17 Nisan 2014

İMAM-I AZAM EBU HANİFE HAZRETLERİ BÖLÜM 7





İMAM-I AZAM EBU HANİFE HAZRETLERİ 

BÖLÜM 7

67- Emevı Devrini Görmesi, Abbâsîlere Yetişmesi

Ebû Hanîfc Hazretleri, Emevî halifelerinden Abdu'l-Melik b. Mervan zamanında, 80. hicrî senesinde doğdu, 150 senesine kadar yaşadı. Abbasîler devrine yetişti. Emevîlerin en kuvvetli olduğu çağ­ları, sonra da zayıflayıp yıkıldığını gördü. Abbasî devletinin burul­masını, kuvvetlenip gelişmesini müşahede etti. Hayatının çoğu, 52 senesi, Emevller zamanında geçti. Büyüyüp yetişmesi, ilminin en yüksek noktasına çıkması, fikri olgunlaşıp kemâle ermesi hep o devirdedir. Ömrünün 18 senesi Abbasîler devrine raslar ki, bu ih­tiyarlık çağı demektir. Bu yaşta insan, şahsiyetine yeni bir şey kat-raaz. Çünkü o zamana kadar fikirleri mecrasını ve istikametim bu­lup yerleşmiş, ilmî metodu kurulmuştur. Artık fikir mahsullerini harice bol bol verir, kendisi az almaya başlar, hiç almaz diyeme­yiz. Çünkü insanın akıl araştırıcıdır, daima bilmediği şeyleri bil­meye özenir, her an öğrenmek ister. Bilhassa ihlâs sahibi ulemâ böyledir. Onlar daima daha fazla eser verip tesir bırakırlar. Buna göre Ebû Hanîfe'nin Emevîler devrinde aldıkları, Abbasilerden da­ha çoktur diyebiliriz. Emevîler devrinde ilim toplamış, Abbasiler devrinde harcamıştır.


68- Çağlar Arasındaki Münasebet Ve Benzeyiş


Ebû Hanîfe'nin yaşadığı devri teşkil eden: Emevî devri ile Ab­basîler devrinin başı olan bu iki devir arasında, ilim ruhu ve bil­hassa dînî ruh bakımından büyük bir fark yoktur. Abbasî devri­nin başlan, Emevî devrinin sonunun devamı demektir. Önce baş-hyanların neticesinden, eskiden gelen yolun devamından ibarettir. Asırların ve devirlerin ilmî ve içtimaî ruh bakımından birbirine ben­zemesi, yekdiğerine karışan nehirleri andırır. Coşarak akan sulan, renk ve tat bakımından bir fark yapmaz. Ancak geçtikleri toprak­lardan aldıklan şeyle hafif bir fark olabilir, Asırlar da böyledir. Milletler akar gider. Devletin tütumu've siyasî rengi hafif bir fark yapar. Esas kök yerinden kopmaz, o sabittir; ümmetlerin ni-hu değişmez. Devletin hızlandırılmasına veya kısmasına göre ya ağır veya sür'atle yürür. Er veya geç yine de gayeye ulaşır. Emevî devletinde hakim olan ilmî ve içtimaî ruh devletin değil, kitlenin eseri idi, onu topluluk yarattı. O ilmi, Sahâbe'nin bıraktığı ilim servetinden ilim alan mübarek cemaat meydana getirdi. O ilim onların elinde çiçek açtı, en olgun meyvelerini verdi.

Diğer taraftan, ekseri îslâmiyeti kabul eden fakat eski medeni­yetlerine ve ilimlerine sahib olanlar bu ilimlerin bir kısmiyle Arap-çayı da besliyorlardı. Ya fikirlerini beyan etmek veyahut Farsça-dan ve diğer dillerden yaptıkları tercümelerle yeni yeni ilimlere ka­pı açmışlardı. Başka dillerden Arapçaya tercüme işi Emevî devrin­de başladı. Kelile ve Dimme'yi tercüme eden Abdullah b. Mukaffa' daha çok Emevî devrinde yaşadı. Din ilimleri Abbasîler devrinde daha da gelişti, tercüme eserleri çoğaldı ve yayıldı. Bu, kemiyef bakımından böyledir, fakat keyfiyet bakımından böyle değildir. Ter­cüme işi Emevî devrinde başlamış, Abbasîler devrinde genişlemiş ve ilerlemiştir.


69- Her İkî Devrîn Hususiyetleri


Ebû Hanîfe her iki devirde yaşadığına göre, gerek Emf.vî ve gerekse Abbasîler devrindeki siyasî hayattan kısaca bahsetmemiz icabediyor. Ondan sonra da içtimaî ve ilmî hayata göz atarak Ab-bâsîîerin ilk devirlerinden nasıl geliştiğini belirteceğiz. O devirde îslâm âleminin fikrini meşgul eden mes'elelere temasla akide, si­yaset, fıkıh ile olan münasebetlerini açıklacağız.


70- Sîyasî Durum


Evvelâ siyasî hayata bakalım. Bilindiği gibi Emevî devleti, Hulefayı Râşid'în devrinden sonra kuruldu. îslâmda Halife seçi-im çeşit çeşit olmuştur. Sabık Halîfenin namzet olarak gösterdiği seçkin ve mümtaz Müslümanlardan seçilirdi. Hz. Ömer'in halife seçilişi böyle oldu. Veya sabık Halîfe namzet göstermeden seçilir­di. Hz, Ebû Bekir'in ve Hz. Ali'nin seçilmesi böyle yapıldı. Veya-r hut bunların ikisi arası bir usulde Şûra yoîiyle intihab olunurdu. Hz. Osman'ın seçilmesi bir Şûra hey'eti tarafından idi. Emevî devleti kurulunca hilâfet usulü saltanat çevrildi. Emevîyye devle­tinin kurucusu olan Muâviye'yi Müslümanların büyük bir cemaatı Halîfe olarak seçti ise de ondan sonra gelenlerin, bu makama onlan Müslüman cemaatlerinin kendi hürriyet ve iradeleriyle seçtik­lerini iddia etmeye hakları yoktur. Onlar o makama kendileri konmuşlardır. Zaten kargaşalıklar bu yüzden çıkmıştır. Bu kar­gaşalıklara Emevî devrinde sık sık raslanır. Bunlar bastınlsa bile zahirde böyledir. Kalbler kinle kaynaşmaktadır. Bu halifelerin ço­ğu, Müslümanlar arasında büyük mevki ve itibar sahibi olan ze­vata, eza ve cefadan bile çekinmezlerdi. Din duygulan bile onların bu gibi işleri yapmasına mâni olamazdı. Meselâ Muâviye'nin oğlu Yezid, kendisine karşı gelen Medinelilere neler yapmadı. Bunlar F.nsâr'ı Kiram oğullarıdır, demedi. Medîne-i Münevvere'yi ordusu­na mubah kıldı. Dinin yasak ettiği şeyleri sanki helâl imiş gibi iş­lediler. Hz. Peygamber'in torunu Hz. Hüseyin, islâm'da müesses hükümet nizamına ve esaslarına uymadığı için Yezid'i tanımıyor ve ona karşı. çıkıyor. Yezid'in adamları onu en feci şekilde şehit ediyorlar. Hz. Peygamber'e karabetine veya din hürmetine riayet edilmeyerek mübark kanını döküyorlar! Kız kardeşleri yâni Hz. Peygamber'in kerîmesi Fatma anamızdan doğma kızlar esir gibi tutuluyor ve esir muamelesi yapılarak Ye2id'e götürülüyor. Eme-viyye devletinin sonralarına doğru Hz. Ali ile Hz. Fatma'nın evlât­larının ve sülâlesinin hükümete karşı ayaklanmaları birbirini ta­kip ediyor. Onlara da kılıç atılıyor, katil faciası devam ediyor. Zeyd b. Ali öldürülüyor. Oğlu Yahya ve Yahya'nın oğlu Abdullah öldürülüyor. Ehl-i Beytin sevgililerine karşı Emevîlerin yaptıkla­rı yalnız bunlardan ibaret değildir. Minberler üzerinde Hz. Ali'ye lanet okumak bir sünnetmiş gibi zarurî bir emir hâline gelmişti. .Bu bid'atı Ebû Süfyân'm oğlu Muâviye ortaya çıkarmıştır. Müslü-. manlar bunu fena gördüler, hiç beğenmediler. Hattâ Hz. Peygam­ber'in zevcelerinden Ümmü'l-mü'mînin Ummü Seleme Muaviye'ye bir mektup göndererek Müslümanların hissiyatına tercüman ol­muş ve şöyle demiştir: «Siz minberleriniz üzerinde Allah ve Resu­lüne lanet okuyorsunuz demektir. Çünkü Hz. Ali'ye ve onu seven­lere lanet okuyorsunuz. Ben şahitlik ederim ki, muhakkak Allah da, Resulü de onu sevdiler.» Bu minberlerde lanet okuma bid'atı sürüp gitti, nihayet Emevîlerin âdil halifesi Ömer b. Abdülaziz onu yasak etti.


71- Emevîlerde Araplık Temayülü


Emevîlerde kuvvetli bir Araplık temayülü vardı. Bunun tesi­riyle İslâm öncesi Arap medeniyet ve hayatına ait çok şeyleri di­rilttiler. Bu medeniyet mirası içinde hoşa gidip öğülecek bâzı ci-hitler yok değildi. Fakat Emevîler bu milliyetçilikte çok aşırı gittiler, Arap obniyan unsurlara karşı milliyetçilik işini taassup de­recesine vardırdılar. Onların haklarını çiğnediler. Halbuki onlar âa şeriat nazarında diğer Müslüman kardeşleriyle müsavi idiler. Zira İslârnda bütün insanlar müsavidir. Arabın Arap olmayına bir üstünlüğü yoktun Üstünlük takva iledir. Fakat Emev'ler mevâli olanlara çok zulüm yaptılar. Hâttâ orduyla gazaya gittiklerinde ganimetten hisse almak hakkından onları mahrum bıraktılar. Böylelikle Allah'ın ganimet hususundaki hükmüne karşı geldiler. Bunun için mevâlî, Emevİere karşı ayaklananların safında yer aî-dılar, Emevlerin idarelerini tanımadılar.

îslâm ülkeleri, bu gibi sebepler yüzünden fitneler içinde çal­kalanıyor, fesat içinde yüzüyordu. Ara sıra sükûnet bulsa da bu zahirî idi, külün altında ateş sönmüyordu. Zaman oluyordu, ayak­lanmalar yatışıyordu, fakat fitne gizli gizli devam ediyordu. Erae-vî devletini bir daha belini doğrultamayacak şekilde yıkmak için gjzli çalışmalar hiç durmuyordu. Hilâfetin Abbâsîlere geçmesi için daima propaganda yapılıyordu. Sessizce yapılan bu çalışmalar ni­hayet muvaffak oldu: Emevî devletini temelinden uçurdu yerine Abbasî devleti kuruldu.

72- Abbasilerden Gördükleri


İşte Emevilerin hüküm sürdükleri müddetçe yaptıklarının kı­saca bir levhası. Bunlar arasında halk kitlelerini galeyana getire­cek yerler yok değil. Seyyiat ve hasenâtiyle o levha meydanda, herkesin gözünün önünde. Ebû Hanîfe bu dünyaya gözlerini açtı­ğı zaman Emevî hükümetinin en şiddetli ve en zalim idaresini gör­dü. Emevî hükümetinin en şiddetli ve en zalim idaresini gördü. Emevî zorbalarından Haccâc b. Yûsuf Sekafî idaresinde yaşadı, Haccâc öldüğü zaman Ebû Hanîfe onbeş yaşında idi. Bu yaştaki genç, çok şeyleri anlar. Haccâc'm sert ve şiddetli idaresini gördü. Bunlar, Arap soyundan olmıyan bu genç üzerinde derin tesirler bı­raktı. Emevî devleti hakkında hükmünü vermesinde bunların tesiri oldu. Yaşı ilerledikçe bu hükmü de kuvvetlendi, çünkü Emevîlerin Ehl-i Beyte karşı yaptıkları cinayetleri gözüyle gördü. Hâttâ Eme­vîlerin zulmüne kendisi de uğradı. Onu tazyik ettiler, hapse attılar onların elinden Mekke'ye kaçarak Beytullah'a sığınmak suıetiyle kurtulabildi.

Abbasî devleti işte böyle korkunç bir devirden sonra emniyet ve hürriyet getirmek va'diyle iktidara gelmişti. Ebû Hanîfe'nin ümîdi büyüktü. Onların şefkatli ve merhametli bir idare kuracaklarını umuyordu. Onlar birçok felâketlere uğradıktan sonra bu mevkie gelmişler, zulmün acısını tatmışlardı. Halka merhamet elini uzatmaları beklenirdi. Onun için Ebû Hanîfe, bu ümitle Ebu'l-Ab-bas Seffâh'a seve seve elini uzatarak gönül rizasiyle ona bîat etmiş­ti. Hayatını anlatırken kaydettiğimiz gibi fukahânın arzularına ter­cüman oimuş, arkadaşları adına tatlı ve güzel konuşmuştu. Fakat Ebû Cafer Mansur'un devri gelince iş değişti. Devlet nüfuzunu tak­viye için rıfk ve mülâyimet tanımayan bir şiddet ve sertlik göster­meye başladı. Ehî-i Beyte eza ve cefa yaptı. Onların ileri gelenle­rini zindanlara tıkü. Hz. Ali taraftarlarının kanları hesapsız akıtılır c)du. Ebû Hanîfe baktı ki, Mansur'un idaresi, Emevîierin idaresinin devamından başka bir şey değil, değişen şey yalnız kuru bir isim­dir. Dış değişmiş, iç aynıdır. Yukarıda uzun boylu anlattığı üzere devletle arası bu yüzden açıldı, Ebû Hanîfe'ye eza ve cefâ yapılma­ğa başlandı ve ölümü de bu yüzden oîdu.

Ebû Hanîfe Irak'da yaşadı. Doğup yetişmesi orada oldu. Ders halkasını orada kurdu. Emevîler devrinin sonunda ve Abbasiler devimin başında Irak şehirleri halkı çeşitli unsurlardan müreşek-kiîdi. Araplarla beraber İranlı, Rum, Hindli ve saire gibi muhfeîi& milletlerle dolu idi. Bu şekilde topluluklarda içtimaî hadiselerin de çok karışık olacağı şüphesizdir. Çünkü muhtelif unsurların muhte­lif tezahürleri vardır. Hâdiseler hüküm ister. îslâm şeriatına göre bir hâdise ya mubahtır ona cevaz verilir veyahut da haramdır, men-olunur. Bu gibi çeşitli hâdiseleri inelemeck fakîhin fikir ufkunu ge­nişletir. Onun zihnini açarak mes'ejeler hakkında hüküm verr.îeğe hazırlar. Faraziyeler yürütmeğe alıştırır. Ayrı ayrı mes'eleleri umu­mî bir kaide altında toplayacak kıyaslar bulmağa sevkeder.


73- Çeşît Çeşit Fırkaların Ve Taifelerin Merkezi


Irak muhiti saydığımız bu içtimaî belirtilerden başka bir hu­susiyeti daha hâizdir ki o da -muhtelif dînî fırkaların yatağı olması­dır. Gulât-ı Şîa ve mu'tedilleri oradadır. Mu'teziler oradadır. Ceh-niiyye, Kaderiyye, Mürcie ve saire hep oradan çıkmıştır. Bu iti­barla orası canlı bir fikir hareketi kaynağı halinde idi. Zaten Irak'­ın eski zamandan beri türlü fikir cereyanlarının çarpıştığı bir yer olduğu anlaşılıyor. Onun için tbn-i Ebû'l-Hadîd, Nehc'ül-Belâga şehrinde çeşitli Şîa- fırkalarını Irak'da türeme sebeplerini araştırır­ken şöyle diyor:.

«Râfızâlerle Hz. Peygamber'in devrinde yaşayanlar arasındaki fırkalardan biri de şudur: Râfizîler hep Irak'da, Küfe sakinlerinden çıkıyor. Irak toprağı her zaman hevâ ve hevesine uyan acaib inanç sahipleri, türlü mezheb erbabı yetiştirir. Bu iklimin insanları her şeyi incelemek isteyen görüş sahibi olurlar. İnançların ve düşünce­lerin aslını araştırırlar. Mezheplere karşı gelirler. Kısralar zama-mnda Mani, Disan, Mazdek vesaire hep burada çıktı. Halbuki Hi­caz'ın toprağı böyle bir toprak değildir. Hicaz halkının zihinleri de onların zihnine benzemez.»

Bundan da anlaşılıyor ki, Irak hem eskiden ve hem de İslâmi­yet devrinde akideler ve inançlar hakkında muhtelif re'ylerin ve gö­rüşlerin kaynaştığı bir yer olmuştur. Bu da şundan ileri gelmekte­dir: Orada gayet eski zamanlardan beri türlü din salikleri, çeşitli cemaatler yaşamaktadır. Eskiden orada türeyen mezhebler birbiri­ne karışan çeşitli akîdlerin ve halitası gibidir. Dîsaniye ve Manilik, Putperestlik ve Senevliğin Hıristiyanlık prensipleriyle karışmasın­dan ibarettir. Orada çıkan dînî fırkaların çoğunda bu hal görülür, îki akidenin mezcinden başka bir akide meydana çıkarmak ko­laydır.


74- Gayrî Müslimlerin Yıkıcı Fikîrlerî Neşirleri


Ebû Hanîfe'nin yaşadığı Irak işte böyledir. Emevîler devrinde ve Abbâsîlerin ilk çağlarında burası çeşitli fikir ve mezheplerin kaynaştığı yerdi. Bunlar Müslümanların akidelerini bozmak, din işlerinde onları şaşırtmak için gizlice aralarına sokulurlardı. Müs­lümanlığın kolay ve açık cihetlerini bile akıl Önünde güçleştirmek veya kurcalamak isterlerdi. Kaza ve kader bahisleri, irade mes'e-lesi gibi ince mes'eleleri ortaya çıkardılar, insan, iradesinde acaba hür müdür ki, kendisine teklif ve emirler vermek ma'kul olsun ve yaptıklarına bir ceza terettüp etsin. Yok, insan iradesinde hür de-ğilde o zaman teklifin hikmeti nedir?[1]

Bu mücadeleler, Müslümanlar arasında gizli bir tertip ile kur-calamrdı. Maksat Müslümanların dîni sarsılsın, islâm düşmanları dîne hücum edecek gedik bulabilsin. Aynı zamanda başka dinlerde olanlar îslâmiyete meyil ederek Müslüman olmasınlar diye araya bir set çekmek istiyorlardı.

Bu gizli gizli sokulan tertipler Müslümanları şüpheye düşür­mek, onların görüşlerini parçalamak, aralarında fikir ayrılıkları uyandırmak için yapılıyordu. Bu garip fikirlerin Müslümanlar ara­sında niza ve çatışmalar uyandırmak için ortaya atıldığında hiç şüp­he yoktur. Abbasî devri muharrirleri arasında bu gizli ellere işaret edenler olduğunu görüyoruz. Câhız bazı risalelerinde, Hıristiyan­lığı korumak için Müslümanlar arasında ne gibi fikirler uyandır­mak lâzım geldiği hususunda Hıristiyanların kendi aralarında, ka­rarlaştırdıkları şeyleri bize sayıp dökmektedir.

Bâzı Hıristiyan tarihlerinde de böyle şeyler görüyoruz. Meselâ Hişam b. Abdülmelik zamanına kadar Emevîlerde devlet hizmetin­de bulunmuş olan Şamlı Yuhanna din hususunda Müslümanlarla nasıl mücadele yapacaklarını Hiristiyanlara öğretmiş.

Türâs-ı İslâm eserinin kaydettiğine göre, o şöyle diyormuş:

Eğer Müslüman sana: Mesih hakkında ne dersin? diye so­rarsa :

— O, Kelimet'ullahtır, de. Sonra Müslümana:

— Kur'ân'da Mesih nasıl zikrolunmuştur? diye sor. Ve Müslü­man ona cevap verinceye kadar hiçbir şey söyleme. Çünkü Müslü­man ister istemez şu cevabı verecektir: «îsa b. Meryem Allah'ın Resulüdür, Meryem'e ilkaettiği kelimesidir. Ondan bir ruhtur.»

Bu cevabı aldıktan sonra ona şunu sor:

— Kelimetu'llah ve ruh mahlûk mudur, yoksa gayri'mahlûk mudur?

Eğer mahlûktur, derse ona de ki:

— Ezelden Allah vardı fakat ne kelimesi ve ne ruh vardı.

Bunu söylersen Müslüman-., susup kalacaktır. Çünkü bu ka-naatta olan kimse Müslümanların nazarında zındıktır.»

Açıkça görülüyor ki, Yuhanna kendilerine delil olacak şeyleri hazırlıyor, Müslümanları nasıl izlam edeceğini araştırıyor, sonra kendi dâvasını müdafaa için Allah Kelâmının kadim olduğu mes'e-lesini bu işe karıştırıyor. Halbuki bu mes'elenin bu dâvada hiç ye­ri yoktur ve ona asla faydası olamaz. Çünkü kelime'nin Allah'a iza­fet ve nisbeti, ruhun Allah'tan olması bu ikisinin kadîm olduğuna delâlet etmez. Zira Cenâb-ı Hakk'ın yaratmış olduğu kelime, kadîm değildir. Onun yarattığı ruh da böyledir. Hz. İsâ'ya Kelimetu'lîah denildi. Çünkü o Allah'ın mücerred «Ol!» demesiyle oluverdi. Ara­ya baba vasıtası girmeksizin bir «Ol» kelimesiyle oldu. Onun için Kelimetu'lîah denildi. Ona ruh denilmesine, gelince, onun olması, umumî tabiat kanunlarına göre canlılar için ilk madde olan me­niden değildi. Şahıslar en bariz haliyle vasıflanırlar.

Bundan sonra Yuhanna îslâm prensiplerini tenkîd edici fikir­leri onlara şöyle aşılıyor: Taahhüdü zevcâttan, talâktan, hülleden bahsediyor. Sonra Peygamberimiz hakkında yalan ve iftiralar baş­layarak şüpheler uvandırmniia gayret ediyor; Hz. Peygamber'in Zeyneb binti Çahş ile aşk hikâyesini uyduruyor. Sonra Hacer-i Esver'i takdis etmek Haçı takdîs etmek gibidir, diyor.

O yalnız bu kadarla da iktifa etmiyor. Belki de münakaşacıla-nna Müslümanları kader, insan iradesi,[2] iradenin hürriyeti mes'elelerine dalmağa sürüklemelerini öğretiyor. Böylece Müslü-manın zihnini karıştırıyor, onun aklım bir sürü tartışma ve müna­kaşa çöllerine atıyor. Onların1 arasında bir sürü karışık fikirler uyandırıyor. Maksat Müslümanları şaşırtmak, aralarına tefrika sokmak, sapık düşünceler ve kanaatler ileri sürerek onları ayrı ayn fırkalara bölmek; fikir ayrılıkları yaratmaktır. Ne yazık ki, bunları yapan da Emevî hükümdarlarının kendisine kucak açtığı, hem kendisini ve hem de babasını saraylarında besleyip yetiştir­dikleri bir adamdır!


75- Fîkîr Çarpışmaları Ve Tercüme İşleri


Bu fikir çarpışmaları yanısıra diğer bir fikir hareketi daha var­dır ki, o da Emevîlerin zamanında başlamış, Abbasîler devrinde meyvesini vermiştir. Bu da Yunan devrinde başladı. İbn-i Hallikân diyor ki: Hâlid b. Yezîd b. Muâviye Kureyş içinde çeşitli ilimleri en iyi bilen idi. Onun kimya-tib hakkında sözleri vardır. Bunları iyi bildiğini gösterir risaleleri vardır. Bu ilimleri Meryânüs Rumi naramdaki bir keşişten öğrendi. Onun bu konuda üç risalesi mev­cuttur. Birisi mezkûr Meryânüsle aralarında cereyan edenleri, on­dan öğrendiği ve gösterdiği rumuzları ihtiva eder.

Abbasîler devrinde tercüme hareketlerinin canlanmasiyle baş­ka milletlerin fikir ve felsefesiyle'yaRTndan temas imkânı genişle­di. Böylelikle Yunan, Iran ve Hind tefekkür ve görüşleri Müslümanlar tarafından bilinmiş ve îslâm düşüncesi üzerinde bunların tesiri olmuştur. Bu tesir çeşitli yönlerden olmuştur ve bu, felsefey­le meşgul olanın aklının ve dîninin kuvvet derecesine göre değişir. Aklı doğru, îmanı sâdık olan kimse, karşısına çıkan felsefe düşün­celerine akıl kuvveti ve îman ihlâsiyle hâkim olur, onların tesiri altında kalmaz. Onları hazmeder körü körüne onlara uymaz, on­ları kendine uydurmak fikrini, idrakini genişletir, aklını parlatır. Aklı hafif olanlar ise o fikirleri kaldırmaz, onların karşısında ezi­lir, eski ile yeni arasında şaşırır kalır. Fikir anarşisi içinde boca­lar durur. Kararsızlıktan bir türlü kurtulamaz. Onun için bakıyo­ruz ki, bâzısı şair, bazısı muharrir, bazısı ilim adamı olmak üzere bir takım kimseler o nevi fikirlerle karşı karşıya gelince onîara dayanamamışlar, onları hazmedememişler, dimağları bu yabancı fikirlerin istilâsına uğramış şaşırıp kalmışlar!

Bu saydıklarımızın yanı sıra diğer bir zümre daha vardır ki, onlar da zındıklardır. Bunlar İslâm cemaatını fesada uğratacak düşünceleri ilân edip yayarlar, îslârm yıkacak şeyleri ortaya sür­mekten çekinmezlerdi. îslâmı sarsmak, Müslümanları küçültmek için her hiyleye başvururlardı. Bunların içinde bazıları îsîâm ha­kimiyetini kaldırarak, yerine eski Iran hâkimiyetini diriltmek is­terlerdi. Nasıl ki Mehdi devrinde Abbasî devletine karşı ayaklanan Mukanna Horasanı bunu yapmak istemişti.


76- Bu Hercümerc Îçlnde Ebû Hanîfe


işte bu saydığımız şeylerin cümlesi, Irak'da fikir münazara­ları çıkmasına, birbirine zıd ve aykırı görüşler ve kanaatler ara­sında boğuşmalara sebep olmuştur. îmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe iş­te böyle bir asırda yaşamıştır. Bu fikir boğuşmalarının asıl mer­kezi Irak'tı. Hiç şüphesiz ki, îmâm-ı A'zam bunlara karışacak, bu bahislere o da dalacaktı. Fakat o bunlara, dînini tamamiyle an­layan, îmanı kuvvetli bir Müslüman sıfatiyle daldı. Sapık fırkalara, çeşitli mezheplere karşı vukufla ve şerefle îslâmı müdafaa etti. Türlü dînî fırkalarla mücadelede onun sağlam bir görüşü, şeref­li bir mevkii haiz olduğu şüphesizdir. Ondan bu hususta naklolu-nanlar onun akîdeye dair görüşlerini teşkil eder.


77- Tedvinîn Başlaması Ve Dîn Îlîmlerî


İşte o devirdeki felsefe ve fikir temayülleri ve bunların o bü­yük fakîh Ebû Hanîfe üzerindeki tesirleri böyledir. Şimdi de bu asırdan, biraz da din ilimleri bakımından bahsedelim :Sadr-ı îslâmda ilim şifahî idi, yâni başkalarından dinlemek suretiyle alınırdı. Fakat sonraları ilim sahası genişleyip bazı kim­seler muhtelif ilimleri öğrenmeye başlayınca, Emevî devrinin son­larında ulemâ ilmi tedvin etmeğe yâni yazı ile tesbit etmeğe baş­ladılar. Dînî ilimler ve Ulûm-ı Arabiyye birbirinden ayrıldı. Her ik­limde, kendilerini o ilme veren ihtisas sahipleri yetişmeğe başla­dı. Her ilmin esasını ve kaidelerini tesbit edenler çıktı. Emevî dev­ri sonlarında fukaha, fıkıh ilmini, muhaddisler Hadîs ilmîni tedvi­ne başladılar. Hicaz fukahası : Abdulîah b. Ömer'in Âişe'nin, İbn-i Abbas'ın fetvâlariyle onlardan sonra gelen Medine'deki kibâr-i Tabiînin fetvalarını topluyorlardı. .Onları inceliyorlar,, onlardan hüküm çıkarıyorlardı. Irak fukahası ise Abdullah b. Mcsud'un fet­vâlariyle Hz, Ali'nin hüküm ve fetvalarını, Kadı Surayh ve diğer Küfe kadılarının verdikleri mahkeme kararlarını topluyorlar, onlardan hüküm çıkarıyorlar ,yeni hüküm verme yollarını bulu­yorlardı. Abbasîler devri gelince Hadîsler de fıkıh bablan üzere tertiplenerek tedvin işi gayet genişledi.

îş yalnız bu saydıklarımıza münhasır değildi. Şiâ fukahâsı da kendi re'y ve görüşlerini toplayıp tedvin ediyorlardı. Milano'da bazı îslâm eserleri bulundu. 122 hicrî yılında şehid edilen imâm Zeyd b. Ali'ye mensup fıkha dair yazma bir eser bunlar arasında­dır. Elde mevcut ve matbu olan Kitab-ul Mecmû'çla bu imâma nis-bet olunmaktadır. Bu nisbet sahih olsun olmasın, muhakkak olan bir cihet varsa o da îmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe zamanında Şia'nın Zeydiye konulan maruf ve belli görüşleri ve re'yleri vardı. Ebû Hanîfe bunlardan haberdardı. Tercüme-î hâlinden biliyoruz ki, onun Zeyd b. Ali ile daima münasebeti vardı. Cafer Sâdık'la, Mu-hemmed Bâkır'la ilmî münasebet bağları mevcuttu. O, îmâmiyye-nin oniki imâm ve îsmâiliyye imamlarının fıkhını biliyordu.


78- Çeşîtlî Münazaralar


O asır, münazaralar, mübahaseîer asrı idi. Muhtelif dînî fır­kalar arasında, Şîa ve Ehl-i Sünnet arasında. Haricîlerle başkaları orasında bu gürültülü münazaralar durmadan devam ediyordu. Sa­pık fırkalar diğerleriyle boğuşuyor Mu'tezile Ehl-i Sünnete çatı­yor, Ehl-i Sünnet ulemâsı doğru ve sağlam İslâm akidelerini mü­dafaaya çalışıyorlardı. Ulemâ bu münazaralar için bir yerden baş­ka yere giderlerdi. Yukarıda geçtiği üzere birçok sapık fırkalarla mücadele yapmak için Ebû Hanîfe Basra'ya 22 defa gitmiştir. Ba­zı Basra ulemâsı da münazaralar yapmak için Kûfe'ye gelirlerdi.

Hac mevsimi, ulemâ bir araya toplanınca fıkıh münazarası mevsimi halini alırdı. Bakarsın Ebû Hanîfe Evzâî ile münazara ya­pıyor, îmâm Mâİik'İe mübahase ve müzakerelerde bulunuyor. Fukahârın mübahase ve münakaşaları, sapık fırkalarla yapılan mü­nazaralardan çok daha hayırlı ve yararlı oluyordu. , .

Bu münazara ve münakaşalara bazan memleket taraftarlığı, hemşehrilik,gayret ve taassubu da karıştığı olurdu. Basra ve Küfe uleması iki cepheye bölünmüştü. Birbiriyle münakaşa yaparlardı. Herkes memleket gayreti güderdi. Kendi memleketi kazanırsa pğü-nür, yenilirse yerinirdi. Hattâ bu halin bazan seçkin, ve halis ule­mâ arasına bile sokulduğu olurdu. Bu kabilden bir olayı nakle­delim :

Yusuf b. Hâlid es-Semtî'nin[3] Ebû Hanîfe ile ilk defa görüş­mesine dair olan o hâdiseyi îbn-i Bezzazı Menâkıb'ından dinleye­lim : «Hilâl b. Yahya er-Re'y diyor ki: Yusuf b. Hâlid es-Semtî an­latırken dinledim; şöyle dedi: Ben Osman el-Bettî'nin dersine de­vam ederdim. OA Hasan Mutezilî ve îbn-i Şîrîn mezhebine kayardı. Onların mezheplerini öğrendim. Bu hususta münazaralarda bulun­dum. Küfe ulemâsını da görüp onların mezheplerini de öğrenmek istediğimden Kûfe'ye gitmek üzere kendisinden müsaade istedim. Ve Küfe'ye gittim. Bana Süleyman A'meş'i tavsiye ettiler. Çünkü .Hadîsde en kıdemli âlim o idi. Hadîsde soracak bazı mes'elelerim vardı. Onları muhaddislere sormuştum. Fakat hiç birisi bileme­mişti. A'meş'in halkasına oturdum. Ve bunları ona açtım:

— Getir göreyim, dedi. Yanına vardım. Bana:

— İhtimal ki sen de Basrahlar, Kûfelilerden daha bilgili der­sin. Hayır, hayır, Kûfe'nin sahibi aşkına bu böyle değildir. Basra ancak hikayeci, veya rüya tabircişi veya ağlayan yaşcı çıkarır. Val-Iah şu Kûfe'de, Arablarmdan değil, Mevâlîsinden olan o tek adam yok-mu, işte o hepsine yeter, öyle mes'eîeler bilir ki, onları ne Ha­san, ne İbn-i Şîrîn, ne Katâde, ne Osman el-Bettî bilir, ne de baş­kaları. 

A'meş konuşurken öyle kızmıştı ki, asâsiyle bana vuracak di­ye korktum. Sonra yammdakilerdcn birine dedi ki:

— Bunu Nu'mân'ın (Ebû Hanîfe'nin) meclisine götür, vallah onun en küçük talebesini görse, mahşer halkının hepsine cevap yetiştirmeğe kadir olduğunu anlar.

İçime öyle bir korku girdi ki, derecesini Allah bilir. Adam kalktı. Ben de arkasından yürüdüm. Mescidden çıktıktan sonra:

— Nu'mân, Benî Haram mahallesinde bulunur. Orada sor, c bu mes'eîeleri en iyi bilendir. Benim işim var oraya kadar gidemi yeceğim, sen yürü dedi.

Ben de sora sora aramağa başladım. En sonunda Benî Ha ram mahallesine geldim. İkindi vakti olmuştu. Baktım Öteden bi: adam geliyor, güzel yüzlü, temiz elbiseli. Arkasından da O'na ben zer bir oğlan var. Yaklaşınca selâm verdi. Sonra minareye çıktı Güze! bîr ezan okudu. Anladım ki, Nu'mân bu zat olacak. Minare den inince iki rek'at namaz kıldı. Namaz kılışı Hasan ve îbn-i Sî rî'nin namazlarına çok benziyordu. Etrafında talebeleri topland; öne geçti. Onlara namaz kıldırdı, tıpkı Basrahlann namazı gib Namaz tamam olup selâm verince arkasını mihraba dayadı, yi zünü cemaata döndü. Onları selâmladı. Sonra yanmdakilerde her birine hal-hatır sordu. Sıra bana gelince:

— Sen yabancısın galiba, Basrah mısın? dedi.

— Evet, dedim.

— İsmin nedir? diye sordu.

Ben de ismimi, nesebimi söyledim. Sonra künyemi sord Künyemi söyleyince:

— Osman el-Betti'nin dersine devam edenlerden misin? dec

— Evet, dedim.

— Eğer o bana yetişseydi, kavillerinin çoğundan vaz geçeri

Sonra bana:

— Soracağın mes'eleîeri sor bakalım, dedi. Arkadaşlard: önce sen başla. Çünkü sen garîbsin. Senin gibi fıkıh meraklıların hak-ı takaddümü vardır. Yeni gelen yabancı, dehşet verir; her ( lenin de bir haceti vardır.

O gün mes'eleîeri ben sordum, o cevap verdi. A'meş'le aram dakî geçeni de ona anlattım. Allah selâmet versin ona, memleke nin ismini başkasiyle yükseltmek istiyor...

Hasan-ı Basri ve lbn-i Şîrîn, bu iki faziletli zat, A'meş'in dediklerini doğru çıkarır şekilde birbirlerine atıp tuttukları olur* Ibn4 Sîrin, Hasan-ı Basrî'ye tariz yapar: Sultandan atiye ve ihs kabul ediyor, muhal şeyleri rivayet eyliyor, arzusuna göre söylüy Tsadere kail, sanki yerin sahibi o, iş onun elindeymiş gibi konuşuyor. îbn-i Şîrîn söylediği için bir gün Hâlid el-Hazzâ, meclisini bi­le terketti...»

Hasan da tbn-i Şîrîn'e ta'riz yapardı: Bir tulum suyla abdest alır, sabahleyin ise üç tulum suyla oğuna oğuna yıkanır. Kendine azap veriyor. Peygamberin sünnetinin hilafını yapıyor, rüya tabir ediyor sanki Yâkub Aleyhi's-Selâmın âlinden. Bırak onu sen lâ­zım olanı öğren. Milletler sizden önce birleşmemişler ve birleşe-mezlcr. Allah'u Teâlâ buyurur ki: «İhtilâf üzere devam ediyor­lar, ancak Rabb'ının acıdıkları müstesnadır.» Onları bunun için yarattı. Eğer böyle olmasaydı, takdirât cereyan etmezdi. Tabiatîer türlü türlüdür. Herkes kendi yolunca işliyor. Kimin daha doğru yolda olduğunu Rabbımiz en iyi bilendir, dedi ve sonra sükût etti.

Yûsuf b. Hâlid es-Semtî diyor ki: Sonra ona :

-— îhtilâf mevzuu olan şu kader mes'elesi hakkında ne der­sin? diye sordum. Ebû Hanîfe şu cevabı verdi:

— Bilindiği gibi Basrahlar Kûfeliler kader mes'elesinde ihti­lâfa düştüler. Bu mes'eîe gayet müşkil bir iştir. Bu, insanların hal­line takat getiremiyecekleri bir meseledir ki, anahtarı kaybolmuş­tur. Eğer anahtarı bulunursa içinde ne olduğu bilinir. Bunu an­cak Allah tarafından gelen haberci açar, Allah indinde olanı o ha­ber verir. Fakat bu devir geçti. Bizim dediğimiz iki kavli arasın­da orta bir kavildir. Ne cebriyecilik, ne de büsbütün tefviz. Al­lah'u Teâlâ kullarına takat getirmiyecekleri şeyi teklif etmez. On­lardan yapamıyacaklarım istemez. İşlemedikleri bir şeyden dola­yı onlara ıkab etmez. Bilmedikleri şeyler hakkında münakaşaya dalmalarına rızası yoktur. İçinde bulunduğumuz ahvali Allah en iyi bilendir. Doğru ve sevap olan, O'nun nezdindedir. Biz içtihad ederek doğruyu araştırıyoruz. Her müetehid isabet eder. Allah bilmiyecekleri bir şey hususunda içtihad yapmalarım asla emret­mez. Allah her niyaz edenin veiisidir. Herkes O'nun rızasını arar. Allah bizi ve sizi sevdiği ve razı olduğu şeye muvaffak buyur­sun.»[4]


79- Yûsuf Semtî'ye Verdiği Cevaptan Alınanlar


Yûsuf b. Hâlid Semtî'nin Ebû Hanîfe ile ilk görüşmesine dair sözler işte böyledir. Bunlar herkesin kendi memleketinde nasıl ta­raftarlık yaptığını gösterir. Basrahlar kendi ulemâsını ve onların bilgilerini öğüyorlar, Kûfeliler kendi, ilim adamlarım göklere çıka­rıyorlar. Bu hâdise bize Hicaz ulemâsı ile Irak ulemâsı arasındaki cidalin sebeplerini biraz açıklamaktadır. Hicaz ve Irak'ın iki cep­heye ayrılması yalnız görüş ve usul farkından ileri geliyor değil­di. Buna muhît ve memleket tarafgirliği de karışıyordu. Bu bize aynı zamanda ulemâ arasındaki ihtilâfları da göstermektedir. Aralarında arasira sert tenkidler oluyormuş demek. Tabiînden olan Hasan ile îbn-i Şîrîn her ikisi de değerli din âlimlerinden oldukla­rı halde, usûl ayrılığı yüzünden birbirlerini tenkid ediyorlar!

Ulemâ arasında bâzı mes'elelerde şiddetli ihtilâflar olduğunu görüyoruz. Muhaliflerini dille yaralayanlar var. Ebû Hanîfe, asrı­nın ruhunu işte böyle gayet iyi biliyor, ulemâyı ve onların ruhunu anlıyor. Kendisi fikir istiklâlini muhafaza ediyor. Aklını hakem ya­pıyor, o hadiselerin içine nüfuz eden bir araştırıcı sıfatiyle her şe­ye vâkıf bir mütefekkirdir.

Aklı onu şaşırtıp boş meydanlarda djU^tmuaz. Aklını gücü yetmiyecek bir şeye zorlamaz. însan fikrinin fcavramıyacağı şey­lere zihnini yormaz. O, kader mes'elesiin" anahtarı kaybolmuş bir mes'ele addediyor, ne doğru!


80- Îçtîmal Ve Fikri Cereyanlar


İşte Ebû Hanîfe zamanındaki fikrî ve İçtimaî yönelimlerin ana hatları bunlardır. Biz burada bu kadarla iktifa ediyoruz. Onun şahsî tefekkürâtına taallûk edenleri yeri gelince c-v a bahis konu­su yapacağız. Bunların bir kışını itikad ve kelâmaaKİ mezhebine, bir kısmı da fıkhı içtihadlarınıı taallûk eder...

Bu ihtilaflı mes'elelerin bayında re'y ve Hadîs meselesi gelir ki, o asırdaki fukahâ arasında en hararetli münakaşa mevzuu ol­muştur. Diğer bir ihtilâf mevzuu ise Sahabenin ve Tabiîn fetvaları mes 'e leşidir.

Bunlardan sonra dînî fırkalırdan siyasî cereyanlardan da bah­sedeceğiz. Çünkü Ebû Hanîle bunlarla mübahaselerde bulunmuş­tu, bu hususta da görüş sahibi biı zattır.
--------------------------------------------------------------------------------
[1] Kaza ve kaderden, insan iradesinin hür olup olmadığından ba­his gayet eskidir. îslâmiyetin ilk çağlarında da bu mes'ele ortaya tıfc-mıştir. Fakat Hulefâ-yı Raşidîn devrinde o kadar kuvvetle bahis mevzuu olmadı; şiddetli münakaşaları mucib değildi. Rivayet olunduğuna göre bir hırsızı yakalayıp Hz. Ömer'e getirdiler. Ona:

— Niçin çaldın? diye sordu.

— Çaldımsa Allah'ın takdiriyle çaldım, Allah böyle takdir etmiş dedi. Hz. Ömer hiçbir şey demedi, yalnız emir vererek hırsızın elini kestirdi ve dayak attırdı. Kendisine neden böyle İki ceza verdiği soruldu.

— El kesmek hırsızlıktan, dayak da AHâh'a yalan, ve iftirasından dolayı, cevabını verdi.

Kader mes'elesini bâzıları çok kötüye kullanmışlardır. Hz. Osman'ın katline iştirak: edenlerin bâzıları Osman'ı kendileri öldürmediğini, onu Öl­düren Allah olduğunu bile ileri sürmüşlerdir. Evini muhasara ettikleri zaman ok atarken Osman'a:

— Bu okları sana atan Allah'tır, diyorlardı, Hz. Osman onlara şu gü­zel cevabı verdi:

— Yalan söylüyorsunuz yalancılar! E£er oku atan Allah olsaydı hede­fe isabet etmez miydi?

Hz. Ali devri gelince Hilâfet mes'elesi etrafında münakaşalar çoğaldı. Sonra mürtekib-i kebire yâni büyük günah işleyenler mü'min mi, kâfir mi mes'elesi ortaya çıktı. Kaza ve kader mes'elesi de böyle İbn-i Ebi Ha-did Nehcü'l-Belâga şerhinde naklediyor. Bir ihtiyar Hz. Ali'ye şunu sor­du:

— Bizim Şam'a (Sıffin Harbine) yürümemiz Allah'ın kaza ve kade­riyle miydi? Bunu bize söylemelisin.

Hz. Ali şu cevabı verdi:

Nebatları, çimenleri bitiren, mahlûkata can veren Allah aşkma de­rim ki, hangi yere ayak bassak ve hangi yere konsak bu ancak Allah'ın kaza ve kaderiyle değil de nedir?

— öyle ise bizim yorulmamız boşuna, bizim için mükâfata, ecir, ve sevaba hak kazanmak yok gibi.

— Ey ihtiyar, siz giderken Allah size gidişiniz İçin büyük ecir verdi. Dönüşte de dönüşünüz için ecir verdi. Çünkü siz bunları yaparken zorla, yaptırmış, buna mecbur edilmiş değildiniz. Bunları arzunuzla yaptınız,

.— Bizi kaza ve kader sevketmedi mi?

— Yazık! Sen, kaza sana yapıştı, kader sana sarılıp takıldı sanıyorsun. Eğer iş Öyle olsaydı, sevap ve ıkab bâtıl olurAu. Vaad ve vaide, emir ve nehye lüzum kalmazdı. Günah işleyene Allah ıkab etmez, iyilik sahibini de öğrenmezdi. İyilik yapan Ögülmeğe, kötülük yapandan daha müstahak sa­yılmazdı, Eu gibi saçma sözler putlara tapanların, şeytanın ordularının, yalancı şahitlerin, doğru görmeyen körlerin sözleridir. Onlar bu ümmetin Kaderiyesi ve Mecûsileridirler. Allâhu Teâlâ kullarına muhayyer bırakmak suretiyle emretti. Sakındırmak için de nehyetti. Kolay olan şeyleri teklif etti Zorlayarak isyana boynundan çekerek itaata mecbur etmedi. İnsanlara peygamberleri boşu boşuna göndermedi. Gökleri, yerleri ve bunlar orasın­da olan şeyleri boş yere yaratmadı. «Böyle şeyler kâfirlerin zanlandır. Yuh] olsun kâfirlere, onlara cehennem var.»

Bunun üzerine yine sorduiar:

— öyleyse bizi sevkeden kaza ve kader nedir?

— O, Allah'ın emri ve hükmüdür, dedi ve arkasından şu âyet-i kerîme­yi okudu.

«Rabbin ancak O'na tapmanızı emir buyurdu.» İhtiyar sevinerek kalktı ve:

— Sen o zâtsın ki, itaati sayesinde kıyamet günü Allah'ın rızası umu­lur. Dînimizin anlıyamadığımız yerini bize açıkça izah ettin. Allah sana bunun en güzel ecrini versin.»

[2] Bunlar, Türâs-ı İslâm kitabından ve Eb. Lovis Şeyho'nun Mah-tûtât-ı Arabiyye eserinden alınmadır.

[3] Abdü'1-Hayy Leknevî Pevâid-i Behiyyi'de bu kelimeyi Simtî ola­rak harekeler.

[4] İbn-i Bezzâzî, Menakıb-ı İmam-ı A'zam. c. I, s. 85 ve devamı.

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...