'minleri açlıkla, mallardan ve ürünlerden, meyvelerden azaltarak fakirlikle imtihan eder, mü'minlere yakışan sabretmektir. "Kişinin günahları çoğaldığı vakit (günahlarına keffâret olarak) Allah Teâlâ onu geçim sıkıntısı ile imtihan eder." Çünkü "günahlardan öyleleri vardır ki, onları ancak geçim sıkıntısı uğrunda çekilen zahmetler mahveder." Bununla birlikte, iman edip günahlardan sakınan takvâ sahiplerini Allah, ummadığı yerlerden rızıklandırır, Allah'a güvenene Allah yeter. "Kim de Allah'ı zikretmekten, namaz ve Kur'an'dan, Allah'ı hatırlayıp ibâdet ve itaatten yüzçevirirse, onun için dar bir geçim, geçim sıkıntısı vardır." Müslüman, geçim sıkıntısından şikâyet edip nankörlük edeceğine, bardağın dolu tarafını görmeli, haline hamd ve şükür etmelidir. Şükredince Allah'ın kendisine verdiği nimetlerini arttıracağını, nankörlere de azâp edeceğini bilir.
Bütün bu mal ve rızıkla ilgili inanç ve bilinç, gözünün başkalarının malında olmasına, kul hakkına tecâvüz etmesine, hırsızlık gibi haksız ve bâtıl yollarla başkasının malını yemesine engel olacak, hâkimlere ve yetkili şahıslara rüşvet vermeyecektir. Müslümanın gönlü imanla dolu olduğu için, karnı tam tok olmasa da gözü toktur.
Cezâ Tedbiri
Bir kimseyi, özel mülkiyet düşmanlığına sevkeden haklı sebepleri ortadan kaldırıp sosyal adâleti temin ettikten sonra sıra cezâ müeyyidesine gelir. Mal dokunulmazlığıyla ilgili yaptırımların hem maddî, hem de mânevî olan çeşitleri vardır. Bir başkasının malına, meşrû olmayan, rızâsına dayanmayan yollarla el uzatmak yasaklanmış, her çeşit haksız kazanç haram kılınmıştır. Hırsızlık, gasp ve rüşvet gibi başkasının malına her türlü tecâvüz, gayr-ı meşrû kazanç yasaklanıp haram kılınmıştır.
Emeği sömürmek
“İşçiye hakkını, teri kurumadan veriniz.” ; “Ben kıyâmet gününde üç kişinin hasmıyım. Bana verdiği sözden cayanın, hür bir kimseyi satıp hakkını yiyenin, bir işçiyi çalıştırıp hakkını tam olarak vermeyenin.”
Haram Kazanç Yolları
Aslında helâl olan, fakat hırsızlık gibi haram yollarla elde edilmiş olan paralarla alınan gıda maddelerini yemek de haramdır. Böyle haram parayla elde edilen yiyecekler, farkında olmasak bile beden ve ruh sağlığımız açısından sakıncalı, âhiret gıdalarına ulaşma açısından engelleyici özelliktedir. Kur’an, temiz gıdalardan yememizi emretmiştir. Maddî bakımdan temiz olsa da, haram olan gıdalar, manevî yönden temiz değildir.
Mü’min, kendisinin ve bakmakla yükümlü olduğu kimselerin ihtiyaçlarını karşılamak ve gücü yetiyorsa toplumdaki ihtiyaçları gidermek için Allah’ın meşrû kıldığı, helâl yollardan geçimini temin etmeye çalışacaktır. Geçim zorluğunu bahane ederek haram yollardan para kazanmaya çalışmak, dünyada zulme ve sömürüye sebep olmak, âhirette İlâhî azâba uğramak demektir. Peygamberimiz bu gerçeği şöyle açıklar: “Haramla beslenen vücut (cennete girmez;) ona ancak ateş yaraşır.”
Haramla beslenen kimse, Allah'tan uzaklaşacağı için, duâsı da Allah tarafından kabul edilmeyecektir. "...Bir kimse ellerini semâya kaldırarak: 'Yâ Rabbi, yâ Rabbi, diye duâ eder. Hâlbuki yediği haram, içtiği haram, giydiği haram; kendisi haramla beslenmiş olanın duâsı nasıl kabul edilir?" Müslümanın yiyeceğine, içeceğine, giyeceğine ve diğer ihtiyaçlarına dikkat edip, bu konuda hırsızlık gibi her türlü haramdan tüm gücüyle uzak durması gerekmektedir. Helâl lokmanın açacağı kapı da büyük olacaktır: "Kim helâl lokma yer, Sünnet (Şeriat) gereğince amel eder ve insanlar da, onun kötülüklerinden emin olurlarsa, o kişi muhakkak cennete girer."

Allah'a hakkıyla kulluk yapan, temiz ve helâl rızıklardan başkasını istemeyip nimetlere şükreden sâlih kullara, Allah dünyada da güzellikler ve zenginlikler verir. Nankörlük edenlerin kendilerine gelmesi için, onları cezalandırır: "Allah, güven (ve) huzur içinde olan bir şehri misal verir ki, o şehrin (halkının) rızkı her taraftan bol bol gelirdi. Fakat Allah'ın nimetlerine nankörlük ettiler de yapmakta oldukları şeylerden dolayı Allah, onlara açlık ve korku elbisesini tattırdı. Andolsun ki, onlara kendilerinden peygamber geldi de onu yalanladılar. Onlar (kendilerine) zulmederlerken azap onları hemen yakalayıverdi."
Çalınan ve Gasp Edilen Şeyi Satın Almak
Çalınan veya haksızlıkla sahibinden alınan bir şeyi bilerek satın almak bu haksız fiile yardımdır. "... Günah ve düşmanlık üzerine yardımlaşmayın; Allah'tan korkun; çünkü Allah'ın cezâsı çetindir." Suça yardım da suçtur, harama yardım da haramdır. Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Kim, bildiği halde hırsızlık eşyayı satın alırsa, onun günahına ve şerefsizliğine katılmış olur.”
Bırakın, böyle kesin haram olan hususları; İslâm, müslümanın şüpheli şeylere düşmekten sakınmasını bile emretmiştir. Müslüman, ihtilâflı ve şüpheli şeyleri terk ederek apaçık bir harama sürüklenmekten kendini korumuş olur. Bu, İslâm'ın terbiye çeşitlerinden biridir. “Kul, mahzurlu olan şeye düşmekten çekinerek mahzurlu (sakıncalı) olmayan şeyi bırakmadıkça takvâlı kişilerden olma derecesine ulaşamaz.”
Öyle bir sömürü düzeni içinde, öyle bir karanlık ve fırtınalı câhiliyye döneminde yaşıyoruz ki, kapitalizm din olmuş, para da kapitalistleşen halk için tanrı, banka tapınak, çek ve hisse senedi kutsal kitaptır artık.
İki yol var: Biri dünyevîleşme, dünyayı âhirete tercih; ikincisi ise dünyayı ebedî hayatın kapısı yapmak. Bugün yol ayrımındayız: Ya nefsimiz veya Rabbimiz. Ya geçici menfaat veya dâvâ. Ya fâni olan, ya bâki olan. Tercih bize kalmış. Tercihini Allah’tan yana yapanlara selâm olsun!

İslâm’ın Vatan Anlayışı
Bir kimsenin doğup büyüdüğü, ya da yerleşip yurt edindiği yerdir vatan. Çoğulu "evtân" olan vatan kelimesi Arapça "vatane" fiilinden bir isim olup fiil anlamı; yerleşmek, ikamet etmek demektir. Kur'ân-ı Kerîm'de yurt, vatan anlamında "ed-dâr" lafzı kullanılır. "Dünya hayatı eğlence ve oyundan başka bir şey değildir: Âhiret yurdu (dâru’l-âhıra) ise, Allah'tan korkanlar için daha hayırlıdır. Aklınızı kullanmaz mısınız? "Biz onlara âhiret yurdunu hatırlama (zikra’d-dâr) özelliği verdik." Vatan kelimesi Kur'ân'da geçmez, bu kökten "mevtın"in çoğunu "mevâtın" yer ve mevki anlamında bir âyette şöyle kullanılır: "Şüphesiz ki Allah size bir çok yerde (mevâtına kesîrah) ve Huneyn savaşı yapıldığı günde yardım etmişti."
Hadislerde ise "vatan" ve "mevtın" sözcükleri; yer, mevki, yurt, belde ve ülke anlamlarında kullanılmıştır. Hadiste "O, benim vatanım ve yurdumdur" buyrulur. Burada "vatan" ve "dâr" eş anlamlıdır. Abdullah b. Ömer'in naklettiği; "Rasûlullah (s.a.s.) yedi yerde namaz kılınmasını yasaklamıştır. Bunlar; çöplük, hayvan kesilen yerler, mezarlık, yol kenarı, hamam, deve ağılı ve Beytullah'ın üstünde namaz kılmak." Burada "mevâtın" (yer, yerler) anlamında çoğul kullanılmıştır.
Günümüzde vatan sözcüğü belli bir topluluğun hâkim güç olarak yaşadığı, sınırları belirli toprak parçasını ifade etmektedir. Böyle bir beldeye "ülke" veya "yurt" denildiği gibi, tebaasına da "vatandaş" veya "yurttaş" denir.
İslâmî açıdan yurt veya vatan "dâr" sözcüğü ile ifade edilir. Bu da İslâm toplumunun yaşadığı ve hâkim olduğu yerler için "dâru’l-İslâm", düşman elinde bulunan ülkeler için de "dâru’l-harp" olarak ifade edilir. İslâm fıkhında dâr; "bir Müslüman veya gayrimüslim idarecinin hâkimiyeti altında bulunan ülke" olarak tarif edilir.
Dünya ülkelerinin dâru’l-İslâm ve dâru’l-harp olarak ikiye ayrılması Kur'ân ve sünnette yapılmış bir tasnif değildir. Bazı çağdaş Müslüman araştırıcı ve yazarlar bu taksimi olaylar ve siyasî şartlar karşısında fakihlerin yapmış olduğunu belirtmişlerdir. Mûteber hadis kaynaklarında yer almayan ve daha çok Hanefîlerce delil olarak kullanılan bazı hadis rivâyetlerinde bu tâbirlerin kullanıldığı görülür. Şu rivâyetler örnek olarak verilebilir: "Dâru’l-harpte hadler uygulanmaz." "Dâru’l-harp'te Müslümanla harbî arasında faiz yoktur." "Dâru’l-İslâm kendinde bulunanı saldırıdan korur, dâru’l-harp de içinde bulunanı mubah kılar."
Asr-ı Saâdette dâru’l-İslâm ve dâru’l-harp kavramının ortaya çıkışı şu şekilde olmuştur. Mekke döneminde mü'minlerin sayısı az olup, güç bakımından bağımsız yaşayabilecek durumda değillerdi. Çünkü Mekke yöresinde yönetim ve ekonomik güç müşriklerin elindeydi. İslâm'ın ilk zamanlarında dâvet ve ta'lim işleri Mekke'de Erkam b. Ebi'l Erkam'ın (ö. 13/634) evinde gizlice yürütülmüştü. İçlerinde Hz. Ömer'in (ö. 23/643) de bulunduğu birçok kimse orada Müslüman olmuştu. Bu yüzden o eve "darûl-İslam" denilmiştir. Buradaki "dâr" sözcüğünün "ev, bina" anlamında kullanıldığı açıktır.
Diğer yandan Mekke müşriklerinin baskıları artınca Hz. Peygamber, tebaasına zulüm yapmadığı bilinen bir kralın yönettiği Habeşistan'a hicret edilmesini emir buyurdu. Bu ülke için Allah elçisinin "ardu sıdk (doğruluk ülkesi)" deyimini kullanıldığı nakledilir. Bunun hukuk terimi olarak bir anlamı yoktur, sadece iş başında doğruluk üzere olan bir yönetimin varlığını ifade eder. Mekke döneminde dârülislâm'dan söz etmek imkânı yoktur. Ancak Mekke fethedilinceye kadar bu yörenin dâru’l-harp sayıldığında şüphe yoktur. Nitekim Mâlikî fakihlerinden İbn Kasım (ö. 191/807), dâru’l-harp'te Müslüman olan bir kölenin, İslâm'a girmemiş olan efendisiyle mülkiyet ilişkisini incelerken Mekke için şöyle der: "... Bilal, efendisinden önce İslâm'a girdi. Ebû Bekir de onu alıp âzâd etti. Ülke de o zaman dâru’l-harp idi, çünkü o sırada Mekke'de câhiliyye devri otoritesi ve hükümleri hâkimdi." (Ashâb zamanında değil; çok daha sonra yaşayan fakîhler tarafından Mekke dönemi için kullanılan dâru’l-harp tâbiri, harp/savaş yurdu anlamında değil; İslâm yurdu olmayan, şirk ve küfür yurdu anlamında kullanılmış olmalıdır.)
İbn Abbas’ın (r.anhümâ) hicretten önceki dönem için Medine hakkında da dâruşşirk deyimini kullandığı görülür. O şöyle demiştir: "Allah elçisi, Ebû Bekir ve Ömer de muhâcirlerdendi, çünkü onlar da müşriklerden hicret ettiler. Ensar'dan muhâcir olanlar da vardı. Çünkü Medine dâruşşirk idi, onlar da Akabe gecesi Rasûlullah'a geldiler."
Müslümanlar Medine'ye hicret edip siyasî, ekonomik ve askerî bir güç olarak kendi toplumlarını yönetecek güce kavuşunca İslâm Devlet sistemi uygulaması başlamıştı. İşte artık Medine yöresinde yahudilerle ve diğer müşrik topluluklarla İslâm toplumu arasında birtakım ikili anlaşmalar yapılıyordu. Bu konuda hazırlanan ilk İslâm Anayasası'nı örnek verebiliriz.
Böylece Medine'de dâru’l-İslâm uygulaması söz konusu idi. Ancak, Mekkeli mü'minlerin hicret ederek yerleşmeleri nedeniyle önceleri Medine bir "dârulhicre" yani "hicret vatanı" durumunda idi. Mekke ise halen "dârul-küfr ve'l-harp" durumundaydı. Çünkü orada hiçbir Müslüman bir yakını veya müşriklerden birisinin himayesi olmadan namaz bile kılamıyordu. İbn Hazm bu durumu şöyle belirtir: "Rasûlullah’ın (s.a.s..) Medine'si dışında her yer dâru’l-harp, düşmanla çatışma ve cihad alanıydı." Bu duruma göre hicretten önce dâru’l-İslâm mevcut değildi. Hicretle birlikte Medine yöresi dâru’l-İslâm halini aldı. Daha sonra Hz. Peygamber zamanında fethedilen yerler dâru’l-İslâm'a katılırken, fetihten sonra Mekke de dâru’l-İslâm'a katılmış oldu.
İşte sınırlarla çevrili bir toprağın mü'minlere vatan oluşu bu ölçüler içinde gerçekleşmiştir. Mekke'de doğup büyüyen, mal-mülk sahibi olan ilk mü'minler mal, can, ırz güvenliği, inanç ve ibâdet öğürlüğünü tehlikede görünce önce Habeşistan'a daha sonra da Medine'ye hicret ederek öz yurtlarını terk etmişlerdir. Ancak bu, sürekli terk etmekten çok, İslâm'ı serbest yaşayıp yayabilecekleri yeni bir ortam arayışıydı. Nitekim Hz. Peygamber'in hicret için Mekke'den ayrılırken Kâbe'ye doğru bakarak; "Vallahi biliyorum ki, sen hiç şüphesiz Allah'ın yarattığı yerlerin en hayırlısı ve Allah'a en sevgili olansın" dediği nakledilir. Yine vatanından kendi isteği dışında çıktığını şöyle belirtir: "Eğer senin halkın, beni senden çıkarmamış olsaydı, çıkmazdım. (Allah’ım!) Beni, beldelerin Sana en sevimli olanında yerleştir."
Diğer Müslümanlar da Mekkelilerin dayanılmaz işkenceleri karşısında hicret için izin isteyince Allah elçisi şöyle buyurmuştur: "Sizin hicret edeceğiniz yurt bana gösterildi. Orasının iki kara taşlık arasında, hurmalık, çorak bir yer olduğunu gördüm. Orası Yesrib (Medine)'dir. Gitmek isteyen oraya gitsin. Orası yakın bir beldedir. Siz orayı biliyorsunuz; Şam'a giderken ticaret kervanınızın yoludur."
Hicret emri verilince şu âyet inmiştir: "Şöyle de: ‘Rabbim! Beni takdir ettiğin yere gönül rahatlığı ve selâmetle girdir. Oradan gönül rahatlığı ve selâmetle çıkar. Sen bana nezdinden yardımcı bir güç ver."
“Din ve vicdan özgürlüğü”, gerçek anlamda ancak Kur’an ahkâmının yürürlükte olduğu İslâm devletinde (dâru’l-İslâm’da) olur.
Pek çok İslâm fakihinin tarif ettiği şekliyle dâru’l-İslâm; "Müslümanların idare ve hâkimiyetleri altındaki yerdir." Üzerinde İslâm’ın hâkim olduğu yerleri (dâru’l-İslâm’ı) her türlü tehdit ve tehlikeden korumaya çalışmak şarttır. Çünkü orada yaşayan İslâm toplumunun mal, can ve ırzını koruma, din ve vicdan özgürlüğünün devamını sağlama ile eş değerdedir.
Vatandaşlık
Vatandaşlık kavramı, kişinin belirli bir devlete mensubiyetini ortaya koyan ve muhtevasını belirleyen hükümler itibariyle onun hukukî sıfatı şeklinde tezahür eden bir statüyü ifade eder.
Vatandaşlığın İslâm devletindeki anlamı konusunda akla ilk gelen prensip, "Mü'minler ancak kardeştirler" âyetidir. İslâm devleti için yeryüzündeki bütün Müslümanlar prensipte fark gözetilmeksizin vatandaşlık bağı içerisinde addedilirler. Gayri müslim bir diyardan İslâm toprağına göçen her Müslüman, İslâm devletinin tam anlamıyla vatandaşı olur; diğer Müslümanların sahip olduğu bütün haklardan istifade eder. Bunun için o göçmenin, fıkhî anlamda seferîlik şartlarından çıkması; en az on beş gün ikamet ederek "mukim" hale gelmesi lazım ve yeterlidir.
İslâm devletinin gayri müslim vatandaşlarına (tebaasına) gelince, bunlar zimmî (ehl-i zimme) adı altında mü'minlerden farklı bir statüye bağlanmışlardır. Zekât adı ile Müslümanlardan tahsil edilen vergilerden ve mü'minler için mecburî olan askerlik mükellefiyetinden muaf tutulurlar. Güvenliklerinin devlet tarafından tamamen üstlenilmiş olmasına mukabil, birçok muâfiyet ve istisnaları olan, oranı düşük bir nevi baş vergisi mâhiyetinde yıllık cizye öderler. Aralarındaki ihtilâfları kendi dinlerinin kurallarına göre bir nevi adlî özerklik içinde kendi aralarında hallederler.
Bazı Müslümanlar İslâm toprağında yaşamasalar bile, dünyadaki bütün Müslümanlar esas itibarıyla bir tek millet teşkil ederler. Kur'ân-ı Kerîm'den ve Rasûlullah'ın sünnetinden kaynaklanan bu şuur, değişik coğrafyalarda yaşayan muhtelif Müslüman halklarda olan ortak bir kamuoyu teşkil etmeye devam etmektedir.
Müslüman halkları yöneten devletler ve siyasî otoriteler İslâm'ın ne kadar içinde ve ne kadar Kur’an ahkâmına, O’nun ölçülerine riâyetkâr ve İslâm hukukuna ne derece bağlı iseler, ümmet şuuruna ve esprisine yakın ilişkilerin o derece rahatlayacağı tabiidir. Yakın zamanların ve şimdiki dünyanın içinde Müslüman halkın yaşadığı ülkelerin, İslâm devleti sayılacak şekilde Allah’ın indirdikleri hükmetmedikleri ve yöneticilerinin hemen hepsinin tâğut olduğu inkâr edilemez. Resmen dillendirilmese bile laiklik ve ulusalcılığa dayanan ulus devlet ölçeğindeki günümüz Ortadoğu ülkelerinin devletleri, ümmetçilikten ve tüm Müslümanları kucaklayıp kardeş kabul etme ve onlara hizmet etme anlayışından çok uzaktır. Bu çizgide halkı Müslüman ülkelerin vatandaşlık hukuklarının mü'minlerin kardeşliği esasıyla somut anlamda bir bağlantısı kalamayacağı tabiidir. Günümüzde içinde Müslümanların yaşadığı ülkeler, aralarında sosyal, ekonomik ve kültürel dayanışmayı kayda değer bir seviyede gerçekleştirmek bir yana; siyasî işbirliği konusunda dahi başarı sağlayamamaktadırlar.
Bugün bütün dünya Müslümanlarının ortak kamuoyu, bölünmüşlüğü ve dağınıklığı ortadan kaldıracak ve iman kardeşliği esasını ön plana çıkarıp ihyâ edecek gelişmeleri iştiyakla beklemeye devam etmektedir.
Câhiliyyenin Vatan Anlayışı ve “Ya Sev, Ya Terk et!” Dayatması
Irkçıların bir sloganı var: “Ya sev, ya terket!” diye. Ya her şeyiyle, düzeni, fesadı, ahlâksızlığı, zulmü, müslümanların başörtüsüne bile çoğu alanda izin vermeyen anlayışıyla seveceksiniz, ya da defolup gideceksiniz... Bu tehdit dolu mesaj, ne olduğu tartışılan “vatan” kavramını, toprak ve ülkeyi; içinde yaşayan insandan, hem de kendi vatandaşından daha üstün görmenin (putlaştırmanın) uzantısı bir dayatma değil de nedir? “Ya sev, ya terket!” Bu sloganla Hz. Peygamber’in, içinde Allah’ın evi, en mukaddes yer bulunan Kâbe’nin bulunduğu, kendi ülkesi Mekke’den hicretini, hatta on yıl sonra Mekke’yi fethettikten sonra bile, tekrar eski vatanını değil de Medine’yi tercihini nasıl izah edeceğiz? Mekke’de doğan veya doyan bir kimse, Mekke’de inandığı gibi yaşatmayan yöneticileri ve onların düzeninin hâkim olduğu ülkeyi ne kadar sevebilir? Artık o, mü’min vasfını kazanır kazanmaz, Medine’nin doğal vatandaşı, gönülden Medine’li değil midir? Dârulhap veya dârulküfürde doğan kimsenin gerçek vatanı, dâru’l-İslâm değil midir?
“Ya sev, ya terket!” Öyle mi? Ne tümüyle ve her şeyden çok seveceğim, ne de kolay kolay terk edeceğim! Kim, kime neyi zorla sevdirmeye kalkıyor; kim kimi, hangi hakla nereden ve niçin kovuyor? Mekke’den Rasûlullah’ı ve mü’minleri kimler kovuyordu? Bu tür sloganı kimler söylüyordu dersiniz? Şimdi üzerinde yaşanılan ülke, Mekke’ye/Dârulharbe benzemiyor da Medine’ye mi benziyor yoksa? Bu ölçüler içinde bu slogan doğaldır, ama tek şartla; bunu inancını yaşamak isteyen müslümanlara karşı söyleyenlerin, tarih boyu peygamberlere ve mü’minlere hangi inançtaki insanların bu sözü söylediğini değerlendirmeleri gerekiyor: “Kavminden ileri gelen müstekbirler/büyüklük taslayanlar dediler ki: ‘Ey Şuayb! Kesinlikle seni ve seninle beraber iman edenleri memleketimizden çıkaracağız; yahut dinimize döneceksiniz.’ (Şuayb) Dedi ki: ‘İstemesek de mi (bizi yurdumuzdan çıkaracak veya dinimizden döndüreceksiniz)? Allah bizi ondan (kâfirlikten) kurtardıktan sonra tekrar sizin dininize dönersek, Allah’a karşı iftirâ etmiş oluruz. Rabbimiz Allah’ın dilemesi hali müstesnâ geri dönmemiz bizim için olacak şey değildir. Rabbimizin ilmi her şeyi kuşatmıştır. Biz sadece Allah’a dayanırız. Ey Rabbimiz! Bizimle kavmimiz arasında adâletle hükmet (kimin haklı, kimin haksız olduğunu adâletle açığa çıkar). Çünkü Sen hükmedenlerin en hayırlısısın.”
Onlar bilmiyorlar ki, insan bir yeri sadece sevmediği için terk etmez. Seven insanlar da sevdiklerini isbat etmek için, ya da daha büyük sevgi (Allah sevgisi) için sevdiklerini terk etmek zorunda kalabilirler. Hele bir toprak sevgisi, Allah sevgisi ile çatışıyor ve birinden birini tercih etmek gerekiyorsa... Yoksa, şehidlik kavramını bile anlayamayız; öyle ya şehâdet, vatanı terk etmek değil midir? O zaman Allah’a tercih olunan bu sevgi bir puta dönüşür. Seven sevdiği için fedâkârlığı, o uğurda gerekli mücâdeleyi göze alandır. Sevdiğinin (vatanın) üzerine çöreklenen ve oradaki İslâm dışı da olsa yönetimi, zulmü de onaylayıp seven, Allah için sevgi beslenilmemesi gereken hususlara da gönlünü açan kimse, sevdiğini iddiâ ettiğini ya öldürmek için delicesine seviyor, ya da orayı putlaştırıyor demektir. Bir mü’min, sevdiğini Allah için sever, buğz ettiğine de Allah için buğz eder. “Vatan sevgisi imandandır” diye meşhur olan söz, kesinlikle sahih hadis metinlerinde yoktur. Ama, insanın doğup büyüdüğü yeri belirli ölçüler içinde sevmesi, fıtrî/doğal bir özelliktir. Fakat, sevgide ölçülü, âdil olmak ve Allah’a isyan edenlere ve O’nun yasakladıkları şeylere muhabbet duymamak şartıyla. “Vatan sevgisi”, cennet sevgisi demektir. Müslümanın esas vatanı, ana vatanı, baba ocağı orasıdır. Babamız Âdem ve anamız Havvâ, ilk olarak orayı vatan edinmişlerdi ve esas gideceğimiz yer, hazırlandığımız ve yatırımlarımızı yaptığımız mekân orasıdır. Dünyanın hiçbir yeri bizim gerçek vatanımız olamaz, burada misafiriz, yolcuyuz. Kaldı ki hiçbirimiz doğacağımız yeri kendimiz seçmedik. Her insan için doğduğu yer kutsal sayılınca, her insana göre kutsal olan da değişecek, aralarındaki üstünlük de göreceli olacaktır. Ölçü, insanın kendisi olursa, İlâhî ölçüleri kendi sübjektif ölçülerine göre tahrif eder.
Bir insan, belli bir yerde değil; tüm yeryüzünde halife olması için yaratılmıştır. İslâm'ı, bulunduğu yerde yaşayıp oraya hâkim kılmak için çalıştığı gibi, dünyanın ulaşabildiği her tarafına da götürme zorunluluğu vardır. Bir insan, doğacağı yeri seçme hakkına sahip olmadığından, tercihinde olmayan bir konudan dolayı ne ayıplanır, ne de şereflenir. Allah, bizi bu topraklarda değil de; çok farklı hatta sevmediğimiz bir yerde dünyaya getirebilirdi; Diğer insanların oralarda dünyaya gelmesi gibi. O zaman o yaratıldığımız yerin mi, yoksa şimdi yaşadığımız yerin mi kutsal olması gerekecekti? Müslüman için tüm arz Allah'ın mülküdür. Hepsi aynı değerdedir. Bir yerin fazileti, orada inanılıp uygulanan inançla ilgili olmalıdır. Toprak, üstünde yaşayan insanların inançlarıyla bütün olarak değerlendirilmelidir. İnsanın ırkına, doğduğu yere göre bir toprak parçasına kutsallık atfetmesi, Allah için değil de; o toprak parçası için ölümü göze alabilecek hale gelmesi, vatanın -üzerinde hangi hükümlerin uygulandığına bakılmadan- yüceltilmesi bu açıdan değerlendirilmelidir. Vatan kelimesi Kur'an'da geçmez. İslamî açıdan yurt veya vatan "dâr" kelimesiyle ifade edilir. İslam toplumunun yaşadığı ve hâkim olduğu yerler için klasik ve meşhur değerlendirmeye göre "dâru’l-İslâm", müslümanların idâre ve hâkimiyetleri altında olmayan yerler ise "dâru’l-harp" kabul edilir. Eğer bir kimse, yaşadığı ülkede dinî inanç, dinini koruma ve dinini yaşama hürriyetini kaybetmişse, gücü yetiyorsa cihad ederek bu temel haklarını yerli veya yabancı işgalcilerden geri alması veya gücü yetmiyorsa, bunları koruyup dinini yaşayabileceği yere hicret etmesi gerekir. Cihad ve Hicret'in Kur'an'da ve Sünnette çok büyük önemi vardır.
Ayrıca, içinde Kâbe'nin bulunmasından dolayı müslüman açısından dünyanın en kutsal yeri sayılmaya müsâit olan bir vatanda, Hak Dinin yaşanamadığı için oradan hicret eden Rasûlullah ve ashâbının, aynı zamanda gerçek vatanları olan Mekke'deki yönetime karşı inanç savaşı yaptıkları unutulmamalıdır. Şu âyet; vatan, cihad ve hicret kavramları açısından değerlendirilmelidir: “Nefislerine yazık eden kimselere, canlarını alırken melekler: 'Dünyada ne işte idiniz?' derler. Bunlar; 'biz yeryüzünde güçsüz bırakılmış çaresiz kimseler idik' diye cevap verirler. Melekler: 'Allah'ın yeri geniş değil miydi? Hicret etseydiniz ya!' derler. İşte onların barınağı cehennemdir; orası ne kötü bir gidiş yeridir." Medine için, oradaki hurmaları için savaşan kimsenin mücâdelesinin Allah için olmadığı, ancak Allah yolunda savaşanların cennetle müjdelenen şehitler olabileceğini Rasülullah'ın hadislerinden öğreniyoruz.
Vatan kavramının hicret kavramıyla çok yakın ilişkisi vardır. Dinini kendi doğduğu veya sonradan yerleştiği ülkede gerçek anlamıyla yaşayamayan Müslümanların dinlerini rahat yaşayabileceği yere hicret etmeleri vâciptir.
Hicret; İçeride ve Dışarıda Dâru’l-İslâm Arayışı
Hecr veya hecrân/hicrân; insanın başkasından (bedenen, kalben veya dille) ayrılması demektir. Hicret; ayrılma, terk etme ve göç etme mânâlarına gelir. Seyyid Şerif Cürcanî hicreti şöyle tanımlar: "Küfür ahkâmının tatbik edildiği beldeden, dâru’l-İslâm'a intikâl etmeye hicret denilir." Hicret kelimesi; sözlükte, kişi veya kişilerin bulundukları yerden göç yoluyla ayrılmaları anlamına gelir. Bu ayrılma beden ile olabileceği gibi, dil veya kalp ile de olabilir. Bir âyette ise kalbi Allah’ın dışındaki şeylerden ayırıp yine O’na yönelmek anlamında kullanılmaktadır ki bu, Allah’a hicret (yönelme) ibâdetidir. Lügatte göç etmek anlamına gelen hicret, şer’î ıstılahda; bir mü’minin, fitne beldesinden ve dini husûsunda korkuda olduğu bir yerden, dini husûsunda emniyette olacağı bir beldeye göç etmesidir. Dünyada büyük değişikliklere yol açan, yeni bir çağın başlangıcı olan en büyük ve en önemli hicret, Peygamberimiz zamanında Mekke’de yaşayan Müslümanların Medine’ye hicretidir.
Müslümanlar İslâm’ı yaşama konusunda baskıya, işkenceye, dayatmaya uğradıkları zaman, Allah’ın geniş arzında İslâm’ı yaşayabilecekleri bir yere göç edeceklerdir. Kendi içlerinde, gönüllerde sürekli bir şekilde kötüden iyiye doğru, eksiklikten tekâmüle doğru mânevî hicreti sürekli yaşayacaklardır.
Kutsal değerlerin tehlikeye düştüğü sırada, sırf bedensel gâyelerle toprağa bağlılığı sürdürmek Kur'an'ın tâlimatına aykırıdır. Vatan, ancak insanî/İslâmî değerlerle birlikte kutsaldır. Diğer bir deyişle, bu değerlerden koparılmış kuru bir toprak parçası saygın belde anlamında vatan değildir. Toprağın kutsal belde olmaktan çıkışı halinde Kur'an, "Allah'ın geniş yeryüzünün" herhangi bir yerini Allah erleri için barınmaya daha müsait görmektedir. Bunun aksini savunarak süflî veya fânî birtakım çıkarlar için belirli bir toprak üzerinde ısrar edenler, Kur'an tarafından kınanmaktadırlar. Böyle bir ısrar, yani hicretten kaçış, kötülüklerde ısrara benzer.
Mü'min her an hicret halindedir, daha doğruya, daha güzele doğru yürüyüş, daha ileri menzillere ulaşmak için sefer halindedir. Bu bazen beldeden beldeye doğru mekân değişikliği, bazen iç âlemin bir menzilinden öteki menziline doğru hal değişikliğidir. Bütün hayat, bir yolculuktur, insan da yolcu. Önemli olan bu yolculuğu hayırlı bir kulvarda (sırât-ı müstakîmde) ve hep hayra doğru sürdürmektir. O yüzden hicret, sadece sosyolojik değil; aynı zamanda psikolojik imkân değişikliğidir. İç âlemde yapılacak hicretlere engel hale gelen topraklarda yapılacak tek hicret, oraları terk etmektir.
Hicret, son çare olsa da, onu ümitsizlik halinde başvurulan bir hareket olarak görmek doğru olmaz. Çünkü hicrette aynı zamanda kuvvetli bir ümit, vaziyetin başka bir yerde daha iyi olacağına duyulan bir temenni ve beklenti vardır. Özellikle toplu halde yapıldığında, savaşta planlı geri çekilmeye benzemektedir. Ancak, hepsinden önemlisi, hicret, bir kişinin itikadı uğrunda malını-mülkünü fedâ etmesini ve sevdikleriyle yakınlarını terk etmesini ifade eder. Pek çok peygamber, imanları uğrunda hicret etmek zorunda kalmıştır. Hicretin hakikî ruh ve biçiminin temsilcisi olarak Kur’an’da Hz. İbrâhim zikredilmektedir.

Kur'ân-ı Kerim'de Hicret
Kur’ân-ı Kerim’de “hicret” kelimesi geçmez. Ama, hicret kelimesinin türediği kök olan “hecr” kökünden gelen çeşitli türevler, -ki bunların tümü hicret/göç, ayrılmak, terk etmek anlamındadır- Kur'ân-ı Kerim’de toplam 31 yerde geçer. Allah yolunda hicret edenlere, hem dünyada güzel bir yer, hem de âhirette ecir vardır. Hicret eden, sonra öldürülen veya ölenlere Allah güzel rızık verecek, hoşnut olacakları bir yere yerleştirecektir. Zulüm ve kötülük diyarından başka bir diyara hicret, ya gönüllü olur, veya zorla yaptırılır. Allah, hicret edenlerin, memleketlerinden çıkarılanların, kendi yolunda ezâya uğratılanların, savaşan ve öldürülenlerin günahlarını elbette örtecektir. Öz diyarını zorla terk, yurttan sürülmek veya çıkarılmakla gerçekleşir. Bu durumda, zulme uğrayanların kendilerini savunma hakları da doğar.
Kur'an'ın hicretle kast ettiği göç, sadece bedensel olmayıp, kalbi Allah dışındaki şeylerden ayırıp Allah'a yönelmek anlamında da kullanılmaktadır. Kur'an buna Allah'a hicret veya Allah yolunda hicret demektedir.
Müslüman bir toplumun bir beldede hayatta kalma ve İslâmî olarak gelişme mücâdelesinde son alternatif hicrettir. Belli bir ortamda İslâm’ın gelişmesi ya da hayatta kalması ihtimali ortadan kalktığında ve bu yolda gösterilecek çabaların sonuçsuz kalacağı anlaşıldığında, bir kişi ya da grup o ortamı terk etmeye karar verebilir. Bir kişi, şayet düzenli olarak teşekkül etmiş bir topluluğun üyesiyse ve topluluk hicret etmeye karar vermişse, o kişinin de toplulukla birlikte hicret etmesi gerekir. Kendi elinde olmayan şartlar dolayısıyla bunu yapamaması ayrı bir konudur. Böylece hicret, bir iman imtihanı haline gelir.
Hz. İbrahim, Ashâb-ı Kehf, Yûnus (a.s.) gibi tarihte yaşadıkları vatanda hak dini tebliğ etme ve yaşama imkânı bulamayanlar da hicret etmişlerdir. Eğer bir kimse yaşadığı ülkede mal, can, ırz, dinî inanç ve dinini koruma ve yaşama hürriyetini kaybetmişse bunları koruyup dinini yaşabileceği yöreye hicret etmesi gerekir. Nitekim dinini gizleyen bazı mü'minlerin Mekke'de kalması ve zorla sokulduklar Bedir Gazvesinde ölmesi üzerine şu âyet inmiştir: "Nefislerine yazık eden kimselere, canlarını alırken melekler: ‘Dünyada ne iş yaptınız?’ derler. Bunlar; ‘Biz yeryüzünde müstaz’af, güçsüz bırakılmış kimseler idik’ diye cevap verirler. Melekler şöyle derler: ‘Allah'ın arzı geniş değil miydi, oraya göç etseydiniz ya!’ İşte onların durağı cehennemdir. Ne kötü bir gidiş yeridir orası."
Hanefîlere göre küfür diyarından İslâm diyarına hicret etmek vâciptir. Hanbelîlere göre, bir kimse dâru’l-harp'te dinini açığa vurup yaşıyor olsa bile, Müslümanların sayısını çoğaltmak ve cihada katılmak için bunun darûlislam'a hicreti sünnet olur. Şâfiîlerden el-Mâverdî'ye (ö. 450/1058) göre, 'bir Müslüman küfür diyarında dinini açığa vurabiliyorsa, orası bu kimse için darûlislam hükmünde olur. Onun orada kalması, hicret etmesinden daha faziletlidir. Çünkü onun yardımıyla orada İslâm'ın yayılması umulur.
Hicret edilecek yerle ilgili duyulabilecek iş bulamama, aç kalma, çevre edinememe gibi endişeleri şu âyet kaldırmaktadır: "Kim Allah yolunda hicret ederse yeryüzünde gidecek, barınacak birçok yer bulur, genişlik de bulur. Kim evinden Allah ve Rasûlüne muhâcir olarak çıkıp da sonra yolda ölürse, onun mükâfatı Allah'a aittir." Allah'ın elçisi hicreti teşvik etmiştir. Hadiste şöyle buyurulur: "Allah yolunda hicret eden kimseyi, yüce Allah'ın bağışlaması hak olur." Muhâcir, hadislerde şöyle tarif edilmiştir: "Gerçek muhâcir, Allah'ın haram kıldığı şeyleri terk eden, yani haramları işlememek için yurdundan ayrılan kimsedir."
Hz. Peygamber'in yeni yurdu olan Medine'ye hicreti bütün Medîneli mü'minlerce büyük sevinç gösterilerine neden olmuştur. Mü'minler evlerinin damlarına çıkmış, gençler ve hizmetçiler yollara dökülmüş; "Ey Allah'ın Rasûlü! Ey Muhammed" diye sesleniyorlardı. Çocuklar ve hizmetçiler yollarda ve damlarda; "Allah'ın elçisi geldi, Muhammed geldi. Allahu ekber (Allah her şeyden büyüktür)" sesleriyle ortalığı çınlatıyorlardı. Talea’l-bedru aleynâ (Ay doğdu üstümüze) diye başlayan Medineli kızların Peygamber’i karşılarken koro halinde terennüm ettiği o güzelim kasideyi kim dinleyip de O büyük Muhâciri kendi şehrine girerken kim gözünün önünde canlandırmaz ki!
Hicret eden, hakiki bir mü’min olduğunu ispatlar. Allah’ın rahmetine mazhar olur, günahları affolunur ve hem bu dünyada, hem de âhirette büyük mükâfât kazanır.
Hicret, Allah’ın mükâfât vaad edip övdüğü bir fiil olduğu gibi, hukukî haklar da getiren bir eylemdir. Başka bir müslüman topluluğun yanına hicret edenler, o topluluktan ekonomik yardım almaya hak kazanırlar. Hicret etmeyenler İslâmî devlettekilerden velâyet haklarını talep edemez.

Mü’min, yaşadığı ülkesinde yeterli şekilde inanç ve ibâdet hürriyetinden mahrum ise, inancına göre yaşayabileceği özgürlük ülkelerine hicret etmelidir. İmkân bulanların zulüm ülkesinden özgürlük ülkesine hicret etmeleri farzdır. İmkânları varken bunu yapmayanlar Allah katında sorumlu düşerler. Hicret etmediklerinden dolayı, imanını ve Müslümanlığını yitiren ve bu yüzden çok büyük acılar çeken toplumlar vardır.
Bütün insanlar Allah'ın kuludur ve yeryüzü de Allah'ındır, bütün genişliğiyle yalnız onundur. Arz bütün insanları içine alacak kadar geniştir. O halde insan bulunduğu yerde dinini, Allah'ın emirlerini bütünüyle yaşayamıyor, bu konuda zorluklarla karşı karşıya bırakılıyor, Allah'tan başka her şeye ve herkese kul olması için zorlanıyor ve bu telkin yapılıyorsa orası müslümanın yaşayabileceği yer değildir. Yaşayabileceği yeri aramalı ve bulmalıdır. Bütün yeryüzü Allah'ın olduktan sonra, onun Allah indinde en çok sevileni kullarının yalnız Kendisine ibâdet ettikleri yerdir.
İslâm, hiçbir şeyin putlaştırılmasına müsaade etmez; isterse bu, içinde doğup büyüdüğümüz, yakınlarımızın mâlimızın, ticaretimizin, acı tatlı her türlü hâtıralarımızın ve daha nice güzel şeylerimizin bulunduğu yer olsun. Müslüman nerede inancını yaşayabiliyorsa, vatanı orasıdır. "Kişinin bulunduğu memlekette yalnız Allah'a ibâdet etmek kolay olmaz; dinini açığa vurmakta zorluklarla karşılaşır, daralırsa, orada bağlanıp kalmamalı, ibâdetlerini serbest yapabileceği yere gitmelidir. Hicret edip o darlıktan genişliğe çıkmak için ne gerekiyorsa yapmak ve Allah'a kulluk etmek mü'minin prensibi olmalıdır"

Bütün bâtıl ideolojileri, tâğûtî düzenleri, câhiliyye âdet ve anlayışlarını, İslâm dışı tüm dünya görüşlerinden ayrılan, onları terk eden, tâğuttan kaçınan kimsedir muhâcir ve bu eylemlerdir hicret. Rasûlullah (s.a.s...) da İslâm’ın ibâdet ilkelerini yerine getiren kimsenin Allah yolunda hicret etmiş gibi olacağını, fizikî (ülke değişikliği) anlamında göç etmemiş de olsa Allah’ın onu bağışlayacağını haber vermiştir. İmanlara ve İslâmî yaşayışa çok yönlü saldırıların gözlendiği modern câhiliyyenin hortlatıldığı günümüz ortamında mü’minlerin imanlarını koruyup gereği gibi ibâdetlere sarılmaları hicrettir. Büyük Muhâcir, bu konuda şöyle buyuruyor: “Fitne zamanında ibâdet, bana hicret etmek gibidir.”

İnsanın dünyaya gelişi de, ölümü de bir hicrettir. Cennete yaratılan insan dünyaya hicret etmiş, esas hicreti de Cenneti hak eden bir hayattan sonra O’na döndürülerek yapacaktır.
"Sizi analarınızın karınlarında, üç karanlık içinde bir yaratılıştan sonra öbür yaratılışlara (geçirerek) yaratıp duruyor." Dokuz ay konuk olduğu annesinin karnından hicret edip dünyaya gelen bebek, çocukluğa, gençlik ve ihtiyarlığa doğru hicretini yapacak, misafiri olduğu dünyadan, sonunda anne karnı gibi daracık ve karanlık kabre göçecek. Orada da hicret bitmeyecek, âhiret denilen son(suz) hayatla hicreti tamamlayacaktır. Topraktan Yaratan’a doğru hicrettir aslında tüm dünya hayatı. Cennette yaratılan insan yine cennete dönecek. Daha doğrusu, insan O’ndan geldi, O’na dönecektir; hicret bu şekilde sona erecektir.
İnsan her an hicreti yaşamaktadır, farkında olmasa da. Kalbi/gönlü, hayali, düşünceleri, psikolojisi her an hicreti yaşamaktadır. Aynen bazı hücrelerinin ölüp bazılarının yaratılmasındaki hicret gibi; kanının devamlı hicreti gibi. Bu yazıyı okurken kaç organımız hicreti yaşıyor, düşündük mü?
Yaratanın yarattığı kanundur, sünnetullahtır hicret. O yüzden sadece insan değildir hep hicreti yaşayan. Bulutların oradan oraya hicreti olmasaydı yağmur yağmaz, yağmur bulutlardan yere hicret etmeseydi rahmetsiz kalırdı tüm varlıklar, hicret edecek yer de bulamazdı. “De ki: ‘Suyunuz çekilecek olsa, söyleyin bakalım, size kim bir akarsu getirebilir?” Bir adı da yağmur olan rahmet hicrettir, hicretin rahmet olduğu gibi.
Hareketsiz/hicretsiz su bile kokuşacak, sinek yuvası ve pislik adası olacaktır.
Güneş, ay ve yıldızlar, aynen yerküremiz gibi her an hicret etmekte, belirli yörünge üzerinde hep muhâcir olarak gezmektedir.
Canlılar âlemini bir an düşünürsek, her gün milyarlarca canlı yokluk âleminden varlık âlemine hicret etmekte, doğup vücuda gelmekte, bir nicesi de hayatı terk ederek bilinmeyen âleme doğru hicretini sürdürmektedir. Bunlar, her gün gözlerimizle gördüğümüz, yüce Allah'ın her gün, ölümü ve hayatı yaratışından, devamlı hicret kanununun işleyişinden başka bir şey değildir. "Ve daha sizin bilmediğiniz nice şeyleri yaratıyor."
Arı, kovanında hapis hayatı yaşarsa, çiçek çiçek hicret etmese nasıl bal yapacaktır? Demek ki bal (gibi tatlı gelen şeyler) için hicret şarttır. Leylekler kış gelince hac yolculuğuna çıkıp hicret etmese hayatlarını nasıl devam ettirecekler? Kuşlar yuvalarından hicret etmese, kendilerinin ve yavrularının karınları nasıl doyar?
Hicret Batıdan Doğuya, dalâlet ehlini taklitten sırât-ı müstakîme yolculuktur.
Sıçramak için geril(e)mek gerekir. Aynen bunun gibidir hicret; kaçmak, geriye dönmek değil; mevzî/strateji değişikliğidir.
Tebdîl-i mekânda ferahlık vardır. Hicret, haramlardan helâlarla, zulümden adâlete, isyandan tâate, atâletten faâliyete yönelmektir.
Kelime-i Tevhid, her çeşit bâtıl tanrı anlayışından Allah’a şirk/ortak koşulan her inanç ve düşünceden Allah’a hicrettir. Tâğutları, sahte tanrıları “lâ” kılıcıyla kesip “illâ” ile Allah’a yönelip hicret etmektir. Şirk pisliğinden tevhidin güzelliğine, küfrün karanlıklarından imanın nûruna, haramların zararlarından helâl nimetlerin faydalarına hicrettir.
Tüm ibâdetler de hicret fonksiyonuna sahiptir. Namaz hicrettir, hem de göklere/yücelere miractır, yukarılara yolculuktur, kaldıraçtır. Zekât, cimrilikten cömertliğe, sahiplik iddiâsından emânetçilik bilincine hicrettir. Hac, doğduğu veya doyduğu yerden ayrılmak, vahyin indiği yerlere beden ve gönülle hicret değil midir? Oruç, hayvanlarla ortak olan yemeyi içmeyi terk edip, yiyip içmeyen meleklere benzeyip melekleşmeye hicrettir.
Tefrikadan vahdete, bireysellikten cemâate, ilgisizlikten kardeşliğe göç etmektir hicret. Tâğutların çürük ipinden kopması mümkün olmayan Allah’ın gökten uzattığı ipine (Kur’an’a) sarılmaktır hicret.
İbrâhim (a.s..) gibi “Yuh olsun size de, Allah’ı bırakıp taptığınız şeylere de. Siz aklınızı hiç kullanmaz mısınız?” deyip, İbrâhimî hicreti yaşamaktır: “… (İbrâhim): ‘Doğrusu ben Rabbim (in emrettiği yer)e hicret ediyorum. Şüphesiz O, mutlak güç ve hikmet sahibidir’ dedi.”
Gerektiğinde hicret de bir tür cihaddır. Kâfirlerin zulmü altında ezilip kalmak ve hak dinin yayılmasına hizmet edememek, neticede çok kötü bir başkalaşıma neden olabileceğinden az çok gücü varken bundan kaçınmamak nefse bir zulümdür.
İlim aramak, haccetmek, cihad etmek veya bunlar gibi herhangi bir dinî amaçla Allah rızâsı için yapılan her hicretin Allah ve Rasûlüne yapılmış bir hicret olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.
Ve… Mekke’den Medine’ye hicret olmasaydı? Düşünmek bile istemez insan…
Hayat, baştan sona yüzlerce, binlerce ayrılıkla doludur. Mü’min de kâfir de nice ayrılıklar tadar. Niçin sen Allah için her sevdiğinden seve seve hicreti/ayrılmayı zor görüyorsun? Bilmez misin Kur’an’da belirtilen şu sünnetullahı: “Sevdiklerinizden infak etmeden, onlardan ayrılmadan iyiliğe/cennete kavuşamazsınız.”
Nihâî tercihini Allah’tan yana, O’na doğru yapan, hicretin her çeşit kötülükten uzaklaşmak olduğunu kabul eden ve vuslatı Allah’ın rızâsında arayanlara selâm olsun!

Hicret kelimesi; sözlükte, kişi veya kişilerin bulundukları yerden göç yoluyla ayrılmaları anlamına gelir. Bu ayrılma beden ile olabileceği gibi, dil veya kalp ile de olabilir. Bir âyette ise kalbi Allah’ın dışındaki şeylerden ayırıp yine O’na yönelmek anlamında kullanılmaktadır ki bu, Allah’a hicret (yönelme) ibâdetidir. Lügatte göç etmek anlamına gelen hicret, şer’î ıstılahda; bir mü’minin, fitne beldesinden ve dini husûsunda korkuda olduğu bir yerden, dini husûsunda emniyette olacağı bir beldeye göç etmesidir.
Müslümanlar İslâm’ı yaşama konusunda baskıya, işkenceye, dayatmaya uğradıkları zaman, Allah’ın geniş arzında İslâm’ı yaşayabilecekleri bir yere göç edeceklerdir. Kendi içlerinde, gönüllerde sürekli bir şekilde kötüden iyiye doğru, eksiklikten tekâmüle doğru mânevî hicreti sürekli yaşayacaklardır.
Kur’an’a ve Hadislere Göre Hicret Çeşitleri
a) Allah’a Hicret
İnsanın şeytandan ve her türlü kötü duygu ve düşüncelerden arınıp Allah'a hicreti, ana yurdu maddî anlamda mutlaka terk etmeyi gerektirmez. Böylece hicret kavramı, daha geniş bir dinî ve ahlâkî anlam kazanır. Böyle bir hicret, kesintisiz sürer. Şeytandan Allah'a hicret etmeyen bir kişi, gerçek mü'min olamaz: "Allah yolunda hicret eden, çok bereketli yer ve genişlik bulur. Evinden Allah'a ve peygamberine hicret ederek çıkan kimseye ölüm gelirse, onun ecrini vermek Allah'a aittir. Allah, bağışlar ve merhamet eder." Hz. İbrâhim, kavmine Allah'a iman çağrısı yaptığında ona inanmamışlar ve tehditte bulunmuşlardı. Ancak Hz. Lût, O'na inanmıştı. Kavminin bu tutumu karşısında Hz. İbrâhim, onlara şöyle dedi: "Doğrusu ben Rabbime (Rabbimin dilediği yere) hicret ediyorum. Şüphesiz O, azîz/güçlü ve hakîmdir/bilgedir, hikmet sahibidir." Bu âyette hicret sözcüğü, açıkça hem maddî, hem de mânevî anlamda kullanılmıştır.
b) Müşrikleri Terk Edip Onlardan Hicret
“Onların (müşriklerin) söylediklerine sabret/katlan ve onları güzel bir şekilde terk et (ve’hcür).” Bu ilâhî sözdeki "hecr-i cemîl" terkibi, "insanın kalben ve fikren kötülerden, kötülüklerden uzak durması, iyi ahlâkla donanıp kötülüklere karşı güzel ve etkili bir muhâlefet ortaya koyması" anlamına gelmektedir.
c) Kötülükleri ve Haramları Terk Etmek
“Kötü şeyleri terk et (fe’hcür).” ; "Müslüman, dilinden ve elinden müslümanların selâmette kaldığı kimsedir. Muhâcir de, Allah'ın nehyettiği şeyleri terk edendir." ; “Muhâcir, Allah’ın yasakladığı şeylerden uzaklaşan ve onları terk eden kimsedir.” Bir adam, Rasûlullah (s.a.s...)’a sordu: “Yâ Rasûlallah, hangi hicret daha fazîletlidir?” Allah’ın elçisi buyurdu ki: “... Allah’ın yasakladığı/haram kıldığı şeyleri terk etmendir.”
Abdullah bin Amr (r.a.) anlatıyor: "Bir adam, Rasûlullah (s.a.s...)'a: 'Yâ Rasûlallah, hangi hicret daha fazîletlidir?' diye sordu. Rasûlullah (s.a.s...) da: "Allah'ın yasakladığı (haram kıldığı) şeyleri terk etmendir" buyurdu. Ve devamla: "Hicret, iki kısımdır: Şehirlilerin hicreti ve çölde yaşayanların hicreti. Çölde yaşayanın hicreti, vazifeye çağrıldığında gelmesi, emrolunduğu şeyi yapmasıdır. Şehirlilerinki ise, çölde yaşayanınkinden daha ağırdır. Ecir ve sevâbı da daha çoktur."
d) Fitne Zamanında İbâdet, Bir Çeşit Hicrettir
"Ortalık kargaşa içindeyken ibâdet etmek, bana hicret etmek gibidir."
e) Olumsuz Hicret
Bir de olumsuz hicretler vardır; Peygamberimizin ümmetinden bazılarını Allah’a şikâyet edeceğini ifâde eden âyette olduğu gibi: “Peygamber dedi ki: ‘Ey Rabbim! Doğrusu kavmim bu Kur’an’ı mehcûr (hicret edilip terk edilen bir şey yerinde) tuttular.” Bu âyette geçen hicret (mehcûr) kelimesi, terkedilmiş, dinlenilmeyen veya hakkında saçma sapan şeyler söylenen demektir.
Kur’an’dan, Allah’tan uzaklaşmak, önceliği başka şeylere vermek, hayatın merkezine başka şeyleri yerleştirmek, tersine bir hicrettir. Hicrandır, sürgündür olumsuz hicretler. Peygamber tâbiriyle "…Kim elde etmek istediği dünya malı, ya da evleneceği kadın için hicret ederse onun hicretinin karşılığı da hicret ettiği şey olur."
Doğudan/doğrudan Batıya/bâtıla yapılan hicret; “hicret”i ters çevirip yanlış bir “tercih”tir. “Allah ve Rasûlünün koyduğu hükme karşı mü’min bir kadın ve erkeğin o işi kendi isteklerine göre seçme/tercih hakkı yoktur…”
Temel tevhidî sâbiteleri terk edip olumsuz anlamda değişim ve dönüşüm yaşayanlar, muhâcir değil; olsa olsa tükürdüğünü yalayan döneklerdir. “Ey insanlar! Siz Allah’a muhtaçsınız. Zengin ve övülmeye lâyık ancak O’dur. Allah, dilerse sizi yok eder ve yerinize yeni bir mahlûk getirir.” ; “Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse (bilsin ki) Allah, sevdiği ve Kendisini seven, mü’minlere karşı alçak gönüllü (şefkatli), kâfirlere karşı onurlu ve zorlu bir toplum getirecektir. (Bunlar) Allah yolunda cihad ederler ve hiçbir kınayanın kınamasından korkmazlar. Bu, Allah’ın, dilediğine verdiği lutfudur. Allah’ın lutfu ve ilmi geniştir.”
Kur’an’da hicret, şu anlamlarda da kullanılır: Kur’an’dan, hakdan ayrılıp uzaklaşmak; terk etmek, irtibatını kesmek, uzaklaşmak; terk etmek, ayrılmak, kötülükle mukabele etmemek; ayrılmak, yaklaşmamak, yalnız bırakmak.
İlim aramak, haccetmek, cihad etmek veya bunlar gibi herhangi bir dinî amaçla Allah rızâsı için yapılan her hicretin Allah ve Rasûlüne yapılmış bir hicret olduğu da değerlendirilir.
Gerektiğinde hicret de bir tür cihaddır. Kâfirlerin zulmü altında ezilip kalmak ve hak dinin yayılmasına hizmet edememek, neticede çok kötü bir başkalaşıma neden olabileceğinden az çok gücü varken bundan kaçınmamak nefse bir zulümdür.
Ahlâkî anlamda hicret devam etmektedir. Çünkü müslümanlar, her zaman günah ortamından ve şeytanın egemenlik alanından İslâm'ın hâkimiyet alanına göç etmekle yükümlüdürler. Bunun için kötülük yurdundan iyilik yurduna hicret, kıyâmete kadar geçerlidir.
Hicret gerekli, imkânlar da yeterli iken kötülük yurdunda oturmak, hem büyük bir günah, hem de nefse zulümdür. Çünkü mâzeretsiz olarak hicreti terk edenlerin varacağı yer, cehennem olacaktır. Allah yolunda hicret edenler, dünyada güzel mekân ve bol imkânlara kavuşur, âhirette de en yüksek onur pâyesini ve Allah'ın rızâsını kazanırlar.
Hicretin Sonuçları
Hicret ve cihad, Allah’ın rahmetine ulaştırır: "İman edenler ve hicret edip Allah yolunda cihad edenler var ya, işte bunlar, Allah'ın rahmetini umabilirler. Allah ğafûr ve rahîmdir." Dolayısıyla, hicret ve cihad konusunda görevlerini yapmayanların Allah’ın rahmetini umma hakları yoktur.
Hicret ve cihad, kötülükleri örter ve cennet gibi en güzel mükâfatlara ulaştırır: “Rableri, onların duâlarını kabul etti (Dedi ki:) ‘Ben, erkek olsun kadın olsun -ki hep birbirinizdensiniz- içinizden, çalışan hiçbir kimsenin yaptığını boşa çıkarmayacağım. Onlar ki, hicret ettiler, yurtlarından çıkarıldılar, Benim yolumda eziyete uğradılar, çarpıştılar ve öldürüldüler; andolsun, Ben de onların kötülüklerini örteceğim ve onları içinden ırmaklar akan cennetlere koyacağım. Bu mükâfât, Allah tarafındandır. Allah, mükâfâtın en güzeli kendi nezdinde olandır.”

Gerektiği halde hicret yapmayanlarla mü’minler dost olamaz: “(Münâfıklar) Sizin de kendileri gibi inkâr etmenizi istediler ki, onlarla eşit olasınız. O halde Allah yolunda hicret edinceye kadar onlardan hiçbirini velî/dost edinmeyin…” âyetindeki hicret kelimesi iki şekilde yorumlanmıştır. 1- Zâhirî anlam, küfür diyarından iman diyarına göç ediş, 2- Şehvetlerin, kötü ahlâkın ve günahların terki ve reddi.
“İman edip hicret edenler, Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad edenler ve (mücâhidleri) barındırıp yardım edenler var ya, işte onların bir kısmı diğer bir kısmının velîleridirler. İman edip de hicret etmeyenler ise, onlar hicret edinceye kadar size onların velâyetinden/dostluğundan hiçbir şey yoktur.(Bununla beraber) Eğer onlar din husûsunda sizden yardım isterlerse, sizinle aralarında sözleşme/anlaşma bulunan bir kavim aleyhine olmaksızın (o müslümanlara) yardım etmek üzerinize borçtur. Allah, yapacaklarınızı hakkıyla görmektedir.”

Allah’ın geniş arzında hicret etmekten kaçınan, böylece kendilerine yazık eden müstaz’af kimselerin cezâsı cehennemdir: “Kendilerine yazık eden (nefislerine zulmeden) kimselere melekler, canlarını alırken: ‘Ne işte idiniz?’ dediler. Bunlar: ‘Biz yeryüzünde müstaz’af/çaresiz idik’ diye cevap verdiler. Melekler de: ‘Allah’ın arzı geniş değil miydi? Hicret etseydiniz ya!’ dediler. İşte onların barınağı cehennemdir. Orası ne kötü bir gidiş (yeri)dir. Erkekler, kadınlar ve çocuklardan (gerçekten) âciz olup hiçbir çareye gücü yetmeyenler, hiçbir yol bulamayanlar müstesnâdır. İşte bunları, umulur ki Allah affeder. Allah affedicidir, bağışlayıcıdır. Allah yolunda hicret eden kimse, gidecek çok yer ve bolluk/genişlik bulur. Kim Allah ve Rasûlü uğrunda hicret ederek evinden çıkar da sonra kendisine ölüm yetişirse artık onun mükâfâtı Allah’a âittir. Allah çok bağışlayıcı ve merhamet edicidir.”

Gerçek mü’minler, imanlarını hicret ve cihadla isbat edenlerdir: “İman edip de Allah yolunda hicret ve cihad edenler; (muhâcirleri) barındıran ve yardım edenler var ya, işte gerçek mü’minler onlardır. Onlar için mağfiret ve bol rızık vardır. Sonradan iman eden ve hicret edip de sizinle beraber cihad edenler de sizdendir. Allah’ın kitabına göre rahim sahipleri (akrabâlar) birbirlerine (vâris olmaya) daha uygundurlar. Şüphesiz ki Allah her şeyi hakkıyla bilendir.”
Allah katında derece/rütbe yönüyle üstün olan kimseler; iman, hicret ve cihad edenlerdir: “İman edip de hicret edenler ve Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad edenler derece/rütbe bakımından Allah katında daha üstündürler. Kurtuluşa erenler de işte onlardır. Rableri, onlara kendinden bir rahmet ve rızâ ile, onlar için içinde ebedî tükenmez bir nimet bulunan cennetleri müjdeler. Onlar orada ebedî kalacaklardır. Şüphesiz ki Allah katında büyük mükâfât vardır.”
Allah’ın rızâsı hicret eden ve muhâcirlere yardım eden öncülere ve onlara uyanlaradır: “(İslâm dinine girme husûsunda) Öne geçen ilk muhâcirler ve ensâr ile onlara güzellikle uyanlar; Allah onlardan râzı olmuştur, onlar da O’ndan râzı olmuşlardır ve (Allah) onlara, içinde ebedî kalacakları, zemininden ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır. İşte büyük kurtuluş ve mutluluk budur.”
“Eğer hicret şerefi olmasaydı, ben muhakkak ensârdan bir fert olmak isterdim.”
"İslâm, şüphesiz garip olarak başladı ve (günün birinde) garip hale dönecektir. Ne mutlu gariplere!" "Garipler kimlerdir?" diye soruldu. Rasûlullah (s.a.s...): Kabilelerinden (İslâmiyet için) uzaklaşanlardır."
Hicret, âhiretle birlikte dünyada da güzellik kapılarının açılmasına sebeptir: “Zulme uğradıktan sonra Allah yolunda hicret edenlere gelince, onları dünyada güzel bir şekilde yerleştireceğiz. Eğer bilirlerse âhiretin mükâfâtı elbette daha büyüktür. (Onlar,) Rablerine tevekkül ederek sabredenlerdir.”
Mü’minler, geniş yeryüzünde Allah’a kulluk etmek için mutlaka uygun bir yer bulabilir: “Ey iman eden kullarım! Şüphesiz Benim yarattığım yeryüzü geniştir. O halde (nerede güven içinde olacaksanız orada) yalnız Bana kulluk edin (Eğer bir ülkede Bana kulluk etmeniz mümkün değilse, Bana rahatça kulluk edeceğiniz başka bir yere hicret edin).”
Bir mü’min, kâfir topluluktan ayrılıp Müslümanlarla birlikte yaşamalıdır: "(Allah'a) Şirk/ortak koşan bir müşrik müslüman olduktan sonra, kâfirlerden ayrılıp müslümanlar arasına katılmadıkça Allah, onun hiçbir amelini kabul etmez." "Ben, müşriklerle beraber yaşayan müslümanlardan berîyim/uzağım. Müslümanlarla müşriklerin ateşleri birbirini görmesin." ; “Müşriklerle beraber oturmayın, onların içine girip onlara karışmayın; kim onlarla birlikte oturur veya onların içine karışırsa onlar gibidir.”
Ashâbdan biri sordu: 'İslâm'ın alâmetleri nelerdir?' Rasûlullah buyurdu: "Azîz ve Celîl olan Allah rızâsı için müslüman oldum, küfrü, isyanı bıraktım demen, namazı kılman, zekâtı vermen, müslümanların malı, can ve ırzlarının birbirlerine haram olduğunu, müslümanların birbirlerine yardım eden kardeşler olduklarını kabul etmen ve Aziz ve Celîl olan Allah'ın, müşrikler arasında iken İslâm'ı kabul ettiği halde onları bırakıp müslümanların içine gelmeyen kimsenin hiçbir amelini kabul etmeyeceğini bilmendir."
Hicret, belli şahıslara, belli bir mekâna ve belirli bir yere âit değil; şartların oluştuğu bütün zamanlarda ve bütün mekânlarda geçerlidir. “Tevbe sona ermedikçe hicret sona ermez; güneş batıdan doğuncaya kadar da tevbe son bulmaz.” ; "Kâfirlerle savaş devam ettikçe, düşmanla çarpışıldığı sürece hicret devam eder." ; "Memleketler, Allah'ın memleketleridir. Kullar da Allah'ın kullarıdır. Nerede hayır bulursan orada yerleş."
Hicret, hangi mekân ve hangi zamanda olursa olsun, şartları oluştuğunda gündeme gelen bir ibâdet ve şartlar çerçevesinde işlenen bir eylemdir. Hadis-i şerifte Mekke'den Medine’ye hicretin kaldırmış olduğu belirtilmişse de, müslümanlara baskı yapılan her küfür diyarından İslâm yurduna hicret, farz olarak sürmektedir.
Her an Allah’a doğru hicretini gerçekleştirme gayretinde olan tevhid eri mü’minlere selâm olsun!
Arzın/Ülke Topraklarının Kutsallaştırılıp Putlaştırılması
İnsan, belli bir yerde değil; tüm yeryüzünde halife olması için yaratılmıştır. İslâm'ı, bulunduğu yerde yaşayıp oraya hâkim kılmak için çalıştığı gibi, dünyanın ulaşabildiği her tarafına da götürme zorunluluğu vardır. Bir insan, doğacağı yeri seçme hakkına sahip olmadığından, tercihinde olmayan bir konudan dolayı ne ayıplanır, ne de şereflenir. Allah, bizi bu topraklarda değil de; çok farklı hatta sevmediğimiz bir yerde dünyaya getirebilirdi; Diğer insanların oralarda dünyaya gelmesi gibi. O zaman o yaratıldığımız yerin mi, yoksa şimdi yaşadığımız yerin mi kutsal olması gerekecekti? Müslüman için tüm arz Allah'ın mülküdür. Hepsi aynı değerdedir. Bir yerin fazileti, orada inanılıp uygulanan inançla ilgili olmalıdır. Toprak, üstünde yaşayan insanların inançlarıyla bütün olarak değerlendirilmelidir. Bu arada nice insanın hadis diye ileri sürdüğü “Hubbu’l vatan mine’l îman (Vatan sevgisi imandandır) ifadesinin hadis olmadığını, mevzû/uydurma olduğunu söyleyelim. İnsanın ırkına, doğduğu yere göre bir toprak parçasına kutsallık atfetmesi, Allah için değil de; o toprak parçası için ölümü göze alabilecek hale gelmesi, vatanın -üzerinde hangi hükümlerin uygulandığına bakılmadan- yüceltilmesi bu açıdan değerlendirilmelidir. Vatan kelimesi Kur'an'da geçmez. İslâmî açıdan yurt veya vatan "dâr" kelimesiyle ifade edilir. İslâm toplumunun yaşadığı ve hâkim olduğu yerler için "dâru’l-İslâm", müslümanların idare ve hâkimiyetleri altında olmayan yerler ise "dâru’l-harp" kabul edilir. Eğer bir kimse, yaşadığı ülkede dinî inanç, dinini koruma ve dinini yaşama hürriyetini kaybetmişse, gücü yetiyorsa cihad ederek bu temel haklarını yerli veya yabancı işgalcilerden geri alması veya gücü yetmiyorsa, bunları koruyup dinini yaşayabileceği yere hicret etmesi gerekir. Cihad ve Hicret'in Kur'an'da ve sünnette çok büyük önemi vardır.
Ayrıca, içinde Kâbe'nin bulunmasından dolayı müslüman açısından dünyanın en kutsal yeri sayılmaya müsait olan bir vatanda, Hak dinin yaşanamadığı için oradan hicret eden Rasûlullah ve ashâbının, aynı zamanda gerçek vatanları olan Mekke'deki yönetime karşı inanç savaşı yaptıkları unutulmamalıdır. Şu âyet; vatan, cihad ve hicret kavramları açısından değerlendirilmelidir: Nefislerine yazık eden kimselere, canlarını alırken melekler: 'Dünyada ne işte idiniz?' derler. Bunlar; 'biz yeryüzünde güçsüz bırakılmış çaresiz kimseler idik' diye cevap verirler. Melekler: 'Allah'ın arzı geniş değil miydi? Hicret etseydiniz ya!' derler. İşte onların barınağı cehennemdir; orası ne kötü bir gidiş yeridir." Medine için, oradaki hurmaları için savaşan kimsenin mücâdelesinin Allah için olmadığı, ancak Allah yolunda savaşanların cennetle müjdelenen şehitler olabileceğini Rasûlullah'ın hadislerinden öğreniyoruz.
Millet ve Milliyet Kavramlarının Tahrifi


Türkçede kavim, kabile veya belli bir topluluk anlamında kullanılan “millet” kavramı İslâm kültüründe daha farklı mânâlara gelmektedir. “Millet” sözlükte, tutulan ve gidilen yol demektir. Bu yol eğri de olabilir, doğru da. Bu anlamdan hareketle ‘millet’ kelimesi ‘din ve şeriat’ yerine kullanılmaktadır. Çoğulu, milel’dir. Kur’an’da ve İslâm kültüründe millet, din anlamında kullanılmıştır.
Esasen din, şeriat ve millet kelimeleri birbirine yakın mânâda olup, her biri başka yönlerden yaklaşık aynı anlamı ifade ederler. ‘Millet’ kavramı, tıpkı din terimi gibidir. Yüce Allah’ın, peygamberleri aracılığı ile kulları için belirlediği hükümler manzûmesidir. İnsanlar bu hükümlere uyarak O’nun rızâsına kavuşurlar Millet ile din arasındaki fark; millet kavramı, gönderildiği peygamberin adıyla söylenir. “İbrahim milleti”, “Mûsâ milleti” gibi. “Allah’ın dini” denilebilir ama, “Allah’ın milleti” demek yanlış olur.

İmam Kurtubî şu açıklamada bulunur: Millet, din demektir. Yüce Allah'ın kitaplarında ve peygamberlerinin aracılığıyla kulları için koyduğu şeriatın adıdır. O bakımdan millet ile şeriat arasında fark yoktur. Din ile millet ve şeriat arasında ise belli bir fark vardır. Çünkü millet ve şeriat, Allah'ın kullarını yerine getirmeye çağırdığı şeyin adıdır. Din ise kulların Allah'ın emrine uygun olarak yaptıkları şeye denir.
"Millet" kelimesinden murâd, dindir. Çünkü örfen millet sözünden: Allah Teâlâ'nın, Peygamberleri vâsıtasıyla kullarına meşrû kıldığı şey kastedilir. Ancak, mecâzen bâtıl dinlere de ıtlak edilerek: "Küfür tek millettir" denilir ve "küfür dinlerinin hepsi bir yoldur" mânâsı kastedilir. Millet kelimesi örfen hak dine mahsus olduğu için bazı kelâm ulemâsı, ehl-i sünnetin mezhebini naklederken: "millîler şöyle demiştir..." ifadesini kullanırlar.

İtikat ve iman yönünden din, amel ve uygulama bakımından şeriat, sosyal bakımdan, yani sosyal realite yönünden de millet kavramları kullanılır. İtikat edilen (inanılan) şeyler, genelde amel edilen (pratikte uygulanan) şeylerdir. Amel edilen ve uygulanan şey ne ise, üzerinde birlik sağlanan şey de odur. Buna göre ‘millet’, bir toplumun etrafında toplandığı ve üzerinde yürüdüğü, kitlenin uyduğu ve bağlı olduğu ilkeler ve takip ettiği yoldur. Bu yolun hak olanı da, bâtıl olanı da olabilir.
“Millet”, kabile veya kavim demek değildir. Millet kavramı, daha çok, din etrafında bir araya gelen insanlar topluluğunu anlatır. Millet, toplumun adı olmaktan çok; toplumun üzerinde toplandığı inancı ifade etmektedir. “Ehl-i millet” denildiği zaman, bir millete uyan kimseler anlatılmış olur ki, bu hiç bir zaman “nation” anlamındaki kavim, ırk, kabile, ulus anlamına gelmez. Müslüman millet deyince, Allah’ın dini İslâm’a inanan ve ona uyan topluluklar akla gelir. Türk kavmi, Arap kavmi, Alman ulusu demek doğrudur. Ama -İslâm kültürüne ve Kur’an’daki kullanıma göre- Türk milleti, Fransız milleti... demek doğru değildir. Çünkü millet kelimesi, bir inancı, o inanç etrafında bir araya gelen topluluğu ifade eder.
Kur’ân-ı Kerim’de Millet Kavramı
“Millet” kelimesi, Kur’ân-ı Kerim’de 15 yerde geçer. Bütün bu âyetlerdeki “millet” kelimesi “din” anlamında kullanılır. Din; yani inanç sistemi ve şeriat. Birkaç örnek verelim: “Kendini bilmez beyinsizden başka kim İbrahim milletinden yüz çevirir?!” ; “İbrahim milleti” şeklindeki tamlama Kur’an’da sekiz yerde geçmektedir.
Yusuf (a.s.), Allah’a inanmayan bir topluluğun milletinden yüz çevirdiğini, onların dinlerine tâbi olmadığını söylüyor. Zâlim ve puta tapan yöneticilerin dinini terkedip Tevhid dinine inanan “Kehf ashâbı”, birbirlerine; “...Çünkü onlar üzerinize çıkıp gelirlerse, sizi taşa tutarlar veya sizi milletlerine (dinlerine) geri çevirirler; bu durumda ebedî olarak kurtuluş bulamazsınız.” diyorlardı.
Şu âyet millet kavramının anlamını daha açık bir şekilde ifade etmektedir: “Sen onların milletlerine (dinlerine-inanç sistemlerine) uymadıkça, yahûdi ve hıristiyanlar senden kesinlikle râzı (hoşnut) olacak değillerdir…” Yahûdi ve hıristiyanlar ne Peygamberi, ne de O’na inanan müslümanları, kendi inanç sistemlerine, kendi uydukları yola, yaşama biçimlerine uymadıkça sevmezler. Tarihte olanlar ve içinde yaşadığımız şartlar bunu açıkça isbat etmektedir.
Hz. Şuayb’i (a.s.) tehdit eden müşrikler diyorlardı ki; “Ey Şuayb, seni ve seninle birlikte iman edenleri ya ülkemizden sürüp çıkaracağız, veya mutlaka bizim milletimize (dinimize) geri döneceksiniz.” Şuayb (a.s.) ise, onların milletine (dinlerine) dönmeyi Allah’a iftira etmek olarak değerlendiriyor.
Görüldüğü gibi millet kavramının Türkçedeki ‘ulus, kavim’ kelimesiyle ilgisi yoktur. “Millet” kelimesinin Türkçede ulus, ırk ve toplum anlamında kullanılması kesinlikle ve büyük bir yanlıştır. Bu kavram, belirli bir dine inananlar topluluğunu anlatmaktadır. Ümmet ise, belli bir peygamberi takip eden mü’minleri anlatır. Türkçede, ‘şoför milleti’, ‘kadın milleti’, ‘erkek milleti’ gibi söyleyişler de yanlış kullanılan sözlerdir. Halk, millet kelimesini belli bir topluluk adı olarak kullanmakta ise de bu galattır, Kur’an kültürüne terstir.
‘Küfr’ün tek millet olduğu gerçeğini hatırlarsak, bu kavramın ifade ettiği anlam biraz daha iyi anlaşılmış olur.
Kur’an’da “millet” kelimesi, başka âyetlerde de kullanılır.
Kur'ân-ı Kerim'de "millet" kavramı, hep din mânâsında kullanılmıştır. Hatta bir âyet-i kerimede; "kavim" ve "millet" bir arada kullanılmıştır. Hz. Yusuf’un (a.s.) kıssası beyan edilirken; "De ki; size rızıklanacağınız bir yemek gelecek oldumu, ben muhakkak onun ne olduğunu, size daha gelmezden evvel haber veririm. Bu Rabbim'in bana öğrettiği ilimlerdendir. Çünkü ben Allah'a inanmayan bir kavmin milletini (dinini) -ki onlar âhiret gününü inkâr edenlerin ta kendileridir- terkettim" buyurulur. Bu âyette geçen "Allah'a inanmayan bir kavmin milletini terkettim" ibaresi, kavim ile milletin ayrı ayrı anlama sahip olduğunu göstermektedir. Dolayısıyla "Türk kavmi" vardır, ama "Türk milleti (şeriatı) yoktur. Türk kavmine mensup insanlardan; mü'min olanlar bulunduğu gibi; olmayanlar da mevcuttur. Farklı dinlere tâbi olmaları, onların "Türk kavmi"nden olma özelliğini ortadan kaldıramaz. Çünkü insanlar, hangi kavimden olacaklarına bizzat kendileri karar veremezler. Ancak hangi milletten (dinden) olacakları konusunda irâde beyan etme hakları vardır. Ya iman ederek "İslâm milleti"nden olurlar; ya inkâr ederek "küfür milleti"ne geçerler.
Millet, ortak bir itikada sahip olmakla birlikte, bir imam etrafında toplanmayan fertlerin durumunu beyan eder. Her müslüman, İslâm milletinin bir ferdidir. Eğer bir imama bey'at ederlerse, "ümmet" olarak anılırlar. Dünya üzerinde yüzlerce kavim vardır. Bu kavimlerin fertleri içerisinde "İslâm milleti"ne tâbi olanlar bulunduğu gibi, "küfür milleti"nden olanlara da rastlanabilir. Dolayısıyla yeryüzünde iki millet vardır. Birisi İslâm milleti, diğeri de küfür milletidir. Rasûl-i Ekrem (s.a.s.), Hz. Ebû Dücâne'yi mezara koyarken "Bismillâh! Alâ millet-i Rasûlillâh (Allah'ın ismiyle ve Rasûlullah'ın milleti/dini üzere)" (demiştir. Hangi kavimden olursa olsun; her mü'min mezara konurken aynı sözler tekrar edilir.

Hadis-i Şeriflerde de "Millet" Kelimesi, Din Anlamında Kullanılır
"Kim ki İslâm'dan başka bir millet (din) adına yalan yere ve kasden yemin ederse, o kimse dediği gibidir. Kim de keskin bir âletle kendini öldürürse, bu kimse de Cehennem ateşinde o âletle azâb olunur." Millet, din mânâsınadır. Millet-i İslâmiyye, millet-i yahûdiyye, millet-i nasrâniyyet (İslâm milleti, yahûdi milleti, hıristiyan milleti) gibi İslâm'dan başka bir dine edilen yeminin sûreti, din-i Nasârâya, din-i yahûda, yahut milel-i kefereden (kâfir milletlerden/dinlerden) herhangi bir milletin nâmına yemin etmektir.

Küfür Tek Millettir
Aralarında Ebû Hanife, Şâfiî, Dâvud, Ahmed bin Hanbel'in de bulunduğu bir grup ilim adamı, Bakara sûresinin 120. âyet-i kerimesine dayanarak küfrün tek bir millet olduğunu söylemişlerdir. Çünkü Yüce Allah; "Onların milletine (dinine)" diye buyurarak (hıristiyan ve yahûdiler iki ayrı dine mensup oldukları olduğu halde) "millet" kelimesini tekil olarak zikretmiştir. Bunlar ayrıca; "Sizin dininiz size; benim dinim bana" buyruğunu, Hz. Peygamber'in de: "İki ayrı millete mensup kimseler arasında mirasçılık olmaz" hadisini de delil gösterirler. Yani burada iki ayrı milletten kasıt, İslâm ve küfürdür. Bunun delili ise Peygamber Efendimiz'in: "Müslüman, kâfire mirasçı olmaz." anlamındaki bir başka hadisidir. İmam Mâlik ve kendisinden gelen bir başka rivâyette Ahmed bin Hanbel ise küfrün ayrı milletler olduğu görüşündedir. Buna göre yahûdi hıristiyana mirasçı olmadığı gibi; yahûdi ve hıristiyan da mecûsiye mirasçı olmaz. Onlar bu görüşlerine Peygamber Efendimiz'in "İki ayrı millete mensup kimseler arasında mirasçılık olmaz" hadisinin zâhirini delil alırlar.

Millet kelimesinin çoğulu "milel"dir. Din tarihi hususunda tartışılmaz otorite olan Şehristanî'nin meşhur eserinin adı el-Milel ve'n-Nihal'dir. Bilindiği gibi "nihal" kelimesi "nıhle"nin çoğuludur. Nıhle ise; "kupkuru zan ve vehim" mânâsına gelir. Dolayısıyla "el-milel", vahye dayanan dinlerin (milletlerin) tarihi, "en-nihal" ise, vahye dayanmayan sistemlerin (milletlerin) mâhiyetidir.
Millet Kavramının Tahrifi
Kur’an’ın ve dolayısıyla İslâm’ın kelimelere yüklediği anlamı atıp, o kelime ve kavramlara çok farklı mânâlar yüklemek, insanla Kur’an arasındaki köprüleri yıkmaktan daha fecî bir duruma sebep olmaktadır. Bu tavır; tahrif, dejenerasyon, ihânet, hakka bâtılı karıştırmak, bâtıla hak maskesi takmak şeklinde ifade edilebilir.

Nice Kur’an kavramının başına gelen bu durumdan, millet kavramı da nasibini almıştır. Millet, İslâm kültürüne göre din anlamında kullanıldığından, “İslâm milleti”, “küfür milleti” tâbirleri doğrudur. Türk milleti, Yunan milleti... gibi ifadeler yanlıştır. Millet kelimesinin kavim/ulus anlamında kullanılması, 19. asırdan sonra ve özellikle 20. asırda yaygınlaş(tırıl)mıştır. Bu galat, Kur’an kavramlarının câhiliyye tarafından içinin boşaltılıp sapık inançlar doğrultusunda doldurulmasına açık bir örnektir. Millî: Millete âit, millete has, milletle ilgili demektir. Millet hangi anlama geliyorsa, millî de ona ait anlamında kullanılır. Yani, aslında “dinî” demek olan bu kelime, “kavmî/ulusal” anlamında kullanılmaktadır. Milliyet: Aynı milletten, yani aynı dinden olma hali, bir milleti diğer bir milletten ayıran unsurların toplamına denir. Aynı millete mensup olanların tamamı anlamındadır. Sonradan “milliyet” kelimesi de, kavmiyet; inanç, tarih, dil, gelenek, kültür, ideal ve vatan birliği anlamında kullanılmaya başlanmıştır. Milliyetçilik de; milletin, milliyet topluluğunu/kendi dininden olanları esas alan, milletini sevmek ve yüceltmek ana fikrine dayanan görüş demektir.
“Türk milleti” deyiminin yanlışlığı gibi, “millet meclisi”, “milletvekili” gibi ifadeler de, aslında çok farklı anlama gelmesi gerektiği halde, şimdi bunlarla anlaşılanlar konusu, önemli kavram sapmalarındandır. Asıl anlamı “dinî” demek olan “millî” kelimesinin bugünkü kullanılışı, millete/dine terslik açısından, meselâ “millî piyango” ifadesi ne kadar trajikomik bir durum arz etmektedir! Millî kumar olduğuna göre; “millî fuhuş”tan, “millî fâiz” ve “millî hırsızlık”tan söz etmek nasıl olur dersiniz?

Millî duygular, millî takım, millî marş, millî kimlik, millî eğitim, millî tarih, millî coğrafya, millî bayram, millî egemenlik, millî güvenlik, millî birlik, millî mücâdele, millî görüş, millî gazete, millî kültür, millî gelir... gibi ifadeler de, millet ve millî kelimelerinin asıl anlamlarından ne kadar farklı kullanıldığı açısından değerlendirilmelidir. Kavram kargaşasına yol açmak istemeyen ve Kur’an kelime ve kavramlarının tahrif edilmesine karşı olan kimselerin, örnek tamlamalarda kullanılan “millî” kelimesi yerine “ulusal” sözcüğünü, “millet” yerine “ulus” kavramını tercih etmesi gerekir. Çünkü millet kelimesi örfen hak dine mahsus olduğu için kelâm âlimleri, ehl-i sünnetin mezhebini naklederken: "millîler şöyle demiştir..." ifadesini kullanırlar.
Yahûdilik ve daha çok da siyonizm, milliyetçilik/ırkçılık konusunda, hem bunun ideolojileşmesi ve hem de ırkçı tutumlara yol açması ve karşı ırkçılık dâvâları açısından önemlidir. Bir taraftan yahûdi ırkını öne çıkarıp diğer ırkları kendisine hizmet etmek zorunda olan “eşek” görür ve bu anlayışı muharref Tevrat’a dayandırırken, diğer taraftan bu tavra tepki olarak faşizmi ve yahûdi düşmanlığını da hazırlamış oldu. Birinci ve özellikle İkinci Dünya Savaşının sebep ve soykırımları incelendiğinde bu anlayış ve tavır hemen göze çarpacaktır. Bu anlayış, yani ırkçılık ve arka planındaki siyonizm.
Emile Durkheim’den adapte edilerek nation karşılığı olarak ulus denilmesi gerektiği halde “millet” denilerek tanımı yapılan kavram: Dil, toprak, ülkü, tarih ve din birliği ile birbirlerine bağlı topluluk. Gerçi globalleşen ülke anlayışının egemen olduğu günümüz modern dünyasında hâlâ eskimiş sosyoloji kuramlarının modası gülünç ve uygulama dışı kabul edilmektedir. Ama insanımıza okullarda, medyada hâlâ milletin tanımı olarak Ziya Gökalp’in yahûdi sosyologdan tercüme ettiği anlayış, bilim ve tek gerçek diye öğretiliyor. İslâm ise, milletin tanımını dinin tanımıyla eşit görüyor. O yüzden müslüman halk, Türk olmadığı halde müslüman olan sözgelimi İngiliz Yusuf İslâm’ı, Çeçen mücâhidini veya Filistinli Arap bir müslüman genci, Türk olduğu halde İslâm düşmanı insanlardan kendine daha yakın görüyor, İslâm milleti arasındaki meselâ Hac toplantısını, kerhanedeki, meyhanedeki Türk topluluklarına tercih ediyor.
Osmanlı’nın son zamanlarında, aydınlarda İslâm dâvâsı ve idealizmi kaybolduğundan, özellikle Tanzimat sonrası yeni idealler aranmaya, ülkenin içinde bulunduğu durumdan kurtuluş için İslâm’ın dışında yönelişler baş gösterdi. “Denize düşen yılana sarılmalı mıdır?” sorusu sorulmadan ve “denize ne kadar düştük, niçin düştük?” diye muhâsebe yapılmadan, denize düşürenlerin ip şeklinde uzattıkları yılanlara sarılmak, dinden uzaklaşmış aydınlar için kolay çözüm idi. Ve önce, kurtuluş reçeteleri ithal edildi Batıdan. Düşman, sunduğu zehirleri hemen her zaman altın kâselerde sunacaktır. Tanzimat’la birlikte yazarlar, şâirler, siyaset adamları, okuyup yazması olan mekteplilerin kalem ve dillerinden birkaç parlak kavram çıkıyordu: “Vatan, millet, eşitlik, özgürlük” Neydi vatan? Ne demekti millet? Nasıl bir özgürlüktü istenen? Bunlarla kimse uğraşmıyor ve bu kurtarıcı sloganların içine, ne anlama geldiğine ve ülkeyi nasıl kurtaracağına kimse bakmıyordu. Varsa yoksa; Vatan, millet, özgürlük (sonraları, bir de “demokrasi”)!
Evet, tümüyle boş birer slogandır, Batılılaşan aydınların ağızlarından düşmeyen sakız ve kalemlerinden ha bire dökülen mürekkep şeklindeki vatan, millet... Kurulacak yeni sosyal birliğin, millî birlik ve bütünlüğün en önemli unsuru olarak “vatan” fikrinin öne çıkarılması, içi boş bir kavram olarak ve ne kastedildiği müphem şekilde vatancılık, Tanzimat aydınlarının yeni ideolojilerindendir. Sözgelimi Vatan şairi Namık Kemal, vatan kavramıyla ne demek istemektedir? Hangi tezi sunmaktadır? Halkın “vatan, millet, Sakarya” edebiyatı diye, süslü fakat içi boş sözleri böyle değerlendirmesi boşuna değildir. Ziya Gökalp, 1923’te Türkçülüğün Esasları adlı kitabını yayınlar ve bu özellikle Emile Durkheim’in etkisinde kalarak oluşturduğu sosyoloji ve ideolojisiyle Türkiye Cumhuriyeti’nin fikir babası olur. Evet, milliyetçi (daha doğrusu Türkçü/Turancı) Ziya Gökalp, T.C.’nin teori olarak kurucusu, teorisyenidir. Uygulama da bir başka kurtarıcıya bırakılmıştır. Gelinen nokta mı? Halkın bunca fedâkârlığına ve sabrına rağmen gelinen durum, “millet” kavramına çağdaş aydınlardan çok farklı anlam veren Osmanlı’nın gerilemeye başladığı zamanlarla bile mukayese edilirse daha net ortaya çıkacaktır. 600 küsür sene ayakta kalan koca çınar, etrafını saran zehirli bitkiler ve içine atılan kurtlarla çürümeye başlamıştır. Düşman Batının gözüyle Tanzimat’tan sonra Osmanlı, artık “hasta adam!”dır. Batı aşılarıyla çınarın gübreleri üzerine yerleştirilen genç fidanın durumunun hem içten ve hem de dıştan nasıl görüldüğünü düşünmek yeter. Osmanlı, ölümcül yatağında iken bile “adam”dı, iyileşmemesi için ilaçlarına zehirler katılan, bin bir tuzak kurulan “hasta adam!”. Şimdi T.C.’yi adam yerine koyan ülke var mı, bilmem. Osmanlının dünkü vilâyeti, bir vali ile yönettiği şehri Yunanistan ve sözgelimi Suriye’nin bile ciddiye almadığı bir ülke... İçinde yaşayan vatandaşların da en milliyetçisinin bile onlarca şikâyeti... “Ya sev, ya terket!”mi? Kim kimi kimin yurdundan kovuyor, kim ve ne hakla işgali ve zulmü sevmeyi emredip dayatıyor?

Kavmiyetçilik, Irkçılık
Milliyetçilik, yani doğru ifadelendirmeyle kavmiyetçi fikir ve ideolojiler Avrupa’dan ithal birer frenk mikrobudur. Kur’an, câhiliyyenin her çeşidi ile savaşmış ve insanlara vahyin, yani hakkın, yani ilmin nûrunu ulaştırmıştır. Peygamberimiz her çeşit ırkçılık ve kavmiyetçiliği câhiliyye âdeti olarak değerlendirmiş ve tümünü yasaklayıp kaldırmıştır. İran’lı Selmân (Fârisî), Bizans’lı Süheyl (Rûmî) ve Habeşistan’lı Bilal’ı (Habeşî) hiçbir yönden ırklarından dolayı farklı bir ayrıma tâbi tutmamış, herhangi bir Mekke’li veya Medine’li Arapla her yönden eşit görmüştür. “Arabın Acem’e (Arap olmayan), Acem’in de Araba üstünlüğü yoktur; üstünlük sadece takvâdadır” hükmünü koyan İslâm, bu kardeşliğin tatlı meyvelerini dünya huzuru şeklinde de insanlığa sunmuştur. Osmanlı’nın altı yüz sene gibi ülkeler tarihi açısından uzun sayılabilecek bir medeniyetinin, temel sebep ve dayanaklarından biri her ulustan müslümanları hiçbir ayrıma tâbi tutmadan “İslâm milleti”nin bir ferdi ve tüm müslümanların birbirleriyle “kardeş” olduğu anlayışıdır. Türkiye’nin cumhuriyet sonrası önmeli sancılarından birisi, kendi vatandaşlarına ulusçu, ırkçı yaklaşımları ve millet tanımındaki yanlış tutumlarıdır.
Adına nasyonal faşizm de denilen ve Türkçede yanlış olarak “milliyetçilik” kavramıyla ifadelendirilen ırkçılık ve kafatasçılık; nice kavga, savaş ve zulümlere yol açmış şeytanî bir anlayış ve ilkel bir câhiliyye ideolojisidir. Kur’an’ın atalarıyla övünüp onların yolunu körü körüne tâkip etmeyi ısrarla kınaması bu konudaki hassâsiyeti gösterir. Arap câhiliyyesi dönemindeki kabile savaşlarının sebebi ırkçılık olduğu gibi, hemen her dönemdeki soykırımların temelinde de ırkçılık vardır. Bu asra kadar bütün dünyadaki savaşların toplamından daha çok ölüme ve vahşete sebep olan 20. asırdaki iki dünya savaşının her ikisinin de temel sebebi, ırkçılıktır.
Irkçılık Dâvâsını İlk Başlatan Şeytandır
Bilindiği gibi İblis, Allah'ın Âdem'e secde emrine itaat etmedi. Gerekçe olarak da kendisinin ateşten, Âdem (a.s.)'in de topraktan yaratıldığını gösterdi. Bu, kendi elinde olmayan yaratılışında maddî özelliklere itibar etmek, yani ırkçılık yapmaktı. İblis'in bu üstünlük ölçüsü geçersizdir. Kişiye değerini kendi hammaddesi veya soyu değil; Allah'ın koyduğu ölçü verir. O yüzden ilk ırkçı, şeytandır. Irkçılık ve soy üstünlüğü iddiası, şeytanî bir mantıktır.
Kur'an'a göre üstünlük takvâda ve cihadadır. Kim, kendi aslını, soyunu, ırkını başkalarına karşı bir üstünlük sebebi sayarsa, onda İblis/şeytan anlayışı var demektir. İblis, bu yanlış çıkarım sonucu Rabbine istikbar edip isyan ettiği gibi, her çeşit ırkçılık da istikbâra ve isyana yol açan tehlikedir.

İblis, Adem'in varlığının dış görünüşüne bakıp kendini üstün görmüş ve yaratılışın iç yüzünü, sırrını, hikmetini anlamamıştır. Hâlbuki Allah'ın bütün işlerinin hikmetleri, her birinin kendine ait sırları vardır. Adem'i sırf toprak zanneden İblis mantığı, kendi maddesini ondan üstün sanmıştır. Materyalizm/maddecilik şeytanî bir felsefedir. Ona göre ateşten yaratılmak, bir üstünlük sebebiydi. Böylece o, ateşin topraktan üstünlüğü gibi iki madde arasında, aslında olmayan bir fark görmüştü. Her iki maddenin yaratıcısının da Allah olduğunu itiraf etmesine rağmen, Adem'in halifelik ve İlâhî ruh taşıması, eşyanın isimlerini bilmesi gibi üstünlüklerini bilmezden gelmişti.
Şeytan, Âdem'de toprak, kendisinde ateşten başka bir mâhiyet görmemiş; ölüden diri, diriden ölü yaratan ve bütün meziyetleri bahşeden Allah'ı maddeye mahkûm saymıştı. Bu, ilâhî hükümleri, kendi nefsine ve aklına göre değerlendirip mantığına ters gelen bir hükmü reddeden bir akılcılık olduğu gibi; ırkçılığın da temeli idi. Yaratıkları, ruhî yapısıyla değerlendirmeyip, sadece maddî özellikleriyle, asâletiyle değerlendiren ırkçı anlayışın temeli de İblis tarafından böyle atılıyordu. Maddeyi tek ve gerçek ölçü sanmak, şeytanca bir yanılgıdır.
Dâru’l-Harp’te Cuma Namazı
Cuma Namazını Kim Emrediyor, Kim Yasaklıyor?
1. Kur'an, Cuma namazını kesin şekilde emretmektedir. Müslüman da, Kur'anın hükümlerini uygulamak zorundadır. Allah, insanlara "niye falan müctehidi, filan fetvâyı uygulamadın?" diye sormayacak, ama mutlaka Kur'an'ın emrini uygulayıp uygulamadığından soracaktır. Kur'an Cuma namazını çok net bir şekilde emretmekte, bu konuda herhangi bir şart ileri sürmemekte, herhangi bir durum sözkonusu olduğunda Cuma namazının kılınmayacağından, işaret yönüyle bile olsa bahsetmemektedir. Müslümanların, Kur'an'ın herhangi bir hükmüne karşı nasıl davranmaları gerektiği de Kur'an'da çok net şekilde açıklanır.
Kur'an, Cuma namazına öyle bir önem vermiştir ki, özel olarak Cuma namazından bahsetmiş, hatta Kur'an'ın bir sûresi (62. sûre) bu isimle adlandırılmıştır. Cuma namazına öyle önem vermiştir ki, helâl olan alışverişi Cuma vakti yasaklamış, müslümanların ezanla birlikte Cuma namazına gitmelerini emretmiş ve gerçeği anlayan, bilen insanlar için en hayırlı şeyin bu olduğunu belirtmiştir: "Ey iman edenler! Cuma günü namaza çağrıldığı (ezan okunduğu) zaman, hemen Allah'ı zikretmeye gidin ve alış-verişi bırakın. Eğer siz gerçeği anlayan/bilen kimseler iseniz elbette bu, sizin için daha hayırlıdır. Namaz bitince yeryüzüne dağılın ve Allah'ın lütfundan isteyin. Allah'ı çok zikredin, umulur ki kurtuluşa erersiniz."

Müslüman, her şeyden önce Kur'an'a kulak vermeli, onun emirlerini hayata geçirmelidir. Ona ters düşen yorum, te'vil, anlayış ve uygulamalardan kaçınmalıdır. "Sana bu Kitab'ı her şeyi açıklayan ve müslümanlara bir rehber, bir rahmet ve bir müjde olarak gönderdik." ; "...Bu Kur'an, her şeyin açıklanması ve mü'minler için bir kılavuz ve rahmettir." Müslümanlar, herhangi bir konuda anlaşmazlığa düştüklerinde, onu Allah'a ve Rasûlü'ne arzetmekle mükelleftirler. "Biz sana Kitab'ı indirdik ki, hakkında ayrılığa düştükleri şeyi onlara açıklayasın ve iman eden bir kavim için yol gösterici ve rahmet olsun." ; "İnsanlar için hidâyet rehberi olan Kur'an, yol gösterici ve hakkı bâtıldan ayırıcı (furkan), apaçık belgeler (beyyinât) olarak Ramazan ayında indirildi." ; "De ki: 'en üstün delil (hüccetü'l-bâliğa) Allah'ındır. Allah dileseydi, elbette hepinizi hidâyete erdirirdi." Allah, Kur'an'da hiçbir şeyi eksik bırakmamıştır. Bir müslüman, Kur'an varken, başka hakem arayamaz: "Allah size hakikati apaçık ve ayrıntılı olarak açıklayan Kitab'ı indirmiş iken, ben (neyin doğru, neyin yanlış olduğu konusunda) ondan başka bir hakem mi arayayım?" ; "Rabbiniz katından size indirilene uyun. O'ndan başka önderlerin ardından gitmeyin. Ne kadar az öğüt tutuyorsunuz?" İnsanlar, falan kişinin ictihad, fetvâ ve yorumuna uymaktan değil; Kur'an'a uyup uymadıklarından hesaba çekileceklerdir: "Muhakkak ki o Kur'an, hem senin hem de ümmetin için bir şeref ve öğüttür. İleride ona uyup uymadığınızdan sorguya çekileceksiniz."
Kur'an, anlaşılması zor bir kitap değildir. Onun emirleri arasına kimse giremez. O, "apaçık" ve "anlaşılır" bir kitaptır. ; "İşte bunlar, apaçık Kitab'ın âyetleridir. Anlayasınız diye onu Arapça bir Kur'an olarak indirdik." Allah, kullarına "kaldıramayacakları bir yük yüklememiş", Kur'an'ı herkesin ve her seviyeden insanın anlayabileceği bir dil ve basit, sade, anlaşılır bir üslûpla göndermiş, anlaşılsın ve uygulansın diye kolaylaştırmıştır. "Tâ-hâ. Bu Kur'an'ı sana güçlük çekesin diye değil, Allah'tan korkanlara bir uyarı olsun diye indirdik." ; "Yemin olsun! Bu Kur'an'ı öğüt almak ve düşünmek için kolaylaştırdık. Yok mudur öğüt alan?" Allah Teâlâ, kullarına, "ancak kaldıracakları kadar sorumluluk yükler." Allah "dinde bir zorluk kılmamıştır." Kur'an'a muhâtap olan mü'minlerin özelliği, Kur'an'daki her İlâhî fermanı işittiklerinde "semi'nâ ve eta'nâ: İşittik ve itaat ettik" demeleridir. "Aralarında hükmetmesi için Allah'a ve Rasûlüne çağrıldıkları zaman, iman edenlerin sözü, ancak: 'işittik ve itaat ettik' demeleridir. İşte umduklarına erenler bunlardır, bunlar!" Dünya ve âhiret felâketlerinin en büyük nedeni, Kur'an'ın emirlerini (önemsemeyerek, te'vil ederek veya herhangi bir gerekçe ile) uygulamayıp arkaya, geri plana atmaktır. "O gün, haksızlığı kendisine yol edinmiş olan kişi ellerini kemirip 'ah, ne olurdu, Rasûl'ün gösterdiği yolu tutmuş olsaydım! Vah, yazıklar bana, ne olurdu filanı da kendime dost edinmeseydim. Çünkü o, gerçekten bana uyarıcı, hatırlatıcı mesaj geldikten sonra beni ondan (Kur'an'dan) saptırmış oldu. Şeytan da insanı yapayalnız ve yardımsız bırakandır.' Ve Peygamber dedi ki: 'Rabbim gerçekten benim kavmim, bu Kur'an'ı terkedilmiş bir kitap olarak bıraktılar."
Allah'ın indirdiği ile hükmetmeyenler, kâfir, zâlim ve fâsık olarak nitelendirilir. Devamındaki âyetlerde de, başta Peygamber olmak üzere müslümanların Allah'ın indirdiği ile hükmetmesi emredilir: "Sana da, önceki kitapların bir kısmını doğrulayan ve onları düzelten bu Kitab'ı hak olarak indirdik. Aralarında Allah'ın indirdiği ile hükmet. Sana da hak geldikten sonra, onların hevâlarına uyma... De ki: 'Ben, sadece bana vahyolunana uyuyorum." Kitaptan pay sahibi olanların, bildikleri ve inandıkları Kitabın hükümlerini uygulamaları, yolların ayrılış noktasıdır: "Kendilerine Kitab'dan bir pay verilenleri görmedin mi? Aralarında Allah'ın Kitab'ı hükmetsin diye çağrılıyorlar da, onlardan bir bölümü yüz çeviriyor. Onlar, işte böyle arka dönenlerdir." ; "...Onlara: 'Allah'ın indirdiğine ve Peygamber'e gelin' denildiğinde, o münâfıkların senden kaçabildiklerince kaçtıklarını görürsün."
Kimsenin Kur'an'ı devre dışı bırakma hakkı yoktur. Hangi niyetle olursa olsun Kur'an'la sâbit bir hükmü, bir ibâdeti kimse yasaklayamaz. Bazı kimseler, Kur'an'da ve sahih hadislerde hiç geçmeyen ve mezhepler arasında da tartışma konusu olan "dâru'l-harp" yaklaşımını sebep göstererek fâizi helâl kabul edebiliyor, bazıları da Cuma namazı gibi farîzaları yasaklayabiliyor. Birincisi, kolaylaştırma adına ruhsat, ikincisi de cihad adına azîmet diye takdim edilebiliyor. Biri, Kur'an'la sâbit bir haramı helâl, diğeri de Kur'an'la sâbit bir farzı haram ilân edebiliyor. Bu örneklerin her ikisi arasında pek bir fark yoktur. Dini tahrif eden yaklaşım, daha çok bu tür atmalar veya katmalarla olur. Kur'an'ı ve sahih sünneti devre dışı bırakan hiçbir yaklaşım, sırât-ı müstakîm olamaz. İmanından ve samimiyetinden şüphe etmediğimiz bazı müslümanların, Kur'an'daki çok net bir emri yasaklamalarına şaşmamak mümkün değildir. Kur'an'ın emrine uyup Cuma namazı kılanlar değil, bunu yasaklayanlar suçlanmalıdır. Ve Kur’an’ın ve Sünnetin kesin emrine rağmen Cuma namazını kılmamakta hâlâ ısrar etmekle kalmayıp başkalarına da yasaklayanların bu tavırlarıyla taban tabana zıt sloganı: “Temel kaynağımız Kur’an ve Sünnettir. Referansımız bu ikisidir. Biz Kur’an ve Sünnet’e bağlıyız!” Ya bu sözü söylemesinler, ya da Kur’an ve Sünnetin emrini suç saymasınlar, deme hakkımız olmalı değil mi?
2. Müslümanın ikinci kaynağı Sünnettir. Sünnet, hiçbir zamanın Kur'an'a ters uygulama içermez. Peygamberimiz de kendisine vahyedilen Kur'an'a uymak zorundadır. O, yaşayışıyla, canlı Kur'an olmuş, Kur'an'ın mücmel âyetlerini açıklamıştır. Peygamberimiz'in Cuma namazının faziletiyle ilgili onlarca hadisi hadis kitaplarını doldurduğu halde, Rasûlullah’tan zayıf bile olsa, herhangi bir durumda Cuma namazı kılınmaması gerektiğine dair bir rivâyet sözkonusu değildir. Yani, o, Cumanın şartlarıyla ilgili kesin bir şey söylememiş, hele hele "şu şu şartlar yoksa, Cuma namazı kılmayın!" gibi bir söz onun ağzından kesinlikle çıkmamıştır.
Şu hadisin kapsamına girilip girilmediği bütün müslümanlar tarafından muhâsebe edilmelidir: "Allah bir toplumdan ilmi çekip almak sûretiyle kaldırmaz. Toplumlar, gerçek âlimlerin tükenmesiyle âlimsiz kalırlar. Gerçek âlimlerin tükendiği bu toplumda, insanlar câhil önderler edinirler. Bu câhil önderler ilimsiz fetvâ verirler. Bu sûretle kendileri de sapar, peşindekileri de saptırırlar."
Sahih-i Müslim'de “Cuma'yı Terk Edenler Hakkında Gösterilen Şiddet Bâbı” adlı bölümde birçok hadis vardır. Onlardan biri olan şu hadis-i şerif çok önemli bir uyarıdır: "Birtakım kimseler, Cuma namazlarını terk etmekten ya vazgeçerler yahut Allah, onların kalplerine muhakkak sûrette mühür vurur da artık gâfillerden olurlar."
Cuma namazının fazîletini belirten; terkedenleri, hafife alanları tenkit ve ihtar eden çok miktarda hadis bulunmasına rağmen, Cuma namazının kılınamayacağı ve kılanların sorumlu tutulacakları bazı şartlara dâir zayıf da olsa tek bir hadis rivâyeti yoktur. Aksi görüşte olanlar, Hanefî mezhebinin bu konudaki şartları için de ileri sürdüğü tek delil olarak İbn Mâce’nin kendisinin de “zayıf” dediği ve aslında hiç de Cuma’nın kılınmaması için bir çıkarım yapılamayacak olan ve Cuma namazı kılmayanları tehdit eden şu zayıf hadisi delil olarak kullanıyorlar:
"Bilmiş olun ki, Allah Teâlâ Cum'ayı, benim şu durduğum yerde ve bu yılımın bu ayındaki bu günümde; size kıyâmet gününe kadar farz kılmıştır. Her kim hayatımda olsun, benden sonra olsun, âdil yahut câir (zâlim) bir devlet reisi varken onu istihfaf ederek (önemsemeyerek, hafife alarak) veya inkâr ederek terkedecek olursa, Allah iki yakasını bir araya getirmesin ve kendisine ait hiçbir hususu mübârek kılmasın (işini rast getirmesin). Haberiniz olsun ki, böylesi tevbe etmedikçe ne namazı, ne zekâtı, ne haccı, ne orucu, ne de başka bir hayrının sevabı vardır. Her kim de tevbe ederse Allah tevbesini kabul eder (etsin)."
Tekrar ifâde edelim ki, bu hadisten Cuma’nın bazı şartlarının çıkartılması ve Peygamberimiz’e “şu şartlar varsa ancak Cuma’yı kılabilirsiniz, yoksa Cuma namazı kılmayın” şeklinde bir ifâdede bulunduğunu ileri sürmek, Cumanın şartları için delil kabul etmek birçok yönden kesinlikle doğru ve mümkün değildir. Bu hadis rivâyetinin meşhur hadis âlimlerince zayıf kabul edildiği için delil olarak kullanılamayacağını ifade etmek zorundayız.

Cuma namazının bu ülkede câiz ve sahih olmadığını iddiâ edenler, Cuma konusundaki âyetin mücmel olduğundan dolayı bu çıkarımlara vardıklarını söylüyorlar. Mücmel olan bir âyeti Peygamberimiz tafsîl eder, açıklar, uygulamasıyla izah eder. Peygamberimiz (s.a.s.)'in hadislerinde kesinlikle "sultanın izni şarttır, halife bizzat kendisi veya tâyin ettiği kişi Cuma'yı kıldırmalıdır, yoksa sahih olmaz" veya benzeri zayıf bir rivâyet bile yoktur. O yüzden mücmel âyeti Peygamberimiz sözleriyle ve uygulamasıyla nasıl anlayıp anlattıysa o hükmü Kur'an ve Sünneti esas kabul eden kimseler -tüm âlimler farklı şey ileri sürseler bile-, Allah'ın emrini ve Rasûlü'nün kavlî ve fiilî açıklamasını tercih etmek zorundadırlar.
Sultanın/halifenin izni gibi şartlar, Kur'an'ın ve Sünnetin tâyin ve tesbit ettiği şartlar değildir; ictihâdî, dolayısıyla zannî bir yorumdur, o zamanın şartları dikkate alınarak değerlendirilmiştir. Hiçbir ictihad, âyet ve hadisle sâbit olan bir farzı iptal edemez. "Allah'a ve Rasûlüne itaat edin ki size rahmet edilsin."
3. Temel kaynaklar Kur'an ve Sünnet olmakla birlikte, onlara ters düşmemek şartıyla, hatta bu iki kaynağın daha iyi anlaşılmasına hizmet ettiği müddetçe, delilleri sağlam, inandırıcı ve iknâ edici kabul edilince fıkhî ictihadlar, mezhebî görüşler de müslümanların ibâdetleri için istifade edilebilecek ikinci derecede kaynaktır. Müslümanlar, kendileri Kur'an ve Sünnetten hüküm çıkarabilecek ilmî yetenekte değilse, Kur'an'ın ve sünnetin kesin hükme bağlamadığı konularda delili sağlam olan müctehidin Kur'an ve Sünnete uygun hükmüne uyabilir. Bu konuda dikkat edilmesi gereken şeyler: Bağnaz olmamak, diğer fıkhî görüş ve ictihadları görmezden gelmemek, "benim mezhebim veya müctehidim mutlak doğrudur, diğer mezhep veya müctehidlerin hükmü kesin yanlıştır" dememek, farklı mezhepleri veya ictihadları taklit edenleri kınamamak şarttır. Unutulmamalıdır ki, mezhep imamları ve müctehidler de birer beşerdir, hatâdan ma'sûm/korunmuş değildir. Onların ictihadları da zannîdir, mutlak doğru değil; göreceli doğrulardır, şüphe sözkonusudur. O yüzden delillerinin kuvvetli olmadığını, ya da bir âyet ve sahih hadise ters düştüğünü gördüğünde, hiçbir müslüman buna rağmen ictihadı öne çıkaramaz. Zaten "Kur'an ve sünnet" vurgusunu öne çıkaranlar, fıkıh bağnazlığının farkına varan, 1200-1300 sene önce yaşamış insanların günümüz şartlarını bilmelerini, kıyâmete kadar geçerli hükümleri hiç yanılmadan ve aşılamayacak şekilde en isâbetli tesbit ettiklerini iddia etmeyen (etmemesi gereken) bilinçtedir. Eski müctehidler, kendilerine ulaşan deliller ve kendilerini çevreleyen tarihî şartlarla, o günkü problemlere çözüm getirmeye çalışmışlardır. Ve bütün şuurlu müslümanların ittifak ettikleri tek bir mezhep veya müctehid yoktur. Yani, kimine göre bir konuda Hanefî mezhebi veya onun müctehidleri doğruyu yakaladıkları ve kuvvetli delillere sahip olduğu halde, kimine göre farklı bir mezhep ve müctehidler o konuda veya başka bir konuda daha doğru ve kuvvetli delillere sahip olabilir. O yüzden bir mezhebin veya müctehidin hükmünü tüm müslümanların uygulamalarını istemeye kimsenin hakkı yoktur. Bir müslüman, falan mezhebin hükmünü tercih edebilir, ama başkalarına dayatamaz, başkası da farklı bir mezhebin görüşünü tercih edebilir. Yoksa mezhepler din edinilmiş olur. "Yoksa onların, dinden Allah'ın izin vermediği şeyleri dinî kaide kılan ortakları mı var? Eğer azâbı erteleme sözü olmasaydı, derhal aralarında hüküm verilir (işleri bitirilir)di. Şüphesiz zâlimler için can yakıcı bir azap vardır."
Cuma namazı muhkem bir farîzadır. Farziyeti Kitab, Sünnet ve icmâ ile sâbittir. Kitab ve Sünnet gibi ana deliller mevcut iken, ictihâdî ve tâlî bir şartın yokluğu öne sürülerek, beşer sözü ile Cuma farîzası ortadan kaldırılamaz. "Şek/şüphe ile yakîn zâil olmaz." Hanefî mezhebinin dışındaki İslâm mezheplerinin tümü (cumhûr-ı ulemâ), Cuma namazını ne halifenin kıldırma şartını ileri sürer, ne dâr-ı harple işkisini kurar. Elbette hiçbir mezhep ve âlim, Cuma namazının devlet namazı olduğunu da ileri sürmez. Mezhep bağnazı olmayan "Kur'an ve Sünnet, Kur’an ve Sünnet!" diyen müslümanlar, Kur'an ve Sünnetin kesin emri konusunda, gerekirse başka bir mezhebin görüşüyle amel eder, Kur'an ve Sünnetin emrini çiğneme ihtimalini ortadan uzaklaştırır.
Kaldı ki, bu insanlar, kraldan fazla kralcı kesildiklerini fark etmiyorlar mı? Hanefî mezhebi adına Cuma namazının şartları oluşmadığı için Cuma namazının kılınmayacağını iddia edenler, Hanefî mezhebine ait "şu şartlar yerine gelmeyince Cuma namazı kılınmaz, kılmayın!" diye net bir fetvâdan bile bahsedemezler. Nice müslümanın kanını döktüğü gibi, kendisini de zindanlara atıp orada şehid eden zâlim bir yöneticinin hâkim olduğu şartlar altında Ebû Hanife'nin Cuma namazı kılmadığını veya kılınmasını câiz görmediğini kimse iddia ve isbat edememektedir. Onun zamanında da, ondan sonra da hanefî müctehidler, kendi çıkarımlarıyla tesbit ettikleri cumanın sıhhat şartları yoksa Cuma namazı kılmayın demedikleri ve tarihte Cuma namazı kılmayan cemaatlerden bahsedilmediği gibi, daha sonra gelen bazı hanefî müctehidleri, bu şartlardan bazıları yerine gelmediği için, Cuma namazı terk edilmez, belki sahih olmamıştır diye, öğle namazı yerine geçmek üzere "zuhr-ı âhir" adı verilen Peygamberimiz zamanında hiç bilinmeyen namazı tavsiye etmiştir. Başka hiçbir mezhebin bilmediği bu namazın tek bir gerekçesi vardır: Bir mezhebe göre şartların yerine gelmediğinde Cuma namazının terk edilmemesi, ama aynı zamanda Cuma namazı sahih olmayabilir endişesinden dolayı, öğle namazı yerine geçecek dört rekâtlık bu namazın da kılınması.
Tarihte olduğu gibi günümüzde de hiçbir ülkede Cuma namazını protesto etme ve Cuma namazının kılınmaması gerektiğini (belki bir-iki istisnâ dışında) âlimler gündeme getirmemiştir. Bu konuda yüzlerce âlimden kimler Cuma namazı kılınmasına karşıdır? "Bugünkü şartlarda Cuma namazı kılınmaz" diyen ne kadar âlim gösterilebilir? Çağımızda dünya çapında kabul gören Mevdûdi mi, Seyyid Kutub mu, kardeşi Muhammed Kutub mu, Hasan el-Bennâ mı, Muhammed Ali Sâbûnî mi, Ebû Ğudde mi, el-Âlbânî mi, Muhammed Gazâlî mi, Yusuf el-Karadavî mi, bunlardan veya bunlara benzer âlimlerden herhangi birinin Cuma namazının kılınmaması gerektiğiyle ilgili bir fetvâ, görüş veya uygulama iddiâ edilebiliyor mu? Bu konuyu Türkiye'de ilk ortaya atan Yusuf Kerimoğlu (Hüsnü Aktaş) bile bu görüşünden caymış, Cuma namazının kılınması için yine Hanefî fıkıhçıların görüşleri istikametinde çözümler önermeye ve Cuma namazını kılmaya ve kılınmasını istemeye başlamıştır. Dâru’l-harp durumunda olduğu ve tâğûtî düzeni protesto ve Diyanete tepki için bugünkü şartlarda Türkiye’de Cuma namazı kılınmamalıdır diye ilk kamuoyu oluşturan zâtın, hatasından dönmüş olması sevindiricidir. Bu konuları ondan öğrenen bazı kişilerin hâlâ kraldan fazla kralcılığı ise düşündürücüdür. Bu konuda şâz kalan rahmetli Sadreddin Yüksel Hoca'dan başka Türkiye'de veya diğer ülkelerde “Cuma namazı kılınmamalıdır” diyen meşhur hiçbir âlim gösterilememektedir. İhvân-ı Müslimin'den tutun, ülkeleri işgal altındaki (dâru'l-harp kavramı için gerçek bir örnek, yani savaş ülkesi olan) Kudüs'te, Filistin topraklarında da Cuma namazı terkedilmemiştir ve hâlâ büyük katılımlarla kılınmaktadır.
Bu konu, tekfir konusuyla da (mevcut câmi imamlarının kâfir olduğu değerlendirmesi ile) ele alınmaktadır. Tâğutlara gönülden bağlı olmayan resmî görevlilerin, sırf memur diye Allah'ın değil, tâğûtî devletin emrinde olduğunu ve küfrü imana tercih eden kâfirler olduğunu iddiâ etmek, insanı vebal altına sokabilir. Bu konu, Müslümanlar arasında tartışılmaktadır. Sadece Cuma değil, beş vakit farz namazlar da tabii ki Kur’an’ın istediği gibi şirksiz şekilde iman eden müslümanların arkasında kılınabilir. Akaidinin sağlam olduğunu zannettiğimiz, yani küfre girdiğine dair kesin delillerimizin olmadığı, ağzından elfâz-ı küfür, davranışlarından ef’âl-i küfür sâdır olmayan her kıble ehlini müslüman kabul ederiz. Hutbesinde tâğutun dostu olduğunu (te'vil edilemeyecek açıklıkta) ifâde eden bir imama (daha doğrusu hakka bâtılı karıştıran devlet memuruna) rastladığında müslümanlar câmiyi terketmeli, alenen tevbe etmediği müddetçe bir daha da o şahsın arkasında hiçbir namazı kılmamalıdır. Tâğutu seven, bunu görüşleriyle ya da okuduğu hutbeyle gösteren bir kimsenin arkasında sadece Cuma değil, hiçbir namaz kılınamaz. Bu konuda diğer namazlarla Cuma namazı arasında fark yoktur. Yani, arkalarında beş vakit namaz kılınması câiz olan kimsenin Cuma imamı olmasında, günümüz şartlarında bir sakınca yoktur. Okul diplomalarının, resmî nikâh işlemlerinin küfre ait birer vesika kabul edilmeyip düzenin dayattığı birer formaliteden ibâret kabul edildiği gibi, resmî görevlerin de birer formalite kabul edilmesi gerektiğini ileri süren çok sayıda kişi vardır. Bununla birlikte en azından bu konuda şüphe olduğundan ihtiyatlı davranarak beş vakit namaz ve Cuma namazı gibi çok önemli bir ibâdeti, kabul olmama ihtimalinden dolayı diyanet görevlilerinin arkasında kılmayan kimseleri de haksız görme hakkımız yoktur. Resmî görevlileri namaz ve Cuma imamı kabul etmeyen, ama bunlar yüzünden cumayı da terk etmek istemeyip formül arayan çok sayıda muvahhid mü’min bulunmaktadır.
Cuma namazını resmî imamların arkasında kılmak zorunda değiliz; devlet memuru durumundaki resmî görevlilerin arkasında kılmaya gönlümüz yatmıyorsa, kendi aramızda cemaat teşkil ederek herhangi bir yerde Cuma namazı kılmalıyız. Cuma namazlarının ille de bir camide kılınmasının şart olmadığını belirtelim. Özellikle günümüz ortamında câmilerden daha özgür alternatifler oluşturabiliriz. Müslümanlar, diyanete bağlı bir câmi imamının (namaz kıldırma memurunun) arkasında namaz kılmaya gönülleri elvermiyorsa, toplanıp kendi aralarında bir dernekte, vakıfta, hatta bir işyerinde veya uygun bir evde Cuma namazı kılabilirler, kılmalıdırlar.
"Biz de Mûsâ ve kardeşine; 'Kavminiz için Mısır'da evler hazırlayın ve evlerinizi yönelinecek kıble, namaz kılınacak yerler yapın, namazlarınızı da dosdoğru kılın. (Ey Mûsâ, size uyan) mü'minleri (zaferle) müjdele!' diye vahyettik."
Bu âyetten anlaşılmaktadır ki, Firavunların hâkim olduğu yerlerde, evlere sahip çıkılması, evleri hem bir sığınak, hem birer kale edinmek, tüm fonksiyonlarıyla mescid haline getirip kurumlaştırmak şarttır.
Mekke döneminde, İslâm'ın tebliği ve hâkimiyetine yönelik faâliyet alanı olarak tek kurum vardı: "Erkam'ın evi." Bu ev, tüm fonksiyonlarıyla mescit ve mektep görevi yapıyordu. Bugünkü cemaat evleri, bağımsız dernek ve vakıf durumundaydı. Kâfirlerin müdâhalesinden, hatta bilgi ve kontrolünden tümüyle uzak bu özgür kurum, insanı hem nefsinin hevâsına kul olmaktan ve hem de değişik tâğutların kulu-kölesi haline gelmekten koruyan bir kale idi.
Mescid, sadece ma'bed görevini yerine getirip dünyevî hayatla bağlarını kesen laik kurum değildir. Asr-ı saâdet örneğindeki mescid, şu fonksiyonları da görür: Eğitim-öğretim kurumu ve kültür merkezi, kütüphane, cihad karargâhı, irşad yeri, buluşma ve görüşme mekânıdır mescid. Nikâh ve düğün salonudur, misafirhanedir, spor merkezidir, istişâre ve organizasyon meclisidir. O yüzden câhiliyye döneminde mescid haline getirilmesi gereken evlerin de bu özelliklere sahip olması, ya da tüm bu görevleri yerine getirecek "dâru'l-erkam" tipli cemaat evlerinin, vakıf ve derneklerin -tümüyle tâğûtî özelliklerden bağımsız ve özgür olma şartıyla- oluşturulması gerekmektedir.
Hem Firavunlar çağında, hem Mekke döneminde müslümanlar, evlerini, ders yaptıkları ve cemaat olarak toplandıkları yerleri ihyâ etmeleri, ev ve benzeri yerlerin kendilerini ve çevrelerini ihyâ etmesi için oraları Allah'ın evi haline getirmeleri Kur'ânî bir gereklilik ve nebevî bir tavır olmaktadır.
O yüzden câmilerde Cuma kılmayı uygun görmeyen Müslümanların cumayı bu sebepten terk etmeleri de doğru olmaz. Kendilerine alternatif mescidler, yani cemaatle namaz ve Cuma kılabilecekleri mekânlar rahatlıkla bulabilirler, bulmalıdırlar.
20. y.y.ın ilk çeyreğindeki işgal ve savaş zamanlarında Maraş'taki bir imamı, o günkü özel şartlar nedeniyle farklı değerlendirdiğimizde, Cuma namazının Türkiye şartlarında kılınmaması gerektiği, Türkiye'de ilk defa 1970'lerin sonlarına doğru Yusuf Kerimoğlu (Hüsnü Aktaş) ve Sadrettin Yüksel tarafından ortaya atıldı. Osmanlı devletinde olduğu gibi, Cumhuriyetin ilânından sonra da Cuma namazının kılınmaması gerektiği gündeme gelmemiştir. Şeyh Said, Said Nursi, Atıf Hoca ve benzeri düzene belirli oranlarda karşı çıkan hiçbir âlim böyle bir fetvâ vermemiştir. Arap ülkelerinde de aynı şey geçerlidir. Bu konuyu Türkiye'de gündeme getiren kişiler, bununla aslında müslümanların şuurlanmasını, siyasî bilince ulaşmasını, devlet ve tâğut konusunun bu şekilde anlaşılabileceğini düşünmüşlerdir. Ama, hiçbir zaman böyle olmamıştır. Cuma namazı kılmayanların bu görüşünden devletin etkilenip geri adım attığı söylenemeyeceği gibi, halkın da Cuma namazını kılmayanlara tavrı beklentilerin tam aksine olmuştur. Cuma'yı terk, halkı şuurlandıracağına; terkeden gençlerin câmi cemaatinin gözünden tümüyle düşmesine sebep olmuştur. Cuma, terkedilerek değil; sahiplenilerek aslî hüviyetine kavuşturulabilir. Haccı (gidişleri Diyanet ve dolayısıyla T.C. düzenliyor ve hac paraları önceden bankaya yatırılıyor diye) câiz görmeyip terketmeye, cemaate katılmamaya, Cuma namazını protestoya hiçbir müslümanın hakkı yoktur. Bu tavırlar, ilhâmını Kur’an ve Sünnetten alan davranışlar olmadığı gibi, tebliğe de zarar veren yanlışlardır.
Cuma namazı kılmayanların da hemen hepsi, Cuma vaktinde vicdânen rahat olmadıklarını, bir ibâdeti terk etmenin vebalini düşündüklerinden dolayı kalplerinin huzura kavuşmadığını -en azından yakın çevrelerine- dillendirirler. Yine bunlardan bazıları, alternatif de oluşturamamakta, bazen de farklı şekilde Cuma namazı kılmak için özel bir yer bulduklarında kendi ictihadlarıyla çelişen tavırlara girebilmektedirler.

Kur'an'dan başka kutsal ve yanlışsız kitap, Peygamberimiz’den başka da mâsum insan yoktur. Müctehidlerin görüşleri de herkesi bağlamaz. Kaldı ki, hiçbir mezhepten hiçbir müctehid, hangi şartlar eksik olursa olsun, Cuma namazının kılınmaması gerektiğini net bir şekilde fetvâya bağlayıp şartlar eksik olunca Cuma’nın kılınmasını yasaklamamıştır. Çünkü Kur'an'ın emrini yasaklamak çok büyük bir cür'ettir. "Yoksa onların, dinden Allah'ın izin vermediği şeyleri dinî kaide kılan şerikleri/ortakları mı var?"
Kendisinin müctehid değil; taklitçi olduğunu söylediği halde, müctehidlerin bile vermediği fetvâları, güya onların ictihadlarından yola çıkarak cesâretle vermek, kraldan fazla kralcılıktır; mezhepli olmak değil, mezhepçilik yapmaktır. Kur’an’dan başka kutsal kitaplar, Peygamber (s.a.s.)’den başka sözü eleştirilemez insanlar kabulü diye tanımlanacak problemlerle müslümanlar dünyada rahmet ve devlete, âhirette cennete zor kavuşur.

Bugün insanlara sunulan din; büyük oranda şudur: Beşerî görüşler, göreceli ve tartışmalı konular, cemaatlerin ihtilâflı yorumları, filân efendi hazretlerinin görüşleri, bundan yüzlerce sene önceye ait ve o günkü şartlarla ilgili fetvâlar ve kelâmî değerlendirmeler, hatta yer yer Kur’an’ın bazı emirlerini yasaklayan, bazı yasaklarını mubah kılan tavırlar... Kur’an’ın ısrarla emrettiği halde, bazı müslümanların ısrarla yasakladığı kimi ibâdetler sözkonusu olabilmekte, bazı şahıs ve cemaatler Kur’an’a taban tabana zıt olan bir yasağı, meselâ Kur'ânî bir emrin, Cuma namazının terkini, fâiz gibi bir haramın mubahlığını cihad yorumu ve dâru’l-harp mantığı ile topluma empoze etmektir. Kimine göre İslâm, sanki cihad nutukları atmaktan veya Cuma kılmamak, câmileri boykot etmekten, İslâm’ın sadece siyâsî taraflarını öne çıkarmaktan ibârettir. Dâvet edilen din, altı çizilen esaslar bu tür beşerî yorumlardır.
Bu gibi durumlar, karşısındakine ictihad hakkı vermeden, kendini veya reisini müctehid ilân etmektir. Hatta, müctehid hata yapabilecek kişi olduğu halde, kendi cemaat görüşünde, liderinde yanılma ihtimali kabul etmeyen kişinin bu tavrının ne anlama geldiği, dilin ifâde etmekten çekindiği fecî bir tavır olmaktadır. “Allah’ı bırakıp bilginlerini (hahamlarını), râhiplerini rabler edindiler...” Adiy bin Hâtem, Rasûlullah’ın yanına geldiğinde bu âyeti okuyunca, Adiy: “Yâ Rasûlallah, hıristiyanlar din adamlarına ibâdet etmiyorlar, onları rab ve ilâh edinmiyorlar ki” dedi. Rasûlullah (s.a.s.) bunun üzerine şöyle buyurdu: “Onlara haramı helâl, helâlı da haram yaptılar, onlar da uymadılar mı din adamlarına?” Adiy: “Evet” dedi. Efendimiz buyurdu ki: “İşte bu, onlara ibâdettir, tapınmadır.”

Din anlayışımız; özellikle akîdeye, haram-helâl ölçüsüne ve ibâdet hükmündeki ahkâma, mutlak doğrulara dayanmak durumundadır. Mutlak doğruyu te’vil edip beşerî yorumları din haline getiren anlayış, İslâmî anlayış olamaz. Falan hocanın veya filan İmamın bir görüşünü, İslâm’ın olmazsa olmaz bir unsuruymuş gibi din adına ileri sürmek, bu görüş doğru olsa dahi, çok yanlış bir yaklaşımdır. Her grubun, İslâm cemaatini kendisinin temsil ettiğini, kendi dışındakilerin sapma içinde olduğunu zannetmesi, hatta buna inanıp başkalarına dayatması Dinimiz için problem olmaktadır. Müslümanların kendi kanaatlerini, üstad, lider ve âlimlerinin yorumlarını Din zannetmeleri, bugünkü ihtilâfların temelini teşkil etmektedir.
Meşhur hadis-i şerifte, bir kötülük görüldüğünde el, dil veya kalple onun (daha iyisiyle) değiştirilmesi emredilir. Bu hadis, aynı zamanda alternatif göstermeyi emretmektedir. Kur’an’da Mescid-i takvâ alternatifi gösterilerek mescid-i dırardan bahsedilmesi konuya örnektir. Takvâ Mescidleri oluşturmadan, diğer mescidlerin hangi mantıkla İslâm’ın mescidi olmadığını ilân edeceğiz? Yine, bugünkü mescidlerin “dırar” olduğuna; illetin tümüyle benzediğine kim karar verecek, müctehid olmadığını ısrarla vurgulayan müctehid taslakları mı? İctihad, ilgili nassla yaşanan olay arasında bağ kurabilmektir. Yaşanan hayatı yeterince tanımayan, tahlil edemeyen kimselerden doğru ictihad beklemek, elma ağacından armut beklemek gibidir. Allah aşkına bir bakın, dünyadaki şuurlu müslümanlar bu konularla mı uğraşıyor dersiniz?! Tabii, kabuklarından bir türlü çıkamayan, kapalı devre cemaatçilik oynayanlar, dünyadaki müslümanları tâkip etmek şöyle dursun, etraflarına bile doğru dürüst bakıyorlar mı ki...
Bekri Mustafa’nın imam olmasıyla ilgili fıkrayı konumuza adapte edebiliriz: Öteki âlemdeki ruhlar sorarlarsa, onlara buralardaki müslümanların câmiye, cumâya, hacca, teşkilatlanmaya din adına karşı çıktıklarını söylersin, onlar gerisini anlarlar...
Dâru'I-Harpte Cuma Namazı
Hanefî Mezhebinin Bu Hususla ilgili Görüşleri
Diğer mezhep imamlarının bu konuda herhangi bir sorunları bulunmamaktadır. Hanefîler'e gelince, bütün Hanefî âlimleri İslâm devleti¬nin fiilen mevcut olması kaydıyla İmam Ebû Hanîfe tarafından ileri sürülen devlet başkanı şartını kabul etmelerine rağmen, İslâm devletinin fiilen ortadan kalktığı ve "Dâru'l-Harp Fıkhı¬"nın gündeme girdiği fitne zamanlarında Cuma namazının mûteber olabilmesi için devlet başkanı şartını aramayarak sair mezhep imamlarıyla aynı çizgide birleşmişlerdir.
Nitekim bizzat İmam Ebû Hanîfe'nin mektebinde yetişen ve bu mezhebe ait görüşlerin birçoğunda imzası bulunan Hanefî müctehidlerden İmam Muhammed, Cumanın şartlarını sayarken bu hususta son derece temkinli davranarak şöyle de¬mektedir: "Cuma namazının şartları; cemaat, hutbe ve vakittir. İkincisi ise, vali ve şehir olup bunlar ihtilâflıdır.
Hanefî ulemâsından Kâsânî ise, "el-Bedâî" adlı meşhur eserinde bu şartın sadece İslâm devletinde devlet başkanı ve nâibinin hazır bulunması haliyle sınırlı olup İslâm devlet başka¬nı, ve nâibinin bulunmadığı fitne dönemlerinde bu şarta riâyet edilmeksizin Cuma namazının kılınacağını hiç bir te'vile imkân vermeyecek bir dille ifade ederek şöyle der: "Devlet başkanı veya nâibinin kıldırması şartı, devlet başkanı veya nâibi mevcut olduğu zamandır. Ama fitne veya ölüm sebebiyle devlet başka¬nı olmadığı ve Cuma namazının vakti girinceye kadar henüz başka bir devlet başkanı da hazır bulunmadığı zaman; Kerhî: ‘İnsanların kendilerine Cuma namazını kıldırması için bir kişi¬nin arkasında toplanıp Cuma namazını kılmalarında herhangi bir beis yoktur’ demiştir. Nitekim "El-Uyûn"da İmam Muhammed'den de bu şekilde söylediği rivâyet edilmiştir. Zira Hz. Osman (r.a.)'dan rivâyet edildiğine göre kendisi muhâsara edil¬diği zaman insanlar Hz. Ali'yi öne geçirmişler, o da onlara Cu¬ma namazını kıldırmıştır.
Kâsânî'nin "Devlet başkanı veya nâibinin kıldırması şartı (İslâm devleti ve halife) devlet başkanı veya nâibi mevcut olduğu zamandır." ifâdesi istilâ, anarşî ve benzeri sebeplerle İslâmî otoritenin fiilen ortadan kaldırılması ve ülkenin dâru'l-harbe dönüşmesi hâlinde devlet başkanı şartının aranmayacağı konusunda son derece net bir ifadedir. Bu da gösteriyor ki Hanefîler bu şartı sadace İslâm devletinin mevcut olması haline bağlı olarak ortaya atmışlardır.
Bütün Hanefî ulemâsı aslında mezheplerinin bu husustaki kanaatlerini savunmakla beraber, müslümanla¬rın halîfeli toplumdan mahrum edildikleri fitne zamanında ve kâfirlerin istîlâsı altındaki "Dâru'l-Harp"te bu şarta bakılmaksı¬zın Cuma namazının mutlak sûrette kılınacağını belirterek, so¬nuçta Cuma namazında devleti ve devlet başkanını şart sayma¬yan cumhur-ı ulemâ ile aynı noktada birleşmektedirler. İslâm devletinin dışında ve dâru’l-harpte Cuma kılınmaz diyen bir tek Hanefî âlimine rastla¬mak mümkün değildir. Bu da Hanefî mezhebinin bu şartı ileri sürerken günümüzde bazı marjinal grupların anladığı ya da an¬lamak istedikleri şekilde Cuma namazının bir devlet namazı veya bazılarının uyduruk tabiriyle "kendisinde devletin temsil edildi¬ği resmî bir toplantı namazı(!)" olarak görmediklerini isbâta kâfidir.
Tahânevî'nin de ifade et¬tiği gibi, "Aslolan aksine bir delil bulununcaya kadar öğle ile Cumanın müsâvî oluşudur. Çünkü Cuma namazı öğle namazın¬dan bedeldir. Bu, üzerinde ittifak olunan bir şeydir."
Müslümanlara yakışan, zayıf delillere daya¬nan bir kısım görüşlere taassup derecesinde sarılmak yerine, da¬ha kuvvetli delillere dayanan cumhûr-ı ulemânın görüşlerine uymak ve Cuma namazı gibi son derece mühim bir ibâdeti terk etmemektir. Hanefîlerin de itiraf ettikleri gibi, Allah Teâlâ bu namazı kayıt ve şarta bağlamaksızın mutlak olarak emretmiştir. Öyleyse aslına uygun olarak kayıt ve şarta bağlanmaksızın mut¬lak olarak edâ edilmesi gerekir. Kaldı ki Hanefî ulemâsına göre devlet başkanı meselesi, Cuma namazının "olmazsa olmaz"ı gi¬bi gözükmüyor. Belki Cuma namazını kıldırmak herkesten önce devlet başkanına ait bir vazife sayılıyor ki doğru olanı da budur. Zira İslâm’da, sadece Cuma namazları değil bütün namazları kıl¬dırmak öncelikle devlet başkanına ve sırasıyla diğer idarecilere ait bir vazifedir.
Peygamberimiz’in buyurduğu gibi, sadece Cuma namazı değil, bü¬tün namazları kıldırmak devlet başkanının bir vazifesi, hatta müslümanların lideri olma vasfının bir şartı sayılmaktadır. Ama bu, devlet başkanı yoksa beş vakit namazın kılınamayacağı anlamına gelmez. Bunun anlamı, devlet başkanı İslâm’ın kendi¬sine yüklediği diğer vazifelerle birlikte nihâyet bu vazifeyi de yapmadığı zaman müslümanların lideri olma vasfını kaybeder, demektir. Yoksa bu vazife, onu yerine getiren olmadığı için vazîfe olmaktan çıkar, demek değildir. Şu halde tıpkı beş vakit namazı kıldırmak devlet başkanını müslümanların meşrû lideri yapacak önemli bir sıfat olduğu gibi, Cuma namazını kıldırmak da devlet başkanını müslümanların meşrû lideri yapacak önemli bir vazifedir. Ama bu vazîfeyi devlet başkanı yapmadığında beş vakit namazın farziyyeti ortadan kalkmadığı gibi Cuma namazı¬nın farziyyeti de ortadan kalkmaz. Çünkü bir vazîfe, o vazifeyi yerine getiren olmadığı için vazîfe olmaktan çıkmaz. Sadece vazîfeyi yapmakla sorumlu olanların nâkısasını ortaya koyar.
Biz, bütün ulemânın izini takip ederek Allah'ın mutlak ola¬rak farz kıldığı bir ibâdetin hiç bir kimsenin görüşünden veya herhangi bir topluluğun davranışından dolayı terk edilemeyece¬ği noktasında herhangi bir tereddüt taşımıyoruz. Biz biliyor ve inanıyoruz ki bütün namazları kıldırmak devlet başkanının bir vazifesi hem de imâmetinin meşrûluğunun sebeplerinden biridir. Fakat devlet başkanının bu na¬mazları kıldırmak vazifesiyle yükümlü olması, bu namazların farziyyetinin ve meşrûluğunun bir sebebi değildir. Bu, bütün mezhep imamlarına göre hatta Hanefî ulemâsına göre de böyle¬dir. Yukarıda naklettiğimiz Hanefî imamlarının görüşleri bunun isbâtıdır. Şayet Hanefî mezhebine göre devlet başkanı bu nama¬zın meşrûiyyetinin bir sebebi ve "olmazsa olmaz"ı sayılmış ol¬saydı, bu âlimler "Dâru'l-Harb" olsun "Dâru'l-İslâm" olsun her halükarda Cuma namazının kılınacağı fikrini savunarak "kâfir¬lerin istîlâ ettiği beldelerde bile sahih olmasına rağmen, fitne zamanlarında kılınan Cuma namazı geçerli değildir" diyenlerin câhilliği ortaya çıkmıştır derler miydi?!
Gayr-i İslâmî bir yönetimi protesto etmek ya da halkın dikkatini belli bir noktaya çekebilmek için siyâsî tavırla Cuma namazını terk etmek gibi bir yaklaşım, hiçbir ibâdet için hiçbir âlimin öngörmediği her yönüyle yanlış bir değerlendirmedir. İslâm dininde herhangi bir ibâdeti meşrû kılmak ya da Allah tarafından meşrû kılınan herhangi bir ibâdeti iptal etmek sadece Allah'ın tekelindedir. Peygamber dahi olsa hiçbir kimsenin, bu noktada tercih hakkı yoktur. Her ne kadar Allah, Peygamberini dinde "helâl ve haram" kılma yetkisiyle donatıp onu ümmetin şârî'i kabul etmiş olsa bile bu, onun Allah'ın emir ve nehiylerine aykırı olmaksızın hüküm koyabileceği anlamındadır. Değilse Peygamber'in hiçbir şekilde Allah'ın irâdesine aykırı hareket etmesi, yani Allah’ın emrettiği bir şeyi iptal, haram kıldığı bir şeyi de helâl kılması söz konusu olamaz. Zira Peygamber (s.a.s.)'in yetki ve nüfuz alanı Allah'ın rızâsıyla sınırlıdır.
Müctehid bile olsa, hiçbir kimsenin, şâri’nin açıkça beyan etmediği bir şeyi illet sayıp onun meşrû kıldığı herhangi bir ameli ictihadı sâyesinde iptal etme yetkisi yoktur. Müctehidlerin yetkileri naslara işlerlik kazandırmaktan ibarettir. Onlar ictihadları ile herhangi bir nassın hükmünü iptal edeme¬yecekleri gibi, nas vârid olan yerde ictihad dahi yapamazlar. Ni¬tekim “Mevrid-i nasta ictihada mesağ yoktur” Nas mevcut olan yerde ictihada müsaade yoktur kaidesi bütün ulemânın ittifafakla kabul ettiği küllî bir kaidedir. O halde Allah ve Rasûlü'nün sarih ve muhkem naslarla farz kıldığı Cuma namazı gibi bir ibâdeti aynı derecede sarih ve muhkem bir delil olma¬dan iptal etmek veya siyâsî tavır yaftasıyla insanlara onu terkettirmek nasıl câiz olabilir? Hedefi ve gayesi ne olursa olsun bu, Allah ve Rasûlüne apaçık muhâlefet etmektir. Bu ise sapıklık¬tan başka bir şey değildir. Nitekim Allah Teâlâ bu hususa işaret ederek şöyle buyurmaktadır: “Allah ve Rasûlü bir işte hüküm verdiği zaman, artık inanmış bir erkek ve kadına, o işi kendi is¬teklerine göre seçme hakkı yoktur. Kim Allah'a ve Rasûlüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.”
Hükümle¬rin illetlerinin ve hedeflerinin ne olduğunu kesin olarak ancak Allah ve Rasûlü bilir. Bizim akıl ve re'yimizle naslar ve şer'î hükümler hakkında vereceğimiz hükümler, ancak zandan ibaret kalır. Zan ise, haktan bir şey ifade etmez.
O halde elinde kesin bir delili bulunmadığı halde bir müslümanı nasıl olur da Kur'an'ın "zikir" tâbir ettiği bir ibâdetten bahisle "bana göre bu, siyâsî bir ibâdettir" diyebilir ve insanları siyâsî tavırla Cuma namazını terketmeye çağırabilir? Müslü¬man her türlü hareket felsefesini Kur'an ve sünnetten almak zo¬rundadır. Kur'an ve sünnette ise, şu veya bu ibâdetin bu arada da Cuma namazının siyâsî tavırla îfâ edilip aynı şekilde siyâsî tavırla terk edilebileceğine dair sarih veya dolaylı olarak herhangi bir ifade mevcut değildir. Kezâ bugüne kadar “Cuma namazının siyâsî bir ibâdet olduğunu ve siyâsî tavırla terk edilebileceğini” söyleyen hiçbir müctehide, hiçbir âlime rast¬lanmamıştır. Bu konuda en katı kurallar getiren Hanefîler bile Cuma namazının siyâsî bir ibâdet olduğunu dolayısıyla da gayr-i İslâmî otoriteler altında kılınamayacağını söylememişlerdir. Aksine onlar kâfirler tarafından istilâ edilen beldelerde dahi ka¬yıtsız şartsız Cuma kılınacağını ifade etmişlerdir.
Hicret yolculuğu esnâsında başını getirene yüz devenin vaadedildiği ve Allah’ın himâyesi dışında henüz hayatından bi¬le emin olmadığı bir ortamda Ranuna vadisinde Sâlim b. Avfoğulları mahallesinde Rasûlullah (s.a.s.) Cuma namazı kıldırmıştır. O esnâda ortada hangi İslâm devletinin ve otoritesinin varlı¬ğından söz edilebilir? Kezâ hicretten önce henüz bir dâru’l-harp olan Medine'de Müslümanlar Rasûlullah (s.a.s.)'in emir ve mü¬saadeleriyle Cuma namazı kılıyordu. Hiçbir kimse Medine'de o dönemde İslâmî bir otoriteden, hatta ıstılahî mânâda bir cemaatin varlığından bile söz edemez. Zira hicretten önce Medi¬ne'de dinî-siyasî anlamda kimsenin liderliği söz konusu değildi. Akabe bey'atından sonra nakib/temsilci seçilen insanların li¬derliği tamamen kabile bağlarına ve etnik yapıya dayalı bir li¬derlikti. Bu sebeple o gün Medine'de bir değil, birden fazla lider bulunuyor ve her biri sadece kendi kabilelerinin temsilcisi sayı¬lıyordu. Mus'ab b. Umeyr ise, onların lideri değil, sadece namazlarda imam olan ve Kur'an öğreten bir muallim konumun¬daydı. Sonra Medinedeki bu insanlar dinî-siyasî mânâda bir ce¬maat oldukları için kılmış olsalardı Mekkede Rasûlullah (s.a.s.)’in kılması daha evlâ olurdu. Zira Cemaatin asıl lideri kendisiy¬di. Hâlbuki kılmamıştır. Neden? Çünkü kılma imkânı yoktu da ondan. O halde Medinede insanların Cuma kılmaları cemaat ol¬dukları için değil, ortamları müsait olduğu içindir. Şayet iddia edildiği gibi, gayr-i İslâmî sistemlerin otoritesi altında Cuma kılmak o sistemleri meşrû hale getirmek veya onunla entegre olmak veyahut da Tâğût'u velî edinmek anlamına gelseydi, Rasûlullah (s.a.s.)'in İslâm devletinin kurulduğu güne kadar Cu¬ma kılınmasına müsaade etmemesi gerekirdi. Şayet Rasûlullah bu ictihadında hata etmiş olsaydı, Allah Teâlâ'nın Rasûlünü uyarması, onun da müslümanları bundan vazgeçirmesi icap ederdi. Hâlbuki böyle bir şey olmamıştır.
O halde yeryüzünün her tarafında kâfirlerin hâkim olduğu bir ortamda Allah'ın Rasûlü Cuma kılarak ve kılınmasını emrederek tavır koyarken Cuma namazını terkederek tavır koymak bu insanların aklına nereden geliyor? Eğer düzene tavır konulacaksa, bunun yolu Allah'ın farz kıldığı bir ibâdeti terketmek değil, en mühim kamuoyu oluşturma vâsı¬tası olan bu ibâdeti lâyık-ı veçhiyle (hangi mekânda daha uygunsa orada) yerine getirerek müslümanları bilinçlendirmek ve buyüzden gayr-i İslâmî güçlerden gelebile¬cek tehlikelere karşı da göğüs germektir. İslâm’ın farz kıldığı bir ibâdeti terketmek, diğer bir ifadeyle İslâm’ın kesesinden fedâkarlık yapmak tavır değil, tâviz vermektir. Bütün bunlar bir ya-na İslâm’da "siyâsî tavırla herhangi bir namazı terketmek" diye bir ibâdet şekli yoktur.
Hepsinden önemlisi -keskin sirke küpüne zarar misali- bu tür hareketler başkalarından daha ziyade müslümanları rahatsız etmekte ve geniş halk kitlelerinin kendilerini dışlamalarından başka bir sonuç vermemektedir. Nitekim bunların bu tavrı, başkalarından önce müslümanların büyük bir kesimin tepkisini toplamış ve hemen hemen büyük bir çoğunluk tarafından dışlanmış durumdadır. Daha önce bu anlayışta olan nice Müslüman, bu konuda hataya düştüklerini de kabul etmektedir. Ancak bazılarının nefis ve "ene"leri geri adım atmalarına engel oluyor.
Netice itibariyle hiç bir ibâdet bu arada da Cuma namazı ne siyâsî tavırla ne de başka bir maksatla terkedilemez. Dinde siyâsî tavırla ibâdetlerin terkedilmesi diye bir ibâdet mevcut de¬ğildir. Bu kapının aralanması dinin bütün emirlerinin iptaline sebep olacak çok tehlikeli bir davranış şeklidir. Bu düşünceyi destekler mâhiyette ne bir âyet, ne bir hadis, ne bir sahâbi sözü, ne bir icmâ, ne de bir kıyas bulmak mümkündür.
Kur’ân-ı Kerim’de Cuma Namazı
“Ey iman edenler! Cuma günü namaza çağrıldığı (ezan okunduğu) zaman, hemen Allah’ı zikretmeye (Onu anmak için namaz kılmaya) gidin ve alış-verişi bırakın. Eğer siz gerçeği anlayan kimseler iseniz elbette bu, sizin için daha hayırlıdır.
Namaz bitince yeryüzüne dağılın ve Allah’ın lutfundan isteyin. Allah’ı çok zikredin, umulur ki kurtuluşa erersiniz.
Onlar bir ticaret ve eğlence gördükleri zaman hemen dağılıp oraya giderler ve seni ayakta bırakırlar. De ki: ‘Allah’ın yanında bulunan, eğlenceden ve ticaretten daha hayırlıdır/faydalıdır. Zira Allah rızık verenlerin en hayırlısıdır.”
Hadis-i Şeriflerde Cuma Namazı ve Terkinin Günahı
"Bazı insanlar ya Cum'a namazını terk etmekten vazgeçerler, yahut da Allah onların kalplerini mühürler de artık gâfillerden olurlar."
"Kim önemsemeyerek üç Cuma namazını (peş peşe) terkedecek olursa, Allah onun kalbini mühürler."
“Kim Cuma ezanını işitir de icâbet et¬mezse, artık onun hiç bir namazı yoktur. Ancak bir mâzeretten dolayı olursa bu müstesna.”
"İçimden öyle geliyor ki bir adama emredeyim de insanlara namaz kıldırsın. Sonra da gidip Cuma namazına gelmeyen kim¬selerin evlerini üzerlerine yak4ereyim.”
İbn Abbas (r.a.)'dan rivâyete göre şöyle demiştir: "Her kim peş peşe dört Cuma namazını terkederse İslâm’ı arkasına atmışolur."
Rasûlullah (s.a.s.)'den rivâyete göre Rasûlullah şöyle buyurmuştur: "Her kim özürsüz olarak üç Cuma namazını terkederse, artık o kimse münâfıktır."
"Allah'a ve âhiret gününe inananlara Cum'a namazı farzdır. Ancak yolcu, köle, çocuk, kadın ve hastalar bundan müstesnadır."
“Her kim Allah'a ve âhiret gününe iman ediyorsa Cuma gününde Cuma namazı kendisine farzdır. Ancak kadın, yolcu, çocuk yahut köle bundan müstesnadır. Ve her kim bir oyun ya¬hut bir ticâret sebebiyle ondan yüz çevirirse, Allah da ondan yüz çevirir. Allah ganîdir, hamîddir.”
"Cuma namazını özürsüz olarak kim terkedecek olursa bir dinâr para tasadduk etsin, (bu kadar) bulamazsa, yarım dinâr tasadduk etsin."
"Ezanı her işitene cuma farzdır."
"Her ihtilâm olan erkeğe cumaya gitmek vâcibtir. Cumaya her gidene de gusül vâcibtir."
"Cum'a, geceleyin ailesine dönebilen herkese farzdır." (Kelimeye bağlı tercümesi: "Gece, kimi âilesine sığındırırsa Cuma ona farzdır")
"Cuma günü olunca şeytan çarşı ve pazara erkenden bayraklarıyla gider, insanlara binbir engel çıkararak mâni olmaya, onları cumadan (hiç olsun) geciktirmeye çalışır. Melekler de erkenden gidip mescidin kapılarına dururlar. Gelenleri birinci saatte gelenler, ikinci saatte gelenler diye yazarlar. Bu hâl İmam (hutbeye) çıkıncaya kadar devam eder. Kişi mescidde, İmamı görüp, dinleyebileceği bir yere oturup, can kulağıyla dinledi ve konuşmadı mı, kendisine iki kat sevap vardır. Kişi uzakta kalır ve İmamı dinleyemeyeceği bir yere oturur, sessiz durur ve konuşmazsa bir hisse sevap alır. Eğer, İmamı görüp dinleyebileceği bir yere oturur fakat boş konuşma yapar, sessiz kalmazsa, ona iki hisse vebal yazılır. Eğer, dileme ve görme imkânı olmayan bir yere oturur ve boş konuşur ve sessiz kalmazsa, ona bir hisse vebal vardır. Kimde yanındaki arkadaşına cuma günü ‘sus!’ derse ‘boş konuşmuş’ olur. Kim de boş konuşur ise, o cumadaki sevaptan nasibsiz kalır."
"Ey insanlar, ölmeden önce Allah'a tevbe ediniz. (Başka işlerle) meşgul olmadan önce de sâlih ameller işlemeye çalışınız. Allah'ı çokça zikretmek ve gizli ve açık olarak çokça sadaka vermek sûretiyle sizin ile Rabbiniz arasındaki bağı güçlendiriniz. (Böyle yaparsanız) hem rızıklanırsınız. hem de (Allah tarafından) hatırınız hoş tutulur. Şunu biliniz ki: Yüce Allah şu bulunduğum makamda, şu günümde, şu ayımda ve şu yılımda sizlere Cum'a'yı farz kılmış bulunuyor. Ve bu kıyâmete kadar böylece devam edecek. Benim hayatımda, ya da benden sonra adâletli yahutta zâlim bir İmamı bulunduğu halde, onu hafife alarak yahut ta inkâr ederek kim terkederse; Allah, onun iki yakasını bir araya getirmesin, hiç bir işini mübarek kılmasın. Haberiniz olsun, böyle bir kimsenin ne namazı vardır ne zekâtı, ne haccı, ne orucu ve ne de iyiliği Tâ ki tevbe edinceye kadar. Artık kim tevbe ederse, Allah, onun tevbesini kabul etsin. Şunu da biliniz ki: Hiç bir kadın bir erkeğe İmam olmasın. (Okuması düzgün olmayan bir bedevî) Arap, bir muhacirin önüne geçip İmam olmasın. Fâcir bir kimse de, kılıcından ya da copundan korktuğu bir zorbanın kendisini zorlaması hali dışında da mü'min bir kimseye İmam olmasın."
"Bizler, bizden önce kitap verilenlere göre en sonuncusuyuz. Kıyâmette ise en öne geçeceğiz. Onlar, Allah'ın kendilerine farz kıldığı bu Cum'a gününde ihtilâfa düştüler. Allah onu bize gösterdi. Diğer insanlar bu konuda bize uyuyorlar. Ertesi gün yahûdilerin, daha ertesi gün ise hristiyanlarındır."
"Rasûlullah (s.a.s.)'a Cum'a gününe niçin bu adın verildiği sorulduğu zaman şöyle cevap vermiştir: "Babanız Âdem'in yaratılışı o günde oldu. Kıyâmet o günde kopacak, yeniden dirilme ve insanların hesap için yakalanması o günde olacaktır. Cum'a gününün üç saatinin sonunda öyle bir an vardır ki, o anda duâ edenin duâsı kabul olunur."
"Güneşin doğduğu en hayırlı gün cumadır; Âdem o gün yaratılmış, o gün Cennete girmiş ve o gün Cennetten çıkarılmıştır; kıyâmet de cuma günü kopacaktır."
"Âdem (a.s.)'in yaratılışı işte o gün oldu, yani vücudunun bütün parçaları o gün bir araya getirildi. O gün tevbesi kabul olundu ve o gün vefat etti. Kıyâmet de o gün kopacaktır. İns ve Cin'den başka hiçbir mahluk yoktur ki, Cum'a günü tan yeri ağardıktan gün doğuncaya kadar -kıyâmet belki bu gün kopar korkusu ile- kulak kabartmasın. Bir de o günün içinde öyle bir saat vardır ki, hiçbir müslüman kul tesadüfen o esnada namaz kılıp Allah'tan bir hâcetini dilemez ki, onu Allah O'na vermesin."

"Bir kimse Cum'a günü gusleder, elinden geldiği kadar temizlenir, yağ veya koku sürünür, sonra mescide gider bulduğu yere oturur ve namazını kılar, hutbeyi dinlerse; geçen Cum'a'dan o Cum'a ya kadar işlemiş olduğu günahları affolunur."

"Kim cuma günü Cenâbet guslü ile gusül yapar, sonra cumaya giderse sanki bir deve kurban etmiş gibi (sevaba nâil) olur. Kim ikinci saatte giderse bir sığır kurban etmiş gibi (sevaba nâil) olur. Kim üçüncü saat giderse boynuzlu bir davar kurban etmiş gibi (sevaba nâil) olur. Kim dördüncü saat giderse bir tavuk kurban etmiş gibi (sevaba nâil) olur. Kim beşinci saatte giderse bir yumurta tasadduk etmiş gibi (sevaba nâil) olur. İmam (hutbeye) çıkınca melekler hazır olur, zikri dinlerler."
"Cuma günü olunca, mescidin her bir kapısında melekler vardır. İlk gelenleri sırayla yazarlar. İmam (minbere) oturunca defterleri kapatıp, zikri dinlenmeye giderler."
"Kim (cuma günü) yıkar ve yıkanırsa, kim erkenden (mescide) gider ve hutbenin başına yetişirse, yürür ve binmezse, İmama yakın durur, dinler, mâlâyâni söz etmezse ona her bir adım için bir yıllık amelin oruçları ve namazlarıyla sevabı yazılır."
"Cuma namazına üç (grup) insan katılır:
1) Kişi var, namaza katılır, boş konuşma yapar. Bunun namazdan hissesi, o konuşmasıdır.
2) Kişi var namaza gelir duâ eder. Bu kimse Allah'a duâda bulunmuştur, Allah dilerse onun istediğini hemen verir, dilerse vermez.
3) Kişi vardır, namaza gelir sadece dinler ve sükut eder, mü'-minlerin arasından yararak geçmez, kimseye eza vermez. Onun bu namazı, daha önce geçen cumaya ve fazladan da üç güne kadar (günahlarına) keffârettir. Bu hal Cenâb-ı Hakk'ın şu sözüne binaendir: "Kim bir hayır yaparsa bu kendisinden on misliyle kabul edilir."
İbn Abbâs (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.)'ın mescidinde kılınan cumadan sonra ilk kılınan cuma namazı, Bahreyn köylerinden olan Cuvâsâ'daki Abdü'l-Kays mescidinde kılınan namazdı."
Özetleyecek olursak;
Kur'an ve sünnet nasları ile selef ve halef âlimlerinin uygulamaları ve müctehid imamların görüşleri, dinî hükümlerin asla vazgeçilemeyen yegâne kaynağının, Kur'an ve sünnet nasları olduğunu, hiçbir kimsenin görüşünden dolayı Kur’an ve Sünnetin emir ya da nehiylerinin terk edilemeyeceğini, ulemânın görüşlerine ise, ancak Kur’an ve sahih sünnete dayandığı zaman tâbî olunabileceğini te'vîle mahal bırakmayacak biçimde isbât etmektedir. Bütün bu açıklama ve belgelerden sonra bir kimsenin sünnet olduğu isbat edilen bir hükmü terkedip ona muhâlif olan bir görüşle amel etmesi ya da, ulemânın sahih delillere dayanmayan görüşlerinden dolayı Kur'an ve sünnetin kat'î bir emrini terk etme¬si hâlinde Allah'a karşı hiç bir mâzereti olamaz.
"Artık, Peygamberin emrinden uzaklaşıp gidenler, kendileri¬ni bir fitnenin çarpmasından yahut onlara pek acıklı bir azabın ge¬lip çatmasından sakınsınlar."
Kur’an’ın her tavsiyesi gibi, şu tavsiyesi de çok önemlidir: "Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra parçalanıp ayrılığa düşenler gibi olmayın. İşte bunlar için pek büyük bir azap vardır." Peygamberimiz’in de Cuma konusundaki birçok uyarısı gibi, şu uyarısı da dikkate alınmalıdır: "Bazı insanlar ya Cum'a namazını terk etmekten vazgeçerler, yahut da Allah onların kalplerini mühürler de artık gâfillerden olurlar." Cuma namazını boykot etme ve kılmamak için dinî gerekçeler (bahâneler) aramak yerine; bu Kur'ânî emrin, en güzel şekilde nasıl kılınması gerektiğinin ve bugünkü toplumda tüm müslümanlar için kâmil mânâda Cuma namazını edâ etmenin yolları aranmalıdır. Ama, kâmil ve ideal anlamda ortam mevcut değilse bile, en ehven ortamı tercih ederek namaz mutlaka kılınmalıdır.
İdeal olanı, Müslümanların bir araya gelip aralarından birini cuma imamı seçmesi ve onun arkasında Cuma namazını edâ etmesidir. Bu namaz ideal anlamda câmilerde kılınır; ama günümüz şartlarında câmilerin devlet dairesi olduğunu ve devlet memuru haline gelen imamların akîdelerinin arkalarında namaz kılınamayacak derecede bozuk olduğunu kabul edenlerin yapmaları gereken şey şudur: Uygun bir câmi bulunamıyorsa, bazı dernek ve vakıfların günümüzde câminin fonksiyonlarını resmî câmilerden daha fazla yerine getirdiğini değerlendirerek, câmilerden daha özgür bu alanlarda Cuma namazını kılmalıdırlar. Hatta buna da imkân bulamayanlar, uygun bir işyeri veya benzeri başka mekânlarda bu farîzayı edâ etmelidirler. Radikal (denilen muvahhid ve mücâhid) gençlerin en ideal Cuma alanları ise meydanlar, parklar, kamunun dikkatini çekecek açık alanlardır. Gençler oralarda Cuma namazını kılarak cihad edebilirler. Halk, gazeteciler ve polisler sorsun “niye buralarda namaz kılıyorsunuz?” diye. Onlar da güzel bir üslûpla cevap versin ve bazı konuları kamuya yansıtabilsin. Gerekirse “parkta Cuma namazı kıldılar” diye, bu suçlarından(!) dolayı bazı Müslümanları tutuklasınlar. Televizyonlar göstersin, gazeteler yazsın; “Cuma namazından dolayı tutuklandılar!” diye. Bu durum, bir yönüyle Müslümanlar için şereftir; Allah’a ibâdet ediyor, namaz kılıyor diye başlarına sıkıntılar gelmiş, tutuklanmışlar; diğer yönüyle tebliğdir, bazı konuların kamuya ulaşmasına vesiledir. Düzenin Cuma ve ibâdet düşmanlığının açığa çıkmasına sebep olacak, ılımlı Müslümanlığın gerçek Müslümanlığa nasıl tavır aldığını halkın da görmesi sağlanacaktır.
Unutmayalım; Cuma namazı Allah ve Rasûlü tarafından kayıtsız şartsız farz kılınan bir ibâdettir. Kur’an ve Sünnetin hükmüne göre yine kayıt¬sız şartsız (bu iki kaynağın uygun gördüğü) her türlü ortamda kılınabilir, kılınmalıdır.

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...