30 Mayıs 2014

DİŞİ KURDUN RÜYALARI PDF E-KİTAP 2

  • DİŞİ KURDUN RÜYALARI PDF E-KİTAP 2
  • 89. Dişi Kurdun Rüyaları -Hayır, diye başını salladı Đsa, olması gereken ne ise olsun. -Yanılıyorsun, dedi yine vali, ama bu defa pek emin değildi bu ifadesinde.Mahkumun kararlılığı onu sarsmıştı. Zaten hayatını kurtarmak için inkar vetövbeyi kabul etmesini de pek yürekten istememişti. Ve Đsa onun bu düşüncesiniyüzünden okudu: -Üzülme, dedi rahat bir şekilde gülümseyerek, senin samimiyetine inanıyorum,seni anlıyorum. Elbette yaşamak isterdim. Đnsan ancak ölümün eşiğine gelincehayatın değerini anlıyor. Çok sevdiğini ve hep seveceğim ama sevgimi tamolarak gösteremediğim anneme acıdım. Bununla beraber, vali bey, bilesin ki, senbir insanın hayatını kurtarabilirdin ve bu da çok asil bir hareket olurdu. Amabenim kurtarmam gerekenler pek çok, bu çoklara bugünden sonra doğacaklar dadahildir. -Nasıl kurtaracaksın onları? Burada olmayacaksın ki! -Doğru, artık insanlar arasında olmayacağım. -Neyse... Akıbetinden tek sorumlu sensin. Bu konuya artık dönmeyeceğiz.Ama son bir soruma daha cevap vermeni isterdim... Daha fazla tartışmak istemeyen vali, böyle dedikten sonra sustu. Koltuğununyanında, ayakta duruyordu. Sonra birden kaşlarını çatarak sordu: -Önce bana konuşma yapacak durumda olup olmadığını söyle, değilsen,kendini boş yere zorlama, daha fazla tutmayacağım, Golgotha Tepesinde senibekliyorlar. -Seni dinliyorum vali bey, emrindeyim, dedi Đsa. Parlak mavi gözlerini valiye doğru kaldırdı. Vali, işkence gerçeğini inkaredergörünen bu bakıştaki güç ve kararlılık karşısında etkilenmişti. -Teşekkür ederim, dedi beklenmedik bir şekilde. Bu durumda, sorumusoracağım. Basit bir merakım bu benim. Serbestçe konuşabiliriz.Söyleyeceklerin beni hiçbir şekilde bağımlı kılmayacak, kararımıetkilemeyecek, yakında karşılaşacağın durumu değiştirmeyecek, sen de hiç birşeye ve kimseye bağımlı olmayacaksın zaten. Onun için çok samimi olabiliriz... Vali koltuğuna oturarak konuşmaya devam etti: -Müridlerine, sana inananlara (biliyorsun ben inanmıyorum) eğer seni çarmıhagererlerse, üçüncü gün dirileceğini, sonra, kıyamete yakın bir zamanda, bugünvar olanları ve bundan sonra doğacakları yargılamak için dünyaya tekrargeleceğini ve bunun, senin ikinci gelişin olacağını söyledin mi? Pontius Pilatusun sözü nereye getirmek istediğini anlayan Đsa, tuhaf birşekildegülümsedi. Yere basan çıplak ayaklarını hafifçe hareket ettirdi ve bu sorununcevap vermeye değip değmediğini kendine sorar gibi bir süre düşündü. Sonraalaylı bir şekilde: -Bütün bunları sana Yahudamı söyledi, dedi, ve bunlar seni bu kadarkorkutuyor mu kudretli vali? -Ben Yahudayı tanımıyorum, bunları söyleyenler sizin yaşlılarınız, son derecesaygıdeğer insanlar. Yoksa bu sözler asılsız mı? -Dilediğini düşünebilirsin vali bey, seni, aklının kabul etmediği şeyeinanmayakimse zorlayamaz. -Ama ben ciddiyim, alay etmiyorum. Yalnız düşünüyorum ki, sen ve ben,konuşmamız için başka fırsat bulamayacağız. Seni bir defa götürdüler mi, Sayfa 89
  • 90. Dişi Kurdun Rüyalarıdönüşün mümkün olmayacak. Bir insanın öldükten sonra nasıl dirileceğini, helebunun tabii bir doğum dışında nasıl gerçekleşeceğini ve sonra evrendeki bütüninsanları nasıl yargılayacağını öğrenmek istiyorum. Bu yargılama neredeolacak? Gökyüzünde mi? Sana inananların ebedi huzura kavuşmaları için bukadar uzun beklemeleri gerekecek mi? Đzin verirsen evvela ben kendi görüşümüaçıklayayım, senin hesabın çok basit: Herkes sağlığında ve öldükten sonra kolayve huzurlu bir hayatı ister. Sen de onların bu özleminden, bu isteklerindenyararlanıyorsun. Đnsanlar ölümlü olduklarını bilmektedirler, buna alışmışlardır,ama çok arzulayıp elde edemedikleri de her zaman vardır. Đşte, güzel sözlerle buarzuları vaadederek onları cezbetmekten daha kolay bir şey olmaz. Seni, tıpkısadık köpekler gibi ölünceye kadar takip ederler. Farzedelim ki seninsöylediklerin, öğretilerin doğrudur. Ama yine de hayatının sonuna geldin, onu,benimle konuşarak uzatmazsın... -Daha fazla uzatmak istemem. -O tepeye soruma cevap vermeden gitmeyeceksin. Bana göre, soruma cevapveremeden gitmek senin için ölümden beterdir. -Seni dinliyorum. -Diyelim ki kehanetlerin doğrudur, peki, ikinci gelişin ne zaman olacak?Söyleyebilir misin? Bekleyiş uzun olacaksa, çok uzun olacaksa, o meşhuryargılama neye yarayacak? Đnsanın ömrü kadar bir zaman içinde gelmeyen şeyininsanoğlu için büyük bir önemi yoktur. Hem sonra, doğrusunu söylemekgerekirse, böylesine inanılmaz bir şeyin gerçekleşebileceğini kabul etmek de çokzor. Körükörüne, olmayacak bir şeyi beklemek mi gerekiyor? Hiç mantığı yok,faydası da yok bunun. -Şüphelerini anlıyorum, ama çok yüzeyde, çok basit düşünüyorsun. SeninGrek üstadların da böyle düşünüyorlardı. Bu tespitim canını sıkmasın. Karşındaet ve kemik olarak durdukça, benimle tartışma imkanın var. Ama sen ve benbirbirimize hiç mi hiç benzemiyoruz. Ateşle su kadar farklıyız birbirimizden.Aynı şekilde düşünmüyor ve olaylara çok değişik açılardan bakıyoruz. Yine deseni düşündüren meseleye geleceğim: Haklısın, benim yeniden gelişim çok, çokuzun zaman sonra olacak. O günün ne zaman geleceğini kimse bilemez.Dünyanın geleceğinde, onun Yaratıcısı tarafından belirtilmiş bir gündür o.Bizim için binlerce yıllık bir süre, belki Onun gözünde bir anlık bir zamandır.Ama, önemli olan bu da değil. Yaradan bize, var olabilecek en değerli şeyivermiştir. Bu en değerli şey akıldır. Kendi irademize göre hareket ederekyaşama hürriyetini de vermiştir bize. Đşle bundan dolayı, tarihin akışı,insanlığınOnun bu lutfunu değerlendirmesine bağlıdır. Şunu inkar edemezsin ki, vali bey,insanın varoluş sebebi ruhunu olgunlaştırmak, mükemmel hale getirmektir.Hayatta bundan daha yüce bir amaç olamaz. Hayatın güzelliği de buradadır:Ruhu en üst düzeye götüren sınırsız basamakları birer birer çıkmak. Đnsan içinen güç olan, her gün insan olarak kalmasıdır. Sana doğrusunu söyleyeyim:Benim dünyaya yeniden gelişime kadar geçecek süre, ki sen buna inanmıyorsun,tamamen insanların kendilerine bağlıdır. Poutius Pilatus şaşırdı, ayağa kalktı: -Sahi mi? Dur, dur bakalım biraz! Böyle bir olayın gerçekleşme tarihiinsanlara bağlı olamaz! Senin doktrinini kabul etmeyen ben, bunu da kabuledemem. Eğer biz, böylesine ilahi bir olayın tarihini öne almak ya da geriyeatmak gücüne sahip olsaydık, ilahlara benzemez miydik, onlar gibi olmazmıydık? -Bunda kısmen haklısın, ama, gerçekle söylentileri birbirinden ayırmak gerek.Maalesef söylentiler, dedikodular, gerçekleri daima değiştirir. Söylentiler,içinesu konan bir kap gibidir. Bu kap, bir süre sonra büyük bir göl oluverir.Đnsanların iyiliği için ıstıraplardan doğmuş en ışıklı, en asil fikirler,ağızdan Sayfa 90
  • 91. Dişi Kurdun Rüyalarıağıza dolaşmaya başlayınca kaçınılmaz şekilde değişikliğe uğrar ve bu da ilkçıkışındaki gerçeğin büyük ölçüde zararına olur. Đşte bundandır ki, vali bey,benim doktrinimle ilgili olarak duydukların, aslından sapmış yankılardanibarettir. Gerçek başka yerde. -Bana bu gerçeği söyleyebilir misin? -Evet, deneyeceğim bunu. Tartışmadan korkmuyorum. Zaten bu da öğretilerimiçin son fırsattır. Şunu bil ki vali bey, ilahi irade asla; bir gün açık birhavadabirden patlayan fırtına gibi, insanlığın başına son yargıyı getirmek değildir:Genel anlamı bu ise de, meydana gelecek olay bunun tersidir. Aslında aranızadönecek olan, şehri geçip Golgotha ya gidecek kadar zamanı bulunan bendeğilim, ama, çok uzak gelecekteki nesiller boyunca, adalet ve ahenk içinde, Đsakanunlarına göre yaşamayı öğrenmek için, siz bana geleceksiniz. Benim gelişimişte böyle olacak. Başka bir deyişle, ben, çekeceğim ıstıraplardan sonra,insanların kalplerine gireceğim. Yeniden gelişimi onların ruhlarında, onlarınşahsında kutlayacağım. Đşte benim öğretilerim. Ben sizin geçmişinizde doğangeleceğiniz olacağım, bu zamana kadar da binlerce yıl geçecek. Doruk noktasıĐyi ve Güzel olan kaderine insanın bu yolla yükselmesi için Yüce Yaradanıniradesi budur. Đşte gerçek budur. Söylentilere gelince, bunlar, en halisniyetleribile bayağılaştıran masallardan başka bir şey değildir. Ama, insanların takipedeceği bu yoldan daha uzun, daha meşakkatli bir yol yoktur ve bu yüzden seninendişelerin de yersiz değildir. Bu yola girmek için ilk adım, bu kader gününde,Tanrının oğlunun öldürülmesinden sonra atılmış olacaktır. Bundan sonragelecek nesiller vicdan azabı çekecek ve herbiri, insanların günahını üzerinealmak, onların gözlerini açmak ve onlarda bulunan ilahilik vasfını uyarmak içinödeyeceğim bedeli gözlerinin önüne getirerek ürperecekler. Gerçekte bendünyaya onlara ebedi bir örnek olmak için geldim. Đçlerindeki kötülükle her günmücadele ederek, yürekleri Tanrı sevgisiyle, yakınlarının sevgisiyle, insanlıksevgisiyle dolu olmadığı zaman ruhlarını saran kötülüğü, şiddeti, zulmü söküpatmak için ıstıraplarıyla bana gelsinler. Benden umsunlar, beni örnekalsınlar... -Tanrı ve insanlar bir bütündür demek istiyorsun gibi geliyor bana? -Bir bakıma öyle. Denebilir ki bütün insanlık Tanrının bu dünyadaki birimajı,bir görüntüsüdür. Đnsanlık Tanrının bir hypostaseı (cevheri) dir. Đnsanlık birGelecek-Tanrıdır. Yaradılıştan beri sunulan sonsuz imkanların Tanrısıdır.Herhalde sen de farketmişsindir ki, vali bey, arzuların hep geleceğe yöneliktir.Đnsan bugün kendini olduğu gibi kabul eder, ama onun tabiatında yarın başkabiri olmak vardır. Çok iyi yaşıyorsan bile, yarın çok daha iyi yaşamayıistersin.Çünkü umut hep bizimledir, bizden ayrılmaz. O, Tanrının ışığı gibidir ve hiçsönmez. Gelecek-Tanrı sonsuzdur. Her şeyin esası, insanlığın bütünözlemlerinin, bütün faaliyetlerinin sonucudur. Bundan dolayı da Onun tabiatı,iyi ya da kötü, merhametli ya da zalim, yani insanlar ne yapar, nasıl yaparsa,öyle olacak. Ne ekerlerse onu biçecekler. Gelecek Tanrısı budur. Đçlerinden herbiri Hakkın bir parçası olduğu için, dünya tamamen onların ellerindedir. Böylebir görüş yalnız kabul edilebilir değil, aynı zamanda zaruridir. Bu, insanlaradünyanın kaderini tayin etme hürriyeti veren Yüce Yaratanın iradesine deuygundur. Đnsanlar, bütün günlerinin, bütün amellerinin tek sorumlusu veyargıcıdırlar. -Öyleyse, haber verdiğin o korkunç son yargı ne oluyor? -Son yargı... Hiç düşünmedin mi vali bey, son yargı çoktan başlamıştır vedevam etmektedir! -Bütün hayalımızın son yargıdan başka bir şey olmadığını mı söylemekistiyorsun? -Gerçeğe yaklaşıyorsun bay vali, Ademin işlediği günahtan bu yana, tarih, Sayfa 91
  • 92. Dişi Kurdun Rüyalarımaddi ve manevi ıstıraplarla akıp gidiyor. Yüzyıllardan beri insanlarbirbirlerinezarar vermek için dövüşüp duruyorlar. Kötü kötüyü, yalan yalanı doğuruyor. Buda, şu güneş altında yaşayan ya da yaşamış olanlar için az bir yük sayılmaz.Cennetin kapıları kapanalı beri sayısız belaların kapıları açılmadı mı? Nicenicesavaşlar, haksızlıklar, işkenceler, katliamlar, adaletsizlikler ve saldırılaramaruzkaldılar. Dünyanın yaradılışından beri evrensel Đyiye indirildi bütün budarbeler, eşyanın tabiatına aykırı olarak işlenen suçlar, herhangi bir sonyargınınverebileceği cezadan daha mı azdır? Tarihin ilk hedefi akıl yolunda, her şeyisevgi ve merhametten oluşan ilahi yüceliklere yaklaştırmak değil miydi? Amainsanlar yüzyıllar boyu pek çok sıkıntılar çektiler ve daha çok uzun zamançekecekler. Çünkü kötülük beldesi, sayısız dalgaları olan deniz kadar büyüktür.Öyleyse hayat cehennemi hayal edilebilen dehşetlerin en büyüğü değil midir? -Pekala Nasıralı Đsa, sen bu kötülük tarihini durdurabileceğini sanıyormusun.? -Tarihi durdurmak mı? Kimse durduramaz onu. Benim istediğim, insanlarındüşünce ve hareketlerinden kötüyü söküp çıkarmaktır. Benim tek amacım budur. -O zaman tarih de olmayacak. -Hangi tarih? Seni endişelendiren tarihten mi söz ediyorsun vali? Maalesef otarihi kolektif hafızadan çıkaramayız, ama bugün hiçbir zaman olmadığı kadarTanrıya yakın olabiliriz. -Senin görüşünü anlıyorum, ama gerçek tarih, insanlığın ruh atılımının tarihi,henüz yayılmadı. -Şimdilik benim görüşümü, görüş açımı bir yana bırakalım. Đnsanları bu amacanasıl ulaştıracağını sanıyorsun? -Sezarların kudretine hiç ihtiyaç olmayan bir Adalet Saltanatınınkurulacağınıilan ederek. -Bu yeterli olur mu? -Herkes isterse yeterli olur... -Đşte bu çok ilginç. Pekala, senin nutkunu dikkatle dinledim Nasıralı, çokuzakgörüşlü olduğunu da söyleyebilirim. Fakat, kendinden biraz fazla emingörünmüyor musun? Đnsandaki imanın sağlamlığını hayal ediyor ve kalabalığıniçgüdülerini unutuyorsun. Sitenin surlarından dışarı çıkar çıkmaz bunuhatırlayacaksın. Hayır, tarihin akışını değiştiremezsin, bunu kimse yapamaz.Ama yine de bir nokta zihnimi hala işgal ediyor: Üzerinde ilk defa seninyanacağın bir ateşi niçin tutuşturuyorsun? Sezarlar olmadan evren de olamaz,birinin kudreti, öbürünün itaati şarttır. Senin yeni bir düzen kurma ve yeni birtarih meydana getirme çabaların boşunadır. Sezarların kendilerine ait ilahlarıvardır. Onlar senin Müstakbel-Tanrı ya da Gelecek Tanrısı dediğin soyut,belirli konturları olmayan, sonsuz geleceklerde oturan ve ayrım yapmadanherkese ait olan ve demek ki kimseye ait olmayan bir Tanrıya tapmazlar.Teneffüs ettiğimiz hava gibi olan bir Tanrının değeri nedir ki? Herkese eşitşekilde dağıtılan bir şeyin değeri yoktur ve kimseyi ilgilendirmez. Đşte bununiçindir ki Sezarlar dünyayı idare eder ve kanunlarını kabul ettirirler.Yeryüzündehüküm süren bütün monarklar arasından yüce Tiberiüse ilahlar ayrıcalıktanımışlardır. Çünkü onun imparatorluğu, yani Roma Đmparatorluğu, hepsindendaha büyüktür. Ve ben, Tiberiüsün himayesinde, Yahudi ülkesinde hükümsürüyorum ve bunu varlığımın amacı sayıyorum, vicdanım da rahat. Çünkü,yenilmez büyüklükteki Romaya hizmet etmekten daha büyük şeref yoktur! Sayfa 92
  • 93. Dişi Kurdun Rüyaları -Senin durumun bir istisna değil vali bey. Herkes, ya da hemen hemen herkes,iktidar sahibi olmak; başkalarına, kendi benzerlerinden bir tek kişi üzerindeolsabile, hükmetmek ister. Đşin fena tarafı da bu zaten. Dünyanın böyle kurulduğunu,başka türlü olmadığını söyleyeceksin. Kötü bir şey için her zaman mazeretlerbulunur, ama kudret sahibi olma isteğinin, insan türünde ilk uğursuzluğu, ilkfelaketi oluşturduğunu pek az kişi düşünür. Ve, pazarlardaki çöpçübaşından enkudretli imparatorlara kadar hepsi yakalanır bu hastalığa. Đşte bu fenalık,fenalıkların en büyüğüdür ve insanlık bir gün bunu çok pahalı ödemetehlikesiyle karşı karşıyadır. Daha üstün, en üstün olmak ve yeni topraklaredinme susamışlığını dindirmek için mücadele eden bütün milletler mahvolupgidecekler, birbirlerini mahvedeceklerdir... Pontius Pilatus sinirli bir şekilde birden sözünü kesti: -Yeter! Ben hiç bir şey söylemeden seni dinleyecek müridlerinden,hayranlarından biri değilim! Bu kadar yeter! Kırallıkları lafla devirmekkolaydır.Đstediğin kehanette bulunabilirsin, fikirlerin hükümsüz sözler olarakkalacaktır.Dünya her zaman bir kuvvetler topluluğu olmuştur ve bu hiç değişmeyecektir:Kuvvetli zayıfa hükmedecek, gelecekte de kuvvetli olanlar hükmetmeye devamedeceklerdir. Bu, değişmez bir kanundur, gökte parlayan yıldızlar kadardeğişmez bir kanun. Onların konumunu kimse değiştiremez. Đnsanların kaderiiçin bunca sıkıntıya katlanmakla ve onları hayatın pahasına kurtarmayaçalışmakla hata ediyorsun. Tapınakta söylenen hiçbir vaiz, hatta göklerdeyankılanan hiçbir ses, onlara bir şey öğretemez! Çobanın peşinden giden sürügibi yine Sezarların peşinden gideceklerdir. Yine zenginliği, kuvvetionurlandıracak, yine en acımasız, en otoriter olanı sayacaklardır. Generallereövgüler düzecek, seller gibi kan akan savaşlardan sonra galiplerin zaferini,mağlupların aşağılanmasını kutlayacaklardır. Başka hangi başarılar ruhlarıböylesine tutuşturabilir? Bundan daha güzeli yoktur ve bunun şöhreti denesillerden nesillere aktarılacaktır. Ve her zaman bayraklar rüzgardadalgalanacak, boru sesleri yankılanacak, kalpler daha hızlı, daha heyecanlıçarpacaktır. Herkes düşman önünde bir adım gerilememek için yemin edecek,millet adına savaşlar kutsal ilan edilecek ve çocuklar vatan düşmanlarına karşınefret duygusuyla yetiştirileceklerdir. Hepsinin amacı kendi şeflerini mutluetmek, başkalarının şeflerini mahvetmek, onlara diz çöktürmek ve milletleriylebirlikte onları köle etmek, topraklarını ele geçirmek olacaktır. Đnsanlar herzaman bunun için yaşamış, bunun için ölmüşlerdir. Bunlar hayatın tadı vemanasıdır. Ve sen ey Nasıralı, sen bunları kabul etmiyor, lanetliyor, yoksul vezayıflara saygı duyuyorsun. Bütün insanların iyi olmasını istiyorsun. Ama bizimavını kendi yakalayan canlılar olduğumuzu, çatışmadan duramayacağımızı, kandökme zevkimizin ta içimize işlediğini ve yerleştiğini unutuyorsun. Ne büyükhatalar, yanılgılar içinde olduğunu bir düşün: Zeytin Dağına çıkmadan öncebunları düşünmen için son fırsattır bu. Ve sana veda niyetine şunusöyleyeceğim: Bütün kötülüklerin kökünü bizim vazgeçilmez iktidar hırsımızdaararken, milletleri tutsak edip topraklarını zor kullanarak fethetmemizikınarken,suçunu arttırmaktan başka bir şey yapmıyorsun. Çünkü kuvvete karşıayaklananlar yine bir kuvvete dayanırlar. Yeni bir dünyanın kurulacağını haberverirken doğrudan doğruya Roma Đmparatorluğuna saldırmış oluyorsun.Hareketimizi kösteklemek, sınırlar aşırı topraklara yayılmamızı engellemekistiyorsun. Yalnız böyle bir tasarı için bile idamı üç defa hakkedersin! -Çok cömertsin, iyi insan, sanırım bir tek idam bol bol yeter. Golgothadabenisıcaktan bunalarak beklemelerine rağmen bu tartışmayı biraz daha devamettirmek isterdim. Bu defa son arzumu tatmin için konuşacağım. Evet, vali,güçlülerin elindeki gücün gerçek güç olduğunu anlamış bulunuyorsun. Gerçekteben de bunu söyledim sana: Başka türde de bir güç var ve bu iyinin gücü, iyigüç. Şüphesiz bunu sezmek, anlamak daha zor, ama iyilik için mücadele de,kanlı savaşlara girişmek kadar cesaret ister. Beni dinle vali bey, beni sondinleyen sen olacaksın ve sana içimi açmak istiyorum. Yalnız, şefaat için enufak bir ricada bulunacağımı sanma. -Zaten şu andan sonra böyle bir şey çok gülünç olur. Sayfa 93
  • 94. Dişi Kurdun Rüyaları -Ben de işte onun için önceden söylüyorum ki bu hususta için rahat olsun. Düngece, önce anlamsız sandığım sıkıntılar kapladı ruhumu. Gethsemanide havapek boğucu değildi, zira hafif bir rüzgar esiyordu tepelerden. Ama rahatedemiyordum, sıkıntı ve üzüntü bütün vücudumu sarmıştı. Kalbimden ölümsesleri, yas sesleri çıkıp göğe yükseliyordu sanki. Müridlerim uyanık kalmakiçin ellerinden geleni yaptılar ama, onların yanımda oluşu da bana bir huzurgetirmedi. Kader saatinin yaklaştığını, ölümümün kaçınılmaz olduğunubiliyordum. Bu düşünce beni çok korkuttu... Çünkü bir insanın ölmesi onun içindünyanın sonu demektir. Vali, Đsaya, onda bir hoşnutsuzluk sezer gibi baktı: -Nasıl olur? Peki, öbür dünyadaki hayatını ne yapıyorsun? Hayatın ölümdensonra da devam ettiğini söylemedin mi? -Bir defa daha belli oluyor ki söylentilere çok kapılmışsın! Öbür dünyada ruh,tıpkı suların üzerinde kayan gölgeler gibi sessiz dolaşır. O, bizim maddiolmayan düşüncelerimizin bir yansımasıdır. Ama, anlaşılması pek güç olan oalemde, etten vücudun o boyutlarda var olması mümkün değildir. Orada zamanfarklıdır ve o zamanın akışı bizim bildiğimiz zamanın akışına hiç benzemez.Ben sana yeryüzündeki hayattan söz ediyorum: Soyut, ölçülebilen bir hayattan,bu akşam Gethsemaide yitireceğimi sezdiğim hayattan... Herkes tarafındanterkedildiğimi hissediyordum, bir hayalet gibi şurada burada durup dinlenmedendolaşıyordum. Sanki bu dünyada, düşünebilen tek yaratık bendim. Dünyanınüzerinde uçuyorum gibi geldi bana. Orada tek canlı bulamıyordum. Her canlıölmüştü ve her yer muazzam yangınların külleriyle örtülmüştü. Bütün evrenharabeden başka bir şey değildi. Ne ormanlar, ne tarlalar, ne deniz üzerindegemiler... Hiç, hiç bir şey yoktu. Yalnız uzaktan uzağa, rüzgara takılmış biriniltigibi, çok zor işitilen bir ses vınlıyordu. Toprağın derinliklerinden çıkarılanmadenin yakınması gibi, kasvetli bir çan sesi gibi bir vınlama. Ben gökyüzündeve müthiş bir önsezinin verdiği korkular içinde süzülüyordum. Kendi kendimedünyanın sonunun geldiğini söyledim. Sınırsız bunalımlar, acılarlakıvranıyordum. Nereye gitmişti bu insanlar ve ben nereye gidecektim? O zamanTanrıya seslendim, ona acı acı yakardım: Herkesi bekleyen kaçınılmaz sondemek, işte bu! Đşte kıyamet! Đşte düşünen yaratıkların sonu... Böyle bir şeynasılolabilir? Niçin böyle son bireyine kadar yok oldular? Bütün gelecekleri veonlardangelecek nesiller niye tamamen yok oldular?.. Birden içimde korkunç bir hisbelirdi: Đnsanları sevmenin, onları kurtarmak için kendimi feda etmemin cezasıidi sanki bu. Zalim insanlık, kızgınlıktan kendi zehirini akıtıp intihar edenakrepgibi mi mahvolmuştu. Bu korkunç son, toplum örgüsünü oluşturan sayısızuyuşmazlıkların sonucu muydu? Đnsanların kendi aralarındaki veimparatorlukların sınırlar üzerindeki anlaşmazlıklarının, fikiruyuşmazlıklarının,hırs ve gururdan gelen anlaşmazlıklarının sonucu muydu? Tepeden tırnağasilahlı, sahte şanlarla sarhoş ve körükörüne peşlerinden gelen sadık ordularıylayapacakları amansız savaşta kazanacakları zafere susamış kudretli Sezarların,kendi aralarındaki anlaşmazlıklarının sonucu muydu? Yeryüzünde insanlarınvaroluşlarını anlatan kitabın son sayfası böylece kapanmış ve onlar ilahi lutufolan akılı da beraberlerinde götürmüşlerdi mezarlarına. Tanrım! Onlara niçinakıl ve konuşma kabiliyeti verdin! Birden ıssızlaşan, sessizleşen evrende böyle inliyor, gözyaşı döküyordum.Kaderimi lanetliyor ve şöyle sesleniyordum Tanrıya: Merhametinden dolayı,Senin kendi elinle yapmayacağın bir şeyi, insan kendi kendisine yaptı... Evet, vali, bilesin ki dünyanın sonu gelecekse, bu, benim yüzümdenolmayacak, kışkırtılan kızgın unsurlar yüzünden de olmayacak, size özgü içsavaşlar, büyük savaşlar yüzünden gelecek dünyanın sonu. Sizlerle o meşhurzaferlerin arası kin ve düşmanlık doludur, dünyanın sonu işte bunun içingelecektir. Ama sen, kudret seni kör ettiği için, bu zaferlere çok değerveriyorsun... Sayfa 94
  • 95. Dişi Kurdun Rüyaları Đsa derin bir nefes aldıktan sonra konuşmaya devam etti: -Geçen gece Babamın bana gösterdiği görüntüler işte bunlardı. O gecegözümü kırpmadan dua ederek ruhumu güçlendirdikten sonra bunlarımüridlerime açıklamak istedim. Ama tam işte o sırada büyük bir kalabalıkgöründü. Yahuda da onlarla beraberdi. Bana yaklaştı, soğuk dudaklarını yüzünedeğdirdi ve şöyle dedi: Sevin üstadım, sevin!. Daha önce, kendisiyle gelenlere,öpeceği kişiyi yakalamalarını söylemişti. Ve onlar da beni yakaladılar. Ve iştekarşındayım Romalı vali. Golgotha Tepesine gitmem gerektiğini biliyorum.Bana nazik davrandın ve ben ölmeden önce, Gesthemani de gördüklerimi birineanlatabildiğim, duyurabildiğim için mutluyum. -Bütün bu saçmalıklara inandığımı mı sanıyorsun? -Bu seni ilgilendirir vali bey, inanır ya da inanmazsın. Đnanmamış olmanmümkündür, çünkü birbirimizden çok farklıyız. Ama beni sonuna kadardinledin, hiçbir şey işitmediğini söyleyemezsin, söylediklerim üzerindedüşünmeden de edemezsin. Ben de, bu son vahyin benimle beraberkaybolmayacağını bilerek teselli bulacağım. Artık vicdanım rahat. -Söyle bana Nasıralı, pazar yerlerinde hiç kışkırtıcılık yapmadığından eminmisin? -Hiç yapmadım, niçin sordun? -Oynadığın oyunu anlamıyorum: Đşkence ile gerçekten alay ediyor ve hiçkorku duymuyor musun? Senin için bunları söylemek, seni dinleyecek birininbulunup bulunmaması bu kadar önemli mi? Madem ki öleceksin, neyeyarayacak bunlar? Bu bir övüngeçlik, hiç yararı olmayan bir serap değil midir? -Öyle deme, asla övünme değil. Ölümün eşiğinde söylenmiş düşüncelerdoğrudan Tanrıya ulaşır. Başka yaratıklardan üstün yarattığı bir kimsenin ölmeküzere iken ne düşündüğü Onun için önemlidir. Son düşünceler saf, samimi,riyadan uzak olurlar. Herkesin gerçeği yalnız onlardadır. Hayır, seni teminederim ki vali, oyun oynadığımı sanıyorsan yanılıyorsun. Çocukluğumdaoynadım, ama o kadar. Đşkenceden korkup korkmadığıma gelince, bunusaklamaya hiç gerek görmüyorum: Sana daha önce de söylediğim gibi, acıçekmekten korkuyorum, çok korkuyorum! Ve Tanrıya, Rahim ve Rahman olanBabama, bana acılara dayanma gücü vermesi, bir hayvan gibi bağırmamıönlemesi, beni bu utançtan esirgemesi için dua ediyorum... Evet, vali, gördüğün gibi artık hazırım, senden, beni burada daha fazlatutmamanı rica ediyorum. Vakit geldi... -Pekala, Golgolha Tepesine gideceksin. Bana bir de kaç yaşında olduğunusöyler misin Nasıralı? -Otuz üç yaşındayım. -Ne kadar gençsin! Benden yirmi yaş daha küçüksün, dedi vali acımaifadesiyle başını sallayarak. Sonra düşünceli bir tonla devam etti: Bildiğimegöreevli değilsin, arkanda yetimler bırakmayacağını bileceğiz... Vali bir an durakladı, bir şey daha soracaktı ama fikrini değiştirerek susmayıtercih etti. Susmakla da iyi etti. Đsaya, bir kadınla yatıp yatmadığını sormakistemişti çünkü. Bu soru onu mahcup ederdi. Onun çapında bir adamın böylebasit bir merakı olmamalıydı. Đsaya bir göz atınca, yüzünün ifadesinden, dile getirmediği soruyu tahminettiğini anlamıştı ve sorulsaydı cevap vermeyeceği kesindi: Parlak gözleribirdenkararmış, içe kapanmışlık belirten bir ifade almıştı. Çok sakin görünüyor, amaiçinde ne müthiş bir kuvvet var diye düşündü vali. Sonra, ayağını tekrar düşensandalına soktu. Aklından geçen asıl soru imiş gibi, başka bir soru sordu: Sayfa 95
  • 96. Dişi Kurdun Rüyaları -Pekala, galiba sen terkedilmiş bir çocuk imişsin? Đsa, güzel, parlak dişlerini göstererek alaylı bir şekilde gülümsedi: -Bir anlamda öyle sayılır. -Doğru mu, yanlış mı? -Doğru. Pontius Pilatusun sesindeki öfkeyi anlamıştı. Çünkü bu gibi ayrıntılarda birRoma valisini ilgilendirecek şeyler olamazdı. Devam etti: -Evet, bir çeşit terkedildim: Đlahi Babam tarafından Kutsal Ruh aracılığı ileanneme emanet edildim. -Đyi, yakında bu gibi saçmalıklarla kimse başını ağrıtmayacak, dedi valiyorgun bir sesle: Bari bana seni dünyaya getiren kadının kim olduğunu söyle. -Adı Meryemdir, Celilede oturuyor. Bugün tam vaktinde geleceğinihissediyorum. Bütün gece yol yürüdü. Biliyorum bunu. Vali, bu akıl hastası ile sürdürdüğü uzun konuşmayı noktalamak ister gibi: -Oğlunun akıbetine hiç de sevinmeyecek, dedi. Kalktı. Beyaz ihramlı uzun silueti, kemerlerin altında pek heybetligörünüyordu. Son defa, geniş suratını ve ciddi bakışlarını Nasıralıya çevirdi: -Pekala, her şeyin kurallara uygun olması için karar zaptını yazabiliriz: Babaadı neydi? -Yusuf. Ana adı: Meryem. Doğum yeri: Nasıra. Otuz üç yaşında. Evlideğil. Çocukları yok. Vaızlarıyla halkı isyana kışkırttığına, Kudüs tapınağınıyıkma tehdidinde bulunduğuna ve onun yerine üç gün içinde bir başkasınıyapmak istediğine, Yahudilerin kıralı olduğunu iddia ettiğine kanaatgetirildi...Đşte kısaca senin kimliğin. -Artık benden söz etmeyelim. Hiç bir şey söylemeyeceğim. Pontius Pilatus,adın tarihe geçecek, dedi Đsa sert bir şekilde gözlerinin içine bakarak, ve hiçsilinmeyecek. -Haydi canım! dedi vali, bu kehanet hoşuna gitmişti. Ama birden sesinintonunu değiştirip ciddileşti: Tarihe geçip orada kalacak olan büyük imparatorTiberiüstür. Adı var olsun! Bana gelince, ben onun sadık temsilcilerindensadece biriyim, başka bir şey değil. -Yine de, yüzyıllar boyu anılacak olan sensin Pontius Pilatus, dedi Golgothayolcusu. Ve o kuş, kartal ya da çaylak, sabahtan beri bir şeyler bekler gibi sarayınüzerinde süzüldükten sonra, yavaşça Golgotha Tepesine yönelmişti. Kalabalıkbir atlı muhafız grubu da Yahudiye valisinin bizzat yargıladığı ve bunun içinuzun zaman ayırdığı mahkumu, tehlikeli bir cani imiş gibi, elleri bağlı olarakoraya götürüyordu. Pontius Pilatus, korku karışık bir şaşkınlıkla terasta öylece duruyor; konvoyarefakat etmek istercesine o tarafa yönelen o garip kuşa bakıyordu... -Bunun neye işaret olduğunu merak ediyorum doğrusu... diye mırıldandıendişe içinde. -3- Bozkırda uzun zamandan beri geleceğini belli eden yaz yağmuru, ufkukarartmış, akşam üzeri gürlemesi duyulmayan şimşeklerle bulutlarını Sayfa 96
  • 97. Dişi Kurdun Rüyalarıyoğunlaştırmış ve ancak geceyarısına doğru boşanmaya başlamıştı. Önce iridamlalarla kuru toprağı dövmüş, sonra da bora halini almıştı. Kendine gelenAbdias, hayata dönüşünün ilk armağanları gibi ağır damlaları hissediyordualnında. Yolun kenarındaki bir hendekte uzanıp kalmıştı. Trenden atıldığı zamandüşmüştü buraya: Nerdeyim? Yağmur yağıyor galiba...diye düşündü. Başıkurşun gibiydi. Đnleyerek kımıldamak istediği zaman, böğründe müthiş bir ağrıduyarak tekrar bayıldı. Ama yağmur sayesinde az sonra yine kendine geldi.Bardaktan boşanırcasına yağıyor ve sular kabarıp hendekte birikiyordu. Abdias,suyun gittikçe yükseldiğini gördü, sürünerek ve canını dişine takarak, tehlikeliolmaya başlayan o yerden uzaklaşmaya çalıştı. Đlk anlar son derece güç oldu,çünkü her yeri kırılan vücudunu oynatamıyordu. Ölmediğine de inanamıyordubir türlü. Çok dövülmüştü ve trenden çok hızlı düşmüştü. Ama, hala hayattaolduğuna göre o müthiş felaketin pek önemi yoktu artık. Yaşıyordu ya,sürünerek de olsa hareket edebiliyordu ya! Ağrılı uzuvlarının şifa veren sudayıkandığını, uğuldayan ve ateşler içinde yanan başının şimdi bu sudaserinlediğini hissediyordu ya! Gücü yettiği kadar uzaklaşmak istiyordu oradan:Yakında şafak sökecek ve sabahleyin yeni bir hayat başlayacaktı... O zaman neyapacağına karar verirdi, şimdi önemli olan ayağa kalkabilmesiydi. Yük katarları birbiri ardından, yağmuru ve karanlığı delerek, rayları sarsarakgeçiyordu. Katarların geçişi de bir sevinç kaynağı oldu onun için. Çünkü canlılar alemineait her şey ona bu anlarda eşsiz güzellikte görünüyordu... Sağnağın ona iyi geleceğini anlayarak önce korunmayı hiç düşünmedi. Önemliolan kol ve ayaklarının yerinde durması, kopmamış olmalarıydı. Yara berelere,ezik ve çiziklere, mızmızlanmadan dayanacaktı. Korkunç acılar içinde sağadoğru kaydı ve bir tümseğe çıkabildi. Burada boğulma tehlikesi yoktu. Yaşamakiçin bütün gücünü toplayarak bu tümsekte hareketsiz bekledi... Böylece yokluktan yüzeye, varlığa çıkmıştı. Paramparça olmuş elbisesiniorasından burasından tutup toplamaya çalışırken, o anda dahi düşüncelerinin pekaçık ve geniş olduğuna çok şaşıyordu. Bir süre önce düşüncelerinde yaşattığı olaylara, o olaylarda kaldığı yeredöndüyine. Pilatusun yanından ayrılan ve Golgotha Tepesine doğru giden Đsayaseslendi: Efendim, buradayım! Seni kurtarmak için ne yapayım? Nasıl, nasılkurtarabilirim ey Tanrım? Şimdi hayata döndüğüm şu an Senin için çok, çokkorkuyorum! Hayalden yoksun olmayan her insan, az çok tarihle eş zamanlı olabilir, geçicive çeşitli zamanları bir başka kılık ve ortamlarda düşünce halinde yaşayabilir.Düşüncesinde yaşattığı bu zaman bazen yüzlerce, binlerce yıl uzakta da olabilir.Fakat, uzak bir geçmiş bir insanın kendi gerçeğine, gerçek durumuna çokyakınsa, çok uzak bir geçmişteki acı olayları bütün benliği ile benzer şekildebizzat yaşamışsa; bu, ancak bir mazlumdur, zamanın trajik bir kurbanıdır, çünküo olayların seyrini ve bütün sonuçlarını önceden bilmektedir. Hiç bir şeyideğiştiremeyeceği için de ona sadece ıstırap çekmek kalır. Yaşanan o olaylarda asla gerçekleşmeyecek olabilir adalet kavramı için, kendihayatını feda etmek kalır. Bununla beraber gerçeğin galebesini ta geçmişte bilegörmeyi istemek, bu susamışlık, kutsaldır. Büyük fikirler böyle doğar venesillerarasındaki ruhani bağ böyle kurulur, dokunur, örülür: Dünyanın mayası budur,bu sayede tecrübeler birikir ve sürekli olarak nesillere aktarılır. Ve bu sonsuzanışta, iyi ve kötü insanlığın sınırlı zaman ve mekanında, aynı dalgalarüzerindeyüzer giderler... Sayfa 97
  • 98. Dişi Kurdun Rüyaları Đşte bunun için şöyle denmiştir: Dün yaşayanlar bugün olanları bilemezler amabugün yaşayanlar dün olanları bilirler ve yarın, bugünküler dünküler gibiolacaklardır. Şu da söylenmiştir: Bugünküler dün olanları yaşıyor, eğer yarınkiler bugünolanları unutur, hatırlamazlarsa, bu herkes için büyük bir felaket olacaktır... Abdias, paskalya arifesindeki o gün, son derece endişeli ve umutsuz idi.Şehrinaşağısında dolaşıyor, son yemeğin yendiği yeri bulmaya çalışıyordu. Bu sonyemekte O, ekmeği bölüp havarilerine dağıtmış, bu benim etimdir demişti,onlara şarap vermiş bu benim kanımdır demişti. Belki daha sonra olacaklarısezdiği için böyle yapınıştı. Çünkü Yahudanın ihanetini anlamış ve Ona butehlikeli yeri bir an önce terketmesi bildirilmişti. Abdias şimdi, kasvetli biralacakaranlıkta dolambaçlı sokakları dolaşıyor, belki tanıdık bir simayarastlarım diye, gelip geçenlere dikkatle bakıyordu. Fakat acele acele evlerinedönen ya da hala açık olan küçük dükkanlarda son alışverişlerini yapan insanlararasında güvenebileceği hiç kimse yoktu. Bir çoğu Đsanın adını bileduymamışlardı. Bu şehirde serseriler çoktu. Çok konuksever olan biri paskalyayıkutlamak için onu evine davet etti. Ama Abdias bu daveti kabul etmedi. ÇünküĐsayı haberdar etmek için vaktinde yetişebileceğini ümit ediyordu. Müthişsıkıntıdan başı da çatlayacak gibiydi şimdi. Hele pencerelerdeki bu ışıklarınönünde, sıcak buhar yüklü havaya dağılan yemek kokuları arasında, başağrısıdaha da artıyordu. Avlular ve sokaklar, hava biraz serinlenir umuduyla iyicesulanmıştı. Sıkıntıyı artıran belki bu idi. Kudüsün dışına çıktı, Gelhsemaniyedoğru yürüdü. Đsayı buradaki zeytin bahçesinde havarileriyle dua ederkenbulabileceğini düşünüyordu. Ama boş bir ümitti bu. Burada da kimseyerastlamadı. Çok geç olmuştu ve bahçe ıpıssızdı. Silahlı adamların Đsayıyakaladıkları büyük incir ağacının altında hiç kimse yoktu. Havarileri de,kendisinin daha önce bildirdiği gibi kaçıp gitmişlerdi... Uzak denizlerin ve karaların üzerinde ay ışıyordu. Vakit gece yarısınıgeçmişti.Kaçınılmaz kader günü yakındı. Bu günün olayı asırlarca anlatılacak ve bununsayısız sonuçları insanlık tarihinde yankılanmaya devam edecekti. Ama, odakikalarda Gethsemani ile, çevresindeki bağ ve bahçelerle kaplı tepeler çoksakindi. Yalnız çalılıklarda gece kuşlarının ötüşü ve kurbağaların vıraklamasıduyuluyordu. Hep uyanık olan Şeria nehri ise, aşınmış kayaların kenarlarınıyalayarak şırıl şırıl akıyor, derelere bölünüyor, sonra yine toplanıpbirleşiyordu.Onun suları da pırıl pırıldı ay ışığında. Her şey yerli yerindeydi vevarlıklarınıdevam ettiriyorlardı. Huzur ve sükun içindeydi bu yerler. Yalnız o, Abdias,huzur ve sükunu bulamıyordu. Çünkü her şey nasıl yazılmışsa öyle oluyor ve ohiç bir şeyi değiştiremiyor, facianın oluşmasını durduramıyordu. Gözyaşıdökmesi, yalnızlıklar içinde Tanrıya yakarması boşuna idi. O günden bu yanayaklaşık iki bin yıl geçmesine rağmen, kaçınılmazı kabul etmek istemiyor,geçmiş yüzyılların burgacında kendini arıyor, düşünce yoluyla ilk kaynağa,yazgı ipinin çıktığı yere doğru gidiyordu. Đçinde bulunduğu gerçeği unutarak,bütün sorularına cevap bulmak için zamanların ötesine dalıyordu. Oysa o andaüzerine hortum hortum su boşanıyor, bu suların içinde kayboluyor, ara sıra daolayları mantıklı bir şekilde değerlendirmek için gerçeğe dönüyordu. Asil duyguları ve arzuları tarih karşısında ona iradeci bir tavır aldırmıştı.SonYargıyı, Yargı gününü istemesi ve beklemesi de tarihe aykırı idi. Çünkü böylebir olay ancak çok çok sonra olabilecekti: Bu sözlerin, gölgesi insanlarınüzerinedüşmeye devam eden o kudretli valinin huzurunda söylenmesini çok arzuediyordu (Ve bunların arasında potansiyel halinde daha nice nice Pilatuslargörülebilecekti). Ama, Abdias, olayların akışını zorlayarak, dünyanın büyükkanunlarının, bilinmedikleri zaman bile geçerli olmasını isteyen bir fikre görehareket ediyordu. Bir hak yasası gereğince ve bu yasanın açıkça ifadesinden çokönce, büyük haksızlıkların cezalandırılacağı Son Yargı imajı, her zamanzihinlere yerleşmiştir. Bizim trajik bilincimizde, sıfırdan hareket eder gibi başlayıp asırlar boyu Sayfa 98
  • 99. Dişi Kurdun Rüyalarısayageldiğimiz, düşüne geldiğimiz Đsa kimdir? Bunu yapmamız niçin gerekli?Sadece ebedi bir pişmanlık ve üzüntü içinde olalım diye mi? Onun çarmıhagerildiği günden bu yana, ölümsüz olduğunu iddia eden nice nice şeylerunutulup gittiği, toz toprağa karıştığı halde, o olaydan ötürü zihinlerimizniçinhala sükunet bulmadı? Aslında insan hayatının sürekli olarak, ilerlemelerebağımlı, bu ilerlemelerin egemenliği altında olduğu düşünülüyor mu? Bugünyeni olan yarın eskimiş olacaktır ve her buluş, kendisinden sonraki buluşunyanında solup gidecektir. Öyleyse, Đsa öğretisinin eskimediğini, kuvvetinikoruyageldiğini nasıl izah edeceğiz? Onun doğuşundan ölümüne kadarmeydana gelen, sonra da, çağlar boyu, nesiller boyu devam eden bu olaylargerçekten gerekli mi? Đnsan macerasındaki bu gidişin, bu yolun anlamı ne?Nereye vardık? Elimize ne geçti? Aydın zekaların iddia ve temin ettikleri gibi,insanların bütün çabalarının amacı kendilerini arayıp bulmak ise, sahipbulundukları muhakeme kabiliyetini geliştirmek ise; bu yol daha başlangıcındanitibaren niçin bir meşakkat, bir zulüm yolu olarak alındı? Kim böyle yaptı?Niçin yaptı? Herkesin kendine göre yorumladığı şu meşhur hümanizm olmadanyaşayabilecek miydik? Hıristiyan hümanizmi, dünya hümanizmi, egoist sınıfhümanizmi ve prensip hümanizmi... tamamen soyut! Bugün, çok uzun birmesafede güçlerini tüketen bu inanışın faydası ne? Evet, ne faydası var? Küçük çocuklar da dahil herkes her şeyi çok uzunzamandan beri bildiğine göre faydası ne? Maddeci bilim, bütün öteki dinler gibiHıristiyanlığı da gömmeye, yok etmeye çalışmadı mı? Bunları olanca gücüylesüpürüp atmaya, kuvvetli bir elle ilerlemelerin ve tek takip etmemiz gerekenkültürün dışında bırakmaya çalışmadı mı? Çağdaş insan, ilk bakışta hiçbir diniinanca ihtiyacı yokmuş görünüyor: Bu inanışları, uzun zaman öncesine ait basitişaretler gibi tarih bilgileri arasındaki yerine koymak yetiyor, çağımızinsanına.Din eski bir etaptır ve modası çoktan geçmiştir onun için... Peki, böyledüşünerek nereye geldik? Konuya daha yakından bakalım: En gerçekçiteorilerle gülünç durumlara düşürerek kaldırıp attığımız o eski fedakarlık,sadakat ve merhamet kavramlarının yerini alacak ne var elimizde? Đmanınyerini alabilecek ne bulduk? Hiç şüphesiz son derece üstün bir şey olmalı, çünküyeni daima eskiye tercih edilir! Đşte, öyleyse, yeni din, yeni ve eşsizkudrettekidin, yakında bütün dünyaya hükmedecek yeni din: En müthiş silahlarladonatılmış askeri güç! Đnsan bu kadar bağımlı, böylesine buyruk altındabulunmuş muydu hiç! Đnsan hayatı her an, büyük devletlerin savaşı başlatmalarıveya bundan sakınmaları şıklarına sıkı sıkıya bağımlıdır. Böyle bir durumda,atom silahlarına sahip devletler dışında hangi ilahlara bel bağlayacağız?Sunaklarında, insanların tapması için bomba maketlerinin sergilendiği veduaların generaller portresi önünde yapıldığı bir tapınağın kurulmasıdüşünülmedi henüz... Ama, çağımıza uygun kiliseler işte bunlar olacak! Abdias, alışkanlık haline getirdiği bu düşüncelerle, o gece, hafızanın maddiolmayan akışı sayesinde ve geçici her şeyden azade olarak, geçmişinkapılarından içeriye dalmıştı. Eski kıyılarda akıp giden yeni bir dere gibigeçmişbir zamana girmişti: Ve o paskalya öncesi günde, tehlikeyi haber vermek içinEfendisini aramıştı. Gelecek çağ için kaygılarını anlatacak, tarih arenasınayenibir Tanrının gelişini bildirecekti Ona: Vicdanları veba gibi zehirleyen,herkesekendi dinini, evrensel vurucu güç dinini empoze eden Đlah-Caludun gelişini. Đsabuna ne derdi? Đnsanlığı mahvolmaya sürükleyen askeri çılgınlığın bubaşdöndürücü yarışını korku ile, dehşetle karşılamaz mıydı? Bir kere dahagünahlarımızın ağırlığını omuzlarına almak, çarmıh üzerinde ikinci defa ölmekistese bile, yürekleri savaşçı yeni inanışla kararmış, daha kuvvetlininmerhametsiz kanunlarıyla yönetilen bu insanlara bir şey anlatamaz,açıklayamazdı... Abdias Đsayı bulamamıştı. Yahuda Ona ihanet etmiş ve Onu alıpgötürmüşlerdi. Bu bahçede, bu dünyada yapayalnızdı ve ıssız Gethsemanide,bütün olanlara ve olacaklara ağlamaktan başka bir şey yapamazdı. Ağaçgövdelerini yontarak yaptıkları pullara tapan ve kuzeyin karanlık ormanlarında Sayfa 99
  • 100. Dişi Kurdun Rüyalarıyaşayan kendi atalarının üzerinden atlayarak gelmişti oraya. Abdias adıkullanılmıyordu daha o günlerde. Çok çok sonra da pek kullanılmayacaktı.Kendisi de henüz çok uzakta olan 20. yüzyılda gelecekti dünyaya...Sanki çektiği acıların dünyanın kaderini değiştirecek bir gücü varmış gibi,Efendisinin tutuklandığı büyük incir ağacının altında uzun uzun, hıçkıra hıçkıraağladı... Sonra, siteye dönmek için ayağa kalktı. Kudüs duvarlarının arasında şehrinbütün sakinleri rahat bir uykudaydılar. Hiç kimse hiç bir şeyden şüpheetmiyordu. Acılar içinde kıvranarak dolaşan ve düşünen yalnız o idi: Nerede?Şimdi Ona ne yapıyorlar? diyordu. Sonra birden vaktin çok geç olmadığınıanlayarak ve var gücüyle bağırarak pencerelere vurmaya başladı: Kalkınız! Birfelaket geldi! Efendimizi hala kurtarabiliriz! Onu alıp Rusyaya götüreceğim,Oka üzerinde küçük bir ada var, oraya... Abdias, kıyısında doğup büyüdüğü bu çayın üzerindeki adacıkta, Đsanın güvenaltında olacağını hayal ediyordu: Orada dünyanın bahtı için dua eder, riyazetedalar, belki yeni bir ilahi ilham doğar, insanlığı, zamanları aşarak ilahimükemmelliğe ulaştıracak yeni bir yol keşfederdi. Ama bu defa, bizi o hedefeulaştırmasının bedelini kendi kanı ile ödemek zorunda kalmayabilirdi. Đnsanlaradına, bir gerçek adına yüklenmek; üstlenmek zorunda kaldığı ıstırap veaşağılanmalara da gerek kalmazdı. Cellatlarının korktuğu ve bu yüzden deacımasız şekilde boğmaya çalıştıkları bir gerçekti o... O gün gelecek nesillerin mutluluğu için, onları, tabiatta bulunmayan, yalnızinsanların eseri olan haksızlıklardan kurtarmak için göze aldığı işkencelere degerek kalmazdı. Ama, böyle bir teşebbüste gerçekten başarılı olabilir ve tarihinakışını değiştirebilir miydi? Her şeyde kendi çıkarını gözeten, onu aklındançıkarmaya, vicdanını susturmaya çalışan insana, Onun hayatını feda ederekverdiği ders de unutulup gitmeyecek miydi? Đnsanlar her zaman yaptıkları gibikendilerini haklı çıkarmak için mazeret uydurmayacaklar mıydı? Kötünün kötütarafından mağlup edilmesi gerektiğini iddia etmeyecekler miydi? Yaradılıştataçlandırılan insanın, sevinçte ve tasada, en acınacak yoksullukta ve en büyükzenginlikte onu terketmeyen aşağılık ihtirasların boyunduruğundan kurtarılmasıdüşünülebilir, göze alınır bir iş miydi? Çünkü bu takdirde, bütün güçleriellerinde tutanlarla hiçbir gücü olmayanların bunları paylaşmaları da sözkonusuidi. Đsa, ölümü ile, başkasına hükmetmek gibi uğursuz bir ihtiyacı kesin olarakyok edebilir miydi? Bu kendini tatmin etme ve başkalarını sevmeme olgusu,kuvvetli olanı kuvvetini körükörüne kullanmaya, zayıfı da aşırı itaate,dalkavukluğa, ihanete sürüklüyordu ve bütün bunların bir tek amacı vardı:Cazibesi insanı her şey mübahtır görüşüne düşüren iktidara sahip olmak. Böylebir görünüm karşısında gerçekten ve hayatın anlamından söz etmek nasılmümkün olur? Toplumun son ferdine kadar bütün gönüllerin hiç bir şüpheye yerbırakmadan kabul edip inanacağı daha yüce bir hedef nasıl gösterilir? Sen işte bu amaçla işkenceyi göğüsledin; herkes evrensel iyinin, mağfiretinsesini işitsin istedin. Ama insanın üzerine çöken, onun belini büken yük çokağır. Onda bu derece kökleşmiş kötülüğe karşı bir aşı bulunabilecek mi?Bulunabilirse, onu bütün yaratıklardan ayıran akıl kanatlarıyla, ruhu, şimdiyekadar ulaşılamamış yüksekliklere çıkaracaktır! Heyhat! Böyle bir şey mümkünolsaydı! Ama, Senin fedakarlığın boşuna. Kendilerini asla doğru yolasokamayanları Sen daha iyi duruma getiremezsin. Dur! Uğrunda ölmek istediğininsanlar, yakında Seninle alay edecekler. Đki bin yılı bile doldurmayan bir süresonra, materyalizm Tanrı inancını yok edince, Senin hayatını saçma bir efsanesayacaklar ve Senin saflığınla alay edecekler: Ne zavallı bir kaçıkmış bu Đsa,ondan kimse bir şey istemedi, kendini böyle çarmıha gerdirmekte çıkarı neydi?Bunun hiçbir orijinal yanı yok ve insanlar milim değişmedi diyecekler. Seninbütün yaptıkların ve jestlerin onlara pek saçma gelecek, çünkü onlar maddeninsırrını anlamış olacaklar ve çünkü onlar yerçekiminin üstesinden gelmiş, uzayıfethetmiş olacaklar. Yeryüzü egemenliği için, kardeşin kardeşi öldürdüğü birkavgaya girişecekler ve sonra bütün galaksiye, bütün evrene hükmetmekisteyecekler. Sonsuz olmasına rağmen evren onlara dar gelecek. Başarısızlıklarının, yenilgilerinin öcünü almak için, sınırsız ihtiraslarınıtatmin Sayfa 100
  • 01. Dişi Kurdun Rüyalarıetmek için, Senin üzerinde doğruluk dinini, kardeşliği yaymak istediğin bugezegeni yerinden uçurmak, toz duman halinde savurmak isteyeceklerdir.Düşün: Tanrı yakında anlamsız bir kelime haline gelecek, çünkü onlarkendilerini Tanrıdan da üstün görecekler. Bunlar her şeyi yok ettikten, Seninadın bile hafızalardan silindikten sonra ve bunu geleceğe ulaştıracak kimse dekalmayacağına göre Senin Kendini feda etmen neye yarayacak? Ey benimzavallı çok saf Efendim! Benimle Oka çayına gel, benim küçük adacığımda, biryıldızda oturur gibi oturacaksın. Herkes Seni görebilecek, ama hiç kimsekötülük yapamayacak Sana. Gel! Henüz vakit var. Bu gece ve yarın sabahbizimdir. Belki o korkunç akıbetten kurtulabilirsin. Vazgeç Efendim, seçtiğin buyol gerçekten seçebileceğin tek yol mudur? Abdias Kudüsün sıcak, kasvetli sokaklarında, bakışları ıstıraplarla, aklı ençılgın düşüncelerle dolu olarak dolaşıyor ve içinden, Tanrının insanlara enetkilitrajik bir örnek olsun diye kurban olarak gönderdiği Đsayı razı etmek içinyalvarıyordu... Faydasız bir örnek hareketi bu, çünkü, talihin korkunç bircilvesiyle, insanın tabiatını yeteri kadar dikkate almamış bulunuyordu...Sitenin kapıları önünden geçerken, Abdias, üç ayağı üzerinde seke seke dolaşanbir köpek gördü -hayvanın dördüncü ayağı kırılmış ve böğründe sarkıp kalmıştı-Köpek ona üzgün ve düşünceli bir şekilde baktı. -Zavallı topal, dedi köpeğe, sen de benim gibi bir yitiksin. Gel benimle.Ve şafak vaktine kadar köpek onun peşinden ayrılmadı. Her şeyi anlıyor gibiydibu hayvan. Sabahleyin şehir uyandı: Bedevilerin çölden getirdikleri develer, eşekler,çeşitliticaret eşyası yüklü katırlar pazar meydanlarına doğru akmaya başladılar. Atarabaları, yükleri altında iki büklüm olmuş hamallar, sitenin çeşitlinoktalarınadoğru yöneldiler. Yavaş yavaş her şey canlandı, hareketlendi. Canlanmayabaşlayan pazar yerleri de alışveriş edenlerin gürültüsüyle doldu... Bu aradaheyecanlı bir kalabalık da tapınağın yanında toplanmış, buradan HerodesSarayına doğru yürüyordu. Vali Pontius Pilatus o sarayda idi. Abdias da katıldıbu kalabalığa. Çünkü kalabalığı oluşturan insanların Đsadan söz ettiklerinianlamıştı. Ama silahlı nöbetçiler kalabalığı sarayın yakınında durdurdu onları.Şimdi orada bekliyorlardı. Kavurucu sıcağa rağmen kalabalık her dakikabüyüyordu. Bazıları Pontius Pilatusun, hiç dönmemek üzere Kudüsü terketmesişartıyla peygamberin hayatını bağışlayacağını, bazıları da, adet olduğu üzere,paskalya şerefine affedileceğini söylüyorlardı. Üçüncü bir grup da onukurtarmak için Yahovanın bir mucize göstereceğinden emindiler. Surlarınardında neler olup bittiğini bilmeyen diğerleri de uygun bir çıkış yolununbulunacağını ümid ediyorlardı. Birçoğu da, taht üzerinde hak iddia etmek gibigülünç iddialarının, hayatını yitirmesine sebep olacağını düşünüyor ve onugörmek için sabırsızlanıyor, şöyle diyorlardı: Vali işi niye uzatıyor? Đbretolmasıgerek, oyalanmasınlar, bir an önce assınlar! Sıcakta beklemek çok zor, Golgothatepesinde iyice kavrulacağız! Bu Đsanın dili biraz fazla uzun, herkesinkafasınıkarıştırabilir. Şimdi muhakkak valinin kafasını şişiriyordur, umalım vali busözlere kanmaz, yoksa boşuna beklemiş oluruz burada... Zaten bu Nasıralı bütüngüzel vaadleriyle ancak ölümü hakeder. Vaadettiği Yeni Saltanatın gölgesi bilegörünmüyor ve onu bir köpek gibi öldürecekler... Bu sonucu kendisi aradıdiyebiliriz... Abdias ümitsizce ve öfke ile onlara bağırıyordu: Böyle konuşmaya hakkınızyok, nankör sefiller! Onun asil öğretisine çamur atmaya nasıl cüretediyorsunuz!Onu takdir etmeli, yolundan gitmeliydiniz! Ve gözleri yaşla dolmuştu. Ama,insanlar onu görmek ve duymak istemiyorlardı, çünkü henüz dünyada değildi o.Onun doğumu çok sonra, taa 20. yüzyıl ortalarına doğru gerçekleşecekti... Yağmur giderek yavaşladı ve durdu. Bulutlar, başka yerlerde de ansızıngürleyip boşanmak için geldikleri gibi gittiler. Son seyrek damlaların da ardıkesildi. Yeni yıkanmış, yıldızlarla süslü şafak yaklaşıyordu: Gökyüzünün Sayfa 101
  • 102. Dişi Kurdun Rüyalarıkenarında, henüz akik siyahlığında bir ufkun gerisinden sökmek üzereydi. Otlar,dinlenmiş saplarını o belli belirsiz aydınlığa doğru uzatmışlardı. Nemli toprakserinlemişti. O saatte, bozkırın sayısız yaratıkları arasında hiçbiri, varolmanınmutluluğunuAbdias Kallistratov gibi hissetmiyor, acınacak bir durumda olsa da, haline onungibi şükretmiyordu. Đyi ki hava, günboyu biriken sıcaklığın tamamını alıp götürmemiş ve böylece oda hiç olmazsa soğuktan titrememişti. Đliklerine kadar ıslanmış ve her tarafıyarabere içinde olsa da, şafak sökünceye kadar uzanıp kalmış, geçmişi ve içindebulunduğu zamanı aynı anda yaşayarak, bu hayaller içinde yürüyerek, acılaradayanmıştı. Şimdi, hayat ve düşüncenin sonsuz nimetlerini tekrar keşfediyordu.Yağmur dindiği sırada bir demiryolu köprüsünün altındaydı. Son gücünütoplayarak, sürüne sürüne buraya kadar gelebilmişti... Bulunduğu yer çevresine göre daha kuru idi, sabahın olmasını buradabekleyebilirdi. Ne var ki köprünün altı bir katedralin kubbesi kadar yankılıydıvetrenler gelip geçtikçe ağır topların batarya ateşlerine hedef oluyordu sanki.Amazihni açıktı, derin düşüncelere, hakimdi. Bu düşünceler bir kaynaktan çıkıyor,büyüyor, ruhunu ve aklını frensiz, sınırsız bir akıntı ile sürükleyipgötürüyordu.Abdias bütün geceyi Đsanın akıbetini ve Pontius Pilatusu düşünerek, onlarıhayal ederek geçirmişti. Gelip geçen trenlerin müthiş gürültüsü onun hayaleneski Kudüste dolaşmasına, gürültülü bir kalabalık tarafından kuşatılmışGolgotha tepesine çıkmasına ve orada olanları kendi gözüyle görmesine engelolamamıştı. Birden, Moskovada geçirdiği son günü ve Puşkin Müzesindeki Bulgarkorosunu hatırladı ve o korodaki ikizini düşünmeye başladı: Ona çok benzeyenbu korocuyu, ağzını iyice açıp şarkısını söylerken görüyordu. Ne harika seslerçıkıyordu o ezgiden, onları dikkatle dinleyenlerin ruhlarını ve kalplerini nasıldadeğiştiriyorlardı! Babası da kilise ilahilerini çok sever, onları dinlerkenheyecanlanır ve ağlardı. Son savaşları az sonra, bir gün ona, genç bir rahibeninyazdığı bir dua kitabı vermişlerdi. Bu genç rahibe uzun zaman önce öğrenci,sonra da öğretmen olarak bir Öksüzler Yurdunda yaşamış, sadece birbuçuk ayberaber yaşadığı sevgili eşinin cepheye gitmesinden ve ölmesinden sonra datarikate girmiş. Kocası gemiciymiş ve gemisi bir Alman denizaltısı tarafındanbatırılmış. Diyakos Kallistratov, o içten, o coşkulu yakarış metnini gözyaşıdökerek okumuştu... Bu ruh dokümanı dediği metni genç Abdiasa yüksek sesleokutarak dinlemekten çok hoşlanırdı. Küçük Abdias da bunu, daha çok eskipiyanonun başında, ikonaların yanında, ayakta durarak ve her kelimesini berrakçocuk sesiyle heceleyerek okurdu. Çocuk Abdias okuya okuya bu dualarıezberlemişti ve bugün niçin olduğunu Allah bilir, birden bire yine hatırlamıştıoduaları: Gökyüzü yeni yeni aydınlanmaya başladı, herkes uykuda, ben günlük duamıokuyarak Sana sesleniyorum, her şeyi bilen Yarlıgayıcı Tanrım! Her şeydenönce seni düşünüyorsam ve her gün sıkıntılarımı sana tekrarlıyorsam, bubencilliğimi bağışla. Ama ben, nefes aldığım sürece bunları söylemeyi tek amaçbildim. Đyiliğin, Gerçeğin, Adaletin aslı Yüce Tanrım, durmadan dua edişimi debağışla. Çünkü ben asla kendim için dua etmiyorum. Kalbimin dünya nimetineihtiyacı yoktur. Senden ömrümü uzatmanı da istemiyorum. Ama, insanların,insan ruhlarının selameti için dua etmekten vazgeçmeyeceğim. Ey bağışlamasıbol Tanrım! Bizi karanlıkta bırakma, bu dünyada iyiyi kötüden ayırmamızayardım et. Bizi aydınlat! Kendim için dilekte bulunmaya cesaretim yok. Banaolacak her şeyi önceden kabul ediyorum. Beni ister ebedi Cennetine al, isterCehennemin ateşine at. Kaderimiz sana aittir ey dile sığmaz, gözle görülmezTanrım! Sayfa 102
  • 103. Dişi Kurdun Rüyaları Ben kulunun, Senin şefkat dolu sözlerine itaat eden bu naçiz rahibenin, kendimiçin bir tek dileğim var: Sevgilimin gemisi hiç durmadan yoluna devam etsin.Gündüzler boyu, geceler boyu, birbirini izleyen çok uzun gecelerde vegündüzlerde, dünya Senin koyduğun yasaya göre dönmeye devam ettikçe, o hep,dosdoğru, topları daima susmuş olarak ve rotasını hiç değiştirmeden yolunadevam etsin. Okyanusları aşsın, dalgalar ona çarparak kırılsın, ebediyenuğuldasın, kükresinler. Deniz onun üzerine yağmur olup şarıl şarıl dökülsün veo, acı köpüklerle dolu deniz havasını teneffüs etsin. Güvertenin gıcırdadığını,makinelerin durup dinlenmeden gürül gürül çalıştığını, rüzgara uyarak uçuşan vebağrışan martıları işitsin. Böylece, uzak bir kıyıda hayal ettiği ve asla demiratamayacağı bir ışık şehrine doğru yüzsün... yüzsün... Benim tek dileğim budur. Her defasında aynı dilekte bulunduğum, her günşafakta batan bir gemi için dua ettiğim için beni bağışla ey yargılayıcı YüceTanrım. Ölümlü ölümsüz bütün umutların sığınacağı liman Sensin. Sen heryerde hazır ve nazırsın. Teselli veren Sensin. Her şeyin evrensel kaynağıSensin.Bunun için de, geçmişte, bugünde, gelecekte, bütün zamanlarda hep sanayöneleceğiz. Artık hayatta olmayacağım, Sana yakaramayacağım, hiç kimseninyakaramayacağı zamanda da bu gemi yoluna devam etsin, ta sonsuzluğunsınırlarına kadar... Amin. Abdias, birden kendi kendine, Uçkudukta gördüğü motosikletli genç kadınyanında olsaydı ona bu duayı okuyacağını söyledi. Bir an sonra da budüşüncesini pek gülünç buldu ve koca bir budala olduğunu düşünerek katılakatıla güldü. O kız onu bu halde, uzun yol soyguncusu ya da talihsiz bir haydutgibi bu köprünün altında büzüşüp kalmış görse, kimbilir nasıl şaşırırdı. Nedüşünürdü acaba? Herhalde bir bu eksikti! der, ona inanmaz ve inanmamaktada haklı olurdu. Ama, onun gözünden iyice düşmek pahasına da olsa, şu andaonu getirmeyi çok istiyordu... Gün doğuncaya kadar, geçen trenlerin uğultusualtında, öylece hareketsiz bekledi. Petruha, Lenka ve ötekiler nerdeydiler şimdi? Ve anlaşılmaz, uğursuz Grişannerdeydi? Herhalde, Calpak-Saza varmışlardı ve oradan da Moskovaya doğruyollarına devam ediyorlardı. Abdias kendi başarısızlığına ve kötünün başarısına pek üzüldü. Bütün bunlarbasit bir hesap hatasından ileri geliyordu. Ama kendi kendine çabalarının pekboşa gitmediğini ve bu mücadeleden daha da büyüyerek çıktığını da söyledi.Kaçakçıları doğru yola sokamamış olsa bile, kendi kıt imkanlarıyla, yazacağıyazı için bütün belgeleri toplamıştı. Ama, hala doğru yola sokulabilecek tekkaçakçı olan Lenkayı hatırlayınca ve bunu yapamadığını düşününce, çabalarınınpek boşa gitmemiş olması zayıf bir teselli olarak kalıyordu. Heyhat, vazifesiniyapamamıştı... Seyahatinin çeşitli safhalarını, özellikle mavi gözlü dişi kurdun onuparçalayacağı yerde üzerinden atlayıp geçişini hatırladı. Tuhaf bir olaydı,gerçekten şaşılacak bir şeydi bu. O vahşi hayvanı ve o vahşi hayvanıngözlerindeki hikmet dolu parıltıyı unutamıyordu. Güneş nihayet yükseldi. Yağmurdan sonra havanın kokusu çok güzeldi. Sıcakhenüz bastırmamıştı, her şey pırıl pırıl ve netti. Gökyüzünde toygarlarötüşüyor,öteki kuşlar oradan oraya cıvıldayarak uçuşuyor, çok ötelerde insanların olancahızlarıyla yaşadıklarını, hareket halinde olduklarını gösteren trenler, bozkırıbirufuktan öbür ufka yarıp geçiyordu. O sabah, toprağın hafif nemli bu köşesinde, huzur ve ahenk vardı. Güneş yeteri kadar yükselince, Abdias elbiselerini kurutmayı düşündü. Ama,çıkarmak istediği elbisesine şöyle bir bakınca, üstündekilerin lime limepaçavradan ibaret ve iğrenilecek kadar berbat olduğunu gördü. Giyilesi pırtılardeğildi bunlar. Vücudu da yaralarla, çiziklerle, morartılarla doluydu. Đyi kiyanında bir ayna yoktu. Olsaydı, yüzünün halini görünce büyük bir korkuyakapılabilirdi. Ama, aynaya bakmasa da, yüzünün insan yüzü olmaktan çıktığını Sayfa 103
  • 104. Dişi Kurdun Rüyalarıhissediyordu. Öyle ağrılar içindeydi ki yüzü, en ufak bir temas dayanılmazacılarveriyordu. Yine de her şeyi filozofça karşıladı; kendi kendine daha da kötüolabileceğini,hayatta kaldığına şükretmesi gerektiğini söyledi. Üstündeki pırtıları çıkarırkençok can sıkıcı bir durumla daha karşılaştı: Pasaportu iyice yırtılmış, ıslanaraknerdeyse hamur halini almış ve kullanılmaz hale gelmişti. Az çok korunabilmişbütün parası da, biri yirmi beş, öteki de on rublelik iki banknottan ibaretti.Bukadarcık az bir para ile ta Moskova ya, oradan da Oka nehrinin kıyısındakiküçük kasabaya gitmesi gerekiyordu. Abdias şimdi bitikti, güçsüzdü, çaresizdi. Papaz Okulundan kovulduğugünlerde de parasızlık yüzünden çok güç şartlar altında yaşamıştı. Çocukkençalmayı öğrendiği eski piyanoyu kız kardeşinin de rızası ile satmak zorundakalmış, ama umduğu fiyatın ancak yarısına satabilmişti. Kullanılmış eşya alanmağazanın sahibi ona, kullanılmış eşya pazarında müzik aletlerinin, özellikle depiyanoların, hatra eski teyplerin de pek çok olduğunu söylemişti. Çaresiz, razıolmuştu eskicinin verdiği fiyata. Evet, daha önce de zor günler yaşamıştı, amahiçbir zaman şu andaki kadar parasız ve yalnız kalmamıştı. Yine de, yeni bir gün başlıyordu, içinde bulunduğu güç durumdan kurtulmakiçin bir çare aramalıydı. Bir kere daha ülküsüne bağlılığı, mevcut somut şartlaraltında zorlanıyordu. Geceyi hayal dünyasına dalmış olarak geçirmişti ama şimdi sabah olmuştu, biryerleşim noktasına ulaşmalı ve biraz da yiyecek bulmalıydı. Nihayet talih bir kere daha güldü. Her şeyi apaçık görmeye başladığı zaman,küçük bir köy yolunun kenarında bulunduğunu anladı. Elbette o köprününaltında trafik pek yoğun olamazdı ve Abdias, tesadüfen geçecek bir arabayıbeklemektense en yakın demiryolu istasyonuna kadar yürümeyi, oradan daCalpak-Saza gitmeyi düşünüyordu. Kuruyan pırtıları tekrar üzerine geçirdiktensonra, yakınında değnek gibi kullanabileceği bir dal, bir ağaç parçası aradı.Öbüryaraları bir yana, dizi o kadar şişmişti ki ayakta pek güç durabiliyordu. Osıradaaklına tuhaf, olmayacak bir şey geldi ve acı acı gülümsedi: Belki Grişanbastonunu trenden aşağı atmıştır. Petruha beni onunla iyice dövdükten sonra,bastonun işi bitmiş olmalı, belki de Grişanın bu bastona hiç ihtiyacı olmamıştıdiye düşünmüştü. Oralarda bastona benzer bir şey bulamadı ama, birden, bir aracın kendisinedoğru geldiğini farketti. Bu, eski bir kamyondu. Oturma yeri kontrplaklaörtülmüştü. Sürücünün yanında bir kadın oturuyordu ve kadının kucağında birçocuk vardı. Sürücü, hafif esmer, iri yarı bir Kazak idi. Abdiasın yanınagelincefrene bastı ve kapının yan açık camından ona hayretle baktı: -Seni bu hale Çingeneler mi soktu evlat? dedi şaşkın şaşkın. -Hayır, onlar değil, trenden düştüm. -Sarhoş değilsin ya? -Hiç içmem. Sürücü ve karısı, kendi aralarında besbelli acıyarak, iç çekerek, Kazakçakonuştular. Abdias Kazakça bilmiyor, onların ne söylediklerini anlamıyordu.Ama ikisinin de sık sık "biçare" diye bir kelimeyi tekrarladıklarını farketti. Sayfa 104
  • 105. Dişi Kurdun Rüyaları -Gel bizimle, dedi şoför, biz Calpak-Saza gidiyoruz. Seni burda bırakırsakölüp gideceksin, biçare, burdan pek az araç geçer. Abdiasın boğazı tıkanır gibi oldu. Sevinçten ağlamamak için kendini zortuttu,nasıl teşekkür edeceğini bilemedi. -Sağ ol arkadaş, dedi elini göğsüne koyarak, ben de sizden o yöne gidiyorsanızbeni de almanızı rica edecektim. Bu ayağım yüzünden çok zor yürüyorum. Sağolun. Şoför, kamyonun arkasına bindirmek için ona yardım etmek üzere aşağı atladı. -Şöyle gel, bana dayan, biçare... Bin, korkma, yukarısı yumuşak, yüntaşıyorum. Sovhozun yünleri, onları şehirde bir yere teslim edeceğim. Buradarahat edersin, ama sigara içme. -Ben sigara içmem, korkmayın, dedi Abdias sesinin en ciddi tonuyla. Geceyidışarıda, yağmur altında geçirdim, hala her tarafım ıslak, ama burada birazdinlenirim. -Elbette, elbette, sıkma canını. Ben öylesine söyledim sigara içme diye. Rahatet biçare. Kadın arabanın kapısından başını sarkıtarak bir şeyler söyledi. -Kocası da onun söylediklerini tatlı bir tebessümle tercüme etti: -Karım aç olup olmadığını soruyor. -Ha, evet, dedi Abdias, yiyecek bir şeyiniz varsa çok minnettar kalırım. Ona, bir şişe içinde koyun sütü ve güzel kokulu tandır ekmeği verdiler.Abdiasa bu, gece çektiği ıstıraplara karşılık ilahi bir lütuf gibi geldi. Karnını doyurduktan sonra, keskin kokulu yapağı balyalarının üzerinde sallanasallana derin bir uykuya daldı. Sağnağın getirdiği serinlik tamamen gitmemiştive Abdiasa bu uyku, bunca felaketten sonra bir ilaç gibi geldi. Kamyon durduğu zaman Abdias da uyandı. -Đşte geldik, nereye gitmek istiyorsun? Şoför yere inmiş, ona kuşku ile bakıyordu. Cevap alamayınca tekrar sordu: -Hey evlat, sağ mısın? -Evet; evet. Đyiyim. Sağ olun. Calpak-Saza geldik mi? -Geldik. Biz depoya gideceğiz. Sen nereye gitmek istiyorsun? -Ben istasyona gideceğim. Yardımınıza tekrar teşekkür ederim. Karınıza daçok teşekkür ederim. Minnettarlığımı nasıl ifade edeceğimi bilemiyorum.Adam onun inmesine yardım etti. Abdias inerken acı bir uf çekmekten kendinialamadı. -Çok kötü durumdasın biçare. Hastaneye gitmelisin. Hem sonra sana birdeğnek lazım, daha kolay yürürsün bir bastonun olsa. Đstasyon çok yakındı ama Abdias oraya sürüne sürüne ancak yarım saattevarabildi. Bereket versin yolda bir tahta parçası bulabilmiş, onu koltuk değneğigibi kullanmış, biraz daha kolay yürümüştü. Yavaş yavaş ilerlerken, bozkırın sessizliğine alışmış kulaklarına bin türlügürültü geliyordu: Yollardan, büğetlerden, şantiyelerden, projektörlerden, Sayfa 105
  • 106. Dişi Kurdun Rüyalarıvinçlerden, ardı arkası kesilmeyen konvoylardan, istasyon meydanından,kısacası her taraftan gelen gürültüler. Lokomotiflerin keskin düdükleriduyuluyor, hoparlörler trenlerin geliş-gidiş saatlerini bildiriyordu. Her yönekoşuşan telaşlı insanlar vardı. Çünkü Calpak-Saz, Türkistanın en önemlidemiryolu kavşaklarından biriydi ve Abdias bir anda kendini gürültülü birhareketin içinde bulmuştu. Şimdi, cebinde kalan sadece otuz beş ruble ile kendi şehrine ulaşabilmek içinne yapması gerektiğini düşünüp bulmalıydı. Moskovaya kadar en ucuz mevkide yolculuk için bile otuz ruble ödemesigerekiyordu. Üstelik her zaman bilet bulunmazdı ve bu yüzden o gün trenebinemeyebilirdi. Hem sonra, başkente ulaşsa bile beş parasız ne yapacaktı?Karnı acıkacak, bir şeyler yemesi gerekecekti. Vücudu da yara bere doluydu...Burada bir hastahaneye mi gitmeliydi, yoksa bir an önce bu haline rağmenyoluna mı devam etmeliydi? Yolda hep bunları düşünmüş ve nihayet istasyonagelmişti. Kalabalık, gürültülü salonlardan geçip, üstündeki pırtılarla, şişikyüzüyle ve elindeki tahta parçasıyla herkesin dikkatini çekmişti. Afiştahtasınınyanında bir polis memurunun da kendisine dikkatle baktığını farketti. -Dur bakalım delikanlı, dedi polis ona yaklaşarak. Sert bakışlarında merhametsezilmiyordu. Yanına gelince sordu: -Burada ne işin var? Kimsin sen? -Ben mi? -Evet, sen! -Şey, trene bineceğim, tarifeye bakıyorum. -Kağıtların var mı? -Ne kağıtları? -Ne demek ne kağıtları? Bir pasaport, bir kimlik kağıdı, bir çalışma belgesi! -Evet, pasaportum var, ama bakın, doğrusunu söylemek gerekirse... -Ver bakalım. Abdias bocaladı: -Mesele şu ki... yoldaş... şey, yoldaş... -Yoldaş Polis Şefi, diye fısıldadı öfkeli memur. -Bakın şef yoldaş, önce açıklamama izin verin de... -Sonra açıklarsın. Kağıtların!? Abdias cebinden, eskiden onun pasaportu olan ve şimdi ne olduğuanlaşılmayan kağıt blokunu çıkardı, memura uzattı. -Bu mu pasaport? diye gürledi memur, sen benimle alay mı ediyorsun! Bu birpasaport ha? Al onu da benimle karakola kadar gel bakalım. Orada anlarız kimolduğunu... Kılığından ve sözde koltuk değneği olan elindeki tahta parçasından utançduyan Abdias, başına toplanan meraklı kalabalık karşısında nasıl davranacağınıbilemiyordu. Yine de itiraz edecek cesareti buldu: -Size açıklayacağım şef yoldaş, dedi pek kendinden emin olmayan bir sesle,beni anlıyor musunuz, ben bir gazeteciyim ve... Böylesine yüzsüzce ve arlanmadan söyleniyor diye daha da kızan polis gürledi: -Gazeteci ha! Başka yalan bulamadın mı! Haydi yürü gazeteci beyefendi! Sayfa 106
  • 107. Dişi Kurdun Rüyaları Orada bir meraklının sesi de duyuldu: -Duydunuz mu, bir gazeteci olduğunu iddia ediyor. Bir başkası alaylı birsesle: -Belki dışişleri bakanının ta kendisidir, neden olmasın? dedi. Abdias, büyük bekleme salonunda polisi takip ederek ilerlemek zorunda kaldı.Herkes ona bakıyor, yolcular birbirlerini; onu göstererek alaylı işaretlerveriyorlardı. Ana kapının önündeki ahşap sıranın üzerinde eşyalarıyla oturan birailenin yanından geçerken, kendisi için söylenen bazı sözleri duydu: Küçük kız: Anne, anne, şuna bak, kim o? Kadın: Kötü bir haydut o, bak polis yakalamış onu. Bir erkek sesi: Yok canım, haydut olamaz o. Bir yankesici, olsa olsa birhırsız... Kadının sesi: Pek emin değilim Mişa, görünüşe aldanmamalı. Bakınca bir şeyebenzemiyor ama, geceleyin dar bir sokakta karşına çıkmayagörsün, boğazınıkeser insanın... Ama asıl bundan sonra daha korkunç şeyler duyacak, görecekti. Polisinpeşinden giderek garın içinde birçok kapıdan geçtikten sonra kendisini geniş birodada buldu. Odanın penceresi meydana bakıyordu. Masanın başında oturandaha küçük rütbeli bir polis memuru, onlar içeri girince ayağa kalktı ve: -Bir vukuat yok şef yoldaş, dedi. -Otur Begbulat, bak ne acayip bir kuş getirdim sana. Görünüşü pek gururludeğil mi Gazeteci olduğunu iddia ediyor! Abdias az daha bir çığlık atacaktı. Kapının solunda, kalın ve kabaparmaklıkların odadan ayırdığı bir hücre vardı ve içine tıkılmış eskiarkadaşları!Tıpkı bir hayvanat bahçesindeki vahşi hayvanların hücresi gibi bir yer. Hepsioradaydılar: Petruha, Lenka; Mohaç, Kolia, iki sabotajcı ve diğer bazıları.Hepsion-oniki kişi, yalnız Grişan yoktu aralarında. Besbelli o yakayı kurtarmıştı. -Ne oldu size? diye bağırdı Abdias, nasıl düştünüz buraya? Hiçbir cevap vermedi ona. Kaçakçıların kılı bile kıpırdamıyor, birbirlerinesımsıkı yaslanarak oturdukları yerde, şaşkın şaşkın bakıyorlardı. Gerçektentanınmaz haldeydiler. Bakışları sönüktü, boştu. -Sen de bu çeteden biri olmayasın? dedi öfkeli polis şefi manalı bir şekildesırıtarak. -Elbette onlardan biriyim, bunlar benim arkadaşlarım, dedi Abdias. -Sahi mi! dedi polis şaşırarak ve ona şüphe ile bakarak. Sonra tutuklularadöndü: -Sizden biri mi? dedi. Ama tutuklular hiçbir şey söylemedi. Başlarını çevirip bakmadılar bile. -Hey size söylüyorum! Cevap vermek istemiyor musunuz? Pekala, sizekonuşmayı öğretirim ben, sizi kusturmasını bilirim, yemin ederim ki, beni ve317. maddeyi çok iyi hatırlayacaksınız sonra. Hem, yaşınız küçük diye, rüştçağında değilsiniz diye, sabıkanız yok diye, yargıcın size hoşgörülüdavranacağını hiç sanmayın: Hoşgörü hiç yok. Söylemedi demeyin. Tamsuçüstü yakalandınız! Sayfa 107
  • 108. Dişi Kurdun Rüyaları Böyle dedikten sonra haşhaş dolu ve bir kenara yığılmış bagajları gösterdi.Bazıları açılmış ya da yırtılmıştı ve oralara dağılmış kuruyan otların ağırkokusuduyuluyordu. Abdias masanın üzerinde, telefonun yanında, kenevir özü dolukibrit kutularını ve küçük kavanozları da gördü. Polis gittikçe hiddetlenerekbağırıyordu: -Evet, konuşturacağım sizi! Dilsiz numarası mı yapıyorsunuz bana? Suçüstübu! Bana inanın cezanız büyük olacak. Bütün deliller elimde: Bütün kokainpisliğiniz burada. (Böyle derken uyuşturucu dolu valizleri, torbalarıtekmeliyordu). Kaçan o küçük arkadaşınızı da yakalayacağım. Haydi kalkınayağa pis herifler! Derhal kalkın! Burası bir salon değil. Kalkın ve gözleriminiçine bakın! Sizi iyi tanırım ben: Sizin gibi sümüklü serseriler daha önce deateşettiler bana. Bu yaşlarda silahlanan sizin gibi ayak takımlarına bırakmam bumeydanı. Benden merhamet beklemeyin. Sizin gibi çirkeflere ne yapacağımıbilirim ben! Nereye saklanırsanız saklanın, bulur tepelerim. Kuduz köpekler gibigeberteceğim sizi! Haydi bakalım, size bir soru sordum: Kendini gazetecigöstermeye çalışan bu sefil kim? Söyleyin, kim bu serseri? Abdiası elinden tutup iyice görmeleri için parmaklıkları çekti ve devam etti: -Tepem atmadan cevap vermenizi tavsiye ederim! Sizden biri miKaçakçılar hala susuyordu ve Abdias asık suratlarına bakarken bunların dahadün bozkırın ortasında trenleri durduran, esrar çeken ve kendini hızla gidentrenden aşağı atan o korkusuz çocuklar olduğuna inanamıyordu. Şimdikafesteydiler, bellerinde kemerleri, ayaklarında ayakkabıları yoktu. Herhaldeyüz numaraya götürürlerken kaçmasınlar diye almışlardı ayakkabı vekemerlerini. Sefil, bitik bir durumdaydılar. -Son defa soruyorum, dedi polis şefi hiddetle soluyarak, bu herif sizden birimi, değil mi? -Bizden değil, dedi Petruha istemeye istemeye ve gözucuyla bakarak.Abdias parmaklığa daha da sokularak bağırdı: -Bunu nasıl söylersin Piotr? Beni unuttunuz mu yoksa? Size ne kadar acıdım,nasıl oldu bu iş? Polis daha da konuşmasına engel oldu: -Bu çeşit bir başsağlığı dileme yeri değil burası, dedi ve yine kaçakçılaradöndü: -Hepinize tek tek soracağım, yalan söyleyeni mutlaka anlarım, hiççırpınmayın, yalan söyleyenler için, fazladan, ayrı bir sorgulama dahayaptıracağım. Şimdi sen söyle bakalım! dedi Mohaça. -Bizden değil, dedi Mohaç yüzünü ekşiterek. Polis şefi Lenka ya döndü: -Sen söyle! -Bizden değil, dedi Lenka derin bir iç çekerek. -Bizden değil, diye tekrarladı Kolia. Đstisnasız hepsi onu tanıdıklarını inkarettiler. Onların bu davranışlarına Abdiasın çok canı sıkıldı. Tuhaf bir duygu ileaşağılanmış, reddedildiği için küçülmüş hissediyordu kendisini. Birden sinirkrizi geçirmeye, hiddetlenmeye, başı dönmeye başladı. Kekeleyerek: -Beni tanıdığınızı nasıl inkar edersiniz, ben sizinle... Polis Şefi alaylı bir tonla sözünü kesti: -Hiç çeneni yorma Sayın New-York Times muhabiri! Niçin tanımadıklarını Sayfa 108
  • 109. Dişi Kurdun Rüyalarıbiliyorsun. Artık senin nerede olduğun, ne yaptığın benim umurumda değil.Ayaklarımıza dolanma yeter. Seninle uğraşmaktan başka işlerimiz de var bizim.Çek git artık. Bu herifleri de rahat bırak. Onların yaptıklarını, suçlarınıcezalandıracak kanunlar var; acımasız kanunlar! Onları kodese tıkacaklar, hiçbirhafifletici sebep yok. Haşhaş toplayamayacak, uyuşturucu kaçakçılığıyapamayacaklar artık. Buradan def olup git, bir daha seni gözüm görmesin!Abdias olduğu yerde, ağırlığını bir sol, bir sağ ayağının üzerine veriyor veoradan gitmek istemiyordu. Önündeki kağıtlara bir şeyler yazan ikinci polis başını kaldırdı: -Şef yoldaşın dediklerini duydun, fikrini değiştirmeden gitsen iyi edersin.Teşekkür et ve toz ol! Abdias parmağı ile hücreyi göstererek sordu: -Herhalde şu kapının anahtarı vardır sizde? -Var, ne olacak, sana ne bundan? dedi afallayan polis şefi. -Açın öyleyse kapıyı. -Daha nesi! Kendini ne sanıyorsun sen? Seni de şimdi... -Evet evet, beni de onlarla birlikte hücreye sokmanızı istiyorum. Benim yerimorası! Abdiasın beti benzi atmış, tıpkı bir gün önce o çok değerli haşhaşı vagonunpenceresinden atarken olduğu gibi, büyük bir hiddete kapılmıştı. Bağırarakkonuşmaya devam etti: -Tutuklanmam ve yargılanmam hususunda ısrar ediyorum; yolunu yitirmiş,dünyanın sayısız kötülükleri, çelişkileri, darbeleri ile yitip gitmiş buzavallılargibi yargılayın beni! Ben de onlar kadar suçluyum. Onlar ne yaptıysa ben deyaptım. Kapıyı açın ve beni oraya kapatın. Mahkemede benim suçumusöyleyeceklerdir. Ruhumuzu temizlemek için günahlarımızın cezasını hepberaber çekeriz... Đkinci memur elindeki kağıtları bırakıp ayağa fırladı: -Şef yoldaş, zır delinin biri bu! Şuna bakın, normal olmadığı besbelli. -Yoo, aklım başımda benim, diye itiraz etti Abdias, onlar gibicezalandırılmayıhakettim ben. Bunun delilik neresinde? -Sakin ol, sakin ol, dedi şaşkına dönen polis şefi. Bunca yıllık meslek hayatında böylesine hiç rastlamamıştı. Bunu anlatacak olsakimse inanmazdı. Kısa bir süre sessizlik oldu. Sonra birden hüngür hüngür birağlama sesi duyuldu. Lenka idi ağlayan. Yüzü duvara dönüktü amagözyaşlarının çeşme gibi aktığı görülüyordu. Petruha elini onun ağzınagötürmüş, kulağına da besbelli tehdit dolu bir şeyler fısıldıyordu. -Bak yoldaş, dedi polis şefi birden sakinleşen bir sesle, seninle dışarıda birturatalım, biraz konuşalım. Söyleyeceklerini dikkatle dinleyeceğim, ama buradaolmaz. Gel çıkalım biraz, haydi... Çıktılar ve tekrar uğultulu kalabalığın doldurduğu holde buldular kendilerini. Polis onu boş bir sıraya oturttu, kendisi de yanına oturdu: -Senden bana bir iyilik yapmanı istiyorum yoldaş, dedi güven veren bir sesle. Sayfa 109
  • 110. Dişi Kurdun RüyalarıBizim işimizi güçleştirme. Canını sıkan bir şey yaptımsa özür dilerim. Senindışında da meselelerimiz çok bizim. Gördüğün gibi hiç de rahat bir meslek değilbizimki. Onun için senden rica ediyorum, biletini al ve istediğin yere git.Serbestsin. Yalnız, bir daha buralara gelme. Anlıyorsun değil mi? Abdias o tuhaf davranışını polise anlatmak ve uyuşturucu kaçakçılarıhakkındaki görüşlerini bildirmek için toparlanmaya çalışırken, polis ayağakalkmış, kalabalığın içinde kaybolup gitmişti. Treni beklerken canları sıkılan yolcular, şişkin suratı, paçavralardan ibaretgiyimi ve acayip değneği ile herkeste şüphe ve aşağılama duygusu uyandıranAbdiasın etrafında birikmeye başladılar. Bu görünümünden başka; onu oraya birpolis memurunun getirmiş olması da arttırıyordu şüpheleri. Abdias gittikçe kendini daha kötü hissediyordu... Ateşi yükseliyor, başıçatlayacak gibi ağrıyordu. Bir gün önceki olaylar, yediği dayak, sağnak altındageçen gece, şişen dizi ve son olarak da, şimdi cezalarını çekecek olan eskiarkadaşlarıyla karşılaşmış olması, çığ gibi gelen bütün bu felaketler, nihayetonuyıkmıştı. Vücudu tiril tiril titriyordu. Bazen yakıcı, bazen dondurucu dalgalarkaplıyordu vücudunu. Ayağa kalkmaya gücü kalmadığı için oturduğu sıranınüzerinde iyice büzülmüş, başı omuzlarına sarkmış, elindeki tahta parçası daayaklarının dibine düşmüştü. Etrafındaki her şeyin üzerine tuhaf bir sis çökmüştü sanki. Gitmeye hazırlananyolcuların yüzleri, siluetleri belli belirsizdi. Dalgın gözleriyle onlara, şekildeğiştiren aynalara bakar gibi bakıyordu: Esniyor, geriniyor, yassılıyor,birbirlerinin üzerine yığılıyor gibiydiler. Bir ara içi bulandı. Beyni dezonkluyordu ve ona tamamen yabancı insanlarla dolu bu yerde nefes almaktagüçlük çekiyordu. Durumum gerçekten çok kötü, diye düşündü, insanlar da çoktuhaf, kimse kimsenin derdiyle ilgilenmiyor. Ne boşluktur bu! Hiçbir bağlılık,hiçbir dayanışma yok insanlarda... Herhalde bu krizi atlatırdı. Yakında gücünü toplar, ceza kamplarınagönderilecek o zavallı çocuklara yardım etmek için bir çare bulurdu. Dün akşamkendisini öldürmeye çalışan bu çocukları affetmişti bile. Onda kin ve nefretduygusunu uyandırmaları gereken bu kötü kişilere, bu katillere o, sadeceacıyordu. Peşinde koştuğu ülkü, gerçeğin verdiği korkunç dersleri düşünmesineengeldi, mantığı ona hiçbir yardımda bulunmuyordu. Ta içinden gelen bir hisle,kaçakçıların uğradığı başarısızlığın aynı zamanda kendi başarısızlığı olduğunu,başkalarına yardım etme, iyilik etme inancında başarısızlığa uğradığınıdüşünüyordu. Çünkü, onları eğitememiş, bu genç yitikleri doğru yolasokamamış ve şimdi uğradıkları akıbetten kurtaramamıştı. Aynı zamanda, enbüyük tehlikeler karşısında ne derece yılmaz, bükülmez davrandığını daanlamıyor değildi... Her şeye rağmen bu dünyada, hatta böyle bir kavşak istasyonunda bile iyiinsanlar vardı. Oldukça yaşlı, beyaz saçlı ve başı örtülü bir kadın, Abdiasıntamkarşısında oturuyordu. Bu kadın onun hasta ve yardıma muhtaç olduğunuanlamıştı. -Beyim, diye söze başladı kadın... Sonra da birden resmiyeti bırakıp anakalbiyle konuştu: Neyin var oğlum, hasta mısın? -Şey, hastayım galiba, ama benim için endişe etmeyin, dedi ölgün bir sesle vezorla gülümsemeye çalışarak. -Nasıl endişe etmem evladım? Aman Allahım, baksana ne haldesin, bir yerdenmi düştün? Böyle derken elini onun alnına koydu ve: -Ateşin var, dedi, zaten hasta olduğun gözlerinden de anlaşılıyor. Buradanayrılma çocuğum, gidip soracağım, herhalde buralarda bir revir vardır, belki bir Sayfa 110
  • 111. Dişi Kurdun Rüyalarıhastahaneye götürürler. Seni böyle bırakamam... -Sizi temin ederim efendim, zahmet etmenize gerek yok... -Hiç olmaz mı, burada durup beni bekle, hemen dönerim. Kadın, eşyasını küçük çocuklarla oturan başka bir kadına emanet ederek kalkıpgitti. Abdias bir şey söyleyemedi, çok geç kalırsanız? diye soramadı. Gittikçekötüleştiği besbelliydi. Nihayet soğuk aldığını anladı, çünkü boğazı ağrıyor,tükrüğünü bile yutamıyordu. Herhalde anjin olmuştu. Çok bitkindi. Bıraksalarorada yere uzanıp yatar, gelip geçen yolcuların onu çiğnemelerine bilealdırmazdı. Öylesine uyku akıyordu gözlerinden... Tam uykuya dalmak üzere idi ki çevresindeki kalabalık hareketlendi vebağrışmalar duydu. Gözlerini açıp bakınca, uyuşturucu kaçakçılarınınkarakoldan başka bir yere götürülmekte olduklarını gördü. Birçok polis vardıyanlarında. Kortejin başında hiddetli polis şefi yürüyor, işsiz güçsüzmeraklılarısağa sola iterek yolu açıyordu. Tutukluların elleri kelepçeliydi ve tek sırahalinde yürüyorlardı. Onların oradan çıkmak üzere olduklarını anlayıncainsanüstü bir gayretle doğruldu, o tahta parçasını aldı eline ve peşlerinedüştü.Sözde koşuyordu, ya da öyle sanıyordu ama yetişemiyordu onlara. Sonra,meraklı bir kalabalığın arasında kalakaldı. Yalnız, bulunduğu yerden, ikipolisino gençleri demir parmaklıklı bir araca ite kaka bindirdiklerini, kendilerinin deaynı araca bindiklerini, polis şefinin sürücünün yanına oturduğunu görebilmişti.Demir parmaklıklı büyük araba meçhul bir yere gitmişti onları alıp.Seyirciler kendi aralarında konuşmaya başladılar: -Caniler çetesini toptan yakalamışlar... -Bahse girerim ki bunlar ev ev dolaşıp adam öldüren haydutlardır... -Ne korkunç! -Pek katil olacak yüzleri yok, daha çocuk bunlar... -Çocuk mu dedin! Bu zamanda çocuklar, kim olursa olsun, gözlerinikırpmadan adam öldürüyorlar! -Yok canım, bunlar haşhaş toplayıcılarından başkası değildir. Biliyorsunuz ya,buralarda pek çok böyleleri. Marşandiz trenlerine gizlice binerek taşıyorlarmallarını. -Ardı arkası kesilmiyor bunların, ne kadar çok yakalanırsa, o kadar da çokyenileri türüyor... -Gerçekten utanç verici. Abdias, polisler ve tutuklular gözden kaybolunca, tuhaf bir boşluk hissetti... Tekrar hole döndü, ama az önce oturduğu sırayı bir türlü bulamıyordu. Garıniçinde, ayaklarını güçlükle sürüyerek bir o yana, bir bu yana yürümeye başladı.Sonra birden, ona yardım etmek isteyen o kadınla karşılaştı. Kadının yanındabeyaz önlüklü bir hemşire vardı: -Đşte burada! diye bağırdı kadın. Neredeydin oğlum, her tarafta seni arıyoruz.Bak, bir hemşire getirdim, bulaşıcı bir hastalığın olmasından korkuyor. -Bulaşıcı olduğunu sanmıyorum, dedi Abdias. Hemşire elini onun alnınakoydu: Sayfa 111
  • 112. Dişi Kurdun Rüyaları -Ateşiniz çok yüksek, ishaliniz var mı? Çürük kokan sıvı dışkı falan? -Yok. -Yine de benimle gelmeniz gerekecek, doktor muayene etmeli. -Gelirim efendim. Eşyalarınız nerde? -Eşyam yok. -4- Abdiası Calpak-Saz Hastahanesine götürdüler ve onu Doktor AliĐsmailovnanın bilgili ve özenli tedavisine bıraktılar. Kazak Doktor AliyeĐsmail,ciddi bir kadındı, biraz sert şekilde sordu: -Durumunuz oldukça kaygı verici. Bacağınızı bir uzmana göstereceğim, buarada, enfeksiyonu durdurmak için antibiotik vereceğim size. Ama başınızageleni tam olarak bilmeliyim. Sadece merak ettiğim için sormuyorum bunu, birhekim olarak olayın aslını bilmem gerek... Meydana gelebilecek sayısız olaylar arasında öyle bir istisnası vardır ki, o,Yüce Yaradanın bir lutfudur. Böyle bir lutuf-olayla her insan hayatında hiçolmazsa bir defa karşılaşabilir. Ama böyle bir olayla karşılaşan insanın hiçolumlu sonuç alamaması ihtimali de büyüktür ve bunu ancak daha sonradüşündüğü zaman anlar, bu harikulade güzel mucizenin sürüp gitmemiş olmasıkalbine ürperti verir... Çünkü, lutuf Tanrıdandır ama onu değerlendirmek, sonuçalmak insanların kendilerine aittir. Abdias da yakında böyle bir tecrübe geçirecekti. Hastahaneye gelişinin üçüncügünü, bir daha görebileceğini asla ümid etmediği biri ziyaretine geldi. Onunadını bile bilmiyordu daha. Ama o, rüyalarının en tatlı konusu idi. Bilindiğigibirüyaların sınırı yoktur... Đğneler ve ilaçlar sayesinde Abdiasın ateşi daha ilk akşam düşmüştü ve şimdiancak 37,3 derece idi. Ama dizindeki şiş bir türlü inmiyordu. Radyografisinebakınca, kaburga kemiklerinden birinin de çatlak olduğunu anladılar. Yine deiyileşmekte olduğunu hissediyordu ve morali iyiydi. Çünkü Aliye Đsmailgerçekten çok iyi bir doktordu; insanın yalnız vücudunu değil, ruhunu da,maneviyatını da tedavi ediyordu. Bütün tavırlarıyla, hatta sesinin tonuylahastalara güven veriyor, onların mücadele gücünü, dayanma gücünü artırıyordu.Bu tür bir psikoterapi de, bunca maceradan sonra, ihtimam ve ilgiye çok ihtiyaçduyan Abdiasa gerçekten yararlı oluyordu. Doğrusunu söylemek gerekirse hastaolmaktan, hasta oluşundan, iyi bir hekimin müşfik elleri arasında bulunmaktan,bir bahçe içindeki küçük hastahanede istirahat etmekten oldukça memnundu.O akşam çok sıcak olduğu için, bahçe yollarından birine bakan beyaz perdelipencereyi açık bırakmışlardı. Đki oda arkadaşı biraz hava almak ve birer sigaraiçmek için dışarı çıkmış ve Abdias yalnız kalmıştı. Sık sık dereceye bakıyor,ateşini ölçüyordu. Ateşinin yeniden yükselmesinden çok korkuyordu çünkü.Birden koridorda ayak sesleri duydu, biraz sonra da sesini tanır gibi olduğu birkadının nöbetçi hemşireye onun adını söyleyerek yattığı odayı sorduğunu!...Kim olabilirdi bu? Kapı açıldı. -Đşte burada, dedi hemşire. -Günaydın, dedi ziyaretçi genç kadın, siz Kallistratov musunuz? Gözlerine inanamıyordu. Uçkundukta gördüğü ve onu unutamayacağı şekildeetkileyen motosikletli kızdı bu! Bu kızı (ya da genç kadını) karşısında görünceaklı başından gitti. Kızın söylediklerini duymuyordu bile, yalnız tek tükkelimeleri işitiyor ve bunlarla sözlerini anlamaya çalışıyor ve anladığını da Sayfa 112
  • 113. Dişi Kurdun Rüyalarıhissediyordu. Adının Đnga Fiodorovna olduğunu, üç yıl önce buraya geldiğizaman tanıştığı ve arkadaş olduğu Doktor Aliye Đsmailovnanın kendisindensözettiği için onu görmeye geldiğini söylüyordu kız. O da Abdiasın kine benzerbir işin içindeymiş. Bir botanist olduğu için, Mujunkumda yetişen yabanikenevirleri incelemekle görevlendirilmiş (Ama o bu yabani kenevire, ya dahaşhaşa, latince pek karışık bir ad verilmişti), Abdiasla bu yüzden konuşmakistemiş, haşhaş konusunda yapacağı yazılar için bilimsel bulgulara ihtiyacıvarmış. Abdias o anda bilimsel ya da değil, en ufak bir bilgi verebilecek durumdadeğildi. Bu genç kadının birden bire karşısına çıkması onu kelimenin tamanlamıyla, şaşkına çevirmiş, allak bullak etmişti. Kendini toparlayacak gücübulamıyordu. Ona, olağanüstü güzel görünen o gözlere bakmaktan başka bir şeygelmiyordu elinden. O gözlere dalıp gitmişti ve milyonlarca yıldız arasındanyepyeni bir yıldız keşfeden bir astronom gibiydi. Göz kamaştıran bir yıldızdıbu,ama onu öbür yıldızlardan yalnız bilen kişi ayırabilirdi... Ancak o kız gittikten sonra sakinleşti ve olup biteni tam olarak anlayabildi.Önce bir karacahil gibi davranmıştı. Ona damdan düşer gibi Her an sizidüşündüğümü nereden bildiniz? gibi bir soru sormuştu. Ne gereği vardı buaptalca sorunun. Saçma bir soruydu bu ve kız da ne diyeceğini bilememişti de,sadece kaşlarını kaldırmış ve esrarlı bir şekilde gülümsemişti. Daha da güzelolmuştu bu haliyle. Eğer onun bu sorusunu basit bir iltifat saymışsa,seviyesizlikle yorumlamışsa, kendisini affedemeyecekti. Ama, Tanrıya şükür, obunu yüksek ateşin sebep olduğu bir sayıklama gibi kabul etmiş, bu soruya pekaldırmıyor görünmüştü. Sonra da o ilk karşılaşma üzerinde uzun uzun durmuştu.Çok kısa bir karşılaşma olmasına rağmen kız da çok iyi hatırlıyordu o günü. Ona ertesi gün helikopter geçerken iki haşhaş toplayıcısı ile otların arasınayatıp saklandığını söyleyince de çok gülmüştü. Kız ona, Taşkentli kimyager vebiyolojistlerden oluşan bir heyetle o helikopterde olduğunu, bu heyetin biraraştırma enstitüsü adına, yabani keneviri tamamen yok edebilecek yeni bir ürünya da ilaç bulmak için çalıştığını da söylemişti. Abdias, böylece, toksimaniyekarşı birkaç cepheden mücadelenin başlatılmış olduğunu da hayretle öğrenmişoldu. Fakat, bu bitkinin kökünü kurutmak, öyle kolayca halledilecekmeselelerden değildi. Haşhaşı bittiği yerde yok edecek bir madde, bir etken imaletmek kolay olsa bile, onun daha da kötü bir sonuca, çok daha tehlikeli bir yanetkiye sebep olması mümkündü. Çünkü insanoğlu ne zaman tabiatın dengesinibozmaya kalkışsa böyle olurdu. Haşhaşın bitmesini engelleyecek bir ilaçtoprağın iki yüz yıl kısır, verimsiz kalmasına yol açardı ki, uyuşturucu ilemücadele uğruna böylesine büyük bir ekolojik felaket göze alınamazdı. Anlaşılıyordu ki o genç kadın ya da kız, riski daha az olan bir mücadele yolubulmak ümidiyle, haşhaş üzerinde inceleme yapıyordu. Tanrım! dedi AbdiasKallistratov, yabani bir otla insanların ahlak çöküntüsü arasında ne büyük birbağ, bir ilgi var. Eğer tabiatın bilinci olsaydı gerçekten bir cani olabilirdi! Abdias, Đnga ile karşılaşmasını ne zaman hatırlasa, bu olayın hayatında yenibirdönem başlangıcı olduğunu söylerdi. Yeni bir çağ idi bu. Bunu, romantiktiplerin bir abartması saymak hatadır. Gerçi onun bu kıza birden birevurulmasında korkunç bir aşırılık vardı, ama öyle gergin bir duyguyakapılıyordu ki, halk arasında yaygın olarak söylenen aşk kelimesi ile ifadeedilemezdi. Küçük Prioksk şehrindeki evine dönerken, yol boyunca zamanınınen güzel anlarını ona kartpostal yazmakla geçirir, trenin beş dakikadan fazladurduğu her istasyonda bu kartları ona postalardı. Dönüşünden bir gün sonra dauzun bir mektup yazardı: Bana ne olduğunu anlayamıyorum! diye yazıyordu,bugüne kadar kendimi oldukça ihtiyatlı, heyecan bakımından da, zihinbakımından da çok dengeli bir insan sanırdım, oysa şimdi ruhi durumumuanlayamıyorum, çok tuhaf ama, bu halimi incelemek, anlamak da istemiyorum. Hala, beni adeta yere seren o eşsiz, o duyulmamış mutluluğun şoku altındayım.Bir mutluluk çığı altında kalmış gibiyim; hani şu dağdan kopan karparçacıklarının yuvarlana yuvarlana büyüyerek, önüne çıkan her şeyi sürüpsüpürüp götüren çığın altında. Böyle bir çığı bir belgesel filmde görmüştüm. Ve, Sayfa 113
  • 114. Dişi Kurdun Rüyalarıbu beklenmedik sevinç yığının altında kalmaktan da sonsuz mutlulukduyuyorum. Bu dünyada benimkinden daha büyük bir mutluluk hiç olmamıştır,benim şansım eşsiz. Vahşi bir fanatik gibi, bu yaz boyunca bana getirdiği uğuriçin, çıngırağımı durmadan sallıyorum. Çünkü bu çıngırak beni ölümdenkurtardı ve ölseydim tadamayacağım mutluluklar sundu bana. Aşk, her canlı içinbir ruh ihtilalidir! Çünkü onun yaktığı her şey, aynı zamanda bir rönesans, biryeniden doğuştur! Đnga, bütün saçma sapan sözlerimden dolayı senden özür dilerim. Đşin aslı şuki, seni seviyorum ve senin benim için ne ifade ettiğini yeterince güçlükelimelerle anlatmaktan acizim... Bırak bir nefes alayım... Yazı işlerine uğradım, başıma gelenleri de kısacaanlattım. Röportajımı bir an önce yazmam için beni sıkıştırıyorlar vesabırsızlıkla bekliyorlar. Belki bu konuda daha sonra sürekli makaleler deyazarım. Böylece gazetede devamlı bir işim de olur ümidindeyim. Tabii bununiçin vakit henüz erken. Hemen yarından itibaren işe koyulacağım. Đsteyerek nottutmadım, bu yüzden hafızama başvurmam, her şeyi hatırlamaya çalışmamgerek. Yine de, yargılanacak ve ağır cezaya çarptırılacak kaçakçıları düşündükçehuzurum kaçıyor. Elbette onlar bunu hakettiler, ama ben onları tanımak veanlamak fırsatını buldum. Hayat onlar için gerçekten zordu ve talihsizliklerineüzülüyorum. Özellikle küçük Lenkaya çok acıyorum. Bu yollara düşmüş olmasıo çocuk için çok korkunç. Hatırlarsın, benzer durumlarda ahlak meselelerindenuzun uzadıya söz etmiştik. Ve sen çok haklısın: Dünyanın herhangi birnoktasında işlenen her suç, her kötülük, hepimizi ilgilendirir. O kötülüğünişlendiğini bilmesek ve çok uzağında olsak bile ilgilendirir. Đtiraf edelim ki,bazen, hasmımız ya da rakibimiz dediğimiz kişilerin başlarına gelen bir felaketbizi güldürür. Gazeteler bu suçları anlatmalıdır. Yeryüzünde işlenen bütünkötülükleri bilmek ve bunları ciddiye almak, konuya dört elle sarılmakzorundayız. Çünkü insanların felaketleri arasında bir ortak nokta, bir dengevardır ve onları birbirlerinden ayıran kötülükler, birleştirenlerden daha azdır.Yalnız bunların asıl sebeplerini bilmemiz gerek. Bütün mücadelelerimize veçelişkilerimize rağmen bir evrensel uzlaşmayı sağlayabiliriz. Çünkü selamete,kurtuluşa açılan tek kapımız budur. Bütün düşüncelerimi seninle paylaşmak, beni dinleyen iyi kalpli birininbulunduğunu bilmek harika bir şey. Yakında mektuplarımla canını sıkmaktan,seni bıktırmaktan korkuyorum: Sana hiç durmadan yazmak ihtiyacınıduyuyorum. Karşı gelinmez bir istek bu. Yazmasam, bu ayrılığadayanamayacağımı hissediyorum. Hiç olmazsa düşüncelerimle her zamanseninle olmak istiyorum. En çok istediğim şey de, seni ilk gördüğüm anı tekraryaşamaktır: Bana, Mujunkum bozkırının ortasında bir motosikletle göründün.Tıpkı, Olimpos dağından, modern kıyafete bürünerek inen bir tanrıça gibiydinve benim zavallı sapkın kalbimi o anda fethettin. Bunu söylemekten birazutanıyorum, ama Uçkudukta seni görür görmez öylesine gözüm kamaştı ki,kendimi hayranlık ve korku karışımı bir duygudan kurtaramıyorum... Eski arkadaşlarımı düşündükçe, onlara karşı görevimi yapamadığım içinkendimi affedemiyorum. O insanların ıstırap yükünde kötü olanı zerre kadarazaltamadım, iyi olanı da yine zerre kadar arttıramadım. Kalplerine Allahkorkusu girecek sanıyordum ama, onlarda para kazanma hırsı ağır bastı. Şimdide bu çocuklara yardım edebileceğim bir yol bulmak için kafa çatlatıyorum. Hiçolmazsa onlara yardım etmek istiyorum, çünkü bu çevrede yalnız onlarıtanıyorum. Bugün hiç rağbet görmeyen ama insan ruhunun en esaslı, en yüceitiraf ve ifadelerinden biri olan pişmanlık duyma yolunu göstermek isterdim...Çağdaşlarımızın ahlak anlayışında bu duygunun tamamen yok olduğunu dasöyleyebiliriz. Ama, hata ya da günahlarını bilmeyen bir insan tam bir insanolabilir mi? Pişmanlık ve günahın kefaretini ödemek suretiyle ruhunaydınlanmasından ürperti duyan ve gözü kamaşanlar, yalnız düşünce ya dahareketlerindeki hatayı, günahı bilebilen insanlardır... Bizi gerçeğe götürenyol,adım adım olgunluğa, mükemmelliğe, güzelliğe de yaklaştırır... Aman Tanrım, işte yine başa döndüm! Beni bağışlamanı diliyorum Đnga: Kendiduygularımla boğuluyor ve her defasında tekrar tekrar aynı tutkularıma, Sayfa 114
  • 115. Dişi Kurdun Rüyalarıkafamdan çıkaramadığım düşüncelere dönüyorsam, bunun tek sebebi, varlığınıda işgal ettiğin yerdir. Sana anlatmak istediklerimin binde birini bileyazamıyorum gibi geliyor bana... Seni bir an önce görmeyi, bütün dokularımla, bütün benliğimle arzu ediyorum:Birbirimizi görmeyeli tam bir hafta oldu... Gerçekte; bilmeni isterim ki, bu çok büyük ve gittikçe daha da büyüyen ayrılıkacısı, şu anda bütün ruhumu sarmış bulunuyor. Bundan gayri her şey, tuhaf birbüyü ile, büyük ölçüde önemini yitirmiş, yavaş yavaş ikinci plana düşmüşbulunuyor. Temmuz sonunda, güzel bir günde, gazete idarehanesinden yıkılmış olarakayrıldım. Yazı işleri müdürünün bana karşı, röportajıma karşı gösterdiği anidavranış değişikliğine çok üzüldüm. Bir süreden beri gazeteci arkadaşlarım daçok tuhaf davranıyor. Beni bu yolculuğa teşvik eden ve yazmamı çok isteyenarkadaşlar, düştüğüm bu durumdan kendilerini sorumlu tutuyorlar galiba.Bu ortam beni çok sıkıyor, çok üzüyor. Birisinin benimle karşılaştığı zamanrahatsız olduğunu anlayınca, ben de bir suçluluk hissine kapılıyorum ve onu busıkıntıdan, benimle olduğu için acı çekmekten kurtarmaya çalışıyorum.Artık, bir çeşit vicdan azabı verdiğim için, yazı işlerinde görünmemeye, orayagitmemeye karar verdim. Đhtiyaçları olursa beni bulurlar, ihtiyaç duymazlarsakendileri bilir, ben de ne yapacağımı bilirim. Ben Rusyanın o güzel yazında caddelerde yürürken hep coşkular içindeolurdum, ama bu defa taş gibi donuk ve katı idim. Namuslu bir vatandaşın örnekhareketi, bir ruh haykırışı, ahlak yoluna bir çağrı olan bu yazımı yazabilmekiçinnice sıkıntılara girmiş, nice tehlikelere göğüs germiştim. Ama şimdi, ülkeninprestiji gibi tutarsız bir gerekçe ile benim girişimlerimi, bütün yaptıklarımımahvetmek istiyorlar. (Bu gerçekleri kendimizden niçin ve ne adına gizliyoruzacaba?) Buna nasıl kızdığımı, öfkelendiğimi anlatmak için kelimeler pekyetersiz kalıyor. Nihayet görüşebildiğim yazı işleri müdürü de bana şaşılacakaçıklamalarda bulunmuştu: -Gerekirse yetkili uzmanlara ayrıntılı bir rapor veriniz, uygun gördükleri,yararlı bulabilecekleri tedbirleri alırlar... -Evet, aynen böyle söylemişti ve ben kendimi tutamamış: -Ne zamana kadar felaketlerin de, faciaların da en alasının, en büyüğününbizde olduğunu iddia etmemeye devam edeceğiz? demiştim. -Facialardan kastınızın ne olduğunu anlamadım? -Uyuşturucu iptilasının sosyal bir felaket, bir facia olduğu aklınıza hiçgelmedimi? Böyle dedikten sonra yanından ayrılmıştım. Artık beni destekleyen, ayakta tutan yalnız Đnganın mektuplarıydı. Onunyokluğu kalbimi parçaladığı zamanlarda mektuplarını tekrar tekrar okuyordum.Telepati denilen şey mutlaka vardır, aksi halde, derin üzüntülerimi vedüşüncelerimi önceden sezip nasıl yazabilirdi? Ne de olsa başarısızlığa uğramışeski bir papaz okulu öğrencisiydim. Modern genç kızların hoşuna gidensüpermenlerin yanında pek silik kalıyordum. Yine de Đnganın bana tam birgüven duyması, hatta saygısı ve özellikle de satırlar arasında apaçık ifadeedileniçten duygusu, beni kendi gözünde büyütüyordu. Uzun bekleyişten sonratalihimin beni yanıltmadığını görerek sevinçten uçuyordum. Ona, benim Đngamarastlamak ne büyük bir mutluluk! Aşkın bütün sırrı bu karşılıklı ilgiye, sevgiyedayanmıyor mu? Bugüne kadar maddi konulara doğrudan doğruya değinmekten kaçınmıştık. Sayfa 115
  • 116. Dişi Kurdun RüyalarıÇözülmesi gereken müşahhas meselelerim üzerinde durmamıştım. Önceistikrarlı bir işim ve gelirim olmalıydı. Dönüşümden beri babadan kalmakütüphanedeki kitapları satarak geçindim ve bu da hiç hoşuma gitmiyordu.Asyaya, Đnganın yanına gitmeyi, orada bir iş bulup onun yanına yerleşmeyi deçok düşündüm. Onun çalıştığı araştırma biriminde, beni çok ilgilendiren biralandaki araştırmalarına yardımcı olmak için, basit bir yardımcılık görevinerazıydım. Uyuşturucu felaketi ikimizin ortak meşgalesi idi. Ben bu felaketinahlak yönüyle ve o düzeyde mücadele etmek istiyordum, o da bilimsel alandamücadelesini sürdürüyordu. Onun, pek zevkli görünmeyen, zamanımızın omoda işlerinden biri olmayan, parlak bir gelecek de vaadetmeyen bu çalışmaya,heyecanla, can ve gönülden bağlanmasına büyük hayranlık duyuyordum.Aslında yabani keneviri yok etme çarelerini ciddi olarak araştıran yalnız o idi.Đnga, Kırgız bozkırında, Cambul şehrinde doğmuş, öğrenimini Taşkentteyapmıştı. Herhalde bu tür meseleler o zaman ilgisini çekmiş ve bu ilgi meslekseçiminde onu etkilemişti. Đnganın da bazı meseleleri vardı. Üç yıl önce, oğlu Đgor doğduktan az sonra,kocasından ayrılmıştı. Đgor şimdi, Đnganın, ikisi de doktor olan ve Cambuldaoturan anne ve babasının yanında kalıyordu. Hava Kuvvetlerinde pilot olan eskikocası ise yeniden evlenmeye hazırlanıyor, çocuğun durumu hakkında Đnga ilegörüşmek istiyormuş. Đnga, hele şimdi Demiryollarında Çalışanlar Cemiyetininana okuluna kabul edebileceklerini bildirdikleri oğlunu, kocasına vermekistemiyordu. Ben bu habere çok sevindim ve bu konuda bana tamamengüvenebileceğini söyledim. O zaman bana, sonbaharda izin aldığı zamanCambula birlikte gitmemizi teklif etti. Böylece oğlunu, anne ve babasınıtanıyacaktım. Bu teklif beni çok duygulandırdı ve ona istediği anda onunlageleceğimi, gelecekteki hayatımızın ortak çıkarlarımıza, özellikle de onunçıkarlarına dayanacağını, benim için en büyük mutluluğun onu mutlu etmek,istediklerini yerine getirmek olduğunu söyledim. Böylece kaderimiz yakında birleşecekti. Şimdi bu buluşmanın gerçekleşmesiümidiyle yaşıyor, ama o yolculuk için çok da endişe duyuyordum. Çünkü,geleceğimizi bu seyahatin sonucu tayin edecekti. Ama her şeyden önce parabulmam gerekiyordu. Calpak-Saza gidiş bileti bile ateş pahasına idi. Önceröportajımdan alacağım paraya güvenmiştim, ama artık onu düşünmemek dahaiyi olurdu. Sonunda, Belediye matbaasında gece muhasebeciliği gibi bir işbuldum. Parası azdı... Nihayet bir gün, sabırsızlıkla beklediğim mektup geldi: Đnga benden, Ekimsonunda Calpak-Saza gelip gelemeyeceğimi soruyordu: Oradan da birlikte yoladevam edecek, Devrim Bayramında Cambulda olacaktık... Ona telgraf çekmek için deli gibi postahaneye koştum. Seyahat masrafımı eldekalan son kitaplarımı satarak temin edecektim. Bos, Calpak-Saz garında Abdiasa rastladığı zaman ekibini tamamlamayaçalışıyordu. Bu şehirde o, bir yangın söndürme ekibini yönetiyordu. Ama şimditamamlamaya çalıştığı ekip ayrı bir iş içindi. Ona, Mujunkumda çalışacakgönüllüleri toplama görevini veren, tam adamını seçmişti doğrusu. Kandalov(yani Bos) eskiden bir inzibat taburunun komutan subayı imiş (belalı bir iş olsagerek). Bu tür işler için gerçekten ideal bir tip. Bölge yöneticilerine o meşhurEtplanında yardımcı olur, onları sıkıntıdan kurtarırsa, geçmişteki hatalarınıunutturacağını, yeniden partiye alınması için üstlerini hareketegeçirebileceğiniumuyordu. Zaten ona işten el çektirmelerinin sebebi hırsızlık ya da buna benzerbir suç değildi. Kendine göre suçu ufaktı. Evet, onu kulamparalıkla, zorla ırzageçmekle, rütbesini aşan ayrıcalıklar tanımakla suçlamışlardı. Tamam, bunlarıkabul ediyordu. Ama o, ideoloji bakımından şüpheli, özellikle de yasaklanmışinanç ya da siyasi görüşlere mensup olanlara, döneklere karşı sert davranmış,onların ırzına geçmişti. Böylelerine acımamak gerekirdi. Hem sonra bütünbunlar eski hikayelerdi ve şimdi üzerinden bir sünger geçirebilirlerdi. Zaten,ordudan kovuldu diye karısı kendisini terkettiği için epeyce acı çekmişti.Đçmeyede bu yüzden başlamıştı. Evet, evvelce de içiyordu ama, çok daha az. Hem onaihtiyaçları olduğu, bu yeni işi vermelerinden de belliydi: Ciddi bir iş Sayfa 116
  • 117. Dişi Kurdun Rüyalarıvermişlerdeona ve o da çok kısa bir zamanda takımını kuruvermişti. Geceleyin gara gidipçevreye bir göz atması, birkaç gün içinde iyi bir para kazanmak için peşindenkoşup gelecek züğürtleri, sefilleri bulmasına yetmiş, artmıştı. Đşte, bu şekildebulduklarından biri idi Kallistratov Abdias. Abdias onun teklifini paraya çok ihtiyacı olduğu için kabul etmiş değildi.Evinegittiği zaman Đngayı bulamaması yüzünden kabul etmişti bu işi. Đngayıbulamamak onu çok üzmüş, bir depresyon geçirmesine sebep olmuştu. Gerçektebu derece üzülmesine, endişe etmesine sebep olacak bir durum yoktu ortada.Oraya kadar yolculuğu sadece iki gün sürmüştü. Önce Moskovaya gitmiş,Moskova hava alanında Alma-Ataya bilet bulmak için bir gün beklemiş, Alma-Atadan trene binerek Calpak-Saza gelmişti. Hastahane yakınındaki laboratuarabitişik küçük eve gelince kapının kapalı olduğunu görmüş ve kilit deliğinesokulmuş kağıtta bir not bulmuştu. Đnga bu notta, postahanede kendisineyazılmış bir mektup olduğunu bildiriyordu. Abdias hemen postahaneye gidipmektubu almış, küçük meydanda bir sıranın üzerine oturarak ve kalbi heyecanlaçarparak okumuştu: Abdias, sevgilim, evde bulunmayışımı bağışla. Önceden bilseydim haberverirdim, ama korkarım telgrafım oraya ancak ayrılışından sonra ulaşmış olacak.Eski kocamın Cambulda olduğunu, orada çocuğumu benden almak içinmahkemeye başvuracağını öğrendim. Bu durumda bir an önce orada olmamgerektiğini anlarsın. Ona, hayatımı başka biriyle birleştirmek istediğimiyazmıştım, böylece istemeden, tepki göstermesine sebep oldum. Onunla,oğlumla ilgili olarak konuşmalıyım. Senden tekrar özür dilerim sevgili Abdiasım. Belki bu işin, şimdi ele alınmasıdaha iyi olacak. Mesele er-geç patlak verecekti ve kesin bir çözüme gerek vardı.Eve gelince kapıyı kapalı bulacaksın. Anahtarı bizim laborant SavlaAlimheyovaya bıraktım. Đyi bir kadındır. Laboratuara gidince sana anahtarıhemen verecek. Benim evim senin evindir, oraya yerleş ve dönüşümü bekle.Yazık ki, bu günlerde Aliye Đsmail izinde bulunuyor, onunla çok enteresan fikiralışverişinde bulunacaktın. Bilirsin seni çok sever ve takdir eder. Bir haftaiçindeher şeyi hallederek döneceğimi umuyorum. Đgoru seninle tanıştırmak içinsabırsızlanıyorum, çok iyi anlaşacağınızdan da eminim. Hep birlikteyaşamamızı çok istiyorum. Önce sen ve ben, kararlaştırdığımız gibi Cambulagideriz, seni anne ve babamla tanıştırırım. (Babamın adı Fiodor Kuzmiç,annemin adı da Veronika Andreevnadır). Beklenmedik bu aksilikten dolayısakın canını sıkma. Sabırlı ol sevgilim. Đşleri en iyi şekilde halletmeyeçalışacağım. Senin Ingan NOT: Mesai saatleri dışında gelirsen, Bayan Alim bayı Abay sokak, 4lnumarada bulabilirsin. Kocasının adı Davudbeg Okşanoviçtir. Abdias bu mektubu bir solukta okumuş ve sonra derin bir düşünceye dalmıştı.Beklenmedik bu engeller karşısında ne yapacağını bilemiyordu. Anahtarıalmaya gideceği yerde, valizini emanete bırakmak için gara gitti. Sonra yine oküçük meydana dönüp bir yere oturdu. Az sonra da hastahanenin yanına döndü.Orada tenha bir sokakta bir aşağı bir yukarı yürümeye başladı... Ekimin sonlarıydı ve hava soğumuştu. Renksiz gökyüzünde, köpüklüdalgacıklar gibi flu bulutlar akıyordu. Sebze bahçeleri ıssız ve çıplaktı.Ağaçlaryapraklarının yarısını dökmüş, kızıl-sarı yapraklar yeri örtmüştü. Hafifrüzgarınsürüklediği örümcek ağı kalıntıları da, üzüntüsü gittikçe artan Abdiasın yüzünegelip yapışıyordu. Yakın sokaklar ıssız, hareketsizdi. Ama demiryolu boyundabüyük bir canlılık vardı. Sayısız yollarda katarlar manevra yapıyor, insanlar Sayfa 117
  • 118. Dişi Kurdun Rüyalarıheryöne koşuşuyor, hoparlörler bar bar bağırıyordu. Gar, bir nabız gibi çarpıyor,mekanik gücüyle muazzam bozkırı eziyordu sanki. Abdias bu yaz burada geçirdiği macerayı, kaçakçıların acı akıbetini hatırladıvedüşünceleri onu bir defa daha pişmanlık duyup günah çıkarma konusunagötürdü. Bu konuda düşündükçe, bu duygunun sıkı bir şekilde muhakemeningelişmesine bağlı olduğunu, yaşanılan tecrübeler derecesinde kuvvetlendiğini,düşünme kapasitesini de derinleştirdiğini anlıyordu. Bu duygu insanlara özgü idive bu yoldan insan ruhu yücelir, mükemmele, olgunluğa ulaşabilirdi. O haldeher ceza, işlenen suçtan dolayı pişmanlık da duyurmalı, ıslah etmeliydi. Sırfcezalandırmış olmak için cezalandırmanın, değil insan, hayvanlar için bilehiçbiranlamı yoktu. Bu düşünceler pek tabii olarak Abdiası gara götürdü. Orada o öfkeli polisşefini hatırladı ve gidip onunla görüşmek arzusu doğdu içinde: Belki o poliskendisini hatırlar ve genç kaçakçıların akıbetini söylerdi. Ne pahasına olursaolsun onu şiddetli bir baskı altına alan sıkıntıdan biraz kurtulmak istiyordu.Çünkü şimdi gönül ufukları fırtına yüklüydü. Gelecekteki hayatı Cambuldaolacaklara bağlıydı. Olayların akışını değiştiremeyeceğine göre, zihnini başkaşeylerle meşgul etmesi iyi olurdu. Ama ne yazık ki bu teşebbüsü de sonuçvermedi. Büronun kapısını çaldığı zaman bir başka polis çıktı karşısına: -Ne istiyorsunuz? -Şeflerinizden biriyle görüşmek istiyorum, dedi Abdias, böyle dediği anda birsonuç alamayacağını sezmişti bile. -Hangisini? Burada birkaç şef var. -Maalesef adını bilmiyorum, ama görsem tanırım. -Peki, ondan ne istiyorsunuz? -Şey... sadece biraz konuşacaktım onunla. Polis Abdiasın yüzüne kuşku ilebaktı: -Pekala, girin bakın, belki içeridedir. Abdias büroda oturan iki polisi daha önce hiç görmemişti. Orada,arkadaşlarının tıkıldığı hücreye bir göz attı ve bomboş olduğunu gördü. Sonra dagülümseyerek özür diledi ve çıktı oradan. Beynini zonklatan düşünceler hala kafasından çıkmıyor, Đnganın hayaligözlerinden gitmiyordu. Gidip evin anahtarını alma işini de isteyerekgeciktiriyordu. Biliyordu ki dört duvar arasında tek başına kalır kalmaz,terkedilmişlik duygusuna kapılacak, bu duygu büyüyecek, büyüyecekti. Đnganınne yaptığını ve ne zaman döneceğini bilmek şartıyla birçok geceyi gardageçirebilirdi. Onun karşılaşacağı güçlükleri de canlandırdı gözünde ve onahiçbirtürlü yardım edemeyeceğine üzüldü. Belki anne ve babası, çocuğun iyiliği içineski kocasıyla barışması hususunda ona baskı yaparlardı. Onu buna razıederlerse kendisinin Priokska dönmekten başka yapacağı bir işi kalmazdı.Abdias, Đnganın kocasının nasıl bir insan olduğunu çok iyi hayal edebiliyordu:Ünlü bir avcı uçağı pilotu olmalıydı. Şatafatlı, apoletli üniforması vardıelbet, enazından bir binbaşı idi. Gerçi Đnga rütbelerle, nişanlarla alay ediyordu ama,anneve babası aynı görüşte olmayabilirler, damat olarak parlak geleceği olan birsubayı tercih ederlerdi. Üstelik o damat torunlarının babasıydı, kendisi ise neidüğü belirsiz acayip bir insan... Akşam oluyor, saatler ilerledikçe Abdiasın sıkıntısı büsbütün artıyordu. Loşve Sayfa 118
  • 119. Dişi Kurdun Rüyalarıtıklım tıklım dolu holde de hava pek sıkıcı idi ve korkunç bir ormandakaybolmuş gibi hissediyordu kendini. O kalabalıkta yapayalnızdı. Ağaçlarıntepesinde sonbahar rüzgarı uğulduyor, kar bulutları yağışa hazırlanıyordu. Belkibu kar onu örtecek, bir iz bile bırakmayacak ve her şey unutulup gidecekti... Birden ölmek istedi. O anda ona artık Đnganın gelmeyeceğini ya da sadeceeşyalarını almak için gelip, avcı pilotun yanına döneceğini söyleseler, hiçtereddüt etmeden kendini trenin altına atardı... Bos Kandalovla karşılaştığı zaman Abdias işte bu ruh hali içindeydi ve Bosonun yıkım içinde olduğunu anlamakla psikolog yeteneğini de göstermişoluyordu. Abdias, o iç acıları içinde, bozkırda iki gün çalışarak yüksek birücretalması teklifini hemen kabul etti. Zaten, Đnganın gelmesini beklemek içinkollarını kavuşturup oturmaktansa her işi yapmaya hazırdı. Belki biraz parakazanıp döndüğü zaman Đnga da gelmiş olurdu. O zaman iki şey olacaktı: YaĐnga onunla kalırdı (ne büyük mutluluk olurdu bu!), ya da giderdi, yanikendisinin gitmesi gerekirdi. O zaman yaşmak için bütün gücünü toplamasıgerekirdi... Ama bu ikinci ihtimal çok korkunçtu doğrusu... Bos, bu yeni gönüllüyü itfaiyeciler koğuşuna götürdü ve Abdias orada geceyibir kuşette yatarak geçirdi... Sabah olunca, tamamlanan ekip bir kamyona binip Mujunkum yolunu tuttu.Güzel bir kır partisi olmalıydı bu... Ve şimdi, Bos Kandalov, Kepa, Hamlet Galkin ve yerli Uzukbay, Abdiasıyargılamaya hazırlanıyorlardı. Doğrusunu söylemek gerekirse asıl yargılayacakolanlar ilk üçü idi, diğer ikisi dinleyici ya da seyirci durumunda idiler, hattabunlar, çok zayıf bir şekilde de olsa, duruşmanın sertliğini yumuşatmayaçalışıyorlardı. Abdias, saygaların katledilmelerine dayanacak güçte değildi. Bir çeşitisteriyekapılarak hayvanları öldürmekten hemen vazgeçmelerini istemiş, cesettoplayıcısı bu sarhoşlara nutuklar çekerek onları Tanrı yoluna davet etmişti.Sonra Galkin ve Uzukbayı kendi safına çekmeye çalışmıştı: Tabiata karşıişlenen bu cinayete katılmamalarını, bu katliamın durdurulması için kendisineyardımcı olmalarını istemişti onlardan. Yüce Tanrıdan af dileyelim, diye bağırmıştı onlara ellerini havayakaldırarak,Onun merhametine sığınalım, bu dökülen kanlar için nedamet getirelim! Çünküruhumuzu yalnız nedamet paklar ve selamete ancak böyle kavuşuruz. Tıpkı son yaz marşandiz treninde, haşhaşlarını vagonun kapısından dışarıyaattığı zaman olduğu gibi, bir umutsuzluk hiddetine, çılgınlığına kapılmış,el-kolhareketleri yaparak bağırıyor, onun faltaşı gibi açılan gözleri önünde, bütünyeryüzü alevden köpükler arasında kayboluyordu sanki. Dünyanın sonu gelmiştive sanki o bu sonun başlangıcını yaşıyordu. Ama bütün çabaları boşuna idi vegülünçtü. O, rubleye taptıkları için Mujunkuma gelenleri Tanrı yoluna sokmayı istiyor,bozkırın gerçek sahiplerini katur kutur ezen muazzam ölüm makinesinidurdurabileceğini hayal ediyordu... Önlenemez olanı önlemek istiyordu o... Bu yüzden, Mişaşın kışkırtıcılığı ile onun üzerine atıldılar, kollarınıbağlayıphayvan ölüsüyle dolu kamyona attılar: -Orada kal ve geber orospu çocuğu! dedi Mişaş, saygaların ne kadar güzelkoktuğunu göreceksin! Haydi şimdi Tanrını çağır da gökten inip seni kurtarsın!Akşam karanlığı çökmüştü. Ay, kıyameti andıran ve hayvan sürülerine yeri Sayfa 119
  • 120. Dişi Kurdun Rüyalarıdoldurulmaz kayıplar verdiren o sürek avından sonra tarifsiz bir yıkıma uğrayanbozkırın üzerinde yine ışıl ışıl parlıyordu. Đnsanlar galip gelmişti. Aralarında yalnız Abdias kurban edilmiş durumdaydı... O uğursuz, o korkunç alkoliklerin oluşturduğu bir mahkeme Abdiasıyargılayacaktı... Mişaş ve Kepa, Abdiası kamyondan çıkardılar ve sürükleyerek Bosun önünegötürdüler. Bos, bir sandalyenin üzerinde, tahtına kurulmuş gibi, ayaklarınıaçmış oturuyor, arkasında, paltosunun etekleri sallanıyordu. Farların ışığındagörüntüsü pek heybetli ve korkunçtu. Hamlet ve Uzukbay, ateşin yanında veayakta idiler. Kızarmış antilop kokusu sarmıştı ortalığı. Şimdiden sarhoştular.Birbirlerine dirsek vurarak, kaş göz işareti yaparak, hayvanca sırıtarak, alçaksesle bir şeyler söylüyorlardı. Kandalov, önünde diz çöktürdükleri sanığa kin dolu bir sesle sordu: -Pekala, düşündün mü? Kararını verdin mi? -Ellerimi çözün, dedi Abdias. -Ellerini çözmek mi? Peki ellerin niçin bağlandı, bunu düşündün mü? Düzeni,disiplini bozanların, hainlerin, kaçakların, asilerin ellerini bağlarlar!Anladın mı?Asilerin ellerini! Abdias bir şey söylemedi. -Pekala, ellerin çözülecek ve nasıl hareket ettiğini göreceğiz. Çözün şununellerini çocuklar, az sonra ihtiyacı olacak. -Orospu! Seni hiç çözmemeli! diye homurdandı Mişaş ipleri gevşetirken.Bunun gibileri gebertmek, yılan gibi ezmek gerekir! Serbest kalan Abdias omuzlarının ve kollarının iyice uyuştuğunu anladı. -Pekala, dedi Bos, işte istediğini yaptık. Şimdi hayatını satın almak için birşansın var. Önce şundan biraz iç bakalım. Böyle derken ona bir votka kadehiniuzatmıştı. -Hayır, içmeyeceğim. -Geber öyleyse pis köpek! dedi Kandalov içki kadehini suratına fırlatarak. Abdias yerinden sıçradı ama Mişaş ve Kepa üzerine atılarak onu yereçivilediler. -Đçeceksin orospu çocuğu! Bunu ben söylüyorum! diye gürledi Mişaş. Sizesöylemiştim, bu gibileri çarpmak lazım. Bos, bir daha içki ver, bak nasılyutturacağım ona bu votkayı, içmezse bir köpek gibi gebertirim! Đçki kadehi Abdiaşın sımsıkı kapanan dişlerine çarpa çarpa kırıldı, ağzı yüzükanamaya başladı. Kan karışan votkayı tükürüyor, ellerini ayaklarını kullanarakiçmemek için diretiyor, çırpınıyor, Mişaş ve Kepa da döve döve ağzına zorladöküyorlardı içkiyi. Galkin onların etrafında dolanarak inler gibi söyleniyordu: -Bırakın çocuklar, içmezse içmesin, votka bize kalır! Uzukbay kamyonunarkasına saklanmıştı ve oradan şaşkın şaşkın onlara bakıyor, ne yapacağınıbilemiyordu: Ya onlarla olacak ve böylece votkasız kalmayacak, ya da başınıbacaklarının arasına sokup o pis işi görmezlikten gelecek, karışmayacaktı...Yalnız Bos, hiç kımıldamadan duruyordu. Hamlet ona doğru koştu: -Sana yalvarırım Bos, durdur şunları, öldürürlerse hepimiz mahkemelikoluruz! -Mahkeme mi! Hangi mahkeme! Mujunkumda mahkeme benim. Onun neden Sayfa 120
  • 121. Dişi Kurdun Rüyalarıöldüğünü kim, nasıl kanıtlayacak? Ölüsü bulunursa önce kurtlar bulur vekarınlarını doyurur. Hiç kimse bir kanıt, bir delil bulamaz. Abdias kendinden geçmiş gibiydi ama iki adam hala vuruyor, tekmeliyorlardı.Şuurunu kaybetmeden önce son hatırladığı şey Đnga oldu. O ne olacak, hiç kimseonu benim kadar sevemez demişti kendi kendine. Sonra, duyamaz ve göremezbir hale geldiği zaman, yine o bozkırda karşılaştığı dişi kurdun hayalini görürgibi oldu... -Dişi kurt, kurtar beni! dedi yere düşerken. O sırada Akbar ve Taşçaynarın oraya, inlerinin yakınına ikinci defageldiklerini, Abdias anlaşılmaz bir şekilde hissetmiş ve onun için Akbardanyardım istemişti. Đki kurt, insanların oradan ayrıldığını ümit etmişolmalıydılar.Bu takdirde yuvalarına çekilir, biraz dinlenebilirlerdi... Ama o canavar kamyon yine oradaydı ve bağrışmalar, darbe sesleriduyuluyordu. Đnsanlar geceleyin bile rahat bırakmıyordu onları... Hayvanlar geri dönmeye, ayaklarını sürüye sürüye rastgele bir yöne gitmeyemecbur oldular. Ay, yorgun, bitkin bu hayvanları ancak bir karaltı halindegösteriyordu... Bu sırada yargılama devam ediyordu. Üç sarhoş, yargıladıkları kişininsavunma yapamayacak duruma geldiğini farketmemişti bile. -Haydi, ayağa kalk, pis papaz! diye bağırıyordu Mişaş. Kepa da tekmeliyordudurmadan. Abdiastan, zar zor duyulan bir iniltiden başka ses çıkmıyordu. Bosnihayet ayağa kalktı, gelip Abdiasın yakasına yapıştı ve onu yırtıcı bir hayvangibi sarstı: -Demek böyle ha sefil kukla! Bizi Tanrınla korkutmak istedin ha! Korkarız mısandın sersem! Bizi kuş beyinli mi sandın! Tanrıyla manrıyla işimiz yok bizim!Ne sanıyorsun sen kendini? Biz sadece hükumetin emirlerini yerine getiriyoruzve senin gibi bir papaz bozuntusu da hükumet planını bozmaya kalkışıyor!Sürüngenin birisin, bir halk düşmanısın sen! Halk ve devlet düşmanı! Senin gibihainlere dünyada yer yok. Bizimle olmayan bize düşmandır! Stalin söyledibunu. Senin gibi ayak takımlarını acımadan yok etmek gerekir. Teslim olmayandüşman gebertilir. Sen orduda bu tür bir propaganda yapmaya kalkışsan kurşunadizilirdin, kilise pisliği herif! Ama, toprağımızı daha fazla kirletmene izinverecek değiliz. Hükumet çarkına çomak sokmanın ne demek olduğunuöğreneceksin! Rahip olalım istiyorsun ha! Seni geberteceğim ve senin gibi biremperyalizm ajanını yok ettiğim için bana teşekkür edecekler. Belki sen, Stalinöldü diye, senin gibilere artık dokunulmayacağını sanıyordun. Diz çök papazköpeği! Diz çök! Burada emirleri ben verirdim! Ya Allahını inkar edersin, ya dasenin için her şey biter! Ama Abdiasın kalkıp diz çökecek hali yoktu. Cansız bir kitle gibi düştü yere.Kandalov bu defa onu ceketinden yakaladı: -Ne bekliyorsun orospu çocuğu, haydi Tanrının olmadığını söyle! -Tanrı vardır! diye inledi Abdias. -Yaa, demek öyle! diye kükredi Mişaş, inat ediyorsun ha! Başından beri inatolsun diye yaptığını biliyordum zaten! Hiddetinden kuduran Kandalov, Abdiasıarmut silkeler gibi silkeledi: -Bunu sen istedin Tanrıya tapan budala! Şimdi bayram yapacaksın. Hey, siz,götürün onu şu ağacın altına. Oraya bağlayın. Sonra da altına ateş yakıp ayakparmaklarını kızartacağız! Abdiası ihtiyar saksavul ağacının altına sürükledikten sonra, Bos, Kepayakamyondan ip getirmesini emretti. Kepa emri yerine getirirken, Bos birdenfarketti ki adamlarından ikisi yok olmuş. Sayfa 121
  • 122. Dişi Kurdun Rüyaları -Hey, siz ikiniz, nerdesiniz? Uzukbay! Pis yerli! Orospu çocuğu! Hey sen bokaktörü! Çabuk gelin buraya! Gelip yardım etmezseniz bir damla votka vermemsize! Bu korkunç tehdit karşısında iki ayyaş saklandıkları yerden çıkıp, zavallıyıağaca bağlamak için yardıma koştular. Başlangıçtaki kötü şaka şimdi bir linçetme olayına dönüşüyordu. Abdiasın kollarını bağlamak için dal kıran Mişaş yine küfrediyordu. -Orospu! Ne çivi var ne de gerçek bir çarmıh. Onu gerçekten çarmıha germekkıyak bir şey olacaktı! -Zararı yok, iple de olur bu iş, dedi Bos. Kollarını açar, bacaklarınıgereriz, hiçkımıldayamaz. Böylece sabaha kadar bırakırız. Bu süre içinde Allah var mı yokmu düşünsün dursun. Seni temin ederim ki bu geceyi uzun zamanunutamayacaktır. Bu çirkefe kim olduğumu göstereceğim. Orduda iken bundanbeter olanları da yola getirdim ben! Haydi, kaldırın onu... Öteki dala, dahayukarıya! Bu kolunu buraya, o ayağını da şuraya! En ufak bir direniş gösterecek durumda olmayan Abdias, göz açıp kapayıncayakadar bir zamanda kol ve ayakları gerilerek ağaca asılmıştı. Kurutulmak içingüneşe bırakılmış bir post gibi duruyordu orada. Đşkencecilerin küfürlerinianlaşılmayacak kadar az duyuyordu. Hiç kuvveti kalmamıştı ve karnının sağtarafında müthiş bir yanma duyuyor, sırtı da çok ağrıyordu. Ağrıları o kadarşiddetliydi ki başka hiçbir şeyin farkında değildi. Ayaklarının dibinde yakmakiçin topladıkları ot ve dallar pek yaş olduğu için tutuşmadı. Sarhoşlar benzindöküp tutuşturmayı da akıl edemediler ve sonunda yakmaktan vazgeçtiler. Sonrada ağaç üzerine gerilmiş korkuluk gibi duran Abdiası güzel bir manzara imişgibi seyrettiler bir süre. Hepsi, özellikle de Bos, çok zevklenmişti. Boskendisiniçok iyi bir iş yapmış, çok anlamlı bir infazı yerine getirmiş sayıyordu: -Đşte, bize karşı olanların sonu budur! diye bağırdı hiddetle. Uyum sağlamayanpisliklere ancak böyle davranılır. Hepsini köpekler gibi asacağım. Dünyanınçevresini sıra sıra darağaçlarıyla dolduracağım! Kimse ağzını açmaya cüretedemeyecek, herkes itaat edecek ve tıpış tıpış yürümesini öğrenecekler: Koca biryudum daha içelim şimdi. En kuvvetli biziz... Buna bir diyecekleri yoktu ve hep birlikte kamyona döndüler. Kandalov,herhalde yalnız kendisinin bildiği tuhaf bir şarkı mırıldanıyordu:Pantalonları giyeceğiz Tabancaları takacağız Bir-ki... bir-ki... Ve halk komiserleri de votkalarını bir solukta içerek neşe ile koro halindetekrar ediyorlardı: Bir-ki... Bir-ki... Bir süre sonra, Abdias bir motor sesi duydu. Farlar yanmış, kamyon hareketegeçmiş ve yavaş yavaş bozkırın karanlıklarında kaybolmuştu. Her şey sessizliğegömüldü ve gecenin karanlığı onu da örttü. Yapayalnızdı. Göğsü yanıyordu,ağrıları dayanılmaz haldeydi ve bilinci, med dalgalarına gömülen bir adacık gibiyavaş yavaş batıyordu. Oka üzerindeki adacığım... Seni kim kurtaracak ey benim Yüce Peygamberim?Düşüncesinin son çıkan kıvılcımlarından biri bu söz idi. Hayatı yavaş yavaşsönüyordu. Geniş bir alanı kaplayan bir su görür gibi oldu, sonsuz ufuklarda ucu bucağıolmayan, sessizce kımıldayan bir deniz... Beyaz köpükler de, rüzgara kapılmışhafif kar taneleri gibi sessizce, yalnız Tanrının bildiği bir yere doğruakıyordu.Uzakta, suların üzerinde bir insan karaltısı gördü ve onu tanıdı. Bu onun babasıDiyakos Kallistratov idi. O zaman, batan gemi için dua okuyan kendi çocuk Sayfa 122
  • 123. Dişi Kurdun Rüyalarısesini duydu. Bu duayı babasına okuyordu ama babası çok uzaktaydı vekelimeler sonsuz uzayda dağılıp gidiyorlardı: Gökyüzü yeni yeni aydınlanmaya başladı, herkes uykuda... Đyiliğin, Gerçeğin, Adaletin aslı Yüce Tanrım, durmadan dua edişimi bağışla.Çünkü ben asla kendim için dua etmiyorum: Kalbimin dünya nimetine ihtiyacıyoktur. Senden ömrümü uzatmanı da istemiyorum. Ama insanların, insanruhlarının selameti için hep dua edeceğim. Ey bağışlaması bol Tanrım! Bizi karanlıkta bırakma, bu dünyada iyiyi kötüden ayırmamıza yardım et. Biziaydınlat. Kendim için dilekte bulunmaya cesaretim yok. Bana olacak her şeyiönceden kabul ediyorum: Đstersen beni ebediyen Cennetine al, istersenCehennem ateşine at. Kaderimiz Sana aittir ey dile sığmaz, gözle görünmezTanrım!.. Benim bir tek dileğim var... Benim bir tek dileğim var, bu mucizeyi yarat: Sevgilimin gemisi hiç durmadanyoluna devam etsin. Gündüzler boyu; geceler boyu, birbirini izleyen çok uzungecelerde ve gündüzlerde, dünya senin koyduğun yasalara göre dönmeye devamettikçe, o hep dosdoğru, topları susmuş olarak, rotasını hiç değiştirmedenyolunadevam etsin. Bütün okyanusları aşsın, dalgalar ona çarparak kırılsın, uğuldasın,gürlesinler. Deniz yağmur olup onun üzerine şarıl şarıl dökülsün ve o, acıköpüklerle dolu deniz havasını teneffüs etsin. Güvertenin gıcırdadığını, rüzgara uyarak uçuşan ve bağrışan martıları işitsin.Böylece uzak bir kıyıda hayal ettiği ve asla demir atamayacağı bir ışık şehrinedoğru yüzsün... yüzsün... Amin. Abdias, kendine ait olan bu sesin gittikçe zayıfladığını duyuyordu. Ses, ıssızbozkırın ortasında, dünya okyanusunun üzerinde, küçücük bir dalganın iniltisigibi kaybolup gitti. Ayın parlak ışığında, onun çarmıha gerilmiş vücudu kanatlarını açmış büyükbir kuşa benziyordu: Havada uçarken öldürülmüş, öylece bir saksavulun dallarıüzerine atılıvermiş... -O beş adama gelince, o hunharlığı yaptıktan ve iyice sarhoş olduktan sonra,oradan bir kilometre kadar uzaklaşmış, sayga ölüsüyle dolu kamyona binipbirbiri üzerine leş gibi yığılmış, kendi kusmukları içinde uyuyorlardı. Vücutlarını saran hava, yüksek sesle horlamalarından çıkan pis kokularladolmuştu. O Tanrı yanlısına verdikleri ders kusursuz olsun diye vegüçsüzlüğünü, akıbetinin kendi ellerinde olduğunu anlaması için, yapayalnızbırakmışlardı. Şüphesiz, terkedildiğini anlayınca korkudan ödü patlayacak,peşlerinden koşup gelmek için can atacaktı. Ağaca asılı olarak geçirdiği ogeceden sonra herhalde Allahını inkar edecek ve asıl güçlü olana, yanikendilerine boyun eğecekti... Onu öyle bırakmak fikri, tekrar Bosun gözüne girmek isteyen Hamletten(Galkinden) çıkmıştı. O sert, ama, yanmış boğazından geçen tatsız tuzsuz bir sugibi geçen votkayı içtikten sonra ortaya atmıştı bu fikri. Şafağın ilk ışıklarında, kurtlar, üçüncü defa inlerinin yolunu tutmuşlardı.Artıkiyice zayıflamış olan Akbar önde gidiyor, ağır Taşçaynar da topallıya topallıyapeşinden geliyordu. Görünüşe göre insanlar gitmişti, ama iki hayvan yine de,mayın dolu bir alandan geçiyorlarmış gibi, çok tedbirli, yavaş yürüyorlardı. Heradımda tuhaf ve kötü bir engel çarpıyordu ayaklarına: Sönmüş ateşten kalanlar,konserve kutuları, kırık şişeler, kamyon tekerleklerinin açtığı çukurlarda sertmaden ve lastik kokuları, pis pis kokan boş şişeler... Artık yaşanılır olmaktan Sayfa 123
  • 124. Dişi Kurdun Rüyalarıçıkan bu yerleri tamamen terketmeye karar verdikleri bir sırada, Akbar birdendurdu: Đhtiyar saksavulun orada bir insan görmüştü. Bulundukları yerdepustular. Ama adam hiç kımıldamıyordu. Yalnız hafif rüzgar saçlarını sallıyor,solgun yüzüne indiriyordu. Dişi kurt yere iyice sindi. Kasları kasılmıştı,saldırmaya hazırdı. Artık onun en büyük düşmanı, bütün felaketlerin sorumlusuinsandı. Şimdi üzerine atılıp boğazını dişleyecekti. Yine birden duraladı: Oağaca asılı duran adamı tanımıştı. Evet, yazın üzerine atıldığı, kokulu otlararasında yavrularıyla oynayan o kaçık adamdı bu. Üzerinden atladığı zamanşaşkın ve korkulu gözlerle kendisine bakan, onun için de onu parçalayacağıyerde başının üzerinden teğet geçtiği çıplak adam... Ve işte o adamı şimdi bu saksavulun dallarına asılmış görüyordu! Hareketsizdi,hiç ses çıkarmıyordu, başı hafifçe yana kaymıştı ve dudaklarının ucundanincecik bir kan sızıyordu. Yaşayıp yaşamadığı belli değildi. Akbar, saldırıya hazırlanan Taşçaynarı durdurdu, sonra ağaca sokularak yavaşyavaş inlemeye, ölen yavruları ve altüst edilen bozkır için ağlamaya başladı.Çünkü, ölmek üzere ve onu teselli edemeyecek durumda olan bu adamdanbaşka, önünde gözyaşı dökebileceği kimse yoktu. Ama adam, o sırada güçlüklenefes alarak gözlerini açabilmiş ve dişi kurdu görmüştü. Son bir gayretlemırıldandı: -Geldin... geldin... Bu onun son sözleri oldu. Ve başı, cansız, önüne sarktı. Bir motor sesiduyuldu.Ve uzakta, hızla oraya yaklaşan bir kamyon görüldü. Yaklaştıkça tehlikeli birşekilde büyüyor, doğmakta olan güneş ışıkları ön camlarından yansıyordu.Bosun çetesi cinayetin işlendiği yere gelmekteydi... Kurtlar daha fazla bekleyemezlerdi. Kaçtılar. Hiç arkalarına bakmadankoşuyor, Mujunkum bozkırını bir daha dönmemesiye terkediyorlardı... Akbar ve Taşçaynar, Aldaş gölü yakınlarında tam bir yıl kaldılar. Bir batındaen çok yavruyu burada doğurdu Akbar. Tam beş yavru doğurmuştu. Bunlar,sazlarla örtülü binlerce hektarlık bu alanda güçlükle büyüyorlardı. Büyük biryangın felaketine kadar burada yaşadılar. Savaştan az sonra bu bölgedekeşfedilen değerli madenlerin çıkarılmasına başlanmış ve devam ediyordu. Bumadenlere ulaşmak ve sonra taşımak için durmadan yol inşa eden adamlar,isimsiz Posta Kutusu Sitelerinden birini daha inşa etmek için, çalışmalarındagüçlük çıkaran bu sazları yakmaya karar vermişlerdi. Üstelik bütün gölükurutmaları ihtimali vardı. Korunmaya alınmış, sit alanı ilan edilmiş olsunolmasın, tereddütsüz yakacaklardı o bölgeyi. Đnsanoğlu, çıkarı uğruna yerküreyibir limon gibi sıkabilirdi. Kurtlar önce, kendi alanlarında, tutuşturucu bir madde serpmek için alçak uçuşyapan uçakları gördüler. Geceleyin ateş yakıldı. O tutuşturucuyu emen sazlar,barut gibi, çatır çatır yanmaya başladılar. Muazzam alevler gökyüzüne çıkıyor,dumanlar bozkırdaki kış sisi gibi gökyüzünü kaplıyordu. Đlk tehlike belirtilerinden sonra kurtlar şaşırmış, oradan oraya koşmayabaşlamışlardı. Kuş sürüleri gölün üzerinde toplanmış, çığlık çığlık öterekhavadadönüp duruyorlardı. Sazlığın bütün sakinleri, domuzlardan yılanlara kadar bütüncanlılar, kaçacak, sığınacak yer arıyorlardı korku ve çaresizlik içinde. Kurtlar yavrularını birkaç defa bir yerden başka yere taşıdılar. Amahayatlarındaki ikinci kıyamet de kopmuş, alevler etraflarını sarmıştı. Tekkurtuluş yolu, gölden yüzerek kaçmaktı. Akbar ve Taşçaynar birer yavruyu dişleri arasına aldılar, diğer üçünüolduklarıyerde bırakarak suya atladılar. Ama gölün karşı, kıyısına geldikleri zaman,bütün gayretlerine rağmen, ağızlarında taşıdıkları iki yavrunun boğularak ölmüşolduklarını gördüler. Sayfa 124
  • 125. Dişi Kurdun Rüyaları Bir kere daha, gerilerinde ölü bir toprak bırakarak gittiler. Đçgüdüleridağlaraçıkmalarını söylüyordu ve onlar da dağ yolunu tuttular. Kurtların yolu çok uzundu. Birçok defa, geceleyin, farları göz kamaştıranarabaların yolundan karşı tarafa geçmek zorunda kaldılar. Karanlıkları delerekkoşan bu ışıklar, bu yolculukta unutamayacakları en korkunç görüntüler oldu.Kurday Yaylasını aşıp, Ak-Tuz geçidine ulaştılar... Burasını da pek emingörmedikleri için yola devam ederek sonunda Isık-Göle geldiler ve buradakalmaya karar verdiler. Daha uzağa gidemezlerdi. Göl, aşamayacakları kadarbüyüktü... Üçüncü defa yeni bir hayata başladılar. Yeni yavruları oldu. Bu defa dörtyavrudoğurdu Akbar. Akbar ve Taşçaynarın soylarını devam ettirmek için, bu,son çabaları oldu. Çünkü bundan sonra hayatları büyük bir facia ile sonbulacaktı. Üçüncü Bölüm -1- Her insan kaderinin peşinde koşar ve her kader adamını arar... Hayat böylecesürüp gider... Eğer kader oklarının her zaman hedeflerine ulaşma özlemi içindebulundukları doğruysa, bu hikayemizde bu özlemlerini giderdiklerinisöyleyebiliriz. Çünkü hiç şaşmadan hedeflerine ulaşmışlardır. Ve her şey,şartların sürüklediği sona doğru tabii şekilde gelişmiştir. O gün, Bazarbay Noygutovun bir jeologlar ekibinin kılavuzluğunu kabuletmesi de rastlantı sonucu olmuştu. Aslında, bu jeologların Tabandangeçeceklerinden, gidecekleri yere ulaşmak için kendisine ihtiyaçları olacağındanhiç haberi yoktu: Onlar gelip bulmuşlardı onu. Ağıla, ot toplayan traktörlerin açtığı yoldan gelmişlerdi. -Bu bölgeye niçin Taban adını vermişler? diye sormuştu içlerinden biri. -Niye sordunuz bunu bana? -Hiç, sadece merak ettik. -Taban (ya da Taman), bizim dilimizde ayağın altı demektir. Bak, çizmeminaltında da taban var. Đşte böyle. Burası da şu dağın tabanıdır. -Ha, evet! Demek Taman Yarımadasının, sonra o meşhur Taman Tümenininadları buradan geliyor? -Bak, bunu ben bilmem, bir generale sorsan daha iyi edersin. Ben sadecekoyunlarımla ilgilenir, onlara bakarım. Jeologlar ona Acı-Taş Boğazına gittiklerini, ama ellerindeki harita ile yolupekbulamayacaklarını, bölgeyi iyi bilen bir yerli aradıklarını anlamışlardı.Neden olmasın? demişti Bazarbay kendi kendine. Üstelik bu iş için para davereceklerdi. Dört atlıyı ve bir yük atını o meşhur boğaza götürmek hiç de zorbir şey değildi. Herhalde oralarda altın madeni bulacaklarını sanıyorlardı.Bulurlarsa iyi ikramiye verirlerdi onlara. Ama, ne aradıkları ilgilendirmezdionu.Onları doğru yola sokar, sonra da karanlık basmadan kış ağılına dönerdi. Onuniçin çok kolay bir işti bu. Bu şehirli delikanlılar hiç de cimri değillerdi. Bazarbay önce red anlamındabaşını sallamıştı: Ya müfettiş gelir, beni işimin başında bulmazsa! Alayedersiniz tabii, ama benim de sorumluluklarım var. Başçoban Noygutov nerde?derler. Tam da koyunlar doğum yapacağı sırada niçin işinin başındabulunmuyor? derler. O zaman size bir şey olmaz, zılgıtı ben yerim, cezayı bençekerim! Sayfa 125
  • 126. Dişi Kurdun Rüyaları Bunun üzerine jeologlar hemen ücreti arttırmış ve ona yirmi beş ruble teklifetmişlerdi. Vay enayiler! Verirlerdi elbet. Ceplerinden çıkacak değil ya.Devletin parasıydı verecekleri. Bu yüzden fakirleşecek de değillerdi! Hem onlarda sadece ceplerini doldurmayı düşünüyorlardı. Değer miydi onlar için kendicanını sıkmaya! Bu kadar küçük bir iş için onlardan bu kadar çok para koparmakhiçbir rahatsızlık vermezdi ona. Koyunlarını kısa bir süre için bırakıp gitmekdepek umurunda değildi. Normal zamanlarda, hemen hemen her üç günde bir,ufacık bir sebeple bırakıp giderdi onları. Özellikle de düğünleri, en mütevazıcenaze törenlerini hiç kaçırmazdı. Yeter ki içki olsun, içme fırsatı doğsun.Maaşalma günlerinde, sovhoz muhasebesine gittiği zaman, ikinci çoban, ikiyardımcısı, gece korucusu, karısı (o da maaş alıyordu) ve kuzulama zamanındafazladan işe alınan işçiler soğuk ter dökerlerdi. Niçin?. Çünkü Bazarbay zilzurna sarhoş olarak, atının üzerinde güçlükle durarak, ancak geceyarısı dönerdievine. Pis, cadaloz karısı da onu müdüre şikayet etmişti herhalde. Çünkü üçaydan beri mutemed Boronbay, imzalar tamam olsun diye, maaşını evlerinekadar bizzat getirmek zorunda kalıyordu. Laf mıydı yani! Madem ki imza işinebu kadar önem veriyordu, gelsindi! Bu yirmi beş ruble beklenmedik bir kısmetti onun için. Elbette Acı-Taş yolu daöyle kolay gidilir bir yol değildi. Çakıllı, bazı yerleri baş döndürecek kadarsarpbir yoldu. Đnsanın düşüp boynunu kırması hiçtendi. Ama, dağ yolunda bunlarpek olağandı. Yine de, bu dar ve dik yolu tırmanmak, düz bir stadın etrafındakoşarak dönmek ve madalyaları toplamaktan daha zordu. Tabii, zordu amadünyada adalet yoktu ve hiç olmayacaktı. Senin, bütün yıl, katrandan yapılanyolları olmayan, akarsuyu, elektriği de olmayan bu yitik yerlerde boynuna kadarhayvan pisliğine gömülerek anan ağlasın, beyaz ayakkabılı bu genç açıkgözlerde stadlarda koşu yapsın, ya da gol atmak için top peşinde koşsunlar! Onlarıomuzlarda taşırlar, gazeteler göklere çıkarır. Sen ise sabahtan akşama kadar,haftanın yedi gününde hiç izin yapmadan, didinir durursun, senin gibilerkarınlarını ancak doyurabilirler... Adalet miydi bu! Đnsan içmesin de neyapsındı! Đçkiyi bile rahat içirmezlerdi insana! Karın tepene biner, içtiğiniburnundan getirir. Sonra senden, koyun başına en az bir kuzu isterler,koyunlardan biri kısır olur da doğurmazsa vay haline! Hayvanların semiz,yapağıları temiz ve ince olsun isterler. Sentetik yünlerin seninkinden daha iyiolduğunu söyleyerek de tehdit ederler insanı... Yün kırkma zamanında,kontrolörler akın eder, akbabalar gibi üşüşürler insanın başına. Yünleri kıl kılsayarlar. Sen kendine bir tutam yün alamazsın. Çünkü bu yünü dövizkarşılığında yabancılara satarlar. Döviz denen şeye çok ihtiyaçları vargaliba... Đnsan bir hiç için yoruluyor işte. Bu koyunların da, bu insanların da, bütünbupis varlıkların da canları cehenneme! Bazarbay yol boyunca konuşmadı. Kafasından durmadan karamsar fikirlergeçiriyor, yalnız tehlikeli bir yerden geçerken müşterilerini uyarmak içinağzınıaçıyordu. Karısı yüzünden ne keyfi kalmıştı, ne huzuru... Ne illet, ne çekilmezkarıydı bu Tursun! Her şeye karışır, rezalet çıkarırdı. Bir şeye karışmadansusupoturmak hasta ederdi onu. Onunla hayat, hayat değildi. Kadın gündüz birkedidir, gece yılan diyenler çok doğru söylemişlerdi. Bu işte bile, hem deyabancıların yanında, çenesini tutamamış, bağırıp çağırmıştı. Senin canıngezmek istiyor, demişti, bırak ne halleri varsa görsünler, sana ne jeologlardan,ağılda bir sürü iş var, koyunlar kuzulayacak, çocuklar ayağımın dibindenayrılmıyor, ağabeyleri yatılı okulda birer serseri, birer hayta olup çıktılar,tatildegeldikleri zaman tıkınmaktan başka bir şey yapmıyorlar, bana yardım etmek içinparmaklarını bile oynatmıyorlar. Üstelik fosur fosur sigara içiyorlar. Gizligizlivotka içtiklerine de eminim. Onlara bir bakan, terbiye veren yok ki. Okul Sayfa 126
  • 127. Dişi Kurdun Rüyalarımüdürü de ayyaşın teki zaten. Sen de onlara evde çok iyi örnek oluyorsundoğrusu! Sarhoş olup sızmaktan başka bir şey yapmıyorsun! Đyi ki at evinyolunu biliyor da, içki aleminden alıp getiriyor seni buraya, yoksa şimdiyekadarçoktan bir yerlerde sızıp gebermiştin!... Pis karı! Ne kadar dayak yese yine de o yılan dilini tutamıyor! Kaç defaboğazını sıkmıştı onun. Neredeyse öldürecekti. Gözleri yuvalarındanfırlayacakmış gibi olmuştu. Sonra, sonra tek kelime söylememeye, hiç ağzınıaçmamaya söz vermişti de canını kurtarmıştı. Ama bütün bunlar ders olmamıştıona. Dayaktan yüzü gözü morartı içinde, gömgök olduğu için Gök Tursunlakabını takmışlardı ona. Ama o gün, karısının çenesini kapatmanın yolunu bulmuştu. Onu; bir şeysöyleyecekmiş gibi içeri çağırmış, sonra hiçbir şey söylemeden omuzlarındantutup duvara dayamıştı. Đşte o anda, karısının baygın ve vaktinden önceihtiyarlamış şişik yüzünde, dişsiz ağzının korku ile sırıtışında, birliktegeçirdikleri yılların hüznünü, yılgısını görmüştü. Birikmiş sayısız acıları,çileleri, talihine karşı haklı olarak duyduğu kırgınlıkları okumuştu. Ve birdenbire kendinden utanmıştı biraz. -Kancık! demişti alçak sesle, bir daha çeneni açarsan tahta kurusu gibi ezerimseni! Ve onu şiddetle itip bırakmıştı. Tursun kovaları alıp sessizce avluya çıkmış, kendisi de biraz nefes alıpsakinleştikten sonra, jeologlarla birlikte gitmek için atını eyerlemişti.Đyi, güzel bir atı vardı ve tek tesellisi, tek övüncü de bu idi. Haradan alınanbir atidi bu. Oradaki aptallardan biri onu, doru-siyah donundan dolayı beğenmemiş,cins at için bu karışık donu uygun bulmamıştı. Ne önemi vardı bu ayrıntının?Çok iyi bir attı bu. Dar ve dik yollarda yürümesini çok iyi bilirdi. Heledayanıklılığına hiç diyecek yoktu. Sırtından hiç inmediği halde yorulmak nedirbilmezdi. O yörede, çalışma kahramanı Bostonun atını saymazsak, çobanlarınhiçbirinde böyle mükemmel bir binek atı yoktu. Cimrinin tekiydi bu Boston.Bazarbayla o, görünüşte hiçbir sebep yoksa da, birbirlerinden nefret ederlerdi.Ama kabul etmesi gerekirdi ki iyi bir at geçirmişti eline. Don yöresinde yetişenbir al at idi ve onun için adını Donkulük koymuştu, onun üstüne titriyordu. Hemsonra, Ernazarın dulu ile evlendikten sonra, eyerde pek kurumlu, pek çalımlıoturmaya mecbur hissediyordu kendisini. Öyleydi vallahi! Bu Ernazar, üç yılönce Ala-Mengü boğazını geçerken bir çukura düşüp ölmüş ve buzların arasındasıkışıp kalmıştı... Çoğu kez tek sıra halinde devam ediyorlardı yollarına. Kış bitiyordu. Karlarınerimeye başladığı güneşli yamaçlarda, çakıl taşlarının görünmeye başladığıyerlerde, bir bahar kokusu da duyuluyordu artık. Hava temiz ve sakindi. Tamdikey yükseltide bulunan güneş, dağların eteğindeki gölü mavi bir sedef gibiparlatıyordu. Az sonra boğaza girdiler, ayna parıltılı sular görünmez oldu, dik yamaçlaraşağıya doğru uzanan görüntüyü gizledi. Şimdi kopuk taşlar ve sarp kayalardanoluşan ve onları her yandan tehdit eden bir dünyada idiler. Bazarbay, böyle biryere gelmek nerden akıllarına düşmüş dedi kendi kendine ve Başatı geçidindensonra uygun bir yere ulaştıkları zaman hemen dönmeye karar verdi. Başat(kaynak) geçidi dosdoğru Isık-Göle götürürdü onları. O uygun yere geldiler. Bazarbay kılavuzluk ücretini aldı. Onlara veda etmedenönce gururla bıyığını sıvazlayarak ve hafifçe gülümseyerek: -Ee, evlatlar, dedi, hepimiz erkeğiz değil mi? Ben de çocukluğu çok gerilerdebıraktım. Şu anda boğazım kupkuru, beni böyle bırakmazsınız herhalde? Bir kadeh votkadan fazlasını ummuyordu. Ama jeologlar cömert davrandılar, Sayfa 127
  • 128. Dişi Kurdun Rüyalarıona, evinde içmesi için yarım litrelik dolu bir şişe verdiler. O yeşilimtrakşişeyi(o yöredeki bir fabrikanın ürünü idi) aldıktan sonra morali iyice yükseldi.Sabırsız ve coşkulu bir şekilde, jeologlara, çadır kurmaya en elverişli yeri,ateşyakmak için çalıları nereden bulacaklarını gösterdi. Sonra, hararetle ellerinisıkıp ayrıldı onlardan. Ama, oraya kadar getirdiği yulafı yedirmek için bilebeklememişti. At buna pek aldırmazdı ve zaten bu durumlara alışıktı. Bazarbay, planına uygun olarak önce tepeye tırmandı, sonra Başata indi.Burada hava daha aydınlık, yamaçlar ağaçlı idi. Birçok başat akıyordu vegeçidin adı da bu yüzden Başar idi. Bir yandan mola vermek için uygun bir yer arıyor, bir yandan da sabırsızca,kürklü paltosunun üzerine geçirdiği yağmurluğun cebindeki şişeyi yokluyor,okşuyordu. Dayanma sınırını bildiği için bir içişte şişenin yarısını bitireceğinibiliyordu.Ardından biraz su içer ve sonra yoluna devam ederdi. Bu durumda en güç şeyatın üzerinde düşmeden durabilmekti. Eyerden düşmezse at onu götürürdü, uzunzamandan beri buna alışıktı hayvan. Zavallı Gök Tursun, kocasını şeytanınkoruduğunu söylemekte haklı idi. Çünkü Bazarbay hiç attan düşmemişti. Bir derenin kıyısına gelip durdu. Küçük dere, üzerini örten ince ve saydam buztabakasının altında şırıl şırıl akıyordu. Yapmayı düşündüğü şey için en uygunyerdi burası. Etrafı sarıçalılarla, cüce söğütlerle kaplıydı. Kar azdı. Atıngeminiçıkararak, yem torbası olarak da kullandığı heybeyi başına taktı. Hayvan, büyükbir nefes verdikten sonra, gözleri yarı yumulu olarak, hatur hutur yemeyebaşladı yulafını. Böylece hem karnını doyuruyor, hem yorgunluk çıkarıyordu.Bazarbay dere kenarındaki bir kütüğün üzerine rahatça oturdu, cebinden şişeyiçıkardı, güneşe doğru kaldırıp aşina gözlerle baktı. Şişenin bir özelliği yoktuama ona bakarken güneşin de batmak üzere olduğunu farketti. Uzayan gölgeleryavaş yavaş manzarayı örtmeye başlamıştı. Bir saat, belki daha kısa bir süresonra güneş batacaktı. Ama onun acelesi yoktu. Daha içmeden keyifleniyordu.Kalın tırnağı ile usulca şişenin kapağını açtı, önce bir güzel kokladı, sonrabaşınıkaldırıp şişeyi ağzına yapıştırdı. Oburca akıttığı ilk yudumlar boğazını yakarakgeçti. Elini uzatıp avucuyla biraz su ve buz kırıkları aldı ve olduğu gibiağzınaattı. Dişleri arasında ezilen buz parçacıklarının hoş gıcırtısını ta kafatasındaduydu. Ama yüzünü korkunç şekilde buruşturmuştu. Yine de hoşnut olduğunubelirten gurultular çıkardı, gözlerini kapatıp votkanın başına vurmasını,dağlarınve kayaların buğulanmasını, birbirine karışmasını, yüzlerce anlaşılmaz sesinbeynine ulaşmasını bekledi. Sarhoşluğun eşiğinde, öylece donup kalmışken,birden inlemeler, çocuk ağlamasına benzer sesler duydu. Çok yakından gelen busesleri kulak kabartarak dikkatle dinledi. Şimdi daha iyi işitiyordu.Yakınındakisık çalıların ardında, ürüyen enikler vardı... Đstek dışı bir hareketle biryudumvotka daha çekti. Sonra şişeyi bir taşa dayayarak oraya bıraktı, dudaklarınısildi,kulağını sesin geldiği yöne çevirerek ayağa kalktı. Evet, yanılmıyordu. Yavruhayvanların bulunduğu bir yuva yada in vardı yakınında... Bunlar Akbar ve Taşçaynarın dört küçük yavrusu idi. Zamanından önce,ilkbaharın ilk günleri bile gelmeden doğan yavrular... Son üç yıldan berikarşılaştıkları sayısız ve beklenmedik olaylar, kurtların hayat ritminibozmuştu.Yavrular anneleri geciktiği için inliyor, ağlaşıyorlardı. Bazarbay içkili olmasaydı o seslerin geldiği yere gitmeden önce iyicedüşünürdü. Ama votka etkisini göstermeye başlamış ve onun düşünme gücünü Sayfa 128
  • 129. Dişi Kurdun Rüyalarıalmıştı bile. Hiç tereddüt etmeden yuvaya doğru yürüdü. Önce yuvayı bulmaktabiraz güçlük çekti ama koku alma duyusundan da yararlandı. Çok belirgin kurtizleri çıkmıştı karşısına. Kurtlar, tedbir olsun diye hep kendi izlerindenyürürlerdi. Sonra çalıların arasında gerçek bir hayvan mezarlığı buldu.Kemirilmiş kemiklere, yarısı yenmiş iskelet parçalarının çokluğuna bakılırsa, buyırtıklar burada uzun süreden beri yaşıyordu. Çünkü bunlar artan avlarını böylebir yere depo eder, karınları acıkınca ya da başka av bulamayınca yerlerdi.Bazarbay izlerden giderek, bir kaya yarığının arasında hayvanların inini buldu.Oraya girmekten korkmalıydı, büyük kurtlarla burun buruna gelebilirdi çünkü.Ama yavru kurtlar birbirleriyle yarışırcasına inlemeye devam ediyor, sanki onuçağırıyorlardı. Yavru kurtlar ne bileceklerdi anne ve babalarının isteyerek gecikmediklerini.Kurtların avlanmasına en elverişsiz bir mevsimdi. Avlayabilecekleri hayvanlarpek sıska, pek azdı. Muflonların ve dağkeçilerinin en zayıfları zatenöldürülmüşlerdi. Yabani koyun sürüleri doğum zamanını geçirmek için uzakyaylalara gitmişti. Evcil hayvanlar ise yine doğum için korunaklı ağıllardatoplanmış bulunuyordu. Bu şartlarda durmadan süt isteyen, yiyecek isteyenyavruları beslemek hiç de kolay değildi. Akbar bir deri, bir kemik kalmış, tanınmaz hale gelmişti. Zayıf ayakları,sarkıkmemeleriyle kendisinin gölgesiydi sanki. Erkek kurtlar daha dayanıklıydı, birkaçgün hiçbir şey yemeseler de olurdu, ama süt emziren bir ana kurdun açkalmaması gerekirdi. Akbar, beslenmek için, az bulunan güçlü hayvanlarıavlamak tehlikesini de göze almak zorundaydı. Kendisi ölürse yavruları daölürdü çünkü. Her zaman olduğu gibi Akbar önden gidiyor, Taşçaynar peşinden geliyordu.Şimdi bir an önce av bulmak zorundaydı. Avı bulacak, yakalayıp öldürecek,olabildiğince çok et yiyecek ve sonra inine dönüp hazmedecekti ki yavrularınasüt yapabilsin. Karların erimeye başladığı yerler kaygan, gölgeli yerler ise sert ve soğuktu.Ama kurtlar yavaşlamadan, hep aynı hızla ilerliyorlardı. Küçük hayvanlar henüzinlerini terketmemişti, sürüler ise çok uzaktaydı. Yollarını şaşırmış kocabaşhayvanlar kalıyordu onlara: Atlar, sığırlar, develer. Taşçaynar bunları Akbarınyardımı olmadan avlayamazdı. Zaten tek başına bunlardan birini yakalasa bile,bütün gücüne rağmen, sürükleyip yuvalarına kadar götüremezdi. Nitekim birkaçgün önce tek başına, aşağılarda yolunu şaşıran bir eşek yakalamış, ama onutaşıyamamıştı. Bunun üzerine eşi Akbar geceyarısı yuvasını terkedip avınbulunduğu yere gelmiş ve karnını doyurabilmişti. Böyle fırsatlar pek azçıkıyordu karşılarına. Eşekler yalnız dolaşmaz, genellikle yanlarında birileribulunurdu. Đşte bu sebeplerden dolayı Akbar da Taşçaynarla birlikte gitmek vekarnını avı buldukları yerde doyurmak zorunda kalmıştı. Đnden çıkışının ilk saatlerinde çok endişelendi, birkaç defa geri dönmekistedi.Yavruları korumalıydı, onun sütüne ve sıcaklığına ihtiyaçları vardı. Ama,korkusunun üstesinden gelerek yoluna devam etti, o anlar için yuvasını unuttuve sonra birden göl civarında yeni izlerle karşılaştı. Yırtıcılık içgüdüsü herşeyiunutturdu. Kurtlar buldukları izden giderek geniş bir vadiye ulaştılar. Burada üç yakotluyordu. Besbelli yollarını şaşırdıkları için gelip kalmışlardı buralarda. Đrihayvanların orta boyluları idi bunlar. Vücutları, kış sonunda oldukları içinkalınve iri kıllarla kaplıydı. Akbar ve Taşçaynar, geçen yıl, bu bölgeye yenigeldiklerizaman da karşılaşmışlardı yaklarla. Ama henüz bölgenin yabancısı oldukları içinbunlara saldırmamış, daha küçük avlarla yetinmişlerdi: Bugün ise yiyeceğe çokihtiyaçları vardı ve yaklaşmak için manevra yaparak vakit kaybetmek sırası dadeğildi. Yakınlarda insan da görünmediği için hemen hücuma geçtiler. Yaklar, Sayfa 129
  • 130. Dişi Kurdun Rüyalarıkurtları görür görmez, böğrüşerek rastgele tekme savurarak kaçmaya başladılar.Ama kurtlar daha hızlı koşuyordu. Az sonra, nefesleri kesilen otçulların durupkarşı koymaktan başka çareleri kalmadı. Ortalıkta insan olmayınca, bir süre için, dünyanın eski zamanlardaki dengesikuruluverdi: Bu güneşe, bu ıssız dağlara ve mutlak sessizliğe, otçul ya da etçilbu beş yaratık eşit olarak sahiptiler. Otçullar bu dövüşü hiç istemezlerdi ama,Akbar ve Taşçaynar da onlara sırt çevirip elleri boş dönemezlerdi. Açlıktanmideleri kazınıyordu. Kendilerinin ve yavrularının yaşamaları için yaklarla boyölçüşmek zorundaydılar. Otçullar da başka kurtuluş yolu olmadığınıanlamışlardı. Hem korkmuş, hem öfkeli idiler. Dönüp başlarını eğdiler, kulaklarısağır edercesine böğürerek ön ayaklarının toynaklarıyla yeri dövmeye başladılar.Kurtlar küçük sıçrayışlarla çevrelerinde dönüyor, üzerlerine atılmak için enuygun anı kolluyorlardı. Güneş ve dağlar, telaşsız heyecansız seyircilerdişimdi.Tehlikeye rağmen Akbar sabırsızlanıyordu. Kendine göre en zayıf otçuluseçerek atılmaya karar verdi: Otçulun kanlı gözlerinde bir tereddüt görür gibiolmuştu ve bu da, pek emin bir durum olmasa da, saldırma kararını verdirmiştiona. Hiç oyalanmadan, bir an bile duraksamadan, otçulun omuzuna atladı.Otçul, hiddetle ve hızla başını sallayarak ve Taşçaynarın saldırısından önceAkbarı yere fırlattı, karnına birkaç boynuz indirdi, sonra da ayakları altındaezeceği anda, Akbar bir yılan gibi kayıp kurtuldu, yeniden sıçrayıp bu defahasmının ensesine dişlerini batırdı. Hayvanın diken diken olan kalın kıllarıdiliniyaraladı. Korkunç, yırtıcı tabiatı, yaşamak için öldürmesini gerektiriyordu. Amabugün kolay yutulur bir av çıkmamıştı karşısına. Yaklar ne saygalara benziyordune de tavşanlara. Olanca güçleriyle direnmeden boğazlatmıyorlardı kendilerini.Ve bu yak, yaralı ve kanlar içinde olsa da, daha uzun süre dövüşebilir, belkifazlasını da başarabilirdi. Ama Akbarın şansı bu defa da ona yardım etti:Taşçaynar da ondan hemen sonra aynı otçula saldırmıştı. Akbarla uğraşanhayvanın boğazına güçlü dişlerini geçirmiş ve yak bu ikinci hasmınıkarşılayacak zaman bulamamıştı. Taşçaynar öyle müthiş saldırmış ve dişlemiştiki, yak sendelemiş, vücudundan oluk gibi kan akarak yere serilmiş ve cançekişmeye başlamıştı. Gözleri yavaş yavaş donuklaştı. Öteki iki yak dahakavganın başında kaçıp gitmişlerdi. Boğuşma yerinden iyice uzaklaştıktan sonrayavaşladılar ve hiçbir şey olmamış gibi ağır ağır yürüdüler. Can çekişen yak daha son nefesini vermeden kurtlar ondan parçalar koparmayabaşladılar. Akbar, pençelerinin de yardımıyla karnını yarmış, hala canlı olanhayvanın sıcak etini dişleyerek yutmaya başlamıştı. Az zamanda karnını iyicedoyurmak için acele ediyordu, bir an önce yavrularının yanına dönmek istiyorduçünkü. Taşçaynar ise hayvanın gövdesini parçalıyor, vahşi hırıltılar çıkararak,zalim bir kasap gibi eklemlerini kırıyordu. Karınlarını doyurduktan sonra inlerine gidecek, geceleyin dönüp artanyiyecekleri götüreceklerdi. Şimdilik, iri iri lokmaları güçlükle yutarak ziyafetçekiyorlardı kendilerine... Ötede, yavru kurtlar, ısınmak için birbirlerinin üzerine abanarak bağrışıyor,inliyorlardı. Karınları çok açtı. Đnin gerisinde bir hareket duyunca daha dayükselttiler seslerini, titreyen minik bacaklarıyla düşe kalka, sevinçledışarıyadoğru ilerlediler. Bu da kan ter içinde kalan Bazarbayın işini kolaylaştırdı.Darkaya kovuğuna, kürklü paltosunu çıkararak ve sağa sola tutuna tutunagirebilmişti. Yavrulardan üçünü kucağına aldı, dördüncüsünü ensesindenyakaladı ve geri geri giderek kurt yuvasından dışarı çıktı. Batmak üzere olangüneşin ışıkları karlı yamaçlardan yansıyarak gözüne vuruyor, görmesinigüçleştiriyordu. Derin bir nefes alarak ciğerlerini temiz hava ile doldurdu,hayvanların soluk verişlerini dinledi. Kucağındaki yavrular kımıldamaya,elindeki ise kurtulmak için çırpınmaya başlamıştı. Bazarbay paltosunu alarakdereye doğru hızla yürüdü. Bunları hayvanat bahçesine satıp iyi bir paraalacağından emindi. Geçen yıl bir çoban böyle yavrular bulmuş ve ona herbiri Sayfa 130
  • 131. Dişi Kurdun Rüyalarıiçin elli ruble ödemişlerdi. Seri bir hareketle atın yulaf torbasını aldı, yulafları yere döktü, kurtyavrularınıheybesinin iki gözüne ikişer ikişer yerleştirdi ve sonra eyerin terkisinebağladı.Daha fazla gecikmemek için atına bindi. Şanslıydı doğrusu! Ama, büyük kurtlargelmeden uzaklaşmalıydı oradan. Votka şişesini ancak atına bindikten sonrahatırladı, vakit kaybetmemek için inip almadı. Eksik olsun! dedi. Bu kurtyavrularını satıp elde edeceği para ile kasalar dolusu votka alabilirdi, şimdiönemli olan bir an önce uzaklaşmasıydı. Az sonra yaptığı tedbirsizliği düşündü de tüyleri diken diken oldu. Elinde birtüfek bile olmadan nasıl girmişti o kurt inine! Ana kurt ya da baba kurtyakınlarda bir yerde olabilirdi... En uysal hayvan olan bir dişi geyik bile yavrusunu korumak için canını dişinetakıp dövüşürdü... Şimdilik, göze aldığı tehlikeyi düşünmüyor, atını dörtnala sürerek arada birgünbatısına doğru endişe ile göz atıyordu... Kayalar arasına alaca karanlıkçökmüştü bile. Bir an önce bu tehlikeli boğazdan kurtulmalıydı... Göle yaklaştıkça rahatlıyor, kendisini emniyette hissediyordu. Bir yandan daele geçirdiği ganimeti birine göstermek için can atıyordu. Eve gitmeden öncemeyhane arkadaşlarından birini bulup bu olayı anlatmayı da düşünmüyordeğildi. Acaba değer miydi? Herhalde ona birkaç kadeh, her yavru için en azyüz gram votka ısmarlayan olurdu. Hem uzun zaman borçlu kalmayacaktı ki!Daha üçte ikisi şişede kalan votkasını derenin kenarına bırakıp geldiği içinşimdiden pişmanlık duymaya başlamıştı. Đşkembesini harekete geçirmek için şuanda bir duble votka ne kadar iyi olurdu! Ama, bir yandan da içki içmeye herzaman fırsat bulacağını, şimdi asıl işinin bu hayvancıkları sağ salim evineulaştırmak ve beslemek olduğunu düşünüyordu. Büyük kurtlar istedikleri kadarinatçı olsunlardı, bu yavrular daha süt eniği idiler ve gözleri açılalı da çokolmamıştı. Bakışlarından belliydi bu. Zaten heybenin içinde çaresizdiler işte.Bazarbay uzun süredir takip edildiğini bilmiyor, hiç kuşkulanmıyordu. Bumaceranın sonunu da ancak Allah bilebilirdi... Büyük kurtlar karınlarını iyice doyurduktan sonra dönüş yolunu tutmuşlardı vetek arzuları vardı artık: Đnlerine ulaşmak, yavrularıyla kucaklaşıp yatmak vedinlenmek. Bunu hakketmişlerdi. Sonra da gidip av artıklarınıtemizleyeceklerdi. Onların hayatı sürekli bir koşudan ibaretti sanki. Zaten, kurtları besleyenayaklarıdır dememişler mi? Heyhat! Hız, tek başına bütün güçlüklerinüstesinden gelmeye yetmiyor. Başka aç kurtlar da vardı ve yarım bıraktıklarıyakı bulur, yerlerdi. Çünkü bunların bazıları başkalarının avını dişlemekte hiçtereddüt etmezlerdi. Böyle durumlarda da, diş dişe bir dövüş kaçınılmaz olurdu,Ama çok defa avın gerçek sahipleri galip çıkardı bu dövüşten... Đnlerine varmadan epeyce önce, bir önsezi Akbarın yüreğini sıkmaya başladı.Güneşin ışıkları karlı tepeleri ürkütücü bir kızıllıkla kaplarken ve her dakikabiraz daha kararırken, birden yanıbaşından bir gece kuşu uçup geçmişti sanki.Adımlarını sıklaştırdı, sonra, Taşçaynarın kendisini izleyip izlemediğine bilealdırmadan, anlaşılmaz sıkıntılar içinde, koşmaya başladı. Korkusu yavaş yavaşanlaşılmaz olmaktan da çıkıyordu şimdi: Havada yabancı kokusu vardı. Önceterli bir at kokusu, sonra yürek oynatan başka bir koku! Dereyi atladı, çalılarıgeçti, telaşla inlerine girdi... Đn bomboş! Bir an donup kalan ana kurt, hemensonra, bir av köpeği gibi her yeri koklayarak oraya buraya koştu. Sonra dışarıfırladı, yoluna çıkan Taşçaynara hiddetle bir diş attı. Yavrularınınolmayışındanonu, yani babalarını sorumlu tutuyordu sanki. Baba kurt da telaşla yuvalarınagirdi. Sonra çıkıp Akbarın peşine düştü. Akbar, dere boyunda, bir o yana bir buyana koşup duruyordu. Faltaşı gibi açılmış gözleriyle izlere bakıyor, neler olup Sayfa 131
  • 132. Dişi Kurdun Rüyalarıbittiğini anlamaya çalışıyordu. Bir insan gelmişti buraya! Henüz taze olan kokuyayıntısı apaçık belli ediyordu bunu. Yere dökülmüş ve az salyası bulanmışyulaflar da vardı. Sonra, içinde pis kokulu ve onun midesini bulandıran bir sıvıolan şişe, özellikle de kar üzerinde pek belli olan çoban çizmelerinin izleri: Demek, o korkunç yaratık, atla inlerine kadar gelmiş, yavrularını almıştı!Belkiyavrularını yemişti bile! Üzüntü ve hiddetinden ne yapacağını bilemeyen Akbar,zavallı eşine bir düşmanı imiş gibi tekrar saldırdı ve onu birkaç kere ısırdı.Sonrahiddetli hırlamalarla, yavrusunu kaçıranın izinde koşmaya başladı. Taşçaynar dapeşinden... Đki kurt olanca hızlarıyla atlının peşinde koşuyor, atlı ise göle, insanlarınyaşadığı bölgeye gidiyordu. Bazarbay boğazı geçmiş, yaz merasının bayırında atını tırısa geçirmişti.Uzaktan gölün bir köşesi görünmeye başlamıştı bile. Bir saat kadar sonra evineulaşırdı. Ufkun ta kenarında duran güneş, iki dağ arasına düşmek, yitilmeküzereydi. Hafif ama soğuk bir rüzgar esmeye başladı Isık-Gölden. Kurtyavruları soğuk almamalı dedi Bazarbay kendi kendine. Ama onları saracak birşey yoktu. Heybenin içinde ölmüş olmasınlar sakın! (Ölmüş hayvanları kimsatın alırdı). Đnip bakmak için atını durdurdu. Tam heybeyi çözüp bakacağısırada, at ayaklarını açıp işemeye başladı, ama birden işemeyi kesti, olduğuyerde çırpınıyor, korkulu bakışlarla ayaklarını yere vuruyordu. Birden yanasıçramış, sahibinin elinden dizginini hızla çekmişti. -Hoop! Dur bakalım, ne oluyor sana? Ama at şaha kalktı. Korkunç bir yangından kaçmak istiyordu sanki. Bazarbaybirden, iliklerine kadar titrediğini hissetti. Atın bu tuhaf davranışınınsebebinianlamak için durup gerilere bakmasına gerek yoktu. Kurtların takipte olduğunuanlamıştı. Hemen sıçradı, daha atın yelesini bırakmamıştı ki hayvan fırladı,dörtnal koşmaya başladı. Rüzgara karşı, başını öne eğerek uçuyordu. Bazarbayyan tarafa bir göz attı ve yakında iki kurdun koştuğunu gördü. Az önce de at,bayırı aşarlarken görmüştü onları. Şimdi yandan önüne geçip yolunu kesmekistiyorlardı. Adam yakarmaya, normal zamanda yüzlerine tüküreceği bütünilahları imdada çağırmaya başladı. Lanet olsun o jeologlar, dedi, altınlarıylabirlikte yok olsunlar! Sonra karısının sözlerini hatırladı. Ondan özür diledi:Şeref sözü! Eğer bu işten yakamı sıyırırsam bir daha sana hiç elkaldırmayacağım diye, yanıbaşındaymış gibi ona söz verdi. Đçindensöyleniyordu: O kurt ininde ne işim vardı? Kafalarını duvara çarpa çarpagebertsem daha iyiydi. Ve şimdi onlardan kurtulmam imkansız! Heybe atın terkisine sıkıca bağlıydı ve bu koşu sırasında onları oradan alıpatamazdı. Bütün bunlar yetmiyormuş gibi akşam oluvermiş, karanlık, ıssız genişovaları dalga dalga kaplamıştı. Çevresinde, kilometrelerce uzağında, onunderdiyle meşgul olacak kimseler yoktu. Tek dayanağı, tek desteği, şimdi paniğekapılarak bütün hızı ile koşan atı idi. En büyük üzüntüsü de tüfeği olmamasıydı. Bu kurtları herbirine birer kurşunsıkmaktan daha kolay ne olurdu. Boşa kurşun atmazdı. Bütün çobanlar gibi onunda bir tüfeği vardı elbet. Ama ne yazık ki evde bırakmıştı. Her zaman tüfekledolaşacak değildi ya! Ah, başına geleceği bilseydi... Bazarbay olanca sesiyle bağırmaya başladı. Böylece kurtları korkutacağınıumuyordu. Neyse ki iyi bir atı vardı ve kurtuluşu bu ata bağlıydı... Dağların karanlık yamaçlarında amansız bir takipti bu: Atlı adam, heybesindedört kurt yavrusunu kaçırıyor, Akbar ve Taşçaynar da onu kovalıyordu.Yavrularının kokusunu alan kurtlar da kendi dillerince dua ediyorlardı. Ah atbiryanlış adım atsa, bir tek yanlış adımla ayağı sürçecek olsa! Mideleri yak etiyledolu olmasaydı, daha hızlı koşabilirler, hırsızı yakalar, onu kana boğarak parça Sayfa 132
  • 133. Dişi Kurdun Rüyalarıparça eder, nice zamandır sürdürdükleri korkunç varolma mücadelesinde haklıolduklarını gösterirler, adalet yerini bulurdu. Eskiden, Mujunkum bozkırında,büyük sayga avına çıktıkları zaman, daha başka davranır, daha hızlı koşar vesaygaları pusuya düşürürlerdi. Ama o zamanlar mideleri hep boş olurdu. Bu koşuda özellikle Akbar çok güçlük çekiyordu. Çünkü yavrularına süt yapsındiye çok et yemişti. Yine de dayanıyor, bütün kaslarını gererek koşuyordu.Atlıya yetişse, bir an bile tereddüt etmeden üzerine atılacaktı. Yavrularınıkurtarmak için her şeyi göze almıştı. Elbette Taşçaynar da hep yanında olacak,onu vargücüyle ve sonuna kadar destekleyecekti. Her şeyde beraberdiler. Yalnız,vakti gelince, tek başlarına öleceklerdi... Bugün Akbarı hiç bir şeydurduramazdı. Ölecekse ölecekti, yeter ki kaçan atlıya yetişsindi. Ah onunboğazına bir atılsa!.. Bazarbay, atının bütün çabasına rağmen, kurtlarla kendisi arasındaki mesafeninyavaş yavaş ama kesin olarak kısaldığını ve kurtların onun göle ulaşmasınıengellemeye çalıştıklarını farketti. Kurtlar onun yolunu kesip dağlara doğrugitmesini istiyorlardı. Orada işini bitirmeleri kesinleşirdi. Korkular içindekiatise uzaklaşmaktan başka bir şey düşünmüyor ve onun için de zaman zamanyolunu değiştirmeye çalışıyordu. Ama Bazarbay onun doğru yoldan sapmasınıengelliyor, bu yüzden de kurtların saptırma çabası boşa gidiyordu. Nihayet ileride bir ağılın ışıkları göründü (Ne şans!). Boston Urkunçievinağılıidi bu. Evet, şu meşhur kahraman işçinin, nefret ettiği şu yeni tür kulağın (köyağasının) ağılı. Dost ya da düşman, ne olursa olsun, şu anda karşısına bir insançıkması, Tanrının bir lutfu idi. Birbirinden uzakça o birkaç evi görünce sonsuzbir sevince kapıldı ve atını mahmuzladı. Hayvan, uzakta parlayan o umutışıklarına doğru yeni bir kuvvetle hızlandı. Ama, artık kurtulduğunusöyleyebileceği ana kadar sanki yüzyıllar kadar uzun zaman geçti. Az sonra Bostonun elektrojen grubunun tarrakası duyuldu ve bir köpek sürüsühavlayarak ona doğru koşmaya başladı. Ama kurtlar hala peşindeydi, onlarıngittikçe yaklaşan solumalarını duyuyordu. Ey kudretli Bavbedin, kurtar beni,sana yedi kurban sunacağım! diyordu Bazarbay. Çobanların kendisine doğru koştuklarını görünce, Ah, nihayet kurtuldum! dedikendi kendine. Tabii, bütün vaadlerini, adaklarını, daha bir saat geçmeden unutacaktı.Đnsanoğlu böyleydi işte... Kendisini, kelimenin tam anlamıyla kurtarıcılarının kollarına attı: -Kurtlar! Kurtlar kovalıyor! Su verin bana! dedi titrek bir sesle. Kurtlar şimdi görünmez olmuşlardı. Ama oralarda bir yerde, pusuda olduklarıkesindi. Çobanlar kapıları kilitleyerek, birbirlerini uyararak sağa sola koşmayabaşladılar. Đçlerinden biri dama çıktı ve oradan birkaç el ateş etti. Köpeklerbirbirleriyle yarışırcasına havlıyorlardı. Kurtların kokusunu alır almaz hepsiavluya kaçmıştı ve oradan çıkmıyorlardı. Onların bu korkaklığına sinirlenensahipleri küfürler savurarak onları kışkırtmaya, yüreklendirmeye çalışıyorlardıama boşuna... -Koşun! Tutun! Çoban köpeği olacaklar! Bir bok olmaz bunlardan! Saldırın!Haydi... Aktaş, Yılbars, Caysan, Barpalan! Ne duruyorsunuz! Kovun kurtları!Ödlekler! Utanmıyor musunuz?! -Nefesini tüketme, dedi içlerinden biri, köpek bunlar, bir atlıyı çizmesindenyakalayıp düşürürler de, kurtlara bir şey yapamazlar. Ne sanıyorsun! Hiçbirköpek bir kurda saldıramaz. Bırak havlasınlar. Sayfa 133
  • 134. Dişi Kurdun Rüyaları Bazarbayın, kurtların kendisini niçin kovaladıklarını hatırlaması için epeycezaman geçti. Yalnız, onun atıyla ilgilenen bir çocuğun sorusu üzerinehatırlamıştı kovalanmasının sebebini: -Bazarbay Beg, heybende ne var? Đçinde bir şeyler kımıldıyor da? demiştiçocuk. -Heybemde mi? Ha, onlar kurt yavruları! Lanet olası şeyler! Başatta bir indebuldum bu dört kurt yavrusunu. Kurtlar beni bunun için kovaladılar. -Ha, demek öyle, iyi bir ganimet! Đnlerine girip mi aldım onları? Postunuorada bırakabilirdin... -Ölmemişler mi? Çok sallanmaktan boğulup ölebilirlerdi, dedi başka birçoban. -Yoo, o kadar nazik değiller, ayrık otu gibidir bunlar, öyle kolay kolayölmezler! -Göstersene nasıl şeyler olduğunu. Çobanlar heybeyi alıp Bostonun evine götürdüler. Böyle bir buluntuya ancakağıl reisinin evinde bakılabilirdi. O sırada ağıl reisinin orada bulunmayışı bugeleneği bozamazdı. Şu anda o, ödül almış seçkin bir işçi olarak, mahalli birkomite toplantısına başkanlık ediyordu. Bazarbay, zafer kazanmış gibi gururla, ganimetinin peşinde yürüyerek evegirdi. Ev sahibine karşı düşüncesi ne olursa olsun, davet edildiği bir haneyegirmemezlik edemezdi. Doğrusunu söylemek gerekirse, bu eşikten ilk defa geçecek değildi. Oradanyedi kilometre uzakta oturuyordu ve bu dağlarda çobanlık yaptığı uzun yıllarda,Urkunçievi üç defa ziyaret etmek fırsatını bulmuştu. Đlk gelişi, Ernazarınölümünden sonra, onu anmak için verilen yemek dolayısıyla olmuştu. Ernazar,Ala-Mengü dağını geçerken bir uçuruma yuvarlanmış ve ölmüştü. Ondan altı aysonra, Bostonun ilk karısı Arzıgülün cenazesi için gelmişti. (Arzıgül çokgüzelbir kadındı). Çevre sakinlerinin hepsi gelmişti cenazeye: Büyük bir kalabalıkolmuştu. Atlar, traktörler, kamyonlar... ordu kadar çoktular. Üçüncü ziyaretinegelince, bunu istemeyerek, zorlanarak yapmıştı doğrusu. O gün yetkili kişilerbirüretim semineri açmış, Boston Urkunçieve de kendi tecrübelerinden ötekiçobanları yararlandırmak görevi vermişlerdi. Đşte bu vesile ile istemeyeistemeyeseminere katılmış, kuzuların ölmemesi, koyunların daha çok yün vermeleri içinnelerin yapılması gerektiğine dair uzun uzun nutukları dinlemek zorunda kalmış,yarım gününü kaybetmişti. Sanki o bunları bilmezmiş, nice zamandan beri başkaşey yapıyormuş gibi! Oysa yapılacak şeyler belliydi. Kış zamanında hayvanlarıiyi beslemek, yazın sabahları erken kalkmak, akşamları geç yatmak, çokçalışmak ve koyunları hiç gözetimsiz bırakmamak yeter de artardı bile. Kısacasıgayretkeşlik gerekirdi. Tıpkı Boston ve onun takımı gibi. Bazısı çok, bazısı azbaşarılı olurdu. Bir şans meselesiydi bu. Mesela Bostonun evlerinde, ambarında,hatta avlusunda bile gece-gündüz yanan elektrik vardı. Niçin? Çünkü o, birjeneratör yerine iki jeneratör alabilmişti. Birinci jeneratör arıza yapacakolsa,ikincisini çalıştırırdı. Oysa Bazarbay da dahil kolhozun bütün ötekiçobanlarındayalnız bir jeneratör vardı, bunun da yarardan çok zararı olurdu. Bazen çalışır,bazen çalışmaz, çok defa gerekli yakıt vaktinde verilmezdi. Arza yapınca parçagerekir, ya da teknisyen gidip şehire yerleşmiş olur, bulunmazdı. Onun gibigençler için şehirde yaşamak ve çalışmak yüz kere daha iyiydi. Sonuç: Kağıtüzerinde herkesin elektriği vardı, ama gerçek bambaşka idi... Hem sonra, her zaman haklı çıkan Boston olurdu. Đçki de içmediği için haklıçıkarırlardı onu. Oysa Bazarbay ve onun gibiler hep haksız çıkarlardı, onlarıniçkiye düşkünlüğü hiçbir şeyi halletmiyordu. Ama, madem ki o kadar kötü Sayfa 134
  • 135. Dişi Kurdun Rüyalarıidiler, kötü işçilerdi, niye işten kovmuyorlardı? Hayır, tam tersi oluyordubunun:Hele bir istifa etmeye kalkış, görürdün dünyanın kaç bucak olduğunu! Hemenadamın peşine polis takarlardı. Pasaportunu alır, çalışma belgeni alır ve gerivermezlerdi. Bizimle kal sevgili yoldaş, bizi güç durumda bırakma derlerdi.Evet, günümüzde çobanlığı kabul eden enayiler pek az bulunur. Herkes şehirdeoturmak istiyor. Çünkü orda çalışma saati dolunca bir yerlere gidipeğlenebilirsin, ya da evine gider dinlenirsin. Oradaki evlerde konfor var, sobayakmak gerekmiyor, elektrik hiç kesilmez, gece gündüz yanar, akarsu desenelinin altında, hatta helaları bile evin içinde, koridorun dibindedir... Hiçbirşeyburadakine benzemez! Sen burada binbeş yüz hayvanla uğraşırsın, kuzulamamevsiminde bir dakika dinlenmeye vaktin olmaz. Hep meleşir, birbiri ardındandoğum yaparlar. Saatlerce gübrelere batıp çıkarsın, sinirlerini yatıştıramazsın;karını, yardımcılarını dövemezsin, içip zıbaramazsın... Ve sonra, bütün bunlaryetmiyormuş gibi, sana beş paralık değer vermezler... En küçük bir fırsatta, sana bu Bostonu örnek olarak gösterirler: Onun gibiolun, onu örnek alın! derler. Çenesine iyi bir yumruğu hakkediyor bu fırsatçı!Herifte de bir şans var ki! En iyi insanlar onun emrinde çalışmak istiyor, kimseonu terketmiyor, tam bir aile şirketi kurmuş! Bazarbay ve birçokları da elektrikjeneratörlerini kaldırıp döküntüler arasına atmış ve tıpkı eski zamanlardaolduğugibi petrol lambalarını ve fenerleri kullanmaya başlamışlardı. BostonunMI-1157siise çalışmaya devam ediyordu. Onu ta uzaktan görüyor, sesini ta uzaktanduyuyorlardı. Zaten kurtları korkutan da o ses idi. O müthiş tarraka olmasaydı,bu kadar çabuk bırakmazlardı kovalamayı. Köpekler hala havlıyordu, iki kurt hala yakınlarda geziyor ama meydanaçıkmaya cesaret edemiyorlardı... Evet, çok şanslıydı bu Boston. Avlusu bile kusursuz, evi temiz ve aydınlıktı.Bunlara bakınca insan onun koyunlar arasında yaşadığını söyleyemezdi. Kapıdan içeri girerken Bazarbay çizmelerini, dolaklarını çıkarmak zorundakalmış, halılar döşeli odaya yün çoraplarıyla girmişti. Đnsana şans bir kere gülmeyegörsün her şeyin en iyisini verirdi. Bazarbay ogüne kadar, Ernazarın dulu Gülümhanın ne kadar çekici ve hala genç bir kadınolduğunu pek farketmemişti. Kocası öleli çok olmamasına rağmen Bostononunla evlenmişti ve kadın mutlu görünüyordu. Henüz kırk yaşındaydı, belkidaha genç. Đki kızı yatılı okuldaydı. Bostonun da ilk karısından iki kızı vardıama onlar evlenmişlerdi. Gülümhan ona üçüncü bir çocuk; bir oğul vermişti.Bostonun bu yeni karısı gerçekten çok sevimliydi, kibardı ve aptal da değildi,hiç değildi. Kocasıyla Bazarbay arasındaki geçimsizliği bildiği haldebilmezlikten gelmiş, hiç renk vermemiş, çok tabii ve nazik bir şekildekarşılamıştı onu: Hoşgeldin komşularımın komşusu, gir içeri, şöyle buyur. Nemüthiş olay! Demek kurtlar düştü peşine! Hiç görülmüş şey mi bu? Allahaşükürler olsun, Arbaklar (Kırgızcada ataların ruhu) kurtarmış seni ölümden.Kocam evde değil, toplantıya gitti, ama gecikmez, gelir. Onu arabayla getirmeyesöz vermişlerdi. Buyur, buyur, otur şöyle. Böyle bir maceradan sonra bir çayiçmek istersin herhalde. Biraz beklersen yemek de hazır olur. Bazarbay, bu zoraki konukseverliğin, bu iyi niyet gösterisinin derecesini,nereye kadar varacağını anlamak istedi. Üstelik, heyecanını yatıştırmak içinbiraz içkiye çok ihtiyacı vardı. -Çay, kadınların içeceği bir içkidir, dedi hiç kemküm etmeden ve biraz datahrik eden bir ses tonuyla, patavatsızlığımı mazur gör, baylığı, varlığıdillerdedolaşan Bostonun görkemli, evinde daha keskin, daha ağırca bir içki bulunmazmı acaba? Sayfa 135
  • 136. Dişi Kurdun Rüyaları Bazarbay, kendisine bir içki verilmese bile bu çok iğneli sözleriyle,Gülümhanın yüzündeki ani değişikliği görmekten büyük zevk alacaktı: Aslındaaçık konuşmak pek becerebildiği bir şey değildi. Ama burası ne bir Beğ evi idi,ne de bir Han evi. Boston da onun gibi basit bir koyun yetiştiricisinden başkabir şey değildi. -Özür dilerim, dedi kadın kaşlarını çatarak, Boston içki içmez... -Evet, bilirim, senin Boston içki içmez, dedi Bazarbay laübali bir şekilde,lafolsun diye söyledim işte. Çaya da teşekkür ederim. Sadece düşünmüştüm ki,kendisi içmese bile belki konukları için bulundurur... -Tabii, tabii, dedi Gülümhan mahcup bir şekilde. Bu arada, misafirin yanındaoturan çoban Rızkula bir göz attı. Đçinde kurt yavruları bulunan heybe onunönünde idi. Rızkul votka getirmek için ayağa kalkarken Bostonun ikinci yardımcısı girdiodaya. Bunun adı Murat idi. Pedagoji Enstitüsündeki öğrenimini yarıdabırakmış, her yere girip çıkmış, sonunda Bostonun yanında kalmıştı. Açıkgöz veyüzsüz bir çocuktu. Rızkul ona: -Baksana Murat, dedi, sende bir yerlere sakladığın bir votka şişesi vardır.Bunu biliyorum. Getir de Bazarbayın haşarısını kutlayalım. Boston bir şeysöylerse sorumluluğu üzerime alırım. Haydi, uç ve hemen getir. -Pekala, getireyim, dedi Murat sevinçle. Đlk yarım şişeden sonra Bazarbay neşesini bulmuştu. O büyük korkunun yerinişimdi her zamanki güvenli daha doğrusu patavatsız hali almıştı. Kendievindeymiş gibi halının üzerine yayılıp oturdu ve macerasını anlamayahazırlandı. Heybenin ağzını açarak yavru kurtları çıkardı önce. Kendisi de ilkdefa bu kadar yakından görecekti onları. Yavruların sert tepkileri azalmış,saklanacak yer arıyor gibiydiler. Biraz ısınınca halının üzerinde hareketetmeye,şikayet eder gibi ürümeye başladılar. Etraflarında oturan insanlarınelbiselerineburunlarını sürtüyorlardı. Buğulu gözlerle bakıyor, hiçbir şey anlamıyorlardı.Besbelli, ama boş yere, kendilerini emzirecek ve koruyacak anneleriniaramaktaydılar. Gülümhan onlara acıyarak başını salladı: -Karınları aç zavallıların! Yavru, kurt yavrusu da olsa, yavrudur işte.Yiyecekverilmezse ölecekler. Ne işine yarayacak bunlar senin? -Açlıktan niye ölsünler, dedi Bazarbay suçlar gibi, çok dayanıklıdır buhayvanlar. Şehre götürmeden iki gün onları besleyecek bir şeyler bulunur.Zooloji merkezinde onlara nasıl bakılacağını bilirler. O şefler her şeyiyapabilir,bir kurdu sirkte numara yapacak kadar terbiye edebilirler. Ve insanlar sirkeparavererek girer. Böylelerini bulurlarsa sirke gönderirler. Gülümhanın uyandırdığı merhamet duygusuna rağmen herkes gülümsedi.Ama, kurt yavrularını görmek için koşup gelen kadınlar, aralarında birşeylerfısıldaşmaya başladılar. Ev sahibesi şöyle dedi: -Bizde birkaç öksüz kuzu var, onları kendimiz besliyoruz. O kuzularınbiberonları ile bu kurt yavruları da beslenemez mi? Bazarbay katıla katıla güldü: -Neden olmasın? Kurtları emziren koyunlar... Hiç fena fikir değil! Birdeneyelim. Daha sonraları, her şey olup bittikten sonra, bu sahneyi herbiri nefretlehatırlayacaklardı. Ama şimdi yavru kurtların koyun sütü içmelerine bakıpgülüyorlardı. Hayvancıklar pek komik, pek korkusuzdular şimdi. Đçlerinden biri, Sayfa 136
  • 137. Dişi Kurdun Rüyalarıbir dişisi, mavi gözlüydü: Đnanılır şey değildi bu. O güne kadar böyle bir şeyiperi masallarında bile hiçbiri duymamıştı. Bostonun henüz birbuçuk yaşındaolan oğlu Kence sevinçten uçuyordu. Onun bebek kurtlarla, gözleri coşku ileparlayarak ve yalnız kendisinin anladığı bir dille konuşarak oynaması herkesiduygulandırdı. Akbarın yavruları da sanki burada çocuğun kendilerine en yakıncanlı olduğunu anlamış gibi hep onun kollarına, vücuduna sokuluyorlardı. Đnsanve hayvan yavrularının birbirlerini tanımalarını görüp şaşıyor, çocuğun nelersöylediğini annesinden sorup anlamaya çalışıyorlardı. Annesi de gururla,gülümseyerek okşuyordu yavrusunu. -Benim küçük kurdum, küçücük hayvanım benim, bu kara güzel kurt yavrularıhep sana geliyorlar. Bak ne şirin şeyler. Onların dostu olmak istiyorsun değilmi? Đşte tam bu sırada Bazarbay unutulmaz sözlerini söyledi: -Evinde daha önce de bir kurt yavrusu vardı, işte şimdi beş tane oldular. Birkurt yavrusu olmak mı istiyorsun Kence? Bostonun oğlu, seni onlarla birliktebir ine koyarım, kurtlarla beraber büyürsün... Çay içerken şakalaşıp gülüşüyorlardı. Yüzleri kıpkırmızı olan ve başları iyicedönmeye başlayan Bazarbay ve Murat, bir yandan yağ ve kızarmış et yiyerekvotka şişesini bitirmişlerdi. Nihayet avluda köpekler sustu, sessizlik geri geldi. Adı Caysan olan en iriköpeklerden biri aralık duran kapıdan ansızın başını uzattı ve eşiğin üzerindekuyruğunu sallayarak durdu, ama içeri girmeye cesaret edemedi. Biri bir lokmaekmek atınca onu havada yakalayarak yedi. Bu sırada Murat birden yerindenkalktı, kurt yavrularından birini alıp köpeğin önüne götürdü: -Caysan, al bakalım! Haydi al! Kurt yavrusu o koca köpeğin önünde tiril tiriltitriyordu. Caysan, herkesin şaşkın bakışları arasında, homurdana homurdanageriledi, sonra da başını yere eğerek ve kuyruğunu ayaklarının arasınakıstırarakkaçıp gitti. Avluya girince de ürkek ürkek havlamaya başladı. Hepsi katılakatılagüldüler buna. En çok gülen Bazarbay idi ve şöyle dedi: -Boşuna zahmet ettin Murat! Hangi köpek olsa, kurdun kokusunu alıncakorkudan işer. Caysanı bir arslan mı sanıyorsun sen? Kence hıçkırarak ağlamaya başlayınca gülüşmeler durdu: Büyüklerin şakasıonu pek korkutmuştu. Kurt yavrusuna bir şey olacak diye ve onu korumak içinbadi badi koşarak kapıya gitmişti. Az sonra Bazarbay zavallı yavruları tekrar heybeye soktu ve ağıldan ayrıldı.Dinlenmiş, teri kurumuş ve tımar edilmiş at yola koyulunca bu defa korkusuz,neşe ile tırısa geçti. Murat ve Rızkul tüfeklerini yanlarına alarak onayoldaşlıkettiler. Onlar da sarhoştu. Özellikle Muratın çenesi iyice düşmüştü, durmadankonuşuyordu. Giderken, az önce meydana gelen bir olayı telafi etmek içinrefakat ediyorlardı ona. Olay şu idi: Bazarbay, akşam boyunca Bostonun evinde en çok ilgi ve saygı gören kişiolmaktan memnundu. O değerli heybesini Muratın ellerine verip odadançıkarken, büyük bir kurt postunun süslediği duvara yaklaşmıştı. Postun yanındabir de tüfek asılıydı. Bunlara merakla baktı. Silah çok hoşuna gitmişti: Namlusuivli, panthere marka güzel bir tüfekti bu. Büyük avlar için yaptırmıştı. Çelikkısmı ışıkta pırıl pırıl parlıyordu. Duvarı süsleyen yırtıcı postu bu tüfeklevurulmuştu. Bu olayı herkes biliyordu o bölgede. -Beğ Gülümhan, demişti Bazarbay sarhoş gözleriyle onu süzerek. Birazduralayıp, Bu Gülümhan tenha bir yerde karşıma bir çıkarsa... diye geçirmiştiaklından. Kırda ya da ıssız bir yol kenarında rastladığı kadınlara zorkullanaraktecavüz etmekten geri kalmazdı. Bu teşebbüslerinden, başarılı olsun olmasın hiç Sayfa 137
  • 138. Dişi Kurdun Rüyalarıpişmanlık duymuyordu. Gülümhanın yüzünü, Gök Tursunun gömgök şişiklerledolu yüzüyle karşılaştırmıştı da, gidip karısına bir tokat aşketmek gelmiştiiçinden. Çünkü onun karısı o idi, Gülümhan değildi ve nice zamandan berikarısından bıkmıştı. Ama, hiddetini gizlemesini bilmiş, kendisini toparlamış vebu düşünceler süresince durakladıktan sonra devam etmişti: -Evinizde insan çok rahat ediyor, mükemmel bir hanımsın... Ne diyordum?Ha, bak Gülümhan, korkarım kurtlar yine peşime düşeceklerdir. Şu tüfeğiyanıma almama izin verir misin? Yarın hemen iade ederim... -Allah aşkına koy o silahı yerine, dedi Gülümhan sert bir şekilde, Bostonsilahını kimseye vermez, ona dokunulmasını bile istemez! -Demek o burda yokken de bu silahı kullanamayacaksın? diye sırıttı Bazarbay.Yine bir an hayale dalmış, bir fırsatını bulsa bu kadını nasıl sarmalayıpkucaklayacağını düşünmüştü. -Kesinlikle hayır, dedi Gülümhan. Eğer Boston eve geldiği zaman silahıyerinde bulmazsa çok kızar. Zaten fişeklerin yerini bile bilmem, kocam onları dasakladı ve kimsenin kullanmasını istemiyor. Bazarbay içinden, Bostona sövüp saydı, kendi talihsizliğine de lanetlerokudu.Bu cimri herifi tanımıyor muydu sanki! Karısı da ondan aşağı kalmıyordu. Alınsilahınızı da... diye kükremek üzereydi ki Rızkul koluna girmiş, havayıyatıştırmak için ona refakat edeceklerini söylemişti: -Endişe etmene gerek yok Bazake (Bazarbay Amcanın kısa söylenişi)Muratla ben tüfeklerimizle sana yoldaşlık ederiz. Bizim vaktimiz bol,önümüzde, upuzun bir gece var. Bu tüfeği yerine koysan iyi edersin. Bostonunnasıl biri olduğunu bilirsin, evinde herhangi bir şeyin yerinden oynatılmasınaçok kızar! Rızkul, Kenceyi teselli için de biraz oyalandı. Çocuk küçük kurtların heybeyekonduğunu görünce ve götürüleceklerini anlayınca hüngür hüngür ağlamayabaşlamıştı. Tepinerek, bağırarak kendisine verilmesini istiyordu küçükkurtların... Murat, avludan çıktıktan sonra, arkadaşlarını da güldürmek için, tuhaf birolayıanlatmak istedi: -Ey Bazake, şehirdeki büyük rezaleti duydun mu? Duysan gülmektenkasıkların çatlardı. -Yoo, bir şey duymadım. -Büyük rezalet, uluslararası boyutları olan bir rezalet! Vallahi! Rızkul atını biraz hızlandırarak: -Hey talebe, haydi anlat şunu, dedi. -Bak anlatayım, geçen gün, kodamanlardan biri, bizim yerel gazete SosyalizmŞafağına telefon etmiş ve gazetede niçin Amerikan kapitalizmininpropagandasını yapıyorsunuz! diye çıkışırmış. Yazıişleri müdürü benim eskiokul arkadaşlarımdan biridir, dalkavuklukta olduğu gibi ödleklikte de üstüneyoktur. Telefona işte o çıkmış ve korkudan titreyerek kekelemeye başlamış:Bi...biz, Aaaa merika ile il...il..gili hiç bir yaaa ya yazı ya ya yın la madıke efendim.. Ne propa..ganda..sından söz ediyorsunuz?, Daha ne olsun! Birincisayfadaki o başlık ne öyle? Boston bize en iyi örnektir diyorsunuz. Ama..efefendim.. o bi bizim en i iyi ve örnek çobanımızın adıdır... BostonUrkunçievden söz ettik biz. Onunla ilgili bir yazıdır o. Tamam, anladık ama,diyor kodaman, birçok kişi gazetenin yalnız başlığını okur! Ha! ha! diyekatılarak güldü ve devam etti anlatmaya: Peki ne yapacağız efendim? diye Sayfa 138
  • 139. Dişi Kurdun Rüyalarısoruyor yazıişleri müdürü. Ne cevap veriyorlar biliyor musun? Söyleyin o işçikahramanımıza, adını değiştirsin, başka bir ad alsın kendisine! -Dur hele, diye sözünü kesti Bazarbay, Amerikada da Boston adında biri mivar? -Böyle biri yok ama bu isimde bir şehir var, büyük şehirlerden birinin adı o,hemen hemen New-York kadar büyük bir şehrin. Biliyorsun, bizim dilimizdeBoston; Boz elbiseli demektir. Bozun anlamı onların gri dediği renk. Ton ya dadon ise elbise demek, ya da palto demek. Kelimeler birleşince Boston şeklindesöyleniyor, yani Boz elbise, çaktın mı meseleyi? -Vay canına! Tabii, Boston; Boz ton demek, dedi Bazarbay, şimdi anladım,hiç düşünmemiştim Boston adının nerden geldiğini. Ama, bu skandalın Bostona hiçbir zarar vermeyeceğini düşünen Bazarbayıncanı sıkılmıştı doğrusu. Karanlık, gökyüzüne yıldızlı tülünü yaymıştı. Dağları ve uzaktan zorfarkedilengölü de kaplamıştı. Üç atlı Tabana doğru neşe ile ilerliyor. Bugüne kadarbirbirlerinden ayrı olan kaderlerinin, o gün en kötü şekilde bir arayageldiğini,birleştiklerini nereden bileceklerdi?.. Az sonra konuşmaları duyulmaz oldu,toynak sesleri de kayboldu. Yalnız jeneratörün sesi duyuluyordu uzaktan.Jeneratörün feneri, evlerin etrafında, karanlıktan koparıp aldığı aydınlık,küçükbir alan oluşturuyordu. Kurtlar, onların gidişini farketmemiş, tepelerin arkasında, kendileri içinuygunzamanı bekliyorlardı... -2- Gülümhan Kenceyi güçlükle uyutabildi. Kendisi de kocasının dönmesinibeklediği için uyumuyordu. Nihayet köpekler koro halinde havlamayabaşlayınca, üzerine bir şal alarak pencereye yaklaştı. Farlarıyla karanlığıdelipgelen müdürün arabasını gördü. Araba büyük ağılın önünde durmuştu. O günkuzulaması beklenen koyunları toplamışlardı oraya. Boston arabadan indi, şoföre teşekkür ettikten sonra aracın kapısını çarparakkapadı ve araba tekerlekleri gıcırdayarak hareket etti. Gülümhan Bostonunhemen eve girmeyeceğini, önce ağıllara, anbarlara ve hayvanların otlarınabakacağını biliyordu. Bu teftişten sonra gece bekçisi Kıdırmatı sorguyaçekecek, vukuat olup olmadığını, kayıpları, doğumların nasıl geçtiğinisoracaktı... Kocasına yemek ısıtmak için sobaya daha önce koyduğu odunları tutuşturdu,çay demledi. Kocası çay tiryakisi idi. Sonra, eşikte ayak seslerini duymak içinkulak kabarttı. Kocasının dönüşüne sevinmişti. Onun Kencenin odasınagirdiğini, çocuğu öptüğünü, soğuk bıyıklarının teması ile çocuğun kımıldadığınıve yumuşak yatağında öbür tarafa döndüğünü görür gibi oluyordu. Normalolarak çocuğu yatağına Bostonun kendisi yatırırdı ve uzun bir merasimleyapardı bu işi. Çok defa banyosunu da o yaptırırdı. Önce ev iyice ısıtılır,kapılarpencereler sımsıkı kapatılır, çocuk bundan sonra leğene sokulurdu. KomşularBostonun yaşlandıktan sonra duygusallaştığını, eskiden kendisini çocuklarındançok işine verdiğini söylüyorlardı. Đki büyük kızı şimdi kendi yuvalarınıkurmuşlar ve babalarının evine ancak ara sıra geliyorlardı. Her evde olduğugibi,onlarda da sonuncu ve en küçük çocuk gözde idi. Bostonun Kenceye budüşkünlüğünün acı sebeplerini yalnız Gülümhan anlıyordu. Bir gün karı-kocaolacaklarını ve bir çocuklarının dünyaya geleceğini evvelce hiçdüşünmemişlerdi. Đlk kocası Ernazar o uçuruma düşmeseydi ve Bostonun ilkkarısı Arzıgül de ondan az sonra ölmeseydi, bütün bunlar olmayacaktı. Đkisi degeçmişi akıllarına getirmemeye çalışıyorlardı ama, yalnız kaldıkları zamanlarda Sayfa 139
  • 140. Dişi Kurdun Rüyalarıeski eşlerini hatırlamaktan geri kalmıyorlardı... Bu çocuk, Kence, ikisiarasındabir birleştirme çizgisiydi ve bu birliğin bedelini çok ağır ödemişlerdi.Ernazarı ogeçide birlikte gitmeye razı eden Boston idi ve Ernazar onun gözleri önündedüşüp ölmüştü. Şimdi orada, uçurumun dibinde, karlara gömülü yatıyordu. Ozamandan beri ruhunu sıkan, kalbini oyan bu olaya, yalnız küçük Kenceninvarlığı bir teselli oluyordu. Çünkü ölümü dengeleyen şeyin yalnız doğum olduğuyazılmıştı. Nihayet kocasının içeri girdiğini duydu, çizmelerini çıkarmasına yardım etmekiçin kalkıp karşıladı. Sonra, sabun ve havlu getirdi, kocasının eline su döktü.Bunlar olurken ikisi de tek kelime konuşmuyorlardı. Daha sonra, çay içerkenkonuşacaklardı. Boston her zamanki o küçük cümlesini söyleyecekti önce: Bak,dinle, bu geniş alemde neler oluyor diyecek, gördüklerini, yaptıklarınıayrıntılıolarak anlatacaktı ona. Böyle başbaşa kaldıkları zaman çok mutlu idiler. Onlarınkonuşmaları, bütün giriş çıkışlarını bildikleri bir liman gibiydi: Arzıgülünölümünden bir yıl sonra, evlenmeye karar verdikleri zaman, Boston onu almakiçin göl kenarındaki küçük kasabaya gelmişti. Gülümhan dul kaldığı günden beriorada oturuyordu. Boston atını orada bırakmış, ikisi birlikte otobüse binerekevlenme muamelesini bitirmeye gitmişlerdi. Đlk defa beraber çıktıkları o günbirlikte görünmekten çok sıkılmışlardı. Evlendirme dairesinde kağıtları alelacele imzalamışlar ve hemen sonra gölkıyısından yürüyerek gitmişlerdi. Otobüse binmek, kasabadan bir tanıdıklakarşılaşmak istememişlerdi. O güzel sonbahar gününde, Isık-Gölün göğü herzamanki gibi temiz ve sakindi. Birbirine bağlı iki küçük kayık dibi görülenberrak suda hafifçe sallanıp duruyorlardı. Şuraya bak, demişti Boston, bu su, bu dağlar, bu toprak, hayatın takendisidir.Sen ve ben de şu iki kayık gibiyiz. Akıntının bizi nereye sürükleyeceğini henüzbilmiyoruz, ama yaşadıkça, geçmişimizden kopmayacağız, geçmişimiz biziterketmeyecektir. Hep beraber olalım. Ben oldukça yaşlandım. Bu kış kırkdokuzuma basacağım: Senin kızların daha büyüyecekler, okullarını bitirmelerive toplumda yerlerini almaları gerek... Gel, eşyalarını hazırlayalım. Sen birbalıkçı kızısın, ama yine dağlara döneceksin. Bu defa benimle geleceksindağlara... Yalnız yaşamak bana çok zor geliyor... Gülümhan hıçkıra hıçkıra ağlamış ve Boston onu sakinleştirmek için epeyceuğraşmıştı. Daha sonra, yalnız kaldıkları, şundan bundan ve başkalarındansözettikleri zamanlarda, Gülümhan, gölde gördüğü o iki kayığı gözündecanlandırıyor ve sakin, huzurlu bir kıyıya yanaştıklarını düşünüp şükrediyordu.O gün ise kocasının her zamankinden daha dalgın olduğunu farketti. Evingirişinde, lambanın titrek ışığında, uzun boylu Boston (Gülümhandan en az birbaş kadar daha yüksekti), havluyu buruşturarak o pürtüklü yüzünü pek yavaşsilmişti. Yeşil gözleriyle dalgın dalgın bakıyordu. Büyük çeneli yanık yüzükızılbakıra çalan bir renk almıştı. Nesi vardı? Ellerini kuruladıktan sonra, önceküçüktahta karyolasında uyuyan çocuğu görmeye gitti. Bu karyola ya da kerevetikendisi yapmıştı. Diz çöküp, tatlı sözler mırıldanarak, çatlamış dudaklarıylaçocuğu öptü. Kence yatağında kımıldayınca gülümsedi. -Kıdırmat bana, ben yokken Bazarbayın geldiğini söyledi, hiç hoşumagitmedi, dedi yemeğe otururken. Gülümhan bu sözleri kendine göre yorumladı,kızardı ve canının sıkıldığını belli eden bir sesle: -Ben ne yapayım? O kurt yavrularıyla evi istila ettiler. Kence de pek sevindi.Onlara çay verdim... -Beni yanlış anladın. Mesele onun buraya gelmesi değil, ama olanlar hoşumagitmedi. -Peki ama neden? Sen de kurtlara ateş etmişsindir. Duvarda asılı duran post Sayfa 140
  • 141. Dişi Kurdun Rüyalarıoraya kendi kendine gelmedi ya. Çok da iyi duruyor orada. -Elbette, dedi Boston yeniden doldurması için çay bardağını uzatırken. Çokhaklısın, kurtlara ateş ettim, o kurdu vurdum. Ne yapalım, hayat böyle işte.Đnsanlarla kurtlar arasında bunlar hep olur. Ama ben, asla bir kurt ininisoymadım, kurt yavrularını almadım. Bu ayyaş Bazarbay kurt yavrularını aldı,ana-babalarını da üzerimize salmış oldu. Kesinlikle buralarda bir yerdedirler vekudurmuş gibidirler... Bu sözler üzerine Gülümhan endişeyle nefes almaya ve hasırı düzeltmeyekoyuldu: -Doğru, nasıl da düşünemedim bunu? Ne büyük felaket! Buraya hiçgelmemeliydi. Ne halt etmeye girmiş o kurt inine! Zavallı hayvanlar... Bütünhayvanlar yavrularını sever. Herkes bilir bunu. -Ben asıl bunların hangi kurtlar olduğunu merak ediyorum. Benimdüşündüğüm iki kurdun yavruları olmasın bunlar? Biraz sessiz kaldıktan sonratekrar konuştu: -Kıdırmat bana, olayın Başat tarafında olduğunu söyledi. -Ee? -Umarım Akbar ve Taşçaynar adlı iki yabancı kurdun yavruları değillerdir. -Şaka mı ediyorsun benimle? dedi Gülümhan gülerek. Kurtların adı mıolurmuş! Daha neler! -Seni temin ederim ki hiç şaka etmiyorum. Bu iki hayvan bölgede çok iyitanınır. Birçok çoban görmüştür onları. Buradaki kurtlara hiç benzemiyorlar.Çok kuvvetli, çok korkunç. Onları tuzağa düşürmek de, tüfekle vurmak damümkün değil. Adları olmasının da şaşılacak bir yanı yok. Eğer kovalayankurtlar bu kurtlarsa, o beş para etmez ayyaş Bazarbay da onların yavrularınıçalmışsa, durum çok kötü. Taşçaynar, yani iki kurttan erkek olanı, o kadarkuvvetli ki bir atı da öldürebilir. Dişi kurt Akbar ise sürüye öncü olur, avsürüsünü de o güder. Çok zeki, korkunç zeki bir hayvan. Bu yüzden de sonderece tehlikeli olabilir. -Ey oğlumun babası, yeter, beni korkutmaya çalışma. Küçük bir çocuk musandın beni? Seni duyan da onları şahsen tanıyorsun, sanki onlarla beraberyaşamışsın sanacak! Đnanılmaz ayrıntılar anlatıyorsun! Boston nereden bileceksin! der gibi biraz tepeden bakar gibi oldu amadüşündükten sonra karısını korkutmamanın daha iyi olacağına karar verdi. -Tamam, tamam, artık onları düşünme. Anlattıklarımın hoşuna gideceğini,seni eğlendireceğini sandım. Haydi yatağı hazırla, epeyce geç oldu, yarın daerken kalkacağız. Biliyorsun, kuzulama günleri yaklaşıyor. Bu gece ya dasabaha karşı doğurmalar olabilir. Bazıları ikiz doğuracak, hatta üçüz. Nedenolmasın! Ancak yatağa girip ışığı söndürdükten sonra Boston toplantıda konuşulanlarıkısaca özetledi. Bilmem kaçıncı defa hep aynı meseleleri, gençlerin çoban olmakistemeyişlerini, bu gidişe bir çare bulmaları gerektiğini konuşmuşlardı. Busırada avluda birden nal sesleri duydular. Gülümhan kalktı, geceliğinin üzerinebir şal örterek pencereden baktı. Ağılın önünde iki kişi attan iniyordu. -Rızkul ve Murat, dedi, Bazarbaya yoldaşlık etmek için gitmişlerdi. -Sanki yapacak daha iyi bir işleri yokmuş gibi! diye mırıldandı Boston. Sonra,gözlerini yumdu ve her zaman olduğu gibi hemen uyudu: Gülümhan hemen uyuyamadı. Önce gidip Kencenin yorganını düzeltti.Uyurken hep üstünü açıyordu çocuk. Çocuğu üzerine titrediği için de çokgecesini uykusuz geçirirdi. Pek hareketli geçen o günün sonunda rahat Sayfa 141
  • 142. Dişi Kurdun Rüyalarıetmeyeceği belliydi. Bütün bunların sebebi, bir kötü yelin getirip evlerineattığıo Bazarbay idi. Bostonun kafası çok bozulmuştu bu olaya. Normaldi bu. Çünkü,düzeni, sükuneti çok severdi ve Bazarbay gibi halatların kabalığına hiçtahammül edemezdi. Gerçi Bazarbay ona hiçbir kötülük yapmış değildi, ama oda Bostonu sevmezdi ve Bostonun ağılı kendisininkinden daha verimli oluyor,işleri daha iyi gidiyor diye kıskançlıktan çatlardı... Bu sonucun durmadan, çokçok çalışma ile alındığını hiç düşünmezdi. Boston yarın şafakta kalkacak veakşam geç saatlere kadar hiç oturmayacak, her tarafa yetişip en ufak şeye biledikkat edecekti... Gülümhan, alüminyum renkli ve yıldızlarla süslü gökyüzünü seyretmek içinpencereden baktı. Bütün yıldızlar tastamam oradaydılar ve ancak gün doğuncagideceklerdi. Dağların üzerinde parlayan Ay da silinecekti o zaman. Ama şimdigece hep öyle kalacakmış gibiydi ve büyük sessizlikte yalnız evlerin uzağınakurulmuş jeneratörün o pek alışık oldukları tik-takları duyuluyordu. Gülümhan, uzun uzun bir ulama ve sonra köpeklerin hep birden havlamaları ileuyandığı an, ne zamandan beri uykuda olduğunu bilmiyordu. Belki henüzdalmıştı uykuya. Uyku sersemliğinden kurtulmak için epey zahmet çekti. Kulakverip dinledikten sonra iyice anladı ki bu bir kurdun yakarışıdır. Uzun, derinyaslarla dolu ve karanlıklar içinde yankı yankı yükselen bir uluma. Büyük birüzüntü ve endişe ile kocasına sokuldu, ona sıkıca sarıldı. Ulumalar devamediyordu. Yürek parçalayan acılarla dolu, hıçkıra hıçkıra bir ağlayıştı bu.Boston başını yastıktan kaldırdı, uykulu bir sesle: -Bu o işte, Akbar! dedi. O sırada Bostonun ne demek istediğini anlamayan Gülümhan: -Hangi Akbar? diye sordu. -O dişi kurt işte! Sonra iyice kulak vererek ilave etti: -Taşçaynar da uluyor onunla beraber. Bak, dinle; mezbahaya götürülen birboğa gibi bağırıyor! Nefeslerini tutup bir daha dinlediler. Ou-ou-u-u-uaaaa! Akbarın yakarışı; karanlık gecede tekrar yeri göğüinletmeye başlamıştı. -Niye böyle uluyor? dedi korkuya kapılan Gülümhan. -Amma da soru ha! Başına gelen felakete ağlıyor işte. Tekrar sustular. -Ne kötü bir olay! diye söylendi Boston, sen burada dur, çocuğuuyandırmamaya çalış. Sakın korkma, küçük bir kız değilsin ya! Oralarda uluyanbir kurt işte. Yavruları için ağlıyor. Elden bir şey gelmez. Ben çıkıp ağıla birgözatacağım. Alelacele giyindi, çizmelerini de giymek için koridora geçti, dönüp ışığısöndürdü, sonra kapıyı kapatıp çıktı dışarı. Gülümhan onun, pencerenindibinden homurdana homurdana geçtiğini ve köpeklerden birini çağırdığınıduydu: Caysan! Caysan! Gel buraya! diyordu. Sonra ayak sesleri uzaklaştı.Kurtlar tekrar ulumaya başladılar. Önce dişi kurdun acı çığlıkları, hemenardından erkek kurdun daha yüksek sesli uluması duyuluyordu. Seslerindedayanılmaz acılar, aynı zamanda müthiş bir öfke vardı. Hıçkıra hıçkıraağlamalarından sonra geliyordu öfkeli bağırışları. Yakarıyor, sonra tehditediyor,umutsuzluklar içinde olduklarını bütün dünyaya duyurmak için uluyorlardı...Dayanılır gibi değildi. Gülümhan kulaklarını tıkıyor, sanki kurtlar evegirecekmiş gibi kalkıp kapıyı sürgülüyor, omuzuna attığı şalın altında titreyetitreye tekrar yatağına dönüyor, ne yapacağını bilemiyordu. Kurtların çocuğuuyandırmasından, sonra çocuğun ağlamaya başlamasından da korkuyordu. Sayfa 142
  • 143. Dişi Kurdun RüyalarıUlumaların yönü değişti ve Gülümhan kurtların pek yakına sokularakdolandıklarını düşündü. Köpekler sinirli sinirli havlıyor ama avludan dışarıçıkmaya cesaret edemiyorlardı. O sırada bir tüfek sesi duyuldu, sonra bir daha:Boston ve Kıdırmat kurtları korkutmak için havaya ateş ediyorlardı.Az sonra ortalık sakinleşti. Kurtlar ve köpekler sustular. Tanrıya şükür, dediGülümhan, dayanılır gibi değildi! Ama, korkusu da gitmiş değildi. Kenceyiuyandırmadan kaldırarak büyük yatağa, kendi yataklarına getirdi. Boston dadöndü az sonra. Kurtlara, köpeklere, bütün bu olanlara lanetler okuyor, ateşpüskürüyordu. -Uykumu zehir ettiler! dedi tekrar yatağına girdi. Hepsi cehenneme! Ah bu pisBazarbay! Pis budala! Gülümhan cevap vermedi. Kocasının bir an önce yatıp uyumasını istiyordu.Çünkü o, bazı çobanların aksine, mutlaka gün doğmadan kalkardı.Boston az sonra sakinleşmiş, oğlunu kucağına alarak kulağına tatlı sözlerfısıldamaya başlamıştı. Taparcasına seviyordu çocuğunu! Kencenin tam adıKencebek (Kence Beğ) idi. Genç Beğ anlamına geliyordu. Babasının birözlemini de yansıtıyordu bu isim. Çünkü her zaman, tam aksi bir kaderiyaşadıkları halde, çobanlar bir beğ olmayı hayal ederlerdi. Boston da bu konudabir istisna sayılmazdı. Çocuklarını aralarına alarak tekrar uykuya yattılar. Ama uyumaları nemümkün! Az sonra kurtların uluması, köpeklerin havlaması ile tekraruyanmışlardı. -Dayanılır gibi değil, bir şeyler yapmalı, dedi Gülümhan. Kocasının sessizcekalkıp giyinmeye başladığını görünce de söylediğine pişman oldu: -Yoo, gitme! Ulusun dursunlar, korkuyorum, beni yalnız bırakma! diyeyalvardı. Boston tekrar yattı. Tan atmak üzereydi. Kurtlar umutsuzca ama öfkeyleulumaya devam ediyorlardı. Gülümhan ve Bostonun sinirleri iyice bozulmuştu.Gecenin karanlığında, tenha yerdeki bu evde, o sesleri işitmemek, dinlememekmümkün değildi. -Yüreğim sızlıyor, ne istiyor bunlar? dedi Gülümhan. -Ne istedikleri besbelli, yavrularını istiyorlar. -Ama burda değiller ki! -Ne bilsinler burda olmadıklarını. Bildikleri bir şey var: Đzler burayageliyor,öyleyse yavruları da buradadır onlar için. Aksini anlatamazsın ki. Ah akşamburda olsaydım, boynunu koparırdım o alçağın! Asıl suçlu o, ama cezasını bizçekiyoruz... Kurtlar, yürek parçalayan isyan ulumalarına devam ediyor, bu haksızlığıhaykırıyorlardı. Acılardan gözleri dönmüş olarak inatla dolaşıyorlardı ağılınçevresinde. En çok bağıran Akbar idi. Mezarlıkta ağıtlar söyleyerek hıçkıran dulbir kadın gibiydi ve bu hali Gülümhana, Ernazarın ölümünde nasıl ümitsizcegözyaşı döktüğünü hatırlatıyordu. Böyle korkunç bir hisse kapıldığını Bostonabelli etmek istemedi. O gece, hemen hemen hiç gözlerini kapamadılar. Yalnız her şeyden habersizküçük Kence, yatağında mışıl mışıl uyuyordu. Dişi kurdun yakarışlarınıdinleyen Gülümhan, şimdi, hiç de tehlikede olmadığı halde, oğlu içinendişelenmeye başlamıştı. Dağların tepesinden günün ilk ışıkları yayılmaya başladı, karanlıklar yavaşyavaş dağıldı ve gece nöbetlerini bitiren yıldızlar birer birer kayboldular.Toprakasıl kimliğine kavuştu... Kurtlar nihayet gitmişlerdi. O saatte, tarifsiz kederler içinde, yine Başat Sayfa 143
  • 144. Dişi Kurdun Rüyalarıgeçidine doğru koşuyorlardı: Yavrularını yitirdikleri için yıkılmış, uzun uzunuluyarak nefes tükettikleri için yorulmuşlardı. Geçitlerin gölgesindegörüntülerisiliniyor, tepeleri aşarken yine görünüyorlardı. Başka bir zaman olsaydı, vadiyidolanıp, bir gün önce öldürdükleri yakın artıklarını yemeye giderlerdi. AmaAkbar oraya giden yola bakmadı bile. Taşçaynar da onun isteğine karşıgelemedi. Güneş doğarken dişi kurt birden hızlandı. Sanki yavruları bekliyordu onu.Peşinden gelen Taşçaynar da yavruları yuvalarında bulabilecekleri hayalinekapılmıştı. Đkisi birden inlerine koşarak girdiler. Her şey yeniden başladı. Akbar kaya yarığının her köşesini koklayarak dolandı,yavrularını bulamayınca dışarı fırladı, acı gerçeği kabul etmek istemiyordusanki. Dışarı çıkarken Taşçaynarı tekrar ısırdı ve dereye doğru koştu. Bazarbayın bıraktığı birçok iz ve iğrenç kokular hala kaybolmamıştı. Enkötüsü, Akbarı çıldırtanı, bir taşa dayalı duran pis kokulu o votka şişesiydi.Homurdandı, saçını başını yolar gibi kendi kendini ısırdı, dişleriyle toprağıkazdı. Sonra başını gökyüzüne kaldırıp, mavi gözlerinden seller gibi yaşakıtarakinledi, inledi... Ama, onu teselli etmek, onunla birlikte ağlamak için kimse gelmedi yanına.Yüce dağlar hiçbir şeyi umursamadan, hiç kımıldamadan, öylece duruyorlardı... -3- Ertesi sabah, saat 10 sularında, Bazarbay şehre inmek için atını eyerlerken,batıtarafından bir atlının kendisine doğru geldiğini gördü. Üzerinde uzun, sarı, önüaçık kürklü bir palto, başında tilki postundan bir börk vardı. Hafif tırısakaldırmıştı atını. Heybetli görünüşünden, eyere kuruluşundan, onun Bostonolduğunu anladı. Atına dikkatle bakınca Donkulükü de tanıdı ve artık hiçşüphesi kalmadı. Onu görmesi ve kendine doğru gelmesi canını sıkmıştı. Eyeriyere koyarak ne istiyor bakalım diye, nefret ettiği komşusunu beklemeye kararverdi. Ama, meşgul görünmek için de bir tutam samanla atın sırtını silmeyebaşladı. Aynı anda etrafa bir göz atarak ortalığın pek karışık olup olmadığını,çobanların işlerinin başında bulunup bulunmadığını anlamaya çalıştı. Tabii onunevi Bostonun evi gibi tertemiz değildi. Ama Boston ödüllendirilmiş, nişan almışbiriydi ve eşek gibi çalışıyordu. Dilleri dikenli bazı kişiler, eskiden olsaydıonunbir kulak (toprak ağası) olarak Sibiryaya sürüleceğini söylüyorlardı. OysaBazarbay basit bir çobandı ve kendisi gibi olanlar pek çoktu. Bu çobanlarınotlattığı milyonlarca koyun dağları, bozkırları durmadan çiğner ve otlarıntekrarbitmelerine engel olurlardı. Ama kimse onu Boston gibi olmaya zorlayamazdı.Bu yerli kulakın günün erken saatinde ne işi var burada? Beni hiç ziyaretegelmiş değil bugüne kadar! Benden ne isteyebilir! diye söylendi kendi kendine. Önce onu evin içine davetetmeyi düşündü ama içerisinin karmakarışık olduğunu hatırlayınca, karısını, operişan ve geçimsiz Gök Tursunu (Gülümhanla onun arasında ne büyük birzıtlık vardı) gözlerinin önüne getirdi ve bundan vazgeçti. Boston az sonra avluya girdi, sundurmanın kenarında ev sahibini görünce onayöneldi ve yaklaştı. Selamlaşmaları kısa sürdü. Boston attan inmeye çalışırkenBazarbay kendi atının tımarına devam ediyordu. Đkisi de bunu bir nezaketsizlikolarak görmüyorlardı. -Seni burada bulduğuma sevindim, dedi Boston bıyıklarını sıvazlayarak. -Gördüğün gibi çalışıyoruz işte. Eğer sır değilse, buraya niçin geldiğinisöyler Sayfa 144
  • 145. Dişi Kurdun Rüyalarımisin? -Seninle konuşmaya geldim. -Herhalde çok önemli olmalı. Senin gibi biri basit bir şey için gelmezburalara.Haksız mıyım? dedi Bazarbay küçümseyen bir tonla. -Evet, çok önemli. -Pekala, madem ki çok önemli bir şey söyleyeceksin, in atından. Boston sessizce atından indi. Donkulükü bir direğe bağladı, her zaman yaptığıgibi azının kolanını gevşetti. Böylece hayvan daha rahat nefes alırdı. Sonrainceler gibi etrafına bakındı. Herkesin işbaşında oluşunu takdirle karşıladığınıbelli etmek istiyordu sanki... Bazarbay öfkesini gizlemekte epeyce güçlük çekiyordu: -Otursana, niye ayakta duruyorsun? dedi, etrafta görecek bir şey yok. Şurayaşu kütüğün üzerine otur. Kendisi de oralarda sürünen eski bir traktör lastiğinin üzerine oturdu.Birbirlerini düşmanca süzdüler. Bazarbay Bostonun her şeyinden nefretediyordu: Siyah astrakanlı geniş göğsünü açık tutan gocuğundan, parlakgözlerinden, yanık teninden, kendisinden beş yaş büyük olmasına rağmen pekdinç duruşundan, her şeyinden... Neyse, Bostonun özel hayatı onuilgilendirmezdi, ama geceyi onun Gülümhanla geçirdiğini düşünüphiddetlenmekten de kendini alamıyordu. -Pekala, seni dinliyorum, dedi Bazarbay başını eğerek. -Kurt yavruları için geldim buraya. Bak, onları almak için bir de heybegetirdim. Onları bana ver, götürüp yerlerine koymalıyız. -Ne demek istiyorsun? Hangi yerlerine? -Onları aldığın inlerine. -Ha, demek bunun için geldin! Ben de kahraman işçimizin ağıldan ayrılışsebebini pek merak etmiştim, dedi alaylı bir sesle. Yalnız bir şeyi unutuyorsun:Ben senin yanında çalışan bir emekçi değilim, senin gibi bir çoban başıyım,bana emir veremezsin. -Sana emir verdiğim filan yok! Söyleyeceklerimi sükunetle ve sonuna kadardinle. Kurtların bu olayı unutacaklarını sanıyorsan çok yanılıyorsun... -Ne olacak? Unutmasınlar. Onların ruh halini düşünecek değilim. Hem bundansana ne, hiç anlamıyorum! -Bu gece, pencerelerimizin dibinde uluyan o iki kurt yüzünden gözlerimizi hiçkırpmadık. Yavrularını vermezsek hiç yatışmazlar. Bostonun bir ricada bulunmak için geldiğini anlayan Bazarbay bundanyararlanmak istedi. Bu lanet kulakı aşağılamak, güç durumda bırakmak için iyibir fırsattı bu. Hele düşmanının o gece uyuyamamış olmasına için için güldü,sevindi. Başına bu dert çıkınca Gülümhana da sarılamamıştı herhalde. Ne iyi!Yarı tehdit edici bir bakışla cevap verdi: -Bana maval okumayı bırak! Beni aptal yerine de koyma. Ben bu kurtyavrularını, sonradan pişmanlık duyarak, özürler dileyerek götürüp yerlerinebırakmak için almadım. Ne sanıyorsun sen kendini? Senin çıkarların sana,benimkiler de bana. Hem senin ve muhterem eşinin uykusuz kalmış olmanızbeni hiç ilgilendirmez. Buna ne üzülürüm ne de sevinirim. Sayfa 145
  • 146. Dişi Kurdun Rüyaları -Đyi düşün Bazarbay, o kadar çabuk reddetme. -Düşünecek bir şey yok. Boston kendini zor tutuyordu. Çok kötü karşılanmıştı ve yapılacak tek şeykalıyordu: -Olayı böyle görmekte haksızsın, dedi, ama madem ki böyle düşünüyorsun, bukurt yavrularını sat bana. Nasıl olsa satacaksın, ben alıyorum işte. Fiyatınısöyle,bu iş bitsin! Bazarbay bu teklifi duyunca hiddetle yerinden kalktı ve bağırıp çağırmayabaşladı: -Hayır, olmaz! Dünyanın altınlarını versen yine de sana satmam. Paran olduğuiçin önemli şeyleri de ancak senin yapabileceğini sanıyorsun. Senin paranıistemiyorum, eksik olsun! Onları sana satmaktansa başkasına bir şişe içkiyeveririm daha iyi. Bu kadar açık işte! Böbürlenmeyi de bırak artık. Bir an önceatına binip yok olsan iyi edersin! -Bırak bu saçmalıkları. Adam adama konuşalım diye geldim buraya. Bana yada başkasına satmışsın ne farkeder, paranı alacaksın nasıl olsa? -Đstemiyorum, o kadar. Kendime göre sebeplerim var ve ne yapacağımı dasenden öğrenecek değilim. Hakkında parti komitesine bir rapor yazayım dagörürsün sen. Üyesi olmakla çok böbürlendiğin, herkese akıl vermeye çalıştığıno komiteye... Görürsün sen, sabahtan akşama, akşamdan sabaha kadar aklındançıkmayacak sana yapacaklarım. Bekle de gör! Boston kendini savunur gibi elini kaldırarak bağırdı: -Hey, yavaş ol bakalım, bu tehditleri bir yana bırak da, seni bu derecekızdıransebebi söyle bana. -Bir de soruyorsun değil mi? Sen devletin çıkarlarına karşı geldin! Đşte sebepbu. Büyük şefler yabani hayvanların imhasını emrediyor, sen ise tam aksine,onları koruyorsun, rahat rahat üremelerini istiyorsun. Kendini herkesten dahaakıllı sanıyorsun değil mi? Çalıştır bakalım o koca kafanı biraz. Ben birbatındadoğan kurtları yok ettim ve böylece devlete en büyük iyiliği yaptım. Sen ise,daha da çoğalsınlar diye onları yuvalarına götürmek istiyorsun. Üstelik bana darüşvet vermeye kalkıyorsun! -Sana zırnık kadar rüşvet vermeyi düşünmedim ben! Sana ihtiyacım mı varbenim! Bütün istediğim o kurtları satın almak. Beni şikayetle, mikayetle,mahkeme ile korkutacağını sanma! Bu tür tehditleri savurmadan önce çok iyidüşünmen gerekir, hele insan senin gibi rezilin biriyse. Madem ki o kadaryiğitsin ve devletin iyiliğini istiyordun, yavrularını çalmadan önce bizi obüyükkurtlardan, özellikle de o dişi kurttan kurtarman gerekirdi. Eğer cesaretinyoksabunu yapacak daha cesur birini bulurdun. -Herhalde senin gibi birini değil mi? -Evet, benim gibi birini mesela. O kurtlarla bir karşılaşmaya gör, anlarsın!Şimdi yuvaları boş olduğuna göre orasını terkedecekler, civardaki hayvanlarıöldürmeye başlayacaklar. Tek amaçları insanlardan intikam almak olacak.Bozkırın rüzgarında onları yakalamak da o rüzgarı durdurmak kadar zordur.Bunu düşündün mü hiç!? -Rastgele laflar ediyorsun sen! Kim inanır bu palavralara? Kurtlar iyi biravukat bulmuş kendilerine. Senin dilin çok uzun ve onlardan sanki insanmışlargibi söz ediyorsun. Ama çevirmek istediğin numarayı çok iyi anlıyorum ben.Sana itaat edeceğimi umarak geldin buraya. Bak sana ne diyeceğim, iyi dinle... Sayfa 146
  • 147. Dişi Kurdun RüyalarıCümlesini bitirmeden kalpağını çıkarıp hiddetle yere atmış, dazlaklaşan başımeydana çıkmış ve kızgın bir boğa gibi Bostonun üzerine yürümüştü. Yüzyüzegelip durdular, soluya soluya birbirlerine nefretle baktılar. -Pekala, söyleyeceğini söyle bakalım, dedi Boston hiddetten kalınlaşansesiyle.Hadi konuş, seni uzun uzun dinleyerek zaman kaybetmeye hiç niyetim yok. -Senin bir korkak, pis bir bencil olduğunu biliyordum zaten. Sen yalnız kendiçıkarlarını düşünürsün, komite toplantılarını da bunun için hiç kaçırmazsın,sanki o şeflerin senin gibi bir çobanın nasihatlerine ihtiyaçları varmış gibi.Herkes bilir ki karşına biraz yürekli bir adam çıkacak olsa korkudan geberirsin.O kurtları bulan, yakalayan sen olmadığın için çok canın sıkıldı, onları bendenalmak için ne yalanlar uyduracağını bilemiyorsun. Akşam yatıp uyuyamıyorsun,sebebi de kıskançlıktan başka bir şey değil! -Cehenneme kadar yolun var! dedi Boston, senin gibi aşağılık biriyle konuşupzaman kaybettiğim için gerçekten aptallık ediyorum. Bilsem adımımı atmazdımburaya. Ama bitti, yeteri kadar dinledim seni. Artık o kurtları versen de almam,ne halin varsa gör! Đyice kızmıştı. Sert bir hareketle atının yularını çözdü, yine seri birhareketlekolanını sıktı ve eyere atladı. Bu hareketlere alışık olmayan hayvan daşaşırmıştı. O sırada kapıdan çıkan Gök Tursuna bakmadı bile. Gök Tursunevden çıkarken, kocasının elini kolunu sallayarak birisiyle tartıştığını görmüş,-Ha, kim gelmiş, Boston bu, bize niçin geldi acaba?- diye söylenmişti. Sonrabirden, iki adamın kavga ettiklerini anlamış, yanlarına gitmek için koşmuştu.Ama o sırada Boston, hiddetle atına atlamıştı bile. Börkünü alnına çekmiş, atınıkırbaçlamış ve hızla ayrılmıştı. Kürklü paltosunun etekleri rüzgarda kanat gibisallanıyordu. -Boston! Boston! Bekle biraz, gitme! diye bağırdı Gök Tursun. Ama Bostonya duymadığı için ya da isteyerek, ardına bile bakmadan sürdü atını. -Ne yaptın ona? Niçin kavga ettiniz? dedi kocasına. -Seni ilgilendirmez. Beni rahat bırak. Niye çağırıyorsun onu, sana neolanlardan... -Seni ilk defa ziyarete gelmiş! Onu nasıl karşıladığını anlıyor musun! Seningibi bir adamın bu dünyada ne işi var bilmem. Canavar! Bazarbay büsbütün hiddetlenmişti. Bostonun oturduğu kütüğün üzerineçıkmış, onun hala duyabileceğini sanarak ardından bağırıyordu: -Orospu çocuğu! Yanlış adama geldin bu defa! Önünde herkesin eğilmesiniistiyorsun, oros... Gök Tursun, korkmadan kocasının üzerine atılmış, onu kütükten indirmeyeçalışıyordu. -Dur! Sus artık! Ne hakla hakaret ediyorsun adama. Gel beni döv!Bazarbay onu itti. -Defol karşımdan! Niçin her şeye karışırsın sen? Bu Boston, onun çizmeleriniyalayacağımı, sırıta bırıta kurt yavrularını ona vereceğimi sanıyordu. Amayanlışadama çattı! -Demek bütün bunlar o kurt yavruları yüzünden... Sanki önemli bir sebepmişgibi. Kıyamet mi kopmuş yani! Rezalet bu... Utanmıyor musun? -4- Sayfa 147
  • 148. Dişi Kurdun Rüyaları Kurtlar bir daha dönmemesiye inlerini terketmişlerdi. Kaygılar içinde,rastgele,nerde akşam orda sabah, amaçsız dolaşıyorlardı. Đnanılmaz bir cüretle, insanlarıgördükleri zaman bile kaçıp saklanmıyorlardı. Sanki insanlar korkulu olmaktançıkmıştı onlar için. Dişi kurt yine hep önde gidiyordu: Başı hep öne eğikti.Sankibunamıştı artık. Erkeği de adım adım takip ediyordu onu. Artık öylesinetedbirsiz hareket ediyorlardı ki ölmek istiyorlardı sanki. Yörenin çobanlarıbirçok defa onları hiç ummadıkları yerlerde gördüler. Birçok defa da ağılların,evlerin yakınından geçmiş, köpeklerin her yöne koşuşarak, saldıracaklarmış gibihavlamalarına sebep olmuşlardı. Ama kurtlar onlara hiç aldırış etmiyordu. Hatta,üzerlerine ateş edildiği zaman bile duymazlıktan geliyor, hızlarını arttırmadanyollarına devam ediyorlardı. Bu iki kurdun tuhaf davranışları, bu çılgınlıklarıazsonra efsane haline geldi. Hele, soylarına özgü bir yasayı çiğneyerek insanlarada saldırmaya başladıkları zaman şöhretleri daha da arttı. Genç bir traktör sürücüsü az daha ilk kurbanları olacaktı. Olay, akşamkaranlığından önce, bir yolun ortasında meydana gelmişti. Bir römorkla ottaşıyan sürücü, direksiyonda bir sıkışma olunca traktörden inmiş, arızayıgidermeye çalışmıştı. Motoru kurcalarken farketmişti iki kurdun üzerine doğrugeldiklerini. Korkunç ve sabit bakışlarından irkilmişti. Dişisinin gözleri maviveıslaktı. Göz kırpmadan bakıyorlardı. Bereket versin genç sürücü aklını başınatoplayıp hemen oturma kabinine geçmiş, kapıları çarparak kapatmıştı. Şanseseri, motor da çalışmıştı marşa basar basmaz. Oysa normal olarak motoruçalıştırmak için çok defa bir manivela kullanmak zorunda kalırdı. Traktörmotorunun sesini duyan kurtlar biraz uzaklaşmış, ama kaçmamışlar, hattasaldıracakları bir açı aramışlardı. Başka bir defa küçük bir çoban da bu kurtların hücumuna uğramış ve mucizekabilinden kurtulmuştu. Küçük çoban, evinden pek uzak olmayan bir yere,eşeğiyle, odun kesmeye gitmişti. Bir nacakla çalı kesmeye başladığı bir sırada,nereden geldikleri anlaşılmayan iki kurt dikilivermişti karşısında. Eşekkorkudanbağıracak zaman bile bulamadan kanlar içinde, olduğu yere serilip kalmıştı.Çocuk elindeki nacağı bırakmadan olanca gücüyle kaçmaya başlamış, ağılakadar gelebilmiş, orada korkudan avaz avaz bağırarak kendini yere atmıştı.Silahlı bir grup insan kurtların görüldüğü yere gidince, kurtlar, üzerlerinekurşunatılmasına rağmen, hiç de acele etmeden, yavaş yavaş koşarak ayrılmışlardıoradan... Bu olaydan az sonra iki kurt, kuzulamak üzere olan ve evlerin yakınındaki birçayıra salınan koyun sürüsünün içine dalmış, gerçek bir katliam yapmışlardı.Hiç kimse bir şey görmemişti. Olayı sağ kalan hayvanların büyük panik içindeavluya doluşmasından anlamışlardı. Kurtlar bu saldırıda yemek için değil,öldürmek için öldürmüşlerdi. Onbeş kadar gebe koyunu vahşice boğmuşlar,cesetlerini orada bırakmışlardı. Akbar ve Taşçaynarın sebep olduğu birçok olay onların üzüntü veren şöhretiniarttırmıştı. Ama insanlar, onların verdirdikleri zararları belirlemekten başkabirşey yapamıyorlardı. Kurtların böylesine öc alma hırsıyla hareket edişlerininsebebini de anlamıyorlardı. Yavrularını yitirmiş dişi kurdun ne büyük acılar veumutsuzluklar içinde olduğunu bilmiyorlardı çünkü... Bazarbaya gelince, o, kurt yavrularını satarak kolayca kazandığı parayıharcamak için bir lokantadan çıkıp öbürüne giriyordu. Bu mevsimde lokantalarbomboştu ama votka boldu. Her lokantada, dazlak kafası dahi kıpkırmızı oluncaya kadar içip sarhoşoluyor,herkese Bostonla arasında geçen olayı, bu korkağa, bu yılana, eski günlerdeolsaydı sınıf düşmanı olarak kurşuna dizileceğini söylediği bu kibirli, övüngeç Sayfa 148
  • 149. Dişi Kurdun Rüyalarıkulaka nasıl haddini bildirdiğini ayrıntılı olarak anlatıyordu... Yazık kiartıkkulakları asmıyorlardı. Assalar çok iyi ederlerdi. Yirmili ya da otuzlu yıllardabir milis bir kulakı ya da zengince herhangi bir adamı, sorguya bile çekmedenöldürebilirdi. Kitaplar böyle yazıyordu. Hatta radyonun bir yayınında; birköylünün çiflikteki bir işçiye az para ödediği için, ibret olsun diye güpegündüzve herkesin gözü önünde öldürüldüğü anlatılmıştı. Bazarbay, Bostona yönelttiği üzerinde durmaktan, bunları ayrıntılı şekildetekrarlamaktan, konuştukça coşmaktan zevk alıyordu. Çoğu otel müstahdemlerive dinlenme evlerinde çalışanlardan oluşan içki arkadaşları da, onuntafralarına,övüngeçliğine gülüyor, onu pohpohluyorlardı. Bunlar, yılın o döneminde pek işiolmayan emekçilerdi. Camları şangırdatacak kadar yüksek sesle gülüyor,durmadan içiyor, bulundukları yeri sigara dumanı ile dolduruyorlardı. Bukonuşmaların yankısı bir süre sonra Bostonun kulaklarına da ulaştı. Hatta okurtyavruları hikayesi, Sovhoz müdürünün bürosunda yapılan bir toplantıda polemikkonusu da yapıldı. Kafasından çıkmayan ve üzüntü veren düşüncelerinden dolayı Bostonungözüne uyku girmiyordu. O gece kurtlar yine ta evinin penceresine kadarsokularak ulumuşlar, Gülümhan yine titreyerek ona sarılmış, sonra gidipKenceyi almış, onu pehpehleyip okşamıştı. Oğlu için bir endişesi vardı sanki.Boston zayıf bir kadının, kurtların karanlığı deler gibi, yürekler oynatarakuluduğu bir gecede, bu tür bir korkuya kapılmasını normal karşılıyordu ama,onun çocuğu korumak için sımsıkı kucaklamasını görünce o da huzursuzoluyordu. Birkaç defa dışarı çıkıp bir-iki el ateş etmek istedi, ama Gülümhan bir anbileyalnız kalmak istemediği için razı olmuyordu. Neden sonra kadın, hiç de rahatettirmeyen bir uykuya daldı ve Boston düşünceleriyle başbaşa kaldı. Onungözüne uyku girmiyordu. Zamanla, hayatın kendisi için gittikçe daha karışıkhale geldiğini hissetmeye başlamıştı. Daha önce hayatın anlamı üzerinde hiçdurmamış, kendisine böyle bir soru sormamıştı. Şimdi ise, bugüne kadarbilinçaltının derinliklerine gömülen sorular, bir bir ve acı acı gün ışığınaçıkıyordu. Aklından çıkmayan bu sorulara bir cevap bulmak ihtiyacındaydı.Kader ona pek merhametli olmamıştı. Babası o daha sekiz yaşındayken savaştaölmüş, birkaç yıl sonra da annesini kaybetmişti. Hepsi kendisinden büyük olankız ve erkek kardeşlerinin bazıları ölmüş, bazıları da kendi işlerinden onaayıracak zaman bulamamışlardı. Bu yüzden o, çocukluğundan beri yalnızkendisine güvenmiş, kendine çizdiği yolda hedefine ulaşmak için çok çalışmış,durmadan, hummalı bir şekilde çalışmak hayatının aslı haline gelmişti. Dahasonra, bir ağılın sorumluluğunu aldığı zaman, emrinde olanları da kendisi gibiçalıştırmış ve onlar da bu sayede işlerinden zevk almayı öğrenmiş, mükemmelbirer çoban olmuşlardı. Bu altın kurala uyamayanları işten kovuyor, onlarıanlamaya bile çalışmıyordu. Bu gibileri açıkça hiçbir işe yaramaz görüyor,onlara pek sert davranıyor, hayvanca muamele ediyordu. Onu bu tutumundandolayı suçlayanlar, kötüleyenler, kalbsiz bir kulak olarak niteleyenler, dünyayabiraz geç geldiği için üzülenler vardı. Biraz daha erken gelmiş olsaydı,kemiklerinin Sibirya karlarının altında çürümeye terkedilmiş olacağınısöylüyorlardı. Boston, dedikodular kulağına kadar gelmesine rağmen onlara önemvermemekte direnmişti. Hiç cevap vermemiş, kendisinin haklı olduğundan biran bile şüphe etmemişti. Çünkü en ufak bir şüphe, bütün hayatını tatemellerinden sarsacaktı. Ama bir gün, kör talih ona da darbesini indirmiş,pişmanlık acılarını çektirmeye başlamıştı. O günden beri düşüncelerindeşüpheye de yer veriyordu. -5- Ernazar, o feci kazanın olduğu güne kadar, yani üç yıldan beri, Bostonunemrinde çalışmaktaydı. Çok iyi bir çobandı: Bostonun pek beğendiği ve Sayfa 149
  • 150. Dişi Kurdun Rüyalarıgüvenebildiği bir çoban. Bir sonbahar günü Beş-Küngöy (Yamacın güneşebakan tarafı) merasına gelmiş, Bostonun çayını içmiş ve sonra, açık açık, bütüniçtenliğiyle konuşmuştu: Herhangi biriyle çalışmaktan bıktım artık, demişti, birağıl reisi yapması gerekeni iyi yapmayınca, benim gibi çobanların bütün çabalarıboşa gidiyor. Birkaç yıl içinde evlenme çağına girecek iki kızım var. Vakitçabuk geçiyor! Onları evlendirmek zorunda olacağım. Ölesiye-bitesiyeçalışıyorum, ama borçlanmaktan başka bir sonuç alamıyorum, hele kendime birev yapmaya kalktıktan sonra borç gırtlağı geçti. Bir evin neye malolduğunuherkes bilir. Ama biliyorum ki Boske, senin yanında çalışan bir insanın emeğiboşa gitmiyor. Kuzu, yün, et üretiminden bolca prim alınıyor. Đşte bunun için,bir itirazın yoksa, müdürle konuşsan da, beni senin ekibine birinci çoban olaraknaklettirsen, diyorum. Mükemmel bir sağ kol olurdum sana. Kendimegüvenmesem buraya gelmez, sana bunları asla söylemezdim... Boston Ernazarı iyi tanırdı. Hem aynı sovhozda idiler, hem de karılarıbirbirleriyle uzaktan akraba olurlardı. Hemen o anda ona güvenebileceğinianladı ve daha sonra da bu hükmü verdiği için hiç pişmanlık duymaktı.Birlikte çalışmaya çabuk arştılar. Ernazar da Boston gibi vicdanlı, sorumlulukduygusu olan bir insandı, yani birçoklarına göre kendini iş için harcayan birenayi! O birçoklarına göre, sanki kendisinin hayvanları imiş gibi sovhozunhayvanları için kendisini mahvediyordu. Devlete ait bir ağılın asıl sahibiimişçesine kan ter içinde çırpınmanın ne gereği vardı? Fakat iş tutkusu, çalışmatutkusu onun yaradılışından geliyordu ve o bu tutkudan yararlanmasını,uzmanlaşmasını bilmişti. Herkeste en az bir nebze bulunan bu tutku evrenselolmalıydı. Maalesef bu şekilde hareket edenler pek azdı. Kadın-erkek, genç-ihtiyar birtakım tembeller, miskinler doldurmuştu bu dünyayı. Bu insanlartembelliğin, bütün sefaletlerin ve felaketlerin kaynağı olduğunu anlamıyorlardı.Ama Boston ve Ernazar böyle değillerdi. Birbirlerini çok iyi anlıyor, birininağzından çıkan ilk heceler, öteki için sözün tamamını belli ediyordu ve buyüzden mükemmel bir ekip oluşturmuşlardı. Bununla beraber, sahip oldukları buortak karakter çizgisi, belki onların kaderlerinde de önemli ve kaçınılmaz birroloynayacaktı. Belki... Hayır, belki değil, kesindi, kaçınılmazdı bu. Đşçi kolları sistemininveaile tipi işletmelerin sözkonusu edilmesinden çok önce, Boston bu konuda birçeşit öncülük etmişti. Her fırsatta, kendi çobanlarının sürekli olarak vekendilerininmiş gibi bağlanacağı parsellere sahip olmaları gerektiği fikriniısrarla savunmuştu. Hiçbir ard niyet olmadan ileri sürdüğü bu basit görüş,konformistleri çileden çıkarmaya yetiyordu. Boston, yaz mevsiminde, dağlarda,sorumluluğu sovhoz kahyasına değil kendisine ait olacak yaylaklar, otlaklaristiyordu. Burası yalnız onun ve çobanlarının olacaktı. Çünkü, beklenmedikgüçlükleri, meseleleri halledecek olan kişi kahya değil, kendisiydi. Her yazayrıbir meraya götürmek istemiyordu koyunlarını. Her zaman kendisininkullanacağı, başkalarının yararlanamayacağı otlakları olsun istiyordu. Ona buizni, bu imkanı verirlerse, o zaman görsünlerdi üretimdeki artışı. Üretim yüzmisli artardı ve devletin anonim topraklarda öngördüğü plan hedeflerini aşargiderdi. Bu anonim topraklarda insan bir ortakçıdan, bir yancıdan farksızoluyor,bir sonraki sonbaharda nereye gideceğini, hayvanlarını nereye götüreceğinibilemiyordu. Bu meseleyi her ortaya atışında, herkes onu önce pek haklı bulur, meralarınbölüşülmesinin, aynı kişilerin kullanımında kalmasının daha rasyonel, daha çokgelir sağlayıcı olacağını, kendilerini kendi meralarında hissedecek çobanlarınveailelerinin işe daha gönülden sarılacaklarını kabul ederlerdi. Ama bu işinolmaması için politikacı bir ekonomistin, bir yardakçının, bu işin sosyalizminyüce prensipleriyle bağdaşamayacağını, bu konuda şüphesi olduğunu söylemesiyetiyordu. O zaman da meslektaşları hemen geriye çark eder, sosyalizmden Sayfa 150
  • 151. Dişi Kurdun Rüyalarısapma suçlamasından korkarak, birçok tutarsız karşı görüş atarlardı ortaya.Fakat Boston Urkunçiev, her toplantıda, bunun bir zaruret olduğunu bıkıpusanmadan, inatla söylerdi. Toplantıya katılanlar arasında öğrenim görmemişolan yalnız o idi. Onu alaylı tebessümlerle, ama aslında içlerinden biraz dagıptaederek dinlerlerdi. Çünkü bu şanslı adamın işini kaybetmek, mesleğindebaşarısızlığa düşmek korkusu yoktu. Onun için düşüncelerini rahatçasöyleyebilirdi. Sonuçta, teorik açıdan ve sistemli şekilde onun tekliflerireddedilir, sözde fikirleri çürütülürdü. Bu konuda, yani Bostonun fikirleriniçürütmede en çok gayretkeşlik gösteren kişi de hücrenin sekreteri Koçkorbayidi. Birçokları gibi Koçkorbay da partinin mahalli okulundan diplomalı birkocabaş idi. Bostonla aralarındaki gerginlik artık komik bir hal almışbulunuyordu. Parti toplantılarına Koçkorbay(ev)in başkanlık ettiği günden beriçoban Boston onun, gerçekten iddia ettiği gibi bir sözde bilgiç mi, yoksa birçıkar için mi öyle göründüğünü bir türlü anlayamıyordu. Yumurta gibi şişik,tüysüz ve kırmızı yanaklarıyla bu adam, daha çok bir hadım gibiydi. Yakasında,kimbilir ne zamandan beri hiç değiştirmediği bir kıravat, koltuğunda da birdosya bulunur, her zaman telaşlı, endişeli görünürdü (bitip tükenmeyen işleriniçinde boğuluyormuş görünürdü). Koşar gibi hızlı konuşurdu. Ağzından çıkankelimeler, gazeteden okuduğu kelimelerdi, aynı cümleleri tekrarlardı. Bostonbazen kendi kendine -Bu adam rüyalarını da mı kopya ediyor yoksa? diyedüşünürdü. Çekişmeleri hemen hemen her zaman aynı kelimelerle olurdu. Yüksek birkürsüden konuşan Koçkorbayev: -Yoldaş Urkunçiev, derdi, artık anlamış olmanız gerekir ki bizde topraklarkişilerin değil, halkın malıdır. Anayasada böyle yazılıdır. Toprak yalnız halkaaittir. Ama siz, her şeyin size verilmesini istiyorsunuz: Kış ve yazmeralarının,ağılların, çayırların özel mülkünüz, malınız olmasını istiyorsunuz. Sosyalizmilkelerine tamamen aykırı olan böyle bir şeyi kabul edemeyiz. Bizi ne büyük birhataya sürüklediğinizi anlıyor musunuz? -Ben hiç kimseyi hiç bir yere sürüklemiyorum. Benim ağılım bana ait değil dehalka ait ise, gelsin, benim yerime işleri halk yapsın. Nasıl yapacağını görmekisterdim doğrusu. Yaptığım işin sahibi ben değilsem, herhalde bir başka sahipolmalı. -Sahibi halktır yoldaş Urkunçiev. Kaç kere tekrarladım, iktidarın tek sahibiSovyet halkıdır. -Halk mı? Peki sana göre ben neyim? Ben halktan biri isem, niçin hiçbirgücüm, hiçbir şeyim olmadığını anlayamıyorum. Sen gençsin, okumuşsun,birçok şey öğrenmişsin, ama nasıl oluyor da, ben, bana anlattıklarından hiçbirşey anlamıyorum? -Yoldaş Urkunçiev, beni kulak ağızlarıyla uyutamazsınız. Kulaklar devriçoktan geçti ve hiç kimsenin doktrinimizin temellerini sarmasına izin vermeyiz. -Tabii, tabii, benim ne yapmam gerektiğini siz yöneticiler benden iyibilirsiniz! Ama maalesef, koyunlarla uğraşan yine de benden başkası değil.Beni, halkı bir tehdit aracı gibi kullanarak korkutamaz, susturamazsınız. Eğertek hakem halk ise, ben buna karşı değilim. Ama halkın da iyi düşünmesi gerek.Sürülerimiz yıldan yıla artıyor. Şimdiden sadece küçükbaş hayvanların sayısıkırk bine ulaştı. Birkaç yıl önce bu kadar artacağına kimse inanmazdı. Ama aynızamanda otlaklar küçüldü, yün üretme planı ise büyüdü. Bugüne kadar hayvanbaşına 3,7 kg. yün elde ediyordum. Hepiniz biliyorsunuz, yirmi yıl önce 2 kg.yün alıyorduk. Bu kadar zamanda, hayvan başına 1,7 kg. yün artışı sağladım.Nasıl bir emekle, nasıl bir çaba ile oldu bu! Bu sene bu mikdarı 500 gram dahaarttırdılar. Nasıl elde ederim bunu? Sihirbaz mıyım ben? Plan hedeflerineulaşmazsam, adamlarım prim alamayacaklar. Hepsinin geçindirmek, beslemekzorunda oldukları aileleri var. Bu şartlar altında kendilerini tüketmeleri neyeyarar? Bütün yıl tek bir gün dinlenmeden koyunlara bakmaları neye yarar? Herağılın şefi, diğerinin otlaklarına akbabalar gibi üşüşürse üretim nasıl artar?Toprak herkese ait ise, kimseye ait değil anlamına geliyor, o zaman da herkesalıyor ve anlaşmazlıklar sürüp gidiyor. Bu arada sen, parti sekreteri olarak, bu Sayfa 151
  • 152. Dişi Kurdun Rüyalarıişleri düzeltmek için parmağını bile oynatmıyorsun. Senin yüzünden de müdür,elleri kolları bağlı kalıyor! Beni kör mü sanıyorsun! -Benim çalışmalarıma yalnız komite karışır ve komite de senin tehlikelireformlarına hiç izin vermez yoldaş Urkunçiev! Ve tartışma böylece düğümlenipkalıyordu... Ernazarın gelişiyle Boston çok emin bir arkadaş bulmuştu kendisine. Đkisininaynı düşüncede, aynı görüşte olduklarını görmek, karılarını da memnunediyordu: Đkisi de, bir an bile dinlenmeden çalışmaktan başka bir şeydüşünmüyorlardı. Bir gün Ernazarın aklına koyunları da Ala-Mengü dağının ötelerinde otlatmakfikri geldi: Bütün yaz, her tutam ot için komşularıyla çekişerek yakınyaylalardakalmaktansa, sürüyü Kiçibel (Küçük bel) yaylasında otlatamazlar mıydı?Đhtiyarların anlattıklarına göre, eskiden çobanlar yılkılarını, koyun sürüleriniheporalara götürürlermiş. Hatta o yaylalarla ilgili bir halk şarkısı da varmış.Yaylapek büyük olmasa bile otları o kadar besleyici imiş ki, orada otlayan bir hayvanbeş gün içinde, başka yerde bir ayda alacağı kiloyu alırmış. Boston için sürüyü Kiçibel yaylasına götürmek fikri yeni değildi, ama bununhiç de kolay bir iş olmadığını çok iyi biliyordu. Eskiden hayvan yetiştiricilerhayvanlarını oraya, Ala-Mengü geçidinden geçirerek götürürlerdi. Tek geçişburasıydı. Savaş sırasında buralarda yalnız çocuklar ve ihtiyarlar kaldığı için,kimse bu geçidi hayvanlarla aşmaya cesaret edememişti. Daha sonra, yöreninküçük, fakir kılavuzları büyük bir sovhoz oluşturmak için birleşmişlerdi. Buolayın yıldönümü dolayısıyla da bu sovhoza altı kelimelik bir isim vermişlerdi.Ama halk ona daha sonra kısaca Berik dedi. Bu isim de Berik Suvu (BerikSuyu) deresinden dolayı verilmişti. O günlerin birleşme, değişme faaliyetleriiçinde Kiçibel yaylası unutuldu. Oysa ondan birkaç yıl öncesine kadar bazısürülerini yılın iki ayında hatta bütün yaz orada tutarlardı. Unutulmasının asılsebebi, o tırmanışın büyük bir çaba ve emek gerektirmesiydi ki bunu daçobanlar, hayvanların sahibi devlet değil de ancak kendileri olursa yaparlardı.Eskiden Kırgızlar birbirleriyle karşılaştıkları zaman merhabadan sonrasöyledikleri ilk söz "Mal, can amanbı?" (Mal, can aman mı, sağ mı?) olurdu.Çünkü hayvanların durumu insanlardan önce geliyordu. Hayat şartları böyleydi.Boston ve Ernazar, bu tasarının heyecanına kapılarak, nasılgerçekleştireceklerini düşünmeye, birtakım hesaplar yapmaya başladılar. Gidişdönüş sırasında epeyce yorulacak hayvanlar, aldıkları kiloların bir mikdarınıkaybetseler bile yine de denemeye değerdi. Kazançlı çıkacakları kesindi. Đşinpek masrafı da olmayacaktı. Yalnız tuz ve çobanlara da gerekli şeyleri taşımakişi vardı. Ama, verim vaadeden bu iş, uygulanmaya geçilmezse bir fikir olarakkalmaya mahkumdu. Boston bu işi partinin mahalli sekreterine söylememeyi uygun buldu. O kasıntıadam, komite toplantısında yine gazetelerden ezberlediği cümleleri tekrarlayarakve eski kıravatıyla caka satarak, bu işi mutlaka baltalardı. Onun için sektörünsorumlusuna başvurdu, sonra da gidip sovhoz müdürü ile görüştü. Şöyle dedimüdüre: -Đbrahim Çotbayeviç, Ernazar ve ben, Ala-Mengünün ötesindeki eskiyayladan yararlanmak istiyoruz. Önce ikimiz oraya gidip keşif yapmak, yolu veçevreyi öğrenmek niyetindeyiz. Sonra da bütün çobanlarla birlikte yazı oradageçirmek istiyoruz. Her şey uz giderse, Kiçibeldeki o yaylanın bana verilmesiniisteyeceğim. Elbette, benim yaptığımı başka çobanlar da yapmak isterlerse,onlara da yer bulunacaktır. Ama önemli olan, benim yıllarca kalmayıdüşündüğüm bir merayı nihayet bulmuş olmamdır. Sizi görmeye bunun içingeldim. Keşif gezisine iki gün sonra çıkmak istiyoruz. Biz yokken karılarımız veyardımcılarımız işleri aksatmazlar... Sayfa 152
  • 153. Dişi Kurdun Rüyaları -Pekala Boske, bu işe karılarınız ne diyor? O geçidi aşmak öyle kolay bir işdeğildir de... -Bize hak veriyorlar. Benim karım Arzıgül sağduyu sahibi, akıllı bir kadındır.Ernazarın karısı Gülümhan da budala bir kadın değildir. Zaten ikisi çok iyianlaşırlar. Bu da bir şans. Kadınlar birbirleriyle anlaşamaz ve çekişmeyebaşlarlarsa, hayat cehenneme döner... Bunu gördüm ben... Laf lafı açtı ve uzun uzun konuştular. Bu arada Boston, bölgedeki en iyiişçilerin sonbaharda Moskovaya davet edildiklerini, davetliler listesininbaşındakendisinin bulunduğunu, orada adı biraz karışık olan bir sergiyi ziyaretedeceklerini öğrendi. Serginin adı VDNKh ya da VDNKhy (SSCBninEkonomik Başarılar Daimi Sergisi. Moskova yakınındadır ve 200 hektarlık biralanı kaplar.) idi. -Đbrahim Çotbayeviç, oraya karımı da götürebilir miyim acaba? dedi, çok uzunzamandan beri Moskovayı görmeyi arzu ediyor da... Müdür gülümsedi: -Anlıyorum Boske. Çaresine bakarız, neden olmasın? Ama buna hücresekreterinin onayı gerek. Ona söylerim. Bostonun suratı asıldı: -Koçkorbayeviçe mi? -Haydi Boske, ikinizin arası iyi değil diye, karını cezalandırmaya kalkacağınısanmıyorsun ya? Bayağılık olur bu! -Beni endişelendiren o değil. Moskovaya gitmesek bile bu bir felaketsayılmaz. Bak müdür, sana bir soru soracağım: Onun gibi bir adama gerçekten ihtiyacın var mı senin? Ondan vazgeçemezmisin? -Niçin sordun? -Cevap vermeni istiyorum. Bir arabanın dört tekerleği varsa iyi gider. Ama buarabaya bir beşincisini eklemeye kalkarsan, bu tekerlek bir işe yaramamaklakalmaz, öteki tekerleklerin hareketine de engel olur. Bu beşinci tekerleğegerçekten gerek var mı? -Yaa, demek öyle?... dedi müdür. Müdür, çekik gözlü, güçlü kuvvetli bir adamdı. Hatları geniş ve biraz kabaidi.Birden suratını ekşitti. Masasını dolduran kağıtları sinirli sinirlikarıştırmayabaşladı. Sonra elini yorgun gözlerinin üzerine götürdü. Yeteri kadar uyumuyorgaliba, kendini çok yoruyor diye düşündü Boston. Nihayet cevap verdi. -Doğrusunu söylemek gerekirse, iyi bir hücre sekreteri faydalı biri olur... -Peki, ya bu? Müdür bir an Bostonun yüzüne baktı: -Tartışmak neye yarar? Onu bize lokal komite gönderdi, biz hiç bir şeyyapamayız. -Lokal Komite... Görüyorsun ya! Bazen sanıyorum ki kasten böyle hareketediyor. Herhalde bir çıkarı olmalı herkesin cesaretini kırmaktan, sanki bensosyalizmi sabote ediyormuşum gibi... Yok böyle bir şey. Ben sadece çalışmaşartlarını düzeltmek istiyorum. Đstediğim o toprak benim değil, yine sovhozunolacak, onu satacak ya da kiralayacak değilim ki. Ben ne istediğimi biliyorum, o Sayfa 153
  • 154. Dişi Kurdun Rüyalarıne yaparsa yapsın, yaşadıkça böyle düşüneceğim... -Her defasında bunları bana tekrarlaman bir işe yaramaz Boske. Ben kesinhiçbir şey söyleyemem, elimden hiçbir şey gelmez. -Niçin? -Đstemiyorum, hepsi bu! -Bu bir cevap değil! -Peki, başka ne dememi istiyorsun yani...? -Bu tutumuna hiç şaşırmadım Đbrahim Çotbayeviç, Lokal komitede iken birdefa seni terslediler. Oysa sen işleri düzeltmek için, durumu değiştirmekistemiştin, onlar ise kulağını çektiler. Seni onun için mi attılar buraya? -Evet, doğru. Ve artık ceza görmek istemiyorum. Bir tecrübe yeter de artarbile. -Bu da gösteriyor ki herkes yalnız kendisini düşünüyor. Bunun fena bir şeyolduğunu söylemek istemiyorum. Yalnız, insan bunu daha akıllıca yapabilir.Cezalandırılması gerekenler, yenilik getirenler olmamalı, yapması gerektiğihalde, bir şey yapmadan elini kolunu kavuşturup oturanlar olmalı. Ama bizdeher şey tersine zaten... Müdür sırıttı: -Çok iyi muhakeme ediyorsun. -Bana hep böyle derler. Ama ben de artık gezgin bir misafir gibi yaşamaktanbıktım. Durmadan yer değiştirince çobanlar çalışmak istemiyor. Bunda daşaşılacak bir şey yok. Đki üç gün gayret ediyor, sonra yoruluyorlar... Boş yereçırpınıyor, kendimizi mahvediyoruz. Koçkorbay da tepende durup, hiç bir şeysenin değil, sen sahip değilsin, der durur. -Bak Boske, bir şeyde iyi anlaşalım: Ne istersen yap, ama sorumluluğu benimüzerime atmamak şartıyla... Konuşma böylece sona erdi ve Boston bürodan ayrıldı. Üçüncü gün, Boston ve Ernazar şafak vakti Kiçibele hareket ettiler. Onlaryolakoyulduğu zaman herkes uykudaydı daha. Boston bu defa Macar soylu al atınabinmişti. Henüz iki yaşında olan Donkulükü bu çetin yola çıkaramazdı. Dağgeçidini dörtnala geçecek değildi ya: Daha ağır başlı bir hayvana ihtiyaç vardıbu yolda. Ernazar da güvenilir bir at seçmişti kendisine. Atlar kıştan bu yanaiyibeslenmiş, kuvvetlerini toplamışlardı. Rahat ve keyifli yürüyorlardı. Geceyikarlı bir yerde geçirmek ihtimaline karşı yulaf heybesini ve kürklerini dealmışlardı. Seyahat etmek, hele çok iyi anlaştığınız bir insanla olursa, bir zevktir, neşekaynağıdır. Đnsan rahat rahat gevezelik eder. O sabah hava şaşılacak kadar berraktı. Gittikçe kalınlaşan ve buzlaşantepeleredoğru ilerliyorlardı. Gerilerinde, ta aşağıda, Isık-Göl göz alabildiğineuzanıyordu: Muazzamdı, hareketsizdi, koyu mavi yüzeyi pırıl pırıl yansıyordu veinsan bu güzelliği seyretmek için tekrar tekrar dönüp bakmaktan kendinialamıyordu. -Ah insan o güzel mavinin birazını heybesine koyup götürebilse! dedi Ernazar. -O zaman da atını yulaf yerine gökmavisiyle doyururdun... Sayfa 154
  • 155. Dişi Kurdun Rüyaları Đkisi de katıla katıla güldüler. Atalarının çok kullandığı bu patikadaşimdilikkolay ilerliyorlardı. O yüksek geçidi aşmak her zaman yaptıkları işlere göredahazordu. Günlük işlerden kurtulup böyle bir yolculuğa çıkmaları da hiç denecekkadar az olurdu. Onun için hallerinden memnun idiler, kendilerini çok iyihissediyorlardı. Hele Ernazar pek neşeliydi. Bir tasarısının gerçekleşmekteolduğunu görmek pek mutlu ediyordu onu. Savaşın başından bu yana, yaniyaklaşık kırk yıldan beri, o yüksek geçidi kimse aşmamıştı. Bu cesareti ilk defao ve Boston gösteriyordu. Açık yürekli olan Ernazar, tartışmaktan ve başkalarının fikrini dinlemektençokhoşlanırdı. Askerliğini son süvari alayında yapmıştı. Bu alay savaştan sonra daepey kaldı. Aradan uzun yıllar geçmiş olsa da, hala ata asker gibi biniyor veeyerin üzerinde çok güzel duruyordu. Gülümhan onun az daha aktör olacağınısık sık anlatıp gülerdi: Bir gün Amerikalı bir film yöneticisi gelmiş, onun daatüzerinde birkaç pozunu çekmiş ve Gülümhana Kocan Amerikada yaşasaydıWestern filmlerinde ona mutlaka rol verirlerdi demiş ve onu razı etmeyeçalışmış. Ama Gülümhan kesin konuşmuş: Sizin sinema dünyasının ne olduğunubilirim ben. Bir gün bizim at çobanlarından bir gence bir çekimde rolvermişlerdi, sonra bir daha onu gören olmadı, çünkü kadın artistlerden birikaçırmış onu. Ben size Ernazarımı kaptırmam demiş. Đşte bu olay ne zamananlatılsa herkes gülerdi. Boston, Kiçibilden döndükten sonra, Ernazara sonbaharda kendi ağılınınsahibi olması için nasıl yardım edeceğini düşünüyordu. Artık ona bir ekibinsorumluluğunu vermesinin ve geleceğini güven altına almasının zamanıgelmişti. Onu bu işin alt kademesinde bırakmak doğru olmazdı. Eğer o, yaniBoston, müdür ya da hücrenin sekreteri olsaydı, kimi ne zaman, hangi işe tayinedeceğini çok iyi bilirdi. Ama, ne demişler: Bir kem dünya (Bir kötü dünya).Bir süreden beri karşılarına ne bir traktör çıkıyordu ne de atlılar. Ağıllar isepekseyrekti. Zaten manzara da birden değişmiş, soğuk iyiden iyiye artmıştı. Akşamadoğru kayalık, dar bir vadiden geçtiler ve nihayet yüksek geçidin dibineulaştılar. Güneş henüz batmamıştı, daha gidebilirlerdi. Ama yöreyi iyi tanımalı,koyunları geçirir gibi geçmeliydiler oradan. Çok erken saatte, daha yıldızılarkaybolmadan yola çıksalar bile, bir günde daha uzağa gidemezlerdi. Geceyiorada geçirmeye karar verdiler. Çobanlar, geçide girmeden önceki bu songeceye şıkama derlerdi. Koyunları dinlendirmek için de ideal bir yerdi burası.Yüksek kayalar rüzgarı tutuyor ve buzullardan çözülüp, süzülüp gelen bir dereburadan geçiyordu. Ama, yine bütün çobanlar bilirlerdi ki, geçiş sırasında enbüyük tehlike yukarılarda karşılaşacakları o dondurucu rüzgardır. Hemenyakınlarında, gece yarısında esmeye başlar ve seher vaktine kadar devam ederdi,Şıkamada asıl mesele, ertesi gün büyük geçidi aşacak olan koyunlarıdinlendirmek, kuvvet toplamalarını sağlamaktı. Attan indiler, hayvanların eyerlerini de aldıktan sonra, gece için bazıhazırlıklaryaptılar. En uygun yer, yamaçta asılı gibi duran bir kayanın kuytusu idi. Birazodun topladılar. Ernazar tek-tük görünen çalıları toplamak için ta aşağılarakadarinmişti. Ağıldan getirdikleri yiyecekleri de yedikten sonra, teneke çaydanlıktabir çay kaynattılar. Sonra da uzun yolun yorgunluğunu çıkarmak için yattılar.Belin eteğinde hava çok çabuk karardı ve müthiş soğuk hemen kendisinihissettirdi. Yaz, atla bir günlük geride kalmış ve birden bire kış çıkıvermiştikarşılarına. Şimdi, ellerini uzatsalar değecek kadar yakın görünen Ala-Mengününebedi buzullarından gelen müthiş bir esinti kucaklayıvermişti onları. Boston birgazetede, o tepelerin milyonlarca yıldan beri karla kaplı olduklarını okumuştu.Vadilerde yaşamak da ancak bu karlar sayesinde mümkün oluyormuş, çünkü bukarların erimesiyle oluşan dereler, aşağılara akar, çorak toprakları verimlihalegetirirmiş. Gazetedeki bu yazıyı hatırlayınca, tabiatın gerçekten çok mükemmel Sayfa 155
  • 156. Dişi Kurdun Rüyalarıyaratıldığını düşündü. Boston uykuya varmadan önce: -Ernazar, dedi, ne müthiş soğuk değil mi? Đnsanın iliklerine işliyor. Đyi kikürkleri almayı unutmadık. -Kürkler yetmez. Eskiden, Ala-Mengüyü aşan çobanlar soğuktan korunmakiçin bir dua okurlarmış. Buna Geçit duası derlermiş. Biliyor musun bu duayı? -Hayır. -Ben biliyorum, dedemden dinlemiştim. -Söyle öyleyse. -Çok iyi hatırlamıyorum, yarısını unuttum galiba. -Hiç yoktan iyidir, hatırladığın kadarını söyle. -Pekala, sen de benim söylediklerimi tekrar et Boston. Okuyorum:Ey Gök Tengri! Ey bu soğuk göklerin Tengrisi! Buzlu geçidi aşarken yolumuzuaçık tut! Yardımını esirgeme! Sürülerimizi ölüm kargaşasına düşürme! Onların yerine havada uçan karakargayı al! Çocuklarımızı soğuktan öldürme! Onların yerine havada uçan guguk kuşunual! Eyerlerimizin kolanlarını iyice sıkacağız, öküzlerimizin sırtına semerlerisıkıcabağlayacağız ve sonra yüzümüzü sana döndüreceğiz. Yolumuza engel çıkarma ey Tengri! Geçiti aşmamıza, yeşil otlaklara, serinsulara ulaşmamıza yardım et. Bizi öldürme. Canımız yerine bu duamızı kabul et, ey Tengri!.. -Đşte bu kadarını hatırlıyorum ve sanırım doğru hatırlıyorum ama bundansonrasını unuttum... -Yazık, keşki unutmasaydın... -Boş ver! Zamanımızda bu tür dualara kimsenin aldırdığı yok. Okulda bizebunların gericilik olduğunu, cehalet devrine ait şeyler olduğunu öğrettiler.Şimdiinsanlar uzayda geziyor. -Uzayın ne ilgisi var bununla. Uzayda gezmek dua etmeyi unutmamıza sebepolabilir mi? Zaten uzayda gezenlerin sayısını parmaklarınla bile sayabilirsin.Ama bütün öteki insanlar yeryüzünde yaşamaya devam ediyor. Ve insanlarıyaşatan uzay değil, dünyadır. Atalarımız, babalarımız hep dünyada yaşadılar.Uzayla bir işimiz yok bizim. Đsteyen gitsin uzayda yaşasın. Onların geleneklerionlara, bizim törelerimiz bize aittir... -Söylemesi kolay Boske, Koçkorbayev gibi herifler eski adetlerimiziyermekten, aşağılamaktan hiç geri kalmıyorlar. Hatta evlenme düğünlerimizibile gereği gibi yapmıyormuşuz. Nikah sırasında niçin öpüşmüyorsunuz?diyorlar bize. Gelin kaynatasıyla niçin dansetmiyor? diyorlar. Çocuklarımıza daiyi adlar vermiyormuşuz. Sözde, yeni doğanlara verilecek isimler için bir Yeniisimler listesi varmış. Yukarıdakiler onaylamış bu listeyi. Bizim ananelerimizeuygun isimler yerine bunları vermeliymişiz çocuklarımıza. Hatta ölülerimizingömülmesine bile karışıyorlar. Ölülerimizi kendi adetlerimize göregömdüğümüz için bize çıkışıyor, kavga ediyorlar. Nerdeyse insanlara nasılağlamaları gerektiğini de öğretecekler! Eski usule göre ağlamayın,gözyaşlarınızı yeni usule göre dökmelisiniz, diyorlar. Sayfa 156
  • 157. Dişi Kurdun Rüyaları -Haklısın Ernazar. Bütün bunları ben de biliyorum. Moskovada olsam -Galibabir sergiyi görmem için bu sonbaharda beni Moskova ya göndereceklermiş- nediyordum, Moskovada olsaydım, Merkez Komitesine giderdim. Şeref sözüveriyorum ki gideceğim. Yerel yönetimlerde bizim Koçkorbayev gibisekreterlerin gerçekten faydası var mı, yoksa bizi onun pençesine düşüren karabahtımız mı? diyeceğim onlara. Bu adama karşı kimse ağzını açamıyor. En ufakitirazda sen partiye karşı geliyorsun diye boğazına sarılıyor insanın. Sankipartiyi tek başına o temsil ediyor! Đşi o kadar azıttı ki, müdür bile onunkarşısında eğilip büzülüyor. Asıl kötü tarafı, o yalnız değil, hemen hemen heryerde var böyleleri... Neyse, lafını etmemek daha iyi. Sanırım artık uyumazamanı geldi. Yarınımız zorlu geçeceğe benzer. Đki adam, Ala-Mengünün yüksek argıtı dibinde, yavaş yavaş uykuya daldılar.Dorukların değişken karanlığında yıldızlar ışıl ışıldı. Her biri yumrukbüyüklüğünde ve çok ağırmış gibi görünüyordu. Boston, tam uykuya varmadanönce, bu ağır yıldızların gökyüzünde düşmeden nasıl durduklarına şaşıp kaldı birsüre. Soğuk rüzgar kayalıklar arasında ıslık ıslık, uğul uğul esiyordu. Rüzgar ilahıŞamalu hiçbir yere sığmıyordu, hiç hoşnut olmuyor ve hep karamsar tasarılarçiziyordu. O gece dışarıda kurtlar uluyor, soğuk rüzgar camları dövüyor, pencerekenarları gıcır gıcır inliyordu. Boston, acı anılara kaptırmıştı kendini.Ernazarıdüşünüyordu. Bir gün önce kendisine hakaretler yağdıran beş para etmez ötekiherifi de düşünüyordu. Bu tipler her zaman bayağı iftiralarıyla başkalarınıyıkmaya, hayatlarını karartmaya çalışırlardı. Ne de iyi becerirlerdi başkalarınaçamur atmayı! Dedikodu, iftira, kıral olsun çoban olsun herkesin uykusunukaçırırdı. Denenmiş bir metod idi bu. Bazı anlar öyle sanıyordu ki, budüşünceler onun acılarla körelmiş ruhunun zaptedilmez bir baskısıdır ve ruhugeceleyin ağılın etrafında ağlayan, inleyen Akbarla beraber dolanmaktadır. Bu dayanılmaz ulumalara bir son verebilirdi, ana kurdu susturabilirdi.Öfkelenmiyor da değildi ona: Nedir bu inadın dişi kurt! Ne istiyorsun benden!Đnan bana, seni bu acılardan kurtarmak, yardım etmek istedim. Yemin ederim kibu işte benim bir suçum yok. Bırak artık ulumayı Akbar! Yavruların buradadeğil. Onları aldılar, kaçırdılar, sattılar! Votka için sattılar! Hiçbulamayacaksınyavrularını! Unut ve sus artık! Daha ne zamana kadar bize işkence edeceksin?Git artık Akbar, git, defol! Nasıl acı çektiğini biliyorum, ama yine degitmelisin.Eğer gitmezsen ve yoluma çıkarsan, seni öldürmek zorunda kalacağım zavallıhayvan! Emin ol tereddüt etmeden vururum seni. Çünkü uyku uyutmuyorsun.Benim derdim bana yeter, daha fazla zorlama beni. Evet, seni vurabilirim, senivurabilirim ya, bana hakaret edenlere, felaketime gülenlere bir şeyyapamıyorum. Bari sen beni rahat bırak. Git, penceremin dibinde uluduğunuduymayayım bir daha! Aslında, senden önce onu, o artık düşmanımı öldürmekisterdim. Anamın başı üzerine yemin ederim ki elim titremeden çekerdim tetiği. Evet, o ortak düşmanımız senin yavrularını kaçırdı, o pis sarhoş diliyle debanaiftira atmaya, çamur atmaya devam ediyor. O buz çukurunu, Ernazaraseslenmek için kenarına tutunurken tırnaklarımı kıran o ölüm kuyusunu,acımasız dağlar arasında hıçkıra hıçkıra ağladığımı düşününce ve gözleriminönüne getirince, yaşamak istemiyorum. Eğer yanıbaşımda uyuyan şu çocukolmasaydı, her şeyi bırakıp ölüme koşardım. Bu ulumalar yüzünden annesi onubizim yatağımıza getirdi. Kadın korkuyor ve bu da çok normal. Ve masumyavrum mışıl mışıl uyuyor. Tanrı onu bana, çalışmamın, dürüstlüğümün ödülüolarak verdi. Benim kanım, benim canım o. Yeryüzünde benden kalacak sonparça. Ben kaderden bir şey istemedim. Her şey kendi kendine oldu... günündoğması, akşamın olması gibi. Herkes bilir ki kaderden kaçılmaz. Ama o sersemBazarbay öyle iğrenç iftiralar uyduruyor ki, kendimi savunacak başka bir yololmadığına göre, onu bir köpek gibi boğmak isterdim... Ve o Koçkarbayev de, oayyaşın söylediklerini kelimesi kelimesine tekrar etmekten pek hoşlanıyor. Sayfa 157
  • 158. Dişi Kurdun RüyalarıBenim yavruma zarar vermek istiyor... Senin acılarını nasıl anlamam Akbar,nasıl anlamam! Aslında, aklından ve kalbinden taşan bu düşüncelere rağmen, Boston, dişikurdun o tarifsiz, çok büyük acısını, bu acının derecesini anlayamazdı. Kurt,bunu anlatacak kelimelerden, konuşmadan yoksundu ama, bu duygudan yoksundeğildi. Bu acıyı bütün varlığıyla hissediyor ve bundan kurtulamıyordu. Herçareye başvurmuştu bu üzüntüsünü unutmak için. Dağlarda, göl kıyısında,peşinden hiç ayrılmayan eşi Taşçaynar ile, bütün gücünü yitirip yorgunluktanölmek ümidiyle hiç durmadan koşmuştu. Yoluna çıkan her şeye umutsuz birhiddetle saldırmış, duyduğu ölçüsüz acıyı unutmak istemişti. Hatta bir defayuvasına da dönüp bakmış, hala boş olup olmadığını anlamak, son ümit ışığınında söndüğünü görerek, kavuşma hayalinden kurtulmak istemişti... Ne dayanılmaz, ne acımasız bir çile idi bu! O akşam, uzun uzun ve amaçsızdolaştıktan sonra, birden Başata yönelmiş, yapılması gereken çok acele birişinihatırlamış gibi, gittikçe hızını arttırarak koşmaya başlamıştı. Taşçaynar da herzamanki gibi peşinden geliyordu. Çılgın gibiydi. Kayaların, kar yığınlarınınarasından, çalıların üzerinden uçar gibi koşuyordu... Nihayet, her zamankiyolundan sarıçalıların olduğu yere geldi, yavrularının orada olupolmadıklarından iyice emin olmak için bir kere daha girdi inlerine. Her tarafıkoklayarak, yavrularının pek özlediği kokularını bir kere daha içine çekti vesonra inledi, uludu, uludu... Nerdesiniz? Ne oldu size yavrularım! Süte susamışküçük yumuklarım! Bir gün büyüyecektiniz: Keskin dişleriniz olacaktı. Sizyanıbaşımda yürürken kendimi ne kadar mutlu, ne kadar güçlü hissedecektim!Siz yanımda oldukça ayaklarım yorulmak nedir bilmeyecekti. Hala o pis kokuyu çıkaran şişenin bulunduğu yere, dereboyuna koştu. Yulafıkuşlar yemişti, ama bazı taneler kalmıştı ve bunların üzerini kırağıkaplamıştı... Nihayet, yavrularının olması gereken yere yuvarlanıp yattı, büzüldü. Taşçaynarda yanına uzanıp kalın kürkü ile onu ısıtmaya çalıştı. Gece karanlığı iyice çökünce Akbar rüyasında yavrularını gördü: Memelerindebiriken sütleri emiyordu yavruları. Onları emzirmek, memelerindeki sızılarıdindirmek istemişti uzun zamandan beri. Ve yavruları, küçük hırıltılarla,ağızlarını doldura doldura emiyorlardı. Kendisi de onlara büyük şefkatgösteriyor, hazdan mest oluyordu. Ama memelerinde süt hiç bitmiyordu, hepdoluydular... Bundan belli belirsiz bir kuşku duymaya başlamıştı: Sütününbittiğini, ağırlıktan kurtulduğunu niçin hissetmiyordu? Niçin bunca süte rağmenyavruları doymak bilmiyordu? Olsun! Dördü de orada, kucağında idiler ya. Enhareketlisi, kuyruğunun ucunda beyaz bir leke olanı, sonra en çok emen veanasının memesi ağzında iken uyuya kalanı, hep ağlamaklı ve kavgacı olanüçüncüsü ve mavi gözlü dişi yavrusu yani geleceğin Akbarı... hepsiyanındaydı... Rüyası devam ediyordu: Mujunkum bozkırında, dört yavrusuylauçar gibi koşuyor ve yavruları da peşinden süzülüyorlardı. Taşçaynar da onlarlaberaberdi ve o da uzun sıçrayışlarıyla uçuyordu. Güneş parlıyor, serin havakarınlarını okşuyor ve hayat gibi akıp gidiyordu... Dişi kurt birden uyandı, katı gerçeğe çarparak ezilmişçesine bir süre hiçkımıldamadan öylece kaldı. Neden sonra usulca kalktı ve yuvadan çıktı. O kadaryavaş hareket etti ki Taşçaynar onun kalktığını duymadı bile. Akbarın gözleribirden gökyüzündeki aya saplandı. Yıldızlı gökte, karlı dağların tepesinde, ay okadar parlak, o kadar yakın görünüyordu ki, elinizi uzatsanız değecekti sanki.Şırıltısı hiç bitmeyen o geveze derenin kenarında, başı eğik ve tarifsizkederleriçinde biraz yürüdükten sonra, durup arka ayaklarının üzerine oturdu, gözlerinihavaya dikerek uzun uzun baktı. Ve o gece, o sarı büyük yıldızda yaşayan Börü-Anayı (kurtların tanrıçası) net bir şekilde gördü. Börü Anayı ilk defa bu kadaryakından ve net görüyordu. Onun çift boynuzlu silueti şaşılacak derecedekendisine benziyordu. Açık ağzı, arkaya doğru uzanan kuyruğu pek belirgindi.Dişi kurt, Börü-Ananın kendisini gördüğünü ve duyduğunu hissetti. Đşte o Sayfa 158
  • 159. Dişi Kurdun Rüyalarızaman, sıcak nefesinden dalga dalga yükselen yakarışlarla, Börü-Anayaseslendi: Ey kurtların ilahesi Börü-Ana! Bana iyi bak. Karşında ben varım, ben Akbar.Bu soğuk dağlarda karşına dikilen benim. Yapayalnız, talihsiz Akbar. Acılarımçok büyük. Nasıl ağladığımı işitiyor musun? Nasıl uluduğumu, nasıl hıçkırahıçkıra ağladığımı duyuyor musun? Bütün varlığım ıstırap oldu, memelerimyararsız sütle doldu... Süt verecek, besleyecek kimsem yok. Yavrularımıyitirdim. Nerde yavrularım, nerde? Aşağılara in Börü-Ana, in de yanıma otur,sen ve ben birlikte ağlayalım. Aşağılara in kurtların tanrıçası. Seni doğduğumtopraklara götüreyim, artık kurtların orada, o bozkırda yaşama hakları yok. Buhakkı aldılar bizden. Dağlarda yaşama hakkımız da yok. Hiçbir yerde kurtlarayaşama hakkı yok... Aşağıya inmek istemiyorsan beni de oraya çek Börü-Ana!Ben, Akbar, yavruları çalınan ana kurt! Seninle birlikte Ayda yaşamak, oradankanlı gözyaşlarımı yeryüzüne akıtmak istiyorum. Beni işit Börü-Ana! Börü-Anaaa! Börü-Anaaa! Beni anla, gözyaşlarımı anla Börü-Anaaa! O geceyi aşacakları dağın dibinde geçirdiler. Sabahleyin ilk kalkan Ernazaroldu. Sımsıkı sarınmıştı. Gidip atlara bir göz attı. Atlar bukağılı ve örtülüidiler.Boston, kürkünün altından başını yavaşça çıkararak sordu: -Çok soğuk mu? -Yükseklerde sabahlar hep soğuk olur, güneş yükselir yükselmez biraz ısınır. Sonra dönüp semer halısının üzerine oturdu. O saatte ortalık epeyce karanlıktıdaha. -Atlar nasıl? -Fena değiller. -Sürüyü buraya getirip şıkama yaptığımız zaman bir çadır kurmamızgerekecek sanırım. Bu kadar çok üşümeyiz o zaman. -Çok haklısın. Çadır kurmak pek vakit almaz zaten. Önemli olan tutacağımızyolu bilmektir. Gerisi bize kalmış bir iş. Şafakta hava biraz yumuşadı, hafifledi. Ortalık yeterince aydınlanıraydınlanmaz atları eyerlediler. Boston, ata binmeden önce son bir defa daha baktı çevreye. Yamaçları,kayaları gözden geçirdi. Đki çoban, vahşi tabiatın ortasında küçücükgörünüyorlardı, ama kararlıydılar. Yüksek geçit korkutamaz bizi, diye düşündüBoston, hayat memat meselesi bu, iş bu kadar ciddi olunca insanoğlu hiçbirşeyden korkmaz, hiçbir engel durduramaz onu. Denizleri dağları aşar, yarlarıuçurumları geçer. Biz de geçeceğiz. Vaktiyle ataları tarafından açılan eski yolu buldular ve gördüler ki bu yol,bupatika, iki tepenin arasında karlı, hafif bir çöküntüden geçmekte, dosdoğruuzanmaktadır. Besbelli o yükseltiden sonra, Kiçibele doğru inişe geçeceklerdi.Eskilerin dediğine göre, Kiçibelde bir kayın ormanı, bir de dağlardan inen birdere varmış. Bazen tabiat, en güzel, en zengin köşelerini, aşılmaz görünen iştebu tür engellerin arasına gizler. Ama, ekmeğini kazanmak zorunda olan insan,her engeli göğüslemeye hazırdır, ona hiçbir engel dayanamaz, bu derecegüçlüdür yaşama arzusu... Yamaç gittikçe dikleşti, kar kalınlaştı. Atlar kalın kar tabakasında çok zorilerliyorlardı. Güneş yükselince rüzgar dinmişti. Şimdi o sessizlikte yalnızatların ve kendilerinin solumalarını duyuyorlardı. -Ne dersin Ernazar, diye sordu Boston, karınlarına kadar kara batacakkoyunların buradan geçmeleri epeyce güç olmaz mı? -Kesinlikle öyle olur Boske, zorlu bir sefer olacak bu! Đşin en önemli yanı bu Sayfa 159
  • 160. Dişi Kurdun Rüyalarıyolu en kısa zamanda, olabildiği kadar çabuk aşmak olacak sanırım. Hem birgeçit açabiliriz, hiç olmazsa karları bastırırız. -Evet, ben de düşündüm bunu. Kürekleri unutmamalıyız. Đlerlediler. Kar atların dizine çıkmaya başlayınca, inip, hayvanlarıyedeklerinealdılar. Az sonra dağın havası azaldı ve ağızlarından solumaya başladılar. Hertaraf bembeyaz olduğu için gözleri kamaşıyordu. Güneş gözlüklerini taktılar.Dağ gezisi için bu gözlükler şarttı, ama artık şehirde de güneş gözlüğü takmakadet olmuştu. Az sonra kürklerini de çıkarmak zorunda kaldılar ve onları eyerinüzerine attılar. Atlar da ter içinde kalmıştı, zorlukla nefes alıyorlardı. Neysekiartık yokuşun doruğuna iyice yaklaşmışlardı... Ebedi buzlarla örtülü beyazdoruklara güneş şimdi tam tepeden bakıyor ve açık gökyüzüne ışıklarınısaçıyordu. Yalnız yollarının üzerinde birkaç beyaz bulut vardı ve pamuk yığınınıandıran bu bulutların içinden geçiyorlardı. O anda, Issık-Göl kenarındayazlıkçıların güneşten kavrulduğuna ya da rahat rahat güneşlendiklerine,yandıklarına inanmak zordu doğrusu. Az sonra yokuşun doruğuna ulaşmaları için sadece beş yüz metre kadar bir yolkalmıştı ve şimdiden inişi düşünmeye başlamışlardı. Đnişin çıkış kadar zahmetliolmayacağını umuyorlardı... Nihayet yokuş bitti. Đki adam ve hayvanlar iyice yorulmuşlardı. Biraz nefesalmak için durup mola verdiler. Katettikleri yola ve çevreye baktılar. Ernazar,mutlu mutlu gülümseyerek: -Tamam Boske, dedi, sürüyü rahatça geçirebiliriz buradan, tabii hava güzelolursa. -Evet, evet, ancak hava güzel olursa. Ernazar saatine baktı: -Tam ikibuçuk saatte tırmandık. Pek o kadar güç olmadı değil mi? -Ama koyunlarla üç saat ya da daha fazla sürer. Neyse, sürüyü aşırmanınmümkün olduğunu anladık ya. Haydi inişe geçelim ve öbür yamacın nasılolduğunu da görelim. Belki Kiçibeli de görürüz uzaktan. Mera yemyeşilolmalı... Çevrelerinde kar tabakası dümdüz uzanıyordu, ama yer yer, rüzgarınsavurmasıyla ve yığmasıyla oluşan, yine dümdüz, ışıl ışıl setler görünüyordu. Bukar ovasının sınırsız, sonsuz olmadığını biliyorlardı. Yokuşu biraz dahaindiklerizaman, aşağıda başka bir dünya ile karşılaşacaklardı ve bu yolculuğun hedefi,amacı olan o dünyaya bir an önce ulaşmak için sabırsızdılar şimdi. Bir deveninçift hörgücünü andıran iki tepenin arasından neşe ile, coşku ile ilerliyorlardı.Đşte tam bu sırada, Boston, adımını hızlandırdığı bir anda, ayaklarının dibindeyerin oynadığını hissetti ve ardında bir çığlık duydu. Dönüp ardına bakıncadehşetten donakaldı. Ernazar ve atı yoktu! Onların olması gereken yerde, hemenardında, ince bir kar savruntusu vardı. -Ernazaaar! diye bağırdı korkunç bir sesle. Dağların ölüm sessizliğindeyankılanan sesi korkusunu daha da arttırmıştı. Yoldaşının kaybolduğu noktayadoğru fırladı ve karşısında bir uçurumun, bir kuyunun açıldığını farkedince,mucize sayılacak bir hareketle durup iki adım geriledi. Dipsiz, karanlık birkuyuya benzeyen o çukurdan, buhar gibi ama soğuk kar tanecikleri çıkıyordu.Yüzükoyun yatarak çukurun ağzına kadar sürünmeye başladı. Olanı henüzanlamamıştı, anlamak için düşünmeye de cesaret edemiyordu. Đliklerine kadarkaygı kesildi, korku sardı ve bu korku en küçük damarlarına girerek düşünceyetisini felce uğrattı. Ama yine de sürünüyor, anlaşılmaz bir güçle hareketediyor ve nefes alabiliyordu. Dirseklerine dayanarak sürünürken, yüzüne gözüneyapışan karları düşürmek için başını sallıyordu. Saniyeler içinde bir buztabakasının üzerinde süründüğünü anladı, kar altına saklanan derin uçurumlarınbütün bir sürüyü bir anda yutabilecek boşlukların bulunduğuna dair anlatılanları Sayfa 160
  • 161. Dişi Kurdun Rüyalarıhatırladı. Sonra, birisini lanetlemek için söylenen kargışı da hatırladı:Carıklarga ket! diyorlardı. Bununla, dipsiz yarıklara git, yok ol! demekistiyorlardı. Ama, niçin, niçin Ernazar da böyle yok olsun!. Onun suçuydu bu. Kesinlikle onun suçu! Doymazlığı için, var olanla yetinmekistemediği için cezalandırılıyordu... Ah, böyle bir facianın olabileceğinidüşünseydi... Nihayet çukurun ağzına kadar gelebildi ve korkudan ürpererek, sesi, nefesikesilir gibi oldu. -Ernazar! diye fısıldadı boğuk bir sesle. Sonra hüngür hüngür, ciğerlerini yırtarcasına ağlamaya başladı: Ernazar, oradamısın? Emazar! Ernazar! Ernazar! Sustuğu zaman aşağıdan, sakın yaklaşma! diyen bir ses duyar gibi oldu. -Ernazar! Sevgili kardeşim, Can kardeşim! Hemen geliyorum, bekle beni, seniçıkaracağım oradan! Karları savurarak fırlayıp kalktı. Az daha kendisi de yuvarlanacaktı aynıuçuruma. Atına doğru koştu. Đp ve balta gibi işe yarayacak şeyler Ernazarınatında idi. Onun için kendi atının kolanlarını, dizginini, üzengi kayışlarınıkesti.Bunları birbirine bağlarken parmakları kan içinde kaldı. Sonra yine uçurumadoğru koştu. Bastığı buzun kırılıp çökebileceğine aldırmadan, soluğu kesilerek,içten içe cançekişir gibi, arkadaşını kurtaramadan ölmek korkusuyla uçurumunkenarına geldi. -Ernazar! Ernazar! Sana bir ip getirdim, beni duyuyor musun? Bir ip getirdim.Cevap ver can kardeşim, cevap ver! Kayışın bir ucunu bileğine dolayarak, öbürucunu kuyuya sarkıttı. Uçurumun ne kadar derin olduğunu, sarkıttığı kayışındibe ulaşıp ulaşmadığını bilemezdi. Orada öylece bekledi bir süre. Çok, çok uzun gelen bir bekleyişti bu. -Cevap ver Ernazar! Bir şey söyle! Tek bir kelime söyle! Ernazar, canımkardeşim! Ama çabaları boşuna idi. Korkusunu daha da arttıran kendi sesinin yankısındanbaşka bir ses gelmiyordu aşağıdan. Ve o durmadan söyleniyordu: -Nerdesin Ernazar! Beni duyuyor musun? Ne yapmalıyım Tanrım? Kendini tutamayıp yine hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Arada anlaşılmazşeyler söylüyor, ölü babasından, annesinden yardım istiyor, kızlarını, kız veerkek kardeşlerini ve özellikle de karısı Arzıgülü çağırıyordu durmadan...Bilinci, bu acı gerçeği anlamak istemiyordu. Ernazar ölmüştü! Ölmüştü! Ve onayardım edebilecek, teselli edebilecek kimse yoktu yanında... Son nefesine kadarduyacaktı bu ölüm acısını. Bağırmaya devam ediyordu: Duamızı duymadın mı?Böyle bir şeyi nasıl yapabilirsin? diyor, kime hitap ettiğini kendisi debilmiyordu. Neden sonra kalktı. Titriyor, bacakları üzerinde güçlükle durabiliyordu. Akşamkaranlığının çökmekte; havanın değişmekte olduğunu farketti. Kara karabulutlar görünmeye, soğuk bir rüzgar dalga dalga esmeye başlamıştı. Neyapacak, nereye gidecekti? Yalnız kalan atı da geldikleri yolu tutmuş, geridönüyordu. Onu, bayır aşağı rahat rahat giderken gördü. Ama yetişemeyeceğikadar uzaklaşmıştı. Hem yetişse de pek işine yaramazdı artık. Dizginsiz,üzengisiz, eyersizdi. Kızgınlıktan orada duran üzengisiz eyere bir tekme attı.Sonra, çevreye dalgın dalgın bakarak, bir süre hareketsiz öylece durdu. Yüzüşişmiş, soğuktan morarmıştı. Başında papağı yoktu. Uçuruma sarkarkendüşürmüştü onu. Ala-Mengünün iki tepesi arasında yapayalnızdı şimdi. Buzgibi bir rüzgar, ruhunu kaplayan ümitsizliği arttırmaktan başka bir şey Sayfa 161
  • 162. Dişi Kurdun Rüyalarıyapmıyordu. Ne yapacak, nereye gidecekti? Her şey ne kadar güzel başlamıştı.Niçin çıkmıştı bu lanet uçurum onların yoluna? Kendi ayak izlerine baktı vesadece iki metre kadar açıktan geçtiği için o dipsiz kuyuya düşmektenkurtulduğunu anladı. Ernazar, biraz daha sağdan yürüdüğü için uğramıştı bufelakete. Arkadaşına yardım edemiyor, onun ölmüş olabileceğine de inanmakistemiyordu. Birden bir ümide kapıldı. Belki sadece bayılmıştı ve halakurtulabilirdi, donup kaskatı olmaması için çok acele etmeliydi. Kürkünü çıkarıpattı üzerinden. Olanca gücüyle bayır aşağı koşmaya başladı, ama iniş o kadarkolay değildi. Ne yapıp yapmalı, bir an önce sovhoza haber vermeliydi. Đplerle,kazma küreklerle, fenerlerle yardımcılar gelmeliydi. Onlarla beraber burayadönecek, uçuruma kendisi inecek ve Ernazarı kurtaracaktı. Birkaç defa düştü, bacağını kırmaktan korksa da, her defasında kalkıp nefesnefese koşmaya devam etti. Bazen atına yetişebileceğini düşünüyor ve sonra bundan ümidini kesipkoşmaya devam ediyordu. Hava her dakika biraz daha bozuyordu ve kar yağmaya başlamıştı. Ama kardeğil fırtına bile kopsa, ancak bu yükseklikte olur, aşağılara ulaşmazdı.Kendisiulaşmalıydı aşağılara. Kardan, fırtınadan değil, yalnız Ernazarın akıbetindenkorkuyor, yalnız onu düşünüyordu. Eğer hala ölmediyse, kurtarıcılar gelinceyekadar dayanabilir miydi? Kan damarlarını çatlatacaktı nerdeyse. Aceleetmeliydi. Karanlık yavaş yavaş koyulaşıyor ve karanlıkta koşmanın hiç dekolay olmayacağını düşünüyordu bir yandan. Dik ve kestirme bir yol sayesinde dağın eteğine inebilmişti. Çukurda bayırdakoşmaktan olduğu kadar, o feci kazanın ıstırabı ile de bitikti. Kafasında bintürlükurtarma planı yapıyordu. Bazen de, ne pahasına olursa olsun Ernazarıterketmemesi, onunla beraber karlara gömülüp kalması gerektiğini düşünüyordu.O karanlık buzlu hücresinde sevgili dostunun can çekişmesini, iniltilerini deduyar gibi oluyordu. Ernazarın karısına, çocuklarına bu olayı nasılsöyleyebileceğini düşününce de çıldırmak üzere olduğunu hissediyordu.Bu büyük felakette, bu tarifsiz güçlükler içinde, bir nebze şansı da oldu: Ogün,dağda bir düğün yapılıyordu: Yöredeki çobanlardan biri, tatilden yararlanıpyanlarına gelen üniversite öğrencisi oğlunu evlendirmişti. Sona kalan davetlilerde kamyonla evlerine dönüyorlardı. Vakit geçti, ay parlıyordu, gölden esen hafifbir rüzgar vuruyordu dağın eteğine. Vadide, ay ışığında pırıl pırıl parlayanIsık-Göl de görünüyordu. Bütün bu manzara düğüne gelenlere şarkı söylemek arzusuuyandırıyor ve kamyondakiler de bağıra bağıra şarkı söylüyorlardı. Boston bu sesleri duyar duymaz kamyonun geçeceği yola doğru koştu ve çılgıngibi elini kolunu sallamaya başladı. Kamyon, Berik sovhozu müdürünün kapısı önünde durduğu zaman saatsabahın ikisi idi. Boston aralıksız bir şekilde pencere camını tıklattı.Havlayanve bacağını ısırmaya çalışan köpeğe aldırmıyordu bile. -Ne var? Kim o? dedi içeriden kuşkulu bir ses. -Benim, ben Boston Urkunçiev. -Bir şey mi oldu? -Evet, büyük bir felaket. Ertesi sabah, öğleden az önce, başlarında Boston olduğu halde, altı adam Ala-Mengü geçidini tırmanıyordu. Đpler ve başka gerekli aletler vardı ellerinde. Bir Sayfa 162
  • 163. Dişi Kurdun Rüyalarıjeeple olabildiği kadar yükseğe çıkmış ve şimdi, nefeslerini tüketmemek, dahaçok yorulmamak için hiç konuşmadan yürüyorlardı. Bir helikopter de osaatlerde, geçidin oraya üç tecrübeli dağcıyı indirmiş olacaktı. En önde yürüyen Boston, aynı yolu bir gün önce Ernazarla, olacaklardanhabersiz tırmandıklarını düşünmekten kendini alamıyordu. Şunu da anlıyordu ki, sevgili arkadaşı o lanet çukura düştüğü zaman ölmemişolsa bile, aradan geçen yirmi dört saatlik bir süre içinde donup ölmüşolmalıydı.Buna rağmen bir mucize umuyordu. Fırtınadan sonra şimdi geçidin doruğuna mutlak bir sessizlik hakim olmuş, amayoğun kar yağışı her yeri örtmüştü. Ernazarı yutan çukur görünmüyordu, ayakizleri de yok olmuştu. Bu yüzden Boston kaza yerini birden gösteremedi. Neyseki adamlardan biri oralarda Bostonun kürkünü gördü, sonra bir başkası birazuzakta, atılan eyeri buldu. Bunlar sayesinde çukurun ağzını da keşfettiler vekazdılar. Altı katlı bir ev kadar derin görünüyordu çukur. O sırada helikopterledağcılar da gelmişti ve bunlar çukura indiler. Dağcılar yukarı çıkınca, Ernazarın cesedini kaskatı donmuş olarakbulduklarınıbildirdiler, atının da aynı durumda olduğunu söylediler. Bunları çıkarmanınimkansız olduğunu, ufak bir kazma darbesiyle çığ altında kalabileceklerinianlattılar... Bostonun, bir de kendisinin inip aziz arkadaşına son defa vedaetmekten başka yapabileceği bir şey kalmamıştı. Boston bu kabustan yıllarca kurtulamayacaktı: Onu iplere bağlayarak aşağıindiriyorlardı. Uçurumun buzlu-saydam kenarlarını bir fenerle aydınlatıyordu.Birini elinden düşürmesi ihtimaline karşı iki fener vermişlerdi ona. Gerçektenbirisini hemen düşürmüştü. Üzüntüsünden ve isyanından bağırmak istiyordu.Ama yine de o buzlu, o dev çukura inmeye devam ediyordu. Sonra fenerin ışığıbirden, Ernazarın bir buz blokunun üzerindeki cesedini aydınlattı. Dizüstüoturuyordu Ernazar. Kürkü başından kaymış, yüzü kan içinde, dudakları kapalı,gözleri açık görüyordu onu (tıpkı kazanın ertesi gününde gördüğü gibi). Sonraona sesleniyordu: Ernazar! diyordu, bak ben geldim! Yardım fenerini sanabırakacaktım -Burası çok karanlık, çok soğuk çünkü-ama kaybettim o feneri.Anlıyor musun Ernazar, kaybettim. Olsun, bir tane daha var. Onu veririm sana.Al, al bunu! Al bu feneri Ernazar, yalvarırım al!. Ama Ernazar feneri almak içinelini uzatmıyordu. Hareketsiz, öylece duruyordu. Bunun üzerine Bostonağlamaya başlıyor ve her defasında gözyaşları içinde uyanıyordu. Tekrar tekrar görüyordu bu rüyayı ve her defasında ertesi gün çok kötügeçiyordu onun için. Bu rüyasını kimselere, özellikle de Gülümhanaanlatamazdı. Gülümhanla evlendikten sonra bile anlatmamıştı ona. Ona da,ailesinden herhangi birine de. Ernazarı son bir defa daha görmek için uçurumagirdiğini söyleyemedi! O faciadan sonra evine döndüğü zaman olayı herkes öğrenmişti. En zoru,gözyaşlarına boğulan Gülümhanla karşılaşması oldu. Kadın o kadar üzüntülü,öyle umutsuz idi ki, onu öyle görmektense, orada kalıp Ernazarla birlikteölmesinin ya da binlerce defa o uçuruma inmeye mahkum edilmesinin daha iyiolacağını düşünmüştü. Kadın Ala-Mengüye gitmek istiyor ve hıçkırıklar içindedurmadan bağırıyordu: Đnanmıyorum! Đnanmıyorum! Ölmedi o! Bırakıngideyim, onu bulmak, onu görmek istiyorum! diyordu. Onun bu halindenkorkmaya başlamışlardı. Kadın bir akşam kaçıp gitti. Boston da günlerce hiç elbisesini çıkarmamış,hemen hemen hiç uyumamıştı. Taziyet için gelenlerin günlerce ardı kesilmemişve Boston da ilgilenmek zorunda kalmıştı. Bölgenin bütün, sakinleri ağılageliyorve bazıları, ta uzaklardan ağlamaya, dövünmeye başlayarak, Kırgız geleneğineuygun ağıtlar okuyorlardı: Ernazar, ciğerparem benim, seni bir daha nerdegöreceğim! diyorlardı. Ve Boston onları karşılamaya çıkıyor, attan inmelerineyardım ediyor, teselliye çalışıyordu... Sayfa 163
  • 164. Dişi Kurdun Rüyaları Sonunda bir akşam nihayet yalnız kalabilmişti. Beline kadar soyunmuş, avludabir güğüm su ile yıkanmaya çalışıyordu. Daha sonra da biraz dinlenecekti. Çokyorgundu çünkü. Tam bu sırada Arzıgülün kendisini çağırdığını duydu. Ofaciadan sonra Arzıgül, bir şeyler yapar korkusuyla, Gülümhanı hiç yalnızbırakmamıştı. -Boston, Boston, nerdesin? -Ne var, ne oluyor? -Çabuk ol, çabuk, Gülümhanı yakala! Gitti, mani olamadım, iki çocuk ağlaşıpduruyor... Boston alelacele kurulandı, uzun kollu fanilesini sırtına geçirdi ve koşmayabaşladı. Epeyce koştuktan sonra bir vadinin kenarında, dağlara doğru giderken gördüonu. -Gülümhan, dur! Nereye gidiyorsun? diye bağırdı. Ama Gülümhan dönüp ardına bakmıyordu. Boston hızını arttırdı. Şimdikadının, kocasının ölümünden onu sorumlu tutabileceğini de düşünüyor ve çokkorkuyordu böyle bir suçlamadan. Onu en çok korkutan şey bu idi. Zatensuçluluk duygusu içinde kendini yeyip bitirirken, bir de o, yüzüne karşı busuçlamayı yaparsa ne cevap verebilirdi? Kendini savunmak için ağzını nasıl açabilirdi? Kadın da herhalde aklın sesinidinleyebilecek durumda değildi galiba. Elbette, insanın hiçbir şey yapamayacağıtrajik anlar olabilirdi, ama bu kaçınılmaz anlar her zaman olağan karşılanmazdı.Ve Ernazarın ölümünden sonra kendisinin nasıl hayatta kalabildiğiniGülümhana anlatamazdı. Nefes nefese nihayet Gülümhana yetişti. -Gülümhan, nereye gidiyorsun? Dur, beni dinle... Eve dönelim... Vakit epey geçti ama henüz karanlık iyice çökmemişti. Gün batarken de dağlariyice farkediliyordu. Gülümhan dönüp yüzüne baktığı zaman, uğradığı felaketinonu bir tül gibi sardığını gördü sanki. Bir suyun dibindeymiş gibi bu tül yüzünüdeforme ediyordu. Daha düne kadar yüzünden sağlık fışkıran, neşe fışkıran bukadındaki o acılı değişikliği görmek dayanılır şey değildi. Onu, buruşmuş,önden düğümleri çözülmüş dul kadın ipeklisiyle, yas tuttuğu için dağınıkbıraktığı saçlarıyla, deli gibi kaçarken görmek, Bostonun yüreğini cayır cayıryaktı. Gülümhanın, aslında yepyeni kara çizmeleri bile pek üzüntü vericiydi. -Nereye gidiyorsun Gülümhan? Söyle, nereye gidiyorsun? diyordu Boston onukolundan tutarak. -Geçide gidiyorum, onu görmek istiyorum! dedi kadın şaşılacak kadar savrukbir sesle. Boston ona, Ala-Mengüye yaya gitmenin delilik olduğunu, dağlara çıkınca buelbiselerle bir saat içinde donup öleceğini söylemedi de, başka şeylersöyleyerekyalvardı: -Şimdi gitme Gülümhan. Az sonra karanlık basacak, başka zaman gidersin,ben götürürüm seni oraya. Ama bu akşam olmaz, eve dönelim. Kızlarınağlaşarak seni bekliyor, Arzıgül kaygılar içinde. Az sonra gece olacak,yalvarırım eve dönelim... Gülümhan hiç cevap vermedi. Birden, çektiği acıların ağırlığı ile iki büklümolmuştu. Neden sonra başını iki yana sallayarak mırıldandı: Sayfa 164
  • 165. Dişi Kurdun Rüyaları -Onsuz nasıl yaşarım ben? Orada yapayalnız kalamaz toprağa gömülmeden,mezarı başında bir ağlayanı olmadan kalamaz! Gülümhanın önünde, ayakta, zayıf omuzlarından sarkan fanilesiyle, birçokçoban gibi bütün mevsim giydiği çizmeleriyle ve kurulanmak için aldığı, sonraboynuna doladığı havlusuyla öylece duruyordu. Çok üzgün ve acınacak birdurumdaydı. Gülümhanı yatıştırmak için ne söyleyeceğini bilemiyordu. Nesöylese onun acısına merhem olamazdı çünkü. Eğer kendi canını verdiğitakdirde Ernazarın geri geleceğini bilse, hiç tereddüt etmeden yapardı bunu.Đkisi de kendi düşüncelerine dalarak bir süre sessiz durdular. Sonra Boston,Gülümhanı yine elinden tuttu: -Gel, dedi, bizim yerimiz orasıdır, insanların Ernazara ağlamak için geldiğiyerdir. Dönelim eve. O zaman Gülümhan, başını onun omuzlarına dayadı, sayıklar gibi,anlaşılmayan sözler söyleyerek titreye titreye, hıçkıra hıçkıra ağlamayabaşladı.Boston da koluna girdi, birlikte ağlaya ağlaya, ağılın yolunu tuttular. Yazakşamının karanlığı, dağlardaki otların kokusunu etrafa yayarak, yavaş yavaşçöküyordu. Arzıgül de iki kızla onları karşılamaya çıkmıştı. Đki kadınbirbirlerinin kucağına atılarak, uzun bir ayrılıktan sonra tekrar kavuşmuşlargibi,hüngür hüngür ağladılar... Birkaç ay sonra Gülümhan göl kenarındaki küçük evine çoktan taşındığı vekarısı Arzıgül hastahaneye düştüğü zaman, Boston bu sahneyi çok iyihatırlayacaktı. Karısının başı ucunda oturup onun iyice zayıflamış soluk yüzüne büyük birüzüntüyle bakacaktı. O sıcak sonbahar gününde, oda arkadaşları çıkıp yalnızkaldıkları zaman şöyle bir konuşma geçecekti aralarında: -Sana bir şey söylemek istiyorum, diyecekti Arzıgül yavaş bir sesle vegözlerini güçlükle ona çevirerek. O zaman da Boston onun bir gün öncesinegöre daha da sarardığını, zayıfladığını görüp korkacaktı. -Dinliyorum Arzıgül, ne söylemek istiyorsun? diyecekti şefkatli bir sesle. -Doktoru gördün mü? -Gördüm, dedi ki... -Yoo, şimdi değil, doktorun ne dediğini daha sonra anlatırsın. Şimdikonuşmamız gereken daha ciddi bir mesele var. Bu sözler üzerine Boston, kalbisıkışarak, sinirli bir hareketle mendilini çıkararak, alnındaki terleri silecekveboş yere konuyu değiştirmeye çalışacaktı. -Belki ciddi konuların zamanı değil, daha sonra, iyileştiğin zaman bol bolkonuşuruz. Ama karısının bakışları ısrarın faydasız olduğunu anlatacaktı. -Her şey zamanında yapılmalı. Hastahaneye geldiğim günden beri çokdüşündüm. Zaten burada en iyi meşgale düşünmektir. Seninle birliktegeçirdiğimiz hayattan çok memnunum ve kaderimden de hiç şikayet etmiyorum.Allahın yardımıyla kızlarımız büyüdü ve artık kendi başlarına hareketedebilirler. Onlar hakkında da konuşmam gerek ama, şimdi değil. Ben şimdi ençok seni düşünüyor, senin için korkuyorum. Đnsanlarla pek iyi geçinemiyorsun,çok katısın ve kimsenin önünde eğilmek istemiyorsun. Artık genç olmadığınıunutma. Ben yok olduktan sonra, içine kapanıp kalma. Uzun zaman yalnızyaşama. Cenaze töreninden sonra ne yapacağını iyi düşün. Ben, yenidenevlenmeni istiyorum. Unutma ki çocuklar kendi hayatlarını yaşayacaklardır... -Bütün bunları niçin söylüyorsun bana, böyle şeyler konuşmamalıyız. -Yoo, Boston, bunları konuşmamızın tam zamanı! Şimdi konuşmalıyız, ben Sayfa 165
  • 166. Dişi Kurdun Rüyalarıöldükten sonra çok geç olur. Đnan bana, bu söyleyeceklerimi çok düşündüm.Biliyorsun, Gülümhan sık sık ziyaretime gelir. Onu iyi tanırsın, yabancımızdeğil. Kader onu, hala bakıma muhtaç iki çocuğu ile dul bıraktı. Çok iyi birinsan.Sen, işte onunla evlenmelisin. Benim tavsiyem budur. Elbette hareketlerindeserbestsin, seni zorlayamam. Ama ben öldükten sonra bu konuşmamızı ona daanlat... Belki bu evlilik gerçekleşir. Benim isteğim işte budur. Böylece,Ernazarın kızları da yeniden bir babaya kavuşur... Isık-Göl sakinleri göl yakınında yaşıyorlar ama, boşuna, kıyısında gezintiyeçıktıkları yok. Tatile çıkanlar eskiden beri hep böyle söyler, alay ederler. Amaoakşam, Boston hastahaneden çıkar çıkmaz, hep uzaktan seyrettiği bu harikagüzellikteki sıvı mavinin kıyısında, yalnız dolaşmak ihtiyacını duyacaktı birdenbire. Rüzgarın, görünmeyen bir saban demiri gibi suyun üzerinde oluşturduğumuntazam çizgiler üzerinde koşuşan köpüklü dalgalara bakacak, ağlayacak, budalgalara karışıp yok olmak isteyecekti... Dalgalar bir yükseliyor, bir devrilipbatıyor, sonra kendi köpüğünün içinden yine meydana çıkıyordu. Onların bu haligibi, onda da yaşamak arzusu, ölüp ölüp diriliyordu... Hiç durmadan uluyan kurtların sesi, sonunda canına yetti ve onu çıkmayamecbur etti. Evvela küçük Kence uyanmıştı ağlayarak. Boston onu göğsüneçekerek, kucaklayarak sakinleştirmeye çalışmıştı: -Kence, Kence! Ağlama yavrum! Neyin var senin? Ben burdayım, annen deburda bak. Şeker vereyim mi sana? Işığı yakayım mı? Korkacak hiçbir şey yokyavrum. Kediler bağırıyor böyle, kedilerden başkası değil!. Gülümhan da uyanmış, o da çocuğu yatıştırmak için bir şeyler söylemişti. Amaçabaları boşuna idi, çocuk susmuyordu. Boston kalkıp lambayı yakmaya gitti.Kapının önüne gelince durup sordu: -Gülüm, ben dışarı çıkıp onları korkutmak istiyorum. Sabaha kadardayanılmaz bu ulumalara... -Saat kaç? Boston duvardaki saate baktı: -Üçe yirmi var. -Ne kadar geç, gördün mü? Saat altıda kalkacaksın! Bu kör olası Akbar da bizideli edecek sonunda. Tam bir bela bu, bir kırlagan! -Haklısın, bir kırlagan, ama sinirlenme, bari sen korkmayı bırak! Çabukgelirim. Çıkarken kapıyı kilitleyeceğim, hiç endişe etme, uyumaya çalış.Çıkıp evin etrafında bir tur attı. Çorapsız, alelacele giydiği çizmeleriyle ağırağıryürüyor, bir yandan da yüksek sesle ve aşağılayıcı sıfatların hepsini sayarakköpekleri çağırıyordu. Umutsuzluktan çılgına dönen bu kurtlar onu öylesinirlendiriyordu ki, onlarla nihayet yüz yüze geleceğinden memnun oluyordu.Kurtları başka türlü susturamayacağına göre yapılacak tek şey vardı: Tüfeğinialıp onları vurmaya çalışmak. Ama o gece de, her şeye lanetler okuyarak, sövüp sayardık eli boş döndü. Oyatağa tekrar girdi ama, gözüne uyku girmedi. Acılı, üzücü binlerce düşünceüşüşmüştü kafasına. Namuslu çalışmak her yıl biraz daha güçleşiyordu. Bugünün insanları, özelliklede gençler, yalnız kendi çıkarlarını düşünüyorlardı ve zerre kadar iş ahlakınasahip değillerdi. Savaştan önce, Çuısk kanalının inşaatında, hiçbir çıkarbeklemeden çalışmak için ülkenin dört bucağından gönüllü gençler gelmişti.Şimdi buna kimse inanmazdı. Çünkü karşılıksız emek vermeyi akılları almazdı. Sayfa 166
  • 167. Dişi Kurdun RüyalarıHem artık hiç kimse çoban olmak istemiyordu. Herkes her şeyden kaçıyordu.Tam bir bozgun, bir kokuşma idi bu. Ama, bu durumu da çok iyi anladıklarıiçin, herbiri bunun geçici olduğuna, düzeleceğine inanır görünüyor ve geleceğiciddi olarak düşünme zahmetine kimse katlanmıyordu. Dobra dobra konuşanlarıise iftira etmekle, yabancı hayranı olmak ve onlarla işbirliği yapmaklasuçluyorlardı. Bu acı düşüncelere karşı Bostonun tek tesellisi, karısı Gülümhanın ona karşıçok anlayışlı davranması idi. Gülümhan, onun yılın üçyüz altmış beş günündehiç dinlenmeden çalışmasına ses çıkarmıyor, bundan şikayetçi görünmüyordu.Sürüyü kendi haline, gözetimsiz, bakımsız nasıl bırakabilirdi? Ağıl bir fabrikadeğildi ki istediği zaman makineleri stop ettirsin. Koyunlar sürekli bakım,sürekli itina isterlerdi. Böyleydi ama, sovhozda hiçbir zaman yeteri kadar işçibulunmazdı. Oysa ülkede pek çok işsiz vardı ve sovhozda dilediği kadar işçibulabilirdi. Ne var ki insanlar yorulmak istemiyorlardı. Niçin böyle oluyor?diyordu kendi kendine: Çalışmadan yaşamak, yaşamak mıdır? Kimbilir,yaşamanın da, çalışmanın da bir başka türlüsü vardır belki. Đşin en zor yanı,kuzulama zamanında yardımcı işçi bulmaktı. Gençleri, gece gündüz kuzularınbaşında tutmaya imkan yoktu. Çünkü bu iş büyük bir sorumluluk duygusunasahip olmayı gerektiriyordu. Hem onlar bu kadar az bir ücretle, uzaklara,bucaklara gitmek istemezlerdi. Bir fabrikada ya da bir şantiyede günde sekizsaat çalışmak çok daha iyiydi onlar için. Biz hep, nerede çok para verirlerseorada değil, bize nerede ihtiyaç varsa orada çalıştık. Şimdi çalışma sırası,kalkınmaya katkıda bulunma sırası, gençlerin olmalı. Hiçbir işe yaramıyorlar,hiçbir şeye saygıları yok, tutundukları hiçbir şey yok! diyordu yaşlılar.Birbirlerini anlamamaktan kaynaklanan nesiller arasındaki uyuşmazlık, giderekdaha da artıyor ve bütün ağırlığıyla vicdanların üzerine çöküyor. Boston, dilini tutamadığı için pişman olduğu son toplantıyı bir kere dahahatırladı. O toplantıda yine canını sıkan meseleyi ortaya atmış, insanlarınişlerine sahip olmaları, dört elle sarılmaları gerektiğini söylemişti. Durumudüzeltmenin tek yolu bu idi, kişisel çıkar sağlamak böyle olmalıydı. Alınacakücretler, sağlanan sonuç ya da verimle doğrudan ilgili bulunmalıydı. Özelliklede çobanlar, onların yardımcıları ve aileleri, kendilerine ayrılan parsellerdekendilerini bağımsız hissetmeliydiler. Đşte o zaman, otlakları korumanınfaydasını daha iyi anlar ve korurlardı. Bundan başka çare yoktu... Koçkorbayev her zamanki tavrı ile karşı çıkmıştı ona. Bu jurnalcı postası-arkasından onu bu isimle anarlardı- müdürün sağında oturuyordu. Konuşmasüresince kaşlarını çatarak ve durmadan kıravatını düzelterek, küçümseyerekbakmıştı Bostona. Müdür Đbrahim Çotbayeviç Çotbayev, onun ne düşündüğünüanlamakta hiç güçlük çekmiyordu. Uzun tecrübelerden sonra, bu demagogun hiçdeğişmeyen saplantılarını, mantığını çok iyi anlamıştı: Bir neo-kulak buUrkunçiev, yeni bir tür devrim düşmanı, hep bildiğini okuyor. Hiç ders, ibretalmamış. Bir yerlere sürmek gerek onu. Eskiden olsaydı çoktan cezasınıbulurdu... demek istiyordu Koçkorbayev. Müdür Çotbayev, hücre sekreterinin, komitenin yeni eğitimcisine de notvermek için bu toplantıyı fırsat sayacağını düşünüyordu. Bu, ihtiyatlı görünengenç adam ilk defa toplantıya katılmıştı ve dikkatle not tutuyordu. Boston konuşmasını bitirir bitirmez Koçkorbayev söz istedi. Sonra o odun gibidiliyle ve bütün gücüyle, bir başyazı okur gibi, usta bir hatipmiş gibi,konuşmaya başladı. -Yoldaş Urkunçiev, bu şüpheli tekliflerinizle daha ne zamana kadarhuzursuzluk yaratmaya devam edeceksiniz? Sosyalist bir kolektivitede üretimalanındaki ilişkiler sistemini, tarih uzun zamandan beri belirlemiş,kesinleştirmişbulunuyor. Siz istiyorsunuz ki ağıl şefleri mal sahibi olsun, yardımcılarınıkendileri seçsin, onlara verecekleri ücreti kendileri tespit etsin. Bu apaçıktarihekarşı gelmek, ona saldırmaktır, devrim anlayışımıza karşı çıkmaktır. Sizekonomiyi politikadan üstün tutmak istiyorsunuz. Sürünüzden başka şeyi, dahaötesini göremiyorsunuz. Sanki daha önemli hiçbir şey yokmuş gibi. Ama dahaötede bölge var, cumhuriyet var, bütün bir ülke var! Siz bizi üretim alanındauygulanan sosyalizm ilkelerinden saptırmaya çalışıyor, kışkırtmak istiyorsunuz! Sayfa 167
  • 168. Dişi Kurdun RüyalarıBoston kendini tutamayarak sandalyesinden adeta fırlamıştı: -Ben sizi asla kışkırtmıyorum! Bölgede olanlar, ülkede olanlar ya da dünyadaolanlar beni ilgilendirmez. Ben sadece bir çobanım. O konuları benden başkadüşünecek büyük başlar çok. Benim işim ağıla bakmaktır. Sekreter çalışmaşartlarım hakkında ne düşündüğümü anlamak istemiyorsa, beni bütüntoplantılara ne diye çağırıyorsunuz, yapacak çok başka işlerim var benim. Çeneçalmayı sevmem ben. Konuşmuş olmak için konuşmak belki bazılarına büyükçıkarlar sağlar, ama bana değil. Müdür yoldaş, artık beni toplantıya çağırmanıistemiyorum. Bırak da işime bakayım. Böyle toplantılarda işim yok benim! -Haydi Boske; bunu nasıl söylersin? dedi Çotbayev koltuğunda sinirli sinirlisallanarak. Sen sovhozun en iyi çobanısın, çok tecrüben var ve senin fikirlerinbizim için değerlidir. Toplantılarımıza bunun için çağırıyoruz seni. -Doğrusu beni şaşırtıyorsun müdür yoldaş. Dediğin gibi en iyisi olmanın bananelere malolduğunu da bilirsin. Ama, ben ağzımı açar açmaz Koçkorbayevkonuşmama engel oluyor. Bir savcı gibi beni suçlamaktan, benimle dalaşmaktangeri kalmıyor. Sen de köşene çekilip sessiz oturuyorsun. Sanki bunlar seni hiçilgilendirmiyor! Niçin gerektiği zaman hiç müdahale etmiyorsun? -Sakin ol Boske, sinirlenme, dedi Çotbayev. Onun için bu tür konuşmalar son derece can sıkıcıydı. Đçinden çıkılmaz birdurum karşısında bir tavır alması gerekiyordu. O ise, hele eğitimcinin olduğubiryerde, jurnalci tarafından arkadan hançerlenmektense, tarafsız kalmayı tercihetmekteydi. Bu jurnalci başı, kaşarlanmış kağıt kemiricilerinin oluşturduğu veonu desteklemeye hazır büyük bir zincirin sadece bir halkası idi ve bu yüzden deçok tehlikeli bir adamdı: Hele bu defa hiç dolambaçlı yola sapmadan dosdoğruBostona yönelmiş, onu Devrim nimetlerine karşı çıkmakla suçlamıştı. Böyle birsuçlamadan sonra ona nasıl karşı çıkabilirdi? Müdür, sivrilikleri nasıl yontup yumuşatacağını iyice düşünerek ayağa kalktı.Boston haklıydı, bunu anlamıştı. Ama asıl dikkat etmesi, çekinmesi gereken kişiKoçkorbayev idi: -Bakın yoldaşlar, önce meseleyi ortaya koyalım. Nedir mesele? Anladığımkadarıyla Boston Urkunçiev, sürüsüne, otlaklarına hakim olmak, sahip olmakistiyor, basit bir işçi olmak istemiyor. Ve bunu yalnız kendisi için değil,kendisiyle çalışan herkes için ve onların aileleri için istiyor. Bunu dikkatealmamazlık edemeyiz. Bu istekleri bazı somut esaslara da dayanıyor. Çobanekipleri bizim sovhozumuzun birer hücresidirler. Yine anladığım kadarıyla,Urkunçiev, doğrudan doğruya her şeyin idaresini eline almak istiyor: Sığırları,otlakları, yemleri, binaları, kısacası bütün üretim araçlarını. Bir iş kolusisteminikurmak istiyor ki bu sistemde herkes kendisinden sorumlu olacak ve herkes nekadar çok çalışırsa o kadar çok kazanacak. Ben böyle anlıyorum. Ve sanıyorumki Cantay Đşanoviç, bu teklif dikkatle incelenmeye değer. Kendisine hitap edildiğini gören Koçkorbayev kasıntılı, övüngeçli bir sesleitiraz etti: -Ben, sovhozumuzun, sizin ve benim birlikte yönelttiğimiz bu sovhozun partisekreteri olarak, Yoldaş Cotbayev, bir tek şeyi anlıyorum: Bizim sosyalistsistemimizde, malsahibi olmak anlayışını teşvik etmeye, hele bunu bir üretimünitesinde yapmaya, kimsenin hakkı yoktur. -Ama anlamanız gerekir ki bu teklif üretimi arttırmak amacına yöneliktir.Gençler çoban olarak çalışmayı istemiyor artık, dedi müdür cüretini haklıçıkarmak için. -Bu da demektir ki, kitle için yaptığımız propaganda yeterli değil. Gençlere,Pavlov Morozovun (Pavlik Morozov (l9l8-l932): Bir kulak (çiftçi) çocuğudur.Köyünün toprakları kolektifleştirildiği zaman onüç yaşındaydı. Ailesini jurnalederek kurşuna dizilmelerine sebep oldu. Az sonra da bir akrabası tarafındanöldürüldü. Onu Sovyet okullarında bir devrim kahramanı, devrim şehidi olarak Sayfa 168
  • 169. Dişi Kurdun Rüyalarıtanıtırlar, ve onun bir eşi olan Kazak Kiçene Cakupovun (KüçükYakuboğlunun) kahramanlıklarını, yaptıklarını örnek göstermek gerekiyor. -O, sizi ilgilendirir Koçkorbayev, dedi müdür. Propaganda sizin işiniz. Dahafazla propaganda yapmanıza kimse engel olmaz. -Biz de yapacağız, hiç endişe etmeyin. Birçok etkileme kampanyası tasarladık.Ama en önemlisi, başka kılıklara bürüyerek ve dolaylı yoldan olsa bile üretimaraçlarını ele geçirmeyi çalışanları engellemek, yılanı daha yumurtada ikenezmektir. Sosyalizmin esaslarına hiç kimse zarar veremez, buna müsaadeetmeyiz. Bu görüş alış-verişi çok ciddi bir çekişme halini almıştı. Bostonun cesaretiiyice kırıldı. Hatta, kendine rağmen biraz ürktü. Bütün bunlara sebep, yaptığıişin sorumluluğunu tam olarak üzerine almak istemesi, sonuna kadarbaşkalarının emrinde çalışmak istememesi idi: Sekreter devam etti: -Hiç kimseye ayrıcalık tanımayacağız. Sosyalist üretim biçimleri herkes içinzorunludur. Bunu, özellikle, durmadan istisna avantajlar isteyen yoldaşUrkunçiev için söylüyorum. -Đstisna değil. Tam tersine, herkesin yararlanması gereken avantajlar bunlar.Daha iyi çalışmak için buna ihtiyacımız var bizim. -Ben şüpheliyim. Hem bu şekilde şart koşmak da ne oluyor? Şunu yapın, bunuyapın demek ne oluyor? Kendinize özel otlak edinmek için Ala-Mengü dağınıtırmanırken bir kişinin ölümüne sebep olmanız yetmedi mi? Sırf kendisini mat etmek için, birçok basit kanıttan biriymiş gibi, Ernazarınölümünü bu kadar hafife alması ile, Bostonu can evinden vurmuş, çiledençıkarmıştı: -Konuş bakalım! diye bağırdı. -Konuş bakalım demekle ne kastediyorsun? Söylediklerim doğru delğil mi? -Hayır, doğru değil. -Nasıl değilmiş? Ernazarın cesedi hala duruyor buzların arasında. Belkibinlerce yıl kalacak orada! Bu hatırlatma çok canını sıktığı için Boston hiç cevap vermedi. AmaKoçkorbayev onu iyice sıkıştırdığını görerek yangına körükle gitti: -Niye susuyorsunuz yoldaş Urkunçiev? Herhalde kişisel çıkarı için orayagiden siz değildiniz! -Evet, gittim! Ama yalnız kendi çıkarım için değil. Herkesin iyiliği içinyapmak istedim bunu. Senin iyiliğin için de Koçkorbayev. Çünkü seninyiyeceğini de ben temin ediyorum. Ve sen, yemek yediğin çanağa tükürüyorsun!Sekreter bozulmuş, kıpkırmızı olmuştu: -Ne demek oluyor bu? Ben ne alıyorsam partiden alıyorum. -Peki, parti sana verdiğini kimden, nerden alıyor sanıyorsun? -Böyle konuşmaya nasıl cüret edersiniz! diye kükredi. Böyle derken kasıntılıbir şekilde kıravatını düzeltiyordu. Masanın öbür tarafında, Bostonun tamkarşısında, duvarın hemen yanında, ayakta dimdik duruyordu. Birbirlerini ölümemahkum etmişlerdi sanki. Đkisinden birinin birden yere devrilmesi kimseyesürpriz olmazdı. O ana kadar kendi köşesinde hiç konuşmadan duran genç eğitimci birden arayagirdi: Sayfa 169
  • 170. Dişi Kurdun Rüyaları -Sakin olun yoldaşlar, sakin olun. Sanırım yoldaş Urkunçiev prensiptehaklıdır. O bir işçidir ve ürünlerimizi temin eder. Bu yüzden de konuşmayahakkı vardır. Ama, hemen işi bu kadar aşırılığa götürmenin ne yararı var? -Yoldaş Mambetov (Muhammedov), siz daha onu tanıyamamışsınız, diyebağırdı Koçkorbayev, ihtirasının sınırı yoktur onun. Đşte size bir örnek: Dahageçenlerde, çobanlarımızdan biri olan Bazarbay Novgutov dağda bir kurt inibuldu ve dört kurt yavrusuna el koydu. Böylece kurt sürüsünü kökündenkurutmak için yapılması gerekeni yaptı. Sonra ne oldu dersiniz? Bu Urkunçievona yapmadığını bırakmadı, kelimenin tam anlamıyla işkence etti ona. Önce onuparayla kandırmak istedi, ama namuslu bir adama çattığı için bundan bir sonuçalamadı. Bunun üzerine tehdit etmeye başladı onu. Novgutovdan, bu kurtyavrularını aldığı yere bırakmasını istedi. Herhalde bu yırtıcıların rahat rahatüremeye devam etmesini istiyordu. Ben başka bir sebep göremiyorum. Buhareket başka nasıl yorumlanır yoldaş Urkunçiev? Kimbilir, belki de özelotlaklarınız gibi, özel kurtlarınız, da olsun istiyordunuz, özel bir kurtsürüsü!Đstiyorsunuz ki sovhoz size, her şeyi bir yana bırakıp kurtlar da versin! Herşeysizin olsun, önce toprak, sonra sürü ve nihayet kurtlar! Kurtlar hiç rahatsızedilmeden çoğalsınlar, sürülerimizi boğazlasınlar, halkın mallarına zararvermeye devam etsinler mi istiyorsunuz? -Felaket, şuradaki kurtlar halkın mallarına zarar verdiklerini anlamıyorlar,dedi.Boston kendini toparlayarak. Toplantıdakiler bu söze yüksek sesle güldüler. Bu duraklamadan yararlarak okonuşmasına devam etti: -Kurtlardan söz etmenin hiç sırası değildi, ama madem ki bu konu ortayaatıldı, ben de kalbimden geçenleri söyleyeceğim. Đnsan her şeyde akıllı hareketetmelidir. Boş yere düşünebilen yaratıklar olarak yaratılmış değiliz biz. Ne varki bazıları düşünme yetisinden, sağduyudan yoksun bulunuyor, buna karşılıkaynı kişiler bir sürü maval okur, palavra satarlar. Bu kurt yavruları hikayesidebuna çok güzel bir örnektir. Evet, sizin deyimini ile Bazarbay onlara el koydu,ama daha doğru bir deyimle onları yuvalarından çaldı. Bu sözde başarı için debirçok laf edildi. Ama sizin o kahramanınız, bu kurt yavrularını ne yapmasıgerektiğini düşünmeden önce, onların ana babalarını da tuzağa düşürmeliydi.Bunu hiç düşünmedi. Aksine, bir an önce onları satmaya çalıştı. Sattı veparasınıvotkaya verdi. Bazarbaydan bu yavruları istedimse, ya da satın almak istedimse,bu, ana ve baba kurtu kapana düşürmek içindi. Yavrularını yitirince kudurmuşgibi olurlardı çünkü. Bu şekilde tahrik edilen bir kurt, en az on kurt kadartehlikeli olur ve öcünü almadan asla yatışmaz. Bütün çobanlar biliyor:Bazarbayın yavrularını çaldığı ve Akbar ve Taşçaynar adlarıyla anılan bu ikikurt şimdi ortalığı kasıp kavuruyorlar. Artık insanlara bile hiç tereddütetmedensaldırıyorlar, Provokatör denilen bazı kötü insanlar vardır, bunu gazetedeokumuştum. Đşte bu Bazarbay da bu iki kurdu kışkırtmaktan başka bir şeyyapmış değil. Bunu ona söylemiştim, yüzüne karşı yine söylerim. O tıpkı alçakbir provokatör gibi hareket etti... Sana gelince, sekreter, senin bu tutumunu, bu hareketini hiç anlamıyorum.Bizim sovhozumuza geldiğin günden beri, bütün gün gazete okur, vaktini benimgibi çobanları korkutmaya çalışarak geçirirsin. Onları devrime karşı, Sovyetiktidarına karşı olmakla suçlarsın. Hayvan yetiştiriciliğinden hiç mi hiçanlamıyorsun. Anlasaydın, beni kurtların üremesine yardım etmeklesuçlamazdın. Bu kurtları bir yana bırakalım şimdi: Çünkü suçlamaların o kadargülünç ki üzerinde durmaya değmez. Ama, öteki suçlamanı cevapsızgeçiştiremem. Evet, Ernazar o geçidin üzerinde öldü. Ama biz oraya kendikeyfimiz için gitmedik! Böyle bir sefere çıkışımızın gerçek sebebini hiçdüşündün mü? Yeni otlaklara çok ihtiyacımız olmasaydı o kadar uzağa gitmeyiaklımıza getirir miydik? Durum gittikçe kötüleşiyor. Müdür de biliyor bunu. O Sayfa 170
  • 171. Dişi Kurdun Rüyalarıgöreve başladığı zaman ne güzel otlaklarımız olduğunu söylesin sana. Yabugün? Otlakların yerini toz-toprak aldı. Verimsiz birkaç parseldeki seyrekotlar; seyrek saplar için hayvanlarımız birbirleriyle dövüşüyor. Çünkü buotlağa,besleyebileceği koyun sayısının on kat fazlasını salıyoruz. Her yer çiğnendi,kaskatı oldu. Đşte, Ernazar ve ben Kiçibele bunun için gitmek istedik.Niyetimizçok iyiydi, ne var ki beklenmedik bir felaketle karşılaştık. Bunun sonunda bende o otlaklardan vazgeçmeye mecbur oldum. Susmaya da mecbur oldum. Çünkübu olay beni çok üzdü. Ama olaylar başka türlü gelişseydi, bir sergiyi görmekiçin Moskovaya gidecektim. Ve orada, yöneticilerimizi görüp senden söz,edecektim. Koçkorbayev. Sadece partiyi düşündüğünü iddia eden, amapalavracılıktan başka bir şey yapmayan senden. Evet, oraya gidecek, partininsenin gibilere gerçekten ihtiyacı olup olmadığını soracaktım. Sen, hem hiçbirşey yapmıyorsun, hem de başkalarının yapmasını engelliyorsun! -Artık çok ileri gittiniz! diye bağırdı sekreter. iftira bu! Cevabını partihuzurunda vereceksiniz! -Ben de tam bunu istiyorum işte. Parti hakem olsun. Benim düşüncelerimibeğenmiyorsa, beni çıkarırsınız. Çünkü o takdirde sizin aranızda yerim yokdemektir, beni tutmaya hiç gerek kalmaz. Ama, Koçkorbayev, sen de kendidurumunu, ne olacağını düşünmelisin! -Bunu düşünmeye hiç ihtiyacım yok yoldaş Urkunçiev, benim vicdanımtertemizdir. Ben her zaman parti ile tam bir uyum içinde bulunuyorum.Boston, dik bir yokuşu koşarak çıkmış gibi güçlükle nefes alıyordu. Sessiz durangenç adama döndü: -Eğitimci yoldaş, dedi, Komiteye hemen yazmanızı istiyorum. Özel duruşmatalep ediyorum. Bu duruma daha fazla dayanamam. Boston, ertesi gün, Koçkorbayevle kendi arasında geçenleri herkesinöğrendiğini anlamıştı. O gün göle kadar inmiş bulunuyordu. Ağaçlarçiçeklenmekteydi, ilkbahar geçmek üzereydi ve o daha ne kendisinin ne deGülümhanın elma ağaçlarıyla meşgul olacak zamanı bulamamıştı. Evlendiklerigünden beri iki küçük evleri ve iki evlek toprakları vardı. Bunlara bakmakzorundaydılar. Oysa, işi çobanlık olduğu için vaktini daha çok dağlardageçiriyor, bahçe ile çok az ilgileniyordu. Đşleri ertelemeye devam ederse,mevsim gelip geçecekti. Ağaçları zamanında ilaçlayamazsa, haşarat bir andaçoğalır, ürünü mahvederdi. Gülümhan da, bir gününü bile ayıramıyorsun diyekızmaya başlamıştı zaten. Ağaçlarla meşgul olamayacaksa, bunu komşulardanbirine yaptırabileceğini söylüyordu. -Ev idaresinden hiç anladığın yok! Sürülerle olmadığın zaman o toplantıdanbu toplantıya dolaşıp duruyorsun. Oraya kadar gidemiyorsan bari bir gün evdekal da, Kenceye bak. Onu hiç gözden ayıramayız, ben gidip bahçe işleriniyaparım, demişti. Gülümhan haklıydı ve ona itiraz edememişti. O sabah erkenden Donkulüka binmiş, göl yolunu tutmuştu. Tam formundaolan Donkulük sabırsızlanıyor, gözlerinde şimşekler çakıyor ve dörtnala koşmakiçin can atıyordu. Baharda otlar da güçlenir, atlar da diyordu bir atasözü. AmaBoston yarışırcasına at sürecek durumda değildi. Hayvanı koşturmuyordu. Sakinsakin düşünmek istediği birçok meselesi vardı çünkü. Onu Ernazarınölümünden sorumlu tutan sekreterle dalaşmasından sonra gece gözüne uykugirmemişti ve bundan karısına da söz etmemişti. Biliyordu ki ilk kocasının adınısöyler söylemez bir tartışma başlayacak ve bu ikisi için de iyi olmayacaktı.Çünkü Ernazarın vücudu hala Ala-Mengü dağında, hala kefensiz, mezarsız,ebediyen donmuş durumda, buzların arasında, karanlık geceler kadar korkunçbir uçurumun dibindeydi. Tam rahat bir nefes alacakları zamanda da, ağılınyakınındaki tepede kurtlar dolaşmaya, yitik yavruları için ulumayabaşlamışlardı. Eskiden onların ulumasını duyunca acırlardı, ama son gece artıkcanlarına tak etmişti ve bu yüzden de o iki hayvanı öldürmeye, hayatlarını zehir Sayfa 171
  • 172. Dişi Kurdun Rüyalarıetmeye başlayan bu dertten kurtulmaya karar vermişti. Üstelik toplantıyakatıldığı son gece, Akbar ve Taşçaynar, kendi sürüsünden üç koyunuöldürmüşlerdi. Sürüyü koruyan yardımcılar onları korkutmak için sopalarınıkaldırarak bağırıp çağırmış, ama onlar hiç korkmadan koyunları boğmuş vesonra çekip gitmişlerdi. Bu olay Bostonu büsbütün çileden çıkarmıştı. Bu böyledevam edemezdi. Aksi halde, bütün yardımcıları, bu kurtlarla başedemedikleriiçin utanacak, çekip gideceklerdi. Koyunları boğduktan sonra giden kurtlar,hemen o akşam yine dönmüş, evin etrafında ulumaya başlamışlar, böylece,kendi ölüm fermanlarını da imzalamışlardı. Boston bunun planını yapmıştı bile.Eğer elma ağaçlarına bakmak işi olmasaydı bu planı o gün uygulayacaktı.Karısını da memnun etmek için önce elmalarla meşgul olmayı yeğ tuttu.Kurtlara daha sonra sıra gelecekti... O gün akşam olmadan bahçe işlerini halletti. Đlaçlama ve dayaklama işiniköyden bir delikanlı yapacak, o da ona, kendisine ait kuzulardan biriniverecekti.Bu işi böylece hallettikten sonra Kenceye bir oyuncak almak için Madaniyat(Medeniyet) mağazasına gitti. Bir ay kadar sonra iki yaşma basacak olan busevimli afacan onun en büyük kıvancı, neşe kaynağı idi. Öğrendiği ve söylediğiher yeni kelime bu yaşlı babayı keyiften mestediyordu. Çocuğuna ve çocuğununannesine bağlılığı, varlığının en büyük anlamı ve amacı gibi geliyordu ona.Karısını ve çocuğunu sevmek, bu dünyada sahip olunacak en büyük servet, enbüyük amaç değil miydi? Başka hiçbir şey beklemiyordu hayattan. Duygularınıhiç dile getirmese de Gülümhanın da aynı şeyleri hissettiği belli oluyordu.Patlak gözlü ve zıplayan bir kurbağa aldıktan sonra -herhalde çok hoşunagidecekti bu- tam atına binip gideceği zaman, birden çok acıktığını hissetti.Sabahtan beri hiçbir şey yememişti. Oyuncak mağazasının yanındaki yolüstülokantasına girip, başına gelecekleri bilmeden, bir şeyler yemeye karar verdi.Loş ve ağır yemek kokularına boğulmuş lokantaya girip kapıya yakın birmasada oturmuştu ki, arkadaki masada konuşan Bazarbayın sesini tanıdı. Dönüpbakmasına gerek kalmadan, onun çanak yalayıcıları ile kafa çekmekte olduğunuanladı. Günün tam ortasında içki sofrası kurduruyor, ne yüzsüz! dedi kendikendine. Kötü bir olaya meydan vermemek için kalkıp gitmek istedi ama, sonrabundan vazgeçti. Bu cansıkıcı herifin orada olması aç kalmasına sebep oluyormuydu? Kendisine bir borç çorbası ve köfte ısmarladı. Đşte o zaman, azgerisindeki masada birden sessizlik oldu. Düşmanca bir sessizlikti bu. Sonrayine yüksek sesle konuşmaya başladılar ve Bazarbayın kuyruklarından biri olanKör Samet kalkıp Bostonun masasına geldi. -Bu Samet, ayyaşın, küfürbazın biriydi. Bir kavgada gözünü çıkarmışlardı ve ozamandan beri Kör Samet diyorlardı ona. -Selam Boston, selam! dedi elini uzatarak ve manalı manalı sırıtarak. Bostonda uzatılan eli sıkmak zorunda kaldı. Sonra Kör Samet devam etti: -Burada yapayalnız ne yapıyorsun. Bak, yanıbaşında Bazarbay da var. Uzunzamandır görüşmedik, arkadaşlarla bir araya gelmek istedik. Gel sen de bizekatıl, Bazarbay davet ediyor. -Söyle ona, hiç vaktim yok, yemeğimi yer yemez kalkıp gideceğim, dediBoston olabildiği kadar sakin bir sesle. -Pöh, ne acelen var, dağlar bir yere kaçmaz nasıl olsa? -Yoo, teşekkür ederim, ama gerçekten işim var. -Pekala, senin bileceğin iş, ama inan bana, daveti reddetmekle hiç iyietmiyorsun... Hemen sonra Bazarbayın kendisi geldi, arkasından da kuyrukları. Şimdidensarhoş olduğu belliydi: -Nazik davetimi niçin reddediyorsun? Kendini başkalarından üstün mügörüyorsun? Boston, başka yerde ve başka zamanda olsa bir yudum bile içmeyeceği o kötüçorbayı kaşığını doldura doldura yutarak sükunetle cevap verdi: Sayfa 172
  • 173. Dişi Kurdun Rüyaları -Söyledim ya, hiç vaktim yok. -Seninle konuşmam gerek, dedi Bazarbay. Böyle derken sandalyeyi çekiponun karşısına oturmuştu. Arkadaşları da ayakta duruyor, olacakları meraklabekliyorlardı. -Birbirimize anlatacak şeylerimiz olduğunu pek sanmıyorum. -Var, var, mesela şu kurt yavrularından söz ederiz. -Bana göre o konu çoktan kapandı. Yeniden üzerinde durmaya ne gerek var? -Sanırım pek ilginç olacak! -Benim için değil. Bırak da rahat rahat yemeğimi yiyeyim, sonra da kalkıpgideceğim. -Bu kadar acele nereye gideceksin, köpek! Aynı anda yerinden sıçramış, Bostonun üzerine eğilmiş, kızgınlıktan yüzükıpkırmızı olmuştu. Konuşmaya devam etti: Acelen ne pis herif! Demekkurtlardan söz etmek istemiyorsun! Müdüre gidip benim provokatör olduğumusöyleyen sen değil misin? Kurtların benim yüzümden insanlara saldırdığınısöylemedin mi! Provokatörün anlamını bilmediğimi mi sanıyorsun? Sana göreben bir faşistim, namuslu olan da yalnız sensin! Boston da ayağa kalkmıştı. Şimdi yüzyüze, göz göze idiler. -Bırak bu aptallıkları, sana hiç faşist demedim ben, oysa pekala diyebilirdim.Ama sen gerçekten bir provokatörsün, beyinsiz, rezil herifin birisin. Bunuevvelce de söyledim, şimdi de söylüyorum. Canımı daha fazla sıkmadan usluuslu gidip masana otursan iyi edersin. -Ne yapacağımı söyleyemezsin bana! Benim amirim değilsin ve senin yüzünetükürürüm! Bana provokatör diyorsun, ya sen nesin? Ernazarı nasıl öldürdüğünükimse bilmiyor mu sanıyorsun? O daha hayatta iken sen karısıyla düşüpkalkıyordun, pis, bayağı herif! Karının artık gebereceğini anladın ve o süprüntüGülümhanla evlenebilmek için kocasını öldürmeye karar verdin, sonra dauçuruma ittin onu! Doğru olmadığını söyle bakalım! Ernazar düştü de sen niyedüşmedin o çukura? Beraber yürümüyor muydunuz? O ölünce senin nasılhayatta kaldığını kimse sormayacak mı sandın? Şimdi, sen ve o orospu çok iyibir çift oldunuz! Ernazar Ala-Mengünün buzları arasında mezarsız yatıyor, senise onun karısıyla yatıyorsun. Bu kancıkla rahat rahat yaşıyorsun! Üstelik partiüyesisin! Bir Stahanovist (Bir maden işçisiydi. Ondört defa çalışma normunualarak üretim rekoru kırmıştı.) gibi gösteriyorsun kendini. Đş kahramanı ha!Çizmelerime anlat sen onu! Mahkeme sandalyesine oturman gerek senin!Besbelli Bazarbay onu bir rezalete karıştırmak istiyordu. Boston onun pisçenesini kapatmak için az daha üzerine atlayacaktı. Ama dişlerini sıkıp kendinituttu. Hiddetten köpürerek: -Seninle dalaşmak istemiyorum, suçlamaların umurumda değil, senin seviyeneinmek de istemiyorum. Hakkımda ne düşünürsen düşün, ne istersen söyle. Şimdibırak yakamı. Garson, al yemek parasını! Garsonun eline beş ruble sıkıştırıp hemen gitmek istedi. Ama Bazarbayyakasına yapışmış, bırakmıyordu: -Biraz sonra gidersin o orospunun yanına. Belki şu anda başkasıylasevişiyordur, onları rahatsız edersin! Boston, yanındaki masada boş duran bir içki şişesini kaptı, havaya kaldırdı.Kor gibi gözlerini Bazarbayın gözlerine dikerek boğuk bir sesle bağırdı.Bazarbayın yüzü de birden sararıvermişti. -Bırak beni! Çek elini, bir daha tekrar ettirme! Anlıyor musun! Sayfa 173
  • 174. Dişi Kurdun Rüyaları Boston o şişeyi elinden ancak atına binip hareket ettikten sonra attı. Şişeyibirçukura fırlattıktan sonra da doludizgin sürdü atını. Uzun zamandan beri bu kadarhızlı at sürmemişti. Ama bu çılgın koşu aklını başına getirmişti. Katil olmasınaramak kaldığını düşünerek irkildi. Saniyeden az bir zaman daha geçseydipatlatacaktı kafasına şişeyi. Tanrı korudu, şükürler olsun! Bir traktörün römorkuna doluşan insanlar onun ok gibi hızlı geçişine şaşıpkalmış ve gözlerine inanamamışlardı. Boston Urkunçiev, o ağır başlı adam, oyaşta, bir çocuk gibi koşturuyordu. Onu gözleriyle uzun zaman takip ettiler.Boston ancak bir derenin kenarında durup serin bir su içtikten sonra kendinegelebildi. Üstünün başının tozunu sildikten sonra tekrar atına bindi ve bu defayavaş yavaş ilerledi. O şişeyi adamın kafasına indirmediği, katil olmadığı içinmemnundu. Ama, sahneyi bir defa daha gözünde canlandırdığı zaman birden somurttu:Çünkü Kence için aldığı oyuncak kurbağayı lokanta penceresinin kenarındaunutmuştu. Ucuz bir oyuncaktı bu ve elbette bir daha şehre indiği zamanbaşkasını alırdı. Ama yine de canı sıkıldı, unutmuş olması iyiye alamet değildi.Bir çocuğa vermek için alınan şeyin bir yerlerde unutulmasını uğursuzluksayarlardı... Kendini böyle batıl bir inanışa kaptırdığı için de irkildi ama, ard arda gelenvebiriken bu dertlerden ne pahasına olursa olsun kurtulmalıydı artık. En önemlisi,bütün sıkıntıların kaynağı gibi görünen bu kurtlardan kurtulmalıydı. Onlarıhatırlar hatırlamaz, hiddetten nefes alması bile zorlaşıyordu. O lokantada az daha bir adam öldürecek hale geldiyse, bunun da sebebi yine okurtlardı... Boston, planı üzerinde iyice düşünüp ayrıntıları da belirledikten sonra,ertesigün uygulamaya karar verdi. Bundan karısına söz etmedi ve bu ondan sakladığıilk ciddi işti. Bazarbayın iğrenç sözlerinden sonra, kurtları hatırlarhatırlamaz,Ernazar da geliyordu gözlerinin önüne. Böyle bir hatırlama ona çok büyük birüzüntü verdiği için konuyu pek düşünmek de istemiyordu. Evine döndüktensonra sanki dili tutulmuş, tuhaf bir suskun oluvermişti. Akşamı küçük Kence ileoynayarak geçirdi. Gülümhanın sorularını da tek hecelerle, tek kelimelerlegeçiştirdi. Bu davranışının karısını şaşırtacağını, endişelendireceğinibiliyorduama, bir şey yokmuş gibi kendisini daha rahat göstermesini de beceremiyordu.Ona, o Bazarbay canavarı ile arasında geçen olayı anlatamazdı. O iğrençiftiraların er geç Gülümhanın kulağına geleceğini de biliyordu üstelik.Evliliklerinin sebep olduğu birçok söylentiyi, bazan düşmanca olan tepkileri dehatırlıyordu. Evlilik hayatları çok zor şartlar altında başlamıştı. Bir sürüdedikodu atmışlardı ortaya. Ama, bir kerecik olsun, Ernazarın dulu ileevlenmekten pişmanlık duymamıştı. Hatta bugün, onsuz hayatı düşünemiyordubile. Onun varlığı, hayatının özü, vazgeçilmez şartı olmuştu artık. Evet, evet,onsuz, ya da başka biriyle yaşayamazdı artık. Bazen tartışıyorlardı, Gülümhanınhaksızlık ettiği oluyordu ama, onun kendine çok bağlı olduğunu biliyordu veönemli olan da bu idi. Zaten bu duyguları da karşılıklıydı ve hiç sözünüetmiyorlardı. Kenceye gelince, bu neşeli, gözleri, ışıl ışıl, evin içindeküçük,tombul bacaklarıyla koşup duran ve henüz çok az konuşabilen çocuğun, kendisiiçin ne ifade ettiğini soracak olsalar, Boston nasıl cevap vereceğini bilemezdi.Kencenin, kendisinin bir başka görünümü olduğunu anlatmak için kelimebulamazdı. Karısının ve oğlunun yanına yattıktan sonra sakinleşti, yumuşadı. O kadar ki, Sayfa 174
  • 175. Dişi Kurdun Rüyalarılokantada olanları bile unutacak bir noktaya geldi. Hatta kurtlara tuzakkurmaktan bile vazgeçebilirdi. Tabii yine gelmezlerse. Huzura susamıştı artık...Fakat, özellikle ve inadına hareket ediyorlarmış gibi, Akbar ve Taşçaynar o geceyine geldiler. Kence ağlayarak uyandı ve Gülümhan uykulu sesiyle kargışlarokumaya başladı. Bostonu yine sinir bastı. O kadar kızmıştı ki, bu iki lanethayvanı ortadan kaldırmak için dünyanın öbür ucuna kadar takip edebilirdi. Oarada o iğrenç Bazarbayın o iğrenç küfürlerini üzerine kustuğunu dahatırlayarak, onun kafasını kırmadığına pişman oldu birden bire! O şişeyikuvvetle kafasına indirmesi yeterdi ondan kurtulmak için. Asla bir pişmanlıkduymazdı bundan. Aksine, insan yüzlü bu yılanı ezmek büyük bir zevk olurdu...Ve kurtlar hiç durmadan uluyordu... Boston, o gece de, hiç olmazsa onları biraz uzaklaştırmak için evden çıkmakzorunda kaldı. Bir-iki el ateş yerine ard arda tam beş el ateş etti. Sonra,uykusuiyice kaçtığı için, gidip antreye oturdu, iyice kendini vererek silahınıtemizlemeye, parlatmaya koyuldu. Sabah olur olmaz kurtların işini bitirmek içinharekete geçmeye kesin kararlıydı. Silah seslerinden ürken iki hayvan, uzaklaşıp geçide doğru koştular. Geceyioralarda bir yere saklanarak geçireceklerdi. Akbar her zaman olduğu gibi öndenkoşuyordu. Karanlıkta, henüz dökmediği ama yumaklanmaya başlayan kışlıkkürküyle, ışıl ışıl parlayan fosforlu gözleriyle ve sarkan diliyle öyle korkunçbirgörünümü vardı ki kudurmuş sanırdınız. Aslında en çok acı çeken o idi. Acısı,zamanla azalacağı yerde daha da artıyordu. Đçgüdüsü, yitik yavrularının ancakBostonun evinde bulunabileceğini söylüyordu ona. Çünkü o facia akşamında,Taşçaynarla birlikte, onların izlerini tam buraya kadar takip etmiş ve buradakaybetmişlerdi. Şu son günlerde bu iki yırtıcının öldürdüğü koyunlar; sovhozaverdiği zarar çok artmıştı. Yalnız karınlarını doyurmak için değildi bu;hiddetlerini taze et ve kan gölünde boğmak, içlerindeki o korkunç boşluğu böyledoldurmak istiyorlardı sanki. Bu ağılın evleri çekiyordu onları. Her akşamburaya gelmekten ve çevrede dolaşmaktan kendilerini alamıyorlardı. Bostonplanını işte buna göre hazırlamıştı. Ertesi sabah yardımcılarına, hayvanları ağıldan çıkarmamalarını, herzamankinden daha fazla yem vermelerini, su oluklarını da yemlik olarakkullanmalarını emretti. Sonra, kuzuları ile birlikte yirmi kadar koyunu sürüdenayırdı. Daha çok melesinler, daha çok ses çıkarsınlar diye, ikiz yavrulukoyunları seçmişti. Uzun bir değnekle bunları önüne katıp, meranın karşısınadüşen bir yere doğru sürdü. Temizlemiş, parlatılmış ve doldurulmuş tüfeğini deomuzuna atmıştı. Evlerden olabildiğince açılmak için küçük sürüyü epeyceuzaklaştırdı. Đlkbaharın o gününde hava çok sıcak olacağa benziyordu. Dağlar güneşışınlarını alçak tepelerde ve çukur yerlerde yeşil otlara dönüştürmek içinoburcasına yutuyordu. Yer yer, lekesiz beyaz bulutlar da görünüyordugökyüzünde. Toygarlar ötüşüyor, keklikler kayalıklar arasında toy-düğünyapıyorlardı. O gün ışıl ışıl gülüyordu doğanın yüzü. Yalnız, ufukta gökyüzüylebirleşen ve fırtına yüklü karlı doruklar, uzaklarda ise rüzgarın kümelendirdiğibirkaç kara bulut, bu güzelliğin geçici olduğunu hatırlatıyordu insana. Ama o saatlerde güzel havanın devam edeceği anlaşılıyordu. KoyunlarBostonun önünde usul usul yürüyor, zıplaya zıplaya koşan kuzular yürürken deanalarının memelerini yakalamaya çalışıyor, koyun-kuzu melemesi tauzaklardan duyuluyordu. Boston, kurtlara ve Bazarbaya duyduğu kızgınlıkyüzünden bu güzelliğin tadını çıkaracak durumda değildi. Kurtlar ve Bazarbay!Đki ucu pisliğe batmış değnek gibiydi. Hangisini ele alacaktı? En iyisi şimdilikBazarbaya dokunmamaktı, ama kurtları bir an önce ortadan kaldırmalıydı.Planı çok basitti: Küçük sürünün varlığı ve melemesi o iki yırtıcıyı mutlakadavet edecekti ve biraz şansı yardım ederse, ikisini de vuracaktı o zaman. Ama,ne diyorlardı: Đsteyen insan, veren Allahtır... Nerdeyse öğle oluyordu ama kurtlar hala gelmemişlerdi. Boston, koyunlarıkuytu bir çukura bıraktı, yün kazağını çıkarıp, kayaların ve seyrek çalılarıngerisine serdi. Pusu yeri orasıydı. Đyi bir nişancıydı Boston. Avlanmayı daha Sayfa 175
  • 176. Dişi Kurdun Rüyalarıçocukluğunda öğrenmişti ve o güne kadar bir hayli de kurt avlamıştı. Onun için,başaracağından emindi. Koyunlar ve kuzular tam onun istediği gibi çok gürültüediyorlardı. Ama vakit geçiyor, Akbar ve Taşçaynar hala görünmüyorduortalıkta. Geleceklerdi, gelmeliydiler! Çünkü o azgın halleriyle güpegündüzsaldırıyorlardı sürülere. Güneş yavaş yavaş kızdırmaya başlamıştı. Başka zaman olsa, o durumdaBoston yatıp uyurdu. Ama bugün çok uyanık olmalıydı. Zaten, Ernazarınölümünden dolayı kendisine yöneltilen suçlamalar kafasından çıkmıyor, onuallak bullak ediyordu. Đki düşmanı, Koçkorbayev ve Bazarbay, ona karşı birliktesaldırmak için sözleşmişlerdi, onu çileden çıkarmak istiyorlardı sanki. Birbirinden bu kadar farklı iki insan nasıl oluyordu da böylesine vahşi birkinlekendisine karşı birleşebiliyorlardı? Öte yandan, kurtlar yüzünden evinde bilerahat edemiyordu. Ve bütün bunlar, karısı lokantadaki olayı duyduğu zamanolacakların yanında hiçti! Bazarbay o iğrenç küfürleri savunurken birçok tanık vardı yanında ve bunlarhiç de iyi niyetli kişiler değillerdi... Kurtlar hala gelmiyor, çevreyi gözetleyip duran Boston da sabırsızlanıyordu.Kurtların gelişini uzaktan görmeli ve saldırıya geçtikleri zaman ateş etmeyehazır olmalıydı ve bu da kolay bir iş değildi: Evcil koyunlar uzaktan kokualamaz, iyi de göremezlerdi. Bu yüzden de kurtların yaklaştığını haberveremezlerdi ona. Koyunlar çok sakar, çok aptal hayvanlardır, kurtlar için idealbir avdırlar, onları yalnız insanlar koruyabilir... Hiçbir şeyden kuşkulanmayan koyunlar otlamaya devam ediyor, ancak rahatrahat emmeye bıraktıkları kuzularına cevap verme gereğini duydukları zamanbaşlarını kaldırıp meliyorlardı. Tehlikenin yaklaştığını yalnız Bostonfarketti... Az ileride iki dağ saksağanı birden korku ile gaglayarak havalandılar ve kendiyönüne doğru uçtular. Boston, kulağı kirişte, gözünü dört açarak tüfeğinikavradı. Arkasına saklandığı çalıların arasına iyice sindi. Đyi nişan almalıydı.Onları açık hedef haline düşürmek için birkaç koyunu feda edebilirdi. Amakurtlar da bir şeyden şüphe etmiş olmalıydılar. Belki saksağanlar onları dauyarmıştı. Çünkü bulundukları yerden havalanıp Bostonun daha yakınına konankuşlar, onları korkutacak bir hareket yapmadığı halde, daha telaşlı ve korkulugaglamaya başlamışlardı. Kurtlar ise, birbirlerinden açılarak harekete geçtiler.Akbar, Bostonun bulunduğu yerin tam karşısındaki kayaların arasında, sürünesürüne ilerliyordu. Taşçaynar ise öbür taraftan, arkadan sokulmak için birmanevra yapmıştı. Ama o anda Boston onları hala görememiş ve böyle bir manevradanşüphelenmemişti. Kurtların her an görünebileceklerini beklerken, çevreye endişe ile göz atıyor,nereden çıkacaklarını anlamaya çalışıyordu. Saksağanlar susmuştu, ortalık sakingörünüyordu. Koyunlar rahat rahat otluyor, kuzular zıp zıp zıplıyor, yalnız kuşcıvıltıları ve yakındaki derenin şırıltısı duyuluyordu. Boston, gözü ileride,elitetikte beklemekten bıkar gibi olduğu bir sırada, kayaların arasında boz birsiluetin süzüldüğünü gördü. Koyunlar da ancak o zaman tehlikeyi anladılar. Birden oldukları yerden bir iki adım geriye giderek durdular, sonra, kararsız,neyapacaklarını bilemeden, korku ile beklemeye başladılar... Boston, kurtların, çobanı saklandığı yerden çıkarmak için koyunları isteyerekürküttüklerini anlamıştı. Kımıldamadan bekledi. Böyle durumlarda çoban, avazavaz bağırarak koyunların yanına koşardı. Ama Boston planını iyi yapmıştı ve Sayfa 176
  • 177. Dişi Kurdun Rüyalarıorda bulunduğunu belli edecek bir harekette bulunmadı. O zaman boz siluetfırladı, birkaç sıçrayışta koyunların yanına geldi. Akar idi bu. Boston silahınıdoğrulttu, ama tam tetiğe basacağı sırada hafif bir gürültü duyarak arkasınabaktıve o iri hayvanın üzerine atıldığını görerek, namluyu çevirip ona ateş etti.Bütünbunlar saniyeden bile kısa bir zamanda olmuştu. Kurşun Taşçaynara, üzerineatılmak için ayakları yerden kesildiği anda isabet etmişti. Vurulur vurulmazdüşmedi. O hızla, dişlerini göstererek, gözleri kin ve hiddetten ateş püskürerekve son bir kuvvetle ayaklarını açarak, adeta süzüldü ve sonra Bostonun sadeceyarım metre yakınında yığılıp kaldı. Boston bu defa silahını hemen Akbaraçevirdi, ama geç kalmıştı. Öldürdüğü koyunu orada bırakarak kayaların arasındakaybolmuştu bile. Kalkıp peşinden koştu, onu derenin öbür yakasına atlarkengördü. Ateş etti ama vuramadı... Durup biraz nefes aldı. Beti benzi sapsarıydı. Đşin ancak yarısınıbitirebilmiştive kaçırdığı dişi kurdu bir daha ele geçirmesi artık çok zordu. Elbette, tamvaktinde ardına bakmasaydı, ya da erkek kurdu vuramasaydı, durumu besbeterolurdu. Anladı ki kurtlar tuzağı sezmiş, Taşçaynar onun Akbara nişan aldığınıgörünce hiç tereddüt etmeden üzerine atılmıştı... Dağılan koyunları topladıktan sonra dönüp öldürdüğü kurda bir göz attı.Taşçaynar yüzükoyun yatıyordu. Dudakları kocaman iri dişlerinin üzerinesarkmış, gözleri şimdiden donuklaşmıştı. Bir at başı kadar iri olan başınadokundu; Bu kadar ağır bir başı nasıl taşıyordu bu hayvan? Diye sordu kendikendine. Sonra, o koca ayaklarını tutup tarttı eliyle. Ne kadar güçlüydü bubacaklar! Nice mesafeler aşmıştı bu ayaklar! Nice avları parçalamıştı bupençeler! Boston biraz düşündükten sonra bu hayvanın derisini soymamaya karar verdi.Eksik olsundu bu post! Postu için, ganimet için vurmamıştı ki onu. Zaten dişikurt hala hayatta olduğuna göre sevinmeye, onu duvara asmaya hiç hakkı yoktu.Biraz daha oyalandıktan sonra, gidip Akbarın öldürdüğü koyunu omuzladı vesürüyü ağıla getirdi. Bir süre sonra elinde bir kazmayla döndü. Günün bundan sonrasını, o taşlızeminde zar zor bir çukur kazmakla geçerdi. Çukuru kazarken, Akbar çıkıpgelebilir diye, ara sıra çevreye göz atıyordu. Elini uzatır uzatmaz alabileceğibiryere bırakmıştı tüfeğini. Gelirse, bu defa onu elinden kaçırmayacaktı. Ama Akbar ancak geceyarısı geldi. Yeni örtülmüş çukurun üzerine uzanıp yattıve şafak vaktine kadar hareketsiz, öylece kaldı... -6- Đlkbahar sona ermiş, yaz gelmişti. Yazın ilk günleri yaylaya çıkma zamanıdır.Kışı dağ eteklerinde geçiren çobanlar yaz gelince, daha yükseklerdeki otlaklaragider, vadilere geçitlere dalar, dağın boyunlarına kadar çıkarlardı. Tarımalanlarında bulunan çobanlar ise, o güne kadar kapalı tuttukları hayvanlarını,bahar artığı otlara doğru sürerlerdi. Koyunların gücü ile birlikte herkesi birtelaşalırdı. O günlerde yapılan kırkma işinin bir an önce bitirilmesine çalışılır,çobanlar hangi işi yapacaklarını bilemezlerdi. Herkes bir an önce yola düşmek,en iyi otlakları kapmak isterdi. Yoğun bir çalışma, hummalı bir hareketgörülürdü her yerde... Akbara gelince, o artık hayata yabancı olmuştu. Hiçbir şeyden zevk almıyordu.Hatta insanlar onun varlığını bile unutmaya başlamışlardı. Çünkü Taşçaynarınölümünden sonra ortalıkta hiç görünmemişti. Artık geceleri Bostonun penceresidibine gelip ulumaktan da vazgeçmişti. Felaketler Akbarın yakasını hiç bırakmamıştı. Dünyaya yabancı, her şeyeilgisizdi artık. Bu yüzden zamanının çoğunu, bıkkın, bitkin bir halde kuytularda Sayfa 177
  • 178. Dişi Kurdun Rüyalarıdolaşarak, önüne çıkan küçük hayvanlarla beslenerek geçiriyordu. Yaylaya çıkışmevsimi bile onu canlandırmadı. Oysa bu kargaşada sürüden ayrılan kuzuları,hatta koyunları yakalaması çok kolay olurdu: Artık her şeyden el-etek çekmişti ve yalnız anılarla yaşıyordu. Bütüngünlerinibaşını ayakları arasına alarak, Mujunkum bozkırında, Aldaş bölgesinde ve Isık-Gölü çevreleyen buradaki dağlarda yaşadığı acı tatlı anıları düşünerekgeçiriyordu. Taşçaynarla birlikte geçirdikleri mevsimlerin hayali onulmazacılarvererek bir bir canlanıyordu gözlerinde. Bu acılar çok dayanılmaz olduğu zamanusulca kalkıyor, üzüntülü üzüntülü dolaşıyor, sonra yine yatıyordu. Yine ve hiçdurmadan anılar üşüşüyordu kafasına. Yitirdiği bütün yavrularını tekrar tekrarhatırlıyordu: Son defa çaldıkları dört yavrusunu, Mujunkum bozkırında sürekavı sırasında ölen yavrularını, sazlıkta yanarak ölen yavrularını... En çok daTaşçaynarı, sadık ve güçlü eşini getiriyordu gözlerinin önüne. Bazen, haşhaşlararasında rastladığı, çıplak, savunmasız, yavrularıyla oynayan o tuhaf adamı dahatırlıyordu: Boğazını dişlemek için üzerine atılışını, onun korkudan yere çöküpbaşını elleri arasına almasını... Sonra, bir kış arifesinde ve şafak vaktindeonu birsaksavul ağacına asılı gördüğünü, ebedi bir suskunluğa varmadan öncekendisine bir şeyler mırıldandığını... Geçmiş hayatı artık onun için hiç geri gelmeyecekti, bir rüya idi. Yine de,kalbinin ta içinde, içinin bir köşesinde, küçük bir umut kıvılcımı parlıyordu.Bazen son yavrularının hala hayatta olduklarına inanmak hoşuna gidiyordu.Bostonun ağılının yakınına sık sık gitmesi bundandı. Ama artık oraya gidinceeskiden olduğu gibi ulumuyor, belki bir yel yavrularının ürümesini ya da onlarınkokusunu duyurur umuduyla, havaya kulak vererek sessizce bekliyordu... Böylebir şey olsa, birden nasıl canlanır, nasıl atılırdı onlara! Đnsanlara veköpeklererağmen tutsaklıktan kurtarırdı yavrularını. Sonra hepsi birden kanatlanır, uçar,başka yerlere kaçarlardı: Kurtlara özgü, bir yaşama hakları olan bir yere...Boston şu son zamanlarda, yayla göçü ile ilgili işlerinin başından aşmasıyetmiyormuş gibi yöneticilerle de uğraşmak zorunda kalıyordu. Koçkorbayev,onun hakkında mahalli komiteye bir şikayet dilekçesi göndermişti. Komite dekonuyu incelemek için bir komisyonu görevlendirmiş bulunuyordu. Amakomisyon üyelerinde bir görüş birliği yoktu. Bazısı Boston Urkinçievin partidenatılmasını istiyordu. Çünkü o, parti sekreterine hakaret etmişti, bu da bütünpartiye yönelik, bütün partiyi küçük düşüren bir suç sayılırdı. Diğer bazısı da,Çoban Urkunçievin görüşlerini söylemekte haklı olduğunu, çünkü amacınınkendi işinin verimini, üretimi arttırmaktan başka bir şey olmadığınısöylüyorlardı. Komisyon, Bostonun sözde tekrar yuvalarına bırakılmasınıistediği kurt yavrularıyla ilgili olarak, Bazarbaya da bir yazı göndermişti...Kısacası, olay iyice kızışmıştı... Boston son iki toplantıya gitmedi. Hayvanları ve eşyaları yaylaya çıkarmakiçin hazırlandığını, çok işi olduğunu, kendi kendilerine toplanmalarını,hakkındaverecekleri her karara uyacağını bildirdi onlara. Onun bu davranışı daKoçkorbayevi fazlasıyla sevindirdi. Çünkü bu hareketiyle onu eli-kolu serbestbırakmış oluyordu. Ama Boston gerçekten başka türlü hareket edemezdi: Yaylaya çıkışta en ufakbir gecikme olmamalıydı. Birkaç yıldan beri çobanlar sürüyü bir gün önce yolaçıkarır olmuşlardı. Çadırlar ve diğer eşyalar kamyonlarla bir gün sonrayükleniyor, bunlar olabildiği kadar dağın yüksek bir yerine çıkıyor, oradanitibaren asıl kamp yerine kadar atlar taşıyordu eşyaları. Bu şekilde iki aşamadayapılan göç, hayvan yetiştiricilerinin işini çok kolaylaştırıyordu. Sayfa 178
  • 179. Dişi Kurdun Rüyaları Vakti gelince Boston da yardımcıları ile birlikte ve diğerleri gibi, sürüyüyolaçıkardı. Sonra yalnız olarak kışlığın yolunu tuttu. Ertesi gün eşya taşınacaktıçünkü... Ve ertesi gün oldu... Bir önceki akşam Akbar eski yuvasına bir defa daha gitmişti. Taşçaynarınölümünden sonra, bugüne kadar pek gitmek istememişti oraya. Yuvasının boşolduğunu, kendisini bir bekleyen bulunmadığını biliyordu çünkü. Yine de oakşam, o kör ümid, tekrar hissettirdi kendisini ve bu yüzden yuvaya gitmekiçin dayanılmaz bir istek duydu içinde. Kimbilir, belki yavruları oraya gelmiş,onu bekliyorlardı. Bu aldatıcı duygu ve ümide kapılarak koşmaya başladı. Kayaları atladı,dereleriaştı, yeni otlaklarda çobanların yaktığı ateşlerin yakınından geçti. Yolundahavlayan köpeklere, kulaklarında vınlayan kurşun seslerine hiç aldırmadı...Gökyüzünde, çok çok yükseklerde parlayan ayın altında, deli gibi koştu. Ama,yuvasına kadar geldikten sonra, kenarlarını örten gür bitki yüzünden tanınmazhale gelen o yere girmeye cesaret edemedi... Geri dönmeye de gücü kalmadığıiçin tekrar Börü-Anaya seslendi: Acı acı uludu, korkunç kaderine ağladı,yakardı... Kendisini de oraya, insanların bulunmadığı o yerlere almasını istediondan... Boston da o gece dönmüştü kışlık ağıla. Sabaha kadar yaylada kalabilirdi amao zaman da ancak akşam üzeri dönebilir ve bir bütün gün kaybetmiş olurdu kibunu hiç istemezdi. Hem sonra evde Gülümhan, küçük Kence ve gecebekçisinin karısından başka kimse kalmamıştı. Ötekilerin hepsi sürü ile birliktegitmişlerdi ve şimdi yeni otlakta idiler. Donkulük, her zamanki gibi çok iyi gidiyordu ve Boston, altında yere sağlambasan, hızlı giden böyle bir at olmasından memnundu. Donkulükün al yelesi vekulakları ay ışığında pırıl pırıl parlıyor, sağrısı karanlıkta ışıldayan bir sugibidalgalar oluşturuyordu. Hava güzeldi ve otlar güzel kokularla dolduruyordu buhavayı. Tüfeği de omuzundaydı. Çünkü insan dağlarda nelerle karşılaşacağınıhiç bilemezdi. Eve varır varmaz, beş kartuşu ile tüfeğini yerine asacak vehareketine kadar tüfek orada kalacaktı. Boston eve şafak vaktinde varacağını hesaplıyordu. O gün, o kısa ayrılıkkarısına ve çocuğuna ne kadar bağlı olduğunu bir kere daha hissettirmişti ona.Bir an önce onlara kavuşmak istiyordu. O yokken dişi kurdun gelipulumasından, onları korkutmasından, da endişe ediyordu. Ama, eşininölümünden beri Akbarın hiç ortalıkta görünmemiş olması da birazrahatlatıyordu onu. O gece için korkuları gerçekten boşuna idi. Akbar, ininin yanında, Börü-Ana ya yakarmakla meşguldü. Zaten o yokkenkışlık ağıla gelse bile, herhalde kimseye zarar vermezdi: Yalnız kaldığı gündenberi oraya ancak bazı sesleri dinlemek için geliyordu... Boston kalktığı zaman güneş epeyce yükselmişti. Tahmin ettiği gibi evesabahın beşinde gelebilmiş ve ancak dört saat uyuyabilmişti. Oğluuyandırmasaydı herhalde daha çok uyuyacaktı. Gülümhan, çocuğun babasınırahatsız etmemesi için elinden geleni yapmıştı ama, o kadar işi vardı ki, Kenceonun dikkatinden uzak kaldığı bir sırada yatağa koşmuş, bir şeyler söylemeyeçalışarak babasının yanaklarını okşamaya, mıncıklamaya başlamıştı. Bostongözlerini açmak zorunda kaldı ve sınırsız bir şefkatle, gülümseyerek kucakladıyavrusunu. Etinden bir parça olan Kenceyi görmek ne büyük bir mutluluktu! Nekadar uyanık, ne kadar sağlıklı ve daha iki yaşına henüz basmış olmasınarağmen ne kadar zeki idi! Anne ve babasını da çok seviyordu. Hem yüzhatlarıyla, hem karakteriyle daha çok babasına benziyordu. Yalnız gözleri, karaüzüm taneleri gibi parlak o iki gözbebeği, annesinden geliyordu. Boston bukadar güzel bir çocuğu hayal edemezdi ve bu onu gururlandırıyor,umutlandırıyordu. Sayfa 179
  • 180. Dişi Kurdun Rüyaları -Oo, canım balam, ne istiyorsun? Kalkmamı mı istiyorsun? Öyleyse çekkolumdan, yardım et bana. Oo... ne kadar da kuvvetli! Şimdi de beni öpbakalım, demişti. Bu arada Gülümhan çayı pişirmiş, içine Kazak usulü, kavrulmuş un, süt ve tuzda koymuştu. Koyunlar, hatta köpekler bile burda olmadığına göre, Urkunçievailesi bir kere olsun, huzur içinde, hiç acele etmeden kahvaltılarınıyapabilirlerdi. Çobanların hayatında böyle anların pek az bulunduğunudüşünmek insana zor gelir. Hayvanlar gece gündüz, aralıksız, yıl boyunca bakımister. Boston, yaklaşık bin baş hayvanla -kuzular olduğu zaman en az bin beşyüz hayvanla- uğraşıyordu. O günkü gibi bir sabah, Allahın bir lutfu sayılırdı.Alçak sininin başında, kilimin üzerinde kurulup oturan bu küçük aile, omüstesna dinlenme anlarının zevkini, tadını çıkara çıkara yaşıyordu. Eşyalarıgetirecek kamyon öğle üzeri gelecekti ve o zamana kadar hazırlık için epeyzamanları vardı. -Aa, bir türlü inanamıyorum, ne rahat, ne sessiz bir gün! diyordu Gülümhan.Sonra ilave ediyordu: Sen ne düşünürsün bilmem ama, ben hiç gitmekistemiyorum yaylaya. Burada kalamaz mıyız? Kence, babana burada kalmakistediğini söyle. Boston, oğlunun cıvıl cıvıl konuşmasına kulak vererek gülümsemişti: -Niçin olmasın, bu yaz burada kalabiliriz. -Haydi haydi! hemen yarın sabah koşarsın koyunlarına ve öyle hızlı koşarsınki Donkulüka binseler bile yakalayamazlar seni! -Đşte bu doğru, Donkulükla bile! diye memnun memnun bıyıklarınısıvazlıyordu Boston. Kence durmadan sofradan kalkıyor, koşuyor, oynuyor, bir annesinin, birbabasının yanına oturuyordu. O gün o kadar hareketliydi ki, onu yerindetutamadıkları için yemeğini yedirmekte güçlük çekiyorlardı. Kahvaltıdan sonra, çok sıcak olduğu için kapıları açtılar. Kence de bundanyararlanıp hemen avluya koştu ve orada, peşinden civcivlerini sürükleyerekdolaşan bir tavuğu zevkle seyre daldı. Tavuk ve civcivler gece bekçisiKıdırmatın idi. Yalnız onun karısı Aslıgül kalmıştı Urkuçievlerle. Sabahleyinonlara uğramış, her şeyi hazırladığını, hareket edinceye kadar biraz çamaşıryıkayacağını söylemişti. Tavuk ve civcivleri de kamyon geldiği zaman tutup birsepete koymayı düşünüyordu. Bundan sonraki saatler hazırlık yapmakla geçti. Güneş hayli yükselmişti veherkes meşguldü. Boston ve Gülümhan kapkacağı topluyor, Aslıgül çamaşıryıkıyor ve gerdeldeki sabunlu suyu da şarıl şarıl avluya döküyordu. Kendi halinebırakılan küçük Kence ise oralarda dolaşıyor, içeri giriyor, sonra hemençıkıyor,pek sevdiği civcivleri seyretmeye gidiyordu. Tavuk civcivlerini toplayıp avlunun uzak bir köşesine götürünce, çocuk dapeşlerinden gitti ve az sonra garajın arkasına çıkmış oldu. Civcivler otlarınarasına düşen dulavrat tanelerini, kuzukulaklarını gagalıyor, çocuk da onlarıtutup yumuşak tüylerini okşamaya çalışıyordu. Ana tavuk, usul usul, sessizceyürüyen, iri, boz bir köpeği görünce, korkuyla gıdaklamaya, yavrularını oradanuzaklaştırmaya çalıştı. Kence ise bu köpekten hiç mi hiç korkmadı. Kuyruğunusallayarak, tuhaf mavi gözleriyle dostça bakıyordu çocuğa. Bu köpek, Akbardanbaşkası değildi! Ana kurt, şafaktan beri dolaşıyordu oralarda: Ne ses, ne havlama vardı,ortalıkta kimseler görünmüyordu. Onun için, analık acısının dürtüsü ile ve hiçyok olmayan bir umut kalıntısıyla, oraya kadar sokulmuştu. Daha önce bomboşiki ağılı dolaşmış, yavrularının en ufak bir izine rastlamamıştı. Anlaşılmazbiriçgüdü ile, Kencenin de kendi yavruları gibi bir yavru olduğunu hemen Sayfa 180
  • 181. Dişi Kurdun Rüyalarıanlamıştı. Ne var ki bu bir insan yavrusuydu. Çocuk bu köpeğin yumuşaktüylerini okşamak için elini ona uzatınca, hayvanın kalbi şefkatle, heyecanlaçarpmaya başladı. Yanma gelip onun yanağını yaladı. Çocuğun hoşuna gitmiştibu. Kollarını uzatıp sevinçle boynuna doladı. Akbar mest olmuş, gönlünükaptırmıştı bile. Onunla oynamak için uzanıp ayakları dibine yattı. Ah bir dememelerine yapışıp sütünü emse ne kadar mutlu olacaktı. Ama çocuk onuemmedi, sırtına bindi, sonra indi. Onu eve çağırıyordu: Cür! Cür! (yürü! yürü!)diyordu ona. Akbar onunla gitmeye cesaret edemiyordu, çünkü evde insanlarolduğunu biliyordu. Olduğu yerde hareketsiz duruyor, mavi gözleriyle üzgünüzgün bakıyordu çocuğa. Çocuk tekrar onun yanına geldi, okşadı. Kurt da onunelini yüzünü yalıyordu ve çocuk bundan çok hoşlanıyordu. Ve ana kurt, dalgadalga, özlem dolu şefkatini sunuyor, hala körpe olan çocuğun kokusunu sindiresindire çekiyordu içine. Bu insan yavrusunu bomboş duran inime götürsem,orada hep benimle kalsa ne iyi olur diye de düşünüyordu. Böyle düşündü ve onuküçük ceketinin yakasından, canını acıtmamaya dikkat ederek usulca yakaladıve çevik bir hareketle sırtına attı. Kurtlar kuzuları da böyle götürürlerdi. Kence işte o zaman, yaralanmış tavşan yavrusu gibi bir çığlık attı. O sıradaoraya çamaşır asmaya çıkan Aslıgül gördü onu ve hemen elindeki gerdelifırlatarak Bostonların evine koştu: -Bir kurt! Çabuk, çocuğu kurt kaçırıyor! Çabuk! Çabuk! Boston deliye döndü,silahını kaparak fırladı, ardından da Gülümhan... -Đşte! Kence orda! Bakın, kurt götürüyor! diye bağırıyordu kadın. Dehşetekapılmış, başını elleri arasına almıştı. Boston Akbarı, sırtında cıyak cıyakbağıran oğlu ile kaçtığını görüyordu. -Dur Akbar! Dur! diye koştu peşinden. Akbar hızını arttırdı. -Bırak oğlumu Akbar! Yalvarırım bırak! Sana hiçbir şey yapmayacağım artık.Senden olanlara hiç dokunmayacağım! Dur! Ver oğlumu bana Akbar! Veroğlumu! Şaşkınlıktan, kurdun onun seslerinden bir şey anlayamayacağını unutmuştu.Onun sesini duyan kurt ise daha hızlı, daha hızlı koşuyordu şimdi. Bostonpeşlerinden koşarak yalvarmaya devam ediyordu: -Akbar, ver oğlumu! Akbar! Akbar! Gülümhan ve Aslıgül de, umutsuz çığlıklar atarak, kargışlar yağdırarak olancagüçleriyle koşuyorlardı. -Ateş et! Ne duruyorsun, ateş et! diyordu Gülümhan. Kurşunun çocuğa isabetedebileceğini düşünemiyordu. Akbar çocuğu bırakmamaya kesin kararlıydı.Kovalandığı için yırtıcılık içgüdüsü de uyanmıştı şimdi. Çocuğun yakasına dahasıkı yapıştı ve yukarılara doğru tırmanmaya başladı. Ne havaya atılan ilkkurşun,ne de kulakları dibinden vınlayarak geçen ikincisi, ona ağzını açtıramadı. Çocukağlıyor, ana-babasına bağırıyor, çağırıyordu. Ne yapacağını bilemeyen Bostonbir defa daha havaya ateş etti. Ama kurt da kayalara doğru kaçmaya devamediyordu. Bir kere kayaların arasına girse, izini kaybettirir ve artık onuyakalayamazlardı. Boston çaresizdi. Üzüntüden ölecekti. Ne yapacaktı şimdi?Kenceyi nasıl kurtaracaktı? Böylesine büyük bir felaket nasıl olabilirdi!?Hangi suçun cezasıydı bu! -Bırak Akbar! Yalvarırım alma oğlumuzu! diyor, son hızla sürülen bir at gibisoluyor, hırıltılar çıkarıyordu. Üçüncü defa havaya ateş etti. Kayalıklar pek yakındı ve şarjörde sadece ikimermi kalmıştı. Bir dakika sonra çok geç kalmış olurdu. Çaresiz, hayvana nişanalacaktı artık. O hızla koşarken diz çöktü, hayvanın ayaklarına nişan almayaçalıştı, ama nefesini tutamıyor, göğsü körük gibi kabarıp iniyor ve ellerititriyordu. Tüfeğin gezi de titriyor ve ana kurt, kabarmış bir denizin dalgaları Sayfa 181
  • 182. Dişi Kurdun Rüyalarıarasında koşuyor gibi görünüyordu. Sonunda çekti tetiği. Vuramamıştı. Çokaşağı nişan almış ve kurşun toprağı sıyırarak bir toz bulutu kaldırmıştı.Yenidennişan aldı. Şimdi tek kurşunu kalmıştı. Çekti tetiği. Patlamanın sesini hiçduymuyordu, ama dişi kurdun sendeleyip yere kapaklandığını görmüştü.Bir rüyada imiş gibi atıldı ileriye, çok çok yavaş koşuyormuş gibi geliyorduona.Uçsuz bucaksız bir boşlukta koşuyor gibi bir türlü ulaşamıyordu çocuğuna...Nihayet, dehşet içinde, vurduğu kurdun yanına gelip durdu, eğildi, sendeleyipiki büklüm oldu. Çığlığı boğazında tıkanıp kalmış, sesini çıkaramamıştı. Halanefes alan, can çekişen kurdun yanında, oğlu cansız yatıyordu. Kurşungöğsünden geçmişti. Artık hiç ses yoktu, bütün sesler yok olmuştu. Bütün evren susmuş, dipsiz birboşluğa, sessiz alevlere gömülüp gitmişti. Boston, son bir ümitle kan içindeyüzen çocuğunun üzerine eğildi, onu kucaklayıp yavaşça kaldırdı, göğsünesımsıkı basarak bir iki adım geriledi. Can çekişen ana kurdun mavi gözleriyleona bakışından, tuhaf bir şekilde irkilmişti. Döndü, oraya koşan iki kadınadoğruyürüdü... Gülümhanın siluetini ne kadar büyük görüyordu. Yüzü değişmiş bir devdi o.Ve iki dev kolunu upuzun uzatarak ona koşuyordu. Üçü birden evlerine doğru ilerlediler. Boston kucağında yavrusunun cesediyleönde, sendeleyerek, ayakları birbirine dolaşarak kör gibi yürüyor, karısıçığlıklaratarak peşinden geliyor, komşu kadın da, gözyaşları içinde, Gülümhanın kolunututup ona destek olmaya çalışıyordu. Boston uzun süre hiçbir ses duymadı. Sonra birden büyük bir çağlayanıngürlemesiyle dünya üzerine yıkıldı. O zaman olanları anladı, gözlerinigökyüzüne kaldırarak korkunç bir çığlık attı. -Neden, neden gazabını bana yönelttin? Neden! Neden! Çocuğun cesedini, osabah kamyona yüklemek için kapının önüne çıkardıkları yatağa koydular. VeGülümhan birden yere yıkılarak, tıpkı geceler boyu pencerelerinin dibindeuluyan Akbar gibi, acı haykırışlarla dövünmeye başladı. Aslıgül de onun yanına çökmüş kalmıştı. Boston onlara hiç bir şey söylemeden tüfeğini alıp evden çıktı, bir savaşahazırlanır gibiydi. Bir şarjörü namluya sürdü, bir ikincisini cebine koydu...Donkulüku eyerledi, bir sıçrayışta bindi ve gitti... Ağıldan biraz ayrılırayrılmaz,Tabana doğru doludizgin sürdü atını. Dünyanın öbür ucuna da kaçsa yakalayacağı kişinin, şimdi gittiği yerdeolduğunu biliyordu. O gün, Bazarbay Novgutovun evinde de büyük bir göç telaşı vardı. Çobanlareşyaları kamyona doldurmakla meşgul oldukları için Boston un geldiğini, azötede durup atından indiğini ve tüfeğini eline alıp yaklaştığını görmemişlerdi.Ancak kamyonun yanına geldiği zaman birden farkettiler onu. Bazarbay aracıniçindeydi, onu görünce atlayıp indi. Şaşkın şaşkın, onun kömür gibi kararanyüzüne baktı. -Ne istiyorsun? dedi ensesini kaşıyarak. Niye geldin buraya? Bana niye öylebakıyorsun? Yine o kurt yavruları yüzünden mi? Başka işin yok mu senin? Şeyben o yazıyı yazdım ama onlar istedi yazmamı... -Benim için ne yazdığın umurumda değil. Bütün bildiğim, senin yaşamayalayık olmadığındır. Onun için de seni kendi ellerimle geberteceğim! Bazarbayın kendisini savunacak bir durum almasına fırsat bırakmadan bastıtetiğe. Tüfeği doğrultmuş, ama nişan almadan ateş etmişti. Bazarbaysendeleyerek kamyonun arkasına geçmek istedi, ama bunu yapamadan ikincikurşunu yedi sırtından. Sonra kendi ekseni etrafında bir kere dönerek gidip Sayfa 182
  • 183. Dişi Kurdun Rüyalarıkafasını bir sandığa çarptı, yuvarlanıp düştü, çırpınarak toprağı tırnaklamayabaşladı. Şaşkınlıktan herkes olduğu yere mıhlanıp kalmıştı. Gök Tursun çığlıklar atarakkocasının üzerine abanıncaya kadar öylece kaldılar. Sonra onlar da bağıra çağırakoşup geldiler aynı yere. -Kımıldamayın! dedi Boston silahını doğrultarak. Kimse yerindenkımıldamasın! Ben gidip kendim teslim olacağım. Hepiniz burada kalın! Bakın,uyarıyorum sizi, yeteri kadar kurşunum var. Böyle derken şarjör bulunan cebineeliyle dokunmuştu. Çobanlar afallamış, öylece kalmışlardı. Korkunç olay ve şaşkınlıktan dilleriniyutmuşlardı sanki. Yalnız, zavallı Gök Tursun, bin defa lanetlediği kocasınıncesedine abanmış, ağlaya ağlaya konuşmaya devam ediyordu: -Köpek gibi yaşadın, köpek gibi öleceğini biliyordum zaten! diyordu. Bostonabakarak da: Beni de öldür katil! Beni de bir köpek gibi öldür! diye bağırıyordu.Bir an bile rahat yüzü görmedim, sevinmedim ben! Bezdim, bıktım bu hayattan Đki adam onu oradan zorla uzaklaştırmaya çalışırken bağıra bağıra konuşmayadevam etmişti. Bazarbaya bu kurt yavrularını almakla büyük hata ettiğini,başına gelenleri hakettiğini, ama o canavarın hiç laftan anlamadığını, içkiparasıiçin kurtları sattığını söylüyordu. O sırada Boston etrafına sert sert bakarak, alçak ama etkili bir sesle: -Bu kadar yeter! dedi, size söyledim, olduğunuz yerde kalın. Ben gidip teslimolacağım. Anlıyor musunuz? Kendim teslim olacağım! Kimse ağzını açıp tek kelime söylemedi. Boston o anda anladı ki, görünmez birsınır onu, yıllar yılı yanyana çalıştığı, her biriyle ayrı ayrı dost olduğu, çokiyitanıdığı bu insanlardan ayırmaktadır. Bu insanların yüzleri birden değişmiştirveonlar şimdi sanki ilk defa gördüğü yabancılardır. Bu yüzler şimdi bir red, biruzaklaşmadan başka bir şey ifade etmemektedir. Artık onların gözünde yaşayanbir ölüden başka bir şey değildir... Başını öne eğerek, ardına bakmadan çekip gitti. Sadık atı Donkulükundizginini yakalayarak göle doğru yürüdü. Karakola gidecek, teslim olacaktı.Hayatının sonu gelmişti. -Dünyanın sonu geldi! diye bağırdı yüksek sesle. Korkunç bir gerçekle karşıkarşıya olduğunu çok iyi anlıyordu şimdi. O, bütün evreni hep içinde yaşatmıştı.Ölen, işte o evrendi. Gökyüzü, yeryüzü, dağlar... onun içindeydi. Bunlar o idi.Dişi kurt Akbar, büyük deniz ve onda gördüğü her şey kendisiydi. Ala-Mengünün buzları arasında sonsuza kadar donmuş olarak kalacak Ernazar,kendisinin son yansısı olan ve kendi elleriyle öldürdüğü küçük Kence, ruhundansöküp atmak için öldürmek istediği Bazarbay, hep o idi. Evet, hayatı boyuncagörebildiği, tanıyabildiği her şey, bütün bu küçük evren, bu mikrokosmos, hep oidi. Her zaman, ama bilmeden, bütün dünyayı içinde taşımış, içinde, yaşatmıştı.Đşte şimdi o dünya batmış, yok olup gitmişti. Kalıbıyla yine kendisinebenziyordu ama, artık başka yerlerdeydi. Yabancı olmuştu dünyasına. Buyüzden de artık o başka biriydi. Onun tek ve benzeri olmayan evreni, hiç birzaman hiç bir yerde olmayacaktı. Onun kaybı işte bu kadar büyüktü: En büyükbunalımı yaşamıştı o... Birden durup atının boynuna sımsıkı sarıldı ve ağlamaya başladı: -Ah Donkulük, neler yaptığımı anlayamazsın! Oğlumu öldürdüm ben, onumezarına gömmeden ayrıldım, sevgili karımı terkettim. Sayfa 183
  • 184. Dişi Kurdun Rüyaları Atın kolanlarını sıktı, karnına çarpmasın diye üzengilerin kayışını kısalttı. -Elveda! dedi. Haydi git, eve dön! Đstediğin yere git. Bir daha hiçgörüşemeyeceğiz! -Atın sağrısına hafifçe vurdu ve hayvan serbest bırakılmasına şaşarak, yürüyüpgitti. Boston, yalnız, yapayalnız devam etti yoluna... Gölün maviliği yavaş yavaş, büyüye büyüye yaklaşıyordu. Onun sularındaerimek, yok olup gitmek istiyordu şimdi. Yaşamak arzusu doğup doğupölüyordu içinde. Tıpkı şahlanan, sonra düşen, kendi köpükleri arasından tekraryüzeye çıkan dalgalar gibi...SON Sayfa 184

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...