30 Mayıs 2014

DİŞİ KURDUN RÜYALARI PDF E KİTAP 1




DİŞİ KURDUN RÜYALARI
  • 1. Dişi Kurdun Rüyaları
  • Cengiz Aytmatov
  • DIŞI KURDUN RÜYALARĐ Birinci Bölüm -1- Gündüz hava, dağların güneşe dönük yamaçlarında, bir çocuk nefesi kadaryumuşak ve güzeldi. Ama bu hali pek kısa sürdü. Önce, ancak hissedilebilen biryavaşlıkla değişmeye başladı. Sonra, buzullardan bir rüzgar esti. Acelesi olanalaca karanlık, yaklaşan gecenin soğuk, gri-mor rengini de ardındansürükleyerek, sessizce vadileri, boğazları kaplayıverdi. Etraf bembeyazdı. Isık-Gölün kıyılarına kadar inen sıradağlar kalın karyığınları altında kaybolmuştu. Đki gün önce birden patlak veren ve sonra doğalgüçlerin karşı gelinmez iradesiyle, büyük bir yangın gibi bir anda ortalığıkasıpkavuran bir fırtına getirmişti bu kar yığınlarını. Dağlar, gökyüzü ve bütündünya,yitip gitmişti o müthiş fırtınanın karanlığında. Sonra fırtına dinmiş, her şeysusmuş ve hava açılmıştı. Ölüler ve dirilerle ilgisini kesen dağlar, şimdi,donupkalmış bir sessizlik içinde ve ağır kar boyundurukları altında hareketsizidiler.Yalnız, büyük bir helikopterin sürüp giden ve inalla yaklaşan gürültüsübozuyordu sessizliği. Helikopter, günün bu ilerleyen saatinde, Uzun-Çatıkanyonundan, Ala-Mengü dağının rüzgarlı yüksek yamaçlarında saçaklananbulutlarla puslanmış soğuk vadisine doğru uçuyordu. Her geçen dakika daha dayaklaşarak, homurtusunu arttırarak havayı şişiriyor, sonunda bütün gökyüzünüdolduruyor, zorba bir kükreyişle tepelerin, dorukların ve yalnız ses ve ışığınulaşabildiği ebedi kar yığınlarının üzerinden geçiyordu. Uğultusu, vadilere vekayalara çarparak yankılanıyor, büyüyor, karşı gelinmez bir güçle yırtıpparçalıyordu gökyüzünü. Tıpkı deprem öncesindeki gibi korkunç bir olayıneşiğindeydik sanki... Uğultu en yüksek noktasına ulaştığı bir anda olan oldu: Önce helikopteringeçtiği yerin aşağısında bulunan ve rüzgarın çıplak bıraktığı dik bir yamaçta,hafif bir göçme görüldü. Bazı kayalar ses şoku ile, donmuş parmaklara kanyürümesi gibi hafifçe kımıldamış ve hemen durmuştu. Ama az sonra, bu küçüksarsıntı, bu oynak arazide daha büyük bazı kayaların kopmalarına, gittikçe artanbir hızla yamaçlardan yuvarlanmalarına yetmişti. Yuvarlanan kayalar tozudumana katarak, daha küçük taşları da sürükleyerek iniyorlardı aşağıya. Yamaçmermi yağmuruna tutulmuştu sanki. Sarıçalıları, aksöğütleri ezerek, karyığınlarını çökerterek inen kayalar, kurtların barındığı büyük bir kovuğunüzerine gelip çarptı. Yarı donmuş bir derenin kenarında bulunan bu kovuğunağzını, yöreye özgü bitkiler örtüyordu. Đnine taş yağan, çığ düşen dişi kurt Akbar, kovuğun dibine, karanlık dehlizedoğru kaçtı. Yay gibi fırlamış, sonra durup tüylerini kabartmış, dövüşmeye,meçhul düşmanının üzerine atılmaya hazır bir durum almıştı. Karanlıkta ışıltısıartan gözlerinde vahşi şimşekler çakıyordu. Akbarın korkusu boşuna idi. Helikopter ancak, kaçılacak ve saklanacak yeriolmayan düz ovada tehlikeli olabilirdi. Düz ovada onun peşini bırakmaz, yetişir,vınlaması ile onu sersemletir, iyice yaklaşınca da mitralyöz ateşine tutardı. Budurumda sinecek bir kuytu, sığınacak bir köşe bulamaz, postunu kurtaramazdı.Çünkü, kaçan bir yaratığın ayakları altında yer yarılmaz ve onu saklamazdı.Dağlarda durum başka idi. Kaçmak, tehlike geçinceye kadar saklanmakmümkündü. Onun için helikopter korkulacak bir şey olamazdı. Aslındadağlar helikopter için de tehlikeliydi. Ama korkunun mantığı yoktur; helebu, daha önce yaşanmış bir korku ise. Helikopterin sesi yaklaşınca dişi kurt inlemeye başladı. Bir top gibibüzülerekbaşını ayakları arasına aldı. Sonra sinirleri iyice gevşedi, acı acı uludu,uludu...Çaresizdi. Amansız, kör bir korkuya kapılmıştı. Dişlerini hiddetle, aynı zamanda Sayfa 1
  • 2. Dişi Kurdun Rüyalarıumutsuzca gıcırdatarak kovuğun kapısına doğru süründü. O haliyle, kovuğunüzerinde homurdanıp duran ve kayaları bile söküp yuvarlayan madeni canavarıkorkutup kaçırmak ister gibiydi. Akbar gebe olduğu için eşi Taşçaynar daha çok dışarıda dolaşıyordu. O sıradaçalılar arasına sinmişti. Akbarın acı acı uluduğunu duyunca, kalkıp inlerinedoğru süzüldü. Taşçaynar (taş çiğner) adını ona yöredeki çobanlar vermişti. Çünkü çenesitaşları çiğneyip ezecek kadar güçlüydü. Taşçaynar, korkma artık, ben geldimdercesine, yatıştırıcı bir homurdanma ile dişisine sokuldu. Dişi kurt da sıkısıkısarılır gibi ona süründü. Yavaş yavaş ürlemeye, homurdanmaya devamediyordu. Gökün adaletsizliğine, bilinmeyen bir güce ve belki de korkunçkaderine karşı idi bu sızlanışlar, bu yakınmalar. Helikopter Ala-Mengübuzulunun gerisinde kaybolup gittiği ve gürültüsü bulutlar arasında boğulupduyulmaz olduğu halde, hala bütün vücudu titriyordu. Kendine gelmesi epeyuzun sürdü. Dağlar, sanki kozmik bir huzur çığı ile bir anda yeniden sessizliğekavuşmuştu.Dişi kurt birden karnının büyüdüğünü, orada bir şeylerin canlandığını vekımıldadığını hissetti. Akbar bu hissi, ergin çağının ilk günlerinde, birsıçrayıştabüyük bir tavşanı yakaladığı zaman da duymuştu: Tavşanın karnında görünmezyaratıkların kımıldadığını anlamış, bu tuhaf olay onu pek şaşırtmış, kulaklarınıdikip, boğduğu dişi tavşana bir süre kuşku ile bakmıştı. Sonra da, yine kuşkulariçinde, bu görünmez yaratıklarla, tıpkı kedinin yarı ölü fare ile oynaması gibioynamıştı. -Şimdi, o tür bir canlı ağırlığı kendi karnında hissediyordu.Varlığınıböylece hissettiği o yaratıklar onun yavruları idi ve her şey uz giderse,on-onbeşgün sonra dünyaya geleceklerdi. Ama henüz doğmadıkları için şimdi onunvücudunun ayrılmaz bir parçası gibiydiler. Bunun için de, oluşma aşamasındakibilinçaltlarında, annelerinin geçirdiği korku şokunu ve ümitsizliği onlar dahissetmişlerdi. Bu onların dış dünya ile, kendilerini bekleyen acı gerçeklerleilkve dolaylı karşılaşmalarıydı ve analarının acıları ile kıvranıp kımıldamalarıbundandı. Onlar da korkmuştu ve bu korku onlara analarının kanı ileduyurulmuştu. Akbar, kendi iradesi dışında oluşan bu yeni olay karşısında, şimdi dahakuşkulu idi. Kalbi heyecanla çarpıyor, cesareti, kararlılığı artıyordu: Karnındataşıdığı yavruları, herhangi bir tehlikeye karşı ne pahasına olursa olsunkoruyacaktı. Artık, insan olsun, hayvan olsun, her düşmana tereddütsüzsaldırabilirdi. Soyunu sopunu, dölünü döşünü koruma içgüdüsü uyanmıştı.Şimdiden, doğacak çocuklarını şefkatle okşamak, doğmuşlar gibi memeleriniağızlarına vermek ihtiyacı, özlemi içindeydi. Mutlu geleceği duyuran bir önseziidi bu. Dişi kurt gözlerini yumdu, sevinçle homurdandı. Karnında, kızaran ve süttoplayan memeleri iki sıra halinde kabarmıştı. Dar inin elverdiği ölçüde yavaşçaama büyük bir keyifle gerindi. Korkunun yerini mutlu gelecek umudu almış,iyice sakinleşmişti. Yeniden Taşçaynarın boz yelesine yaslandı. Taşçaynargüçlüydü. Kürkü kalın, yumuşak ve sıcaktı. Suskun, mağrur Taşçaynar da dişikurdun hissettiklerini algılamış, içgüdüsüyle onun ana olacağını anlamış,heyecanlanmıştı. Kulaklarını dikmiş, büyük ve köşeli başını kaldırmış,yuvalarına iyice gömülü kara gözbebeklerinin durgun bakışlarıyla, gölge gibi,belli belirsiz bir şeyler görür gibi olmuştu. Soludu, öksürür gibi seslerçıkardı veböylece durumdan memnun olduğunu, mavi gözlü dişisine nazlanmadan,homurdanmadan itaat edeceğini; onu koruyacağını anlatmış oldu. Büyük, sıcakve ıslak diliyle Akbarın başını, gökmavisi parlak gözlerini ve burnunu yaladı.Akbar onun, kan hücumu ile birden yakıcı bir sıcaklık alan, yılan gibi çevik ve Sayfa 2
  • 3. Dişi Kurdun Rüyalarıhızlı hareket eden dilini, şefkatle kendisine uzandığı zaman çok seviyordu. Öncebiraz aldırışsız görünse de, onun tahrik edici sürtünmelerinden pek hoşlanırdı.Bol bol taze et yiyerek karınlarını doyurdukları zaman huzurlu bir şekildedinlenirken de çok seviyordu onun sulanan ve tatlılaşan dilini. Bu çiftin kılavuzu, emir vereni, Akbar idi. Avı başlatma görev ve hakkı da onaaitti. Taşçaynar ise güvenliği sağlıyordu. Yenilmek bilmeyen gücünü kuvvetiniona adamıştı. Yorulmadan, yüksünmeden onun isteklerini sadakatle yerinegetirirdi. Bu işbölümüne ikisi de tam olarak uyuyorlardı. Birbirlerinesaygılıydılar. Yalnız bir defa, tuhaf ve beklenmedik bir olay meydana gelmişti: Taşçaynarşafak vaktinde yuvadan ayrılmış, geç vakit, başka bir dişi kurdun kokusuvücuduna sinmiş olarak dönmüştü. Çok kızışan ve yörede dolaşan,kilometrelerce uzaktan erkek kurtları tahrik eden o yabancı dişi, onun da aklınıbaşından almıştı. O kokuya dayanamayan Taşçaynar gidip onunla buluşmuş,sevişmişti. Akbar, vücuduna yabancı dişi kokusu sinmiş olarak dönenTaşçaynarı bağışlamamıştı. Ansızın saldırarak omuzunu dişlemiş, yuvadankovmuştu. Günlerce yanına yaklaştırmamıştı o budalayı. Yalvaran ulumalarınacevap bile vermemişti. Taşçaynar sanki onun eşi değildi artık. Sanki hiç yoktu.Kendisini pohpohlamak, gönlünü almak için yaklaşacak olsa dövüşecektionunla. Bu uzaklardan gelmiş ikilinin boşuna mı başı olmuştu? Taşçaynarboşuna mı ayak olmuştu! Ama şimdi, Taşçaynarın geniş ve sıcak böğründe hırlıyordu. Korkusunupaylaştığı ve güven verdiği için ona minnet duyuyor, okşamalarına,yalamalarına onun dudaklarını yalayarak karşılık veriyordu. Böylece, elindeolmadan arasıra hala titremesi de kesilmişti artık. Şimdi, bütün varlığıylakarnında gelişmekte olan yavrularını düşünüyordu. Yuvada tekrar rahatlıklahareket etmeye başladı. Zaten soğuk geceler başlamış, dağlarda pek zorlu geçenkış, şimdilik el yordamıyla oralara geliyordu. Dişi kurdun korkunç bir şok geçirdiği o gün, işte böyle sona erdi. Karşıgelinmez analık içgüdüsüyle o, yalnız kendisi için değil, yakında dünyayagelecek yavruları için de endişelenmiş, korkmuştu. Öbek öbek koruların ardında,çığların ve fırtınaların topladığı taş ve ağaç yığınlarının gerisinde,çalılıklarınortasında, sarkık kayaların altında derin bir yarık olan bu yeri, onun için yuvaseçmişlerdi. Akbar ve Taşçaynar yörenin yabancısı idiler. Gözleri keskin olanlar,görünüşlerinin bile o yöredeki kurtlara benzemediğini hemen anlarlardı.Bunların, bozkır kurtlarına özgü açık renkli bir yeleleri vardı. Bu yele, gümüşrenginde kalın bir örtü gibi boyunlarını sarıyor, sonra omuzbaşlarına vekarınlarına iniyordu. Bu bozkurtların ya da boz boyunluların boyları da Isık-Gölyaylalarında yaşayan kurtlardan daha büyüktü. Akbarı yakından görmenizmümkün olsaydı, gözlerinin parlak mavisine ve yarı saydam oluşuna şaşıpkalırdınız. Çünkü böylesi pek nadir görülürdü ve belki de tek örneği Akbar idi.Yöredeki çobanların dişi kurda verdikleri ilk ad Akdalı (Akcdav) idi. Az sonrahalkın dilinde bu isim Akbörü ye dönüştü. Daha sonra da ona, en ulu, en büyükanlamında Ekber yada Akbar dediler. O zamanlar bunun, çok başka birgeleceğin, bir kaderin, bir ayrıcalığın işareti olduğunu kimse anlamamıştı. Bir yıl öncesine kadar, boz yeleli bu kurtları bu dağlarda bilen yoktu. Burayagelişlerinden sonra da ortalıkta pek görünmemeye, uzak durmaya devam ettiler.Önceleri şurada burada dolaşıyor, daha çok bölge kurtlarının hakim olduğuarazinin berisinde, tarafsız bir bölgede konaklıyorlar, o yerlerinefendileriyle,başları ile, bir çatışmaya girmekten kaçınıyorlardı. Bazen düz arazidekitarlalarave köylerin yakınına kadar sokuluyor, yiyecek bulmak için baskın yapıyor,böylece idare edip gidiyorlardı. Sayfa 3
  • 4. Dişi Kurdun Rüyaları Akbar, yabancı sürüler arasında onlara boyun eğerek yaşayacak bir yaradılıştadeğildi. Hür ve bağımsız olmayı her şeyden üstün tutardı. Ama, zamana karşıgelinemezdi. Ve zaman, yöreye yeni gelen boz kurtlara, güçlerini, üstünlüklerinigösterme fırsatı verdi. Birçok amansız dövüşten sonra Isık-Göl dolaylarındafethettikleri toprakların kendilerine ait olduğunu kabul ettirdiler. Artık budavetsiz konuklar bölgenin hakimi idiler ve diğer kurtlar onların av sahasınagirmeye cesaret edemiyorlardı. Şimdi talih onlara gülmüştü. Ama onların bir degeçmişi vardı. Eğer hayvanlarda geçmiş zamanı hatırlama duyusu varsa, bunu eniyi Akbar hatırlardı. Hafızası kuvvetli ve bütün duyu organları bilenmiş olanAkbar, zaman zaman geçmişini hatırlayarak o çok acı olayları yeniden yaşıyorgibiydi. Ara sıra, durup dururken homurdanıp inlemesi belki bundandı. Şimdi, onların yitirdiği başka bir alemde, uzakta, ucu bucağı olmayanMujunkum bozkırında avlanarak, sayısız sayga sürüsünün peşinde koşarakyaşıyorlardı. Sayga denilen bozkır geyikleri veya antilopları dahatırlanamayacak kadar eski çağlardan beri orada yaşıyor, bu bölgelerde yetişenve saksavul denilen kuru ağaçcıkları yiyerek besleniyorlardı. Buraların zamankadar eski sakinleriydi onlar. Yorulmak nedir bilmezlerdi. Kısacıkhortumlarıyla, okyanusta dalgaları pompalayan balinalar gibi havayı adeta hızlapompalar, böylece kendi hızlarını daha da arttırır, güneşin doğuşundan batışınakadar hiç dinlenmeden koşarlardı. Peşlerinden gelen ezeli ve ayrılmazdüşmanları kurtlardan kaçarken rastladıkları başka bir sürüyü, sonra öbürsürüleri de ürküttükleri için, kaçan sürü büyür de büyür, bozkırın bütünsürüleripanik içinde koşmaya başlar, düzü bayırı aşarak sel gibi akarlardı. Toynaklarındövdüğü toprak yerinden oynar, şiddetli sağnaklardan önce, toz bulutları veşimşekler arasında uğul uğul yükselen hortumlar gibi, müthiş bir gürültüçıkarırlardı. Bu frensiz koşuda, bu ölüm-kalım savaşında, yoğun bir ter kokusuda karışırdı havaya. Onları kovalayan, bütün kasları gerilmiş kurtlar,sürüyü kuşatır, pusuya düşürmeye çalışırlardı. Đlerde, saksavulların arasınasinerek pusuya yatmış başka kurtlar beklerdi onları. Bunlar, yakınlarındangeçen hayvanın üzerine atılır, onunla birlikte yere yuvarlanır, bir andasayganınboğazını dişleyerek kaçamaz hale getirir ve sonra hiç vakit kaybetmedendiğerlerini kovalamaya devam ederlerdi. Ama saygalar da kurtların nerelerdepusu kuracaklarını bilir, öyle bir yere geldikleri zaman birden yöndeğiştirirlerdi.Koşu ve kargaşa başdöndürücü bir hızla sürüp giderdi. Kaçanlar ve kovalayanlaraslında bütün canlıları birbirine bağlayan amansızlık zincirinin birer halkasıidiler. Bu can pazarında, damarları çatlayıncaya kadar devam eden bu sonsuzkoşuda, yenmeye, ama yenilmemeye, hayatta kalmaya çalışıyorlardı. AncakTanrı durdurabilirdi onları. Bu hıza ayak uyduramayan, buna dayanamayan, kavga yarışı için yaratılmamışolan kurtlardan bazıları, nefesleri kesilip düşüyor, hortum hortum savrulan tozbulutu altında yarı ölü yatıyorlardı. Ölmez de ayağa kalkarlarsa, karınlarını doyurmak için, kaçmasını bilebeceremeyen koyun sürülerine saldırırlardı. Ama, bu defa da başka ve dahabüyük bir tehlike bekliyordu onları: Koyunların yanında insanlar da vardı. Ohayvanların hem esiri, hem ilahı olan insanlar! Đnsanların kendileri yaşıyor, ama başka canlıların, özellikle de onlarabağımlıolmadan yaşamak isteyen ve buna hakları olanların yaşamalarınıistemiyorlardı... Đnsanlar, ilah-varlıklar! Mujunkum bozkırında onlar da sayga avlıyordu. Önceat sırtında gelmişlerdi buralara. Üzerlerinde deri elbise, ellerinde yay ve okvardı. Sonra ateşli silahlarla geldiler, şimşek gibi çakan ve yıldırım püskürtensilahlar! Bağrışarak atlarını dörtnala sürüyor ve saygalar her yöne kaçışıyordu. Sayfa 4
  • 5. Dişi Kurdun RüyalarıUçsuz bucaksız bozkırın çalılıklarında onları bulup vurmak yine de zordu. Amabir gün, bu ilah-insanlar, arabalarla sürek avı düzenlemeye başladılar. Tıpkıkurtlar gibi, antilopları yorgunluktan düşüp bayılıncaya kadar kovalıyor, sonravuruyorlardı. Şu son zamanlarda ise helikopter kullanmaya başladılar. Öncehavadan sürünün yerini keşfediyor, sonra nişancılar arabalarla oraya hareketediyor, saatte yüz kilometreden fazla hız yaparak saygaların kaçmasınıengelliyorlardı. Arabalar, helikopterler ve hızlı ateş eden filintalar, Mujunkumbozkırındaki denge ve düzeni altüst etmişti... Av sürüsünün peşinde koşmaya başladıkları zaman mavi gözlü dişi kurt Akbarhenüz tam ergenliğe ulaşmamıştı. Gelecekteki eşi Taşçaynar ise ondan birazdaha büyüktü. Önce öbür kurtlara ayak uydurmakta biraz güçlük çektiler.Yaptıkları şey, yaralı saygaların üzerine atılıp onların işini bitirmekti.Sonra,yavaş yavaş, güç ve dirençte, nice tecrübeli kurtları, özellikle de kocamışkurtları geride bıraktılar. Her şey tabii gelişim içinde devam etseydi, az sonrasürübaşı olacakları kesindi. Ama her şey yolunda gitmedi... Hayat şartları yıldan yıla değişiyordu. O baharmevsiminde sayga sürülerinin sayısında büyük bir artış görüldü. Dişilerinçoğu iki yavru doğurmuştu. Çünkü geçen sonbaharda, kurtların saldırısıbaşladığı zamanlarda, havalar sıcak ve yağışlı geçmiş, otlar iki defa canlanıpyeşermiş, bol besin saygalarda doğumu arttırmıştı. Doğum sırasında, buzlarınçözülmeye başladığı günlerde, saygalar, Mujunkumun kumlu bölgelerindekikuytulara, kar düşmeyen yerlere sığınırlardı. Kurtlar buralara gelmezdi.Gelselerde, kumullarda antilopları yakalamaları mümkün değildi. Ama saygalar bozkırdakalabalık sürüler halinde göçe başladıkları zaman kurtlar bu fırsatı kaçırmaz,sayısız av yakalarlardı. Tabiat kanunlarına uygun olarak paylarını işte o zamanalırlardı. Yazın, özellikle en sıcak günlerde, kurtlar antiloplara (saygalara) saldırmayagerek görmezlerdi. Çünkü o dönemde kolayca elde edecekleri başka avlar çoktu:Bütün kış uyuyan köstebekler meydana çıkar, bozkırı doldurur, başkahayvanların bir yılda yaptıklarını onlar bir yazda yapmak ve geç kaldıkları içinarayı kapatmak için koşuşur dururlardı. Bu telaşla tehlikeyi unutur, bundan yararlanan kurtlar da paylarına düşenialırlardı. Her avın bir mevsimi vardı; kışın köstebekleri yakalamak mümkün değildi.Yılın bu döneminde kurtların menüsünde başka hayvanlar, kuşlar, özelliklekeklikler de yer alırdı. Asıl besinleri olan saygaları ise yalnız sonbahardankışsonuna kadar olan dönemde avlarlardı. Olayların bu şekilde akışı değişmiyordu.Zaman ve tabiatın ortaya koyduğu bu düzenin sağlam bir mantığı da vardı.Mujunkum bozkırında hayatın bir değişmez akışını ancak beklenmedik bir faciaya da insanoğlunun işe karışması bozabilirdi. -2- Şafağın ilk ışıklarından az önce hava hafifçe serinlemişti. Şimdi atmosferdahaaz boğucu idi ve savanın sakinleri nihayet rahat bir nefes alıyorlardı. Ağır vesıkıcı gecenin sona ermesiyle, az sonra tuzlu toprağı kavuran bir sıcaklagelecekyeni gün arasındaki bu zaman günün en güzel saatidir. Gökyüzünde dolunaybüyük bir sarı top gibi parlıyor, tatlı mavi bir ışıkla dünyayı aydınlatıyordu.Bozkır her yönde uçsuz bucaksız uzanıyor, yeni yeni açılmaya başlayan ufukyerle göğü birleştiriyordu. Ama, Mujunkumun sessizliği cansız değildi.Yılanlardan başka diğer bütün yaratıklar da bu geçici serinlikten nasiplerinialmak için koşuşmaktaydılar. Sayfa 5
  • 6. Dişi Kurdun Rüyaları En erken uyanan kuşlar ılgın ağaçları arasında kanat çırparak cıvıldaşıyor,kirpiler öteye beriye koşuyor, bütün gece öten ağustosböcekleri şimdiboğazlarını yırtarcasına bağrışıyor, uyanan köstebekler inlerinden çıkıp yeredüşen saksavul tanelerini toplamak için harekete geçmeden önce, sağa sola gözatıyorlardı. Yassı kafalı, gri renkli büyük bir gecekuşu, tüyleri büyümüş beşyavrusunu gezintiye çıkarmış, uçmayı öğretiyordu onlara. Bir çalıdan ötekinegeçen yavrular, gözden kaybolmak korkusuyla cik cik ötüyorlardı. Yeni gününeşiğinde daha birçok hayvan savanı doldurmuştu... Mevsim yazdı. Saygaları kovalarken yorulmazlıklarını ve Mujunkumun engüçlü çifti olduklarını kanıtlamış olan Akbar ve Taşçaynarın birliktegeçirdikleriilk yaz. Yarı çöl olan bu bölgede, öteki hayvanlara göre daha çevik, dahayetenekli yaratılmış olmaları onlar için bir şanstı (Hayvanların da az çokşanslıdoğduklarını kabul etmek gerekir). Tabiat onlara güçlü bir refleks, av sırasındaişlerine çok yarayan bir sezgi gücü ve bir çeşit strateji duyusu vermişti. Fizikbakımından az rastlanır derecede güçlü, hızlı, takiplerde inatçı ve dayanıklıidiler. Onları büyük avların ve zorlu bir hayatın beklediğini her şey gösteriyordu.Şimdilik Mujunkum bozkırını kimseyle paylaşmadan hüküm sürmelerine birengel yoktu. Çünkü o güne kadar insanların düzenledikleri akın ya da baskınlarbelli zamanlarda ve belli yerlerde oluyordu ve Akbar ile Taşçaynar o güne kadarhiç insan görmemişlerdi. Onların, bütün hayvanlarla birlikte, yarın aç kalmaendişesi duymadan, günü gününe yaşamak gibi bir ayrıcalıkları, ayrıcalıkdeğilse bile bir avantajları vardı. Çünkü tabiat onları ileriyi düşünmekgibi bir sıkıntıdan kurtarıyor, her şeyi veriyordu. Yine de, Mujunkum sakinlerini, görünüşteki bu huzurun ardına gizlenmiş birfacia beklemekteydi. Ama aralarından hiçbirinin bundan haberi yoktu. Uçsuzbucaksız görünen bu bozkırın Aşağı Asya da bir adacıktan ibaret olduğunuhiçbiri bilemezdi. Burası haritalarda sarıya boyanmış tırnak kadar küçük bir yer olarakbelirleniyordu. Çevresinde ekime açılan topraklar yıldan yıla artıyor, sayısızevcil hayvan sürüleri daha da çoğalıyor ve bunlar artezyen kuyuları boyuncabozkırda yeni otlaklar arıyorlardı. Ülkede yeni yapılan en büyük gaz boruhatlarından biri sayesinde de, sınır boylarındaki yol ve kanal ağları gittikçesıklaşıyordu. Đnsanlar artan bir hırsla ve gittikçe daha uzun süreler kalarak bölgeyiistila ediyorlardı. Mükemmel teknik donanımlarıyla, çarkları, motorları,radyo bağlantıları ve yedek su depolarıyla, her çölün, her savanın veözellikle de Mnjunkumun en uzak köşelerine gidebilirlerdi. Bunlar, keşif yapmatutkusu ile yola çıkmış zararsız bilginler değildi. Herkesin yapabileceği işleriyapan ve bu işleri bitirmeye çalışan insanlardı. Elbette, bu değerli Mujunkumbozkırının sakinleri de insanların iyi ve kötü en kaba faaliyetleri buradagösterdiklerini, onları çalıştıranların iyi niyetlerine rağmen, yapanın dabozanında yine onlar olduğunu bilemezlerdi. Đnsanların karşılaştıkları güçlüklerhakkında hiçbir bilgileri yoktu hayvanların. Oysa insanlar düşünen yaratıklarolarak ortaya çıkışlarından beri kendilerini daha iyi tanımaya çalışmışlar, amabütün çabalarına rağmen şu soruya bir cevap verememişlerdi: Kötü, hemenhemen her defasında, niçin iyiden daha güçlü olarak ortaya çıkıyor?.. Mujunkumdaki hayvanlar tabiatlarıyla, içgüdüleriyle ve tecrübeleriyle bu türmeselelerle ilgilenecek yaradılışta değillerdi. Zaten şimdiye kadar onlarınyaşama biçimini ciddi şekilde bozan olmamıştı. Bu yarı çöl halinde uzayıp gidenovalarda ve kavrulan tepelerde, başka yerlerde bilinmeyen, çeşit çeşitılgınlarınyetiştiği bu bozkırda, hayatlarının böylece sürüp gitmesini engelleyecekhiçbir tehlike yok gibiydi. Yarı ot, gövdeleri taş gibi sert, deniz kabuklarıgibi bükülmüş bu çalıların, kum saksavullarının, dikenlerin ve özellikle de günışığında olduğu gibi ay ışığında da yaldızlı ve hayaletimsi bir parıltı ile Sayfa 6
  • 7. Dişi Kurdun Rüyalarıçorak bölgeleri süsleyen buğdaysıların varlıkları devam edip gideceğebenziyordu. Bu bitkiler arasında, sığ bir suda olduğu gibi yürüyebilirdiniz.Köpek iriliğindeki herhangi bir hayvan bu bitkiler arasında dolaşırkençevresindeki her şeyi görür ve her şey tarafından görülürdü. Akbar ve Taşçaynar işte böyle bir yerde yaşıyorlardı. Đlk yavruları buradadünyaya gelmişti. Doğurmak ve üremek, hayvan hayatının tabii ve asıl olayı idi.O unutulmaz ilkbaharda, Akbar üç yavru doğurmuştu. Yarı kurumuş bir ılgınöbeğinin yakınında, gövdesi çürümeye yüz tutmuş ihtiyar bir saksavulun dibindeidi yuvaları. Yavrular burada av için ilk sınavlarını geçirebilirlerdi. Şimdilikbirbirleriyle oynaşırken kolayca devriliyorlardı. Ama kulakları dikleşmişti, düşmeden yürüyebiliyorlardı. Herbirininkendine özgü bir karakteri vardı. Artık sık sık ana babalarıyla geziye deçıkabiliyordu. Onları yuvalarından epeyce uzaklaştıran gezilerden biri az daha bir facia ilesonuçlanacaktı. Akbar, bir sabah erkenden bütün aileyi toplayarak bozkırın uzakbir bölgesine gitmişti. Orada, özellikle sel yataklarında ve çukur yerlerdebitkiçoktu. Hele iri boylu, hoş kokulu bazı otlar pek çekiciydi. Bunların aralarındapolenlerini teneffüs ederek uzun süre dolaşan hayvan çok keyiflenir, oynamak,yerlerde yuvarlanmak isteğine kapılırdı. Sonra ayaklarına hafif bir uyuşuklukgelir, uyumak isterdi. Akbar, ta gençliğinden beri biliyordu bu bölgeyi. Her yıl bir defa, bu sarhoşedici bitkilerin çiçeklendiği zaman buraya gelirdi. Bir yandan bölgede yaşayanküçük hayvanları avlarken, öte yandan hoş kokular arasında dolaşmak, hafifçesarhoş olmak, bir süre uçar gibi koşmak, sonra da kendinden geçip yatıp uyumakçok hoşuna giderdi. Bu defa Taşçaynardan başka üç yavrusu da vardı yanında. Yavrular uzunayaklarıyla henüz yalpalayarak yürüyorlardı. Ama bu gezilerde, gelecekte sahipolacakları toprakları olabildiği kadar yakından ve iyi tanımak zorundaydılar.Ana kurdun onları götürdüğü kokulu ova o toprakların sınırındaydı. Oradanöteye gitmek tehlikeli olurdu. Çünkü insanlar vardı ötede. Yine oralarda, bazen,lokomotiflerin sonbahar rüzgarlarının uğultusunu andıran uzun uzunkükremeleri duyulurdu. Kısacası o meçhul yerler kurtlar için tehlikeli bir dünyaidi. Akbar ailesini işte bu bölgenin kıyısına kadar getirmişti. Taşçaynar dişi kurdun peşinden geliyordu. Yavrular sağa sola koşuşarak bazenannelerinin önüne geçmek istiyorlardı ama, Akbar buna izin vermiyor, hiçbirininkendi önüne geçmesini istemiyordu. Önce kumlu bir yerden geçtiler. Güneş, saksavul öbeklerinin ve pelinkümelerinin üzerinden yükselip tepelerine yaklaşıyor, havanın açık amakavurucu olacağını belli ediyordu. Akşam üzeri bozkırın ucuna gelmişlerdi. Vaktinde gelmiş sayılırlardı, çünkühava henüz kararmamıştı. O yaz otlar çok büyümüştü ve yetişkin kurtlarınomuzbaşlarına kadar çıkıyorlardı. Bütün gün güneş altında kaldıkları için de,tüylü sapların ucundaki çiçekler şiddetli bir koku yayıyordu. Çalılar arasındadaha da yoğunlaşıyordu bu korku. Uzun yolculuktan sonra; Akbar ve Taşçaynar biraz dinlenmek için bir çukurauzandılar. Yorulmak bilmeyen yavrular ise, onlarda merak uyandıran her şeyeyakından bakarak, koklayarak çevrede koşuşmaya devam ettiler. Herhaldegeceyi de orada geçireceklerdi. Beşinin de karnı aç olduğu için, yağlı yağlıköstebekleri ve tavşanları yakalayarak, birçok kuş yuvasını bozarak karınlarınıdoyurmuşlardı. Vadinin ta aşağısında akan bir kaynaktan bol su içereksusuzluklarını da gidermişlerdi. Ama beklenmedik bir olay onları bu bölgeden süratle uzaklaşmak zorundabıraktı. Geldikleri yöne dönerek ve bütün gece yol yürüyerek yuvalarınadöndüler. Sayfa 7
  • 8. Dişi Kurdun Rüyaları Bakın ne gelmişti başlarına: Akbar ve Taşçaynar, birden bire yakınlarında birinsan sesi duydukları zaman, çalıların gölgesine uzanmış yatıyorlardı. O kokuluotlar yüzünden çakır keyif olmuş, biraz dalgın gibiydiler. Đnsanı, önce çukurunkenarında oynayan yavru kurtlar görmüşlerdi. Adam hemen hemen çıplaktı.Üzerinde sadece bir slip, başında, aslında beyaz olduğu halde ter veyağdan kararmış bir panama şapka, elinde de bir sepet vardı. Sarhoşlukveren otların arasında, kendi kendine konuşarak bir o yana bir bu yanakoşup duruyordu. Doğrusu çok tuhaftı koşması. Kokulu otların en sıköbeklerine bir baştan girip öbür baştan çıkıyor, sonra aynı yerleri enlemesinekatediyor ve bu coşkulu hareketlerinden büyük bir zevk alıyor, eğleniyorgibiydi. Yavru kurtlar önce hafifçe ürkmüş, şaşırarak ontarın arasınasinmişlerdi.Hiç böyle bir yaratık görmemişlerdi o güne kadar. Ve adam, otların arasında deligibi koşmaya devam ediyordu. Yavruların merakı korkularından üstün geldi ve cesaretlendiler. Otlarınarasında daireler çizerek koşan çıplak vücutlu bu tuhaf hayvanla oynamakarzusu uyandı içlerinde. Doğrulup adama sokuldular. Đşte bu sırada adam daonları gördü. Şaşılacak şey, onları görünce çekineceği, korkacağı yerde, çoksevindi ve elini onlara uzatarak konuşmaya başladı: -Bakın hele, bakın, kimler var burada! dedi öteki eliyle alnından şıpır şıpırakan terleri silerek. Kurt yavruları galiba! Yoksa topaç gibi döndüğüm içingözlerim mi karardı, yanlış mı görüyorum? Yoo, yanılmıyorum, üç küçük kurtyavrusu! Ne şirin şeyler! Pek de küçük sayılmazlar ha! Ah sevgili hayvancıklar,nerden çıkageldiniz, nereye gidiyorsunuz? Ne işiniz var buralarda? Ben gırtlağına kadar çamura batmış bir insanım, ama bozkırın ortasında bu pisotların arasında sizin ne işiniz var? Haydi, korkmayın, gelin gelin sevimlihayvancıklar! Yavru kurtlar henüz pek saftılar ve bu tatlı sese kapıldılar. Küçükkuyruklarınısallaya sallaya, neşe ile yere sürüne sürüne adama yaklaştılar. Hiç kuşkusuzonunla kovalamaca oynamak istiyorlardı. Ama işte o anda, Akbar, yattığı yerden bir ok gibi fırladı. Tehlikeyi anındasezmişti. Çıplak vücudu bozkırın batmakta olan güneşiyle pembe pembeışıldayan adamın üzerine, kulakları sağır eden bir kükreyişle atıldı. Buhamlesiyle bir anda onun boğazını yırtması ya da karnını deşmesi hiçtendi. Neyeuğradığını şaşıran adam bir an kendini kaybetmiş, sonra başını elleri arasınaalarak olduğ} yere çömelmişti. Onu işte bu hareketi kurlardı. Akbar, o hücumanında birden fikir değiştirdi, bir dişlemede yere sereceği bu savunmasızinsanınüzerinden atlayıp geçti. Bu arada onun korkudan donmuş yüzünü ve gözünüyakından görmüş, kokusunu da almıştı. Birden geri dönüp, bu defa aksi yöne,yavrularına doğru olmak üzere adamın üzerinden bir kere daha atladı. Yavrularını, kızgın homurtularla azarlayarak ve kuyruklarını ısırarak önünekattı. Bu sırada adamı görür görmez kaslarını gererek atılmaya hazır durumageçen Taşçaynara da çarptı ve ona bir ısırık atarak hücumdan vazgeçirdi.Aile bir anda oradan uzaklaşmış, gözden kaybolmuştu. Zavallı adam başınageleni işte o zaman anlamış, olanca hızıyla, ardına bakmadan, nerdeyse solukbile almadan, bozkırdan kaçmaya başlamıştı. Akbar ve ailesinin insanla ilk karşılaşmaları işte böyle oldu... Daha sonranelerolacağını kim bilebilirdi ki?.. Güneş, bütün gün acımasız bir şekilde toprağı yakıp kavurduktan sonra, şimdi,kızıl ışınlarını yayarak batmak üzereydi. Güneş ve bozkır, iki ebedi varlık, ikiebedi değer idiler. Birincisi ikincisinin sınırsız büyüklüğünü ölçüyor ve onuaydınlatıyordu. Bozkır göğünün ölçüsü de çaylakların uçuşundan anlaşılıyordu.Günün bu alaca karanlığında beyaz kuyruklu birçok çaylak uçuşuyorduMujunkum göklerinde. Sayfa 8
  • 9. Dişi Kurdun Rüyaları O yüksekliklerde her zaman hüküm süren serinlikle ve hafifçe kararanama bulutsuz havada görünüşte amaçsız süzülüyorlardı. Birbiri ardındandaireler çizerek süzülen çaylaklar, her şeyden azade, bu gök ve yerindeğişmez sonsuzluğunu belirleyen canlı bir sembol idiler sanki. Kanatlarıaltında uzayıp giden bozkırı sessizce gözetliyorlardı. Olağanüstü görmeyetenekleri sayesinde (onlarda işitme duyusu ancak ikinci derecede roloynar) bu mağrur yırtıklar çok uzun süre havada kalabiliyor ve bu gözyaşıvadisine ancak yemek ya da uyumak için iniyorlardı. Günün bu saatinde, çok yüksekten, ana kurdu, baba kurdu ve üç yavruyu çokiyi görebiliyorlardı. Kurt ailesi, parlak buğdaysılar ve ılgınlar arasındabulunanbir tepecikte, dillerini sarkıtarak dinlenmekteydiler. Burasını mola içinseçmişlerdi ve çaylakların onları gözetlediğinden haberleri yoktu. Taşçaynar herzamanki duruşundaydı: Yarı uzanmış, ön ayaklarını kavuşturmuş, başı dik.Kalın yelesi ve iri gövdesiyle kolayca ayırd ediliyordu. Akbar, eşinin yanında,bol tüylü kuyruğunu ayaklarının altına alarak oturmuş, mermerden yontulmuşbir heykel gibi duruyordu, Đnce, dik ön ayaklarına sağlamca dayanmıştı. Ak göğüslüydü. Memeleri hala hafifçe kabarıktı ama artık karnı düzleşiyor,inceliğini, çevikliğini, arka tarafının da güçlü olduğunu belli ediyordu.Yavru kurtlar ise her zaman olduğu gibi ana ve babalarının yanında koşuşupduruyorlardı. Ana ve babaları onların hareketlerinden endişe duymuyor, rahatsızda olmuyorlardı. Hareketlerini hoşgörü ile karşılıyor, ama gözden de ıraktutmuyorlardı. Varsın eğlensinlerdi biraz... Çaylaklar, rahat uçuşlarına devam ediyor, batmakta olan güneş altında,Mujunkumdaki hayatı sessizce seyrediyorlardı... Kurtların bulunduğu yerinyakınında, ılgınların sık olduğu bir yerde otlayan bir sayga sürüsü vardı. Onunaz ötesinde başka bir sürü, onun da ötesinde daha büyük bir sürü rahat rahatotlamaktaydılar. Kurtlar karaçaylaklarla ilgilenseydiler, sayga sürülerinin pekkalabalık olduğunu anlarlardı. Yarı çöl halindeki bu yerlerde binlerce sayga biraradaydı. Çünkü burada yayılarak otlayacakları güzel otları her zamanbulurlardı. Şimdi, yörede az bulunan kaynak başlarına gidip su içmek için akşamkaranlığının çökmesini ve havanın hafifçe serinlemesini bekliyorlardı. Büyük sürüden ayrılan bazı gruplar su yolunu tutmuşlardı bile. Yol epeyceuzundu çünkü. Sürülerden biri kurtların bulunduğu küçük tepenin o kadar yakınından geçti ki,kurtlar, güneşin son ışıklarıyla parlayan otların arasından, kara boynuzlu,başlarıeğik ama iri gövdeli erkek saygaları kolayca farkediyorlardı. Her zamankoşmaya, kaçmaya hazır olan saygalar, havanın direncini azaltmak için başlarıöne eğik olarak yürürlerdi. Tabiat onlara böyle bir yetenek vermişti ve buhayvanların tehlike karşısında en büyük silahları hızları idi. Onları tehditedenhiçbir şey olmadığı zamanlarda bile çok defa koşarak ama düzenli bir şekildehareket eder, kurtlardan başka hiçbir canlıya geçit bırakmazlardı. Bu durumdagüvenliklerini çok kalabalık oluşları sağlıyordu. Koşan saygalar şimdi, kendi kokuları ile de doldurdukları bir toz bulutukaldırarak, Akbar ve ailesinin bulunduğu tepeciğin yakınından geçiyordu. Yavrukurtlar tepenin üzerinde sağa sola koşuştular. Đçgüdüleriyle hareket ediyor,havayı kokluyor, heyecanlanıyorlardı. Bütün duyuları ile tetikteydiler. Henüzniçin olduğunu bile anlamadan müthiş gürültünün geldiği tarafa yöneliyor,arasından birçok hayvinın büyük bir hızla geçtiğini tahmin ettikleri otlaradoğrukoşma isteği duyuyorlardı içlerinde. Fakat büyükleri aldırış etmiyor, en küçükbir harekette bulunmuyorlardı. Đsteselerdi iki sıçrayışta sürüye yetişir, onlarıamansız şekilde takip eder, bir ölüm-kalım kovalamacasında, yer gök birbirinekarışırdı. Keskin bir dönemeçte artık yorgun düşen saygaların üzerine atılır,iki- Sayfa 9
  • 10. Dişi Kurdun Rüyalarıüç saygayı boğazlayabilirlerdi. Bu mümkündü, ama bazen saygalarayetişemedikleri de olurdu. Akbar ve Taşçaynaran ayaklarına kadar gelen saygalara saldırmak niyetleriyoktu ve yerlerinden kımıldamadılar bile. Kendilerine özgü gerekçeleri vardı: Ogün karınlarını iyice doyurmuşlardı, dolu mide ile bu boğucu sıcakta amansızbir koşuya girmek anlamsızdı. En önemlisi de yavruları henüz böyle birkovalama yapacak yaşla değillerdi ve bu yarış onlar için tehlikeli olabilirdi.Eğerbu kovalamacada yavrular saygaların gerisinde kalır ve onları yakalayamazlarsa,artık cesaretleri kalmaz ye hiçbir zaman büyük av peşine düşmezlerdi. Onlarbüyük ava ancak kışın katılabilirlerdi. O zaman bir yaşında genç kurtlar olacak,güçlerini, dirençlerini göstereceklerdi. Şimdilik, sonu iyi bitmeyebilecek biryarışa girmektense, hiç yerlerinden kımıldamamaları iyi olurdu. Akbar, yırtıcılık içgüdüsüyle rahatsızlık vermeye başlayan yavrularınınyanından azıcık uzaklaşarak yer değiştirdi. Bu arada, su başına doğru koşansayga sürülerinden de gözünü pek ayırmıyordu. Saygalar, gümüş refleli otlararasında vücutları birbirine değerek süzülüyor, bu halleriyle, yumurtlamamevsiminde hepsi nehrin yukarısına doğru yüzen bir boy balıkları andırıyorlardı. Ana kurdun dikkatli bakışları anlam doluydu: Saygalar varsın bugünuzaklaşsınlardı. Büyük av günü artık uzak değildi. Bugüne kadar bozkırda olanyine bozkırda kalırdı. Yavru kurtlar, her zaman suskun duran Taşçaynarı da kendileriyle birlikteharekete zorlayarak rahatsız etmeye başlamışlardı. Akbar birden kışın geldiğini, bir sabah uyandıklarında uçsuz bucaksıztoprakların bembeyaz olduğunu görür gibi oldu. Geceleyin yağan kar ancak birgün dayanır, sonra erirdi. Đşte bu, kurtlar için ilk büyük avların işaretiydi. Ozaman onların asıl işi saygaları kovalamak olacaktı: Hafif bir sis alçaklarıkaplayacak, mahzun bir şekilde ağaran otları ve karların altında bükülenılgınlarıbir de kırağı örtecek, yarı kapalı bir güneş aydınlatacaktı bozkırı. Ana kurt o günleri öylesine belirgin gördü ki sanki soğuk bir hava teneffüsediyormuş, yumuşak tabanı ile karlara basıyormuş gibi ürperdi. Kendiyıldızımsı izlerini, büyüyen, güçlenen ve herbiri tabii özelliklerine kavuşmuşyavrularının izlerini, onların yanında da Taşçaynarın kocaman izlerinigörüyordu sanki. Onun tırnakları, yuvalarından başlarını kaldıran yavrularıngagaları kadar belirgindi. Zaten kurtların ayakları kara iyice gömülür ve karüzerinde en belirgin izleri onlar bırakırdı. Taşçaynar büyük, ağır ve güçlüydü. O, ailenin koruyucu gücü, saygalarınboğazını kesen bıçağı idi. Peşinden yetiştiği hiçbir sayga pençesindenkurtulamaz, kızıl kanları beyaz karların üzerine akar, bir kuşun kana boyanmışkanatları gibi çırpınırdı. Onun kanı akacaktı ki bir başkasının kanınıbesleyebilsin. Her şey ta başından beri olagelmişti ve başka türlüsü de mümkündeğildi. Bu olayı yargılayan yoktu. Çünkü mesele suçlu ya da suçsuz, kurban yada cani olmak değildi. Tanrı, bir canlıyı bir başka canlıya yem olarakyaratmıştı (Yalnız insanın kaderi değişikti. O, ekmeğini alınteri akıtarak,hayvan besleyerek, böylece tabiatı kendi yararına kullanarak yaşamasını dabilirdi). Mujunkumun ilk karları üzerindeki ayak izlerinin büyük yıldız biçimindeolanlarıyla, onlardan biraz daha küçük olanları, sisli havalarda, ta sıkçalılarakadar devam edecekti. Rüzgarlı küçük bir vadiye geldiklerinde, kurtlar,aralarından bazılarını pusuda bırakarak keşfe çıkacaklardı... Akbar, sabırla beklediği an geldiği zaman, karnını, donmuş otlara değecekkadar yere alçaltarak, nefes bile almadan yavaşça ilerleyecek, saygalara iyicesokulacaktı. O kadar yakınlarına gelecekti ki, onların hiçbir şeydenkuşkulanmadan sakin sakin bakışlarını görecekti. Sonra, gölge gibi düşecek,atılacaktı üzerlerine. Ve, kurtların beklediği an gelmiş olacaktı! Sayfa 10
  • 11. Dişi Kurdun Rüyaları Akbar, bu ilk büyük avı, yavruları için ilk büyük deneme, ilk sınav olacak bubüyük seferi, gözlerinde öylesine canlandırdı ki, ah çeker gibi, özlem dolu birinilti çıktı ağzından ve kendini olduğu yerde zor tuttu. O karlı bozkırda ne kadar güzel ve ne müthiş bir kovalama olacaktı o! Saygasürüleri, havaya kaldırdıkları karların arasında kara bir karık bırakarakyangından kaçar gibi kaçacaklardı. Đlk saldıran, kovalamayı başlatan, ilksıçrayan Akbar olacaktı. Onun hemen ardından yavruları, kaderin onları bu aviçin doğurttuğu ilk üç yavrusu, sonra yenilmez gücüyle baba Taşçaynargeleceklerdi. Bir tek amaçları olacaktı: Saygaları mümkün olduğu kadar süratlepusuya düşürmek ve çocuklarına gerekli dersi vermek. Amansız bir takipolacaktı bu! Akbarın büyük bir özlem duyarak hayal ettiği bu takipte önemliolan yakalayacağı kurban değil, avlanma olayının kendisiydi. Bu av yakındaolacak ve o, rüzgar kanatlı bir kuş gibi uçacaktı saygaların peşinde... Bu onunhayatının aslı idi... Ana kurt işte bunları hayal ediyordu. Bunlar ona tabiatın, kimbilir belki dahayüce bir gücün telkiniydi. Ama gelecekte bu hayalleri defalarca, acılar içindekıvranarak hatırlayacaktı. Bu umutların bedeli gelecekte dökeceği gözyaşlarıolacaktı. Çünkü, hayalden doğan umutlar, genellikle zaman içinde kırılıpgiderler, temelleri yoktur. Tıpkı köksüz bazı ağaçlar ve çiçekler gibi...Hayallerin trayjik kaderi budur. Ama yine de hayalsiz yapamayız. Đyiyi vekötüyü tanıyacağımız yolda yürüyebilmek için hayaller gereklidir... -3- Mujunkuma kış gelmişti. Bir gün kar yağdı. Bu kurak iklim için oldukça kalınbir kar. Her yer bembeyaz oldu. O sabah manzara tertemiz, kıyıları olmayan birokyanus gibi göründü. Coşkun dalgalar birden donmuştu sanki, rüzgar ve onunlabirlikte devedikenleri durdurak bilmeden, hiçbir engele çarpmadan yuvarlanıpgidiyorlardı. Ebedi uzay sessizliği gibi bozkır da sessizdi şimdi. Çünkü sertkumnemi emmiş, daha yumuşak olmuştu ve gürültüyü boğuyordu... Đlk karın düşmesinden az önce, yaban kazları dizi dizi Himalayaya doğruuçmuşlardı. Kuzey denizlerinden ve nehirlerinden gelen bu kazlar, güneye,anayurtları olan Đndus ve Brahmaputraya gidiyorlardı. Öyle yüksekten uçuyorve öyle bağrışıp çağrışıyorlardı ki, bozkır sakinlerinin kanatları olsaydı hepsionlara karşılık verir ve peşlerine takılıp giderlerdi sanırsınız... Ama heryaratığınayrı bir cenneti vardır. Kazlar kadar yüksekten uçan çaylaklar bile onlarınyolundan çekilmekten başka bir şey yapmadılar. Akbarın yavruları büyümüştü. Çocukluktan sıyrılmış, hala biraz acemi iselerde, güçlü genç kurt olmuşlardı. Dişi kurt onlara birer ad veremezdi. Tanrınıntakdirinin tersine yapamazdı elbet. Ama, koku almada insanlara göre çoküstündü. Bu yeteneği ve daha başka farklı duyularla, yavrularını birbirindenkolayca ayırıyor, içlerinden herhangi birini ayrı olarak çağırabiliyordu. Enbüyüğünün, Taşçaynarınki gibi geniş bir alnı vardı ve ona ad verebilseKocabaş diyebilirdi. Đkincisi de boylu boslu idi ve ayakları çok uzundu, iyi birsürücü olabilirdi. Herhalde ona da Hızlı adını verirdi. Üçüncüsüne gelince, o, tıpkı annesi gibimavi gözlü, oyunu çok seven bir dişi idi. Yine annesininki gibi, kasığında beyazbir leke vardı. Akbar en çok onu seviyordu. Ana kurdun gözünde o bir Gözdeidi. Erginliğe ulaştıktan sonra, nice erkek kurtlar ona sahip olmak içinbirbirleriyle öldüresiye dövüşeceklerdi... Đlk kar gece yağmış ve yağarken kimse farketmemişti. Sabahleyin uyandıklarızaman bir bayram sevinci yaşadılar. Genç kurtlar bilmedikleri bu şeyingörünüşü ve kokusu karşısında biraz şaşırdılar. Bu beyaz şey görünümütamamen değiştirmişti. Kar serinliği hoşlarına gitti. Birbirlerini kovalayarakçevrede koşmaya başladılar. Sonra da hırıltılar çıkararak, uluyarak zevkle Sayfa 11
  • 12. Dişi Kurdun Rüyalarıyuvarlandılar karın üzerinde. Onlar için kış böyle başladı. Kış sonunda anababalarından ayrılacak, kendi başlarına avlanmak için herbiri bir tarafagidecekti. Akşama doğru kar yine yağdı ve ertesi sabah, güneş henüz doğmadığı halde,ortalık aydınlanmış gibiydi ve hava gündüz gibi açıktı. Ortalığı bir sessizlikvebarış kaplamıştı. Ama, soğuğun da etkisiyle açlıktan karınları kazınıyordu.Şimdi büyük ava çıkmanın zamanı gelmişti. Çevreye kulak verdiler. Akbar,geyiklerin peşine düşmek için öbür kurtların da gelip kendilerine katılmalarınıbekliyordu, ama onların hiçbiri görünmüyordu ortalıkta. Hepsi bir işaretbeklemekteydiler. Kocabaş oturduğu yerde sabırsızlanıyor, kaslarını kasıyor,büyük avın güçlüklerini düşünemiyordu henüz. Hızlı da hazırdı. Gözde, ateşliama candan bakışlarını annesinden ayırmıyordu. Aslında onlara hükmeden, emirveren açlık idi, midelerinin kazınmasıydı. Akbar kararını verip yerinden kalktı ve yavaş yavaş koşmaya başladı. Bütünaile düştü peşine. Daha fazla sabredemezlerdi. Her şey, ana kurdun yavrularıhenüz küçükken hayal ettiği gibi başladı. Bozkırda büyük takip mevsimiydi veaz sonra kurtlar da büyük sürüler halinde toplanacak, kış sonuna kadar topluolarak avlanacaklardı. Akbar ve Taşçaynar yavrularını nihayet büyük sayga avına çıkarmışbulunuyorlardı: Bu onlar için ilk çıraklık ve güçlerini gösterecekleri ilk sınavolacaktı. Yürüyerek, yavaş koşarak, bozkırın engebesine, göre hızlarını ayarlayarak vebasılmamış kar üzerinde kendi izlerini bırakarak ilerliyorlardı. Onların gücününve ortak iradelerinin işaretiydi bu izler. Çalıları geçerek yukarılaratırmandılar,gölge gibi süzüldüler. Şimdi her şey onlara, onların şansına bağlıydı... Akbar, çevreye göz atmak için yolu üzerindeki bir tümseğe çıktı ve başınıkaldırarak durdu. Gökmavisi gözlerini uzaklara çevirdi ve havayı kokladı.Mujunkum uyanıyordu. Taa uzaklarda, ince sislerin ötesinde, sayısızsaygalardan oluşan bir sürü otlamaktaydı. Yaşlı saygaların arasında, büyüksürüye ilk kez katılan yavru saygalar da vardı. Geçen mevsim saygalar içinverimli olmuş, çok yavru doğurmuşlardı. Bu durum kurtlar için de iyi birmevsim olacağını gösteriyordu. Ana kurt, rüzgara göre hangi açıdan ve yönden saldırırsa daha iyi olacağınıanlamak için otlu tümsek üzerinde biraz oyalandı. Đşte tam bu sırada, fırtınaya,boraya benzeyen tuhaf bir uğultu duyuldu yukarılardan. Tamamen yabancısıoldukları bu korkunç gürültü gittikçe yaklaşıyor, artıyordu. Taşçaynar koşupAkbarın yanına gitti. Sonra ikisi birden ürkerek geri çekildiler. Gökyüzündebirşeyler oluyordu. Dev gibi ses çıkaran acayip bir kuş gördüler bozkırsemalarında. Gagasını yere eğmiş, yanlamasına uçuyordu. Onun biraz ilerisindeilkine benzeyen ikinci bir yaratık daha göründü. Sonra ikisi de uzaklaştılar,sesleri azaldı ve görünmez oldular. Helikopterler idi bu acayip kuşlar. Đki helikopter, ırmakta yüzen balıklar gibi, hiç bir iz bırakmadanMujunkumdan geçip gitmişlerdi. Bozkırda bir şey değişmedi. Ama bu uçanaraçlar keşif için gelmişlerdi ve pilotların radyo mesajları dalga dalgayayılmış,gözlem sonuçlarını yer belirterek bildirmiş, yerdeki jeplere, kamyonlaratutacakları yolu söylemişlerdi... Kurtlar, ürküntüleri geçtikten sonra helikopterleri hemen unuttular vesaygaların otladığı yere doğru ilerlemeye devam ettiler. Bütün bölgesakinlerinin, nerdeyse tek tek sayıldığından, bulundukları yerlerin haritaüzerinde küçük karelerle belirtildiğinden, toplu şekilde imhalarınınprogramlandığından, onları mahvedecek birçok motorlu aracın kendilerine Sayfa 12
  • 13. Dişi Kurdun Rüyalarıdoğru yaklaşmakta olduğundan, hiç mi hiç haberleri yoktu. Đnsanların, kendi beslenme programlarını uygulamak için onların en sevdikleriav hayvanlarını toptan öldüreceklerini, bunun için sabırsızlandıklarını neredenbileceklerdi? Beş yıllık planın son üç ayına girdikleri halde bu bölgeinsanlarınındurumu hiç de iyi değildi. Plan hedeflerinin çok gerisinde kalmışlardı ve yerelyönetimin açıkgöz memurlarından biri Mujunkumdaki tabii kaynaklarabaşvurulmasını teklif etmişti. Bu dahiyane fikre göre önemli olan, etinkalitesi değil, miktarı idi. Bu teklif, halk nazarında, ciddi ciddisorgulamalar karşısında, utanılacak duruma düşmekten, aşağılanmaktankurtulmak için tek çıkar yol olarak görünmüştü. Bozkır kurtları, yerel yönetimlerin telefon üstüne telefon emri aldıklarını,onlardan plan hedeflerinin gerçekleşmesi için ne pahasına olursa olsun etbulmaları istendiğini nasıl bilebilirlerdi? Çok geride kaldınız, tembellik ediyorsunuz, yakında yeni beş yıllık planyapılacak, işçilere ne diyeceğiz? Plan nerde kaldı, et nerde? Mutlakayapılması gereken bir iştir bu! diyordu merkezdekiler. Yerel organlar da cevapveriyordu: Ne pahasına olursa olsun planda öngörülen işler yapılacak, on gün içinde sonuçalınacaktır, yeterli kaynaklarımız vardır, tedbir alınmıştır... Kurtlar, Akbarın rehberliğinde, tehlikeden habersiz, yanlardandolanarak, karlara usulca basarak, görünmeden saygalara sokuluyorlardı. Azsonra, kaskatı donmuş otların arasına, hücumu başlatacakları yere gelipsindiler.Şimdi onlar da uzaktan kara çalılara benziyorlardı. Kendileri görünmeden herşeyi görebilirlerdi buradan. Dünya dünya olalıberi renkleri değişmeyen büyükbir sayga sürüsü, sırtları kara, karınları beyaz olan bu geyik türleri, ılgınağaçlarıyla kaplı büyük vadide otlamaktaydılar. Kendilerini bekleyen tehlikedenhabersiz, toz halindeki bir karla örtülü ağaçcıkların ince dallarını iştahlayutuyorlardı. Akbar hala bekliyordu. Güçlerini konsantre etmeleri, en uygun anda hepsininbirden fırlaması için bu bekleyiş gerekliydi. Bundan sonraki manevralarıamansız takibin kendisi tayin edecekti. Genç kurtlar sabırsızlanıyor, sinirlibirşekilde kuyruklarını sallıyor, kulaklarını dikiyor, genel olarak çok sakin olanTaşçaynar bile, bir an önce keskin dişlerini avının boğazına geçirmek içinyerinde duramıyordu. Ama dişi kurt hala emir vermiyor, başarı şansını arttırmakiçin en uygun anı kolluyordu. Birden, gök gürlemesini andıran sesleriyle helikopterler çıkageldi. Bu defaalçaktan ve çok hızlı uçuyor, dosdoğru sayga sürüsünün üzerine geliyorlardı. Bucanavarların üzerlerine doğru gelmesi onları şaşkına çevirdi ve bozgun halindekaçmaya başladılar: Olay, başdöndürücü bir hızla gelişiyordu. Yüzlerce saygapaniğe kapılarak sürübaşlarına bakmadan ve hangi yöne gideceklerini bilemedenrastgele koşuyorlardı. Kimseye zarar vermeyen bu hayvanların gökten gelen birhücuma karşı koyacak halleri yoktu. Helikopterler, istedikleri paniği meydana getirdikten sonra alçak uçuşlasaygaları yakınlardaki başka bir sürüye doğru sürdüler. Sonra, bunları dasürüden sürüye koşturarak birleştirdiler. Şimdi önlerinde gittikçe büyüyendalgalar halindeydi şaşkın saygalar. Sakinlerinin üzerine çöken böyle bir felaketi o güne kadar hiç görmeyenMujunkum bozkırı cehenneme dönmüştü. Yalnız saygalar değildi felaketeuğrayanlar. Onların ayrılmaz yoldaşları ve aynı zamanda ebedi düşmanları daaynı durumdaydılar. Akbar ve ailesi helikopterlerin baskını ile karşılaşır karşılaşmaz önceotlarınarasına sindiler, sonra korkuya kapılarak bu lanetlenmiş yerden olabildiği kadar Sayfa 13
  • 14. Dişi Kurdun Rüyalarıuzaklaşmak için fırladılar. Kurtulmak için çok uzaklara kaçmalı, tehlikedenkoruyan bir sığınak bulmalıydılar. Ama, kaderleri başkaymış. Hücum noktasınıhenüz terketmişlerdi ki korkunç bir gürültü ile yer sarsıldı: Sayısız denecekkadar çok sayga onların peşinden bulut gibi, fırtına gibi ve korkunç bir hızlageliyordu. Helikopterler sürüyordu onları bu yöne. Kurtlar uzaklaşacak zamanıbulamadılar. Bir an durmaları mahvolmaları için yeterdi. Korkunç bir hızlapeşlerinden akan o kalabalığın ayakları altında ezilir giderlerdi. Hiç kimsedurduramazdı o hızla koşan saygaları. Yalnız, korkunun uyardığı bir refleks,onları bir anda ezilip yok olmaktan kurtardı: Koşmaktan vazgeçip yavaşlamakyerine hızlarını arttırmışlardı. Böylece, bu çılgın yarışın içinde buldularkendilerini. Akıl alacak bir şey değildi bu. Çünkü avlayanla avlanan, kurtlarlaonların az önce parçalamak için üzerlerine atıldıkları saygalar birleşmişlerdi.Şimdi, hepsini tehdit eden o korkunç tehlikeden yanyana kaçıyorlardı ve buacımasız kader karşısında eşit durumdaydılar. Mujunkum bozkırı o güne kadar, en büyük yangınlarda bile, kurtlarlageyiklerin böyle yanyana, tek sürü halinde kaçtıklarını hiç görmemişti.Akbar, birkaç defa fırlayıp o büyük dalganın dışına çıkmak istedi amaçıkamadı. Azıcık geride kalacak olsa, etrafını dolduran saygaların ayaklarıaltında ezilecekti. Bu Malstrom burgacında kurtlar az çok gruplarınıkoruyorlardı ve ana kurt gözucuyla, korkudan gözleri fırlamış yavrularınınsürünün içinde koşmaya devam ettiklerini görüyordu. Onları takipte en çokzorlanan, güçlük çeken Gözde idi ve her geçen dakika gücünü iyiceyitiriyordu. Kocabaş ve Hızlının yanında Taşçaynar koşuyordu. Mujunkumunbıçkını, bütün bozkıra dehşet salan Taşçaynar da panik içindeydi. Dişi kurdun hayalleri sönüp gidiyordu: Daha ilk avlamada -saygalarlabirlikte onlar da kaçıyor, sele kapılmış çöpler gibi akıp gidiyorlardı... ÖnceGözde can verdi. Gücünü yitirip düşünce korkunç bir çığlık attı, sonra buçığlık,toprağı döven binlerce toynak altında boğulup gitti... Hayvanları kışkışlayan helikopterler sürünün iki yanında uçarak telsizlehaberleşiyor, işlerini ustaca yapıyorlardı. Sürünün dağılmasını önlüyor,gittikçeartan bir çılgınlıkla daha hızla koşmaya mecbur ediyorlardı. Aşağıda,dinleyicileri kulaklarına geçirmiş görevliler durmadan konuşuyorlardı: Yirmiyiarıyorum, Yirmi! Yirmi, duyuyor musun? Biraz daha sür aynı yöne, haydi sür!Pilotlar, karlı bozkırda kudurmuş dalgalar gibi akan geyikleri çokiyi görüyor ve aşağıdakilere cevap veriyorlardı: Alo, Yirmi... Yirmikonuşuyor! Tam gaz gidiyorum! Heey, şuraya bakın! Sürüde kurtlar da var!Ne matrak! Haydi yaramazlar, işiniz bitik artık!. Pilotlar neşe içinde hayvanları sürmeye, onları iyice bitkin hale düşürmeye,böylece aldıkları emri yerine getirmeye devam ediyorlardı. Hesapları da doğruçıkmıştı. Saygalar geniş bir düzlüğe çıktıkları zaman avcıların, daha doğrusu kasaplarınönüne düştüler. Zaten helikopterlerin görevi de bu idi. Bu kasaplar, açıkjeepleriyle derhal saygaların içine dalıp makineli tüfekle yaylım ateşinibaşlaltılar. Nişan almaya bile gerek görmeden aralıksız ateş ediyor, ot biçergibi,sıra sıra yere seriyorlardı hayvanları. Peşlerinden gelen römorklu kamyonlardanatlayan adamlar da çok ucuza mal edilen bu bol ürünü vakit geçirmedendevşirmeye başladılar. Đşlerini süratle yapan güçlü kuvvetli adamlardı bunlar.Hala canlı olan saygaların işini hemen bitiriyor, bazen koşup yaralılarıyakalıyorlardı. Ama hiç durmadan asıl yaptıkları iş, onları kanlı bacaklarındantutup römorklara yüklemekti. Korkunç bir manzaraydı. O güne kadar sakin birhayat yaşamış olan bozkır, şimdi, çok kanlı, çok korkunç bir şekilde, kamyonlardolusu sayga vererek bunun bedelini ödüyordu ilahlara. Katliam devam ediyordu. Jeepler yorgun sürünün içine dalıyor, bu araçlarıngeçtiği yerlerin iki yanı yere serilmiş avlarla doluyordu. Terör uç noktasınavarmış, kıyamet kopmuştu sanki. Akbar, müthiş patlamalardan sağır olmuştu,bütün dünya sağır olmuştu, kaos sürüyordu. Sessiz ışınlarını bozkıra salan güneşbile bu çılgın avın kurbanı olmuş gibi selameti kaçışta buluyordu. Mujunkumun Sayfa 14
  • 15. Dişi Kurdun Rüyalarıüzerinde dolanıp duran helikopterlerin de gürültüsü duyulmuyordu. Onlar sessizdev çaylaklar gibiydiler gökyüzünde... Katillerin araçlardan yaptıkları yaylımateş kaçırmıştı sanki onları yükseklere. Saygalar çıldırmış, büyük seslerin yok olduğu bir aleme atılıyor, sonra, sağıredici kurşunların altında kanlarını akıtarak, ralantiye geçmişler gibi, usulcayeredüşüyorlardı. Dünyanın sonunu andıran bu sessizlikte, dişi kurt birden bir insanyüzü gördü. O kadar yakınında ve o kadar korkutucu idi ki, az daha kendisinihemen yanından geçen jeepin altına alacaktı... Adam ön tarafta oturuyordu veyüzüne rüzgarlık taktığı için kırmızı-mavi renkte görünüyordu. Kara ağzına birmikrofon dayamış, araçtan biraz öne sarkmış, bağırıp duruyordu. Akbar onun nesöylediğini anlayamazdı tabii. Herhalde bu adam, avı yönetiyordu. Dişi kurdunkulağı o müthiş gürültüden sağır gibi olmasaydı ve insanların dilini anlasaydı,onun şu sözleri kustuğunu duyacaktı: Sürünün ortasına değil, yanlarına ateşedin! Yanlarına ateş edin, sersemler! Adam, vurulup devrilen saygaların, sürünün ayakta kalanları tarafındançiğnenip parçalanmasından korkuyordu. Adam birden, arabanın çok yakınındave saygaların arasında bir kurdun koştuğunu, sonra onu başka kurtların da takipettiğini farketti. Ani bir hareketle ve kötü bir etki bırakan gür bir sesle birşeylersöyledikten sonra, hoparlörü bırakıp tüfeğini kaptı ve nişan aldı. Akbarçaresizdi. Siperlikli adamın kendine nişan alacağını da anlayamadı. Bu çılgınkoşuda ne uzaklaşabilir ne de olduğu yerde durabilirdi. Adam hala nişanalıyordu ve onu kurtaran da belki bu gecikme oldu. Birden ayakları dibinde birşey patladı ve yere yuvarlandı, ama ezilmemek için hemen kalktı. An kadar kısabir süre sonra da, yavrularının en irisi olan Kocabaşın yerden havayafırladığını,sonra kanlar içinde usulca karnı üzerine düştüğünü, çırpındığını gördü. Kocabaşbelki can havliyle bir de çığlık atmıştı ama Akbar onu duymadı. Yalnız, adamınsilahını indirip, büyük bir kahramanlık yapmış gibi elini havaya kaldırdığınıgördü. Dişi kurt yavrusunun cansız vücudu üzerinden atladı, ama aynı anda avgürültüsünü yeniden duydu. Ardsız aralıksız patlamalar, arabaların keskinklaksonları, insanların haykırışları, can çekişen saygaların hırıltıları,helikopterlerin uğultuları birbirine karışıyordu. Birçok sayga yere yuvarlanıpkalıyor, ayaklarını havaya dikip çırpınıyor, kaçanların soluğu kesiliyor,yürekleridayanamıyordu artık. Toplayıcılar ellerindeki kocaman bıçaklarla hayvanlarınboğazını kesiyor ve hayvan son nefesini vermeden kaldırıp kamyona atıyorlardı.Kana bulanan bu adamların görünüşleri de korkunçtu... Keskin bir göz uzaydan dünyamıza baksaydı, neler olup bittiğini görür,Mujunkumu ağlatan, yakıp yıkan, mahveden o av faciasını seyreder, ama dahasonra olacakları bu tabiatüstü gözlemci bile göremez, anlayamazdı... Katliam, kaçan ve kovalayanların enerjilerini tüketmesinden, akşamkaranlığının bozkıra çökmesinden sonra durdu. Ama hemen ertesi sabah,helikopterler üslerinden benzin alıp döndükleri zaman tekrar başlayacaktı.Organizatörler bu avı üç dört gün daha sürdürmek niyetindeydiler: Havadanyapılan gözlemlere göre, yöneticilerin el atılmamış mahalli kaynaklar diyeadlandırdıkları pek çok sürü vardı. Bunlar Mujunkumun batısında, en kumlubölgelerde olmalıydılar. Madem ki böylesine zengin kaynaklar vardı, bunları dabir an önce beş yıllık plana sokmalıydılar. Bu, bölgenin yararına olacaktı.Mujunkum seferini gerçekleştiren resmi görüş buydu. Ama çok iyi bilinir ki herresmi görüşün ardında, olayların yarattığı bazı özel sebepler bulunur. Busebepler, bu durumlar da her zaman insan faktörüne dayanır. Oysa insanlarkendi çıkarlarına, kendi hırslarına, kendi kusur ve erdemlerine göre hareketederler. Bu açıdan bakınca, büyük bozkırın uğradığı faciayı bir istisnasayamayız. Mujunkum geceleyin, isteyerek ya da istemeyerek, bu katliamıyapanları da barındıracaktı. Grupta sağ kalanlar yalnız Akbar ve Taşçaynar idi. Av sahasından olabildiğikadar uzaklaşmak için bozkırda koşmaya devam ettiler. Çok zor hareket Sayfa 15
  • 16. Dişi Kurdun Rüyalarıediyorlardı. Karınları, apış araları, hemen hemen bütün kürkleri çamur, ayaklarıise kan içindeydi. Bitiktiler. Yanıyorlardı sanki. Attıkları her adım dayanılmazacılar veriyordu onlara. Tek istedikleri şey sığınaklarına ulaşmak, beklenmedikbir zamanda, beklenmedik bir şekilde üzerlerine çöken bu felaketi unutmak içinbiraz uyumaktı. Fakat bu hayalleri de boşa çıktı. Yuvalarının bulunduğu mağaraya yaklaştıklarızaman yeniden karşılaştılar insanlarla. Đnlerinin yanında, bodur ılgınlarınarasında büyük bir kamyon vardı. Kamyonun çevresindeki insanların sesleriyankılanıyordu karanlıkta. Kurtlar bir an duraladılar, sonra sessizce yollarını değiştirip bozkıra doğrukoşmaya devam ettiler. Tam bu sırada, rastlantı eseri, kamyonun farları yandı vegüçlü ışık füzeleri karanlığı yırttı. Işığın uzandığı yön onların gittiği yöndeğildiama, iki hayvanın yeniden korkuya kapılmaları için yetiyordu. Sekerek,topallayarak ama dosdoğru koştular. Akbarın ön ayakları onu taşıyamayacakkadar halsizdi ve dişi kurt iyice topallıyor, ayaklarını soğutmak için karlıyerlerebasıyor, silikleşen tabanları ile kar kalıntıları üzerinde izler bırakıyordu.Yavruları ölmüştü. Đnsanlar işgal ettiği için inini de terketmek zorundakalmıştı... Şoförü de sayarsak altı kişiydiler: Đş icabı bir araya gelmiş, ölü hayvantoplayıcısı altı kişi. Sabahleyin çok erken saatlerde işe başlayabilmek içingeceyibozkırda geçiriyorlardı. Đş karlıydı: Hayvan başına elli kopik. Üç kamyonu tıkabasa doldurdukları halde vurulan veya ayakları altında kalıp ölen daha pek çoksayga vardı. Şafakta bu hayvanları toplayacak, kamyona dolduracak, sonra dadaha ileride bulunan koca römorklara taşıyacaklardı. Hayvan ölüleriniMujunkumdan çıkaracak olan örtülü yüksek römorklar özel olarak bu iş içinhazırlanmışlardı. O akşam dolunay vardı ve ufukta çok erken göründü. Hala yer yer karlı olan vegökmavisine çalan bozkırın her yerinden görünüyordu dolunay. Ay ışığı bazenküçük tepeleri, dereleri, ağaççıkları iyice belli ediyor, bazen de karanlığadüşürüyordu onları. Ama, kurtların bu insansız bölgede o güne kadar hiçgörmedikleri kamyonun büyük karaltısı pek belliydi ve o yüzden kaçmayadevam ediyorlardı. Her arkalarına bakışta onu görüyor ve kuyruklarını arkaayaklarına sıkıştırıp koşuyor... koşuyorlardı. Hiç durmuyor değillerdi, ara sırabir an durup inlerinin yanında neler olup bittiğini, insanların oraya gelipyerleşmelerinin sırrını anlamaya çalışıyor, belki de birbirlerine bu korkunçşeyinbütün gece orada kalıp kalmayacağını soruyorlardı. Kamyon bir MAZ idi. Her arazide giden askeri tipte bu kamyonun kocamantekerlekleri sanki yüz yıl dayansın diye yapılmıştı. Geride, römork örtüsününaltında, on kadar saygayı ertesi gün şehre götürmek için ayırmışlardı. Buhayvanların arasına bir adam da uzanmıştı. Tıpkı bir savaş esiri gibi elleribağlıydı adamın. Çevresindeki cesetler yavaş yavaş soğuyup katılaşsa da, onuısıtıyordu. Bu cesetler olmasaydı bozkır gecelerinin ne kadar soğuk olduğunuanlardı. Örtünün arasından dolunaya, boşluğa bakar gibi bakıyor, soluk yüzündeısdırap okunuyordu. Bundan sonra bu adamın akıbeti öteki adamların insafına kalmıştı. O anakadar, arkadaşlarının, kendisi gibi kolay para kazanmak için katıldıklarınısanıyordu bu sürek avına. Varlığımızın tanımını yapmak zordur. Sayısız ilişkiler arasında yine sayısızkombinezonlar kurulur. Đnsanların karakterleri o kadar karmaşıktır ki, engelişmiş, en hassas bir bilgisayar, en normal insanlar arasında bile ortak birdavranış eğrisi çizemez. Ama bu altı adam, daha doğrusu altı kişiden beşi,yukarıdaki tanımın dışında kalan bir istisna oluşturuyorlardı. Altıncı adam olan Sayfa 16
  • 17. Dişi Kurdun RüyalarıKepa şofördü. Aralarında evli olan, aile hayatı yaşayan yalnız o idi (yine dediğer beş kişiyle aynı kategoride sayılırdı ve onu arkadaşlarından ayırmak pekzordu). Kısacası, bu altı kişinin ortak yanlarını oluşturan bir eğriçizilebilirdi vebunun için basit bir bilgisayara bile ihtiyaç yoktu. Bu bile Allahın işine akılsır ermediğini göstermeye yetiyordu. Ve Allah, Mujunkuma gelen bu altı adamı,huyu suyu bir olarak yaratmıştı. Şaşılacak derecede birbirlerinebenziyorlardı... Kepa dan başka hepsi evsiz barksız serserilerdi. Üçü karıları tarafındanterkedilmişti. Altısı da hayatta bir başarı sağlayamamış, bir baltaya sapolamamışlardı. Đçlerinden yalnız birinin, en genç olanının özel bir durumuvardı.Adı Abdias idi bu gencin. Tuhaf bir ad! Eski Ahidden alınmış. Pskov civarındabir diyakosun (Papaz çömezinin) oğlu olan bu delikanlı, kilisenin ilerigelenlerine göre, ilerisi için çok şey vaadediyormuş; anasının ölümündensonra, Papaz Okuluna girmiş. Đki yıl sonra da mezhepten saptığı gerekçesiylekovulmuş. Bossun (patronun) deyimi ile asilikten yargılanmak üzere eli kolubağlanarak kamyona atılan ve hayvan ölülerinin arasında uzanıp yatanadam işte o idi. Ekipte, Abdias dışında herkes alkolik, ya da, kendilerinin pek hoşlandığı birdeyimle profesyonel ayyaş idiler. Kepa onlardan bu tanımda da ayrılıyordu.Çünkü o bir sürücü idi ve sürücü belgesini kaybetmek istemiyordu. Hem, karısıiçtiğini anlayacak olsa gözlerini oyardı. Ama o gece öbürleri gibi o da sarhoşolmuştu. Abdiasa gelince, onun içmesine görünürde bir engel yoktu. Bekardı,araba kullanmak gibi sorumluluk isteyen bir iş yapmıyordu. Ama küçük biryudum içmeyi bile reddetmişti. Bu inat Bossu çileden çıkardı. Boss (Patron) bu isimle çağrılmasını kendisi emretmişti. Ordudan atılmadan vebu ölü hayvan toplayıcısı çete ile buraya gelmeden epeyce önce disiplinli birbölüğün kumandanlığını yapmış bir teğmendi. Ordudan kovulunca, onun budurumuna üzülen bazı insanlarla arkadaş oldu. Bunlar onun aşırı gayretindendolayı cezalandırıldığına inanıyor, kendisi de olayı böyle kabul ediyor, büyükbir haksızlığa uğradığını söylüyor ve buna çok üzülmüş görünüyordu. Ama,ordudan çıkarılmasının asıl sebebini hiç anlatmıyordu. Asıl adı Kandalov ya daHandalov idi, ama hiç kimse durmuyordu bu ayrıntı üzerinde. Boss, kelimenintam anlamıyla boss idi. Cuntanın ikinci üyesi Mişaş idi. (Oybirliğiyle çetenin adına cunta demişlerdi.Bu isme yalnız Hamlet lakabı ile anılan Galkin itiraz etmişti. Galkin, bölgetiyatrolarının birinde aktörlük yapmıştı. Đşte bu Hamlet-Galkin, Cunta mı,boşversenize! demişti, ben cuntaları sevmem, biz safariye (büyük sürek avına)çıkıyoruz, bize uygun düşen isim Safaridir. Ama Safari adını kimsebenimsemedi. Herhalde bu isim pek ukalaca gelmişti onlara. Cunta daha iyi,daha erkekçe bir isimdi). Mişaşın asıl adı ya da lakabı da Mişa Şabaşnikl idi. Bu iki isimbirleştirilmiş,kısaltılmış Mişaş olmuştu. Mişaş boğa gibi kuvvetli, saldırgan ve kötü idi.Đsterse Bossa karşı çıkar ve boss bile olabilirdi. Ağzından orospu sözü hiçdüşmez, her cümlenin sonunu, nokta koyar gibi orospu kelimesiyle bitirirdi.Abdiasın kollarını bağlayıp kamyona atma fikri de ondan çıkmış; cunta daoybirliğiyle kabul edip, yerine getirmişti. Yukarıda sözünü ettiğimiz Hamlet-Galkinin bu topluluktaki yeri en geride idi.Ayyaşlığı yüzünden sahneden pek erken ayrılmak zorunda kalmıştı, bulabildiğiküçük işleri yaparak geçiniyordu. Son olarak da kendini, hiç beklemediği amaderhal kabul ettiği bu kazançlı işte bulmuştu: Pek alaya aldığı, adını ve nerdengeldiğini bile bilmediği hayvan ölülerini kamyona doldurmak, birkaç gündeöbür işlerden bir ayda zor kazanabileceği kadar para kazanmak; üstelik bosstanbir kasa votka da cabadan! (Votkanın parasını aslında ortaklaşa ödüyorlardı). Sayfa 17
  • 18. Dişi Kurdun Rüyaları Grubun en zararsızı, en yumuşak başlısı, o bölgenin yerlisi olan, Mujunkumyakınlarında doğmuş, Uzukbay adında biriydi. Ona daha çok Yerli diye hitapederlerdi. En belirgin ve beğenilen özelliği, hiçbir şeyi izzetinefis meselesiyapmayışı, özsaygısının bulunmayışı idi. Ne denirse kabul eder, her teklifeuyar,bir şişe votka için Kuzey Kutbuna bile giderdi. Basit bir geçmişi vardı: Eskidentraktör sürücüsü imiş, ama içkiye kaptırmış kendini. Çok sarhoş olduğu bir gece,traktörü yolun tam ortasında bırakıp gitmiş. Hızlı gelen bir araba bu traktöreçarpmış ve arabanın sürücüsü hemen orada ölmüş. Bizim yerli iki yıl hapsemahkum olmuş. Cezasını çekerken, karısı, çocuklarını da alıp terketmiş onu.Hapisten sonra, sürücülük belgesi de alındığı için, işsiz kalmış. Bir mağazadahamallık yapıyor, her sandığı indirişte, binanın koridoruna geçip kafayıçekiyormuş. Boss onu o halde bulmuş, teklifini yapmış ve Uzukbay da hiçtereddüt etmeden takılmış peşine. Kaybedecek bir şeyi yokmuş zaten. Kandalov, işine yarayacak adamları bulmakta gerçekten becerikliydi. Bubakımdan onu hiç yanıltmayan bir sezgisi vardı. Mujunkum avı için oluşturduğubu yaman ekibin üyelerini de işte bu sezgi gücü ile seçmiş, toplamıştı. Burada, genel olarak kaderin akıl ermez bir akışı, özel olarak da herkesinayrıayrı kaderi ve olayları meydana getiren sayısız durumları üzerinde birazdüşünmek yerinde olacak. Çünkü Allah bu durumların sahibi ve hakimidir: EğerAbdias Papaz Okulunda başarılı olsaydı, Kiliseye hizmet ederek kendinigösterse ve rahipliğe terfi etseydi, Bossun onunla hiçbir meselesi olmayacaktı.Eski okul arkadaşları aynı yolu seçtikten sonra, daha akıllı davranmış, o birdiyakosun oğlu olmasına rağmen ondan daha iyi çalışmış, sebat göstermişlerdi.Böylece teolojiyi bitirip, diyanet mesleğinde adım adım yükselerek hak ettiklerimevkilere gelmişlerdi. Abdias da onlar gibi olsaydı (başlangıçta en parlaköğrencilerden biriydi ve öğretmen rahipler tarafından çok beğeniliyordu)Kandalovla hiç karşılaşmayacaktı. Bu sabık teğmen ise papazları samimi olarakçağdışı görüyordu ve hayatı boyunca, merak saiki ile de olsa, bir kiliseninkapısından içeri adımını atmamış. Tabii; olsaydı... bilseydi... gibi şartlarla, gelecekte olacakları kimseöncedenbilemez. Kaderi okumak mümkün değildir. Bu konuda en basit bir işçi için bileayrıntılı bir fiş dolduramayız. Şimdi yaptıkları iş de diğer işlerden farklıdeğildi.Hayvan ölüsü yerine patates toplamaya da gidebilirlerdi pekala. Aradaki farkpek büyük sayılmazdı. Yumru yerine avda öldürülen hayvanları topluyorlardışimdi. Eğer Boss garda rastladığı bu boşgezerin bir kaçık, bir akıl hastasıolduğunu bilseydi, şimdi ondan, az daha kuvvetini ve otoritesini hiçe indirecekolan bu tehlikeli kaçıkları zahmetsizce kurtulma yolunu aramak zorundakalmazdı. Çünkü Boss, amirlerinin özünde yeniden itibar kazanacağını daumuyordu. Beklenmedik ve saçma bir sebeple işlerin bu noktaya geleceğini kimbilebilirdi? Kandalovun düşünceleri daha çok içmek ve fitil gibi sarhoş olmakarzusu uyandırıyordu onda. Đçmek, çok hızlı yapabildiği bir şeydi: Önce yarımkadeh votkayı bir solukta içerdi, sonra bir daha ve bir daha, derken, her şeyikıpkızıl görmeye başlardı. Şuurunu kaybeder, kendini tutamazdı... Sonra, işinsonunu getirmek için, kalan bütün içkiyi içerdi... Ama şimdi bunu yapmayacesaret edemiyordu, sonu kötü olurdu çünkü... Ah bu Abdias! Ne işi vardı onun bu Allahın cezası yerde! Kader işte. Yinekader! Bütün olaylar bir araya geliyor kaderi tamamlamak için. Nice zamandanberi, çok uzak bir bölgede, bütün bu meseleler askıya alınmıştı... Dinde reform yapmak gibi aşırı isteğinden dolayı kapıdışı edildikten sonra,Abdias, Genç Komünistler adlı mahalli bir gazetede yazarlık yapmıştı. Papazokulunun bu eski öğrencisi halkın ilgisini çekecek, onları heyecanlandıracakmakaleler yazabilirdi. Eski bir din adamı olarak, din aleyhindeki propagandaları için ondançok iyi yararlanabilirlerdi. Abdias ise bu işi, gençlere hitap eden bir yayın Sayfa 18
  • 19. Dişi Kurdun Rüyalarıorganında dini meselelere temas etmek ve fikirlerini yaymak için bir fırsatsaymıştı. Aslında onun düşünceleri, didaktik propagandalardan, bölge basınınıkaplayan toplumu azarlayıcı yazılardan usanmış her yaşta okurun ilgisiniçekiyordu. Başlangıçta yöneticiler de, Abdias da karşılıklı çıkarlarına saygıgösterdiler. Ama, bu genç sapkının ard niyetini kendisinden başka kimseanlayamamıştı. O, yazı işlerinde gittikçe yerini kuvvetlendirmeyi, yenifikirleriniyayma fırsatı bulmayı umuyordu. Ona göre, modern dünyada Tanrı ve Đnsananlayışı günün en önemli ve heyecanlı konusu olacaktı. Böylece o, bazıideolojik uygunsuzlukların da yardımıyla ve ustaca ifadelerle, eski teolojinindogmaları ile çelişen kendi doktrinini ortaya çıkaracaktı. Abdiasın bu hayal ve umudu gülünçtü. Çünkü karşısında iki kuvvet,fethedemeyeceği iki büyük ve sağlam kale vardı. Bu kuvvetler de birbirleriyleuyuşmazlık içindeydiler: Bir yanda Kilisenin asırlık öğretileri bulunuyordu ki,bu kale, dinin saflığını her türlü sapmalara karşı kıskançlıkla koruyordu. Öteyanda ise, dini tamamen inkar eden bilimsel materyalizm ve ateizm kalesi vardı.Zavallı Abdias, iki değirmen taşının arasında kalmış gibi bu devlerin arasındaçırpınıyor, ama yine de ümidini yitirmiyordu. Er veya geç Đnsanların tarihigelişimiyle Tanrı anlayışının gelişmesi üzerine olan görüşlerini açıklamafırsatını kaderin ona vereceğine inanıyordu. Gittikçe artan insan potansiyelininyakında kritik bir aşamaya ulaşacağını ve o zaman insanların bu endüstri sonrasıçağda kendileriyle Yaradan arasındaki ilişkiyi yeniden tanımlamak gereğiniduyacaklarını düşünüyordu. Fikirleri henüz pek iyi açıklanamamıştı: Bu fikirlerşimdilik geçiş aşamasında ve tamamen polemik konusu durumundaydılar. Amadinin resmi muhafızları bu kadarcık şüpheyi bile bağışlamıyorlardı. Bağlıbulunduğu piskoposluğun yetkilileri de onu, fikirlerini inatla savund}ğu içinkovmuşlardı okuldan. Abdias dik alınlı, soluk yüzlüydü. Kendi neslinden olan birçok insan gibi o dasaç sakal bırakmıştı ve saçları omuzlarına kadar düşüyordu. Kara sakalı onugüzelleştirmiyordu ama, ağırbaşlılık veriyordu. Kara gözleri ışıl ışıl parlasa da, ruhen tatminsizlik içinde olduğunu da belliediyorlardı. Hiçbir zaman canlılığını yitirmeyen fikirleri onun için hemısdırap,hem de neşe ve umut kaynağı idi. Đyi niyetle yaklaştığı bütün insanlar devamlışekilde acı veriyorlardı ona... Genellikle kareli bir gömlek ya da süeterle jean türü bir pantolon giyerdi.Kışiçin de oldukça kötü durumda bir pantolon, bir de babasından miras kalan birkalpağı vardı. Mujunkuma da bu kıyafetle gelmişti. Eli kolu bağlı olarak kamyonda bulunması acı acı düşüncelere sokmuştu onu.O anda en dayanılmaz acısı da yalnızlığı idi. Doğulu bir şairin yarısınıunuttuğubazı sözlerini hatırladı: Kalabalığın içinde insan tektir, kendi kendine kalıncayapayalnızdır. Yine de acı ile, bir süreden beri aklından hiç çıkmayan birinsanıgetirdi gözlerinin önüne. Bu, dünyada ona en yakın insandı, çünkü artık onukendi varlığından ayıramıyordu. Şu güç saatlerde de ondan kopamazdı. Bütün duyuları ile uzanıyorduona. Telepati olayı gerçekten varsa, çok kritik bazı anlarda insanın sevdiğiile duyu ötesi bir güçle bağlantı kurması mümkün ise, onun sevdiği insan dabu gece bir felaketin geldiğini duyuyor, endişe ediyor olmalıydı. Aynı şairin eskiden ona inanılmaz gibi gelen paradoksal bir formülünü deşimdi çok iyi anlıyordu: Kalbi sevmek için yaratılmış olan, hiç aşık olmamalı.Ne saçma söz! Ama o bugün karanlıklar içinde sevdiğini düşünerek sessizcegözyaşı döküyor, keşki onu hiç tanımasaydım, bu kadar derin ama umutsuz biraşkla, ölürken insanın kendi canını sevmesi gibi sevmeseydim, diyordu. Öyle bir Sayfa 19
  • 20. Dişi Kurdun Rüyalarıaşkla sevmeseydi, şu anda böylesine şiddetli bir acı, böylesine kara bir sıkıntıçekmeyecek, dayanılmaz ve korkunç derecede anlamsız bir arzu ile, bir andabağlarını koparıp, bozkırda hiç durmadan, geceler boyu kilometrelerce yolalarak Calpak-Saza doğru koşmak istemeyecekti. Calpak-Saz, kıtalararasıdemiryolunun üzerinde, bozkır sınırında yitik bir istasyondu. Onun evceğizi deorada, hastahane binasına bitişikti. Eskiden olduğu gibi orada sadece bir saatkalabilmek için neler vermezdi... Abdias, bulunduğu durumdan kurtulamadığıiçin, belki de hiç ihtiyacı olmayan bu aşka neredeyse lanet okuyordu. Asyanınbu topraklarına o kadın yüzünden gelmemiş miydi? Mujunkumda eli kolubağlanmış, saldırıya, hakarete uğramamış mıydı? Ama bu düşünceler kalıcı değildi, gelip geçiyor, yüreğindeki ateşi daha dakörüklüyor, kavuşma ne kadar imkansız görünüyorsa, o da yalnızlığa karşı okadar metin olduğunu hissediyordu. Bununla beraber, boğucu sıkıntılar onaAllaha olan inancının ne kadar güçlü ve içten olduğunu da hissettiriyordu. YüceYaradanın insana dünyevi aşklar vererek, onun var olmasının en büyüksevincini de yarattığını keşfediyordu. Tanrının lutfu akıp giden zaman kadarsonsuzdu, çünkü her aşk ayrı ve tekti... Gözlerini dolunaya çevirerek: -Yüce Yaradana hamdolsun, diye mırıldandı, bir de kalbimizi aşka açanAllahın lutfunun ne büyük olduğunu anlayabilseydi bu ay... Birden kamyonun yanında ayak sesleri duyuldu. Biri, hıklıya hıklıya aracatırmanıyordu. Mişaş idi bu. Az sonra Kepanın da başını gördü. Đyice sarhoşoldukları anlaşılıyordu, çünkü keskin bir votka kokusu sarmıştı etrafı. -Dinlendiğin yeter, kalk bakalım orospu çocuğu, papaz bozuntusu, Bosskilimin olduğu yere gelmeni istiyor, sana nasıl davranacağını öğretecek! dediMişaş. Sayga cesetlerinin üzerinde aç kalmış bir ayı gibi yalpalayarakyürüyordu. Kepa da alaylı alaylı sırıtarak: -Kilimde oturacağını sanma ha, yere, kıçının üzerine oturacaksın, dedi. Mişaş, iki hıçkırık arasında boğuk bir sesle devam etti konuşmaya: -Bir de halı gerek ha! Orospu! Seni bunun için Sibiryaya sürmeli... Bizilaflatavlamak istediğin için... Evet, tavlamak istiyor orospu! Papaz olmakistemiyoruz diye mi?.: Yanlış adres seçtin orospu! -4- Abdias, Đnga Fedorovnaya birçok mektup yazmış, o da cevaplarını post-restanta yollamıştı: Çünkü Abdiasın belli bir yeri yoktu. Annesini kaybettiğizaman pek küçüktü. Hem dini hem de diğer konularda oldukça geniş kültürlü veçok iyi yürekli bir insan olan babası Kallistratov ise, olanca varlığı ve gücüilekendini iki evladının eğitimine adamıştı. Abdiastan üç yaş büyük olan ablasıbirpedagoji enstitüsüne girmek istemiş ve bu amaçla Leningrada gitmişti. Amasosyal durumu yüzünden enstitüye kabul edilmemişti. Din işlerinde çalışan birbabanın kızı olması, eğitimle ilgili her işi yasaklıyordu ona. Bir mühendisokuluna girmek zorunda kalmış, sonra endüstri desinatörü olarak bir iş bulmuş,sonunda Leningrada yerleşmiş ve burada evlenmişti. Abdias ise din adamıolmak istemişti. Asıl arzusu bu idi. Barbaranın karşılaştığı durumu dikkatealanbabası da aynı şeyi istemişti Abdias için. Oğlu papaz okuluna girince çoksevindi, gurur duydu. Hayalinin gerçekleşmekte olduğunu düşünerek mutluoldu. Tanrı dualarını kabul etmişti. Oğlunun eğitimi için harcadığı emekler boşagitmeyecekti. Sayfa 20
  • 21. Dişi Kurdun Rüyaları Ama, diyakos, oğlunu papaz okuluna soktuktan az sonra öldü. Belki, ölmesiiyi bir şanstı. Çünkü kendini, yerküre gibi ebedi olarak insanlara şaşmaz vedeğişmez şekilde verilmiş o iman gücünün ve gerçeklerinin araştırmasınaverdiği bir sırada, oğlunun kafasında gelişen şeytanca düşüncelere, onun mezhepsapkınlığı içinde mahvolup gitmesine herhalde dayanamazdı. Abdias gazetede bir iş bulunca, kendini bildi bileli babasıyla birlikteoturdukları diyakosluğa ait küçük daire, yeni atanan bir papaza verildi veAbdiastan bu daireyi bir an önce boşaltması istendi. Çünkü artık onun kiliseileen küçük bir ilişkisi kalmamıştı. Abdias ablasına bir mektup yazdı, ondan hatıra olarak saklamak istediği birşeyvarsa gelip almasını istedi. Saklanacak gibi şeyler daha çok aileye ait ikonalarvebazı eski tablolardı. Bunları Barbara aldı. Abdias ise babasının kütüphanesini tercih etti.Bu, iki kardeşin son buluşmaları oldu. Çünkü kader onları ayırmıştı ve artık hiçgörüşemeyeceklerdi. Ama araları iyiydi. Herkes kendi yolunda gidiyordu veAbdias da o zamandan beri özel mülklerde kira ile oturuyordu. Önceleri birkaçodalı ev tutmuş, sonra, parasızlık yüzünden, birçok kişinin bir odada yattığıyerlerde kalmaya başlamıştı. Yazdığı mektuplarda adres bildirmeyişi, post-restantlara yazılmasınıisteyişi işte bundandı. Orta-Asyaya, beyaz zehir kaçakçılarıyla ilgili birröportajyapmak üzere işte o dönemde gitmişti. Kendisinden çıkmıştı bu fikir:Mujunkum ve Çuısk bozkırlarında yetişen ve Avrupa gençleri arasındakullanımı gittikçe artan haşhaş kaçakçılığının hangi yollardan yapıldığınıaraştırmak ve yazmak istiyordu. Bu haşhaş, onun benzeri olan marihuana gibi,yaban kenevirinden başka bir şey değildi. Yaprakları, özellikle de çiçekleri vepolenleri, insana tuhaf hayaller gösteren bir güce sahipti. Onu içen önceneşelenir, hayali bir mutluluk duyar, sonra, dozunu arttırdığı ölçüde birdermansızlık hisseder, daha sonra da saldırgan olur, çevresi için tehlikeliolabilecek çılgınlıklar yapar... Abdias Kallistratov Gezi Notları başlığı ile gezisini anlatmıştı. Bu notlarınarasında bir kurt ailesiyle karşılaştığını, heyecan ve korku dolu anlaryaşadığınıda yazmıştı. Başından geçen bu olayın onu allak bullak ettiği anlaşılıyordu.Fakat, önceleri yazıişleri tarafından heyecanla karşılanan röportajı daha sonraertelenmiş ve sonunda askıya alınıp unutulmuştu. Kaderin karşısına çıkardığı Đnga onun için dünyanın en değerli, en sevgiliinsanıydı. Varlığını devam ettirmek için gerekli gücü veren, onun dertlerinipaylaşan tek kişiydi. Ona yazdığı mektuplarda başarısızlıklarını, endişelerini,her şeyi anlatıyordu. Az sonra, bu genç kadınla mektuplaşmasının hayatının enönemli işi, belki de var oluşunun gerçek sebebi olduğunu anlamıştı. Bir daha mektubu gönderdikten sonra yazdığı konularda düşünmeye devameder, kendi kendine bir çeşit yorum yapardı. Uzaktan bağlantı kurmanın tuhafbir şekliydi bu: Düşünceleri, acı çeken ruhundan, zaman ve uzay içinden sürekliolarak yayılan ışınlardı sanki. ... Son mektubunun ilk kelimeleri üzerinde uzun uzun düşündüm: Baba, Oğulve Kutsal Ruh adı ile cümlesi, belki sizi şaşırtmıştır. Ben, bu sözlerin çokönemtaşıdığı bir geleneğe göre yetiştim. Bu sözler benim için bir ruh diapazonugibidir. Bir murakabeye dalabilmek için her ciddi konuşmaya bu sözlerlebaşlamak benim için bir alışkanlık oldu. Benim kilise ile ilgili geçmişimi vepapaz okulundaki maceramı bir kere daha hatırlatması pahasına da olsa, bukuraldan vazgeçmek istemedim. Size karşı beslediğim duygular, bana özgü bazı hususları saklamaktan benimenediyor. Benim hakkımda bilmediğiniz hiçbir nokta kalmasın istiyorum. Sayfa 21
  • 22. Dişi Kurdun RüyalarıBeni çok meşgul eden bir başka şey daha var... Mektuplarımda siz diyehitap ediyorum, oysa birbirimizden ayrılırken senli benli konuşmayabaşlamıştık. lsrarla beni affetmenizi istiyorum, sizden ayrılalı pek az bir zaman geçmesinerağmen bana bir şeyler oldu. Biraz kaprisli, biraz değişken olan her insan,davranışları için mazeret bulur. Bu da basit bir gözlem. Uzaktan siz diye hitapederek yazmama izin verin. Siz diye hitap etmek benim için gerçekten dahakolay oluyor. Tekrar görüşmemiz nasip olacaksa, ki benim en değerli, en gizlihayallerimin kaynağı budur (bu hayaller benim çocuklarım gibidir. Onlarıbesliyor, beşiklerini sallıyorum, bundan asla vazgeçmiyorum. Onları hayalen bukadar çok seviyorsak, gerçek çocukları kimbilir nasıl çok seveceğimizi ve bununne büyük bir mutluluk olacağını da düşünüyorum) ve böyle hayal ettiğimzamanlar, ruhum yavaş yavaş, sonsuz derecede özlenen, o sınırsız ilahi güzelliğedoğru yükseliyor ve kendimde olmadan hiçliğin, yokluğun tehdidine karşıkoyacak gücü bulabiliyorum. Belki aşk ölümün antitezi olduğu içindir bu; bizim için doğuş esrarınıizleyen hayatın esasını oluşturan bir andır. Bütün bu düşünceler bende, tekrarbuluşmamız için bir yakarışa dönüşüyor. Eğer duam kabul olursa, sizi hiçsıkıntıya sokmamaya ve yine sen diye hitap etmeye söz veriyorum... Ama şimdio kadar çok söyleyeceklerim var ki... Hatırlarsınız Đnga Fedorovna, seyahatimle ilgili yazılarım yayınlanıryayınlanmaz size gönderecektim, bu hususta anlaşmıştık. Bu genç haşhaşkaçakçıları hakkında öğrendiklerimden pek emin değilim. Modern dünyamızınkarşılaştığı bu acıklı uyuşturucu meselesini çeşitli yönleriyle ele alanyazılarımınyakın bir gelecekte yayınlanacağından da emin değilim. Modern dünya diyorum,çünkü, yaban keneviri bilinmeyecek kadar eski zamanlardan beri bozkırdayetişiyor ama onbeş yıl öncesine kadar, yerli halkın dediğine göre, bu pisbitkiyi,uyuşturucu kullananların deyimi ile bu otu, ne içmek için, ne de başka biramaçla toplayan hiç yoktu (Bunu size hatırlatmam tamamen yersiz, çünkü siz bualanda uzmansınız, ama beni bağışlayın Đnga Fedorovna, başladığıma görebitirmeliyim ve özellikle de size anlatmalıyım, böylece bu seferim bir işeyaramamış olur). Evet, bu hastalık çok yenidir ve bunda Batının etkisi çokbüyük olmuştur: Şimdi bana, sözde uzman yetkililere sunmak için basit bir rapor yazmamı teklifediyorlar. Gerçekten akıl almaz bir şey! Budalaca bir sansürden başka anlamıyok bunun. Yersiz bir endişe bu. Onlara göre, uyuşturucunun gençlerimizi kırıpgeçirmesinin açıklanması prestijimize indirilen bir darbe olacakmış. Çok gülünç, isyan ettirici bir iddia bu! Tam devekuşu politikası dediklerişey! Bu kadar pahalıya, böylesine büyük bir bedele mal olacak o sözdeprestijin ne yararı olacak? Bu satırları okurken, hoşgörülü gülümsemenizi görür gibi oluyorum. Evet, safyürekli öfkelenmem karşısında, kaşlarınızı çatmıyorsanız, mutlakagülüyorsunuzdur. Kaşlarınızı çattığınız zaman da çok sevimli oluyorsunuz. Suratastığınız zaman yüzünüz daha da saflaşıyor ve ilahi sırrı anlamaya çalışan gençbir rahibe gibi ilham dolup nurlanıyor. Çünkü Đsanın gelinlerindeki bütün bugüzellik, onu canlandıran, hareket ettiren ruhun nefesindedir. Bu sözleri yükseksesle, özellikle de başka insanların yanında söyleseydim, aşırı bir iltifatsayarlardı. Ama, daha önce de yazdığım gibi, ben sizinle, nasıl düşünüyor veduyuyorsam öyle konuşuyorum, hiçbir şeyi abartmaya ya da küçültmeye gerekgörmüyorum. Endişeli olduğunuz zaman yüz hatlarınız bana bir Rönesansmadonnasını hatırlatır. Bende böyle bir çağrışım yapmasını, benim sanat ya daartistik bilgimin kıtlığına verin. Her ne ise, umarım benim gönüller dolususamimiyetime inanıyorsunuzdur... Zaten aramızda her şey böyle başladı: Siz bana daha ilk konuşmamda inandınızve o gün benim hayatımda yeni bir dönemin başlangıcı oldu... Sayfa 22
  • 23. Dişi Kurdun Rüyaları Bugün, röportajımla ilgili haberleri öğrenmek için gazeteye döndüm: Değişenhiçbir şey yok, yakında yayınlanacağına dair en ufak bir ümit ışığı yok, öncebüyük hayranlıkla kabul edilen gezi notlarımın şimdi hiç kimseyi niçinilgilendirmediğini az çok mantıklı bir şekilde anlatan da yok. Oysa beni necoşkuyla, ne vaadlerle karşılamışlardı! Yazıişleri müdürü vebadan kaçar gibikaçıyor benden. Telefonla konuşmak da imkansız. Sekreterinin dediğine göre,bir anlık boş zamanı yokmuş. Toplantıda, konferansta ya da sekreterinüstünü basa basa söylediğine göre üstleriyle görüşmelerde bulunuyor herzaman. Şimdi yine çok iyi bildiğim caddeleri arşınlıyorum, doğup büyüdüğüm şehirdebir yabancı gibi hissediyorum kendimi. Sanki ben burada doğmadım, buradabüyümedim. Ruhum öylesine boş ve soğuk! Eski arkadaşlarımdan bazıları banaselam bile vermiyorlar: Onlar için ben sabık bir kudas, bir sapkın, papazokulundan kovulmuş bir papaz eskisiyim. Yalnız, kalbimi ısıtan tek şey,kafamdan çıkmayan, beni terketmeyen tek bir düşünce var: O kadınlayazışmalarım. Yürürken ona ne yapacağımı, onu neyin ilgilendireceğini,düşüncelerimi onunla paylaşmak için gelecek mektubumda nelersöyleyebileceğimi düşünüyorum hep. Bir gün, varoluş sebebimi, bir kadınıdüşünmek ve ona ateşli mektuplar yazmak şeklinde özetleyeceğime hiçinanmazdım. Onunla ilk karşılaştığım bu yerde yeniden buluşma fırsatınıbekliyor, sabırsızlanıyor ve bunu düşünmekten başka bir şey yapamıyorum.Benden başkaları da şüphesiz böyle anları yaşamış, aşk onlara hayatlarının asılamacı, tek sevinç kaynağı olarak görünmüştür. Ben onlardan farklı olarakölünceye kadar hep seveceğim ve bu sevgide ben, varlığımın en yüce anlarınıbulmak, görmek istiyorum... Röportajımı yaz başlarında yazdım, ama şimdi bulvardaki ağaçlar yapraklarınıdökmeye başladılar bile. Gazetede projemi önce çok iyi karşılamışlardı, bir anönce gitmem için tahrik etmişlerdi beni, ama röportajı yazdıktan sonra, böylebirden bire sönüverecekleri hiç aklıma gelmezdi. Onların yayın organlarısadece iyi haberler vermelidir şeklindeki zırva prensibine ve bunun ne işeyarayacağına hiç aklım ermiyor. O zamanlar beni asıl düşündüren o meçhul diyarlara yapacağım yolculuktu.Benim gibi mütevazı bir taşralı için çok çekici olan bu yerlere nihayetgidebilecektim. Fikirlerim de orijinaldi, basit bir gözlemci olarakgitmeyecektimoraya. Kaçakçıların arasına sızacak ve onlardan biri gibi görünecektim. Gerçiben o genç satıcı ve müşterilerin çoğundan biraz daha yaşlıydım ama, aradakifark şüphe uyandıracak kadar değildi. Yazıişlerindeki arkadaşlarım da eski jeanpantalonum ve yine eskimiş spor ayakkabılarımla tıpkı onlardan biriymiş gibigörüneceğimi söylemişlerdi. Yalnız sakalımı tıraş etmeliydim. Ben de bu tavsiyeye uydum ve hareketimden az önce tıraş oldum. Hafızamagüvenerek, notlarımı yazacak kağıt bile almadım yanıma. Giriştiğim bu iştebaşarılı olmak hayali bir önem taşıyordu: Bu çevreye bizzat girmeli, bu çocukların gerçek kimliklerini, onları bu yolaiten kolay para kazanma dışındaki gerçek sebeplerin neler olduğunuöğrenmeliydim. Bu konudaki sosyal, ailevi ve özellikle psikolojik faktörlerinhepsini anlamalıydım. Bu faktörler varsa, olayları içinden görüp yaşayarakincelemek gerekiyordu. Mayıs ayında bütün hazırlıklar bitti. Kenevir tam bu ayda çiçeklenmeye başlarve kaçakçılar da bunları toplamak için Asya bozkırlarına akın ederler. Küçükşehrimizin lisesinde tarih öğretmeni olan bir arkadaşım, Viktor NikiforoviçGorodetski, bana gerekli olan bilgileri temin etmişti. Nikiforoviç ablamın eskiarkadaşlarından biridir ve oldukça gençtir. Başbaşa sohbetlerimizde bana PapazAbdias diye hitap ederek takılırdı. Onun yeğeni olan Paşa bir uyuşturucu olayınakarışmıştı. Bu facia ortaya çıktığı güne kadar, ailesi, dayısı ve herhangi birkimse hiç şüphelenmemiş ondan. Nikiforoviç, güzel bir gün, izin alıp Riazana gitmişti. Dedesi orada oturduğuiçin hep giderdi Riazana. Hareketinden beş gün sonra, Nikiforoviçe bir telgraf Sayfa 23
  • 24. Dişi Kurdun Rüyalarıgeldi. Kazakistanın uzak bir istasyonundan, Caslıbekov (Caslıbey Oğlu) adındabiri tarafından gönderilmişti telgraf. Mahalli mahkemede sorgu yargıcı olanCaslıbekovun Nikiforoviçe bildirdiğine göre ablasının oğlu Paşa bir trendeuyuşturucu madde ile yakalanmıştı. Viktor, yargıcın neden Paşanın babasına değil de kendisine başvurduğunuhemen anladı. Paşa babasından çok korkuyordu. Çok kaba ve sert bir adamdıbabası. Telgrafı alır almaz Alma-Ataya giden ilk uçağa atladı, sonra da trenlebir gündüz ve bir gece yol alarak, çağrıldığı yere ulaştı. Paşa, bitkin, çaresizveumutsuzdu. Bu durumlarda uygulanan usule göre davası hemen görülecek ve enaz üç yıl gençlere ait çalışma kampında ve sıkı bir gözetim altında kalmayamahkum edilecekti. Delikanlı tam suçüstü yakalanmıştı ve mahkumiyet kesingörünüyordu. Nikiforoviç dili döndüğü kadar yasaların pek açık olduğunu,cezadan kurtulmasının imkansız olduğunu anlatmaya çalışmış ona. Ayrıcamahkeme huzurunda çok saygılı davranmasını, anne ve babasına olayıkendisinin anlatacağını, ara sıra kampa onu görmeye gideceğini de söylemiş. Bugörüşme Caslıbekovun huzurunda yapılmış. Caslıbekov, bu görüşmeden sonrabirden kararını açıklamış: -Bakın Viktor Nikiforoviç, demiş, sorumluluğu üzerinize alır, yeğeninizin buişlere bir daha bulaşmayacağına dair söz verirseniz, onun sizinle gitmesine izinveririm. Nedendir bilmiyorum ama, sizin onu doğru yola sokacağınızainanıyorum. Bununla beraber, bir gün yine haşhaşla yakalanırsa, bir sabıkalıolarak yargılanacaktır. Karar sizin. Nikiforoviç böyle bir teklife çok sevinmiş ve Paşanın sorumluluğunu üzerinealmıştı. Hele yargıç aşağıdaki konuşmayı yapınca ona nasıl teşekkür edeceğinibilememişti: -Bize yardım ederseniz çok memnun olacağım Viktor Nikiforoviç. Bir eğitimci olarak basında bir kampanya başlatırsanız, herhalde etkiliolur. Biz bu tür suçlarla ancak suç işlendikten sonra ya da işlenirkenuğraşabiliyoruz. Ama bu çocukları suça iten, onların kötü kişilerle, hatta gözüdönmüş canilerle böyle bir maceraya atılmalarının asıl sebebini anlayamıyoruz.Ama yine de onları yargılamak ve mahkum etmek zorundayız. Sizin ve diğerbazılarının telgrafım üzerine hemen harekete geçmeniz gerçekten bir şanstır.Ailelerin gelmesi işimizi çok kolaylaştırıyor. Ama bazıları, hatta büyükçoğunluk, kalkıp gelmek zahmetine katlanmıyorlar. Bu yüzden de onbeş yaşındaçocuklar, çalışma kamplarında, zor şartlar altında bulunuyor. O kamplarda neoluyor? Ne öğreniyorlar? Oradan çıktıkları zaman gönülleri kırık oluyor vehayatları boyunca öyle kalıyorlar. Çok iyi anlarsınız ki, hapsetmek çaredeğildir,hapishaneler hiç bir yere götürmez. Bunları görmek insanın içini karartıyor;inanır mısınız ki yalnız geçen sene bu gençlerden yüz kadarını, bizim yargısınırlarımız içinde kalan demiryolunun bir bölümünde tutuklayıp yargıladık.Yakalayamadıklarımız da kimbilir kaç tanedir? Durmadan çoğalıyorlar,Arkhangelskten Kamçalka yarımadasına kadar her taraftan geliyorlar. Öyleçoklar ki... Ama, herkesi mahkum edemeyiz ya. Sistemleri pek mükemmel vekılavuzları da var. Kılavuzların bazıları buralı. Onları kenevirlerin bulunduğu yerlere kadar götürüyorlar. Tabii kılavuzları dayargılamak zorundayız. Bir de trenleri durdurmaları var! Marşandiz katarlarınıbozkırın ortasında durduruyorlar. Yolcu trenlerine binseler hemen yakalanırlarçünkü. Tuhaf bir madde, bir karışım bulmuşlar, barut gibi bir şey. Bunu raylarınüzerine döküyorlar. Lokomotifin ışığı bu tozun üzerinde vurunca, yangın varmışgibi alev alev parlıyor. Bunu gören kondüktör de bozkırda yangın çıktığınısanıyor. Gerçekten de bu bölgede sık sık yangın çıkar. Tabii hemen trenidurduruyor ve inip bakıyor. Bu sırada, yol boyunca gizlenmiş kaçakçılar, uyuşturucu dolu çantalarıylavagonlara tırmanıyorlar. Yük katarı çok uzundur, bazen bir kilometre boyundaolur. Onun için her vagonu gözetlemek mümkün değildir. Vagonlara giren Sayfa 24
  • 25. Dişi Kurdun Rüyalarıçocuklar rahatça oraya yerleşiyor ve merkez istasyonlarından birine kadargidiyorlar. Orada inip tren bileti alıyorlar. Yolcular o kadar kalabalık kiaralarında kaybolup gidersiniz! Birkaç yıldan beri polis, uyuşturucuyu meydanaçıkarmak için eğitilmiş köpekleri kullanıyor. Sizin yeğeniniz de bu köpeklersayesinde yakalandı... Viktor Nikiforoviç sorgu hakiminden daha birçok bilgiler almış, bunları banaaktarmıştı. Arkadaşımla bu konuda konuşmamızdan önce doğrusu ben kendimiiyice hazırlanmış sanıyordum. Uzun zamandan beri, çağdaşlarımın kalplerine vekafalarına ulaşabilmek için yeni yollar aramıştım. Kendimi toplumun hizmetinevermek istiyordum. Böyle demekle, bunu bir ilahi takdir gibi görmekle, belkibiraz kendini beğenmiş oluyordum ama, bu isteğimde samimi idim. Sanırımbunda geçmişimin de etkisi vardı. Bazı yazılarımda, genel deyimleri kullanarak da olsa, konuya yaklaşmafırsatını bulmuş, gençler arasında alkolizmin yaygınlaşması meselesineeğilmiştim. Batıdaki acı gerçekleri ortaya koyarak uyuşturucunun zararlarıkonusunda da bazı yazılar yazmıştım. Ama yazdıklarım hep ikinci elden aldığımbilgilere dayanıyordu. Meseleyi daha somut, daha inandırıcı bir şekilde elealmak, sonunda kendi düşüncelerimi, herkesin bildiği ama birçoklarının dabatıllaşmış bir inançla gizlemeye çalıştığı, gençler ve özellikle yeni yetmelerarasındaki uyuşturucu belasını ciddi olarak ortaya çıkarmak istiyordum. Uyuşturucunun kişiliği allak bullak etmesinden sadistçe cinayetleresürüklemesine kadar her şeyi anlatacaktım. Ama bunun için verilere ihtiyacımvardı ve bunu içinde yaşayarak öğrenecektim. Đşte, Viktor Nikiforoviç o bela ile yüzyüze geldikten sonra bana endişelerini,genel bir umursamazlık ve çaresizlik karşısında üzüntülerini, o günlerdeanlatmıştı. Paşayı o çevreden çekip almak, onu uyuşturucu satanarkadaşlarından tamamen ayırmak için, ailesi göç etmek zorunda kalmıştı.Kendi büyük dairelerini, uzak bir şehirdeki daha küçük bir daire iledeğiştirmişlerdi. Viktor buna da çok üzülmüştü. Bu büyük seyahati yapmaya onun bu hikayesini dinledikten sonrakarar verdim. Moskovaya öğleden sonra geldim. Oradan trenle yaban kenevirlerinin yetiştiğibölgelere gidecektim. Kendilerine kolgezer diyen gruplar Kazan garındatoplanıyorlardı. Daha sonra da öğreneceğim gibi pek çok ve değişik şehirlerdengeliyorlardı bunlar: Kuzeyden, Baltık ülkelerinden. Büyük bir bölümüArkhangelsk veya Klaipedadan idiler. Herhalde oralarda haşhaşı dış ülkeleregiden gemicilere satmak daha kolaydı. Kaçakçılarla temas kurabilmek için önce, bu muazzam garda 87 numaralıhamalı bulacak, ona Paşanın eski arkadaşlarından birinin adını verecektim.Adını bir yere yazmıştım bu adamın. Hamalın gişe personelinden görüştüğükimseler vardı ve kenevir ya da haşhaş toplamaya gidenlere yardım ediyordu.Tabii karşılığında para da alıyordu. Bütün bu işlerin nasıl organize edildiğini hemen anlayamazdım. Herhaldeoperasyonun iplerini gizlice ellerinde tutan biri vardı. Kolgezerlerebileti Ütü temin ediyor ve onlar da hepsi aynı trene ama tercihen ayrı vagonlarabiniyorlardı. Daha geniş bilgi topladıktan sonra öğrendim ki bunların mutlakauydukları ilk kural birbirlerini ihbar etmemek, adlarını vermemek, dolayısıyladahalk arasında mümkün olduğu kadar az konuşmaktı. Ben trenden Yaroslav garında inmiş ve az sonra kendimi çok iyi bildiğimmeydanda bulmuştum. Başkentin üç büyük garı bu meydana açılır. Herseyahatimde bu meydandan geçerim. Moskova her zaman kalabalıktır, amaburadaki kalabalık özellikle garların içinde ve metroda korkunçtur: Her taraftansarılır, itilir, adeta ezilirsiniz. Kendinize bir yol açmak çok zordur. Her an,gelen ve gidenlerin oluşturduğu sel sizi rastgele bir yöne iter. Buna rağmenMoskovayı severim, şehrin daha az kalabalık olan merkezinde dolaşmaktan, Sayfa 25
  • 26. Dişi Kurdun Rüyalarısahafları ziyaret etmekten, afişlere bakmaktan, vakit bulursam Tretiakovgalerisine ya da Puşkin Müzesine gitmekten hoşlanırım. Đnsan seli beni gideceğim yere doğru iterken, başkente daha önce gelişlerimdene mutlu bir insan olduğumu ama bunu o zamanlar anlayamadığımı düşündüm.O zamanlar canımın istediği tarafa gider, keyfimce dolaşır, hiçbir endişemolmadan, kimse tarafından rahatsız edilmeden gezer dururdum. Bugün ise,karınca yuvası gibi kaynayan bu muazzam Kazan garında, o meşhur 87 numaralıhamalı bir an önce bulmam gerekiyordu. Bu hamallar, daha doğrusu şaryolarlaeşya taşıyıcılar ne kadar da çoktu. Benimkinin numarası 87 olduğuna göre enaz yüz kişiydiler. Bu kalabalıkta Ütüyü bulmam imkansız gibi görünüyordu. Ama yarım saatkadar bütün şaryo duraklarını dolaştıktan sonra onu başkent treninin yanındabuldum. Bir yolcunun eşyalarını vagona çıkarıyordu. Valizleri, karton kutularıtaşırken kontrolörlere laf atmaktan, onlarla şakalaşmaktan geri kalmıyordu.Garlarda çok bilinen şu şakasını duydum: Param varsa Kazan trenine binerim,param yoksa yaya olarak Çeşmaya giderim. Biraz uzağında durdum. Nihayet yolcular kompartımanlarına yerleştiler, akrabave dostlar pencere önlerine toplandı. Hamal soluyarak trenden indi ve o sıradaelindeki bahşişi cebine aktardı. Kızıl saçlı, uzun boylu, kurnaz bakışlıbiriydi.Yanına sokuldum. Alışkanlıkla az daha özür dileyerek ve siz diye hitapederek büyük bir gaf yapacaktım, bereket versin hemen uyandım: -Merhaba Ütü, nasılsın? dedim olabildiği kadar tabii bir tonla. -Yuvarlanıyoruz, dedi, büyük bir bey olabilmek için bir arabası olmak yeterdiyorlar Polonya da. Beni eskiden beri tanıyormuş gibi neşe ile, cevap vermişti. -Sen de bir bey sayılırsın, dedim şaryosunu kastederek. -Ne yani! biz de biliriz mangırın nereden geldiğini. Ne istiyorsun? Taşınacakeşyan mı var? Derdin bu ise kolay. -Taşıma işimi kendim yaparım, dedim şakacı bir tonla, buraya iş için geldimben. -Anlat bakalım nasıl bir işmiş? -Burada olmaz, daha sakin bir yere gidelim. Perona çıktık. Bu sırada tren hareket etmiş, uzun pencereler dizisi halindegeçiyordu yanımızdan. Pencerelerin gerisine insanlar yığılmıştı. Aynı andayandaki perona başka bir katar giriyordu. Birçoğu da bekliyor ve bunlarınetrafını telaşlı bir kalabalık doldurmuş bulunuyordu. Başımızın üzerindekihoparlörlerden de her dakika gelen ve giden trenler anons edilmekteydi.Ütü şaryosunu tenha bir yere çekti ve çevreye ihdiyatlı bir göz attı. O zamanonaPaşanın, asıl adı Đgor olan ama kaçakçılar tarafından Mors lakabıyla anılanarkadaşının selamını söyledim. -Yaa, Mors nasıl? dedi Ütü. -Hapı yuttu, dedim, ülseri var ve midesi yok sayılır artık. -Söylemiştim ona böyle olacağını! dedi hamal. Eliyle kafasına vurmuş,üzüldüğünü belirten bir tonla konuşmuştu, ama tahmininde yanılmadığı içinövünen ince bir belirti de vardı sesinde. Devam etti: Ona söylemiştim, aptallıketme, sonu fena olur, demiştim. Her zaman bir ekstra alırdı, tabii ipin ucunukaçırıyordu! Morsa acımış gibi -bir tavır takındım. Doğrusunu söylemek gerekirseekstranın ne olduğuna dair hiçbir fikrim yoktu. Votka mıydı ya da ona benzerbaşka bir zehir mi bilmiyordum. Sayfa 26
  • 27. Dişi Kurdun Rüyaları Tanrıya şükür, bunun ne olduğunu ona sormak gafletinde bulunmadım.Daha sonra öğrendiğime göre, ekstra, kenevir poleninden çıkarılan bir maddeimiş, uyuşturucular ona macun ya da kil diyorlarmış. Bundan ViktorNikiforoviç de söz etmişti. Bu kilden elde edilen ekstra, haşhaş pazarında ençokaranan madde imiş, çünkü etkisi afyonun etkisine benziyormuş. Kimyalaboratuarlarında ekstra toz haline getiriliyor, sonra eroin gibi vücuda şırıngaediliyormuş. Bu maddeyi son şekliyle elde edemeyen Mors gibi küçük satıcılaronu (ekstrayı) somurarak, çiğneyerek, votka ile yutarak ya da ekmek dilimininüzerine sürerek alırlarmış. Buna da Gözde şimşekler çaktıran diyorlarmış.En ucuzu ve en basiti doğrudan doğruya ya da biraz tütüne karıştırarak keneviriçmekti. Çok içilince, dumanın etkisi daha uçucu olsa da Gözde şimşek çaktırankadar etkili olurmuş. Bütün bu ayrıntıları ve daha birçoklarını Salkın-Göle yaptığımseyahatte öğrendim. Kolgezerlerin dilinde bu kelime, kenevirin yetiştiğiyer anlamına gelir. Bunu bilmediğim için az daha yine açık verecektim. -Pek ala ahbap, sen de mi Salkın-Göle (Moğolistanın doğusunda akanbir nehirdir.) gideceksin? dedi. Ütü, pek önem vermiyor gibi görünerek.Đlk anda ne cevap vereceğimi bilemedim. Sonra tahmin yürüterek verdimcevabımı: -Şey... bir bakıma evet... oraya gideceğim. -Đyi... dinle öyleyse: Bilet meselesini dert etme, ben hallederim. Sonrası dönüşünde, otu getirdiğin zaman halledilir: Zaten o zaman benkarışmam, o iş Dogun... Tabii ben, dönüşümde güvenmem gereken kişi olan Dogu da tanımıyordum.Zaten onunla hiç görüşmeyecektim. Hamal bana hareketin ancak bir gün sonraolacağını bildirdi. Çünkü kolgezerlerin hepsi henüz toplanmamıştı. Đçlerindenikisi Murmansktan gece treni ile, nereli olduğunu bilmediğim üçüncüsü desabahleyin gelecekmiş. Bu gecikme beni hiç rahatsız etmedi. Moskovada birgün geçirmek hiçbir zaman fena olmazdı. Ertesi gün tam vaktinde garda buluşmak üzere ayrıldık (Aslında benim geçkalmam imkansızdı, çünkü bütün geceyi garda geçirmeye mecburdum). Bir sırtçantam ve topladığım otları koyacak naylon torbalarım olup olmadığını sordubana (Küçük valizimin içine gerekli her şeyi koymuştum). Polenleri koymakiçin küçük bir plastik kutu ya da kavanoz almamı da tavsiye etti: -Az bir gayretle birkaç gram kil getirebilirsin, hiç fena bir iş olmaz. Benonlarahiç gitmedim, ama gidenler anlattı. Lekka adında bir çocuk tanırım, ikimevsimde bir araba satın alacak kadar para kazandı. Şimdi önemli bir kişiymişgibi bütün Moskovayı arabayla dolaşıyor: Bunun için en çok on gün çalıştı... Bundan sonra birbirimizden ayrıldık. Ben de hafif çantamı emanete bırakarakgezintiye çıktım. Moskovada yaz öncesi günler en güzel günlerdir. Sonbaharınbaşında, havanın berrak olduğu, altın yaprakların gelip geçenin gözlerinde bileyansıdığı günler de fena değildir. Ama ben en çok ilkbaharın son günleriniseverim: O dönemde hep aydınlık olan sokaklarda, alaca akşam karanlığının tanağarıncaya kadar devam ettiği, şehri ve gökyüzünü aydınlattığı zamanlarda,gezip dolaşmak ne güzeldir. Bir an önce açık havaya çıkmak istiyordum, ama hatırladım ki şehrinmerkezine gitmek için en kestirme ve basit yol yine metroya binmekti. Tekrarkalabalığın arasına karışmak zorunda kaldım. Yer altında, şükürler olsun kihenüz büyük kalabalık yoktu, ard arda gelen karanlık ve ışıklı yerlerden geçereksüratle gideceğim yere ulaştım. Sverdlov Meydanında, çok sevdiğim o küçük parka da uğradım. Burasıçimenlerle ve çiçek adacıklarıyla doludur. Çevresinde her yöne gelip gidenler ve Sayfa 27
  • 28. Dişi Kurdun Rüyalarısıra sıra binalar vardır. Sonra, gayri ihtiyari, yayalar dalgasına kapıldım.Manejedoğru yürüyordum. Burada bir sergi bulacağımı ümid ediyordum ama salonkapalıydı. Eski üniversitenin ve Paşkovun evi önünden geçip, Puşkin Müzesiyönünde Volkhonkaya kadar yürüdüm. Meydandan ayrıldıktan sonra,Kremlinin tuğla duvarlarının dağ sırası gibi hakim olduğu şehrin bu bölümünde,tuhaf bir şekilde kendimi mutlu, huzurlu hissediyordum. Belki sokakların henüzsakin olmasından idi bu. Ne olaylara tanık oldu bu duvarlar ve daha nelere tanıkolacaklar diyordum kendi kendime. Sakalımı kestiğimi unutarak, gayri ihtiyaribirçok defa çenemi okşadım. Moskovada bulunuşumun gerçek sebebi aklımdan çıkmıştı vebirden bire Kazan garının ortasına yuvalanmış o rahatsız edicişeyi düşünmekten vazgeçtim. Hayır, kader boş bir kelime değildir: Đyi olsun, kötü olsun, bütün olayları obelirler. Beni de sokağın köşesinde umulmadık bir şans bekliyordu. Müzeyedoğru yürüyor, orada bazı yenilikler göreceğimi umuyordum. Yeni şeyler yoksabile, eski izlenimlerimi tazelemek için aşina olduğum salonlarını bir defa dahaziyaret etmiş olurdum. Đşte bu sırada, müzenin parmaklıkları dibinde önümeçıkan bir çift beni durdurdu: -Hey, bakar mısın, bilet almak istemez miydin? dedi çocuk. Çocuğun ayağında yeni ve portakal renkli bir çift ayakkabı vardıve görünüşe göre ona çok küçük geliyordu. Onun ve arkadaşının yüzündebüyük bir sabırsızlık ve bundan dolayı da bir rahatsızlık seziliyordu. -Niçin? Artık satmıyorlar mı? dedim şaşırarak. Çünkü girişte kuyruk yoktu. -Müze için değil, konser için, ama bilet iki kişilik, ikisini de almalısın. -Ne konseri var? -Tam olarak bilmiyorum ama kilise korosu galiba. -Müzenin içinde mi? -Alıyor musun, almıyor musun? Sana üç rubleye bırakırız iki bileti. Uzatılan iki bileti aldım ve müzeye doğru hızlı hızlı yürüdüm. Müzede konserverildiğini hiç duymamıştım. Ama doğruymuş. Burada son zamanlarda bir çeşitklasik müzik klübü açmışlar. Ünlü müzisyenler geliyor, oda müziği konseriveriyorlarmış. O gün -benim için mucize gibi bir şeydi- Küçük Đtalyan Sarayıdenilen salonda, Bulgar Kilisesi eski korosunun bir resitali vardı. Umulmadıkbirşanstı bu. Ortodoks litürjisinin kurucu rahibi Jean Koukouzelesin eserleri deçalınacak mıydı acaba? Maalesef yönetici kadın bu konuda fazla bir şeybilmiyordu. Yalnız konsere önemli kişilerin, bu arada Bulgar büyükelçisiningeleceğini söyledi. Babamdan övgüsünü çok işittiğim bu koroyu dinleme fırsatıbulduğum için heyecanlandım. Tehlikeli seyahatimin öncesinde bu bana Allahın bir lutfu, bir armağanı idi.Konserin başlamasına daha yarım saat vardı. Müzede oraya buraya bakmakyerine heyecanımı yatıştırmak ve biraz hava almak için dışarı çıktım.Moskova! Moskova! Moskovada, bu şehri çevreleyen yedi tepeden birininüzerindeydim. Mayısın o öğleden sonrasında şehir bana derin ve düşündürücübir armoni dolu, neşe dolu görünüyordu. Çünkü kalbimi rahatsız eden hiçbirmesele yoktu ve o gün sebebini bilemediğim bir huzur vardı içimde. Ciğerlerimişişire şişire nefes alıyordum. Gökyüzü temiz, hava çok tatlı idi ve ben müzenindemir parmaklıkları boyunca bir aşağı bir yukarı dolaşıp duruyordum. Birden, belki iki biletim olduğu için, beklediğim hiç kimse olmadığınıdüşünerek üzüldüm. Birini beklemek ne kadar iyi ve tabii olurdu. Her ankarşımda görünebilirdi beklediğim kadın. Onun, caddenin karşı tarafında, geç Sayfa 28
  • 29. Dişi Kurdun Rüyalarıkalmış olmanın telaşı içinde bu tarafa geçmeye çalıştığını görebilirdim. Ben dehemen korkuya kapılırdım, düşüncesiz, tedbirsiz bir hareketle arabalarınarasında koşmasını istemezdim. Durması için ümitsizce el işaretleri yapardımona. Bütün o kalabalığın içinde bana mutluluk veren tek kişi o olurdu. Nedüşündüğümü anlar, bana gülümser, onun bu tarafa geçmesinden önce benatılırdım o tarafa. Çevik olduğum için hiçbir şeyden korkmadan, arabalarınarasından geçip yanına varır, gözlerinin içine bakar, elini elime alırdım. Düşündüğüm, hayal ettiğim sahneyi aynen görür gibi oldum ve kendimde biraşk hasretinin uyanmakta olduğunu hissettim. Bir kere daha, nasibim olacakkadına henüz rastlamadığımı düşündüm. Böyle birisi gerçekten var mıydı? Đşiyokuşa sürmekten kurnazca bir zevk alarak, bütün ayrıntılarını işleye işleye budurumu kendim yaratmış değil miydim? Konu üzerinde defalarca düşündüm veher defasında yalnızlığımdan bizzat sorumlu, müşkülpesent bir insan olduğumsonucuna vardım. Şüphesiz, genç bir kızın ilgisini çekecek özelliğimde pek yoktu. Her ne ise, yaşıtlarım arasında tanıdıklarımın büyük bir çoğunluğubenden belirgin bir şekilde daha şanslı ya da daha becerikli idiler. Tekhafifleticimazeretim, papaz okulunda geçen günlerimin beni gençliğe özgü yaşamamodasından uzak tutmuş olmasıydı. Benim kovulmuş olmam durumudüzeltmiyordu. Bütün kalbimle sevebileceğim kadın şu anda karşıma çıksaydı, ona, bizi duyguve düşüncede birleştirsin diye, bu dini müzik resitalini dinlemek üzere benimlegelmesini teklif edecektim. Ama, birden yine şüpheye kapıldım. Belki bu koroonun için can sıkıcı, monoton, anlaşılmaz gelebilirdi. Hele kilisede değil debirkonser salonunda, değişik arzu ve çıkarlar peşinde koşan bu topluluk huzurundaböyle bir konser hiç hoşuna gitmeyebilirdi. Bu konser, mesela Bachıneserlerinin bir stadda ya da asker yürüyüşüne alışmış bir paraşütçülerkışlasındaçalınması gibi anlamsız bir etki yapmaz mıydı? Pırıl pırıl arabalar gelmeye başladı. Hatta bir de Đntourist otobüsü geldi.Konsersaatinin iyice yaklaştığını belli ediyordu bu durum. Salonun önünde de kalabalıkartmıştı. Đnsanlar birlikte aynı olayı beklerken, birbirlerine aynı ailedenmişgibigörünürler. Ben de öyle görüyordum onları. Birkaç kişi orada bilet bulmayaçalıştı. Đleri derecede miyop olduğu anlaşılan bir öğrenciye fazla biletimivermekistedim, vermek istedim ama az sonra da buna pişman oldum. Çünkü herkesiniçinde parasını vermeye kalktı, bozuk paralarını düşürdü, güçlükle topladı...Ona, parasını ödemeye gerek olmadığını, bu biletin bana hediye edildiğinisöyledim ve salona doğru yürüdüm ama, kabul etmedi, peşimden koşup biletparasını cebime soktu. Elbette bu paraya ihtiyacım vardı, düzenli geliri olanbirinsan değildim, ama... Canımı sıkan bir şey daha vardı: Herkes duruma uygun bir şekilde resmikıyafetliydi. Ben ise eskimiş bir jean pantalon, hafif bir ceket ve kocaman yolayakkabılarımla idim. Üstelik sakalımı da kesmiştim ve sakalsız çeneme birtürlü alışamıyordum. Çünkü ben konsere gitmek için değil, kenevirlerin bittiğimeçhul steplere doğru, haşhaş kaçakçılarıyla birlikte yolculuk yapmak içinhazırlanmıştım. Ama bu ayrıntıların pek önemi yoktu aslında... Tavanı iki katyüksekliğinde olan Đtalyan Sarayında sergilenen her eser kendi asıl yerindeduruyor gibiydi. Sadece salonun ortasına sık sıralar halinde konulan sandalyelersonradan getirilmişti. Sahne, mikrofon, perde... hiçbir şey yoktu. Peykeninbulunması gereken yerde küçük bir kürsü vardı. Đki dakika içinde bütün yerlerdoldu, bir grup da giriş yerinde ayakta kaldı. Görünüşe göre birçoklarıbirbirinitanıyordu. Hararetli konuşmalar yapıyor, fikirlerini bildiriyorlardı. Yalnızbendim olduğu yerde sessizce duran. Kürsünün bulunduğu yere iki kadın geldi.Müze sorumlularından olanbu kadınların birincisi, öteki kadını, Sofyada, Alexandra Nevski katedrali Sayfa 29
  • 30. Dişi Kurdun Rüyalarımüzesinde çalışan meslektaşı olarak takdim etti. Salondakiler sustular. GençBulgar kadın ciddi görünüşlüydü... Parlak saçlarını arkaya doğru taramıştı veçok güzel ayakkabıları vardı. Niçin bilmem, bacaklarının güzel oluşu dadikkatimi çekti. Hafif füme renkli ve kocaman camlı gözlüğünün üzerindenbakarak bizi selamladı ve sonra oldukça düzgün bir rusça ile açılış konuşmasınıyaptı. Müzenin dini mimarisi, burada yer alan eski el yazmaları, ikonalar ve eskibasma hazinelerinin yanında, başka hazineleri de sergilemek için, bu ölümahzenlerde (bunu gülümseyerek ifade ediyordu) konserler düzenlediklerinisöyledi. Bu konserler Orta-Çağ ezgileriydi ve Crypte adını alan bir korotarafından yorumlanacaktı. Bu koro bu akşam buraya Puşkin Müzesinindaveti üzerine kendi repertuarını dinletmek için gelmişti. Ve alkışlar arasında: -Đşte Crypte! diye takdim etti koroyu. Korocular salona halkın girdiği yerden girdiler. On kişiydiler ve hepsi genç,hemen hemen aynı yaştaydılar. Üzerlerinde suare kıyafeti vardı: Siyah elbise,beyaz gömlek, papyon kıravat ve parlak derili ayakkabılar. Yukarıda dadediğim gibi, mikrofon, ses ekipmanı, peyke ve hiçbir müzik aleti yoktu.Işıklandırma da özel değildi. Sadece hafifçe kısılmıştı ışıklar. Dinleyicilerin bu şan koral hakkında bir ön bilgileri olduğundan eminim, amayorumcuların durumunu pek anlamıyordum. Kalabalık dinleyicilerin arasında,daha çok gürültü patırtı içinde elektronik çalgılar dinlemeye alışmış gençler devardı. Bu korocular ise bana, savaş alanında silahsız dolaşan askerlerihatırlatıyor, o izlenimi veriyorlardı. Yanyana dizilerek yarım daire oluşturdular. Sakin, konsantre olmuş,endişesiz idiler. Tuhaf şekilde birbirlerine benziyorlardı. Belki de bu,ortak uğraşılarının bir sonucudur. Aynı şekilde giyinmiş, aynı bekleyişte,aynı duyguda idiler. Normal zamanlardaki şahsi endişeleri ne kadar büyükolursa olsun, şimdi bunları bir parantez içine almış görünüyorlardı: Tıpkısavaş anında herkesin sadece zaferi kazanma çarelerini düşünmesi gibi. Konseri düzenleyen kadın yönetici, füme gözlüklerinin üzerinden bakarak, ağırbaşlı, ciddi bir tavırla, kilise müziğinin tarihçesini anlattı. Bulgar milliezgisininkarakterlerini belirten bazı noktalarda özellikle durdu. Sonra konserinbaşlayacağını bildirdi. Korocular hazırdı. Birkaç saniye daha nefeslerini ayarlar gibi beklediler.Sonrabirbirlerine dokunacak kadar sıklaştılar. Salonda tam bir sessizlik vardı. Sankiokalabalık uçup gitmişti oradan. Herkesin gözü korocuların üzerindeydi şimdi.Herkes kendi kendine umduklarını bulup bulamayacağını soruyor olmalıydı. Korocuların başı olduğu anlaşılan soldan üçüncüsü hafifçe başını eğince,seslerönce yavaş yavaş, altın tekerlekli ilahi bir arabanın sessizliğe doğru kalkışıgibi,sonra da görünmez dalgalara kapılarak yükseldi. Tükenmeyen ve hep yenilenenbir coşku ile, ardında uzun bir zafer izi bırakarak salondan taştı. Daha ilkanlardaaçıkça belli oldu ki, bu koro, on kişinin bir araya gelmesiyle, yetenekleri neolursa olsun, hemen hemen ulaşılamayacak derecede bir uyum içindeydiler. Eğer, çağımız müzik aletlerinden oluşan bir orkestra onlara eşlik etseydi, onsesli sütuna dayanan bu eşsiz yapı, yıkılıp giderdi. Şartların istisna şeklindebiraraya gelmesi bir mucize yaratmıştı: Đlahi damga vurulan bu on kişi, aynı andadoğmuş, yaşamış ve birbirlerini bulmuşlardı. Vaktiyle hayal edilip deulaşılamayan ve ruhtan ayrılmayan Tanrı sevgisini kalplerinde yaşatmışatalarına karşı ödevlerini yapmak duygusuyla dolu idiler. Gerçekten tarifedilemeyen ve vecd halindeki koroyu, ancak böyle bir ruh haleti açıklayabilir.Sanatlarının gücü sevgiden, her yerde var olan bir heyecan ile yüklü bu seslerin Sayfa 30
  • 31. Dişi Kurdun Rüyalarısarhoşluğundan geliyordu. Bilinçli olarak öğrenilen dini metinler sadece birbahane, bir aracıdır. Ona apaçık hitap etmenin bir yoludur. Gerçekte insankalbiilk yeri alıyordu ve kendi yüceliğinin tepelerine doğru yükseliyordu. Fethedilmiş, büyülenmiş olan dinleyici derin hayaller içindeydi. Herbiri,yüzyılların ötesinden gelen bu ışık ve gölge ezgileriyle bütünleşiyordu. Sürekliolarak kendini arayan ve hataları içinde yüzen, pek nadir olarak da bulup üsteçıkan bir ruhun, eskiden yaptığı bir atılımla meydana getirdiği ezgilerdibunlar.Her dinleyici aynı anda kulağını, bu sesi derinleştiren, bu ezgilerde birçokruhukaynaştıran Tanrıya veriyordu. Ve, herbirinin hayali onu, başka bir alemegötürüyordu: Bütün hayatın örgüsünü oluşturan neşe ve ızdırabın, kaygı vepişmanlıkların, hayal ve hatıraların oluşturduğu, insanların ebedi ve acılı birarzuile amaçladıkları aleme. Bana ne olduğunu, niçin düşünce ve heyecanlarımın bu on korocu üzerindeyoğunlaştığını anlamıyor, doğrusunu söylemek gerekirse anlamak daistemiyordum. Đlk bakışta bunlar tamamen normal insanlardı, ama söyledikleriilahi sanki benim kalbimden, benim nefeslerimden çıkıyor, benimkaygılarımdan, korkularımdan ve bugüne kadar ifadesini bulamadan birikmişzavallı sevinçlerimden çıkıp yayılıyordu. Ve işte şimdi açılıvermiştim. Varlığımyeni bir ışıkla dolmuştu. Korocuların sanatında ilahilerin ilk ve asıl anlamınıapaçık anlıyordum. Bu ilahiler hayatın çığlığı idi. Kaderini iyice yöneltmek,dünyanın engin alanlarında bir dayanak noktası bulmak ihtiyacındaydıinsanoğlu. Bu evrende Tanrıdan başka güçlerin bulunabileceğini ümid etmekgibi feci bir yanılgının çığlığı! Çok büyük bir yanılgı! Çünkü insanın kendiniYüce Tanrıya duyurmak arzusu da çok büyüktür. Đnsan, imanını açıklamak,tövbekar olduğunu bildirmek için ne enerjiler harcamış, ne kadar çokdüşünmüştür! Damarlarında akan ateşli kana, asi yaradılışlı oluşuna, ezeli isyanarzusuna, yenileşmeye susamış olmasına, daima itiraz eden bir mizaca sahipbulunmasına rağmen, imanını ispat için neler yapmamıştır! Ve bu noktayagelmek için ne korkunç zahmetler çekmiştir! Ne vedalar, ne mezamirler, nebüyüler, ne ilahiler, ne şamanlıklar yapmıştır! Yüzyıllar boyu ne dualar, neyakarışlar yapmıştır. Bütün bunlar birden maddileşecek olsa, taşan okyanuslargibi dünyayı kaplardı. Đnsanın kalbinde insani acıların, insanlığın doğuşu nekadar zor olmuştur... On korocu ilahi söylüyor, bilinçaltındaki çalkantılı denize dalabilelim,geçmişbizde canlansın, onu ve eski nesillerin sıkıntılarını hatırlayalım diye, Tanrıbukorocuları birmiş gibi bütünleştiriyordu. Sonra bizi kendimizden ve alemdenkurtarmak, var olmanın güzelliğini ve anlamını duyurmak, harikulade güzeldüzeninde sevgiyi buldurmak için yapıyordu bunu. Đlahilerini öyle candan, belkide bilinçaltı dürtmesiyle öyle bir vecd ile söylüyorlardı ki insanın ruhunda enyüksek coşkuyu uyandırıyordu: Normal zamanlarda, günlük kaygılar arasında,dünyanın hay-huyu içinde pek gösteremedikleri, duyamadıkları coşkuyu... Dinleyicilerin hepsi tam bir coşkunluk içindeydi. Yüzlerinden de belliydi bu.Bazılarının gözlerinden yaş geliyordu. Gönlüm sevinçle dolu olarak, bana böylebir bayram sevinci gösterdiği için kaderime şükrettim. Zaman ve mekandansoyutlanmış gibiydim. Geçmiş ve şimdiki zaman, geleceğe yönelik hayallerim,bütün bilgilerim ve bütün duyularım, düşünceler denizinde birleşiyordu. Ve, birkere daha kendime hiç aşık olmadığımı söyledim. Damarlarımda yanan aşközlemi uygun anını bekliyordu. Bu özlem, birden bire, göğsümü delerek geçenbir acı ile çıktı ortaya. Kim olacaktı o kadın? Neredeydi? Aşık olmam ne zaman ve nasılgerçekleşecekti? Birkaç defa elimde olmadan kapıya baktım: Ya buradaysa,duvarın öbür tarafında duruyorsa, hatta salondaysa ve koroyu dinliyorsa!.. Onunbulunmayışına çok üzülüyordum. Bu eşsiz anda hayalimi besleyen ama sıkıntı Sayfa 31
  • 32. Dişi Kurdun Rüyalarıda veren ve yeniden duyduğum heyecanı paylaşmak isterdim onunla. Bir günonunla karşılaşırsam, sonradan huzursuzluk ve pişmanlık duyarakhatırlayacağım bir şey yapmamaya söz verdim kendime... Birden annemi hatırladım... ve ilk çocukluk yıllarımın açık bir sabahıcanlandıgözümde: Bulvara hafiften kar yağıyordu ve annem küçücük mantosunundüğmelerini ilikliyordu. Gülümseyerek bakıyordu. Bana bir şeyler söylüyor, ben koşmaya başlıyorumve o yine gülümseyerek beni takip ediyor... Bu sırada bir çan sesi duyuluyorşehrin yukarısında. Bu ses, babamın o anda ayin yaptığı küçük tepeninüzerindeki kiliseden geliyor... Babam... Sarsılmaz bir iman sahibi olan bu taşradiyakosu, şimdi inanıyorum ki, her şeye rağmen, Tanrı için ve Tanrı adınainsanın nasıl dua edeceğini ve ayin yapacağını kesin olarak biliyordu... Benise,evladı olarak ona derin saygı duyuyor isem de, onun bana çizdiği yoldan apayrıbir yol tutmuştum... Babamın öbür dünyaya huzur içinde göç ettiğini, ama o sıralarda benim ruhbakımından bazı sıkıntılara düştüğümü hatırlayarak, büyük bir üzüntü duydum.Artık eskidiğini sandığım bir inanış şeklini reddetmekle beraber, onun büyükgeçmişine, eski muhteşem fikirlerine hayranlık duymaktaydım. Yüzyıllar boyubu fikirler, her kıtada ve bütün adalarda, her yıl artan sayıda insanın kalbinifethetmişti. Böylece nesilden nesile insan zihnini, tıpkı paratonerin yıldırımıtoprağa yöneltmesi gibi, ezelden beri var olan şüphelerden kurtarmayaçalışmıştı. Đman ve şüphenin ikisine de teşekkür etmeli, çünkü bunlar hayatınakışını sağlayan asıl kuvvetlerin mayasıdır. Ben, şüphe güçlerinin artarak büyüdüğü, iman gücünü bastırdığı bir dönemdedünyaya geldim. Ben o dönemin bir ürünüyüm. Teorilerim yüzünden her yandanitilmiş, atılmış olan ben, tarihin bir çeşit oyuncağı idim ve kader intikamınıbenden alıyordu... Geçmiş, yaşanmış bir zamanın yankıları gibi, korocular Đncilden alınan trajikepizodları çalmaya devam ediyorlardı: Akşamın Kurbanı, MasumlarınÖldürülmeleri, Meleklerin Ağlaması gibi, iman kurbanlarının çektikleri ızdırabıanlatan dokunaklı ve ağır metinlerdi bunlar. Kelimelerin çoğunu öncedenbiliyorsam da, yorumcuların onları başka türlü söyleyişleri beni büyülemişti:Sanatlarının tılsımı onları tamamen farklı bir zamanda takdim ediyordu. Yüzyıllar boyu toplumların tarihi ve ruhu ile işlenmiş, yoğrulmuş, acıtecrübelerle sınanmış bir sanattı bu... Çünkü dünyada çok çeken, çok bilir...Kendi ilahilerinin sihrine kapılmış vecd içindeki bu insanları dinlerken, birdenfarkettim ki, soldan ikincisi şaşılacak derecede bana benziyor. Kendimi ikiziminkarşısındaymış gibi hissettim. Arkadaşlarının aksine onun cildi ve saçlarıaçıktı.Gözleri gri, omuzları dardı (O da benim gibi çocukluğunda raşitik olmuştusanki). Elleri de benim ellerim gibi boğum boğumdu. Belki söylediği ilahiyüzünden kendini sakin tutuyordu. Ben de, sık sık, kendime hakim olmak için konuyu değiştirir, bana hiçyabancı olmayan dini konulara girerdim. Bir genç kızla tanışınca birdenen ciddi konulara geçtiğimi söylersem ne kadar gülünç duruma düştüğümüde anlarsınız. Bu korocu gerçekten benim bir kopyamdı: Yanakları çukur, burnu hafifçekambur, alnında ise enlemesine iki çizgi vardı. Sakalı da, kesmeden öncekisakalıma benziyordu. Elimde olmayarak parmaklarımı şimdi çıplak olan çenemegötürdüm ve o anda bir gün sonra yapacağım seyahati ve uyuşturucu kaçakçılığıkonusunu hatırladım. O anda bu fikre kendimi tekrar alıştırmakta biraz güçlükçektim: Bu macera neye yarayacaktı, o kadar uzakta ne işim vardı. Gerçekte bukutsal ezgilerle, istasyon peronlarındaki Ütü çetesini cezbeden o pis otunuğursuz dumanı arasında çok büyük bir zıtlık, bir çelişki vardı. Heyhat, gerçek Sayfa 32
  • 33. Dişi Kurdun Rüyalarıhayat, iyi ve kötü yanlarıyla hep mabedlerin dışında seyreder, bu bakımdanbizim çağımız da asla bir istisna teşkil etmiyor... Gözlerimi ikizimden ayıramıyordum. Ona dikkatle bakıyor, keskin notalardaçehresinin uzadığını, ağzının kocaman açıldığını görüyordum. Kendimi ona okadar yakın hissediyordum ki sanki onun yerinde ben vardım ve o benimkişiliğimin bir başka cisimde görünüşü idi. Onun aracılığı ile ben ilahisöyleyenlere katılıyor, onların arasında yer alıyordum. Đlahiler içimdesöyleniyordu ve ben, bir kardeşliğin, bir yüceliğin, birlik olmanın gözyaşınakadar o koro ile kaynaşıyor, bütünleşiyordum. Sanki uzun zamandan beriyitirdiğim yakınlarıma kavuşmuştum, birlikte çıkan seslerimiz güçlenmiş, engörkemli şekilde göklere yükseliyordu. Ayağımızı bastığımız yer çok sağlamdı.Đstediğimiz kadar ilahi söylemek, hep söylemek bizim elimizdeydi... Kalbim işte böyle, on korocu ile tam bir uyum içinde ilahiler söylemişti. Ben,bir zamanlar, Gürcü şanlarını dinlerken de böyle olağanüstü bir değişiklikhissetmiştim. Zaten, ruhumun havalara uçması, öylesine sade ve güçlü amaahenk bakımından öylesine az bulunan sanatlarının dokularımın her birindetitreşim meydana getirmesi için, üç Gürcünün bir araya gelip şarkı söylemeleriyeter. Belki bu onlara doğuştan verilmiş bir yetenektir ya da kültürlerininözelliğinden gelmektedir. Belki de sadece bir Tanrı vergisi. Şarkıda nelersöylediklerini hiç anlamam, ama her dinleyişte ben de onlarla birliklesöylüyormuşum gibi gelir bana. Birden, bir şey keşfettim: Çok eskiden okuduğum bir Gürcü hikayesindekiderin anlamı kavrayıverdim o anda. Bu hikayenin adı Altı Adam ve Yedincisiidi. Sanat dergilerinde çok görülen kısa hikayelerden biriydi ve o zamanlarhiçbir önemli tarafını görememiştim. Daha çok romantik masal türündebir hikaye idi ve psikolojiye pek yer vermiyor, ya da bana öyle geliyordu. Amasonu o kadar etkileyici idi ki hiç unutamadım. Yazarının adını hatırlamıyorum. Uzun ve hatırlanması güç bir isimdi ve ünlüde değildi. Konu, balad şeklinde yazılmıştı ve o da pek acemice idi. Đştehikaye:Devrim yürüyordu. Đç savaş ülkeyi kan ve ateş içinde bırakmıştı. Yeni rejimiyice yerleşmek için son savaşlarını vermekteydi ve başka yerlerde olduğu gibiGürcistanda da direnişçiler bozguna uğramak üzereydi. Zafer üzerine zaferkazanıyordu Sovyet kuvvetleri. Karşı devrimciler köyleri birer birer terkedereken uzak siperlere çekilmişlerdi. Bu durumlarda her zaman görüldüğü gibi, çokbasit bir kural uygulanıyordu: Teslim olmayanı yok etmek. Yine kaçınılmaz birkader de korkunç bir acımasızlığın hüküm sürmesiydi. Karşı devrimcilerden bir grup Guram Çohadze adında bir reisin kumandasında,çok kanlı bir direniş gösteriyordu. Bölgeyi çok iyi bilen eski bir yılkıçobanıydıbu Çohadze. Sınıf kavgasının büyük çalkantıları arasında yakınları datanınamadığı için, ele geçmez bir çetebaşı olup çıkmıştı. Ama yine de günlerisayılıydı ve birkaç defa bozguna uğramış bulunuyordu. Đşte o günlerde bir çekiste onun çetesine sızma görevi verildi. Bu çekist,bütünzorluklara rağmen çeteye sızabildi. Çohadzenin gözüne girdi ve onun engüvendiği yardımcılardan biri oldu. Bir gün, çok kan dökülen bir savaştan sonra,bir nehri geçerlerken çekist, çeteyi pusuya düşürerek ortadan kaldırmaya kararverdi. Atlılar dörtnala kıyıya yaklaşıp birer birer nehre girerlerken, eyerikaymışgibi attan düştü ve çalıların arasına girip saklandı. Bütün çete suyun tamortasınageldiklerinde, derenin iki yanından iki mitralyöz birden ateşe başladı veortalıkkarıştı. Đki ateş arasında kalan çete neye uğradığını anlayamadı. Çoğu vurulupdüştü ve azgın sulara kapılarak boğuldular. Guram Çohadzenin talihi varmış:Yara almadan kurtulmuş, güçlü ve hızlı atı sayesinde nehirden uzaklaşmıştı. Birkaç sadık adamı da peşinden geldiler. Bunların arasına, harekatıntam başarıya ulaşmadığını gören çekist de saklandığı yerden çıkıp katılmıştı. Sayfa 33
  • 34. Dişi Kurdun RüyalarıBu çarpışma Çohadze çetesinin sonu sayılırdı, çünkü savaşacak kuvvetikalmamıştı artık. Guram Çohadze, kovalayanlardan epeyce uzaklaştıktan sonra, soluk soluğakalan atını durdurdu. O zaman gördü ki kendisi dahil sadece yedi kişi kalmışlar.Aslında altı kişiydiler, yedincisi bu hikayeye adı verilen çekist Sandro idi.Sandro, ne pahasına olursa olsun karşı devrimcilerin başını yok etmek için emiralmıştı. Zaten bu çete reisinin başına büyük bir ödül de koymuşlardı. Ama oanda ödülü değil, işi nasıl bitireceğini düşünüyordu Sandro. Artık Çohadzeninhiçbir çalışmaya girmeyeceği belliydi. Öyleyse onu kendini belli etmedenvuramazdı. Üstelik artık yalnız kalan reis tuzağa düşmüş bir hayvandurumundaydı ve kendisinden başka kimseye güvenemezdi. Çok dikkatli, çoktedbirli olacağı kesindi. Olanca gücüyle hayatını korumaya, gerektiğinde sonnefesine kadar dövüşmeye hazırdı... Bu işin sonu, o gece orada alınacaktı... Dağdaki geçitleri çok iyi bilen Guram, bozgun akşamı, Türkiye sınırıyakınında, girilmesi ve çıkılması zor bir ormanda mola verdi. Atlarından inerinmez bitkinlikten yere yıkıldılar. Beş kişi hemen yattı ve taş gibi uyudu. Amaikisi uyanıktı. Çekist Sandro işini bitirmek için uyumamıştı. Guram Çohadze ise,çetesinin bozulmasıyla sonuçlanan o korkunç faciadan sonra yatıp uyuyamıyor,adamlarını kaybettiği ve kendi sonunun da yaklaştığını anladığı için gözüneuyku girmiyordu. Devrimin birbirine düşman yaptığı bu iki insanın kafasındandaha nelerin geçtiğini yalnız Allah bilir. Yukarıda, biraz sağda, dolunay ormanı aydınlatıyor, ormandan gecenin korkuveren hışırtısı duyuluyor, aşağılarda ise nehir, taşlı yatağında homurtularlaakıyordu. Çevreyi kuşatan dağlar madeni bir sessizlik içinde donup kalmışgibiydiler. Guram bir ses duymuş gibi birden fırladı: -Uyumadın mı Sandro? diye sordu hayretle. -Hayır. Sen niçin kalktın? -Hiç. Uyuyamadım. Belki burasının durumundan. Ay çok parlak. Ama yine debir kovuğa girip biraz uzanacağım... Paltosunu, silahını ve yastık gibikullandığıeyerini aldı. Uzaklaşmadan önce şunları da söyledi: Ne yapacağımızı yarın konuşuruz.Artık vaktimiz çok değerli. Gidip bir kayanın kovuğuna girdi. Bir yılkı çobanı olduğu günlerde sadecesoğuktan ve yağmurdan korunmak için orada birçok defa yatmıştı. Amabugünkü kaygıları başkaydı ve bunlara karşı yalnız olmak istiyordu. Belki deoraya sığınmasını bir önsezi fısıldamıştı kulağına. Orada ona baskınyapamazlardı. Sandro biraz endişelendi. Bu hareketini nasıl yorumlayacaktı?Bu bir tedbir miydi? Guram kendisinden şüphelenmiş miydi yoksa?Akşamı öyle geçirdiler. Sabahleyin reis adamlarına atları eyerlemeleriniemretti.Onun niyetlerini, ne yapacağını henüz kimse bilmiyordu. Altı kişi atlarınıdizginlerinden tutup önünde sıralanınca derin bir iç çekti ve şu açıklamayıyaptı: -Ülkemizi bu şekilde terketmek doğru değil. Bugün ana vatanımıza, bizi nicezamandan beri beslemiş olan bu topraklara veda günümüz, son günümüz olmalı.Bundan sonra birbirimizden ayrılacağız, herkes kendi yoluna gidecek. Ama buson günde kendimizi evimizde hissedelim. Đki atlı şarap ve yiyecek getirmeleri için en yakın köye gönderildi. Oradahalataraftarları vardı. Sandro ve diğer bir çete ateş yakmak için odun toplamaklagörevlendirildi. Guram da kalan diğer iki kişiyle ava çıktı. Belki veda ziyafetiiçin eti yenir bir kuş, hatta bir karaca vurabilirlerdi. Sayfa 34
  • 35. Dişi Kurdun Rüyaları Sandro kendisine söyleneni yaptı. Aldığı emri yerine getirmek için uygun anıbeklemekten başka yapacağı bir şey yoktu. Ve o an bir türlü gelmiyordu.O akşam altı kişi ve yedincisi-tekrar bir araya geldiler. Ormanın kıyısındabüyükbir kovuğun yakınında kocaman bir ateş yakmışlardı. Köyden, kahraman GuramÇohadzeye son bir saygı ve bağlılık gösterisi olarak bol miktarda şarap, ekmek,tuz ve daha birçok yiyecek göndermişlerdi. Alev alev yanan ateşin etrafındabağdaş kurup oturdular. Guram adamlarına sordu: -Atları eyerlediniz mi, harekete hazır mısınız? Hepsi sessizce evet anlamındabaşlarını salladılar. -Bak Sandro, dedi Guram, topladığın odunlar pek mükemmeldi, ama onlarıniçin o kadar uzak bir yere yığdın? -Dert etme Guram, ateşle ben meşgul olurum, sen bize söyleyeceklerini söyle.Çohadze şu konuşmayı yaptı: -Arkadaşlar, biz bu savaşı kaybettik. Her savaşta bir kazanan, bir de kaybedenvardır. Kavga zaten bunun için yapılır. Çok kan döktük, bizim kanımız da çokaktı. Her iki taraftan ölenler çok. Artık geri dönülemez. Ben bu savaşta ölendostlardan da düşmanlardan da özür diliyorum. Savaşta ölen bir düşman artıkhasım olmaktan çıkar. Bugün at üstünde, birliğimin başında olsaydım, artıkhayatla olmayanlardan af dilemezdim. Şans aleyhimize döndü ve bu yüzdenmilletimizin çoğunluğu bizden desteğini çekti. Doğup büyüdüğümüz butopraklar bile bizi daha fazla barındırmak istemiyor. Vatanımız bizi istemiyorartık. Kimse bize merhamet etmez. Eğer en kuvvetli ben olsaydım düşmanlarımıaffetmezdim. Bugün bizim için tek çıkış yolu kalıyor: Hayatımızı kurtarmak içinyabancı bir ülkeye kaçmak. Şu dağın hemen ötesinde Türkiye var. Şu tarafta,ayın ışıdığı tepenin ardında ise Đran. Herkes yolunu seçsin. Ben seçtim.Đstanbula gideceğim. Orada bir liman işçisi, dog işçisi olarak çalışacağım. Sizdeşimdiden kararınızı veriniz. Yedi kişiyiz. Az sonra yedi ayrı yöne gideceğiz.Bu son görüşmemizdir, bir daha bir araya gelmeyeceğiz. Birbirimize,memleketimize veda edelim. Bu ekmeğe, bu tuza, bu şaraba veda edelim. ArtıkGürcistan bizim dudaklarımızı ıslatmayacak. Birbirimize elveda diyelim, çünküebediyen ayrılacağız ve beraberimizde hiç bir şey, bir avuç Gürcistan toprağıbile götüremeyeceğiz. Đnsanın vatanını birlikle götürmesi imkansızdır. Onunsadece acı ve özlemini duyacağız. Eğer vatan bir çanta gibi taşınabilseydi, beşpara etmezdi... Đçelim dostlarım, son bir defa birlikte içelim ve bir ağızdançoksevdiğimiz şarkıları söyleyelim... Ve tulumlardan şaraplar aktı. Bu, yer ve göğün esansını birleştiren bir çobanşarabı idi. Az sonra sarhoş oldular. Herbiri diğerlerinin üzüntüsünü paylaşmakarzusuyla doluydu. Zoraki bir neşe gönülleri kemiren kaygılarla mücadeleediyordu şimdi. Sonra, dağın kayalarını delip fışkıran, geçtiği yollarıyeşerten,çiçekler açtıran kaynak gibi bir şarkı doldurdu havayı. O kaynak gibikendiliğinden fışkıran eski bir ilahi önce yavaş yavaş, sonra gürleşerek, suyunkaya oyuklarını dövmesi gibi, bütün benliklerini harekete geçirerek, coşturarakaktı. Çok güzel söylüyorlardı. Zaten, bu tür şarkıları söylemekte usta olmayan bir Gürcü yoktur. Herbirininsesi kendi gücüne göre, ama pek ahenkli çıkıyordu. Gür ve aydınlık sesleriyleçevresinde oturdukları ateşi andırıyorlardı. Yedisi birden, diyoruz, ama doğrusu altı kişi ve şarkı söylerken de bir dakikabile aldığı emri unutmayan yedincisi. Bu yedinci adama göre, onların hiçbiri veözellikle de Çohadze yabancı bir ülkeye kaçamayacaktı. Bu adamları, cezalarınıvermeden salıvermeye hakkı yoktu. Bir ezginin ardından bir başkası geldi ve şarap su gibi aktı... Gittikçe dahakolay içilen, gittikçe artan bir şekilde kalpleri közleştiren, onlara daha çok Sayfa 35
  • 36. Dişi Kurdun Rüyalarıiçmek, daha çok şarkı söylemek arzusu veren şarap... Ayakta halka olmuşlardı,birbirlerini omuzlarından tutuyorlardı. Kollarını bazen aşağı indiriyor, bazenyukarı kaldırıyor, böylece sanki, o görünmez, yenilmez, her şeyi gören ve bilenKudretten yardım istiyor, yakarıyorlardı. Öyleyse, niçin her şeyi bilen vegörenTanrı onları vatanlarından çıkarıyordu? Đnsanlar birbirleriyle niçin dövüşüyor,niçin kan ve gözyaşı dökülüyor, niçin herkes kendini haklı; karşısındakinihaksızgörüyordu? Gerçek olan neydi? Bir kimse çıkıp tetiği çekenin yalnız kendisiolduğunu iddia edebilir miydi? Dünyaya hakemlik edebilecek bir kimse yoktu! Eski şarkılar esrarlı çağrılarınısalıyorlardı gökyüzüne. Bu milletin kutsal geçmişinde kayıtlı bir çağrı idi bu.Eskiler onda iyi ve kötünün bilincine varınca, ona ebedi güzellik özünü verince,yüzyılların karanlığında çekilen bütün bu ızdıraplar müziğe dönüşüyordu.Her şarkı bir başkasını doğuruyor ve yedi adam halkayı bozmuyordu. YalnızSandro ayrılıyordu arada sırada ateşi beslemek için. Yakılacak odunları ateşinuzağında bir yere yığmış olması sebepsiz değildi. Ateşi yakma, odun taşımaişine de önem veriyor, özen gösteriyordu. Bununla beraber şarkı söylemeyeiçtenlikle, bütün kalbiyle katılıyordu. Çünkü şarkılar herkes içindi. Bundakralın,sokaktaki basit adamdan daha fazla hakkı yoktu. Şarkı söyle, oyna, neşelen,istersen kendini kaygılara bırak ve ağla! Hayatta olduğun süre insani olan herşey elinin altındadır: Kalbin çarparak beklediğin ve seni terkeden kadın,verdiğiacılar yüzünden son şarkını dinlettikten sonra ölmek isteyişin... Henüz küçükbirçocukken annenin şefkatli okşayışı, babanın ölümü, dostların kanlı bir dövüşegirişmesi... Temiz ve içten bir anlatımla ruhunu açtığın ilahlar... Tabiatınsırrı veseni hiç terketmeyen ölüm ve öldükten sonra da onun seni terketmeyişi... Herşey, her şey şarkılardadır. Hayat, bütün hiçliklerden daha kuvvetlidir ve dünyada ondan daha kutsal birşey yoktur. Đşte bunun için insan öldürülemez, bunun için öldürmemekzorundayız: Ama düşman gelip senin toprağını işgal etmişse, dövüşülür,savaşılır. Ve, sevgilinin şerefi de, insanın anavatanı gibi korunmalıdır.Ayrılıkacısı taşınamayacak kadar ağırdır, omuzlarına çöken bir dağ gibidir. Çünkü osevgili olmadan güzellik yoktur, renkler yoktur, ışık, neşe ve gelecek günyoktur... Đşte bunlardır şarkılar. Đnsan bütün şarkıların içeriğini sayıpdökemez. O anda, o yedi kişi kadar hiçbir insan topluluğu birbiriyle böylesinebütünleşmiş, kaynaşmış değildi. Şarkıları havayı dolduran, coşkulu, uzak yolun,dönüşsüz yolun eşiğinde olan o yedi insan... Onları müziğin nefesi bağlıyordu birbirlerine: Ataları böyle nice gerçekşiirler, ezgiler yaratmışlardı, sonra, hayat mücadelesinin meyvası olan buşiirleriebedi bir ahenk vererek evlatlarına bırakmışlardı. Bir kuşu uçuşundan nasıltanırsanız, bir Gürcü de kendi vatandaşını on kilometre mesafeden şarkısınınyankılarıyla öyle tanırdı. Onun kim olduğunu, nereden geldiğini, yüreğinde nelertaşıdığını, bir toy düğüne katılıp katılmadığını, nasıl bir üzüntüsü olduğunu,hiçyanılmadan derhal söylerdi size... Yeryüzü iyice göğe yükselmiş tatlı ay ışığında yıkanıyor, rüzgar altındakiorman yaprakları hışırdatarak karanlık tepeleri yokluyordu sanki. Sıvı bir gümüşgibi parlayan ve vadiler arasında kayıp giden nehrin boğuk mırıltısı daduyuluyordu uzaktan. Gece kuşları yedi adamın üzerinden bir gölge gibi uçupgidiyor, eyerlenmiş atlar hassas kulaklarını dikerek sabırla binicilerinibekliyorve ateşin alevleri onların gözlerinde oynaşıyordu. Onlar için de yaklaşıyordu Sayfa 36
  • 37. Dişi Kurdun Rüyalarıtoynaklarıyla yabancı toprakları çiğneme saati... Fakat şarkılar bitecek gibi değildi. Guram şarkılarla bütün içini boşaltmakistiyordu: Çalın arkadaşlar, çığırın, bu şaraptan kana kana için, bir daha birarayagelemeyecek, böyle bir halka oluşturamayacağız, hiçbir Gürcü melodisikulaklarımızı okşamayacak... Ve şarkı söylemeye devam ediyorlardı. Bazenayrı ayrı, bazen koro halinde... Birbiri ardından ve kendilerinden geçerekoynuyor, oynarken de şarkı söylüyor ve sanki o halleriyle ölümehazırlanıyorlardı. Sonra yedisi birden, daha doğrusu altı kişi ve yedincisi,yeniden halka oluşturuyor, sonra yine şarkı, yine oyun... Sandro ara sıra gidip odun getiriyor, ateşi besliyordu. Ateş büyüdü,büyüdü... Son bir şarkı daha diyorlardı, ama son olması gereken o şarkı biter bitmez biryenisine başlıyorlardı. Tekrar birbirlerine sokuluyor, gözlerini yere dikiyor,düşünceli olduklarını belli eden ve yer yarıklarından çıkan gürlemeler gibi gürsesleriyle söylüyor, söylüyorlardı... Sandro, ateş çok iyi yandığı halde, odun getirmek için bir daha uzaklaştı.Durumu iyi değerlendirmiş, indireceği darbenin hesabını iyi yapmıştı. Altıarkadaşı ateş başında, ayakta çok iyi görünüyorlardı. Kendisi ise karanlıktakalacaktı. Ağır mavzeri sakladığı yerde dopdolu duruyordu. Artık öc almak,cezalandırmak zamanı gelmişti onun için. Yere uzanıp tüfeği sol eliyledestekledi ve sonra namluyu doğrultup bastı tetiğe! Đlk hedef Guram Çohadzeidi. Çohadze, söylediği şarkının heceleri dudaklarında donarak düştü ve hemenöldü. Sandro, çok hızlı hareketlerle ateşe devam etti. Öteki beş kişi de neyeuğradıklarını anlamadan vurulup düştüler. Halkayı oluşturanlar kanlariçindeydiler şimdi. Akıttıkları kanların bedelini hayatlarıyla ödemişlerdi.Đnsan hayatını yönlendiren kanunların hesaba dayanan bir mantığı yoktur. Uzayboşluğunda dönüp duran dünyamız da kanlı dramların gösterildiği sahnedenbaşka bir şey değildir... Bu dünya güneşin etrafında döndüğü sürece ve taakıyamete kadar kan dökülmesi mi gerek? Sandro iyi nişan almıştı. Altı adamdan yalnız bir tanesi yeniden doğrulmayaçalıştı, ama Sandro fırlayıp ensesine sıktığı bir kurşunla işini bitirdi...Atlar silahsesinden ürkmüştü, ama az sonra bir şey olmamış gibi sakinleştiler. Çekistinyüzü karanlıkta pek solgun görünüyordu, kendine gelip sakinleşmesi de kolayolmadı. Đçinde hala şarap bulunan bir tulumu ağzına götürerek, yerlere akıtaakıta içti. Sanki bu hareketiyle ruhunu yakan korları söndürmek istiyordu. Nefesalışları normalleşince, alevlerin ışığında her biri ayrı bir pozda duran altıcesedinetrafında yavaşça dolaştı. Silahlarını toplayarak eyerlerin başlarına bağladı.Sonra atları çözdü, yularlarını çıkardı, kendi atı da dahil olmak üzeresalıverdi.Atlar, Kızılderililerin çıplak atları gibi, vadideki köylere doğru koştular...Çokiyi bilinir ki atlar hep insanlara, insanların bulunduğu yerlere doğru giderler.Az sonra nal sesleri de kesildi ve atlar alacalı ay ışığında görünmez oldular.Her şey bitmiş, görev yerine getirilmişti. Sandro, altı cesedin çevresinde birkeredaha dolandı ve sonra biraz açılarak mavzerin namlusunu kendi şakağınadayadı. Tek bir kurşun sesinin kısa yankısı duyuldu dağlarda. Şimdi o, ötekialtıkişiden ayrı değildi. Onlarla hiç ayrılmayasıya beraberdi artık. Şarkısını bitirmişti. Gürcü hikayesinin sonu işte böyle bitiyor. Eski mezamirleri söyleyen Bulgarkorocularını dinlerken birdenbire hatırlamıştım o hikayeyi. Eskiden bu koroyuoluşturanlar, yüzyılların karanlığında, coşku ile, kendilerinden geçerek YüceYaradana sesleniyorlardı. Kendi kafalarında Onu canlandırıyorlardı. Gerçekteolmayan, bilmedikleri görüntüsü onlarda ruhani bir gerçek haline gelmişti. Bir Sayfa 37
  • 38. Dişi Kurdun Rüyalarıanda geçmişe dalabilen, zaman ve mekan sınırlarını aşabilen düşüncenin hızıyanında, ışık hızı hiç kalır. Devrimin yolları korkunç izlerle doludur. Đç savaş bir millet için daima birfaciadır. Bir yanda tarihteki yeniliklere karşı koyanlar, öte yanda, var olanıkökünden sarsarak kendi akımlarını hızlandırmak için sabırsızlık gösterenlervardır. Başka türlü olsaydı, bu Gürcü baladının sonu da başka olurdu. Fakatödenen bedel, olayların, eylemlerin teminatıdır. Yedinci adam ölmeyebilir vezaferinin meyvasını yiyebilirdi, ama anlaşılmaz sebeplerden dolayı öyleolmuyor: Bunu herkes kendine göre yorumlayabilir. Bu saf ruhun beyazyelkenleriyle donatılmış kilise ezgileri gemisiyle varlık okyanusununsonsuzluğuna açılan benim için, bu hikayenin sonu, yedi adamın bir ağızdansöyledikleri o şarkıların derin anlamına, hepsinin aynı dinden oluşlarına çokuygun düşmektedir. Đnsan kendinde önemli bir şey keşfederse, huzura kavuşuyor ve ruhuaydınlanıyor. O koronun karşısında, gergin yüzleri ter içinde kalan korocularabakarken, ben, onlara gıpta ediyor, onların yerinde bulunmayacağımaüzülüyordum. Kutsal ilahilerle yüz değiştirmiş olarak benzerimin yerindeolmayı çok isterdim. Ard arda gelen ve beni saran bu görüş açıklığından sonra birden kendi kendimeinsan kalbini dolduran müziğin, duanın ilahilerin başlangıcını, çıkışnoktalarınısordum. Bunların zarureti nereden geliyordu? Belki burada sallantılı varlığımızahükmeden trajik duygu tezahürü sözkonusudur. Sallantılı varlığımızda hiç birşey bize daima bizde kalması için verilmemiştir. Her şey bir burgaça kapılır,bazen görünür, bazen kaybolur, yeniden meydana çıkar ve sonra yine silinir.Bunun içindir ki hislerimizi damgalayarak, ebedileştirerek değişmez birşekilde ifade yollarını arıyoruz. Çünkü her şey bitince, belki birkaç milyar yılsonra beklenen gün de gelince, her şey kül olunca, gezegenimiz yokluğakarışınca, ötelerin ötesinden evrensel bir bilinç gelecektir. Bu bilinç,boşluğunortasında ve sonsuz sessizlik içinde, her zaman canlı olan müziğimizi kesinlikleduyacaktır. Bizde, fırtınaların, medlerin de yok edemediği bir arzu, bir özlemvardır: Öldükten sonra dirilmek arzusu. Đnsan, ne pahasına olursa olsun, öbür dünyada da var olmaya devam edeceğineinanmak istiyor, prensipte bunun mümkün olmasını istiyor. Şüphesiz geridesürekli olarak çalabilen bir müzik aleti bırakacağız. Bu alet insan kültürününenseçkin, en güzel eserini hep çalacaktır. Çok uzak bir gelecekte, bu ilahileri dinleyecek kişi ya da kişiler, yeryüzündeyegane düşünen varlık olan insanların ne kadar çelişkili, nasıl hem dahi hemkurban ya da şehit olduklarını anlayabileceklerdir. Koroyu dinlerken bunudüşünmekten ve bu düşünceye inanmaktan büyük bir zevk alıyordum. Hayat, ölüm, aşk, merhamet ve özlem... müzikle duyulabilir. Çünkü müziksayesinde, bilinç sahibi olduğumuzdan beri ve tarihimiz boyunca elde etmek içinmücadele verdiğimiz hürriyetin en yüksek derecesine ulaşma imkanı verilmiştirbize. Hürriyetin bu yüksek derecesine başka hiçbir şeyle ulaşamayız. Heryüzyıla özgü dogmaların ötesinde sürekli olarak geleceğe uzanan ve ulaşan tekşey müziktir... Kelimelerle ifade edemediğinizi onun duyurabilmesi debundandır. Gözucuyla saatime baktım, çünkü konserin bitivermesinden korkuyordum. Azsonra burayı terketmek, Kazan Garı gibi apayrı bir dünyaya gitmek korkusugirmişti içime. Kazan Garı bir sınırdı ve o sınırdan sonra bambaşka bir hayatbaşlayacaktı benim için. Bulanık suyu girdap girdap akan, kutsal şanlarınsöylenmediği ve hiçbir anlam taşımadığı, apayrı bir hayat... Ama, orayagidişimin, yerimin orası oluşunun sebebi de bu idi... -5- Sayfa 38
  • 39. Dişi Kurdun Rüyaları Vakit öğleden sonrası idi ve tren Volga bölgesini geçiyordu. Kompartımanyolcuları olabildiği kadar rahat yerleşmişlerdi yerlerine. Günlerce sürecek buyolculukta, geçici hayat şartlarına uydurmuşlardı kendilerini. Abdiasın dabulunduğu kompartımansız vagonlarda ise tam bir ortak yaşayış vardı. Hertipte, her niyette insan bulunuyordu buralarda. Bu uzak yolculuk için hepsiningerekçesi ayrıydı ve bu gerekçeleri karşılıklı olarak hepsi kabul ediyordu.Abdias, amacı haşhaş kaçakçılığı olan çok özel bir gruba mensuptu artık.Tahminine göre bu trende en az on kişiydiler. Şimdilik o sadece ikisinitanıyordu. Bu iki kişiyle onu hareket sırasında Ütü tanıştırmıştı. Murmansktangelen iki arkadaştı bunlar. Adı Petruha olan büyüğü yirmi yaşlarında, daha gençolan Lenka ise l6 yaşında idi. Yani henüz bir çocuktu, ama daha önce de böylebir sefere çıkmıştı ve bundan gurur duyuyor, kendini bir kıdemli gibigöstermeye çalışıyordu. Bunlar önce biraz ihtiyatlı davrandılar. Adını Abdasdiye telaffuz ettikleri Abdiasın da kendilerinden biri olduğunu, onun dagüvenilir kişilerin tavsiyesiyle kolgezerler arasına katıldığını biliyorlardıama işkonusunda açıkça değil de ancak dolaylı, imalı şekilde konuşuyorlardı. Konuşmaları daha çok sigara içmek için çıktıkları sahanlıkta oluyordu. Çünkühavası ağır, yolcusu çok olan vagonda sigara içilmesine izin verilmiyordu.Abdiasın sigarasını kendilerinden biri gibi değil de çok acemice tuttuğunu ilkfarkeden Petruha oldu: -Baksana Abdası dedi, sen hiç sigara tüttürmedin mi, nedir bu halin? Görenlerseni duman yutmaktan korkan bir aftos sanacak!. Abdias yalan söylemekzorunda kaldı: -Vaktiyle içiyordum, sonra bıraktım... -Belli belli. Ben çocukluğumdan beri içerim. Bizim Lenka ise bir lokomotifgibidir, kurt denizciler gibi içer. Đçki içmesini de bilir ha! Şimdilik alkoldensakınmamız gerek, ama dönüşte kafayı iyice çekeriz. -Ama Lenka daha çok küçük! -Küçük mü? Lenka mı küçük? Tamam, yaşlı sayılmaz ama, baksana kocamandişleri var. Sen daha bu işe ilk defa giriyorsun. Bu iş öyle küçük birşey sayılmaz ha! Lenka bütün yolları, işin püf tarafını çok iyi bilir. -Peki, ot da alıyor mu, yoksa sadece satmakla mı yetiniyor? -Lenka mı? Elbette herkes gibi o da alıyor. Ama ipin ucunu kaçırmadan.Bazıları durmasını bilmiyor ve zıbarıncaya kadar alıyor, tabii işin keyfini deçıkaramıyorlar. Bu yollarda ot almak bütün işi berbat edebilir. Ot dediğin neşevermeli, cennete götürmeli insanı... -Nasıl oluyor bu? -Diyelim ki küçük bir derenin kıyısındasın, bir adım atsan karşıya geçeceksin,o dere sana kocaman bir nehir, bir okyanus gibi görünür. Hayranlıklaseyredersin onu. Mutlu olay değil mi? Her yerde bulamazsın öyle şeyleri.Ekmek istersen, elbise istersen satın alabilirsin. Đstersen ayağına papuç daalabilirsin. Canın votka istiyorsa herkes gibi sayarsın parayı, çekersin kafayı.Ama içip mutlu olmak başka şeydir. Tabii ol çok pahalıdır, ama iyi keyif verir.Rüya görür gibi olursun. Her şey karşında, yanıbaşındadır. Tıpkı sinemada gibi.Sinemada yüzlerce, binlerce insan seyreder aynı perdeyi, ama ot aldığın zaman ogüzel hayaller, o görüntüler yalnız senin içindir. Senin gördüklerin yalnız sanaaittir. Eğer biri canını sıkacak olsa, patlatırsın çenesine. Çünkü senin işineburnunu sokamaz! Bir an sustu, sonra, babacan bir tavırla, göz kapaklarını hafif kırıştırarakbirteklifte bulundu: Sayfa 39
  • 40. Dişi Kurdun Rüyaları -Đstersen sana biraz ot verebilirim, kendim için biraz zula etmiştim. Đç debirazayakların havalansın! -Kendim toplayıncaya kadar beklemeyi tercih ederim. -Haklısın, senin için öylesi daha iyi. Biraz durduktan sonra ilave etti: Bu işin püf tarafı uyanık olmak, tedbirliolmaktır. Çünkü çevrendekilerin hepsi düşmandır. Saf görünüşlü bir kadın,madalyalı bir eski asker ya da herhangi bir emekli seni ele verebilir. Hepsininkafasında tek şey vardır ve o da bizi yargıcın huzuruna çıkarmak: sonra kodesegöndermektir, bizden söz edildiğini hiç duyamayacakları kadar uzak kamplarasürmektir. Dikkat çekmemek asıl kuralımızdır bizim. Payını almadıkça herhangi bir insangibi davranmalısın. Cebin mangırla dolunca istediğin gibi yaşarsın. O zaman haksenindir. Ama yakayı ele verdiğin zaman, arkadaşlarına ihanet etmektense geberdaha iyi. Yaa, böyle işte! Zaten dilin çözülürse yandın demektir. Köpek gibi gebertirler seni. Kampa,hapishaneye kadar gelip bulurlar, işini bitirirler. Hikaye değil buanlattıklarımha!.. Abdias, Petruhanın öteki mevsimlerde tersanelerde çalıştığını, her yazMujunkuma gittiğini de öğrendi. Kenevirin yetiştiği yerleri avucunun içi gibibiliyormuş. Daha çok dere boylarında, bütün dünyaya yetecek kadar, baştanbaşa kenevir dolu tarlalar varmış. Alkolik yaşlı annesiyle oturuyormuş budelikanlı. Ağabeyleri uzak kuzeyde, her biri bir tarafta gazodük inşaatındaçalışıyorlarmış. Petruhanın deyimi ile onlar bazen buz gibi havalardaçalışarak,bazen sivrisineklere yem olarak kazanıyorlarmış mangırlarını. Ama kendisininbütün bir yıl parmağını kımıldatmadan, tükrüğü oldukça her şeye tükürerekoturması için, Asyaya, Sarıların arasına küçük bir seyahat yapması yetiyormuş.Arkadaşı Lenkanın ailevi durumu daha da kötüydü. Annesini hiç tanımamış veüç yaşına kadar Murmanskta yetimler yurdunda kalmış. Sonra çocuksuz bir çiftkurallara uygun olarak onu evlat edinmiş. Koca, Küba taraflarına uzun seferlereçıkan bir geminin kaptanıymış. Beş yıl sonra ailenin durumu bozulmuş, kaptanınkarısı genç sevgilisiyle Leningrada kaçmış, kocası ise limanda kendini içkiyeverince başka bir işe aktarılmış. Çocuk da okulda başarılı olamamış, üvey babasının halası ile muhasebecierkek kardeşi arasında bocalayıp kalmış. Muhasebecinin karısı tam bir cadalozimiş. Sonunda çocuk zaptedilemez hale gelmiş ve bu aileyi terketmiş. Şimdi birharp malulünün yanında oturuyormuş. Bu eski denizaltı eri iyi bir insanmış amaçocuğun üzerinde hiçbir otoritesi yokmuş. Lenka canının istediği gibihareket ediyormuş. Zaman zaman ortalıktan kayboluyor, sonra yine meydanaçıkıyormuş. Geçen yıl ot toplamaya gitmiş ve Petruhanın dediğine göreuyuşturucu da alıyormuş... Ama henüz onaltı yaşındaydı ve bütün bir hayat vardıönünde... Abdias, böylesine acıklı bir hikayeyi dinlerken taş gibi katı olabilmek içinolanca gücünü, soğukkanlılığını toplamıştı. Bu işin esasını, gençleri gittikçedaha çok ağına düşüren bu olayın en ince ayrıntılarına kadar her yönünüöğrenmek idi amacı. Konu üzerinde düşündükçe, bir çeşit gizli akımın,görünüşte çok sakin bir denizin derinliklerinde seyrettiğini daha iyi anlıyordu.Bu çocukları uyuşturucu kullanmaya iten bütün özel sebeplerin ötesinde,topluma bağlı bazı başka sebepler de vardı ki, modern dünyanın bu ağır yarayıalmasının asıl sebepleri bunlar olabilirdi. Damar damar oluşan, çok sıkı bir ağşeklinde örgütlenen, hastalığı toplumun bütün organizmasına bulaştıran bufaktörler kolayca anlaşılır gibi de değildi... Bu karmaşık düğümü tek ve özel bir noktadan hareket ederek incelemek pek azbir şey öğretir, hatta yararsız da olabilirdi. En azından büyük bir sosyolojikitabı Sayfa 40
  • 41. Dişi Kurdun Rüyalarıyazmak gerekirdi bunun için. Ama, daha iyisi, basında ve televizyonda bu konuda bir araştırma açmaktı.Abdiasın, bu aleme yeni girmiş bir zırzopun saçma düşünceleri, budalaca arzusubu idi! Gerçekten de o, papaz okulundaki geçmişi, pratik hayata dairbilgisizliğiyle dünya dışında yaşayan bir yaratıktı: Sonunda durumu kabuletmek zorunda kaldı: Bu tür bir tartışmanın kamuoyuna götürülmesinde hiçkimsenin çıkarı yoktu. Çünkü bu, sözde Sovyet toplumunun bir prestijmeselesiydi. Gerçekten, daha yüksek mevkilerde bulunanların fikrine vemizacına tabi olan hiçbir sorumlu kendi kariyerini tehlikeye atmak istemiyordu.Öyle görünüyordu ki, yönetim sisteminde bir bozukluk olduğunu bildirecekalarm zilini çalmak için, insanın birçok meziyetleri yanında, kendi aleyhineolacak şeylerden de korkmaması gerekirdi. Abdias Kallistratovun bu tür utançverici bir endişeye tamamen yabancı olması, onun için hem çok iyi, hem de çokkötü bir durumdu. Şimdilik o, böyle durumların olabileceğini biledüşünemiyordu. O sadece gerçeğin gizli cephesine bir adım atmıştı, yitik insanlara acıdığıiçinve belki de onlardan bazılarının kurtulmalarına yardım edebilmek umuduyla,esrarı anlamak, çözmek istiyordu. Bunu onlara bir ahlak dersi vererek,suçlayarak ve mahkum ederek değil, bizzat olayı yaşayarak, örnek vererekyapacaktı. Onun amacı, tek kurtuluş yolunun, herkesin ruhen yenileşmesi, içindebir çalkantının olması ile açılacağını göstermekti. Gömüldükleri bu iğrenç,yüzkarası durumdan onları ancak bu yol kurtarabilirdi. Onun cesaret ve iyiniyetlerle dolu bu fikirlerinin ona nelere malolacağından da henüz hiç haberi,enküçük bir şüphesi yoktu. Gençti. Genç olmak çok şeyi açıklar... Papaz okulunda iken Hz. Đsanınhayatınıincelemek için ne yürekli bir çaba göstermişti! Onun bütün acılarını kendindeduymuştu. O kadar ki Gelhsemani bahçesinde Yahudanın ihanetini anlatanbölümü hıçkıra hıçkıra ağlamadan okuyamıyordu. Ve, Hz. Đsanın, paskalyanıno sıcak gününde Golgotha tepesinde çarmıha gerilmesi, evrende görülenfaciaların en korkuncu olarak görünüyordu ona. Bu genç saf adam, Abdias,insanları en saf fikirleri, en asil özlemleri için sistemli bir şekildecezalandırantrajik bir yazgının, bir kaderin bulunduğundan da habersizdi. Belki şunu da sormak gerekirdi: Şehit olmak, böyle fikirlerin ortaya çıkması,engelleri aşması için, zulüm görmek ve ölmek tek yol değil miydi? Şüphesiz,zaferin bedeli ve onu değerli yapan da bu değil miydi? Abdias bu meseleyi daha önce Viktor Nikiforoviç Gorodetski ile de tartışmafırsatını bulmuştu. Aralarındaki yaş farkı çok az olmasına rağmen soyadı ilehitap ederdi ona. Konuşmaları Abdias Kallistratovun papaz okulundan kesinolarak ayrılmaya karar vermesinden az önce olmuştu. Bir çayını içmeye gittiğiarkadaşı şunları söylemişti ona: -Ne dememi istiyorsun yani? Bak çocuk peder (böyle dediğim için bağışla amabu lakap sana çok uyuyor) açıkça görülüyor ki sen bu papaz okulunuterkedeceksin, ya da büyük bir ihtimalle kovulacaksın. Eminim ki öğretmenpapazlar seni dinledikten sonra kendiliğinden çekip gitmeni beklemeyecekler...Hele senin kilise tarafından kabul edilmesi çok zor olan o müstesnadüşüncelerini öğrendikten sonra! Bir haksızlığa uğramadın, sızlanman içinsomut bir gerekçen de yok. Bir çekişme, yanlış anlama ve yanlış anlaşılma dasözkonusu değil. Kilise gerçekten seninle ilgili bir hata yapmamış... Eğeronunlabir uyuşmazlığa düşeceksen, bu tamamen senin dini inançların ve anlayışınyüzünden olacak. -Çok haklısın Viktor Nikiforoviç, somut sebepler yok. Zaten öylesi de pekbasit olurdu. Sözkonusu olan benim kendi durumum değildir. Mesele, kilisegeleneklerinin çağımıza ters düşmesidir. Eski zamanlarda, bir toplumun henüzdoğuş halindeki bilincine uygun düşen bir doktrini bugün ciddiye almakmümkün değildir. Sayfa 41
  • 42. Dişi Kurdun Rüyaları Teolojinin varlığını koruyabilmesi için tek çare, dünyadaki bütün inançlarınodak noktası, merkezi olarak yeni bir Tanrı anlayışının ortaya çıkmasıdır.Bu Tanrı bizim çağdaşımız olacaktır. Günün ihtiyaçlarına cevap veren başkabir iman anlayışı. Ortodokslukla benim aramdaki tek uyuşmazlık, benimOrtodoksluktan kopmamın tek sebebi, işte budur. -Evet, anlıyorum, dedi Gorodetski hoşgörülü bir gülümseme ile çayından biryudum daha alarak. Sonra devam etti: Đlk bakışta bu görüşün pek şaşırtıcı. Ama,senin teorine gelmeden önce, rahat rahat çayımızı yudumladığımız şu anda,Orta-Çağda, sevgili papaz çocuk, koyu Katolik Avrupada, mesela Đspanyadaveya Đtalyada, sen böyle bir çılgınlığa cesaret ettiğin, ben de seni dinlediğimiçin, önce aforoz edilir, sonra diri diri yakılırdık odun ateşinde. Kemiklerimizkül olur, rüzgarda savrulurdu. Aziz Inquisitiona yapılan işkenceleri vecellatların sevincini çok iyi hayal ediyorum! O devirde bir masumun, sadeceMeryem Ananın cinsi ilişkide bulunmadan hamile kalması olayını, azıcıkmanalı bir tebessümle dinlemesi, diri diri yakılmasına yeterdi. Đnsan bunubilince... -Affedersin, sözünü kesiyorum Viktor Nikiforoviç, ama, diye itiraz ettiAbdias. Aynı anda sinirli bir şekilde öğrenci cübbesinin düğmelerini yenideniliklemeye başlamıştı. Devam etti: Buna çok gülmeni anlıyorum, ama şaka biryana, bugün engizisyon hala uygulansa idi, bu sapkınlığım yüzünden benihemen yarın ateşe atacak olsaydılar bile, söylediklerimin bir tek kelimesinidahiinkar etmezdim. -Bundan eminim, dedi Gorodetski başını sallayarak. -Ben bu görüşe tesadüfen, öyle birden bire gelmedim, Hıristiyanlık tarihiniinceleyerek ve modern dünyayı gözlemleyerek geldim. Ve, yeni bir görüş atmakistiyorum ortaya. Tanrı anlayışını çağdaş yapmak istiyorum, bütün çabalarımbaşarısızlıkla sonuçlanacak olsa bile... Viktor onun sözünü kesti: -Konuyu tarihe getirmiş olmana sevindim. Şimdi sana söyleyeceklerimi dinlebiraz. Senin Yeni bir Tanrı fikrin soyut bir teoriye dayanıyor. Aydınlarındiliylesöylemek gerekirse, bazı yerlerde sözkonusu edilse bile, bu böyle. Vaktiylededikleri gibi, senin bütün görüşlerin, ruh üzerine yapılan katıksız birspekülasyondur. Sen Yaradan programlamak istiyorsun, ama O, ne kadar çekicive inandırıcı olursa olsun, basit bir kavrama sığmaz, buna boyun eğmez.Baksana, eğer Đsa çarmıha gerilmeseydi; asla bizim peygamberimiz olamazdı.Evrenin iyiliğini düşünen bu müstesna insan önce vahşi bir şekilde öldürüldü,sonra başka bir çehreye büründü, ona gözyaşı döküldü, ululandı ve nihayet,onun acıları ve bizim vicdan azabımızla yeniden yaratıldı. BaşlangıçtaHıristiyaninancı bir tapma ve kendini cezalandırma şeklindeydi, umut ve pişmanlıktı, cezave mağfiret idi ve elbette gelecek sevgisiydi. Eğer bu bazıları tarafından kendiçıkarları için saptırılmışsa, başka mesele. Bu da dünyanın bir kaderi. Düşünsene: En kuvvetli olan, en büyük saygıuyandıran, en büyüleyici, çekici olan kim? Đşkenceler içinde kıvranan, birprensip uğruna çarmıha gerilerek ölümü kabul eden bir Mazlum-Şehit, Kurban-Peygambermi, yoksa, soyut bir idealden başka bir şey olmayan modernzihniyette, yüce ve mükemmel bir varlık mı? -Bunu da düşündüm Viktor Nikiforoviç, haksız değilsin. Ama Yüce-Yaradanhakkındaki eski anlayışı değiştirme zamanının geldiği fikrimden vazgeçemem.Bu fikir kökleşmeyebilir, dünyadaki bilgilerimize ters düştüğü de doğrudur.Yine de aşikar! Her ne ise, bu konuda seninle bir polemiğe girmek istemiyorum.Gerçekten soyut bir düşünceden hareket etmiş ve imkansızın peşine düşmüşolmam pek mümkün, ama bunun hiç önemi yok. Benim düşünce tarzım kilisehukuku ile uyuşmuyor. Bu hususta bir şey yapamam. Ama biribana hatamı gösterebilse gerçekten çok sevinirim. Sayfa 42
  • 43. Dişi Kurdun Rüyaları Gorodetski hak verdi: -Seni anlıyorum Papaz Abdias. Her şeye rağmen tedbirli olmanı tavsiyeederim sana. Bir başka Tanrı aramak, kiliseye karşı işlenmiş en ağır, enbağışlanmaz suç sayılır. Kilisenin ileri gelenleri için senin bu fikrin, evrenialtüstetmek anlamına gelir. -Bunu biliyorum. -Ama bu tür bir teşebbüs, kilise dışında daha da ağır bir ceza, bir hükümgetirir. Bunu da düşündün mü? -Ama bu söylediğin bir paradoks, bir çelişki. -Bunu anlamakta gecikmeyeceksin. -Nasıl olur? Đki ayrı konum bu noktada mı birleşecek? -Tam öyle değil. Đşin doğrusu şu ki, bu tür bir olaya hiç kimse iyi gözlebakmaz. -Tuhaf, sana göre insanlar kendileri için zaruri olanı reddederler... -Çok büyük güçlüklerle karşılaşacaksın, bunu istemiyorum. Ama cesaretinikırmak da istemiyorum, dedi Gorodetski tartışmaya son vererek. Abdias, Viktorun bu uyarılarında çok haklı olduğunu anlamaktagecikmeyecekti. Birkaç gün sonra papaz okulunun ileri gelenleri, garda, önemli bir kişiyitörenle karşıladılar. Peder Dimitri, dini kurumlarla papaz okulları arasındakoordinasyonu sağlamaktan sorumluydu. Ona, Koordinatör Peder diyorlardı. Orta yaşlı, çok ihtiyatlı, saygıdeğer birinsandı ve mevkiine çok yakışıyordu. Alışılmamış bir olay sebep olmuştu o günonun gelişine. Huzuru bozan suçlu ise, en yetenekli öğrencilerden biri olanAbdias Kallistratov idi: Kutsal Kitabı yeniden yazmak, Çağdaş Tanrı gibişüpheli bir görüşü yaymak hatasını işlemiş, yoldan sapmıştı. Koordinatör Peder, tabii bir uzlaşma sağlamaktan, ayrılan kuzuyu tekrarsürüye katmaktan, onu doğru yola çekmekten yana idi. Yani, skandalduyulmasın diye, onu Kilise camiasında bırakmak istiyordu ve buna yetkisivardı. Bu konularda kilise, laik kurumlardan farklı hareket etmiyor, aileninkirliçamaşırlarını başkalarına göstermek istemiyordu. Abdiastan daha tecrübeli olanPeder Dimitri, böyle hareket edecek, onu babaca azarlayacaktı biraz. Ama Kallistratov onu tamamen yanlış anladı, bu da pederin planını bozdu. Peder genç adamı öğleye doğru kabul etmiş ve konuşmaları en az üç saatsürmüştü. Koordinatör ona önce binanın salonlarından birinde bulunan küçükkiliseye gitmelerini teklif etti: -Tahmin edersin ki seninle çok ciddi bir konuşma yapacağız. Ama bu türişlerde acele etmek pek yarar sağlamaz. Onun için istersen önce Tanrının evinegidelim, her şeyden önce birlikte dua etmemiz gerektiğine inanıyorum. Böyle derken hafifçe kızarmış, gözkapaklarını kırıştırarak Abdiasa bakmıştı. -Tanrı sizi korusun Mon Senyör, dedi Abdias, ben hazırım. Benim için dua,ruhumdan hiç çıkmayan Yüce Yaradan üzerinde devamlı düşüncelerimin birezgisi, bir kontrapunktudur. Çağımız Tanrısı düşüncesinin beni hiçterketmediğine de inanıyorum. -Biraz sabırlı ol evladım. Önce dua edelim, dedi Koordinatör, uzlaşıcı birtonla. Böyle derken koltuğundan kalktı. Delikanlının dine karşı küfür sayılacak Sayfa 43
  • 44. Dişi Kurdun RüyalarıÇağımız Tanrısı, kontrapunk gibi deyimlerini bile duymazlıktan gelecek kadaralttan alıyor, yakınlık gösteriyordu. Tartışmayı daha başında tatsız bir havayasokmak istemediği belliydi. Devam etti: Bu dünyada var olduğum günden beri,Tanrının lutuf ve bağışlamalarını her gün artan bir hayranlıklahissettiğimi söylemeliyim. Buna dua yoluyla ulaştığımızı, duanın bizibiraz kendimizin dışına götürdüğünü anlamaktan da mutluluk duyuyorum.Tanrının mağfireti, bağışlaması sınırsızdır, Onun bize olan sevgisi sonsuzdur.Dualarımız belki Onun için çocuk cıvıltısı gibidir ama, bunlar bizim OnunKişiliği ile şaşmaz şekilde birleştiğimizin göstergeleridir. Kapı önünde ayakta duran Abdias: -Haklısınız monsenyör, dedi. Çok tecrübesiz, çok da sabırsız olduğu için; susma taktiği gösteremedi vebütündüşüncesini atıverdi ortaya: -Söylemekte sakınca görmüyorum, anlayışlarımıza göre Tanrı ezeli veebedidir. Ama, insanın bilgisi arttıkça düşüncesi de gelişiyorsa, Tanrıanlayışınında gelişme kavramının dışında kalmaması mantıklı görünüyor. Bu hususta nedüşünüyorsunuz monsenyör? Koordinatör bu soruyu kolayca geçiştiremezdi. -Bu ne coşku evlat! diye bağırdı. Sonra öksürüp aksırarak, zaten düzgün olancübbesini düzeltmeye çalışarak, devam etti: Tanrıdan bu şekilde söz etmek,aşırıbir dalgınlık söz konusu olsa bile, uygun düşmüyor... Bize Tanrıyı anlamayetisiverilmemiştir. O bizim anlayabileceğimizden daha uzakta, dışımızdadır.Materyalistler bile bizim kavrama gücümüzün dışında bir alem olduğunu kabulederler. Yüce Tanrı sözkonusu olunca bu hüküm daha da doğru olur. -Beni bağışlayın monsenyör, olayları olduğu gibi ifade etmek gerekir:Bilincimizin, vicdanımızın dışında bir Tanrı yoktur. -Emin misin? -Evet, bunun için söylüyorum zaten. -Pek ala, ilerin üzerine noktaları koymadan önce biraz durup düşünelim. Senve ben teoloji konusunda bir konuşma yapacağız, ama duamızı yaptıktan sonra.Şimdi, az önce de söylediğim gibi, beni kiliseye götürmeni istiyorum. Bu din büyüğünün onu kendisine refakat etmeye daveti, Abdias tarafından biriyi niyet gösterisi olarak yorumlanabilirdi, ama kovulma tehdidi altında bulunanbir öğrenci, sivrilikleri törpülemek, keskin uçları yassıltmak için bu durumdanyararlanmak istemiyordu. Koridoru geçtiler. Koordinatör önde, Abdias da yarım adım kadar gerideyürüyordu. Peder Dimitri dik vücutluydu ve emin adımlarla ilerliyordu. Etekleriyerlere kadar sarkan kara cübbesi bir ulu kişi görünümünü veriyordu ona.Delikanlı da onu süzerken, bu adamda yüzlerce yıldan beri saygı duyulankurallardan aldığı güce inanmış ama onu kendi çıkarları için koruyan bir kişilikgörüyordu. Varlık gerçeğini arama isteği bugün onu, böyle muazzam ama atılbir kuvvetle karşı karşıya getiriyordu. Ama şimdilik ikisi de Ona inandıklarınadoğru gitmekteydiler. Her biri kendi tarzında, Onun adına, dünya ve dünyadaaldıkları yer hakkında ortak fikirleri sokmak zorunda olduklarınıhissediyorlardı.Her ikisi de umutlarını Ona bağlamışlardı. Çünkü O her yerde hazır ve nazır idive bağışlaması boldu... Sayfa 44
  • 45. Dişi Kurdun Rüyaları Günün o saatinde küçük kilise boştu. Bu da onu olduğundan biraz daha büyükgösteriyordu. Daracık oluşunun dışında, hemen hemen kaba bir yapıydı. NiştekiĐsanın yüzü kupkuru bir şekilde siyah saçlarla çerçevelenmiş gibiydi. Sabit veciddi bakışlıydı ve beyaz çizgilerle taranmış bu yüz biraz fazlaca aydınlıktı.Yüksek rütbeli papazla vicdan hürriyetini terketmek istemeyen genç dönme yada sapkın, yanyana diz çöktüler. Bakışlarını ve ruhlarını Ona yönelttiler.HerbiriOnunla özel bir dialog ümid ediyordu. Çünkü O, aynı zamanda çok kişiylekonuşabilirdi. Gündüzün ve gecenin her saatinde, kendisine hitap eden herkesi,sayısız kişiyi, dinleyebilirdi. O, bu dünyada herhangi bir insanla, yerküreninherhangi bir noktasında konuşabilirdi. O her yerde hazır ve nazır idi ve Kadir-iMutlak oluşu da bundandı. Đki adamın duaları onları sıkıntıdan, üzüntüden kurtaracaktı. HerbiridualarındaOna duydukları sevginin buyurduğu amel ve hareketlerinin doğruluğunugörmek istiyorlardı. Kendilerini; an kadar kısa bir süre için işgal ettikleriyerde,evrenin bir parçası olarak görüyorlardı. Haçın ışığında onları bu dünyayagetirdiği için Yaradana şükrediyor, Ondan, Onun adını söyleyerek ölmeyi nasipetmesini istiyorlardı. Sonra büroya döndüler ve burada ilk karşılaşma başladı. -Evet evladım, sana bir ahlak dersi vermeye kalkışmayacağım, dedi Koordinatör meşin koltuğuna rahatça gömülürken. Abdias onun karşısında birsandalyede oturuyordu. Genç öğrenci, ellerini zayıf ve titrek ellerinin üzerinekoymuş, saygılı, dikkatle dinleyen bir durum almıştı. Çetin bir tartışmabeklediği için, Peder Dimitrinin bakışlarında bir hiddet ya da kötü niyetgörmeyince pek şaşırdı. Peder Dimitri, onun düşündüğünün tam aksine çoksakin görünüyordu. -Dinliyorum efendim, dedi Abdias itaatli bir sesle. -Tekrar ediyorum, seni azarlayacak ya da sana yemin ettirecek değilim. Bukadar ilkel bir usule önem vereceğini de sanmıyorum. Fakat, ileri sürdüğünfikirler, pek kabul edilir şeyler değil. Farketmiş olmalısın ki seninle iki eşitinsanolarak konuşuyoruz. Üstelik oldukça zekisin. Ben de samimi olacağım. Kiliseninçıkarı, zekanın onun öğretisine karşı çıkmamasını gerektirir. Đlahi kurallara,dinin hizmetine kayıtsız şartsız kendini vermeni ister. Görüyorsun ya apaçıkkonuşuyorum... Ama, bir baba gibi senin kulaklarını çekmeye de hakkım var.Çünkü ölen babanı, Diyakos Đnnokenti Kallistratovu çok iyi tanırdım. O ve benaynı inançta idik. Yüksek, erdemli bir Hıristiyandı o, çok da genişkültürlüydü.Şimdi kader beni seninle, dinin sadık hizmetkarı olan o kişinin oğlu ile,karşılaştırdı. Ve hangi şartlarda? Önceleri senin hakkında çok güzel, yankılışeyler duyduğumu gizleyecek değilim. Beni buraya getiren sebep ise gerçektenüzücü. Bana dediklerine göre dinde reform yapmak istiyormuşsun. Oysa bukonuda sen daha pek toysun, bir çömez sayılırsın. Senden duyabildiğim birkaçsözün, sendeki bu görüş ayrılığının, bu kopmanın asıl sebebi, yaşının küçükolmasıdır, gençliğindir. Umarım bu tahminimde yanılmam. Birçok sebeplerdendolayı gençliğe özgü atılganlık ve kendini beğenmişlik, çok çeşitli şekildeortayaçıkar. Herkesin mizacına ve aldığı terbiyeye göre değişir. Sen hiç, nice nicesınavlar geçirmiş yaşlı bir insanın, o ileri yaşında birden bire dinindençıktığınıya da kutsal dogmaları kendine göre yorumlamaya kalkıştığını gördün mü? Hiçsanmam. Birkaç örnek olsa bile, pek azdır. Çünkü dini öğretinin aslıderinlemesine olarak ancak zamanla, yaşla öğrenilir. Zaten Avrupalı filozoflarve özellikle de Fransız ansiklopedileri de devrim öncesinde dine saldırmayakalkışmışlardı. Đki yüz yıldan beri de bu düşüncelerini yaymaya çalışıyorlar.Bunların hepsi gençti. Doğru değil mi? Sayfa 45
  • 46. Dişi Kurdun Rüyaları -Evet efendim, gençtiler. -Görüyorsun işte. Bu, gençlerin aşırılık tutkusunu gösteren ayrı bir delil. -Aşırılık ya da extremisme, şu günlerde moda olan bir deyim -Aşırıcılık, çocukluk hastalığından başka bir şey mi? -Belki öyledir, ama bu genç adamların size göre extremisme yakalanan bugençlerin, sağlam esaslara dayanan, çok iyi hazırlanmış, özümlenmiş fikirleri devar ki, bunları da söylemek gerek. -Elbette, elbette, ama bu ayrı mesele. Ne de olsa onlar kilise adamlarıdeğillerdi ve din hakkındaki bilgileri yalnız kendilerini ilgilendiriyordu. Amasen gelecekte papaz olacaksın, senin için durum bambaşka. Abdias söze karıştı: -Đşte bunun için ya insanlar bana tam olarak güvenmek isteyecekler... -O kadar hızlı gitme bakalım, dedi koordinatör kaşlarını çatarak, seniniyiliğiniçin kafana sokmak istediğim şeyi anlamak istemediğine göre, biraz daha açıkkonuşmaya çalışacağım. Önce şunu söyleyeyim ki, iman dağını tırmanıp dakendi çelişkisinin kurbanı olan insanların sen ne ilkisin ne de sonuncusuolacaksın. Kilise böylelerini çok gördü. Büyük davalar kayıp vermedenkazanılmıyor ve bu yoldaki kazalar da kaçınılmazdır. Ama senin durumundaolanlar için bir tek alternatif vardır: Ya yanlış yola sapan, bütün şüpheleriatarakdoğru yola döner, kesin olarak ve bütün gücüyle gerçek imanı kabul eder, onacoşku ile ve artan bir enerjiyle sarılır, böylece büyükleri tarafındanaffedilir; yada, inatla yanlış yolda gitmeye devam ettiği için bir sapık olarak kilisedenkovulur, aforoz edilir. Üçüncü bir yol olmadığını iyice anlıyor musun? Fikirlerin hoşgörü ilekarşılanamaz. Yeterince açık anlatabildim mi? -Evet monsenyör, ama ben de çok açık bir şekilde bu üçüncü yolun zaruretineinanıyorum, bu yalnız benim için değil, dinin selameti için de zaruri görünüyor. -Haydi canım sen de! Peder alay eder gibi başını salladı ve devam elti: Gerçekten fikirlerin çokşaşırtıcı. Zahmet olmazsa bana Hıristiyanlığı selamete çıkaracak bu üçüncüyolun ne olduğunu anlatır mısın? Yoksa, bu da yeni bir tür devrim mi olacak?Koordinatör bu sözleri sinsice söylemişti. Ama Abdias cevap vermektegecikmedi: -Bu yüzlerce yıllık uyuşukluktan silkinip kurtulmak, dogmatizmi unutmak veinsana Tanrıyı kendi özünün doruğu olarak görme hürriyetini tanımak gerek... -Yeter! Yeter! diye bağırdı peder, gururun seni kör ediyor ve çok gülünç birduruma düşürüyor! -Pekala monsenyör, madem ki insana düşünme hakkı tanımıyorsunuz, dahauzun tartışmanın bir yararı yok! -Đşte bu doğru! Koordinatör hiddetle yerinden kalktı. Birden sesi titremeye başladı vekonuşmasını şöyle sürdürdü: Gözlerini iyice aç delikanlı! Gururunu bir yana at!Seni mahvedecek bir yol seçmişsin kendine! Zavallı! Tanrının sadece seninhayalinin bir ürünü olduğunu sanıyorsun. Đnsanın da, tek gerçek Tanrınınüzerinde hemen hemen bir Tanrı olduğunu söylüyorsun! Bilinç yalnız ĐlahiKudretin iradesiyle vardır. Sana ait doktrinin gelişmesine izin verilecek olsa, Sayfa 46
  • 47. Dişi Kurdun Rüyalarıyakında bu doktrin bütün prensipleri alaşağı eder, iman yasalarını korumauğrunda, bunca insanın nesiller boyu mücadele verdiği, acı çektiği bütün kulsalyasakları yıkar. Sen dogmatizmi atmak derken bunları istiyorsun. Bizimdogmalarımız Đlahi Hikmetin meyvalarıdır. Kilisenin varlığını sürdürebilmesiiçin yeni doktrinlere hiç ihtiyacı yok, ama bu doktrinler iman kuvveti olmadanmeydana gelmez. Madem ki bu noktaya geldik, şunu da hatırla: Dogmatizm, neolursa olsun bütün otoritelerin, bütün iktidarların desteğidir. Sapık düşüncenleTanrı kavramını ıslah etmek istiyorsun, gerçekte sen onu hiç bilmiyorsun.Senin istediğin şey, kendini Onun yerine koymaktır! Ama, şükürler olsun kiTanrı gerçeği ne senin, ne de senin gibilerin isteğiyle vardır. Senin küfrünancak seni mahveder. Tanrı ezeli ve ebedidir! Amin! Bu tirad süresince Abdias, Peder Dimitrinin yanında, ayakta, dudaklarınıısırarak beklemişti. Onun hakaretlerine dayanmak çok güç geliyordu ona. Amabir adım geri çekilmeye de niyeti yoktu: -Özür dilerim monsenyör ama, sadece bizden gelen bir şeyi niçin ilahi gücebağlıyorsunuz? Tanrı, biz yaratıklarını, birbirine zıd olan iyi ve kötügüçlerdenkurtarabilecekken, niçin bu kadar kusurlu yaratmış olsun? Bizi, kendisiyle olanmünasebetlerimize varıncaya kadar birçok hususta, şüpheye kötülüğe, ihanetedüşürsün? Siz kendi doktrininizin mutlak değerde olduğunu, şaşmazlığınısöylüyorsunuz, dünyanın ve ruhumuzun özünün bize bir defa ama bütünzamanlar için verildiğini kabul ediyorsunuz. Ben bunda hiçbir mantıkgörmüyorum. Hıristiyanlığın iki bin yıllık geçmişinde, bu kadar eski birzamanda söylenmiş olana; nasıl olur da biz hala ilave edecek bir şey bulamayız?Siz, gerçek tekelini bırakmamak için mücadele ediyorsunuz, ama, en iyihallerde bile tavrınız bir körlüğün eseridir. Görmüyorsunuz. Đsterse ilahiçıkışlıolsun, gerçeği sonuna kadar yalnız kendi elinde tutacak bir öğreti yoktur.Kendisinin böyle olduğunu iddia eden bir doktrin, modası geçmiş bir doktrindir,artık kullanılır olmaktan çıkmıştır. Abdias sustu. Bir süre sessizlik oldu. Sonra birden, yakındaki başka birkilisenin çan sesleri duyuldu. Đnsanlarla Tanrı arasındaki bağın bu seslisembolüo kadar yakından geliyordu ve o kadar ona aşina idi ki, Papaz Okulu öğrencisiAbdias oradan hemen kaçmak, tıpkı o çan sesleri gibi ta uzaklara uçupgitmek, kaybolmak, sonsuzlukta erimek isteğine kapıldı... -Gerçekten çok ileri gidiyorsun delikanlı, dedi koordinatör soğuk ve birdenbire durgunlaşan bir sesle. Sonra devam etti: Seninle bu teolojik tartışmayagirişmemeliydim, çünkü bu konudaki bilgilerin henüz çok eksik ve hatta şüpheli.Sana bunları ilham eden bizzat şeytan olmasın? Her ne ise, konuşmayı bitirmekiçin sadece bir şey daha söyleyeceğim: Bu fikirlerinle sen pek ileriyegidemezsin. Temel dogmalarla uğraşanları laikler de istemez ve aralarındanatarlar. Çünkü her ideoloji esas olarak yalnız ve yegane gerçeğe kendilerininsahip olduklarını iddia ederler. Bunu, çok acı bir tecrübe ile öğreneceksin.Şunuda bilesin ki laik hayat, ilk bakışta sanıldığından daha katıdır.Düşüncesizliğinin, yanlış hesaplarının bedelini ödeyecek ve benim busözlerimi de hatırlayacaksın. Bu kadar yeter. Okulu terketmeye, hiçdönmemesiye Tanrının evinden kovulmaya hazır ol! -Benim mabedim her zaman benimle olacak, dedi Abdias inatla, çünkü benkendimin kilisesiyim, başka bir kilise de tanımıyor, kabul etmiyorum. Papazlarıda, hele bugünkü halleriyle hiç kabul etmiyor, tanımıyorum. -Pekala evlat, Tanrı seni ıslah etsin. Ama bir şeyden emin olabilirsin: Dünya,sana itaat etmeyi öğretecektir. Artık ekmeğini kendin kazanmak zorundakalacaksın, senin milyonlarca benzerin böyle yapıyor. Abdias Kallistratov, bundan sonra, bu son uyarıları sık sık hatırlayacağıgünlerigörecekti. Bununla beraber, asıl misyonu, varoluşunun bir çeşit en üst düzeydetaçlandırılması olan misyonu, henüz gelecekte görünüyordu ona. Bu misyon bir Sayfa 47
  • 48. Dişi Kurdun Rüyalarıufuk gibi belirecek ve aradaki bütün maceralar geçici engellerden başka bir şeyolmayacaktı. Kitlelerin onu örnek alacağı gün gelecekti. Orada, hayatınınamacını görüyordu. Kaçakçılar treni, bozkıra doğru, geniş ve ıssız alanları geçerek ilerliyordu.Bakışları cama saplanmış olan Abdias kuşkular içindeydi. Pekala, diyordu kendikendine, işte şimdi gerçekten yapayalnızsın. Hareketlerin tamamen serbest,röportajını yazmaktan başka ne bağların var, ne de zorunlulukların. Peki, busıkıntılarla dolu yolda ne öğrendin? Gerçek hayata dalıyorsun, ona cephedenbak. Tıpkı yüz yıl kadar önce olduğu gibi, bir tren, insanları bir yerden başkabiryere götürüyor. Sen de yolculardan birisin. Kaçakçılar da herkes gibi bireryolcudur. Bir farkla ki onlar bir tehlike de oluşturuyorlar, çünkü en korkunçsuçlardan birini işliyorlar. Görünüşte pek zararsız olan ve duman olupsavrulan bu ot, sarhoşluktan başka bir şey vermiyor ve insanda insanlık olarakne varsa onları yok ediyor. Bu geçici zevk için kendiliklerinden sunak taşınakoşanları nasıl koruruz? Bu kötülüğün, bu hastalığın çıkış noktasını, kaynağınıbiliyor musun? Hayır, hiç bir şey bilmiyorsun, meseleye çözüm getirmek içinhangi ucundan tutacağını bile bilmiyorsun. Daha yakın bir geçmişte, papaz okulunda, hayat akıntısına kapılarak az da olsaonu daha iyiye götürmek için sabırsızlanıyor, çırpınıyordun. Arkadaşların sanaidealist diyorlardı ve haksız da değillerdi. Daha şimdiden bu çocukların sanaihtiyaçları olup olmadığını, işlerine karışmanın gerçekten gerekli olupolmadığını sormaya başladın. Aslında onlar için ne yapabileceksin ki? Onlarıkendi yoluna sokup hayatlarını mı değiştirebilirsin? Sen kendini yeyipbitirirken,onlar, içleri rahat, belli bir amaca doğru gidiyor ve ne istediklerinibiliyorlar. Hiçolmazsa, onları yalnız uyuşturucu ve paranın mutlu edeceğine inanmışlar. Onlarıbunun aksine nasıl inandıracak, doğru yolu nasıl göstereceksin? Arayagirmezsen ergeç yakalanıp ceza kamplarına gönderilecekler. Ama kendilerini okadar suçlu görmeyecek, bunu sadece şanssızlık sayacaklar. Ah onları kötüyoldan bir döndürebilseydin! Pişmanlık ruhlarını temizlerdi, suç işlemektengönüllü olarak vazgeçer ve gerçek sevinci yaşarlardı. Harika bir şey olurdu bu!Ama, mutluluk olarak onlara başka ne verebilirdin? Bugün toplumumuzun değer olarak benimsediği şeyler aslında tamamenbozulmuş, topa tutulmakta... Tanrı kavramına gelince, çocukluk çağlarından berionlar Tanrıyı; ihtiyar bunakların dillerine pelesenk ettikleri tekerleme gibigörürler. Hem sonra, kolay kazanılan paranın yanında güzel sözlerin ne değeriolur? Şu günlerde herkesin tekrarladığı gibi, büyük bir teşekkür hiçbir şeyeyaramaz, ama para, nereden gelirse gelsin, at keseye! Hem, yalnız bizdenalmıyorlar bu parayı, kazançlarının bir kısmı, yabancı ülke kaçakçılarınayapılansatışlardan sağlanıyor. Çoğunun Murmansk, Odesa... gibi limanlardan ya daBaltık şehirlerinden gelmeleri bundan olsa gerek. Uzak-Doğudan gelenler bilevar. Bütün bu haşhaşlar, polen ekstreleri nereye gidiyor? Önemli olan isenerelere gittiği değil, olayın, kaçakçılığın kendisidir... Bütün dünyaya karşı kendisinin en iyi sosyal sistem olduğunu, kötülüklerekarşı bağışıklı bulunduğunu iddia eden bir idarede, bütün bunlar nasıl oluyor?Ah bir başarabilsem! Gördüklerimin, yazacaklarımın birçoklarına ibret olmasınıdiliyorum Allahtan. Đnsanların bu olaya, evleri tutuşmuş gibi, felakete kendiçocukları maruz kalmış gibi tepki göstermeleri gerek. Đyi kullanılan bazıkelimeler koro halinde bütün toplum tarafından tekrar edilirse, bunun paradandaha güçlü olduğu anlaşılır, böylece kötülükler önlenebilir! Eğer her şeyinçıkışıAllahtan ise, insan bu çıkışa, bu ilk kudrete tutunmak gücüne de sahiptir. Başarmayı ne kadar isterdim! Yine Sana sesleniyorum Tanrım: Paraya, altınaçarparak dönen kelimelerin değeri nedir? Yer altında işlenen kötülüğe karşıvaızlar ne yapabilir? Bana, sonuna kadar dayanma gücü ver Allahım. Buçabalarımda, bu mücadelede beni yalnız bırakma. Ben yalnızım. Yapayalnızım.Onlar ise çok kalabalık. Tren Saratovu geçmişti ve iki günden beri geniş Kazak ovasında Sayfa 48
  • 49. Dişi Kurdun Rüyalarıilerliyorlardı.Bu bölgeyi ilk defa görüyordu Abdias. Vaktiyle Rusya tarafından zaptedilen vegöz alabildiğine uzanan bu toprakların genişliği, muazzam oluşu çok etkiliyorduonu. Sibiryayı da sayarsak, bu geniş topraklar yarıkürenin hemen hemen yarısınıkaplıyor. Çok az yerinde sadece bazı noktalara yerleşmiş insanlar... Şehirler,kasabalar, büyük ve küçük istasyonlar, çiftlikler ve tek tek evler çok nadirgörünüyor yol boylarında. Tıpkı geniş bozkırdan oluşan bir tualin üzerindekipek seyrek renk damlacıkları gibi... boyanmaya hazır iken, monoton griliktekitabii görünümüne bırakılıvermiş... Otlar yeşermiş, çiçeklenmişti. Kısmen dahaiyi ve koyu olan bitkiler manzarayı daha da güzelleştiriyordu. Ama birkaç günsonra güneş üzerlerine kurşun gibi inecek, otlar sararacaktı. Bu kısa süreliilkbaharı görmek için uzun bir yıl daha beklemek(gerekecekti... Yolcular, vagonların yarı açık pencerelerinden giren bol kokularıkokluyorlardı. Ovada, her tarafı boş küçücük bir istasyonda durdukları zamandaha çok duyuyorlardı bu kokuyu. O zaman herkeste, içinde bulunduklarıvagonun boğucu havasından kurtulmak için, oradan kaçmak, sıcak havayaserinlik veren bitki özsularının ve insanı sarhoş eden kokuların arasında koşmakarzusu uyanıyordu. Ne kadar tuhaf diyordu Abdias kendi kendine, bu lanet haşhaşın bu kadargüzel kokması ve bu kadar bol yetişmesi ne kadar tuhaf! Kaçakçıların dedikleridoğruysa, en belirgin özelliği ve etkili tarafı bu koku imiş. Gevezeliklerisırasında birçok şey öğrettiler bana. Şimdi biliyorum ki yaban keneviri diğer otlardan sapının uzunluğu ile ayrılır,insan boyunda olanları vardır ve her yerde yetişmez.Nerelerde bulunduğunu bilmek gerek. Böylesine zararlı bir zehirin her yerdekolayca bulunmaması bir bakıma çok iyi... Ama bu güçlüğe rağmen onu bulmakiçin bu yola çıkanlar çok. Her taraftan gelen bu insanlar, bu büyüleyici otubulmak için kıtayı baştan başa katederler... Ama haşhaş çayırlarına giden yoldaha çok uzun ve orada neler olacağını kimse bilemez... Abdias zaman zaman seyahat amacını unutuyor, kendisini gördüğümanzaralara kaptırıyor, aşıp gittiği bu toprakların ve orada yaşayan insanlarınbilebildiği geçmişini, tarihlerini hatırlamaya çalışıyordu. Henüz liseçağındayken okuduğu bazı kitapları, seyrettiği bazı filmleri getiriyordu aklına.Şurada burada gördüğü kısmen unutulmuş bir geçmişin izlerini görmek dememnun ediyordu onu: Bozkıra yayılan kara deve sürüleri bozkırda terkedilmişşehirler gibiydi. Müslüman mezarlıkları, yurt denilen çadırlardan oluşangeleneksel obaları, bazen dünyadan kopmuş gibi tek başına duran bir çadırıgörüyor, o tek çadırda yaşayan insanları düşünerek kalbi sıkışıyordu. Bazen birveya birkaç atlı geçiyordu trenin yakınından. Bunların bazılarının başlarındaeskiden olduğu gibi sivri külahlar vardı. Atlarının dizgin, eyer gibi takımlarıdadeğişmemiş, eskiden nasılsa şimdi de öyleydi... Bu ücra ve susuz yerlerde nasılyaşıyordu bu insanlar? Gün batınca, uzayın çıplak yüzü kapkara olunca, içlerineçöken sıkıntılara nasıl katlanıyorlardı? Sonsuz evrende kaybolmuş gibi, uçsuzbucaksız bozkırda ne düşünüyor, ne hissediyorlardı? Herhalde trenler burada hoş karşılanıyor ve onların gürültüsü büyükşehirlerdeki gibi kimseyi rahatsız etmiyordu. Belki de görkemli gece buinsanlara soyluluk dolu, yücelik dolu şiirler ilham ediyordu. Şiir, kendileriniduyurmak, dünyaya kabul ettirmek isteyen insanların bir zeka ürünü değil miydi? Ama bu düşünceler uzun sürmüyor, az sonra kendi gerçek durumunuhatırlıyordu. Gerçekten zordu bu suçlularla bir arada yaşamak. Şimdilik bunadayanmaya çalışıyordu. Röportajını yazabilmek için bu deneyi sonuna kadarsürdürmeliydi. Ama, bunu düşündükçe üzerine soğuk sular dökülüyor, midesiağrıyor, tarifsiz sıkıntılarla ürperiyordu. O da gerçekten bu iğrençsatıcılardanbiriydi sanki. Böylece, çok küçük de olsa, bilinçli olarak bir suç işleyenkimsenin hareketlerini nasıl şartlandırdığını, duygularını nasıl etkilediğini, Sayfa 49
  • 50. Dişi Kurdun Rüyalarıbaşkalarıyla olan ilişkilerini nasıl bozduğunu, yeni izlenimlerle, görüntülerleduyulacak sevincin nasıl engellendiğini de keşfetmiş, öğrenmiş oluyordu. Abdias, yol arkadaşları üzerinde gözlemler yaparken, onları konuşturmayaçalışırken edindiği ilk izlenimden emin olmak istiyordu: Kendilerinden emingörünmelerine rağmen bu kolgezerler cezalandırılmak korkusu içinde, ağır birrahatsızlığın baskısı altındaydılar. Öyle değilse, kabadayı tavırları,anlaşılmazargoları, içki ve kumar tutkuları, bu tehlikeli işe böbürlenerek atılmalarıbaşkanasıl izah edilir? Başka türlü hareket edebileceklerini düşünemiyorlardı. Abdiasonları bu uğursuz boyunduruktan kurtarmayı, gözlerini açmayı, kendikendilerine vurdukları zinciri koparmayı, derilerine sinmiş ve soluduklarıhavayıbile zehirleyen korku ve kokudan arındırmayı hayal ediyordu. Bu asil göreviyerine getirebilecek çareyi bulmak için, sınırlı ama o kadar da az olmayanbütün hayat tecrübelerine, bilgilerine, ümitle, coşkuyla sarılıyordu. Papaz okulundan ayrılmakla Tanrı yolunda yürümekten, doğru yolaçağrı yapma eğiliminden de ayrılmış değildi. Kendi anladığı şekilde doğrularısöyleyecekti, resmi Kilise ile bağımlı olmadan iyiye ve doğruya çağıracaktıinsanları. Bu misyonu yerine getirmek için papaz olmaya gerek yoktu. Bununiçin, inançlarına bağlı olması, davasında samimi olması yeterdi. Bütün iyiniyetlerine rağmen, cesaretinin onu ittiği bu işi henüz bütün genişliğiylekavramaktan uzaktı. Güzel düşünceler içinde yüzmek, insanları doğru yola getirmeyi hayaletmek, bunları gerçekten başarmaktan daha kolaydı. Ceplerini doldurmaktanbaşka bir şey düşünmeyen o insanlar, kendileri gibi bir kaçakçı görünenAbdias adındaki bu insanın çağırdığı yola öyle kolayca gelirler miydi!Abdiasın asil görüşleri, tatlı sözleri onları niçin etkilesindi? Işığa doğruyürümek için en ufak bir arzu yoktu onlarda. Abdias anlıyordu ki bir bakımaTanrı Kelamdır. Tam ve saf doğruyu söyleyen kelimeler ilahi bir etkiyapabilirlerdi, ama henüz kötünün, iyiye karşı çıktığını, suçluların yararınabileolsa iyiye karşı direndiklerini bilmiyordu. -6- Yolculuğun dördüncü günü, şafakta, yüksek dağ kolları görünmeye başladı.Yolcular Çuısk ve Mujunkum vadilerine yaklaştıklarını anladılar. Ama, geçiciilk işaretlerdi bunlar. Tren bozkır içlerine dalınca dağ kolları da görünmezoldu.Ufuktan yükselen güneş ışıkları kapladı her yeri. Bir ışık huzmesi debirbirlerinehiç benzemeyen yolcuların dolduğu vagonları aydınlattı. Sonra yol hafifçedikleşti ve sisli bir bölgeye girdi. Burada tepeler sisten görünmüyordu. Kaçakçılar Calpak-Sazda trenden inecek, dağılacak, herbiri kendi imkanlarıylakendi yoluna, o belalı yerlere gidecekti. Ama aslında, onları kollayan,görevlendiren, gölge ardında gizlenen meçhul şefin emrinde birleşmişlerdi. Buesrarengiz şefin kimliğini ancak çok alçak sesle, kapalı kelimelerle, dolaylıolarak söylüyorlardı. Abdiası en çok şaşırtan olaylardan biriydi bu. Calpak-Saza sadece üç saatlik yolları kalmıştı. Kaçakçılar uyanmış,hazırlıklarına başlamışlardı. Petruha tuvalete gitti ve öbür yolcuların kuyruktabeklerken homurdanmalarına hiç aldırmadan uzun bir süre kaldı orada. Akşamdan kalma sarhoşluğunu gidermek, kendine gelmek için başınımusluğun altına sokmuş, yıkanıyordu. Akşam arkadaşlarıyla kafayı çekmiş,körkütük sarhoş olmuştu çünkü. Đştahlarını açmak için önce birkaç kadehşampanya içmişlerdi. Şampanya onların gözünde limonatadan farklı bir içkideğildi. Sonra, daha ciddi bir içki içmek için votkaya başlamışlardı. Ve osabah,karışık içmenin bütün etkileri görüldü. Lenka kütük gibiydi ve Abdias onu Sayfa 50
  • 51. Dişi Kurdun Rüyalarıgüçlükle ayağa kaldırabildi. Calpak-Saza yaklaştıklarını duyunca nihayet başınıkaldırmış, ince ve kir içindeki boynu üzerinde sarkık tutarak kuşete oturmuştu.Bu çocuğun uyuşturucu satarak para kazandığına ve daha gencecik ikenhayatının mahvolduğuna kim inanırdı! Bozkırda ilerleyen bu trenin bir yerinde şef de bulunuyordu. Petruha onunemirlerini almaya gitmeden önce, iyice uyanık olmak, kendine gelmek içinkatran kadar koyu bir çay içti. Şef, çok alkol almasından hoşlanmazdı.Abdias şefi henüz uzaktan bile görememişti. Yüzlerce yolcunun arasında nasıltanısındı onu? Bir şeyden emindi: Çalılıklar arasına sinmiş bir hayvan gibitedbirliydi bu adam ve yolculuk boyunca kimse onu tanıtacak bir şey yapmadı,ihanet etmedi. Petruha az sonra Şefin yanından döndüğü zaman dayak yemiş bir köpekgibiydi. Aşırı şekilde kafayı çektiği için iyi bir zılgıt yediği belli oluyordu.Operasyonun asıl safhası tren hedefe varır varmaz başlayacaktı ve bu Petruhabudalası da o derece sarhoş olduğu için bir hafta baş ağrısından kurtulamazdı.Sanki bu duruma düşmesinden Abdias sorumlu imiş gibi ona hiddetle baktı ve -Seninle konuşmamız gerek! dedi. Sahanlığa çıkıp sigaralarını yaktılar. Tren gürültüsü seslerini boğuyordu.Petruha, pis nefesiyle Abdiası zehirler gibi ona iyice sokuldu: -Bak, bu çok önemli bir mesele! Abdias onun pis nefesinden korunmak için başını öteye çevirerek cevap verdi: -Pekala, söyle bakalım. -Niye yüzünü öteye beriye kaçırıyorsun, kendini ne sanıyorsun sen! dedi,Petruha alınganlık göstererek. Abdias onu sakinleştirmeye çalıştı: -Haydi Piotr, haydi, canını sıkmaya gerek yok. Sen içiyorsun, ben içmiyorum,hepsi bu. Ama bunun ilişkilerimizle, arkadaşlığımızla ne ilgisi var? Mesele miedineceğiz? Sen bana Calpak-Saza varınca ne yapacağımızı söyle. -Şef ne demişse onu yapacağız. -Onu soruyorum işte, şef ne dedi? -Takma kafana. Acemi olduğun için, Lenka ve benimle geleceksin, üçümüzberaber gideceğiz yani. Ötekiler de birer ikişer dağılacaklar. -Peki, nereye gideceğiz? -Bu beni ilgilendirir, sen bizi takip et yeter. Mujunkum sovhozuna kadarotostop yapacağız. Sonra kimseye rastlamayız. Yürüyeceğiz. -Yaya mı.? -Elbette. Ne sandın! Özel arabayla mı götürecektik seni? Oralarda kendinibelli edersen işin biter. Araba ya da motorla gitmeye kalkarsan hemen enselenir,hapı yutarsın. -Yaa? Peki. Şef yalnız mı yoksa başka biriyle mi gidiyor? -Bundan sana ne? Niçin hep ondan söz ediyorsun? Onun işine burnunu sokma.Belki hiç gitmeyecek, sana rapor mu versin yani! -Yoo, diyordum ki, madem ki bizi yöneten odur, bulunduğu yeri bilsek fenaolmazdı. Sayfa 51
  • 52. Dişi Kurdun Rüyaları -Hayır, bilmemek daha iyi, dedi Petruha böbürlenerek, bu işe karışma. Sanaihtiyacı olursa, dünyanın öbür ucunda olsan bile işaretini çakar, sen de tıpıştıpışgelirsin. Petruha bir an sustu. Söylediklerinin Abdias üzerinde ne etki yaptığınıanlamakistercesine tepeden bakıyordu. Sonra ilave etti: -Şef dedi ki, işini iyi yaparsan her zaman bizimle gelirsin, ama bir gafyaparsan, senin kaltaklık ettiğini çakarsa, ya da kalleş, gevşek biri olduğunuanlarsa, şimdiden çekip gidebilirsin. Đstasyonda trenden inince arkana bakmadanusul usul düş yoluna! Sana kimse bir şey yapmaz. Ama bizimle gelirsen bir dahageri dönemezsin. Pes etmeye kalksan bile kurtulamazsın, anladın mı? -Tabii, çok iyi anladım. Aptal değilim. -Đyi öyleyse: Bunları iyice kafana sok. Sonra gelip bana sızlanma. Seniuyardım, aksini söyleyemezsin! -Tamam Piotr, tamam, aynı şeyi yüzlerce kere söylemene gerek yok. Ben deomuzlarımın üstünde bir baş taşıyorum. Ne yaptığımı, neleri göze aldığımıbiliyorum. Şimdi sen dinle beni: Bugünden itibaren Lenkaya içki içirme, o birpalaz daha. Sen de içmezsen iyi olur. Hele bu sıcakta fitil olursan, hiçbir şeyyapamaz, hiçbir yere varamayız. -Tamam, bunda haklısın. Söz! Bir damla bile içmeyeceğim. Lenka daiçmeyecek. Bu pazarlıkta anlaştıktan sonra sustular. Calpak-Saz bir kruazman istasyonu idi ve burada trenin lokomotifi de,kondüktörü de değişecekti. Yolcuların çoğu bagajlarını toplamış, inmeyehazırlanıyorlardı. Sahanlığa Lenka da geldi. Yüzünden başının ağrıdığı pekbelliydi ve kuşkulu kuşkulu bakınıyordu: -Ne kaynatıyorsunuz, dedi, bir saat sonra varıyoruz, eşyaları hazırlamakgerek... -Dert etme, dedi Petruha. Hazırlayacak eşyamız yok bizim. Sırt çantalarımızıalıp gideceğiz. -Gel Lenia, yaklaş, dedi Abdias, başın ağrıyor mu? Sorudan rahatsız olanLenia başıyla hayır işareti yaptı. -Piotr ve ben karar verdik, bugünden itibaren içki yok. Tamam mı? Lenia sessizce kabul etti. -Biz de hemen geliyoruz. Daha vakit var, telaş etme, dedi Abdias. -Evet, daha bir saatten fazla var, dedi Petruha saatine bakarak. Lenkagittiktensonra da konuşmaya devam etti: Lenka konusunda haklısın, bu it hep içmekister, sonra da ayakta duramaz. Ama artık tamam. Đş iştir. Akşam, yolukısaltmak için biraz kafayı çektik. Hem sonra onun parasıyla içtiğimi sanma ha!Kafayı iyice bulmasından da sorumlu değilim. Tamamen onu ilgilendirir bu.Kafa çekecek kadar param var benim. -Benim endişem o değil, yalnız bu çocuğa yazık oluyor da... -Tabii, dedi Petruha içini çekerek ve acır gibi. Bu konuşma onda nice zamandır içini kemiren bir kuşkusunu uyarmıştı: -Baksana Abdias, dedi birdenbire. Sen bizimle gelmeden önce ne yapıyordun?Karaborsacılık mı? Söyle bana. Çünkü artık bundan sonra iki şey olabilir; yaikimiz bir restoranda işi kutlarız, ya da bir hapishanede buluşup birlikte Sayfa 52
  • 53. Dişi Kurdun Rüyalarıyüznumara temizleriz. Abdias dürüst olmak istedi: -Hiç karaborsacılık yapmadım. Saklayacak bir şeyim yok. Daha önce benseminerde, yani papaz okulunda iken... Petruha her şeyi beklerdi de, bunubeklemezdi. -Ne dedin, ne dedin! Papaz mı olmak istiyordun yani? -Evet ya. Petruhanın gözleri faltaşı gibi açılmıştı. Şaşkınlığını belirten bir ıslıkçaldı.Sonra devam etti: Peki kendin mi ayrıldın, kapı dışarı mı ettiler? -Đkisi de oldu, orada kalmadım sonunda. -Çok tuhaf! Demek Tanrılarını seninle paylaşmak istemediler ha? -Öyle diyebiliriz. -Söylesene, sen çok şey biliyorsundur... Tanrı gerçekten var mı? -Zor bir soru sordun Piotr. Bazıları için var, bazıları için yok. Kişisinegöredeğişiyor. Zaten insanlar var oldukça, onları Yaratanın da var olup olmadığınıhep soracaklar. -Peki, diyelim ki var. Nerede bulunuyor? -Düşüncemizde ve sözlerimizde... Petruha bir süre hiçbir şey söylemeden düşündü. O sırada vagon tekerlekleriningürültüsü daha çok duyulmaya başladı. Çünkü biri, vagonların birleştiği yerdekikapılardan birini açık bırakmıştı. Petruha gidip onu kapadı. Bir süre dahakulaklarını o sağır edici gürültüden ayıramadı. Sonra sordu: -Demek öyle. Bana göre Tanrı yok. Peki sen ne diyorsun Abdias, sana görevar mı? -Evet var, hem de var olması şart. Petruha şaşırmış, şoke olmuştu: -Yaa, hiç anlamıyorum. Eğer Tanrıya ihtiyacın var idiyse, bizimle ne haltetmeye geldin? Abdias, yer ve zamanın bu konuyu tartışmaya uygun olmadığını düşünerekkaçamak ve uzlaşıcı bir cevap verdi: -Ee, çünkü benim de paraya ihtiyacım var. -Tamam, mangırla Tanrı arasında bir seçim yapman gerekiyordu, sen demangırı seçtin. -Bir bakıma evet, şimdilik... Bundan sonra Abdias Petruha ile yaptığı bu konuşma üzerinde çok düşündü.Şefin çok ihtiyatlı bir insan olduğunu anlamıştı. Hesabını iyi bilen ve şüphesizacımasız bir insandı. Eğer bir şeyden şüphelenirse, intikam almak ya da postunu ve ortaklarınıkurtarmak için yapamayacağı şey yoktu. Zaten bir süreden beri uyuşturucukaçakçılığının çocuk oyunu olmadığını çok iyi biliyordu. Petruha ve onun bazıarkadaşlarıyla yaptığı bu ve başka konuşmalarda apaçık konuşarak bu çocuklar Sayfa 53
  • 54. Dişi Kurdun Rüyalarıüzerinde daha etkili olacağını da anlamıştı. Tanrının yarattığı insan olarakonungörevi, eski zamanlarda Hz. Đsanın vaızlarını, hayatları pahasına Afrikavahşilerine yaymaya çalışan misyonerlerin yaptığını yapmak değil miydi? Bütüntehlikelere rağmen onlar gibi yapmalıydı. Çünkü, amacı ruhları kurtarmakolanın kendini buna adaması gerekirdi. Đnsan ancak kendi çıkarını unutarakbaşkalarının kalbine girebilirdi. Tren, Calpak-Saza, öğleden önce saat onbir sularında girdi. Burası biraktarmaistasyonu idi. Yolcuların bu sabah gördüğü dağlara doğru uzanan iki yolunhareket noktası olduğu için, telaşlı bir kalabalık vardı istasyonda. Bu dakaçakçıların görünmeden sıvışmalarını kolaylaştırıyordu. Trenden iniş pek zorolmamıştı. Abdias bu kolaylığa ve kaçakçıların istasyon lokantasına pek rahat vealdırışsız dalmalarına şaşıp kalmıştı. Kendisi dahil oniki kişi kadarolduklarınıtahmin ediyordu. Bunlar birbirlerini tanımıyormuş gibi görünerek, ama asla gözden dekaçırmayarak ayrı ayrı masalara oturdular. Tatil başlangıcı olan bu günlerdeonların yaşındaki Avrupalı ve Asyalı gençler de çoktu istasyonda. Onun için okalabalık arasında onları farketmek mümkün değildi. Bütün gar gibi lokanta dapolisin gözetimi altındaydı, ama kaçakçılar bundan hiç rahatsız olmuşabenzemiyorlardı. Yemeklerini çabucak yiyerek, masalarını kumanyadan bıkanbaşka yolculara bıraktılar. Sonra, gizlice verilen işarete uyarak yavaş yavaşdağıldılar. Bazısının sırt çantası, bazısının valizi, bazısının da sadece ufakelçantası vardı. Ekmek, konserve, diğer gerekli bazı şeylerle dolu idi buçantalar.Bozkıra doğru yol aldılar ve az sonra geniş arazide görünmez oldular. Hala görünmeyen ama varlığı ve otoritesi pek belli olan Şefin emrine göre,Abdias bozkırın uzak bir bölgesinde Mujunkum savanının sınırlarında, Petruhaile Lenkayı takip ediyordu. Şef Petruhaya bir miktar para da vermişti. Yirmibeş ruble karşılığında, bir kamyon onları Uçkuduk Sovhozuna kadar götürmeyikabul etli. Tedbir olsun diye bir de battaniye almışlardı kendilerine. Böyleceserbest çalışan işçilere benziyorlardı. Abdias kendisinin dülger olduğunusöyleyecekti. Dülgerlik bu bölgede en çok aranan ustalıklardan biriydi. Abdiasada uygun düşüyordu. Çünkü bir zamanlar babası ona dülgerlik dersi de vermişti.Trenden inmeden az önce Petruha ona, nereden bulduysa bir rende, bir makas,bir de balta vermişti. Kendisi ve Lenka için birer teknik lise öğrencisi kimliğitedarik etmişlerdi. Sözde biri alçı ustası, öteki boyacı olacaktı. Şimdi, tatildolayısıyla, kendilerine ev yapmak isteyen çiftçilere yardım ederek biraz parabiriktireceklerdi. Sıcak kavuruyordu. Ama onlar aracın örtüsüz arka tarafında oturmalarınarağmen hafif, serin bir rüzgar alıyor ve müthiş sıcaktan fazlaetkilenmiyorlardı.Yol korkunçtu. Bütün uzun yollarda görüldüğü gibi bu yol da çukurlarladoluydu. Yolun durumuna göre kamyon biraz fren yapacak olsa kalın bir toz bulutukalkıyor ve üç yolcu boğulacak gibi oluyorlardı. Yolun tek iyi yanı, genişarazide değişen manzaralardı. Đnsan bunları seyrederken uçuyor gibi hissediyordu kendini. Şoför kabininedayanmış vaziyette ayakta duran Abdias hayal içinde yüzüyordu yine: Đnsanburada gezegenimizin ne kadar büyük olduğunu anlıyor, diyordu kendi kendine.Ama yine de insan kendini, yer ve yiyecek bulamamak, benzerleri tarafındanrahatsız edilmek korkusuyla sıkışmış hissediyor. Korku, kin ve önyargı, o genişalemi bir stad kadar küçültüyor ve bu stadın ortasında iki zorlu ekip atombombasıyla bir maç yapıyorlar. Seyirciler rehinelerdir. Hırsın kör ettiğitaraftarlar ise ısrarla avaz avaz bağırıyorlar: Gol! Gol! Gol!. Bununla beraberherbirimizin bir görevi var: Tarih akışını devam ettirsin diye, bugün, yarın ve her Sayfa 54
  • 55. Dişi Kurdun Rüyalarızaman insan kalmak. Biz üç kişi nereye gidiyoruz? Bazıları, kendilerinin vekendileriyle birlikte daha pek çok insanın yitip gitmesine sebep olacak birzehridevşirmek için çaba harcıyor. Niçin, ne adına yapıyor bunu? Onları,varoluşlarının en değerli şeyini yitirmeye nasıl bir güç itiyor? Dünyanın bir ucunda, Allah tarafından unutulmuş gibi görünen Uçkudukköyünde, iki günlük bir iş buldular. Bu, bir çobana ait evin eksik kalanmarangozluk ve badana işlerini tamamlamaktan ibaretti. Çoban sürüleri veailesini alıp yaz otlaklarına gitmiş, evin tamamlanma işini yakınlarda oturanbirakrabasına bırakmıştı. Mevsim boyu iş arayan usta ya da işçiler gelirlerdi nasılolsa. Bu iş, bizim üç kolgezere nasip oldu. Onların buralarda bulunmalarınınasılsebebini gizleyecek çok güzel bir alibi, bir kılıf idi bu. Hava sıcaktı. Evin çatısı zaten çıkmış bulunduğu için bir odasına giripyerleştiler. Avluda bulunan bir ocağı da mutfak yaptılar kendilerine. Doğrusu,istekle, hararetle koyuldular işe. Daha ilk günden Petruha arkadaşlarınıerkendenuyandırdı ve akşama kadar çalıştılar. Akşam yaktıkları ateşin başında bir arayagelince, dinlenirken, sohbet etmeye de başladılar. -Hey Abdias, dedi Petruha çalışmaktan pek memnun görünüyorsun. Tabiimangır da var işin ucunda. Ama bu işten alacağımız para dişimizin kovuğunudoldurmaya bile yetmez. Bu işi çevrede şüphe uyandırmamak için yapıyoruz. Đşbiter bitmez, o güzel çiçekleri, tutam tutam, kucak kucak toplayabileceğimiz biryere gideceğiz. Bütün bir yıl altının üzerine yatmak için bir tek gün iflahımızkesilecek, o kadar! Tıpkı bir bakan gibi. Hey Lenka, sen bu işleri bilirsin,söyleona! Buraya gelişlerinden beri hemen hemen hiç ağzını açmayan Lenka nihayetkonuştu: -Evet, ben daha önce de geldim, bilirim. Petruha onları uyarıyordu: -Çocuklar, çok uyanık olun ha! Hiç kimseye bir şey söylemeyin. Nekomşularla ne de herhangi bir kimseyle, çok mert insanlar olsalar bile, hiçgevezelik etmeyin, konuşmayın onlarla. Hele biri size bazı sorular sormayakalkışırsa, ağzınızı bile açmayın ha! Abdias, ağzını açmak zorunda kalırsanhiçbir şeyden haberin olmadığını söyleyeceksin, öğrenmek istediklerini ekipbaşına, yani bana sormalarını söyleyeceksin. Ya da hiç konuşmayacaksın,dudakların kilitli, dikişli duracak. Tamam mı? Abdiasın itiraz edecek hali yoktu. Bu uyarıya uymanın daha iyi olacağınıdüşündü. Zaten ona asıl zor gelen susmak değil, kirli para ile ceplerinidoldurmak için kendilerini mahvolmaya götüren bir yola sapmış bu iki gencietkileyecek, kurtaracak bir şey yapamamak idi. Onları sadece ikna kabiliyetiyleetkileyerek, ahlak dışı davranışları üzerinde düşündürmek, birden birevicdanlarının sesini dinler olmaya yöneltmek ve hayat tarzlarını köklü birşekilde değiştirmek istese, bunu başaramazdı. Çünkü bu çocuklar buna aslacesaret edemezlerdi. Grubun öteki üyelerine verdikleri sözle elleri kollarıbağlıydı. Bu sözden çıktıkları zaman onlar da korkunç şekilde cezalarınıverirlerdi. Peki bu suç paktını nasıl bozacaktı? Üzüntülerini, sıkıntılarını biraz hafifleten tek şey asil bir dava peşindeolmasıydı. O, kaçakçıların faaliyetini öğreniyordu ve bunu basın yoluyla bütüntopluma duyuracaktı. Bu şekilde nihayet halkın gözünü açacak, gayesi yitikgençleri, bu kötü yola sapan kimseleri kurtarmak olan bir ahlak yoluna çağrıkampanyasını başlatacaktı. Bu kaçakçılığa bizzat katılmış olmasına dayanmagücünü, yalnız bu ışıklı perspektif veriyordu ona. Üçüncü gün küçük bir olay oldu, ama bu küçük olay Petruhayı pekendişelendirdi. Petruha, bir komşu ile birlikte at arabasıyla sovhozun merkez Sayfa 55
  • 56. Dişi Kurdun Rüyalarıbinasına gitmişti. Yaşlı bir harp malilü idi komşusu. Oradan şeker, konserve,sigara gibi şeyler alacaklardı. Ertesi gün üç kolgezer erkenden kalkıp sözdebaşka bir iş bulmak için yola koyulacaklardı. Lenka iç duvarların badanasını bitiriyor, Abdias da hangar kapılarınıdüzeltiyordu. Tam bu sırada birden bir motor sesi duydular. Abdias daha iyigörmek için elini başının üzerine götürüp siper yaptı ve büyük bir motosikletinevin önünde durduğunu gördü. Sürücü çevik bir hareketle yere atlayınca bunungenç bir kadın, belki de genç bir kız olduğunu görüp şaşırdı. Bu kötü yoldaböyle ağır bir motoru nasıl kullanabiliyordu bu kız? Geniş siperli kasketini verüzgardan korunmak için taktığı gözlükleri çıkarmış, bir baş hareketiyle gürsaçlarını omuzlarına atmış, sonra güzel dişlerini gösteren bir gülümseme ileelbisesinin tozlarını silkmiş ve konuşmuştu: -Ne müthiş bir sıcak... Ne de çok toz var! Merhaba! Abdiasın hafifçe canısıkılmıştı. Çünkü Petruhanın tenbihleri epeyce etkilemişti onu: Bu kızınkimliğini, bu ücra yerde ne aradığını pek merak etmişti: -Merhaba! -Ev sahibi burada mı? dedi kadın gülümseyerek. -Sahibi mi? A ev sahibini soruyorsunuz değil mi? -Tabii. -Burda değil, sanırım meraya gitmiş. -Ama onu görmüş olmalısınız? -Hayır, şey... evet. Şöyle bir geçerken. Az önce geçti ama onunlakonuşmadım. -Tuhaf! Onunla hiç konuşmamışsınız ama evini bilirmişsiniz bile! -Affedersiniz, ev sahibi ile gerçekten konuşamadım, sanırım çok acelesi vardı.Bizim ekibin şefi ile anlaştılar, şefin adı Piotr, az sonra gelecek buraya... -Sağ ol, ama şefinizi görmeye ihtiyacım yok benim. Ben Orhanla görüşmekistiyordum. Çoban olduğundan beni ilgilendiren birçok şeyi biliyor o. Yeni eviyolumun üzerinde olduğu için, geçerken şöyle bir uğradım. Burada olduğunusanıyordum. Sizi rahatsız ettiğim için özür dilerim. -Hiç rahatsız etmediniz. Genç kadın maskesini taktı, motoru çalıştırdı ve başıyla AbdiasaAllahaısmarladık işareti yaptı. Abdias da karşılık olarak el salladı ona. Bubeklenmedik ziyaret zihnini karıştırmıştı. Hareketlerinden bir gün önceçıkagelen bu motosikletli kadının kendilerinden şüphelenmiş olabileceği değildionu düşündüren. Tozu dumana katarak giden motosikletli gözden kaybolunca,onu gözlerinde olduğu gibi canlandırmıştı, sanki hafızasına nakşedecekti.Beklenmedik bir zamanda olan bu karşılaşma onu hem şaşırtmış hem desevindirmişti. Güzel vücutluydu. Ortadan biraz daha uzun boylu, mütenasip,sevimli bir dişi. Hayır, olamaz, diyordu kendi kendine. Kelimenin tam anlamıylagüzel bir kadın bu. Ben kadını hep böyle hayal ettim. Đnce hatlarını, ilhamverenyüzünü, ışıl ışıl parlayan kara gözlerini, omuzları üzerinde pervasız dalgalananve gözleriyle zıtlık teşkil eden ve ona ayrı bir sevimlilik veren saçlarınıayrıntılarıyla hatırlamak ne büyük bir zevkti. Her şeyi güzeldi, hatta solyanağındaki küçük yara izi, (herhalde çocukken düşüp yaralanmış ve bu iz oyaradan kalmıştı), sade kıyafeti bile güzeldi. Üzerinde bir ceket, ayağında birjean pantolon ve üst kısmı hafifçe indirilmiş eski çizmeler vardı. Büyük birgüvenle sürüyordu motoru. Oysa kendisi bisikleti bile zor kullanabiliyordu. Đyiama, ev sahibini soran o kadının kendisini böyle saçma bir sıkıntıya sokmasınedendi? Bu soruya bir cevap bulamıyordu. Çocuk gibiydi. Sayfa 56
  • 57. Dişi Kurdun Rüyaları Bu görüşme çok kısa ve görünürde hiç bir önemli sonuç doğurmamış olmasınarağmen, o genç kızı aklından çıkaramıyordu. Onun kim olduğunu, bu ücra yereniçin geldiğini sorup duruyordu kendi kendine. Elbette bir yerlerden gelmişolmalıydı. Petruha, o motosikletli kızdan kendisine söz edilince çok huylandı, büyük birkuşkuya kapıldı ve Abdiası bıktıracak kadar uzun bir soru yağmuruna tuttu.Kızın ne dediğini, onun ne cevap verdiğini soruyor, aralarındaki konuşmayıkelimesi kelimesine tekrar ettiriyordu ona. Sonunda endişeli bir tavırla başınısalladı: -Hiç hoşuma gitmedi. Bir bit yeniği var bu işte. Yazık ki burada değildim,olsaydım bütün numarasını çakardım. Abdias, sen çok okumuşsun ama, budurumlarda ben çok daha iyi idare ederim. Onun kim olduğunu, ne istediğiniöğrenmeliydin. Ama sen ona vurulmuşsun, çok iyi anlaşılıyor bu. Oysa seniuyarmıştım! -Đşi bu kadar kötüye yormakta yanılıyorsun. Đnan endişelenecek bir şey yok. -Aynasızların, av köpeklerinin peşimize düşmüş olmaları pek mümkün. Belkionu bizi izlemesi için göndermişlerdir. -Bırak bu saçmalıkları! -Parmaklıkların ardına düştüğün, ya da Şefe hesap vermek zorunda kaldığınzaman ne diyeceksin pek merak ediyorum. Seni temin ederim ki Şef polistendaha beter eder seni. Diri diri yüzer derini. Ya da bitirir işini. Anlıyormusun,gebertir yani! -Sakin ol Piotr, ne olacaksa olacak. Bunu önceden düşünmemiz gerekirdi. ŞuLenkayı al mesela. Daha bir çocuk, kim soktu onu bu arı kovanına? Ya sen? Kaçyaşındasın daha. Yirmi, belki daha küçük. Bir köle gibisin. Şefi korkutacak birkelime söylerim diye ödün patlıyor. Biraz da geleceğini düşün, daha sonra neyapacağını düşün. Seni temin ederim ki bunu düşünmeye mecbursun. Abdiasınbu çıkışı, hiçbir fayda vermediği gibi Petruhanın sinirlenmesine sebep oldu: -Bırak bu martavalı Abdas, Lenkaya da dokunma artık. Papaz olmak istediğingünleri unutsan iyi edersin. Papazlığı çıkar kafandan artık. Parlak sözlerinlegözboyamaya kalkma. O laflarla zengin olamazsın. Şef sayesinde kazanıyoruz bizparayı. Anlıyor musun? Lenka bir yetim, kimse istemiyor onu. Ama parasıolursa onu da adam sayarlar, önem verirler. Ne isterse yapsın. Senin kafaütülemen bir işe yaramaz, nefes bile aldırmaz insana. Ben arkadaşlarla şöyle birdolaşmaktan söz etmiyorum. Şenlikten, şölenden söz ediyorum. Sahnede insanınbaşını döndürerek, yüreğini oynatarak şarkı söyleyen yosmaları seyredeceğinziyafetten. Mangırın olmazsa bunları hayal bile edemezsin. Bak, benimkardeşlerimi getir gözünün önüne. Kan ter içinde kalarak köleler gibiçalışıyorlar bir ruble kazanmak için. Bir rublenin benim için hiç mi hiç değeriyok. Onunla ancak kıçımı silerim ben. Đnsanın mangırı sevmemesi için cansızolması gerek! Öyle değil mi Lenka? -Elbette, dedi Lenka mutlu bir sırıtışla. Halinden onu tamamen onayladığıbellioluyordu. Abdias bu dialoğu, fırsat bulursa daha uygun bir zamanda devam ettirmeyekarar verdi. O anda daha ileri gitmemesi iyi olurdu. Yoksa zengin olmak hırsıylakaçakçılık yaptığının numara olduğunu anlarlardı. Ertesi gün şafak vaktinde kalktılar. Güneş ufuktan henüz başını kaldırıyorduvecivardaki evlerde herkes uykudaydı. Bizim üç kolgezer sebze bahçelerininarasından usulca bozkıra doğru yol alırken, köpekler bile havlamadı. Petruhayagöre gidecekleri yer artık yakındı ve buraları çok iyi bildiğini söylüyordu.Haşhaşa rastlar rastlamaz bunun nasıl bir bitki olduğunu Abdiasa göstermeye Sayfa 57
  • 58. Dişi Kurdun Rüyalarısöz vermişti. O anı çok beklemediler. Kenevir denilen ve onları Avrupadan Asyayakoşturan bu ot, dik ve uzun saplı, oldukça sert, çiçekli bir bitkiydi. Abdias,görünüşte pek zararsız duran bu bitkiye bakarak Aman Tanrım, dedi, herhangibir çiçekten farkı yok bunun, çok çekici, onun için kendilerini feda edenlere nemenem bir sarhoşluk veriyor! Ama buralarda kendiliğinden bol bol yetişiyorişte! Güneş epeyce yükselmiş, sıcak kavurmaya başlamıştı. Üçü birden, bu ıssız,ağaçsız bozkırın ortasında, ayakta durarak yabani kenevirin baş döndürücükokusunu soluyor, parmaklarıyla çiçeklerini ezer gibi tutuyorlardı. Ona tutkunolanlara asırlar boyu ne hayaller göstermişti bu bitki! Abdias, sadecekitaplardanöğrendiği eski Şark pazarlarını canlandırmaya çalıştı gözlerinde. Hindistanda,Afganistanda, Türkiyede ve daha başka yerlerde, mesela Đstanbul ve Ceypurdahaşhaş denilen bu bitkiyi, eski surların dibinde ya da harikulade güzelsaraylarınönünde serbestçe satarlarmış. Alıcılar da sokakta, meydanlarda serbestçekullanır, herkes kendi yapısına göre hayaller içinde yüzermiş. Bazılarıkendilerini bir haremde görür, orada her türlü zevki tadar, diğer bazıları daaltınkoşumlu bir filin üzerinde, raca gibi bir tahta kurulmuş, halkın alkışlarıarasındave şatafatlı borazancıların ardında ilerlerken görürmüş kendini. Dipsiz biryalnızlık uçurumuna yuvarlananlar, donmuş bilinçlerinin karanlığında çıldırır,her şeyi tahrip etmek için korkunç, karşı gelinmez bir istek duyarlarmışiçlerinde. Bunlar bütün dünyayı mahvetmek, kan ve ateşe boğmak isterlermiş.Uyuşturucu, eskiden pek ileri olan doğuyu kemire kemire geriletip, mahvedengizli hastalıklardan biri değil miydi? Kurak topraklarda alabildiğine yetişen bubasit otun böylesine mahvedici bir akıbete sürükleyen özelliği oluşuna inanmakzordu doğrusu. Petruha, bozkırı kucaklar gibi kollarını açarak, sevinçle tekrarlıyordu: -Đşte bu, güzel, küçük sevgilinin ta kendisi! Bütün bu gördüklerin haşhaştırişte. Ama yine de yeteri kadar değil, buradan toplamayacağız. Sizi öyle bir yeregötüreceğim ki gözlerinize inanamayacaksınız! Bir saat kadar sonra haşhaşın çok gür olduğu araziye geldiler. O kadar gürdüki, kokusundan hafifçe sarhoş oldular. Bundan güzel bir yer hayal edemezlerdi.Hemen yaprak ve çiçek toplamaya başladılar. Topladıkça bir yere yayıyor,kurutuyorlardı. Petruhaya göre kurumaları en çok iki saat alacaktı. Đş iyigidiyordu... Her şey yolunda görünürken birden bir helikopter vınlamasıduydular. Bozkırın üzerinde çok alçaktan uçuyor ve sanki onlara doğrugeliyordu. Lenka çocuk gibi sevinerek ve zıplayarak: -Heliko! bir heliko! diye bağırdı. Ama Petruha daha akıllıydı. Ağır bir küfürsavurarak hemen yere yatmasını, hiç kımıldamamasını emretti ona. Üçü birden otların arasına sindiler. Herhalde pilot onları görmemişti. Çünküepeyce uzaklarından geçti. Petruha uzun zaman sakinleşemedi. Ağzına gelenisöyledi Lenkaya. O, bu helikopterlerin kaçakçıları takip etmek üzeregönderildiğini düşünüyordu. -Yukarıdan her şey görünür, insanın gülüşü bile. Bizim gibi aptallar da yüzkilometre uzaktan farkedilirler. Birini görür görmez telsizle polise haberverirler.Bozkırda hiçbir yere saklanamazsın. Otomobile atlayıp gelirlerse hapı yutarsın.Teslim bayrağını kaldırmaktan başka bir şey gelmez elinden! Bir süre sonra bütün dikkatini haşhaşa verdiği için olayı unuttu. Yine o günAbdias daha büyük bir tehlike atlattı. Az daha hayatından olacaktı. Kurtlarla Sayfa 58
  • 59. Dişi Kurdun Rüyalarıburun buruna geldiği gündü o. Bir şeyler atıştırmak için mola verdikleri sırada Petruha şöyle dedi: -Bak Abdas, artık bizden sayılırsın, yani gerçek dost. Onun için sana birnumara söyleyeceğim, böylece kurallara uymuş olacaksın. Senin gibi yenilerinuyması gereken bir adet vardır. Đlk defa haşhaş toplamaya gelenler Şefe küçükbir hediye vermek zorundadır. Buna istersen vergi de diyebilirsin. -Hediye mi? Nasıl bir hediye? -Öyle aval aval bakma da beni dinle. Belki sen mağazalardan bir hediye satınalacağını zannedersin. Öylesi değil, öylesi iyi de değil! Yapacağın şey birazmacun toplamak. Otların arasında dolaşıp kolayca toplarsın. Bir kibrit kutusunudolduracaksın o kadar. Sana öğretirim. Sonra onu, Şefle görüştüğün zamanusulca sıkıştıracaksın eline. Bir dostluk jesti yani. Hem, aptal değilsin ya,herşeyi yönetenin, ayarlayanın o olduğunu anlarsın. Ona itaat edeceksin, onun dasana güvenmesi gerek... Abdias, bu karara uymanın iyi olacağını düşündü. Şefe bir armağan sunmak,ona yaklaşmanın en iyi yollarından biriydi ve o bunu çok istiyordu. Kimbilir,belki onu konuşturabilirdi de. Böyle önemli birini tanımak ve onu tanık etmekherhalde çok yararlı olurdu. Đktidar kavramının insan yapısından ne dereceayrılmaz olduğunu düşünerek gülümsedi: -Tamam, dedi, bunu yaparım. Ama Şefi ne zaman göreceğim? Garda mı? -Bilmem, belki yarın rastlarsın ona. -Yarın mı, nasıl olur? -Yakında döneceğiz. Epeyce ot topladık. Yarın ayın 21i. Saat dörtten öncebuluşma yerinde bulunmak emrini aldık. -Buluşma yeri mi? Neresi o? Petruha, arkadaşlarından daha çok şey bilmenin gururuyla: -Gittiğimiz zaman görürsün, 330. kilometrede, dedi. Abdias daha fazlasormadı. Bunun demiryolu üzerinde bir yer olduğunu anlamıştı. Ot toplama usulleri basit, ilkel görünse de oldukça yorucuydu. Hemen hemençıplak bir vaziyette haşhaşların arasında koştu. Böylece polenler vücudunayapışacaktı. Hayatında hiç bu kadar koştuğunu hatırlamıyordu. Ama polenlerçok küçüktü ve çıplak gözle zor görünüyorlardı. Renksiz de oldukları içinyeterlimiktarda toplamak gerçekten çok zordu. Kurşun gibi çöken güneşin altındakoşarken, o meşhur şefle karşılaşmak için buna katlanmak, kaçakçılık hakkındabütün gizlilikleri öğrenmek zorunda olduğunu düşünüyor ve bu yüzdenkatlanıyordu o zahmetli işe. Çünkü ancak o zaman onun alarm çığlığıkamuoyunda gerektiği kadar kuvvetli bir ilgi ve ülke çapında bir yankıuyandırabilirdi. Abdias, haşhaşın daha gür olduğu yerleri bulmak için arkadaşlarından epeyceuzaklaşmıştı. Az sonra tuhaf bir şekilde hafiflemiş hissetmeye başladı kendini.Sanki toprağın üzerinde uçuyordu. Bu uçuşun hayal mi, gerçek mi olduğunu daanlayamıyordu bir türlü. Güneş ışınları yoğun, hava sıcaktı. Kuşlar cıvıldaşarakoradan oraya uçuyor, toygarların sesi göğe yükseliyordu. Birçok kelebek,çeşitli sesler çıkaran birçok böcek de vardır. Burası bir yeryüzü cennetiydisankive Abdias Kallistratov, zayıf ve Kuzeylilere özgü bembeyaz vücuduyla,üzerinde sadece bir slip, elinde bir sepet, gözlerinde gözlük ve başında birpanama ile, bu cennette her yöne bir deli gibi koşuyordu. Etrafında bulut gibiyükselen polenlerden sarhoş olmuştu. Bir süre sonra olmayan şeyler görmeye,koşmaya devam ederek hayaller kurmaya başladı. Özellikle bir görüntü,gözünden ve aklından hiç çıkmıyordu: Bir gün önce karşılaştığı meçhul genç Sayfa 59
  • 60. Dişi Kurdun Rüyalarıkızla bir motosiklette gidiyorlardı. Bir erkek olarak motosikleti kendikullanacağına, genellikle kadınların oturduğu yer olan portbagaja oturmuştu vebundan hiç rahatsız olmuyordu. Başka türlü de olamazdı zaten, makine denennesneden hiç anlamazdı. Onunla birlikte giden basit bir yolcu olmaktan çokmutluydu. Kızın kaskından taşan saçları rüzgarda dalgalanıyor, gözlerini veboynunu okşuyor, harikulade güzel duygular veriyordu ona. Kız arada sıradageriye bakıp ışıltılı gözleriyle tatlı tatlı gülümsüyordu... Hiç bitmemesiniistiyordu o yolculuğun... Karşısına üç yavru kurt çıkıverince bu hayalden birden uyandı. Nerden gelmiştibu kurt yavruları? Gözlerine inanamadı bir süre. Oyunsever hayvancıklarkuyruklarını sallaya sallaya, yaklaşmak ister gibi yapıyor ama çoksokulamıyorlardı, kaçamıyorlardı da. Ayakları uzun, kulakları henüz yarı sarkık,burunları sivriydi. Gözleri o kadar canlı ve güven vericiydi ki, her şeyiunutarakonlara dokunmak, tatlı ve okşayıcı seslerle kendine çekmek istedi. Çok sevmiştibu harika yaratıkları. Sonra birden karşısında beyaz bir şimşek gördü: Bu,üzerine atlamak üzere olan bir dişi kurdun dişleriydi... Şaşkınlık ve korku ileçakılıp kaldı olduğu yere. Sonra ayaklarının çöktüğünü bile hissetmeden olduğuyere oturarak başını elleri arasına aldı. Hayatını, elinde olmadan yaptığı buharekete borçluydu. Ona üç adım kala hayvan olanca gücüyle atılmış ve onuaşıp geçmişti. Saniyenin bilmem kaçta kaçı kadar bir an gözgöze gelmişlerdi vehayvanın kokusu yüzüne vurmuştu, gözleri şaşılacak kadar maviydi, korkunçşekilde parlıyordu. Dişi kurt ikinci defa atlayıp geçti üzerinden ve sonrayavrularının yanına gitti. Onları kuyruklarından ısıra ısıra önüne kattı. Dişikurdun önünde yavruları, hemen ardında bir çukurdan fırlayıp gelen, yelesikabarmış büyük erkek kurt, bir fırtınanın rüzgarına kapılmış gibi hemen oradanuzaklaştılar. Abdias, korkudan bağıra çağıra uzun zaman koştu. Başı dönüyor, toprakayaklarının altından kayıyor ve birden ağırlaşan vücudunu bacakları çok zortaşıyordu şimdi. Biraz uyuyabilmek için orada yığılıp kalmaya da razıydı ama,hem daha fazla gidemiyor, hem de duramıyordu. Birden içi bulandı, midesindemüthiş sancılar duydu ve kusmaya başladı. Artık son saatinin yaklaştığınıdüşünmeye başladı. Đki defa duraklayıp ve ikiye katlanır gibi eğilip kusmasınarağmen, koşmaya devam etti. Cehennem azabı çekiyor gibiydi. Organizmasıvücuduna sinen polenleri şiddetle reddediyor, bu acılar içinde kıvrandırıyorduonu. Kendi kendine mırıldanmaya, inlemeye başlamıştı: Allahım yeter artık,yeter! Artık asla haşhaş toplamam! Dayanamayacağım, kurtar beni, al bukokuyu üzerimden Allahım... Merhamet! Merhamet! Nihayet midesi eski haline geldi ve elbiselerini aramaya koyuldu. Tam o sıradaPetruha ve Lenka da göründüler. Bunlar onun başından geçenleri öğreninceepeyce etkilendiler. Hele Lenka iyice paniğe kapılmıştı. Petruha kızdı: -Bu kadar korkacak ne var? Altın arayıcıları da birçok tehlike ilekarşılaşırlar,ama altın aramaktan vazgeçmezler... Ya sen Abdias, sadece kurtlar korkmanayetiyor. Korkma; çok uzaktalar artık! Lenka biraz sustuktan sonra: -Altın aramak aynı şey değil, dedi. -Ben bir fark göremiyorum. Abdias bunu fırsat bildi: -Bir fark var Piotr, büyük bir fark. Altın da birçok fenalıklara sebep olur,amaonu bulup çıkarmak serbesttir, haşhaş ise bir zehirdir. Bunu denedim vedenediğim yerde ölüp kalıyordum az daha. Bozkır benim kusmuklarımlakirlendi... -Kapa çeneni. Alışkın olmadığın için seni biraz rahatsız etti. Bunda kimseninkabahati yok, seni kim mecbur etti gelmeye. Sık sık Tanrıdan, iyi ve kötüdensözederek kafa şişirmekten başka birşey yapmıyorsun. Niye durmadan Sayfa 60
  • 61. Dişi Kurdun Rüyalarıkarıştırıyorsun aklımızı? Ama paran olması için kendini kurtların ağzına atmaktatereddüt etmedin değil mi! Abdias başlangıçta hiç niyeti olmadığı halde geliş sebebini açıklamak istedi. -Kimsenin kafasını karıştırmak istemiyorum, tam aksine... Sen zeki bir çocuğabenziyorsun Piotr, herhalde suç işlediğini anlıyorsundur. -Yaa, peki sen ne yapıyorsun? -Ben buraya sizi kurtarmaya geldim. Petruha sinirlenmişti: -Bizi kurtarmaya mı? Daha nesi? Nasıl kurtaracakmışsın bizi, biraz anlatbakalım! -Herşeyden önce Allah ve insanların huzurunda nedamet getirmek, yanipişman olduğunuzu söylemeniz gerek. Abdias iki arkadaşının onun bu teklifi karşısında katıla katıla güleceklerinisanmıştı ama öyle olmadı. Petruha, ağzında pis bir şey varmış gibi yere tükürdü: -Sen ne halt edersen et, pişmanlık getir, günah çıkar, tövbe et! Biz kesemizidolduracağız. Mangıra ihtiyacımız var bizim, anlıyor musun, mangıra! Eğerbunları gülelim diye, eğlenmek için söylemişsen bir dahaki sefer daha iyi şeylersöylemeye çalış. Senin hangi laflarla kafa ütülediğini Şef duyacak olsa belanıbulursun. Söylemedin deme. Sırf iyilik olsun diye uyarıyorum seni. Cesaretimizikırmaya çalışma. Bizim için para herşeyden önce gelir! Lenka, söyle şuna, senTanrıyı mı istiyorsun, parayı mı? -Parayı! dedi Lenka. Abdias bu noktada susmaya, tartışmayı daha sonra, daha uygun bir zamandayapmaya karar verdi. Hiçbir şey söylemedi. Petruha daha sakin ve uzlaşıcı bir tonla: -Pekala, dedi, bu kadar çene çalmak yeter, yakında döneceğiz. Peki hiç mimacun toplamadın? -Toplayamadım maalesef, o dişi kurt üzerime atılınca kendimi tamamenkaybettim. Elbisemi nereye bıraktığımı bile bilmiyorum. Gidip bulmalıyım... -O kadarcık şey için sıkma canını, o eski çullar bir yere kaçmaz. Ama artıkmacun toplamaya da vaktin yok. Neyse, başına geleni söyleriz, anlayış gösterir.Anlamak istemezse gelecek yıl verirsin... Gece yarısına kadar demiryoluna doğru yürüdüler. Çantaları sıkıştıra sıkıştıradoldurdukları halde pek ağır değillerdi, ama öyle keskin bir kokuları vardı ki,naylon örtüler de önleyemiyordu bu kokunun yayılmasını. Üçünün de başıdönüyor ve dayanılmaz bir uyuma arzusu duyuyorlardı. Nihayet bozkırınortasında biraz kestirmek için durdular. Gün doğar doğmaz yola devamedeceklerdi. Yürürken uykusuzluktan gözleri kapanacak gibi olan Abdias, yattıkları zamanbir türlü uyuyamadı. Lenka kurtlardan korktuğu için ikisinin arasına uzanmıştı.Bu, Abdiası hem şaşırttı hem duygulandırdı. Ama sonunda yine de pek normalbuldu bunu. Ne de olsa Lenka henüz bir çocuktu. Ne var ki, kötünün gücü çokdaha büyüktü, körpe dimağlara yanlış olanı daha kolay kabul ettirebiliyordu, okadar ki, karanlıktan korkan bu küçük çocuğa bile, paranın onu Tanrı dan dahaçok ilgilendirdiğini söyletebiliyordu. Oysa Tanrı burada doğru ve yaşamağadeğer bir hayatın sembolü gibi anlaşılmalıydı. Bozkır geceleri çok güzel olur. Önce mutlu bir sessizlik çöker ortalığa. Yerin Sayfa 61
  • 62. Dişi Kurdun Rüyalarıve göğün sonsuzluğu sanki bu sessizliği daha da arttırır. Yumuşak hava otkokularıyla dolar. Sayısız yıldızlarla donanmış gökyüzü ile gözümüz arasında,en ufak bir sis, bir bulut, bir buhar gölgesi bile yoktur. Hiçbir yıldızkaçırmaz budaveti, ay da büyülü bir biçimde aydınlatır bozkırı. Mutlak ve esrarlı birdurulukiçindeki bu görüntü pek görkemlidir. Günlük sıkıntılardan biraz kurtulduğu onadir anlarda insan düşüncesi bu muazzam görüntüye, bu muazzam etkiyekaptırır kendini ve düşünür... Ama bu zamanlar çok kısadır. Buraya kadar Abdiasın planı çok iyi yürümüştü. Fazla bir sıkıntı çekmeden,kaçakçılarla seyahat etmiş, kendisinin de içinde yer aldığı operasyonun nasılyürütüldüğünü az çok anlamıştı: O da elini sokmuştu bu işe. Ama operasyonunen güç tarafını görmemiş, öğrenmemişti daha. Uyuşturucuyu trenle nakletmek,işin en riskli yanı idi. Çünkü polis Asya garlarında çok daha titiz idi. Konvoybirdefa Rusyaya girince işler kolaylaşırdı. Hele bir Moskovaya varsalar, o yoğuntrafikte, artık işi kotarmış sayılırlardı. Az sayıdaki kişilerin bu başarısı,aslındaevrensel bir kötülüğün, bir facianın zaferiydi!.. Kötünün, kötülüğün galebe çalmasını düşünmek dayanılmaz şekilde canınısıkıyordu Abdiasın. Ama yine de bir afete karşı koyacak, yalnız suçun işleniştarzını ortaya çıkarmakla kalmayıp, kaçakçıları da etkileyerek onları doğru yolaçekmek için mücadele gücünü yitirmiş değildi. Şimdi karşısında son derecegüçlü bir hasım vardı: Şef dedikleri, bozkırın bir yerinde durup ipleriellerindetutam adam. Abdias da onun kontrolu altındaydı. Bu adam, sefere çıkanlara tekbaşına hükmeden bir mini diktatör idi ve bu kadırgaya gezgin bir keşiş gibibinen, haydutlar çetesini takip eden bizim idealist de, oldukça gülünç hareketediyordu. Ama Tanrı yolundan ayrılmayan bu keşiş, şartlar ne olursa olsunbaşka türlü hareket edemezdi... Abdias, kaderine razı olmaktan başka birşeyyapamazdı... Bozkırda uğradığı o tuhaf olayı, atlattığı o büyük tehlikeyi hatırladı.Đnsanoğlunu zararsız, masum, oyun oynayabilecekleri bir yaratık zanneden, saf,tecrübesiz yavru kurtları, sonra mavi gözlü o kızgın dişi kurdun ani saldırısınıgetirdi aklına. Bu olayı bu kadar ucuz atlatmasına bir kere daha şaşıp kaldı.Yoluna çıkan çıplak, savunmasız bir budalayı bu kurdun paramparça etmesihiçtendi. Ama niçin öyle yapmamıştı da üzerinden atlayıp geçmişti? O kadarsavunmasızdı ki, üzerinde bir slip ve başında bir panamadan başka birşeyolmayan soytarıdan farksızdı. Ama kader onu iki yırtıcıdan korumuştu ve belkibu onun daha bir süre hayatta kalması gerektiğini gösteren ilahi bir işaret idi.Yavrularını kurtarmak için öfkeyle saldırırken ne kadar güzeldi o dişi, o tuhafkurt! Şüphesiz hayvan kendi açısından ona saldırmakta haklıydı. Abdias, kendiside masum olmasına rağmen, canına kıymadığı için ona kendisini minnettarhissediyordu. Önceki gün karşılaştığı motosikletli kızın onun kurtlarlakarşılaştığı zamanki gülünç durumunu görseydi nasıl eğleneceğini düşünerekhafifçe gülümsedi. Sonra birden korkuya kapıldı: Ya o kızın motosikletibozkırın ortasında arıza yapar ve karşısına da kurtlar çıkıverirse! Batıl birinançla da olsa, kurda yönelik bir dua yaptı içinden: Beni duy, beni anla ey bu yerlerde yaşayan güçlü ana kurt! Buralarda kendikanunlarına göre hareket edebilirsin, ama bir gün motoru bozulur da yoldakalırsa, Allah aşkına, vahşi hayvanların da saygı duyduğu kutsallıklar aşkına,sevgili yavrularının aşkına, ona kıyma! Ona bir kötülük yapma! Ama eğer, ikitekerlekli bineğinin üzerinde harikulade güzel duran o kızı hayranlıklaseyretmek istersen, ona görünmeden yol boyunca koş. Yine ona görünmedenkanatlan, uç. Belki o zaman budistlerin dediği şey olur, onun, insan kılığınagirmiş kendi kız kardeşin olduğunu anlarsın! O bir kadın, sen de bir dişikurtsun,ama ikiniz de kendi biçiminizde güzelliğin simgesisiniz. Sana itiraf ediyorum.Onu bütün kalbimle severdim. Ama ne yazık ki ben koca bir budaladan başkabirşey değilim. Ancak aptallar böyle şeyleri hayal ederler. Şu anda o benim Sayfa 62
  • 63. Dişi Kurdun Rüyalarınelerdüşündüğümü bilseydi, gülmekten ölürdü. Ve ben, bana güldüğü için hiçüzülmezdim. Petruha arkadaşlarını uyandırdığı zaman, bozkırı örten karanlık yavaş yavaşaçılmaya başlamıştı. 330. kilometreye bir an önce varmak istiyorlarsa, yolakoyulmanın zamanıydı. Öbür gruplar da gelecekti aynı yere. Burada,kendilerinden yana bir kuşku uyandırmadan bir marşandiz trenini durdurmayaçalışacaklardı. Calpak-Saza ulaştıktan sonra da başka bir trene bineceklerdi.Trene biniş seyahatin en tehlikeli yanıydı, ama Şef bu işi ayarlamış olmalıydı.Petruha, Şefin onları orada bekleyeceğine ya da onun da oraya geleceğine dairhiçbir şey söylememişti. Belki söylemek istemiyor, belki o da bilmiyordu. Sırt çantalarını yüklenerek Petruhanın peşine düştüler. Onun topoğrafyahafızası ve yön bulma duyusunun kuvvetine Abdias hayret ediyordu. En ufak birçukurla, en küçük bir kaynağın yerini önceden çok iyi kestiriyor, hiçbir engebeona yabancı gelmiyordu. Böyle bir yeteneğin kötü amaçlar için harcaması çokyazık! Çok seyrek devrelerde katettiği bu bozkırı bütün ayrıntılarıylabiliyordu.Ona göre bu yeteneği aslen köylü oluşundan ileri geliyordu. Petruhanın anlattığına göre oraya iki yüz kilometre mesafede Mujunkumbozkırı başlıyordu ve orası sayga, yani antiloplarla doluydu. Đnsanlar orayaresmi arabalarla ta Orenburgtan gelip av düzenliyorlarmış: Arabalarında hertürlü içecek bulunur. Sürüye rastladıkları zaman rasgele ateş ederler. Tamkrallara layık bir av olur. Ama onlar için de bir risk vardır, arabaları arızayapınca ellerinden birşey gelmez, yollarını yitirir, açlıktan ve susuzluktangeberirler. Mevsim kış ise, çok şiddetli fırtınalar olur ve yalnız kemikleribulunur. Bir gün bu durumda kalan heriflerden biri kafayı da tam üşütmüş.Kendisini kurtarmaya gelen bir helikopteri görünce kaçmaya başlamış.Görünmemek, yakalanmamak için saklanmaya çalışıyormuş. Uzun zamanaramışlar onu. Buldukları zaman adamın konuşmayı unuttuğunu görmüşler. Oarada karısı da başkasına kaçmış. Bir darbe de ondan yani! Hepsi orospu onların.Ben hiç evlenmem. Şehirde bir aftosum var. Kıyak bir şey. Biraz mangır verdinmi, senden iyisi olmaz. Hem çocuk yapma derdi de yok. Zaten kesin söz verdi.Sonra benim bir de motorum var. Çekoslavak malı bir Spartak. Şimdi bir Jigouliistiyorum. Bu, dert çıkarmaz. Tabii aslında son model bir Volga almak isterdim.Mercedese benzeyen radyo kasetli bir şey. Basıyorsun düğmeye, çalışıyor.Amma da kıyak olur ha! Tabii tanıdıkların olması gerek, herkese haraçvereceksin. Böyle bir aracın olsa onu ağabeylerime göstermek için taVorkontaya giderdim. Karıları kıskançlıktan çatlardı. Portbagajını her çeşityabancı içkiyle doldururdum. Tabii votka da olurdu, en iyisi votkadır çünkü.Benim gibi sürüden ayrılan koyunun cepleri para dolu olarak geldiğini görüncesarılık olmasınlar da ne olsunlar!.. Ben kolgezerliği bunun için yapıyorum işte.Sizi buralara getirmişsem, siz de mangır kazanasınız diye... Đnsan fırsatlardanyararlanmasını bilmeli, bilmeyenler sürünürler... Abdias, yolu biraz daha kısaltmaktan başka bir işe yaramayan bu boş laflarıdinlerken yine kendi düşüncelerine dalıyordu. Aslında Petruhanın söylediklerionun düşüncelerini de doğruluyordu. Petruha, zengin olma tutkusunu aklındançıkaramayan, sınırsız bir övüngeçlik ve maymun gibi en olmaz şeyleri taklidekalkışan insanlardan biriydi. Zaten, kötü olan ne varsa, yüzyıllardan beri veevrensel olarak zayıflara dayanak teşkil eden sütunlar işte bu üç şeyde idi.Suni,temelsiz fikirler, insanlığı sarsan, yıkan dar görüşler hep bunlardan doğuyordu.Eski Filistinlilerin aşağılık ideolojisine ve kuvvetine galebe çalacak bir güçbudünyada nasıl bulunacaktı? Nice soylu ve cesur düşüncelerin çarparak kırıldığıbu hissiz, biçimsiz engele karşı din bile ağırlığını koyamıyordu. Ve o, Abdias,iyi niyetin para kazanma hırsı karşısındaki çaresizliğini simgeleyen tam birörnekti. Ama azimliydi ve kaderinin çağırdığı yöne, görmeden gidiyor, Şeflegörüşmeye, onunla mücadele için kuvvetini toplamaya hazırlanıyordu. 330. kilometreye geldikleri zaman saat ikiyi biraz geçiyordu. Vaktinden öncegelmişlerdi. Yol boyunca uzanan yükseltiye gelince Petruha onlara sırt Sayfa 63
  • 64. Dişi Kurdun Rüyalarıçantalarını saklamalarını, özellikle tren geçerken hiç göstermemelerini tenbihetti. Şimdi talimat bekleyeceklerdi. Uzun yol onları yormuştu. Onun için tüylü kongövdelerin yabani adaçaylarıylakarıştığı bir düzlükte, taze otların üzerine zevkle, istekle uzandılar. Tauzaktanduyulan tren sesleri gittikçe artıyor, sonra uzun katarlar geçerken ağırtekerleklerrayları sarsıyor, mazot ve demir kokusu yayılıyordu. Nihayet gürültü yavaşyavaş azaldı ve yerini bir sessizlik denizine terketti. Yolcu trenleri her iki yöne gidiyordu. Bunlardan ilki geçerken Abdias az dahaayağa fırlayacaktı. Çocukluğundan beri geçen trenleri seyretmekten, camlarınarkasındaki yüzlere, siluetlere bakmaktan hoşlanır, onlarla beraber gitmeyihayalederdi. Bu defa bu çocuksu zevki tadamayacak, ardına gizlendiği çalılıktanbaşını bile kaldıramayacaktı. Onun için en ağır gelen şey, katarlardan birinidurdurmaya girişeceklerin suç ortağı ya da tanığı olmaktı. Gerçi bir soygun sözkonusu değildi ama bu manevra ile onlar, uyuşturucu dolu çantalarıyla birliktegizlice vagonlara bineceklerdi. Durmadan gelip geçiyordu vagonlar. Sonra birden sesler kesildi, hiçbir şeyduyulmaz oldu. Ama Abdias uykuya dalmak üzereydi ki keskin bir ıslık sesiduyuldu. Islığa kulak veren Petruha da ıslık çaldı ve yine ıslıkla cevap aldı. -Tamam, dedi Petruha, beni burada uslu uslu bekleyin. Benim gitmem gerek.Kılınızı bile kıpırdatmadan duracaksınız, tamam mı? Bir treni durdurmak öylekolay iş değildir. Her şeyin yolunda gitmesi için beyin çalıştıracağız şimdi.Petruha yarım saat kadar sonra geri geldiği zaman yüzü tuhaftı. Sebebianlaşılmayan bir değişiklik vardı bakışlarında. Abdiasla göz göze gelmemeyeçalışıyordu. Abdias, kendisiyle ilgili olabilecek bir kuşkuyu dağıtmak, silmekistedi kafasından. Belki arkadaşının bir ağrısı vardı. Çok sakin bir seslesordu: -Pekala Piotr, haberler nasıl? -Şimdilik işler tıkırında, yakında yapacağız o işi. -Bir tren mi durduracağız? -Elbette! En iyisi marşandiz trenleridir. Đdeali de istasyona gece ortasındavarmak ve garaj yoluna girmektir. -Sahi mi? Bir sessizlik oldu. Bu sırada Petruha bir sigara yaktı, sonra pek aldırmıyorgörünmeye çalışarak: -Arkadaşlardan birinin ayak bileği incinmiş. Adı Grişan. Onu gördüm. Kötüdurumda, hiç bir şey de toplayamamış bir değnekle ancak yürüyebiliyor.Şanssızlık işte. Aramızda konuştuk. Hepimiz bizim otlardan ona biraz vereceğiz,kendini kurtarsın. -Elbette, dedi Abdias, Lenka uyuyor, ama sanırım o da razı olur. -Pöh, Lenka bizden, ama sen gidip Grişanla konuşmalı, ona otları vermelisin.Nasıl olduğunu da sorarsın. Bunu yapamayacak kadar kafasız değilsin, belki onamoral da verirsin... -Peki, ya Şef? O da orada mı? -Yahu Şef seni ne ilgilendirir? Niçin hep onu soruyorsun? Ne bileyim bennerededir? Ben sana Grişandan söz ediyorum. Sen Şefle aklını bozmuşsun. Hiçmerak etme, sana ihtiyacı olursa hemen bulur. Seni görmek istemiyorsa hiçüzerinde durma. Ondan ne istediğini bir türlü anlayamıyorum. -Tamam, tamam. Öylece sordum işte. Sinirlenmene gerek yok. Peki bu Grişannerde? Sayfa 64
  • 65. Dişi Kurdun Rüyaları -Şu tarafa dosdoğru gideceksin. Orda çalıların içinde. Haydi git. Abdias, söylenen tarafa gitti ve az sonra buluşacağı kişiyi gördü. Adamportatifbir sandalyeye oturmuştu. Elinde bir baston, başında alnını gizleyen bir kasketvardı. Abdias ona doğru birkaç adım atmıştı ki adam sert bir hareketle başınıçevirdi ve hafifçe öksürdü. Yanında, otların üzerine oturmuş iki çocuk dahavardı. Onları görür görmez Abdias sezgi gücü ile o bastonlu adamın Şeftenbaşkası olmadığını anladı. Adımlarını hemen yavaşlattı. Ürpermiş, tüyleri dikendiken olmuştu. Yüreği korkudan tıp tıp atıyordu. Đkinci Bölüm -1- -Yaralıyı selamlarım, geçmiş olsun, dedi Abdias. En tabii ses tonuyla ve çok sakin görünerek konuşmaya çalışıyor, böylece,içiniparçalayan müthiş sancıları da durdurabileceğini umuyordu. Kıyıda balık avlayanların çok kullandığı küçük bir sandalyeye tünemiş olanGrişan, gözlerini kısarak baktı. Bastonu ile oynamaya devam ederek: -Selam almak her zaman iyidir, dedi, ama bu selamın kimden geldiğini debilmek gerek. Abdias zoraki gülümsedi: -Önce senin sağlık durumunla ilgilenen birinden geliyor. -Yaa, öyle mi? Teşekkür ederim, gerçekten çok teşekkür ederim, basit bir sözbaşlangıcı olsa da çok iyi bir şey bu. Bozkırın ortasında böyle bir ilgi insanıduygulandırıyor. Hay Allah! Ee, ne de olsa insanız işte! Adamın dili oldukça uzun, diye düşündü Abdias, üstelik kültürlü de, böylesidaha tehlikeli olur. Beklenmedik bir şey bu. Böyle olacağını hiç bilmiyordum.Herhalde geveze görünerek kendisini maskelemek istiyor. Amacı ne ola? Herzamanki hali olabilir mi? Bu adamın görünürde belirgin bir özelliği olmadığınıda sezmiş, anlamıştı. Görünüşünde tuhaf olan hiç bir şey yoktu: Saçları kumral,boyu ortadan az büyük, zayıfça ve kendi yaşındaki gençler gibi giyinmişti. Ayağında bir jean pantolon, üzerinde fermuarlı bir gömlek, başında isegerekince katlayıp cebine sokabileceği bir kasket vardı. Kullanmak zorundaolduğu boğumlu bastonu saymazsak, gerçekten bir özelliği yoktu ve herhangi birkalabalığın arasında kolayca kaybolur giderdi. Hatırlanabilecek tek yanıherhalde kara ve kaçak bakışlı gözleriydi. Ama bunun için de gözlerine bir süredikkatle bakmak gerekirdi. Bakışlarındaki ifade durmadan değişiyordu. Gözlerini kısarak yan bakışlarının, durmadan göz kırpmasının ve kaşlarınınhemen hemen renksiz durumunun kendisi bile farkında değildi belki. Köşeyesıkıştırıldığı için üzerinize atlamak isteyen ama buna cesaret edemediği içinfarfarlık edip sizi korkutmaya çalışan bir hayvan gibiydi: Ağzını açtığı zamanfarkedilen bir kırık dişi de bu görünümünü pekleştiriyordu. Abdias, kendikendine, onun bu kırık dişi pekala kaplatabileceğini, ama bu altın dişintanıtıcıişaret sayılacağı için bunu yapmadığını düşündü. -Ayağına ne oldu? Đncindi mi? Herhalde bir kazadır? dedi nezaketle. Öteki hafifçe başını salladı: -Biraz incindi diyebiliriz. Kaza tabii, sen de bunu hemen anladın Abdias. AdınAbdias idi değil mi? -Evet. Sayfa 65
  • 66. Dişi Kurdun Rüyaları -Nadir rastlanan bir isim. Kutsal Kitaptan alınma bir isim... Grişan, kelimeleri uzata uzata, tadını anlamak istercesine üzerlerine basabasakonuşuyordu. Devam etti: Evet, Abdias, kilise kokan bir isim. Vaktiyle insanlarTanrıya inanarak yaşarlardı. Onun için de Rusyada Preçistinkiler,Bogolepovlar Blugovestovlac (dine ve Tanrıya bağlılığı gösterensıfat-isimler)vardı. Sanırım senin soyadın da bu tür bir şey olsa gerek? -Soyadım Kallistratov. -Evet, dediğim gibi. Đkisi iyi uyuyor. Benim adım çok basit, bir proleterismi.Beni Grişan diye çağırırlar. Ama bunun önemi yok. Evet, yanılmıyorsam AbdiasKallistrov, dikkat etmedim ve ayağımı incittim. Bundan çıkan acı sonuç şu:Đnsan tam bir aptal değilse, yürüdüğü yeri bilmeli, ayağını bastığı yere iyibakmalıdır. Kafa ve bacaklar hikayesi işte. Kafa iyi çalışmazsa, bacaklar da iyiyürümez. Gördüğün gibi sakatlandım işte. Neyse, olağan dışı bir hal değil. -Peki sonuç ne? Abdias, Petruhanın teklifini düşünmüştü. Ama Grişan birden kuşkulanır gibioldu: -Ne demek istediğini anlamadım. -Demek istiyorum ki, bu olay ürün toplamanı etkilemiştir, yani ben öyleanladım da... Grişan yine birden değişti ve saflık numarasını bıraktı. -A, o iş başka! Sen işten söz etmek istiyorsun ve bunda çok haklısın. Ama bukonuda kafamı kurcalayan bir şey var, sen de merak edersin, yoksa bugevezeliğe gerek görmezdim. Ben çene çalarak vakit geçirmeyi sevmem.Kısacası şu ki, ben burda bir çeşit organizatörlük yapıyorum. Takım kumandanıgibi bir şey. Bana göre asıl mesele, hiç kayıp vermeden cepheyi delip geçmektir. -Ben nasıl yardımcı olabilirim? Belki bunu konuşmamız gerek, merakediyorsan söyliyeyim ki ben de kayıp vermek istemem... -Çıkarlarımız uyuşursa, bu basit bir konuşma olur, ama gerçek bir tartışma sözkonusu, zaten lafı buraya getirmek istiyordum. Sana önce bir soru sormakistiyorum. Tamamen aramızda kalacak... Şef bu sözleri kurnaz bir tavırla söylemişti. Biraz sustu, sonra birden,yakınındahiç bir şey demeden oturan iki çocuğa emir verdi: -Hey; siz, dalga geçmeyi bırakın da hareket için gerekli hazırlıkları yapınbakalım! Çocuklar sessizce kalktılar ve herhalde daha önce aldıkları talimatı uygulamakiçin bir yerlere gittiler. Grişan saatine bir göz attı: -Operasyon bir saat sonra başlıyor. Nasıl hareket edildiğini göreceksin.Buradaönemli olan disiplindir. Her şey tıpkı ordudaki gibi titizlikle hazırlanmıştır.Çünkü bu kendisini vatana adamış gerçek bir taburdur. Vatanı büyük harflesöyleyebilirsin. Sen de emirlere uygun hareket etmek zorundasın. Hiç numarayapmak yok! Herkes vazifesini tam yaparsa akşama Calpak-Sazda oluruz. Manalı ve uyumlu bir sessizlikten sonra Grişan sert bir bakışla Abdiasa döndü Sayfa 66
  • 67. Dişi Kurdun Rüyalarıve kırık dişini göstererek sırıttı: -Şimdi esas meseleye gelelim: Seni bizimle gelmeye zorlayan sebeplere.Hemen cevap verme, vaktin var. Senin, bazılarının Suçlular imparatorluğudediği dünyadaki durumun, haşhaş toplayıcısı olmaktır. Bu konuda çok şeyöğrendim. Ama bu dünyaya girişin esrarengiz yollardan olmuş, bunu daha sonrada konuşma fırsatı bulacağız. Görünüşe bakılırsa hiç de aptal değilsin, ama yinede bu arı kovanına kendin girdin. Şimdi, sana güvenmemizin bedeli olarakhakkım olan parayı vermek nezaketini göstereceksin. -Ne demek istiyorsun? -Tahmin ettiğinden eminim... -Tahmin başka, açıkça söylemek başka. Bu sırada yaklaşan bir trenin gürültüsü duyuldu. Tren geçinceye kadarsustular.Bu arada ikisi de bir söz düellosuna hazırlanıyorlardı ve belki daha sonradüellobaşka türlü devam edecekti. Abdias, insanlar arasındaki ilişkilerin gerçektençoktuhaf olduğunu da düşündü o sırada. Eşit olmaları gereken bu bozkırın ortasında,yakalandıkları zaman hepsinin yargıç karşısına çıkmaları, başardıkları zaman isebenzer şekilde zengin olmaları söz konusu iken bile, insanlar, kağıda değil dekanlarına yazılmış, zaman aşımına da uğramayan kanunlara uyuyorlardı. Bukanunlara göre, mesela Grişan, tartışmasız şekilde emretmek hakkına sahipti.Çünkü o Şef idi. Tren gürültüsü geçince söze Grişan devam etti: -Demek açık konuşmamı istiyorsun. Pekala, dedi tereddütlü bir sesle. Sonrabirden lafı değiştirerek ve sinsice sordu: Kurtların saldırısına uğradığın doğrumu? -Evet, doğru. -Bak Abdias Kallistratov, kader seni, kurtların pençesinden benim sorularımacevap vermen için kurtarmış olamaz mı? Sana öyle gelmiyor mu? Şef, tekrar kırık dişini göstererek ve ağzını iyice açarak sırıttı: -Öyle olabilir. -Kıçının üzerinde dönüp durma da dinle. Bana burada hiç vakit kaybetmeden,iki küçük arkadaşını niçin baştan çıkarmaya, akıllarını çelmeye çalıştığınıaçıklayacaksın! -Doğru değil bu. -Nasıl doğru değil, bana yalan mı söylüyorlar yani? -Onları baştan çıkarmaya çalışmadım, tam tersine, doğru yola çekmeyeçalıştım. -Bırak martavalı. Bak yoldaş Kallistratov, herkesin kendine göre bir doğruyolu vardır. Matrak geçmenin, zırvalamanın zamanı değil şimdi. Dinle. ÇokMuhterem Peder, asıl amacın ne? Elde etmek istediğin şey ne? -Yani kişisel çıkardan mı söz ediyorsun? -Elbette, başka neden olacak? Grişan kollarını açıp bir kere daha sırıttı. Alaycı ve zaferi kazanmış Sayfa 67
  • 68. Dişi Kurdun Rüyalarıhavasındaydı. -Ben kendim için bir şey istemiyorum, hiç bir şey istemiyorum, dedi Abdias. -Aman ne iyi! Şef bu sözleri adeta sevinçle söylemişti. Devam etti: -Bundan alasını düşünmezdim. Demek ki sen o sersem aydınlar soyundansın vekendini bir... -Yeter, ne diyeceğini biliyorum. -Demek öyle. Kendini haşhaş toplayıcısı göstererek Mujunkuma gelmen,bizim gruba katılman, bizden biri olman, Đsa kadar kuvvetli gördüğün parayakendini kaptırmandan değil demek! Papaz okulundan kovulduktan sonra gidecekbir yerin olmadığı, seni kimse istemediği için de değil, öyle mi? Ama papazlarınyerinde olsam ben de kovardım seni. Papazların bile senin gibi birineihtiyaçlarıyok. Onlar asırlardır bu oyuncaklarıyla eğlenip dururken, sen de her şeyiciddiyealmaya kalkışıyorsun... -Evet, çok doğru. Senin de beni ciddiye almanı isterim: -Nasıl olacakmış bu! Belki seni anlamadığımı sanıyorsun, aksine seni çok iyianlıyorum. Zavallı bir kaçıksın sen. Bir fanatiksin, kendi geri zekanahayransın.Đşte bunun için buradasın. Bizimle gelmene başka ne sebep olabilir? Bizimgözümüzü açmak, yasaklanmış uyuşturucu vurgunculuğu yapan, ot toplayan,bunların kaçakçılığı ile zengin olan bizleri doğru yola çekmek gibi asil niyetlibir Mesih gibi geldin aramıza! O yüce, kurtarıcı fikirlerini yaymak istiyordun.Bir bok çuvalı gibi kokusu üç kilometre öteden duyulan fikirlerini! Bizi kötüyoldan ayırmaya geldin! Sanıyordun ki pişmanlık getirip hayata yenidendoğacağız, senin hayran olduğun ahlak standartlarına dört elle sarılacağız. Evetevet, Batıda da herkesin aynı şekilde düşünmesini istiyorlar. Grişan çevik bir hareketle sandalyesinden kalktı. Ayağı incinmiş bir insanınbunu yapabilmesi çok şaşırtıcıydı. Abdiasa doğru bir adım attı ve onun kanvurmuş yüzüne kendi yüzünü yaklaştırdı. Sonra devam etti: Bana bak ey Tanrıelçisi! Nasıl güçlerle mücadele edeceğini düşündün mü bari? -Düşündüm, zaten bunun için buradayım ve seni uyarıyorum: Ben bumücadeleden ne pahasına olursa olsun asla vazgeçmiyeceğim, sizin iyiliğiniziçin yapacağım bunu, buna sakın şaşma. -Bizim iyiliğimiz için mi! Merak etme, hiç şaşmam. Niçin şaşacakmışım?Đnsanlığın öteki Kurtarıcısı, hani şu çarmıha gerilen kaçık da öyle biri değilmiydi zaten? Delinmiş kollarını açtı, boynunu büktü ve güzel bir şehit numarasıyaptı: Sonra da asırlar boyu ona hayranlık duymaları, ağlamaları, övgüdüzmeleri gerekti insanların. Bazı küçük kurnazların bizi kendimizdenkorumamız için uydurduğu kıyak bir numara bu! Söylesene bana: Bu dünyadaherhangi bir şey ya da herhangi bir kimse kurtarılabildi mi hiç? Cevap verbakalım! Haçtan evvel her şey nasıl idiyse bugün de öyle, değişen hiç bir şeyyok. Đnsan hep aynı. Bir kıl kadar gelişmedi. Biz zavallı günahkarlar biriningelip bizi kurtarması için beklemeye devam ediyoruz. Bir sen eksiktinKallistratov. Sen de nihayet geldin işte. Kendini bir çiçek gibi getirdin!Hoşgeldin ey yeni Đsa! (Böyle derken alaylı bir şekilde ciddileşti). -Benim için ne istersen söyle, ama Đsanın adını rahat bırak! Benim burdaolmama şaşıyor ve öfkeleniyorsun. Burada şaşılacak bir şey yok. Bir günmutlaka karşılaşacağımız yazılmadı mı? Ben olmasam başkası gelecekti senindüşüncelerine karşı çıkmak için. Böyle bir karşılaşma olacaktı... -Yani benimle karşılaşacağını da kestiriyordun? Sayfa 68
  • 69. Dişi Kurdun Rüyaları -Tabii, seninle de görüşmemiz kaçınılmazdı. Đşle bu amaçla ben buraya, senindeyişinle, bir çiçek gibi geldim. -Hımm, çok mantıklı: Birbirimizden ayrılamayız değil mi? Bu da o saçmadenge hikayelerinden biri. Ama o kadar çabuk sevinme Kurtarıcı Kallistratov,pratikte senin teorin beş para etmez. Senin mizacın daha çok eğitmek olsa da,oldukça felsefe yaptık. Hakkında yeteri kadar bilgim var! Sana çok iyi birtavsiyede bulunacağım: Hala postunu kurtaracak zamanın var, def olupgidebilirsin, sana kimse bir şey yapmaz; bozkırdan topladıklarına gelince,onlarıne istersen yap. Başkalarına dağıt, yak, havaya savur... Canın nasıl isterse...Amaseni uyarıyorum: Bir daha hiç karşılaşmazsak çok iyi olur! Bastonunu çok imalı bir şekilde bir taşa vurdu. -Ama şimdi gidemem, hiç yapamam bunu! -Hay lanet şey! Seni gerçekten kapatmak gerek! Peki ne engel oluyor gitmene? -Artık aranızdan her biri Tanrı huzurunda ve benim önümde... Amaanlıyabileceğini hiç sanmıyorum. -Yoo, çok iyi anlıyorum! dedi Grişan hiddetle sesini yükselterek. Benim anambabam tiyatroda aktör idiler. Senin numaranı da çok beğendim. Ama birazkendini fazla kaptırmış olmayasın? Gösteri olağanüstü olsa bile, perdeyiindirmenin zamanı gelir. Bizim içinde bulunduğumuz durumda ise, YoldaşKallistratov, perde tek bir seyirci önünde kapanacak. Kaçınılmaz olana rızagöstermeyi öğrenmelisin. Beni fazladan bir günah işlemeye mecbur etme. Vakitgeçmeden def olup git buradan. -Fazladan bir günah, demekle neyi ima ettiğini anlıyorum, eğer burada işlenensuçlara müdahale etmeden kaçarsam, en büyük suçu işlemiş gibi utanç duyarım.Fikrimi değiştirmeye çalışma. Çünkü, küçük Lenkanın, Petruhanın, bu gruptanolan bütün çocukların başına geleceklere karşı ilgisiz kalamam. Senin başınageleceklere karşı bile. -Benim başımın bedeli gerçekten ödenemez. Ama kimin adına ve hangi haklaişimize burnunu sokuyorsun? Herkes dilediği gibi hareket etmekte serbesttir.Seni ilk defa görüyorum. Kim oluyorsun da başımıza geleceklerleilgileniyorsun? Bana ve başkalarına hükmetme gücü mü verdiler sana? Kaderideğiştirmeye kalkışma! Tam bir kaçık olduğuna göre rahatça gidebilirsin. Senolmadan da çok iyi idare ederiz kendimizi. Anladın mı? -Ama ben sizi bırakamam! Sen bir güçten söz ediyorsun. Hiç kimse bana birvekalet vermiş değil. Ben yalnız vicdanımdan emir alır, onun dediğini yaparım.Hoşuna gitmezse beni hesaba katmıyabilirsin, ama ben vicdanıma uymakzorundayım. Sen kendi kaderinin hakimi olduğunu iddia ediyorsun, bunuanladık. Ama kaderler birbirinden ayrı değildir. Doğum ve ölüm dışında onlarıhiçbir sınır ayıramaz. Hayatımız bu ikisi arasında bir kumaşın ipleri gibibirbirleriyle iç içe, üst üstedir. Sen ve senin kumanda ettiklerin bu haşhaşlapekçok kişiye felaket, yıkım getireceksiniz. Zengin olmak için bozkırdantopladığınız işte budur. Geçici bir zevk verdiğiniz insanları, yıkıma veumutsuzluğa sürüklüyorsunuz. -Ve şüphesiz sen de kendinde bizi yargılama hakkını buluyorsun değil mi?Nasıl yaşamamız, ne yapmamız gerektiğini senden mi öğreneceğiz? -Ben yargıç değilim, sadece içinizden biriyim, yalnız: -Yalnız ne? -Yalnız biliyorum ki üzerimizde bir Tanrı vardır. Kalbimizin, muhakememizinasıl ve en büyük düzenleyicisi Odur. -Yine Tanrı ha! Ne demek istiyorsun? Sayfa 69
  • 70. Dişi Kurdun Rüyaları -Tanrının iyiliği bizim irademizle ifadesini bulur. O bizim içimizdedir. Bizevicdan yoluyla tesir eder. -Bu saçmalıklar neye yarayacak, ne çıkacak bunlardan, bunlarda nasıl biravantaj bulunabilir? -Nasıl bir avantaj da ne demek? Đnsan kendisine muhakeme gücüyle hakimolur. Tıpkı Tanrı gibi. Kötülüğün gerçek anlamı, bizde olan Tanrı düzeyinde içmahkumiyet değil de nedir? Özümüz hakkında yeni yaklaşımı biz kendimizbelirtiyoruz. -Peki bu yaklaşımın kitle vicdanından farkı nedir? Biz başkaları gibi olmakistemiyoruz, sürü ya da sürüden olmak istemiyoruz. Biz başkayız, kimseyebağımlı değiliz. -Yanılıyorsun. Hürriyet yalnız kanundan korkmayanlar için vardır. Başkadeyişle senin hürriyetin bir kurgudan ibarettir ve sürekli olarak, göreceğincezanın tehdidi altındadır. -Peki, bundan sana ne? Bu yolu biz kendimiz seçtik, sen değil. -Evet, gerçekten bu senin seçimin, ama yalnız seni ilgilendirmiyor. Çıkmazdankurtulmanın da bir yolu olduğunu anla artık. Vakit varken, nedamet getirin.Bozkırda, gökyüzüne karşı, kaçakçılık işine tamamen son vereceğinize yeminedin, bu haranı kazancı terkedin, içinize çöreklenen kötülüğü çıkarıp atın:Kendinizle ve vicdanları birleştiren Tanrı ile barışın... -Ya sonra? -Sonra yeniden ve tam anlamıyla insan olacaksınız. -Çok iyi söyledin. Çok da basit görünüyor! Yükseltinin altından bir tren daha geçti. Grişan, kaşlarını çatarak ve bastonuileoynayarak trenin geçmesini, sessizliği bekledi. Gürültü tamamen uzaklaşıncazavallı Abdiasın yüzüne sert, aynı zamanda alaylı bir şekilde baktı: Söylemek istediğin her şeyi sabırla dinledim. Doğrusunu söylemek gerekirse,hiç olmazsa merakım yüzünden dinlemeye değerdi. Ama seni hayal kırıklığınauğratacağım için üzgünüm. Eğer kendi iç dünyanda Tanrı ile yalnız kendininkonuşabildiğini sanarak gururlanıyorsan, bunun pek sayın kişiliğine tanınmış birayrıcalık olduğunu düşünüyor ve benim gibi bir insanın da Tanrı ile temaskurabileceğini aklın almıyorsa, tam anlamıyla çuvallıyor, saçmalıyorsun. -Hiç de öyle düşünmüyorum. Yalnız temas kelimesini biraz yadırgadım. Tamaksine senden bu sözleri duymak sevindirdi beni. Belki içinde bir kıpırdanmaoluyor, birşeyler değişiyordur. -Asla, değişen bir şey yok! Saf kuruntun o senin! Şunu bil ve sakın küçükdilini yutma, Kallistratov, benim Tanrıya giden ayrı bir yolum var. Ben Onavarmak için servis merdivenini kullanıyorum. Senin Tanrı dediğin, sandığınkadar ulaşılması zor bir şey değil... -Peki, servis merdiveniyle Tanrı huzuruna çıkınca ne elde ediyorsun? -Seninle aynı şeyleri, insanların mutlu olmalarına, uyuşturucu sayesinde,Tanrıya ulaşmalarına yardım ediyorum. Sizin bütün o vaiz ve dualarınızlaveremeyeceğiniz şeyleri veriyorum onlara... Tanrıya en etkili şekildeyaklaşmalarını sağlıyorum. -Onları, ulaşmak için sana peşin ödeme yaptıkları bir Tanrıya mıyaklaştırıyorsun? Otla mı? Uyuşturucu sayesinde mi? Senin için Tanrıyıtanımak, Ona ulaşmak sevinci bu mu? -Niçin olmasın? Sen bunu bir küfür, kutsal şeylere bir hakaret mi sayıyorsun? Sayfa 70
  • 71. Dişi Kurdun RüyalarıEvet, evet! Benim laflarımı duymak bile sana pisliğe gömülmek hissi veriyor!Bir rakip çıktı karşına, senin sahana girmeye cesaret eden bir rakip. Evet, işinaslı öyle: Sözkonusu olan, esas olan, para ve uyuşturucudur. Çünkü herşeyiyöneten, herşeye hükmeden paradır. Sanıyor musun ki sen Tanrının parayla hiçilgisi yok? Kiliselerde ve başka yerlerde parasız bir şey yapabiliyor musunuz? -Her şeyi birbirine karıştırıyorsun! -Bırak bu masalları! Hayatta, Tanrı dahil, her şeyi satabilir ve satınalabilirsin.Ben insanları hiç olmazsa biraz havalara çıkarıyorum, sizin iki dünyada sadecevaadettiklerinizi, ben vaadetmiyor, veriyorum. Uyuşturucu, gerçek zevki verentek şeydir, sana huzur verir, zaman ve mekandan kurtarır. Uzun sürmese, gerçekolmasa, sadece hayalden ibaret olsa bile, yine de bir mutluluktur ve bumutluluğu yalnız uyuşturucu sağlar. Ve, sözde pek dürüst olan sizler, yapışmak,tutunmak için, böyle bir serapa bile sahip değilsiniz. -Serap demekte gerçekten haklısın. -Düşünebiliyor musun? Beş kopeke sana gerçeği gösterebileceklerini hayaledebiliyor musun? Bu mümkün değildir pek Sayın Peder! Çünkü gerçekmutluluk yoktur. Onun yerini acı bir şekilde uyuşturucu alıyor. -Peki, aslında olmayan bir şeyin yerini başka bir şey nasıl alır, buna negerekvar? Tam bir kokuşmuşluk bu! -Yavaş ol bakalım Kallistratov! Eğer iyi düşünürsen ben kurulu düzenin enesaslı yardımcısıyım. -Nasıl oluyor bu? -Đşte böyle oluyor ve olması da pek tabiidir. Đlk yaratıldığı günden bu yanainsana ne olmayacak vaadlerde bulundular, hakaret ve saldırıya uğradığı zamanne masallar anlatılar ona! Tanrının cennetine gideceğini, demokrasiyi,eşitliği,kardeşliği, kollektif hayattaki ve komünlerdeki mutluluğu vaadettiler ona.Đstediğin gibi yaşayacaktın ve uslu olursan bunun ödülü cennete gitmek olacaktı.Aslında bütün bunlar havada kalan laflardır! Ben ise, mutsuzlara, talihsizlerebütün sıkıntılarını unutturma fırsatını veriyorum. Ben bir yıldırımsavargibiyim.Onları, ulaşılmaz denen Tanrıya, küçük kapıdan götürüyorum. -Sen, benim tahmin ettiğimden de daha tehlikeli imişsin. Sana güç verseler,iktidar verseler, dünyanın altını üstüne getirirsin. Belki küçük bir Napolyonolursun. -Daha yukarılara çık. Niçin daha büyük olmayayım? Dilediğim gibi hareketedebilsem, neler neler yapardım. Mesela, ülkenin batısında gösterirdim asılgücümü. Ve orada sen benimle tartışmaya cesaret edemezdin, iyi ve kötüyü bennasıl görmeni istiyorsam öyle görürdün... -Bundan hiç şüphem yok. Ama beni korkutamazsın. Bütün bu söylediklerindehiç yeni birşey yok. Sen insanların inancını yitirmesinden yararlanıyorsun, budurumda bir parazit olarak yaşamak kolay oluyor. Her şey kötü, herkes yalansöylüyor, böyle olunca da uyuşturucudan başka dayanağın kalmıyor. Ama,mevcut değer yargılarını tamamen reddediyorsan, hiç olmazsa insanlara yardımiçin dünyayı bir başka açıdan görmeyi dene. Din bir afyon değildir. Đman, birçoknesillerin çektiği ızdırabın sonucudur. Đman, binlerce yıldan beri hergüngelişipözümlenmektedir. Ve sen utanç verici küçük ticaretinle gündüzü, geceyi, bütünevreni ters yüz etmeye kalkışıyorsun. Her şeyin sonunu düşünmek gerek. Seninmeziyetlerini pek övdüğün o uyuşturucu ile insan, insan ruhu, günden günebozuluyor, sonunda iyice deliriyor, mahvoluyor. Bu gerçeği niçin saklıyorsun?Seninki bir tahrik unsuru sadece: Bu şekilde Tanrıya ulaştığını zannedenler Sayfa 71
  • 72. Dişi Kurdun Rüyalarıkendilerini derhal şeytanın pençesinde buluyorlar. Buna ne cevap vereceksin? -Sen kendini ne sanıyorsun? Bu dünyada karşılıksız, bedelsiz bir şey var mı?Bu da bedelsiz değildir. Hayatın da bedeli var. Yaşayan bunu ölümle öder. Bunuhiç düşünmedin mi? Nasıl, çenen kapandı değil mi? Yaa böyle işte. Benimanlayışım senin yobazlığınla pek bağdaşmıyor! -Senin görüşlerin mi? Dinsizlik, Đsaya karşı olmak görüşün mü? Elbettebağdaşmaz! -Ha ha! Đsaya karşı olanlar bulunmasa Đseviliğin ne değeri olur. Varlığı içinhiçbir sebep kalmaz ki. Bu yüzden ben gerekli bir insanım. Ben olmasam sizingibiler fikirlerinin doğruluğunu kanıtlamak için kiminle mücadele edeceklerdi?Abdias gülümsemekten kendini alamadı: -Çok kurnazsın doğrusu. Olayları ne kadar ustaca çarpılıyorsun! Gerekirseçelişkiler üzerinde oynamaya hazırsın. Ama senin güzel konuşma yeteneğin birişe yaramıyor. Đkimizin anlaşabileceğimiz bir alan yok. Biz birbirimizinzıddıyız, uzlaşamayız. Bunun için de benim gitmemi istiyorsun. Bendenkorkuyorsun. Ama ben yine de pişmanlık duyman, bu çocukları serbestbırakman için ısrara devam edeceğim. Kabul edersen, sana yardım etmek deisterim. Grişan, beklenenin aksine hiç cevap vermedi. Asık suratla, bastonunadayanarak bir aşağı bir yukarı yürümeye koyuldu ve neden sonra konuştu: -Bak yoldaş Kallistratov, bana en ufak bir korku verdiğini sanıyorsan, tatlıbirhayal görüyorsun demektir. Böylesi hoşuna gidiyorsa hayaline devam et. Ama,şimdi trene binme vaktimiz geldi. Bunun için hazırladığımız küçük bir saldırıplanını uygulayacağız. -Buna demiryolu korsanlığı demek daha doğru olur. -Sen öyle diyebilirsin. Ama işleri karıştırmamak gerek. Biz soygunyapmıyoruz. Sadece bir taşıma, nakil sözkonusu. Ne yapalım, devlet bizimserbestçe bir yerden başka yere girmemizi yasaklıyor... -Devleti karıştırma. Bana ne teklif ediyorsun? -Tren durunca, senin kayıt kütüğünde bulunanların hepsi toplanacak (Grişanböyle derken baş hareketiyle yolu göstermişti). O zaman onları saptırmaya, buküçük Lenkaları, cesur Petruhaları din yoluna sokmaya, ruhlarını kurtarmayaçalışabilirsin Büyük Mesih! Ben hiç karışmayacağım, ağzımı bile açmayacağım.Ben orada değilmişim gibi hareket edebilirsin. Eğer onları kendi safınaçekebilirsen, senin Tanrının cemaatine katabilirsen, ben çekip gideceğim.Yenilgiyi kabul edip kaçacağım. Çok açık değil mi? Nasıl, var mısın iddiaya,meydan okumaya? -Kabul. -Pekala, hamle senin. Aramızda geçen konuşmalara gelince, bunu öğrenmeyekimsenin ihtiyacı yok. Farzedelim ki havadan sudan söz ettik. -Teşekkürler. Ama benim saklayacak bir şeyim yok. -Nasıl istersen. Kutsal Kitapta yazıldığı gibi; Bunu sen söyledin. Saat akşamın altısını geçiyordu. Fakat Mayısın o son gününde, güneş halaparlak ve yakıcıydı. Sabahtan beri gökyüzünde pek silik uçuşan gümüş bulutlarşimdi ufukta, gittikçe koyulaşan bir hat oluşturarak tehdit edici bir rengebürünmüşlerdi. Onları gören Abdias birden kaygıya kapıldı. Çünkü fırtına yakındemekti. Kuzeyden güneye, güneyden kuzeye trenler geçip gidiyor, ağır tekerlekleriyleyeri sarsıyor, çınlatıyorlardı. Ne büyük topraklar ve geniş ufuklar, hava ve nebol ışık! Ama insan yine de hep şikayetçi, tatminsiz idi, her zaman bir eksiği Sayfa 72
  • 73. Dişi Kurdun Rüyalarıbulunuyordu. En çok da hürriyete ihtiyaçları var diyordu Abdias, büyük bozkırıseyrederek. Đnsan başkalarıyla beraber olmaktan vazgeçmiyor, aynı zamanda,birlikte yaşamak da pek zor geliyor ona. Peki, ben ne yapacağım şimdi?Grişanın ağına düşenleri Hak yoluna çekmek için ne diyeceğim onlara?Birbirlerine uyarak değil, karşı koymaktan korktukları için ya da yanlış yerdeuyguladıkları bir dayanışma ve özellikle de uyuşturucu konusunda doktorayapmış bu Cizvit uzmanına karşı mücadele gücünü bulamadıkları içinçıkamıyorlardı onun ağından. Ne korkunç bir adam! Kafasını kötülük yapmadakullanan en tehlikeli adamlardan biri. Ah nasıl davranacağımı bir bilsem! Beklenen an yakındı. Hedef treni durdurmak için ikişer üçer gruplar halindeyol boyuna dağılmış, otlar arasına gizlenmişlerdi. Đşaret bekliyorlardı. Trenuzaktan, rayların üzerinde kıvrım kıvrım giden bir yılan gibi görününce birıslıksesi duyuldu ve hepsi hücuma geçmek için hazırlandılar. Haşhaş dolu sırtçantalarını ve valizlerini ellerine almışlardı. Abdias, Petruha ve Lenka ilebirlikte yol onarımından arta kalan çakılların arkasına uzanmıştı. Şef, ikiyardımcısıyla yakınlarında bulunuyordu. O iki çocuktan kızıl saçlısının adıKolia; yassı burunlu, Kafkas şivesiyle konuşan ve çok çevik olanın adı iseMohaç idi. (Herhalde Dağıstanın başkenti Mohaçkaleden gelmişti). Bilmediğiiki-üç kişi de yakınlarda bir yere saklanmışlardı. Grişan iki kişiyi keşif içinileriye göndermişti. Bunlar, sözde, yolda yangın çıkaracak, daha doğrusukondüktörün yangın zannedip durmasını sağlayacağı işi yapacaklardı. Epeyceuzakta, 330 km. levhasının bulunduğu noktaya yakın bir yerdeydiler. Buradademiryolu, ilkbahar sellerinin açtığı derin bir yatağın üzerine kurulmuş küçükbir köprüden geçiyordu. Kondüktörü yanıltacakları iş için ideal bir yerdiburası.Tren hızla yaklaşıyordu ve Abdiasın da sinirliliği, heyecanı artıyordu: Süratlevagona tırmanacaktı ve başarısı kısmen trenin durumuna bağlıydı. Çünkü butren tamamen sarnıç vagonlardan oluşabilir, daha da kötüsü, asker nöbetçilertarafından sıkı bir denetim altında bulunabilirdi: Lenka, elleri titreyerek bir sigara yaktı. Ama Petruha hiddetle bağırdı ona. -At onu sersem, yoksa deşerim barsaklarını! Soluk yüzü şimdi mora dönüşen Lenka sinirli bir şekilde duman çekmeyedevam edince, Petruha üzerine atıldı ve müthiş bir yumruk indirdi kafasına.Lenkanın kafasından kasketi düştü. Ama o da boş durmadı. Petruhanın sırtınabir tekme indirdi ve beriki iyice hiddetlendi. Çingeneler gibi alt alta, üstüstedövüşmeye başladılar. Abdias yattığı yerden hafifçe doğrularak: -Hemen kesin kavgayı! Petruha, bırak onu, utanmıyor musun? Petruha yatışmıyordu: -Sen ne karışıyorsun papaz bozuntusu! Zıbar orada! Her yerde ayağınadolanıyorsun insanın! Böyle bağırıp onu paçasından çekti. Sonunda hepsi yere uzandılar hızlı hızlısoluyarak. Tren iyice yaklaştı. Hem çok hızlı, hem çok yavaş geliyor gibiydi. Abdiasıntüyleri diken diken oldu. Çünkü en tehlikeli anlardan biri olacaktı bu. Abdias, çocukluğunda buharlı lokomotiflerin romantik geçişlerini hayranhayran seyrederdi. Keskin düdük sesleriyle, kıvrım kıvrım duman çıkararakgeçerlerken büyük bir zevkle seyrettiği lokomotiflerin geçişini, bir gün büyükbir sıkıntı ile ona kaçak olarak binmek için, üstelik suç işleyerekbekleyeceğini,hiç aklına getiremezdi. O eski buharlı ağır lokomotifler savaştan sonrakiyıllardakaldırılmıştı. Bugün onların yerini güçlü dinsel lokomotifler almıştı vebunların Sayfa 73
  • 74. Dişi Kurdun Rüyalarıikisi bu upuzun katarı çekmeye yetiyordu. Şimdi gözlerinin önünde, kulak delengürültülerle sayısız tekerlek geçiyordu. Platformlardan, sarnıçlardan, tomrukyüklerinden, furgon ve konteynirlerden oluşan ve dev bir gücün çekişiylehedefine doğru süzülen bu ağır katarın durdurulabileceğine inanamıyordu. Vagonlar birbirini kovalıyordu ve yarısı geçmişti bile. Abdias, durdurmaharekatının başarısızlığa uğradığını, böyle ağır ve bu kadar hızlı giden birşeyidurdurmanın mümkün olmayacağını düşünmeye başlamıştı ki tren birdenyavaşladı, tekerlekler daha yavaş dönüyor, ama daha çok sarsıyorlardı vagonları,fren gıcırlıları da duyuluyordu. Az sonra iyice yavaşladı. Gözlerine inanamayanAbdias trenin tamamen durduğunu gördü. Tam o sırada biri ıslık çaldı, bir diğeriona karşılık verdi ve Petruha da emrini verdi: -Haydi, ileri! Çantalarını kavrayıp, vagonlara asıldılar. Her şey başdöndürücü bir hızlaoluyordu: Pusudan çıkıp hücuma geçmişlerdi şimdi. Hiç beklemeden trenyeniden hareket etmeden karşılarına ilk çıkan vagona tırmanacaklardı. Sonra,tren hareket halindeyken vagonların damında yürüyüp en uygun yeribulacaklardı. Abdiasın karşısına tekerleklerden ve sonra tahtalardan oluşan birduvar çıkmıştı ve bu duvara tırmanmak için tutunacak bir yer arıyordu. Her anhareket edebilecek olan bu muazzam kitle göklere kadar yükseliyormuş gibigeliyordu ona. Bir yandan da yüzüne keskin bir mazot kokusu vuruyordu. Herşeye rağmen, yüzlerini göremediği kişilerin de el uzatmasıyla bir vagonatırmanabildi. O da pek bilinçli olmayarak elini uzatıp bir başkasınıntırmanmasına yardım etmişti. Tren iki defa sarsıldı ve bir gıcırtı daha duyuldu. Abdias birkaç defatekerleklerin arasına düşme tehlikesi atlattı. Ama tren üçüncü defa sarsıldıktansonra hareket etti, durup kaybettiği zamanı telafi için hemen hızlandı. Đşte ozaman, Abdias kendisini, birbirlerinden hiç ayrılmayan Lenka ve Petruha ile boşbir vagonun içinde buldu. Grişan da orada idi. Yaralı ayağı ile bu trene nasılatladığını yalnız Allah bilirdi. Mohaç ve Kolia da Grişanın yanında idiler.Hepsinin rengi sararmış, güçlükle soluyorlardı, ama başarıdan pek memnunoldukları anlaşılıyordu. Abdias, harekatın en tehlikeli safhasının bu kadarkolaygerçekleşmesine şaşıyor ve üzülüyordu. Kaçakçılar şimdi Calpak-Saza doğru yol alıyorlardı ve oradan büyük şehirleredağılacaklardı... Yolculuk beş saat kadar sürecekti. Bulundukları vagonda, boşaltma sırasındaorada bırakılan birçok boş sandık da vardı, bunların üzerine oturmuşlardı.Grişanın tenbihlerine uyarak, dışarıdan görülmeyecek şekilde yerleşmişlerdioraya. Kapılardan biri açık tutulmak şartıyla içerisi oldukça aydınlık oluyordu.Yukarıdaki kapaklardan birisini de açmışlardı vagonu havalandırmak için.Đlk istasyonda kapıyı usulca kapadılar ve tren hareket edinceye kadar boğucu birhavada hiç ses çıkarmadan beklediler. Petruha dışarıya bir göz atmış, her şeyinyolunda olduğunu, civarda kimsenin görünmediğini söylemişti. Aynıistasyondan yolcu dolu bir başka tren de gelip geçti ve bundan sonra da onlarıntreni hareket etti. Sonraki durakta Mohaç, bir yerlerden bulduğu bir bidonlaiçecek su temin etti. Bundan sonra canları yemek de istedi ve kaçakçılar, sıcakyemeği daha sonra Calpak-Sazda yiyeceklerini düşünerek, peksimet vekonserveden ibaret yemeklerini yediler. Tren şimdi Çusk bozkırından geçiyor, dağlara doğru ilerliyordu. O ilkbaharakşamında hava hala pek kararmamıştı. Konuşma konusu daha çok yiyecek vepara üzerine idi. Petruha Murmansktaki sevgilisinin güzelliğini anlatmayabaşlayınca, Mohaç, Katkas argosu ve bozuk bir Rusça ile ona takıldı: -Dostum Petruha, sen Murmansktan başka yerde karı bulamıyor musun ki! Sayfa 74
  • 75. Dişi Kurdun RüyalarıBiraz da Moskovada aftosların olsun! Ha ha ha! Belki Moskovada fahişe yokturdeğil mi! Petruha kızdı: -Küçük ve çok toysun, sen ne anlarsın ki, hem kaç yaşındasın daha! -Hep yaşımı ileri sürersin! Kaç yaşında olursam olayım. Bizim Kafkasyadabenim gibilerin nice zamanlardan beri çocukları olur... hep... Ha!. ha! ha! Bu konuşma herkesi neşelendirdi. Abdias bile gülümsemekten kendini alamadı.Ara sıra Grişandan tarafa bakıyor, Grişan da göz ucu ile onu süzüyordu.Ötekilerden biraz açıkta, yine katlanan sandalyesinin üzerinde oturuyorduGrişan. Bastonu da elindeydi. Tıpkı onlar gibi ucuz sigara içmesini bir yanabırakırsak, bütün tavırları ile ötekilerden çok farklıydı. Keyifleri yerindeydi. Herkes vagona alışmıştı. Lenka bir köşede uyuyor,ötekiler de hafifçe kestiriyorlardı. Oysa güneş daha ufku aşıp kaybolmamış,alacakaranlık da henüz başlamamıştı. Sigara içerek önemsiz şeylerdenkonuşuyorlardı. Birden sustular, sonra Şefe bakarak fısıltı halinde birşeylersöylediler birbirlerine. Mohaç seslendi: -Ey Grişan, biz düşündük ki bir şey yapmadan pineklemektense bir iki nefesçeksek, diyoruz. Vaktimiz var değil mi? Hem ben de öyle bir harman var kisevgili Şefim, hımm! Ağzına layık. Böylesini ancak Bağdat hırsızıtüttürebilmiştir! Grişan Abdiasa baktı. Buna ne dersin? der gibiydi. Bir süre bekledikten sonracevap verdi: -Pekala, çekin bakalım! Gözleri parlayan çocuklar hemen Mohaçın başında toplandılar. Mohaç, ancakBağdat hırsızına layık gördüğü meşhur haşhaş harmanını ceketinin gizliyerlerinden bulup çıkardı, büyük bir sigara sardı ve ilk olarak birkaç nefesçektikten sonra yanındakine uzattı. Yaprak halinde sarılan uyuşturucu böyleceelden ele dolaşarak Petruhaya geldi. O da gözlerini kapatarak büyük bir keyifledumanı çektikten sonra Abdiasa uzattı: -Al bakalım Abdias, sen de bizim gibi yap. Niye istemiyorsun, bırak gülünçolmayı! -Hayır Piotr, içmeyeceğim, ısrar etme! dedi kesin bir şekilde. Petruhanın canı sıkılmıştı: -Yaa, demek öyle papaz bozuntusu! Evet, gerçekten papaz bu! Sen dostlukelini uzatıyorsun, o yüzüne tükürüyor! -Ben kimsenin yüzüne tükürmüyorum, böyle demekte haksızsın Piotr. -Seninle tartışmak neye yarar ki! Petruha ikinci bir nefes çektikten sonra sigarayı Mohaça uzattı çevik birhareketle. -Sıra senin, aziz Şefim, bize katılır mısın? Grişan hiç bir şey söylemeden, kendisine uzanan eli itti. Mohaç üzülerek,başını salladı: -Keyfiniz bilir, sen Şefsin, dedi. Uyuşturucu sarması elden ele dolaşıyordu. Uyanan Lenkada çekti bir nefes,sonra sıra kızıl saçlı Koliaya, Petruhaya ve yine Mohaça geldi. Bir süresonra Sayfa 75
  • 76. Dişi Kurdun Rüyalarıdeğişmeye başladılar: Bakışları bazen dalgın, bazen ateşliydi, dudaklarına birtebessüm yapışıp kalmıştı. Abdiasa kızgınlığı geçmeyen ve bunun için demızmızlanıp duran yalnız Petruha idi. Onun burnunun dibinde hakaret sözlerimırıldanıyor, bütün papazların it olduğunu söylüyordu. Küçük sandalyesinde oturan Grişan, hiçbir şey söylemeden sessizceseyrediyordu onları. Ama dudaklarında küçümseyici, alaycı bir tebessüm vardı.Kapının yanında, ayakta duran Abdiasa yukarıdan bakışı, bu küçük denemeninonu ne kadar memnun etliğini gösteriyordu. Bu, genç adamın ruhunda herhaldesıkıntılar yaratıyor olmalıydı. Abdias da bu sahnenin tamamen kendisi için düzenlendiğini anlamıştı. Şefinböyle bir uyuşturucu seansına izin vermesi, onun asil isteklerinin kötü ilemücadelede ne derece gülünç olduğunu göstermek içindi. Grişan, gücünün tadını çıkarıyordu şimdi. Abdias ise, ilgisiz duruyormuşgörünse de, bütün varlığıyla iğreniyordu durumdan. Şefe karşı gelecek güçteolmadığı, bu çocukları onun lanet etkisinden kurtarmak için bir şey yapamadığıiçin de çok üzülüyordu. Çıplak ayakla korların üstünde yürüyor gibiydi vegittikçe kendini daha fena hissediyordu. Ve işte şimdi de Petruha, uyuşturucusarmasının sarı kalıntısını burnuna sokarak bir kere daha neşelerine katılmasınıistiyordu ondan. Azaldıkça sarı yeşil bir renk alan, tükrüğe boğulmuş izmarittam bir zehirdi şimdi. Petruhanın bunu zorla içirmeye çalışması, bardağıtaşıranson damla oldu. -Al bakalım, Abdias, tatsızlık etme, küçük papaz, iyi niyetle ikram ediyorumsana, sonu iyi olacak, al, kafanı dağıtır! diyordu Petruha. -Beni rahat bırak! diye bağırdı Abdias öfkesini tutamıyarak. -Ya, rahat bırakalım istiyor! Ben kardeşçe davranmaya çalışıyorum, sen isehep surat asıyorsun! -Pekala, ver onu bana! diye bağırdı Abdias. Đzmariti yakaladı, öteki de iyicegörsün diye başının üzerinden dışarıya attı. Bunu o kadar çabuk yapmıştı kiGrişan bile ilgisiz kalamamış, soğukkanlılığını yitirir gibi olmuştu. Birsessizlikoldu. Bu sessizlik süresince tren tekerleklerinin sesi daha kuvvetli ve dahakorkutucu duyuldu. -Gördün mü? dedi Abdias, Petruhaya meydan okuyan bir sesle. Herkes neyaptığımı gördü mü? Aynı şeyi hiç tereddüt etmeden yine yaparım! Haşhaş toplayıcıları, hiç beklemedikleri bu durum karşısında, tepeleriniattıranbu kaçık hakkındaki tepkilerini ve ne düşündüğünü anlamak için şeflerinebaktılar. Ama Grişan olaya alaylı bir tebessümle bakıyor, hiç aldırış etmiyordu. Mohaçsormak zorunda kaldı: -Ey Şef, niye susuyorsun? Birden dilin mi tutuldu? -Hayır, dilim tutulmadı! Bu adama hiç bir şey söylememeye söz verdim. Sizistediğinizi yapmakta serbestsiniz. Ben bu işe karışmayacağım... Mohaç çok şaşırmıştı: -Doğru mu bu? diye sordu Abdiasa. -Evet, dedi Abdias, hepsi bu kadar da değil, bu şeytan karşısında gözleriniziaçmaya da yemin ettim. (Şeytan derken Grişanı göstermişti). Sizi lanetli durumadüşüren odur. Susmayacağım, çünkü gerçek benden yana! Ne yaptığını kendisi bile anlamadan uyuşturucu dolu kendi çantasını kaptı. Sayfa 76
  • 77. Dişi Kurdun RüyalarıHerkes aynı anda ayağa fırlamış, bu zavallı papazın daha neler yapacağını merakediyordu. Yalnız Grişan kımıldamıyordu. -Bakın çocuklar! dedi, Abdias çantasını kaldırıp sallayarak. Bunun içindetaşıdığımız şey, kötülük getiren, baştan çıkaran bir zehirdir. Para hırsı ilegözlerikör olan sizler de bu zehri insanlara dağıtmak istiyorsunuz. Hepiniz, sen Piotr,sen Mohaç, sen Lenia, sen Kolia! Hepinizin yaptığı bu! Grişanı saymıyorum.Onu nasıl gördüğünüz belli! Petruha üzerine doğru yürüdü: -Hey dur biraz, ver o çantayı bana! -Geri dur Petruha, yaklaşma! Bu iğrenç şeyi nasıl yok edeceğimi biliyorumben. Hiç kimsenin engel olmasına fırsat bırakmadan ani bir hareketle çantasını açtıve vagonun açık kapısından haşhaşları savurmaya başladı. Yapraklar, sarı-yeşilpetaller (gerçekten çoktu) rüzgara kapılıp, tıpkı sonbahar yaprakları gibi yolboyunca savruldular. Uçup giden bu yapraklar para idi. Binlerce ruble para!Kaçakçılar bu sahne karşısında bir an donmuş, büyülenmiş gibi hareketsizkaldılar. -Gördünüz mü! diye bağırdı Abdias, sonra çantasını alıp, içinde kalanhaşhaşlarla birlikte dışarıya fırlattı. Ve devam etti: Siz de benim yaptığımıyapınız! Pişmanlık sevincini hep birlikte tadalım. Tanrı şefkatiniesirgemeyecek,suçlarımızı affedecektir! Lenia, Piotr, haydi bu lanet haşhaşı atın, savurunrüzgarda!.. Petruha kudurmuştu sanki: -Herif çıldırdı, aynasızlara gammazlayacak bizi! Tutun! Kıralım çenesini pispapazın! -Durun, durun, beni dinleyin! diye bağırdı Abdias. Onları akıl yoluna sokabileceğini umuyordu hala. Ama artık çok geçti.Uyuşturucudan sonragözleri büsbütün kararmış olan kaçakçılar kudurmuş köpekler gibi atıldılarüzerine. Petruha, Mohaç ve Kolia durmadan vuruyorlardı. Yalnız Lenka engelolmaya çalışıyordu onlara. -Durun, yapmayın! diye etraflarında dönüyordu, ama öteki üç çocuğudurduramıyordu. Dövmeye devam ettiler: -Haydi! Gebertin! Al sana! Atın vagondan dışarı! diye bağırıyordu Petruha. -Atalım! Gebertelim! diye kükrüyordu Mohaç. Lenka sapsarı olmuş, titreyen elleriyle onlara asılıyor ama durdurmaya gücüyetmiyordu: -Yoo, yapmayın! Öldürmeyin onu! diye yalvarıyordu. Kolia onu iterek: -Bırak beni it! Yoksa seni de gebertirim! diyordu ona. Abdias bütün gücüylekarşı koyarak kapılardan uzaklaşmaya çalışıyordu, trenin hareketi de daha çokkapılara doğru itiyordu onları. Biraz önce mutlu görünüp gülümseyen buuyuşturucu kurbanlarının, nasıl bir vahşet ve sadizm ile hareket ettiklerinitecrübe ile öğreniyordu şimdi. -Artık işin ölüm kalım meselesi haline geldiğini de anlıyordu. Kuvvetler hiçdedenk değildi. Azgın ve güçlü üç kişiye karşı tek başına idi. (Lenka küçük vezayıf olduğu için hesaba katılmıyordu). Grişan ise hala yerinden kımıldamıyor, Sayfa 77
  • 78. Dişi Kurdun Rüyalarıama keyifle seyrediyordu olanları. Bir tiyatroda ya da sirkteydi sanki. -Hımm! Burada bir hareket var galiba! diye mırıldanıyordu oturduğu yerden.Bu durumu önceden görmüş, çok iyi hesaplamıştı. Ve şimdi, himaye ettiğikişilerin Abdiası öldüresiye dövmelerini seyrederek keyifleniyor, başarısınınmeyvesini topluyordu. Cinayeti yalnız onun müdahalesi önleyebilirdi, ama bunun için AbdiasınGrişan imdat! demesi gerekiyordu. Ama ne olursa olsun Abdias ondan yardımistemeyecekti. Yapabileceği, daha doğrusu yapabileceğini umduğu tek şey,mümkün olduğu kadar kapıdan uzak bir köşeye çekilmekti. Orada onuisledikleri kadar dövsünlerdi, bayıltsınlardı, yeter ki trenden atmasınlardı.Çünküo zaman kesinlikle ölürdü... Ama yumruk darbeleri altında bir köşeye çekilmek de çok zordu. Onu hepkapıya doğru itiyorlardı ve açık kapı da onu çekip almaya hazırdı. Olduğu yerdekımıldamadan dursa da tereddüt etmeden atacaklardı onu trenden. Heryumruktan, her darbeden sonra doğrularak, sürünerek vagonun dibine gitmeyeçalışıyor, belki cellatlarının akılları başlarına gelir ya da bıkarlar dabırakırlardiye ümitleniyordu. Başına Koliadan bir yumruk yiyen Lenka bir kenara yığılıp kalmıştı.Meziyetleri yüzünden bu insanların düşmanlığını kazanan bu din adamınayardım edemezdi artık. Ve bu adamlar, akla sığmaz bir kudurganlıkla paralarını,muazzam uyuşturucu hazinesini koruyorlardı. -Vurun! Gebertin! diye haykırıyordu Petruha. Abdiasın kolunu kıvırıp sırtınayapıştırmıştı. Mohaç ise karnına müthiş bir yumruk indirdi. Abdias, acıdankıvranarak ve kan kusarak iki büklüm oldu. O zaman onu üçü birden kapıyadoğru sürüklediler, ama hala direniyordu. Kapıya gitmemek için döşemeyeyapışınca tırnakları kırıldı. Pençelerinden kurtulmaya çalışıyor,kurtulamıyordu.Bu kötülüğü yaptıran Grişan ise, sandalyesinde ayak ayak üstüne atarak,soğukkanlılıkla, zafer kazanmış edasıyla olayı seyrediyor, bastonunu yerevurarak anlamsız bir ıslık çalıyordu. Abdias, hala aman dileyebilir, ondan yardım isteyebilirdi. O da o zaman belkiişlenmekte olan bu cinayeti önleyebilirdi. Ama ağzını açmadı, yardım dilemedi.Kaçakçılar onu kapıya doğru sürüklediler. Başından akan kanın izi kaldısürüklendiği döşemede. Kapıda da son yumruk darbelerini indirdiler. Kaçakçılaronu, kendileri de onunla birlikte düşme korkusuyla kaldırıp atamıyorlardı.Abdias birden, rüzgara kapıldı, ama düşeceği anda avucu ile döşemeye yapıştıve bir ayağını basamağa koyabildi, böylece bir yere tutunup kaldı. Kendisini hiçbir zaman bu kadar güçlü, yaşamaya bu kadar istekli hissetmemişti. Saldırganlaronu orada rahat bıraksaydılar, belki tekrar vagona girmek için kuvvetinitoplayabilirdi. Ama bırakmadılar, yüzünü gözünü tekmelemeye başladılar, hertürlü küfrü savurarak futbol topu imiş gibi vuruyorlardı ona. Yine de ellerinisımsıkı yapıştığı yerden ayırmadı. Son anları çok korkunç olmuştu. Petruha,Kolia ve Mohaç, kudurganlıklarının en üst derecesinde idiler. Grişan bile dahafazla aldırışsız kalamadı ve Kurtarıcı Kallistratovun akıbetini görmek içinkapıya yaklaşarak baktı, düşmesini sabırsızlıkla bekledi. Abdiası arayabaşkalarını sokarak öldürtmekle gerçekten büyük bir kurnazlık yapıyordu. Eğeryolda cesedini bulurlarsa ve dedektifler bunun bir kaza ya da intihar olmadığınıanlarlarsa ve kendisi de yakalanırsa, suçsuz olduğunu rahatça iddiaedebilecekti.Arkadaşlarının kavga ettiğini, kendisinin hiç karışmadığını, ama şanssızlıkla,içlerinden birinin yanlış adım attığını söyleyecekti. Abdiasın hatırladığı son şey, yüzüne inen darbeler oldu. Yüzüne vuranayakların tabanı kıpkırmızıydı. Vücudu kurşun gibi ağırlaşmıştı ve tren,şiddetliyeller savurarak bozkırda hızla ilerliyordu. Aşağıya, korkunç ve insansızboşluğa doğru çekildiğini hissediyordu. Bir tek kişi yoktu onu görüp acıyacak,kaderine ağlayacak. Hayatı pamuk ipliğine bağlıydı artık. Ve; o bir türlü sonu Sayfa 78
  • 79. Dişi Kurdun Rüyalarıgelmeyen günde batan güneşin son ışıkları, korkudan iyice açılan gözleriniyakıyor, tıpkı onun gibi hiçlikte yok oluyordu. Hala sıkıca tutunduğu yeribırakmadığı için, Grişanın bastonunu kapan Petruha, bununla vura vuraparmaklarını kırdı Abdiasın. Grişan tesadüfen imiş gibi onun eli altınagetirmiştibastonunu. Ve Abdias artık şiddetli acılardan ibaretti sanki. Kendinden geçti ve neolduğunu anlamadan düştü. Yuvarlanıp, çalıların üzerine gelmiş ve bu aradaçarpan taşlardan ayağının kırıldığını hissetmemişti. Yoluna devam eden eskiyoldaşlarını süratle götüren trenin sesini duymamıştı. Tekerlek sesleri deduyulmaz olmuştu zaten. Az sonra güneş battı, karanlık çöktü. Batıda gökyüzünü kara bulutlarkaplamıştı. Fırtına yakındı... Demiryolu üzerinden başka katarlar gelip geçiyor, hayatı için merhametdilemeyen kişi de bir çukurun dibinde uzanmış, hareketsiz yatıyordu. Coşkulariçinde, gerçeği arama yolunda elde edebildiği ve inandığı her şey, şimdi onundışındaydı ve yoktu. Kendisini kurtaracak tek şansı kullanmamakta haklı mıydı?Çok basit görünen Grişan, yardım et! sözlerini, hayatı sözkonusu olduğu haldesöylememekte haklı mıydı? Haklı ya da haksız, ağzını açıp yardım istememişti...Gerçekte Yüce Yaradanın paradoksları da sınırsızdır... Yüzlerce yıl önce birdefa daha tuhaf bir adam, susması gerektiğine inanmış ve bu yüzden hayatınıyitirmişti. Kendini kurtaracak sözleri söylemeyi reddettiği için yitirmiştihayatını. O günden bu güne bin dokuz yüz elli yıldan fazla bir süre geçmişolmasına rağmen, bu olayı tartışmaktan, sayısız yorumlar yapmaktan ve kendikendimize böyle bir şeyin nasıl olabileceğini sorarak yakınıp yakarmaktanvazgeçmedik. Ve bu olay bize dün olmuş gibi geliyor, çünkü meydana getirdiğişok dağılıp yok olmadı. O zamandan beri her nesilden pek çok kişi (ki sayısınıbilemiyoruz) olay sırasında Golgotha Tepesinde olsaydım, Nasıralının çarmıhagerilmesini engellerdim, demiştir. Bugün, böyle bir engellemeyi yapabileceğineinanmak birçok kimsenin hoşuna gidiyor. Ama o tarihte bu basit infazınmuazzam sonucunu kim tahmin edebilirdi? Asırlar boyu her şeyin unutulacağınıama o günün unutulmayacağını kim söyleyebilirdi... O gün de bir Cuma günüydü ve o adam da, hayatını kurtarmak için onlarınistediği şekilde konuşmayı, istenen kelimeleri söylemeyi reddetmişti... -2- O sabah Kudüste hava sıcaktı. Günün ilerleyen saatlerinde kızgın güneşinortalığı daha da kasıp kavuracağı anlaşılıyordu. Vali Pontius Pilatus,koltuğunu,Herode Sarayının terasındaki kemerlerin altına koydurmuştu. Burada hafif birhava akımı vardı ve bu, sandaletli ama çorapsız bacaklarına hoş bir serinlikveriyordu. Bahçede hafif hafif hışırdayan piramid şeklinde budanmış kavakağaçlarının yaprakları, vaktinden önce sararmışlardı o yıl. Aşağıda, şehrin çevresi gökmavisi bir buharla kuşatılmıştı. Genel olarak pekaçık olan ama o gün, gittikçe akkor haline gelen bu atmosferde, yörenin lekesizçöl sınırı belli belirsizdi. Şafak vakti tepenin üzerinden havalanan bir kuş, büyük bahçenin üzerindendüzenli aralıklarla ve sessizce gelip geçiyordu. Görünmeyen bir ipe asılmışgibi,kanallarını iyice açarak süzülen bu kuş bir kartal ya da bir çaylak olmalıydı.Çünkü başka hiçbir kanatlı o kadar uzun süre dönüp duramazdı o boğucuhavada. Đsanın bir an göz ucuyla bu kuşa baktığını farkeden vali, bundanrahatsız olmuşçasına: -Nereye bakıyorsun ey Yahudiler Kıralı? Üzerinde süzülen senin ölümündür,dedi. -Hepimizin üzerinde süzülüyor, dedi Nasıralı Đsa yavaş bir sesle ve kendikendine konuşur gibi. Aynı anda, istek dışı bir hareketle, şişen gözünü korumakistercesine elini yüzüne götürmüştü. Sanhedrine (Kudüs Mahkemesine)götürülürken, yaşlıların ve din adamlarının kışkırttığı kalabalık üzerine Sayfa 79
  • 80. Dişi Kurdun Rüyalarıatılmıştı.Dövmüşler, tükrüğe boğmuşlardı onu. Böylece o, başrahip Kayfeyi tutanlarınkendisinden ne kadar nefret ettiklerini görmüş ve Kudüs Büyük Konseyindenhiç merhamet görmeyeceğini anlamıştı. Bu hazır kalabalığın vahşeti, kendisinibir serseriden başka bir şey olarak görmemeleri, onu çok şaşırtmıştı. Mabedlerdeve meydanlarda onun vaızlarını coşkuyla, hayranlıkla dinlemiş olanlar aynıinsanlar değil miydi? Bir eşeğin üzerinde ve ardında eşeğin yavrusu ile Kudüskapılarından içeri girerken, onu sevinç naralarıyla karşılayanlar, yoluna çiçekatanlar, umut dolu bir sesle Hosannah, kurtar bizi Ey Davudun oğlu! En yüksekmertebelerde ol! diye bağıran insanlar değil miydi bunlar?Şimdi; Vali Pilalusun karşısında ayakta duruyor, ağırlığını bir o ayağına, birbuayağına veriyor ve olacakları bekliyordu. Vali pek keyifsizdi, tereddütlerinden ve çok iyi hissettiği ama sebebini hiçanlayamadığı bu can sıkıntısı durumdan dolayı kendisine de kızıyordu. Romaordusunda asker olarak geçirdiği zamanlarda ve vali olarak geçirdiği buncayılda, böyle bir durumla hiç karşılaşmamıştı. Son derece gülünç ve saçmabuluyordu bu durumunu. Aslında yapacağı şey, işi uzatmadan Sanhedrininmahkumiyet kararını onaylamaktan ibaretti: Cellatlarıyla hazır bekleyenbaşrahibi çağırtır, karşısındaki adamı ona teslim eder, o da daha önce verdiğikararı uygulardı. Ama, böyle yapacağı yerde, bu sorgulamayı, sanki bir şey maniolacakmış gibi, uzattıkça uzatıyor, boş yere vaktini ve gücünü harcıyordu. Oysa,kendisini bu kadar sıkıntıya sokmaya değer biri değildi bu soytarı! Ne çılgınlık! Kendinin Yahudilerin kıralı, Tanrının sevgilisi,ĐsrailoğullarınaCennetin yolunu açmak için gönderilmiş olduğunu iddia diyordu bu adam! Biralem ki orada Sezarın kudretine de, valilerine de ve onlara itaat eden sinagogreislerine de yer yoktu. Sözde herkesin eşit olacağı ve ebedi mutluluğu tadacağıbir yerde orası. O güne kadar bu en yüksek makama göz diken nice nice kişilerinen beceriklisi, en kurnazı, şüphesiz bu idi. Eğer bu adam hükumetin dizginleriniele geçirecek olsa, elbette onu kendi selefleri gibi idare ederdi. Çünkü hayat,kendisine ebedilik için açılmış yoldan başkasını takip edemezdi. Evet, evet! Busefil bunu çok iyi biliyordu ve Yeni Çağ vaadleriyle saf bir kalabalığıngüvenini kazanarak, çok ustaca bir dolap çeviriyordu. Herkesin diğerini kendianlayışı ve kudreti derecesinde algılaması doğru ise, Pontius Pilatus da bukanundan yararlanmayı hayal edebilirdi. Çünkü Đsada, gizlice özlemini duyduğukudreti görüyordu, ama buna bir gün kavuşacağını ümid edemiyor, ummayacesaret edemiyordu. Karşısındaki bu mahkuma kinle karışık bir ilgi duymasınınasıl sebebi buydu işte. Vali, bu baldırı çıplağın çevirdiği dolapları iyice anlamaya çalışıyor, bunuhayal ediyordu. Aslında amacı açıktı: Yeni bir çağın açıldığını ilan ederek,kendiçıkarına olacak bir düzeni kurmak için ülkede isyan çıkartacaktı. Ne küstahlık!Kudretli Roma Đmparatorluğunun bütün Anadolu eyaletlerinin genel valisiPontius Pilatus olarak, kendisinin bile dile getirmeye cesaret edemediği böylebir tasarıyı, bu sefil Yahudinin gerçekleştirmeye cüret edebileceğini kimdüşünebilirdi? Bu keskin görüşlü valinin kafasından geçenler işte bunlardı. Đsa ile, kendinionun yerine koymaya çalışarak oldukça orijinal bir şekilde sürdürdüğü konuşmailk izlenimini güçlendiriyor, yeni tür bir gasp saydığı bu duyulmamış derecedekendini beğenmişlik karşısında, öfkesi daha da artıyordu. Pontius Pilatus, gittikçe artan bir merakla, birbirine zıd iki ruh haliyletartışmayı devam ettirerek, bir yandan Kudüs duayenlerinin kararını bozmak, biryandan da bu adamın niyet ve teşebbüsü sonunda Roma iktidarını kaçınılmazşekilde sarsacak tehditleri önlemek ve uzaklaştırmak çarelerini arıyordukafasında... Kuşa niçin baktığını sorduğu zaman Đsanın verdiği samimi ama saygısız cevap Sayfa 80
  • 81. Dişi Kurdun Rüyalarıhoşuna gitmemişti. Sustuğu ve onun merhametini kazanmaya çalışacağı yerde,ölümün herkesin üzerine kanat gerdiğini söylemek gibi kendini teselli edensaygısızca bir cevap vermişti. Bu adam öldürülmekten hiç korkmuyormuş gibigerçekten kendini mahkum ettirmek istiyor galiba diye düşündü Pontius Pilatus. -Konumuza geçelim. Sen bekleyenin ne olduğunu biliyor musun ey zavallı? Boğuk bir sesle böyle derken, karışık ve terli yüzünü bilmem kaçıncı defasilmişti. Sonra mendilini dazlak kafasında, kalın ensesinde dolaştırmış, Đsacevapvermekle gecikirken, kötü bir alışkanlıkla her zaman yaptığı gibi, birer birerparmaklarını çıtlatmıştı. Sorusunu tekrarladı: -Sana bir soru sordum: Seni neyin beklediğini biliyor musun? Đsa büyük bir nefesle iç çekti ve göreceği işkenceyi düşündüğü için yüzüsarardı. Sonra biraz zorlanarak cevap verdi: -Evet, biliyorum, beni bugün idam edecekler. -Biliyorum mu dedin! diye bağırdı vali alaylı bir şekilde sırıtarak.Bildiğindenşaşmayan bu aksi peygambere kin ve nefret duyarak, aynı zamanda acıyarakbakıyordu. Đsanın dağınık saçları boynuna sarkmıştı. Elbisesi lime lime, ayaklarıçıplaktı.Sandallarını, vahşi kalabalık üzerine saldırdığı zaman düşürmüş olmalıydı.Bulunduğu yerin gerisinde, terasın parmaklıkları arasından sitenin tepelerigörünüyordu. Vicdansız şehir, pusuya yatmış avını bekliyordu. Çünkü bu yakıcıhava onu kana susatmıştı. Kalabalık, karanlık içgüdüsü ile, sarhoş olup ulumakiçin büyük heyecanlar istiyordu. Libya çölünde bir arslanın bir zebrayıboğazladığını görerek ağızları sulanan ve cıyak cıyak ürüyen çakal sürüsügibiydi o kalabalık. Vali, hayvanlar arasında da, insanlar arasında da böylesahneleri görmüştü. Karşısındaki adamı da çarmıha gerilmiş gibi görüncedehşetten ürperdi ve biraz acıma duygusu da taşıyan bir ses tonuyla sordu: -Đdam edileceğimi biliyorum dedin. Bu tam doğru değil. Bunu ancak orayavardığın zaman anlarsın. -Evet, vali, oraya varacağımı sanıyorum ve bu düşünce beni ürpertiyor. -Sözümü kesme ve öbür dünyaya gitmek için o kadar acele etme, daha vaktinvar! dedi vali. Cümlesini bitirmemişti. -Beni bağışla vali, sözünü isteyerek kesmedim, hiç acelem yok. Biraz dahayaşamayı isterdim. -Peki, o saçma ve saygısız iddialarından vazgeçmeyi de düşünüyor musun?Đsa, çaresizlik belirten bir hareket yaptı. Bakışları bir çocuğunki kadar saf veyumuşaktı: -Đnkar edecek hiçbir şeyim yok vali bey, benim sözlerim bana Tanrı Babamtarafından emredildi. Vazifem, Onun buyruğunu yerine getirmek için bu sözleriinsanlara iletmektir. -Durmadan aynı şeyleri tekrarlıyorsun, dedi Pilatus hiddeti artarak. Kemerlibüyük burunlu yüzünde, derin hatlarla çevrili ağzında, hor bakışları donupkalmış gibi bir ifade vardı. Devam etti: -Çevirmek istediğin dolabı çok iyi anlıyorum. Bu numaraların, bu yapmacıkdavranışların sana hiçbir faydası olmayacak. Babanın sözlerini insanlarailetmekten kastının ne olduğunu biliyorum. Onları saptırmak, baştan çıkarmakistiyorsun. Halkı isyana teşvik ediyorsun! Ama, insanlara iletmek istediğin omeşhur sözleri belki bana da iletirsin. Ben insan değil miyim? -Şu anda senin buna ihtiyacın yok vali bey, çünkü sen acı çekmiyorsun ve yeni Sayfa 81
  • 82. Dişi Kurdun Rüyalarıbir düzen kurulmasını istemezsin. Senin Tanrın ve vicdanın sadece kuvvettir,sen de bu kuvvete sahipsin. Senin için bundan daha yüce bir şey yok. -Doğru, Romanın kudretinden daha üstün bir şey yoktur. Umarım sen de bunusöylemek istedin? -Bu senin düşüncen vali bey. -Bu, bütün sağduyulu insanların düşüncesidir, dedi vali küçümseyen birtavırla. Devam etti: Onun içindir ki Sezar Allah değildir, ama Allah Sezargibidir demek adet olmuştur. Buna inanmıyorsan aksini ispat et bakalım! Ben,Đmparator Tiberius adına onu temsil ediyorum. Zaman ve mekan içindeistediğimi yapmak ve olayları yönlendirmek imkanına sahibim. Ama sen, dahaüstün bir kudret olduğunu, senin temsil ettiğin başka bir gerçek bulunduğunuiddia ediyorsun. Çok tuhaf, gerçekten çok tuhaf bu! Ben seni işte bunun içinburada uzunca bir süredir tutuyorum, oysa seni şehirde, Sanhedrinin hükmünüinfaz için sabırsızlıkla bekliyorlar. Buna cevap ver bakalım! -Ne dememi istiyorsun? -Sezarın Tanrıdan daha aşağı ve güçsüz olduğundan emin misin? -O bir fanidir. -Elbette o da ölümlüdür. Ama hayatta olduğu sürece, insanlar için Sezardandaha kudretli bir Tanrı olabilir mi? -Dünyaya başka bir açıdan bakınca, böyle bir Tanrı var. -Senin iddiaların çok gülünç, dedi vali kaşlarını çatarak ve sahte birtehditle.Aslında bunlar gülünç fikirler bile değil, işte onun için de sen benietkileyemezsin. Bazı insanların sana niçin inandıklarını anlayamıyorum. -Onları bana, uğradıkları zulüm, ebedi adalete susamışlık getiriyor. Böylecesözlerimin tohumu, ıstıraplarla verimli hale gelen, acı gözyaşlarıyla verimiartanbir toprağa düşmüş oluyor. -Yeter! diye gürledi vali, seninle boş yere zaman kaybediyorum! Đkisi de birandüşüncelere dalarak sustular. Đsanın solgun yüzü terden ıpıslaktı. Ama,omuzdan tutturulmuş üstlüğünün yırtık kolunu kaldırıp ya da avuç içiyle yüzünüsilmiyordu. Çünkü boğazını sıkan keder bir çeşit tiksinti de veriyordu ona.Şimdi, olduğu yerde felçli imiş gibi hareketsiz duruyor, ter damlatan, zayıf veboğumlu ayaklarının bastığı mermer zemine düşüyordu. -Bütün bu söylediklerinden sonra, ben Roma Valisinden, seni serbestbırakmamı mı isteyeceksin? dedi vali boğuk bir sesle. -Evet, iyi insan, bırak beni gideyim. -Bırakırsam ne yapacaksın? -Dünyayı dolaşarak Tanrının buyruklarını yayacağım. Hiddete kapılan vali yerinden sıçrayarak gürledi: -Beni aptal yerine mi koyuyorsun! Senin gerçek yerin bir haçtır, başka hiç biryer değil. Yalnız ölüm gelir senin hakkından! -Yanılıyorsun kudretli vali, ruh karşısında ölümün hiçbir gücü yoktur, dediĐsa,sakin ve emin bir sesle. -Ne dedin? Ne dedin? Sayfa 82
  • 83. Dişi Kurdun Rüyaları Böyle gürleyerek ona doğru bir adım attı. Öfke ve kinin kapladığı yüzündekara lekeler belirmişti. -Đşittiğin şeyleri söyledim vali bey. Pontius Pilatus derin bir nefes alarak, bir şey söylemek ister gibi kollarınıgöğekaldırdı. Tam bu sırada sert ayak sesleri duyuldu ve silahlı bir lejyoner onadoğru ilerledi. -Ne istiyorsun? diye bağırdı vali. Silahlı asker elindekini uzatarak: -Şunu iletmemi istediler, dedi. Valinin karısından bir mesaj getirmişti asker, mesaj şu idi: Vali, sevgilieşim,senden Đsa denilen bu gezgine bir kötülük yapmamanı istiyorum. Herkes sanaonun dürüst bir insan olduğunu, hiç kimseye en ufak bir fenalık yapmadığını,her türlü hastalıkları tedavi ettiğini söyleyecektir. Onun, Tanrının oğlu, bir Mesih ve hatta Yahudilerin kıralı olduğu yolundakisöylentiler belki kötü niyetlilerin uydurmasıdır. Buna karar verecek olan bendeğilim. Bu Yahudi halkının ne kadar fanatik ve rezalet çıkarmaya eğilimliolduğunu sen de bilirsin. Ya bir de bunlar doğru ise? Pleb (halk) ağzındadolaşan söylentiler çok defa sonunda doğrulanır. Eğer öyleyse, gelecektelanetleyecekleri kişi sen olacaksın. Sinagoglardaki reislerin ve sitedekibaşpapazların Đsadan korktukları, halk onu dinlemeye başladığı için ondannefret ettikleri, kıskançlık yüzünden ona iftira ettikleri ve halkı ona karşıkışkırttıkları söyleniyor. Bugün onu taşa tutan kalabalık, daha dün ayaklarınakapanıyordu. Bana öyle geliyor ki, bu zavallının mahkumiyetini onaylarsan, buolayın sorumluluğu senin omuzlarına çökecek. Biz de hep bu ülkede kalacakdeğiliz. Şanınla, şerefinle Romaya dön. Senden rica ediyorum: Bu adamıbağışla. Nöbetçiler onu sana götürürlerken gördüm. Genç bir ilah kadaryakışıklıydı. Bir rüya da gördüm dün gece. Bu rüyayı sana anlatmalıyım. Çokönemli bir uyarı, bir kehanet bu. Uğursuzlukları kendinin ve soyundan gelenlerinüzerine çekme. -Ey ilahlar! Size ne kötülük yaptım! diye mırıldandı Pontius Pilatus.Bir hayal peşinde koşan kaçık için onun sahte kehanetleriyle boş yere vakitkaybettiğini düşünerek, onu muhafızların önüne katıp, bir an önce, bahçeninarkasındaki tepede Büyük Konseyin kararını uygulamak için bekleyen cellatlaragöndermediğine pişman oldu. Şimdi de karısı burnunu sokuyordu onun işlerine.Đsayı destekleyen gizli güçler varsa, ölümüne bu ilahi güçler engel olmakistiyorsa, belki bu ona bir işaret sayılabilirdi. Ama her şeye rağmen, ilahlaryeryüzü meselelerine genel olarak çok sınırlı bir çıkar için müdahale ederlerdi.Karısına gelince, o politikadan ne anlardı? Niçin, ne adına, Romaya tabi olanYahudilerin başpapazını ve bütün Kudüs oligarşisini karşısına alacaktı? Sezarları eleştiren, hareketleri çok şüpheli bir serseriyi kurtarmak için mi?Hem sonra, bu adamın genç bir ilah kadar yakışıklı olduğunu da neredençıkarıyordu? Genç olmasına gençti ama, hepsi o kadardı işte. Her tarafımorarmıştı, çekici hiçbir tarafı yoktu ve daha çok, dayak yemiş bir köpeğebenziyordu. Onda ne buluyordu bu kadın? Vali, mesajın içeriğini düşünerek, dalgın bir şekilde birkaç adım yürüdüktensonra derin bir iç çekti ve yerine oturdu. Bu sırada, sık sık hatırladığı birfikiryine takıldı aklına: Gerçekte insanlar çok önemsiz, basit yaratıklardı.Hayatlarını, büyük ve küçük aptestlerini yapmakla, çiftleşmekle geçirirlerdi.Doğarlar, ölürler, sonra yerlerini başkaları alır, onlar da ölürlerdi. Sayısızalçaklıklar yapar, sayısız suç işlerlerdi. Buna rağmen bütün bu iğrençrezillerinarasından, durmadan zeka fışkırmaları olur, geleceği haber veren hayalcilerçıkardı. Mesela şu karşısındaki, gözleri açıkken uyuyarak gördüğü rüyalarıgerçek sanmıyor muydu, kendi kehanetine inanmıyor muydu? Sayfa 83
  • 84. Dişi Kurdun Rüyaları Ama artık ona ayağını yere bastırmak ve bu işi bitirmek zamanı gelmişti.Vali kımıldamadan duran Đsaya dönerek: -Yine de bilmek istediğim bir şey var, dedi, farz edelim ki gerçektensamimisin, iyilik yapmak isteyen bir adamsın, çok güvenen halkın arasına giriponları isyana kışkırtmıyorsun, hatta bir adalet hükümranlığından söz ederken,Sezarın dünyaya hükmetmesini, dünyayı idare etmesini kabul etmiyorsun,diyelim ki ben de bunlara inandım. Öyleyse anlat bana, seni ölüme koşturan güçnedir? Sebeplerini say, açıkla. Eğer bu yolla Đsrailoğullarına hükmetmeyiumuyorsan, seni elbette beğenecek, haklı görecek değilim, ama hiç olmazsaanlayacağım. Bindiğin dalı niçin kesiyorsun? Sezarın iktidarını beğenmiyor veyeriyorsan, sen nasıl Sezar olacaksın? Senin hayatını bağışlamak ya da ölümünekarar vermek yalnız bana ait bir şey değil, bunu çok iyi anlarsın. Niçin hiç birşey söylemeden duruyorsun? Korkudan dilin mi tutuldu? -Evet, işkenceden korkuyorum vali bey, ve Sezar olmaya da hiç mi hiç niyetimyok. -Öyleyse bütün meydanlarda tövbe et, vaızlarında söylediklerini geri al, yalansöylediğini, bir sahte peygamber olduğunu açıkla ve artık Yahudilerin Kıralıunvanını taşıma, onları, asla olmayacak yeni bir adalet hükümranlığı gibi birumutla aldatma ki artık plebler senin peşinden gelmesin. Çünkü tek doğru olanşimdi var olandır. Đmparator Tiberius dünyaya hükmeder ve o ebedi bir düzeninkoruyucusu, dayanağıdır. Çabuk aldanan bir ayak takımını ayaklandırmak içinileri sürdüğün, iddia ettiğin Cennet, sadece bir laftır, boş bir laf: Đyi düşün!Rahat durmasını öğren ve halkı da rahatsız etme. Hem, sen kimsin ki RomaĐmparatoru senden korksun? Bir serseriden, şüpheli bir vaizden, bu Yahudiülkesinde pek çok bulunan bir çarşı-pazar şarlatanından başka bir şey değilsin.Ama zararlı doktrinlerinle kargaşalığı yaydın, büyük din reisinizi endişeyedüşürdün. Onun için söylediklerinin yalan olduğunu itiraf etmelisin. SonraSuriyeye veya uygun göreceğin başka bir yere gidebilirsin. Ve ben, Roma Valisiolarak, bunun için sana yardım edeceğim. Vakit varken bu teklifimi kabul et.Niye sustun yine? -Senin ve benim çok farklı insanlar olduğumuzu düşünüyordum vali bey. Okadar farklı ki birbirimizi anlamak ihtimali pek az. Doğru olanı reddetmekpahasına, doğrunun zararına, sırf senin ve Sezarın çıkarı için, Đlahi Kelamıniçin inkar edeceğim? Đstemediğim halde niçin başka bir yere gitmek zorundakalacağım? -Her şeyi birbirine karıştırma. Romaya yararlı olmaktan daha doğru bir şeyyoktur. -Doğru olan gerçeğin kendisidir ve gerçek de yalnız bir tanedir: Đki olamaz. -Hala bana oyun yapmaya mı çalışıyorsun? -Ben hiç kimseye asla oyun yapmadım, cevabım çok basit: Evvela gerçekadına söylenenin reddedilmesi hiç iyi bir şey değildir. Sen de benden samimiolmamı istemedin mi? Đkinci olarak, insanın işlemediği bir günahı yüklenmesive bu iftiradan arınması için suçu kabul etmesi de iyi bir şey değildir. Eğerbirsöylenti yalana dayanıyorsa, o zaten kendi kendine ölüp gider. -Ama daha evvel sen öleceksin Yahudiler Kıralı! Seni kurtaracak çarelerielinin tersiyle itip ölümü mü seçiyorsun? -Benim yolum, selamete, kurtuluşa götüren tek yoldur. -Hangi selamet? -Dünyanın selameti. -Bırak artık bu saçmalıkları! Sen apaçık ölümünü mü istiyorsun? Sayfa 84
  • 85. Dişi Kurdun Rüyaları -Evet, çünkü başka seçeneğim yok. -Ey ilahlar: diye mırıldandı vali. Yorgundu. Elini derin kırışıklı alnınınüzerine koydu. Ne kadar da sıcak, belki hava değişecektir diye, söylendi. Sonrakendi kendine kararını verdi: Bu tartışma neye yarar? Hayatı istemeyen birinsanın hayatını niçin kurtarayım? Gerçekten aptalım ben diye düşündü vesonra yüksek sesle: -Madem ki öyle, günah benden gitti, dedi. -Nasıl istersen, dedi Đsa başını eğerek. Đkisi de sustu. Sessizlik uğursuz bir hava ile büyüyor, muhteşem sarayın vebahçenin duvarları ardında, Kudüsün sıcaktan kavrulan sokaklarında, her an birşeylerin patlak vereceğini her ikisi de hissediyordu. Şimdilik sadece, karışık,ancak duyulabilen bir uğultu geliyordu kulaklarına. Büyük pazarların olduğuyerlerde, insanların, binek ve yük hayvanlarının, türlü eşyalar arasında gelipgitmelerinden, bağrışmalarından geliyordu bu uğultu. Bu iki alem arasında, yanisaray ve saraydakilerle, basit halkın bulunduğu şehrin arasında ise askerlervardı. Bunların görevi, plebler denilen ve vadilerle tepelerde yaşayan basithalkla saraydakileri birbirinden ayırmak ve asilleri basit halkın saldırısındankorumaktı. Lejyonerler surların dibinde devriye geziyor, daha aşağılarda, küçükbir koruda, bir süvari birliği bulunuyordu. Terastan, sineklerden korunmak içindurmadan kuyruk sallayan atları görmek mümkündü. Vali, sorumluluğu üzerinden atmış, bu yüzden de biraz rahatlamışgörünüyordu. Artık, mahkumu kurtarmak için elinden gelen her şeyi yaptığınısöyleyebilirdi. Đlahlar şahitti ki, savunduğu doktrine hayatından daha çok önemveren bu adamın inadından sorumlu olan asla o değildi. Đddialarını,söylediklerini geri almadığına, inkar etmediğine göre, yapılacak başka bir şeyyoktu. Aslına bakılırsa böylesi daha kolay, daha iyi olmuştu. Çünkü mahkum,kendi idamını kendisi imzalamış durumdaydı... Pontius Pilatus karısına ne söyleyeceğini de biliyordu şimdi. Yan gözle Đsayabaktı. Đsa, dudaklarının ucunda belli belirsiz bir gülümseme ile akıbetinibekliyordu. Şu anda ne; düşünüyor acaba? dedi vali kendi kendine. O ukalateorileri için ödeyeceği bedelden dolayı bir pişmanlık mı duyuyordu? Kendituzağına düşmüştü. Nasıl kurtulacaktı buradan? Bütün ülkeler, bütün insanlar vebütün zamanlar için bir tek Tanrı diyordu. Bir tek din, herkes için tek Cennet!Elbette böyle olmasını herkes isterdi ve onun da amacı bu idi. Ama hayatta butür hesaplar yapan ve ona göre dolap çevirenler her zaman cezalarını bulurlar.Hakkı olmayan bir saltanata göz dikenlerin sonu her zaman hüsranla biter. O,çok yükseklere göz dikti. Plebi ayaklandırmak, Sezara karşı kışkırtmak, sonrabu kötülüğü toplumdan topluma, ülkeden ülkeye yaymak istedi! Bütüngelenekleri yıkmak, dünyanın altını üstüne getirmek istedi. Çılgın! Evet,gerçekten çılgın! Böyle bir deliyi sağ bırakmazlar. Ama, bu kadar acıklı haldegörünen birinin, böylesine büyük boyutları olan, ancak çok yüksek bir zeka eseriolacak bir planı hazırlayabileceğine kim inanırdı?.. Pontius Pilatus, düşündükçe kendini haklı görüyor, böylece, Yahudi dinininbaşı Kayfa ile huzursuzluk verebilecek bir tartışmadan kurtulduğu için deseviniyordu. Kayfa, Sanhedrin adına, bu adamın idam edilmesini açıkçaistemişti. Đsa, valinin aklından geçenleri okumuş gibi: -Şüphen olmasın ki bilge vali, dedi, vicdanın yatışacak ve yakında huzurakavuşacaksın. Vali alınganlık gösterdi ve kaba bir cevap verdi: -Benim için endişe etme sen! Romanın çıkarı her şeyden önce gelir benimiçin. Sen kendini düşünsen daha iyi edersin! -Beni bağışla güçlü vali, düşündüğümü yüksek sesle söylememeliydim. Sayfa 85
  • 86. Dişi Kurdun Rüyaları -Evet, öyle. Ve, artık vaktin tamamen geçmiş olacağı bir anda pişmanlıkduymayasın diye, düşünmen için biraz daha zaman bırakacağım sana. Şimdiyanından ayrılacağım, döndüğümde hala fikrini değiştirmemişsen, seninle birişim kalmayacak artık... Kendini gerçekten Yahudilerin kıralı olarak görmekten,dünyanın direği sanmaktan vazgeç. Olayların akışı hiç de senin lehine değil.Senin vaktin çoktan geçti. Tatlı canını yalnız iddialarından, sözlerindendönerek;inkar ederek kurtarabilirsin. Bunu iyice anladın mı? -Evet vali bey. Pontius Pilatus, koca kel kafası ve iri gövdesiyle ayağa kalktı, omuzlarındakiihramın buruşuklarını düzelterek emin ve heybetli adımlarla oradan uzaklaştı.Terasta yürürken, Kudüs semalarında mağrur uçuşuna devam eden o kuşa takıldıgözleri. Bunun bir kartal olup olmadığını anlayamıyordu. Ama bu onuendişelendirecek bir ayrıntı olamazdı. Onu rahatsız eden, bu yırtıcı kuşa birşeyyapamaması idi. Bir Roma valisi olarak onun kudretinin bu kuş üzerinde hiçbiretkisi yoktu. Onu korkutamıyor, inişe mecbur edemiyordu. Aşağıda olanlardan hiçbir kuşkuya kapılmadan, böylesine kaygısız ve rahatuçan bu yaratığa biraz da öfke ile bakmıştı. Sonra kendi kendine bu kuşungöklere hakim bir çeşit imparator olduğunu söyledi. Roma Đmparatorluğunusimgeleyen, sivri gagalı, keskin gözlü ve demir kanatlı kartal, gelişigüzelseçilmiş bir simge olamazdı! Öteki insanların ulaşamayacağı yüksekliklerdesüzülmeli, kendisiyle herhangi bir kimse arasında en ufak bir eşitlik sözkonusuolmadan, her şeyi dilediği gibi yönetmeli, hükmetmeliydi... Bir imparatorunkendine özgü ilahları da olmalıydı. Sıradan ilahlardan çok farklı, basitölümlülerle hiç ilgilenmeyen, onları hor gören özel ilahlar! Herkesin ondankorkması ve düzenin sapasağlam devam etmesi için, gerçek iktidar işte böyleesaslara dayanmalıydı. Ama ne görüyorduk? Bu Nasıralı, imparatordan en adikölelere kadar herkesin eşit olacağı bir düzenden sözediyor, Tanrının tekolduğunu, herkes için olduğunu iddia ediyor, insanların tümünün eşit olacağı birCennet vaadediyordu! Dünyaya reform getirmek için halkı rahatsız etmeklesağladığı bütün kazanç, başlangıçta hayranı olanların sonunda yüzünetükürmeleri, onu sahte peygamber, sahte kahin ve dolandırıcı olarak taşatutmaları, dövmeleriydi... Ama, yine de çok tuhaf bir insandı. Bütün bu ümitsizdurumuna rağmen, mağlup olan kendisi değil de onu mahkum edenlermiş gibidavranıyordu... Đşte böyle düşünüyordu Roma Đmparatorunun temsilcisi. Kendisi de hiçolmazsa dünyanın bu bölümünde yarı imparator değil miydi? Đsayı birkaçdakika yalnız bırakmasının sebebi, ona ayakları dibindeki çukuru apaçıkgöstermek, hissettirebilmek istemesi idi. Onun iradesini kırmalı, başını eğmeye,tek Tanrı iddiasını ve insanlar arasındaki eşitlik masalını inkara, buiddialarından dönmeye mecbur etmeliydi. Sonra da onu, yarı ezilmiş bir yılangibi, Đsrailoğullarının topraklarından atmalıydı. Başka yere gitsin ve uzaklardaölsündü. Zaten sürüldükten sonra uzun yaşamazdı. Müridleri artık ona inanmazve bu yüzden de tutup öldürürlerdi... Bilge Pontius Pilatus, içindeki şüpheleri yenmek için, en emin, en avantajlıyolları arıyor, ayaklanmayı daha niyet halinde, fikir halinde iken bastırmakistiyordu. Mahkumun yalnız kaldığı o anlarda aklını başına toplayacağını, nasılkorkunç bir akıbete gittiğini anlayarak ayaklarına kapanacağını, ondanmerhamet dileyeceğini umuyordu. Ama, bu tuhaf adamın o sırada bu gibidüşüncelere değil, kendi hatıralarına dalıp gittiğini öğrenince pekşaşıracaktı...Geçmişi hatırlama yaşayanlara özgü değil midir? Hayata veda vakti geldiğindeinsanın elinde kalan ve tadını çıkaracağı son varlıklar, son zenginlik değilmidir?Vali yerinden ayrılır ayrılmaz, sanki Đsanın kaçmasına en ufak bir ihtimalvarmış gibi, köşelerinde bekleyen dört nöbetçi terasa geldiler. Đsa, kendisineyakın nöbetçiye hitap ederek oturmak için izin istedi. Sayfa 86
  • 87. Dişi Kurdun Rüyaları -Otur, dedi nöbetçi mızrağını yere vurarak. Đsanın beli bükülmüştü. Duvarın dibine ve mermerin üzerine kendisini bıraktı.Bir elini gözlerinin üstüne götürdü. Dağınık saçları solgun ve çukurlaşmışyanaklarına düştü. Su içmek ve bir derede yıkanmak isterdim diye düşündü. Çoknet bir şekilde serin bir derenin, geçtiği yerleri, kıyısındaki otları sulayaraksakinsakin akışını canlandırdı gözünde. Derenin şırıltısını ve bir kayığın kürekseslerini duyar gibi oldu. Onu çok uzaklara götürmek için kendisine doğru gelenbir kayıktı bu. Kayıkla gelen annesiydi. Yüreği kaygılarla, korkularla dolu olanannesi. Anne! diye mırıldandı işitilmeyen bir sesle, anne, bilsen kalbim nekadarsıkışıyor! Geçen gece Gethsemanide, Zeytin Dağında, karanlık denizler gibi birsıkıntı kapladı içimi, ruhum, kaçınılmaz akıbetinin korkunç azabıyla doldu.Sükunet bulamadım ve bütün vücudumu ter bastı. O gece, müridlerimle hiçuyumadan Tanrıya dua ettim: Baba, dedim, bu kupayı benden uzaklaştır. Amayine de benim değil, senin dediğin olsun. Đşte o kupa şimdi hemen hemendudaklarıma değiyor. Ağzına kadar dolu ve önlenemez bir şekilde daha dayaklaşıyor. Yakında senin sezdiğin şey olacak anne! Sen ki bana hayal nefesiniverensin, kaçınılmaz akıbetimi biliyordun da, yıllar yılı sessizce bu acıyanasıldayandın? Yazgısı bu büyük günü görmek olan beni hangi düşüncelerle, hangiumutlarla büyüttün? Bundan daha korkunç bir şey olamaz. Çünkü bir adam içinkendi ölümünü aşan bir felaket yoktur, ama bir ana, karnında besleyipdoğurduğu evladının ölümüne tanık olunca, onun acısı iki kat daha fazla olur.Anne, beni bağışla, senin kaderini tayin eden ben değilim, onu tayin eden TanrıBabamdır. Onun için bakışlarımızı Ona çevirelim, hiç şikayet etmeyelim veOnun takdirini kabul edelim! Annesini hatırladığı o anlarda henüz beş yaşındayken yaşadığı bir macera dageldi aklına. O zamanlar Mısırda yaşıyorlardı. Çocuğun hayatına kıymakisteyen Herodesten kaçarak ailece buraya gelmişlerdi. Herodes, falcılarınsözüne uyarak vermişti çocukları öldürme kararını. Bu tuhaf olay meydanageldiği zaman büyük bir nehir kıyısında yaşıyorlardı (Belki bu Nil idi, çünküçok geniş ve derin bir nehirdi). Yöredeki birçok kadın gibi Meryem de sık sık bunehire çamaşır yıkamaya giderdi. O gün de çocuğu ile nehir kıyısında bulunduğubir sırada, kıyıya bir sandal yanaştı ve içindeki ihtiyar adam onlara selamverdi.Meryem de ondan çocuğu biraz sandala bindirip bindiremeyeceğini sordu. Çünkü çocuk çok istiyordu sandala binmeyi. Evet Meryem, dedi ihtiyar adam,ben de bu kayıkla küçük Đsayı gezdiresin diye geldim zaten. Đhtiyar adamınadlarını bilmesi Meryemi şaşırtmadı. Herhalde o da buralarda bir yerdeoturuyordu. Ama, kürekleri çekmesini isteyeceği anda meçhul adam birdenkayboluverdi. Buhar olup uçmuştu sanki. Bu, kadını sandala binmektencaydırmadı, çünkü çocuğu çok istiyordu. Kıyıda, sandalın yakınında koşupzıplıyor ve ona binmek için annesine yalvarıyordu. Bunun üzerine Meryemçocuğu sandala oturttu, kıyıya bağlanmış ipini çözerek biraz itti ve sonrakendiside binerek Đsayı kucağına aldı. Akıntıda usul usul gitmeye başladılar. Rüzgarınokşadığı sazlar ve renk renk çiçeklerle dolu kıyının yakınından, parlak suyunüzerinde kayıp gitmek ne güzeldi: Güzel renkli kuşlar çalıdan çalıya uçarakcıvıldaşıyor, ötüşüyor; ılık, sakin havada yiyecek arayan böcekler vızıldıyordu.Ne harika bir geziydi bu! Meryem mutluydu, çünkü yavrusunun çok eğlendiğinigörüyordu. Ama, biraz ilerledikten sonra, sığ suda bir tomruk birdenkımıldayıverdi. Sonra suları yararak korkunç bir hızla onlara doğru yüzmeyebaşladı. Tomruk sandıkları şey kocaman bir timsah idi ve büyük gözlerinionlardan hiç ayırmıyordu. Çocuk korkup bağırmaya başladı. Meryem ise neyapacağını bilemiyordu. Hayvan bir kuyruk darbesiyle hafif sandalı devireyazdı.Kürekleri bırakıp çocuğunu kucaklayan genç kadın dua etmeye başlamıştı: Sayfa 87
  • 88. Dişi Kurdun Rüyaları Tanrım, bu Senin oğlun Đsa! Kurtar onu, senin bana verdiğin çocuk o! BırakmaTanrım, kurtar onu, kurtar! O kadar korkmuştu ki gözlerini kapayıp Tanrıya, Đsanın Tanrı babasınayalvarmaktan başka bir şey yapamıyordu. Bizi bırakma, Sana hizmet edecek o!diye bağırıyordu durmadan. Kendi haline bırakılan sandal ise yön değiştiriyor,timsahın saldırılarıyla meydana gelen dalgalarda sallanıyordu. Meryem nihayet gözlerini açıp bakmaya cesaret ettiği zaman rahat bir nefesaldı:Görünmez bir el sandalı kıyıya çekmiş, timsah ise yolunu değiştirmiş, süratleuzaklaşıyordu. Meryem, çocuğunu kaptığı gibi sandaldan atlamış, koşmayabaşlamıştı. Hem ağlıyor, hem kurtuldukları için gülümsüyor, şükrediyordu. Biryandan da çocuğunu öperek durmadan konuşuyordu: Đsa! Đsa! Yavrum benim!Baban seni tanıdı, seni. Onun sevgili oğlusun! Çok büyük bir bilge olacaksınsen. Đnsanları eğiteceksin, gözlerini açacaksın onların! Ve onlar senin peşindengelecekler. Onları hiç, ama hiç terketmeyeceksin! diyordu bütün kadınlararasından seçilip kutsanmış olan o kadın. Böyle konuşuyor ve Tanrı oğlunun bir mucize sayesinde kurtulduğunu görerekseviniyordu. Mısıra çocuğun hayatını kurtarmak için gelen dülger Yusufunoğlu Đsanın, gerçekte kim olduğunu insanlar öğrensinler diye, bu olayınTanrının bir işareti, bir uyansı olduğunu hiç düşünmeden, konuşmuştu öyle.Meryem karaya ayak basar basmaz sandal nehre açılmış ve kaybolup gitmişti.Genç kadının çığlıklarını ilk duyanlar ve koşup gelenler, orada çamaşır yıkayanöteki kadınlardı ve bunlar daha sonra, Meryem oğlunu kucaklayıp koşarken,çocuğun başında altın renkli bir hale bulunduğunu da söylemişler, sevinç veheyecandan hepsi gözyaşı dökmüşlerdi. Đsa, minik kollarıyla anasının boynuna sımsıkı sarılarak ve o çok hoş anakokusunu içine çekerek şöyle demişti: Büyüdüğüm zaman, artık bizi hiçkorkutmasın diye, bu timsahı kuyruğundan yakalayıp atacağım! Oradabulunanlar bu sözlere gülmüşler, sonra birbirlerine o esrarengiz sandalsahibininkim olabileceğini sormuşlardı. Az sonra, onlarda oralardan onu tanıyan kimsebulunmadığı da anlaşılmıştı. Yusuf, özür dilemek ve kayıp sandalın parasınıödemek için onu günlerce boş yere aramıştı... Geçmişte, pek geride kalan bu olayı hatırladıktan sonra, Đsa, tekrar annesinidüşündü. Büyük acılar çekmesine sebep olduğu için özür dilemek istiyorduondan: Anne, sana şimdi veda ediyorum, dedi, işkence sırasında seninlekonuşma imkanı bulamazsam sakın gücenme. Ölümden korkuyorum anne.Bugün hava çok sıcak olmasına rağmen ayaklarım dondu. Beni affet ve benıstırap çekerken kaderine isyan etme. Metin ol. Bana gelince, insanlar arasındagerçeğin hüküm sürmesi için tutacağım başka bir yol yok. Çünkü onlar Tanrınınen ağır yüküdür ve onları kendilerinden ancak benim ölümüm kurtarabilir. Đnsanlara ulaştıran yol budur ve ben bu yoldan gideceğim. Elveda, beni affetanne! Yazık ki o timsahı kuyruğundan yakalayamadım. Çok uzun ömürlüymüş,insan ömründen iki-üç kat fazla yaşıyormuş. Ama, onu yakalamış olsaydım bile,serbest bırakırdım... Belki o sandalın sahibi, ihtiyar bir adam gibi görünen birmelek idi ve belki de ben onu yakında, öbür dünyada görebileceğim... Bu olayıhatırlayacak mıdır? Ayak sesleri duyuyorum: Pontius Pilatustur bu gelen,kendine rağmen celladım olan adam. Elveda anne, elveda!.. Vali, sert adımlarla terasa geldi. Nöbetçiler uzaklaştılar ve iki adam tekrarbaşbaşa kaldı. Pontius Pilatus, o gelirken ayağa kalkan Đsaya manalı birşekildebaktı ve onun herhalde tahmin ettiği gibi davranacağını düşündü, ama işi bir anönce sona erdirmesi daha iyi olurdu. -Pekala, dedi yerine geçerken, fikrini değiştirdin mi? -Hayır. -Yanlış hareket ediyorsun. Biraz daha düşün! Sayfa 88
  • DEVAM

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...