17 Nisan 2014

İMAM-I AZAM EBU HANİFE HAZRETLERİ BÖLÜM 8





İMAM-I AZAM EBU HANİFE HAZRETLERİ

 BÖLÜM 8

81- Münakaşası Yapılan Mes'eleler: . Sünnet Ve Re'y

Hz. Peygamber'in âhirete irtihallerinden başlıyarak îmâm Şa­fiî'nin yaşadığı asra kadar gelip geçen fukahâ iki kısma ayrılır. Birinci kısım re'y ve kıyas fukahâsı diye anılır, diğerleri de riva­yet ve Hadîs fukahâsı namiyle meşhurdur. Ashabın fukahâsı arasın­da re'y fukahâsı diye şöhret bulanlar olduğu gibi rivayet vö Hadîs ehli olanlar da vardı. Tabiîn ve Tebe-i Tabiîn de böyle idi. Sonra müctehid imamlar, Ebû Hanîfe, îmâm Mâlik ve diğer fukahânın da böyle olduklarını görüyoruz. Kimisi re'y ve kıyasla meşhur, kimisi Hadîsde şöhret sahibi olmuştur. Bunu kısaca da olsa biraz açık­layalım:

Şehristânî el-Milel ve'n-Nihal'de diyor ki: «îbâdât, muamelât vesâirede hâdiseler ve vukuat sayılmayacak kadar çoktur. Şu ci­het de malûm ki, her hâdise hakkında bir nas gelmemiştir ve buna imkân da yoktur. Naslar mahduttur. Halbuki hadisler sonsuzdur, sonsuz olan bir şey sonu olanla nasıl tahdit olunur ve bir kaide al­tına alınabilir? öyle olunca içtihad ve kıyasa olan lüzum ve zaruret kendiliğinden meydana çıkar. Hâdiselerin hükmü içtihadla beyan olunmak icabeder.» Hz. Peygamber'in âhirete intikallerinden son­ra Vahy kesilmiş olduğundan Ashab sonu kesilmeyen hâdiseler kar­şısında kaldılar. Ellerinde Allah'u Teâlâ'nın Kitabı ve Resulünün Sünneti var. O yeni hâdisenin hükmünü bulmak için evvelâ Kita­ba baktılar. Eğer sarih bir hüküm bulamadılarsa o zaman Hazret-i Resûl'ün Süneline müracaat ettiler. Hz. Peygamber'in bu gibi hâ­diselerde emsaline ne hüküm verdiğini anlamak hususunda As-hâb-ı Kirâm'ın hafızalarına baş vurdular. Eğer bu hâdise hakkında bir Hadis bulamazlarsa o zaman kıyasa gittiler, re'yleriyle içtihad yaptılar. Hâkim nasıl ki, evvelâ Kanunda sarih bir hüküm arar, kanunun metnine bağlıdır. Kanunda bir hüküm bulamazsa o za­man önündeki dâva hakkında hakkaniyet ve insaf, dairesinde ada­lete uygun gördüğünü tatbik eder.

îşte fukahânm tuttuğu yol budur. Hâdiseyi önce kitap ve sün­nete tatbik ediyorlardı. Onlarda bulamazlarsa o zaman içtihat yo-Iiyle kıyasa gidiyorlardı. Hz. Ömer, Ebû Musa el-Eş'ârî'ye yazdığı mektupta bu noktayı çok güzel anlatıyor ve diyor ki: «Kitapta ve, Sünnette bulunmayanlardan gönlüne yatışmayanları gayet iyi an­la. Benzer mes'eleleri ve misli olanları iyi tanı, ondan sonra işle­ri birbirine mukayese yap.»


82- Ashabın Re'y Île Amelî Kabulü


Ashâb-ı Kiram re'y yoliyle içtihad ve kıyası kabul etmişlerdir. Yalnız onu kabul edip alma miktarı birbirine uymaz. Bir kısmı çok almıştır, diğer bir kısmı daha az almıştır. Hattâ Kitap ve Sünnet'-te bulunmıyan hususlarda re'y ve kıyasa gitmeyip tevakkuf edenler, bii- şey yapmadan duranlar da vardır.

îşin doğrusu ve açıkçası şudur: Ashab-ı Kiram Kitap ve Sün-net'e itimatta ittifak halindedirler. Eğer onlarda bulamazlarsa o zaman meşhur olan Ashabın fukahâsı içtihad ve kıyas yoluna gi­derlerdi. Ashâb'ın bir kısmı. Hadîsi Şerifi Resûl-i Ekrem'den işit­tikleri gibi belki aynen belleyememiştir diye rivayetten çekindik­leri gibi, belki yanılırım korkusiyle kendi re'y ve içtihadiyle fetva vermekten sakınanlar da olurdu. îmrân b. Husayn şöyle derdi : «Eğer istemiş olsam Resûî-i Ekrem'den hiç ara vermeksizin iki gün Hadîs rivayet edebilirim. Fakat beni bu rivayetten alıkoyan şey şudur : Ashâb'dan bir kısım zevat, ben nasıl dinledimse Resûlullah'-tan Hadîs dinlediler. Öyle Hadîsler rivayet ediyorlar ki, dedikleri gibi hiç de değil! Onların karıştırdıkları gibi ben de karıştırmak­tan endişe ediyorum.» Ebû Amr eş-Şeybânî diyor ki : îbn-i Mes*-ûd'un meclisinde oturdum. Öyle sık sık : Peygamberimiz dedi ki, demezdi. Hadîs rivayet ederek : Peygamberimiz buyurdu dedi mi; onu bir titreme alırdı. (Böyle dedi, buna benzer, buna yakın bir-şey dedi) derdi. Abdullah b. Mes'ûd, Resûlullah'ın lisanında yalan söylemektense kendi re'y ve içtihadıyla fetva verip hata etse bile o hatanın mes'uliyetini yüklenmeyi tercih ederdi. Bir mes'ele hakkın­da kendi içtihadiyîe fetva verdiği zaman : «Bu benim re'yimdir, eğer doğru ise Allah'tandır. Eğer hata ise kusur benimdir» derdi. Bir mes'ele hakkında verdiği hüküm ve fetvaya uygun bir Hadîs-i Şerifi Ashabdan biri rivayet ederse bunu duyunca sevinçten uçar­dı. Nasıl ki, mufavvaza mes'elesinde böyle idi. Mufavvaza için mehr-i misille hükmetmişti. Ashabdan bâzıları Resûî-i Ekrem'in de bu mes'elede onun hükmü gibi hüküm verdiğini söylemişlerdi. Buna çok sevinmişti.

Re'y. ve içtihadîariyle hüküm verenleri beğenmiyen ikinci sı­nıf. Kitap ve Sünnet'ten delil olmaksızın Allah'ın dîninde hüküm yürütüyorlar diye kızıyorlardı.

Hakikaten Ashâb-ı Kiram dînî gayret ve vicdanlarından aldık­ları kuvvetle iki şeyi gözönünde tutuyorlardı.

1- Hz. Peygamber'in söylemediği bir şevi yalancılıkla söyle­miş olmak korkusundan, çok Hadîs rivayetinden çekmiyorlardı. Dehlevî Huccetu'l lâhil'l-Bâliga kitabında şunu naklediyor: «Hz. Ömer Ensar'dan bâzı zevatı Küfe'ye gönderiyor. Onlara dedi ki: Siz Kûfe'ye gidiyorsunuz. Onlar Kur'ân okurken sesleri etrafı tu­tan bir cemaattır. Size gelir, Hadîs sorarlarsa Hadîs rivayetini bi­raz az yapın,»

2- Ashâb-ı Kiram, Hz. Peygamber'den menkul bir eser riva­yet olunmıyan hususta re'y ile hükümden çekinirlerdi. Bunda ken­di re'yleriyle birşeyin haram veya helâl edilmiş olması endişesi vardı. Fakat hâdiselerin hükmünü beyân için yapılacak başka iş de yoktu. Onun için Ashabın bâzıları Hz. Peygamber'den Hadîs rivayet ederek esere bağlanmayı tercih ettiler. Bâzıları da Hz. Pey­gamber'den bir eser ve Hadîs rivayet olunmıyan hususlarda kendi re'y ve içtihadîariyle hüküm verme yolunu tuttular. Bununla bera­ber ^ğer re'y ile hüküm verdikten sonra bu hususta bir Hadîs bu­lunduğunu öğrenirlerse derhal o rey'den döner, Hadîsi alırlardı. Ashâbdan birçokları böyle hâdiselerle karşılaşmışlardır. Hz. Ömer de böyle yapmıştır.


83- Tabiînin Görüşleri


Ashâbdan sonra onların talebeleri olan Tabiîn gelmiştir. Onla­rın devrinde de iki şey ortaya çıkmıştır :

1- Müslümanlar birçok fırkalara ve gruplara ayrılmıştır. Aralarında şiddetli ihtilâf fırtınaları esmeğe başlamıştır. Bu ihti­lâfların tesirleri de çok şiddetli olmuş gayet ağır neticeler doğ­muştur. Taraflar karşılıklı birbirlerine küfür, fısk ve isyan dam­gasını basmışlar, birbirlerine kılıç çekmişler, kan bile dökmüşler-, dir. islâm birliği parçalanmıştır. Ümmet: Haricîler, Şia, Ehl-* Sünnet fırkalarına ayrıldı. Manzara çok hazindir. Emevî saltanatım tutanlar ve ona karşı duranlar olduğu gibi ümmetin üzerine çöken bu belâlara -sabırla fitnelere kanşmayıp bir köşede sakin sakin du­ranlar da bulunuyor. Hariciler de aralarında birçok kısımlara bö­lündüler : Ezârıka, İbâziye, Necdât ve daha bir sürü isimler aldılar. Şiâ tfa birbirine uymaz kısımlara bölündü. Hattâ bir kısmı Öy­le kanaatlere saplandılar ki, İslâmiyet dairesini aştılar. Şîâ arasın­da öyleleri vardır ki, Müslümanları ifsat etmek için dıştan İslâm görünmüşlerdir. Maksatları îslâmı esasından sarsmaktı. Böylece kendi milletlerinin eski devİeî ve hâkimiyetlerini tekrar diriltmek, hiç olmazsa en azından kendi hâkimiyetlerine son veren Müslü­manlardan öc almak istiyorlardı.

Bunların bir neticesi olarak ortaya çıkan dîn! müşkiîlerden biri de Hz. Peygamber'in lisanından yalan Hadîs rivayet etmenin çoğalmış olmasıdır. Bu iş samimî îman sahiplerini cidden düşün­dürmeğe başladı. Bu kabil uydurma Hadîsleri önlemek için çare aradılar. Ömer b. Abdüîâziz. Hadîslerin toplanıp yazılmasını dü­şündü. Sahih ve doğru Hadîsleri toplayıp tesbit etmek lâzım geli­yordu.

2- Medine'nin ilmî üstünlüğü azalmağa yüz tutmuştur. Sa* hâbe zamanında bilhassa fıkhî içtihadlarda altın devri sayılan Hz. Ömer devrinde Medine-i Münevvere, Ashabın ulemâsının ve fuka-hâsımn yuvası idi. Medine haricine çıkanlar bile orayla ilmî bağ­lılıklarını devam ettiriyorlar, ortaya çıkan yeni bir mes'ele hak­kında Medine ile fikir müdavelesi yapıyorlar» daima yazışıyorlar­dı. Hz. Ömer'in siyaseti, Kureyş'in ekâbirinin Hicaz toprakların­dan dışarı çıkmasına müsaade etmezdi. Muhacirin ve Ensâr'm ekâ-biri ancak onun müsaadesiyle merkezden ayrılabiliyorlardı. Onla­rın daima gözönünde bulunmalarını isterdi. Hz. Ömer'in vefatın­dan sonra Ashabın ekâbiri diğer memleketlere yayıldılar. Her bi­rinin fıkıhta takip ettiği bir usûlü vardı. Her biri bir çığır açtı, bir ekol kurdu. Sonra Tabiîn devri geldi. Bunlar Medine'de kalan veya oradan ayrılan fukahânın talebeleri demektir. Bunlar bulundukla­rı şehirlerin fukahâsı oldular. Böylelikle bulundukları muhît ica­bı görüş ayrılıkları başladı. Her biri bulunduğu mahallin örf ve âdetlerini nazan itibare alırdı. Her muhitin kendine mahsus mes'e-leîeri vardı. Bundan başka Tabiîmden olan fakîh o muhîte gelen Sahabînin fıkıhtaki metodunu tâbi idi; onun rivayet ettiği Hadîsle­re uyardı. Bu gibi sebeplerle muhtelif fıkıh görüşleri ortaya çıktı. Herbiri Kur'ân-ı Kerîm'den ve Peygamber'in Sünnetinden yardım-îanıp dîne uygun fetva vererek hakkı arıyordu.


84- Ashab-ı Kîrâm'ın İkî Usul Takîbî


Sahabe devrinden bahsederken gördük ki, onlar fıkıhta iki çığır takip ediyordu. Bunlardan birincisinde: Re'y ve içtihad çoktur, rivayet azdır. Fakat sahih bir Hadîs bulunursa içtihaddan sonra yine rivayete dönerlerdi. Yâni rivayet olmayınca içtihada giderdi. İkincisinde : Rivayete çok yer verilir, ondan ayrılmazlar, Allah'ın dînine kendi re'yini karıştırmaktan kaçınmak için rivayet olmıyan hususta fetva vermemeyi tercih ederlerdi. Tabiîn devrine gelince bu iki usûl arasındaki aralık daha genişledi. Her iki taraf kendilerinden önceliklere nisbetle birbirlerinden çok daha uzak-' laştilar. Rivayet yolunu tercih edenler, kendi yollarına daha çok sarıldılar. Ortalığı kaplayan fitnelerden korunmayı ancak bunda gördüler, Sünnete sarılmaktan başka çare bulamadılar. Diğerleri ise baktılar ki, Hz. Peygamber'in lisanından Hadîs uyduran yalan­cılar türedi, yalan hadîsler çoğaldı. İslâm fütuhatının genişleme­siyle Müslüman olan yeni milletlerle yeni fikir temasları başladı. Yeni hâdiselerle karşılaşıldı. Burada gözden kaçmaması gereken diğer bir nokta daha var : Tabiînin ekserisi mevâîîdendi. Onlar es­ki medeniyetlerin sahihleri olan milletlerin mirasçısı idiler. Eski bir kültürleri vardı. Bunu da taşıyorlardı. Böylelikle iki yol ara­sındaki mesafe daha genişledi. Halbuki eskiden bu iki yol birbirine çok yakındı, aralarında yalnız bir çizgi vardı.

İhtilâfın esası Sürmeli delil olarak kabul etme işi değildir. Çünkü onda müttefiktirler. Asıl ihtilâf re'y ve kıyası kabul edip ona göre hüküm verip vermeme hususundadır. Ehl-i Hadîs re'y ve kıyası ancak bir zaruret halinde, rauztar kaldıkları zaman alı­yorlardı. Keza vuku bulmayan hâdiseler hakkında peşin hüküm vermiyorlardı. Anvak vuku bulan hâdiseler için hüküm ve fetva veriyorlardı. Vâki olan mes'eleîeri atlayıp farazi mes'elelere geç­miyorlardı. Ehî-i re'ye gelince mademki Önlerindeki mevzu hak­kında bir hadîs bulamıyorlar, öyleyse önlerine getirilen ve hal bek-

-leyen bu mes'eîe hakkında re'y ve içtihadyoliyîe hüküm vermek lâzımdır. Onlar, hem de yalnız vâki olan mes'eleler hakkında hü­küm çıkarmakla iktifa etmiyorlar, vâki olmamış mes'eîeleri de farz ederek vukuu muhtemel mes'eleler için re'y ve kıyas voliyle peşin hükümler hazırlıyorlardı. Dikkat edilirse görülür ki, Ehl-i Hadîsin ekseri Hicaz'da idi. Çünkü orası Ashâb-ı Kirâm'ın vatanı ve vahiy diyarıdır. Oralarda sakin olup onlarla görüşen tabiîn, çok kıyas ve re'y taraftan olmıyan Ashâbdan ders aldılar. Çok re'y kullanan Sahâbînin talebesi olan da onun re'ylerini rivayet etmek­le iktifa etti, daha ileri geçemedi. Re'y ve kıyascıların çoğu Irak'da yetişti. Çünkü onîar Abdullah îbn-i Mes'ûd'dan ders aldılar. O ise, belki yanılırım endişesiyle, Hz. Peygamber'den Hadîs rivayet et­mekten biraz çekinirdi. Halbuki kendi re'yiyle içtihaddan çekinmezdi. Şayet içtihad yaptığı mevzuda sahih bir Hadîs duyarsa der­hal içtihadından dönüp Hadîsi delil olarak alırdı.

Hadîs râvîlerinin ekserisi Hicaz'da idi. Irak ise felsefe ve es­ki ilimler yatağı idi. Eskİdenberi birçok mektepler kurulmuştu. Bu gibi şeylere alışık olanlar re'y ile içtihad yolunu tutarlar. Bil­hassa orada Hadîs rivayeti için lâzım gelen şartlar da azdı. Bu gi­bi sebeplerle Irak'da rey ve kıyas aldı yürüdü.


85- Tabiin Devrinde İhtilâfın Artması


Tabiîn devrinde rev ve ictihaîn fukahâ ile muhaddis fukafıâ arasında ihtilâf boşluğu genişledi. Tebe-i Tabiîn ve mezheb sahibi olan müctehitler devri gelince aradaki mesafe daha da arttı. Mez­heb sahipleri olan müctehitler devrinin başlarında bu ihtilâflar son derece şiddetli idi. Fakat iki taraf birbiriyle görüşüp mübaha-selere girişince birbirine yaklaşmağa başladılar, karşılıklı fikir teatîsi yaptılar. Hadîs ehli tevakkuf mevkiinden çıkıp bâzı haller­de re'y kıyası almak zorunda kaldılar. Re'y ve ictihadcılar da, Ha­dîslerin tedvîn olduğunu, sıhhat derecelerinin incelenip tesbite başlandığını görünce Hadîse yaklaştılar, re'ylerini Hadîsle teyide başladılar. Fetva verdikleri zaman bilmedikleri bir Hadîsi sonradan duyunca hemen re'y ve içtihadlanndan dönerek Hadîsi kabul et­tiler.

Bu konuyu biraz daha izah edelim. Çünkü bu devir, fıkhın ge­liştiği, islâm hukukunun işlendiği mühim bir devirdir.

Bu asırda Hz. Peygamber namına mevzu Hadîsler uydurma işi durmuş değildi. Çeşitli fırkaların kendi görüşlerini sözle müda­faa etmek için harekete geçmeleri, bu fırkaların kendi görüşlerine göre uydurdukları Hadîslerin şuyûuna, herkesçe duyulmasına, Müslümanlar arasında yayılmasına sebep oldu. Kadı Iyâz bu ya­lancıların bâzısının ismini yererek Peygamber'în lisanından yalan söylemeleri sebeplerini şöyle anlatıyor: «Onlar birkaç türlüdür. Bir kısmı Peygamber'in asla söylemediği sözü uydurur, bunu ya zındıkların yaptığı gibi istihfaf ve dîni küçültmek için yapanlar olduğu gibi, dîne hizmet ve sevap kasdiyle yapanlar da olmuştur. Bâzı cahillerin, fazâile dair, teşvik için Hadîs uydurmaları böyle­dir. Bunu garip şeylere nam kazanmak için yapanlar da olmuştur. Bâzı fasık hadîsciler gibi. Mezheb taassup ve gayretleriyle de Ha­dîs uyduranlar vardır. Bid'atçıların, mezheb mutaassıplarının uy­durdukları hadîsler gibi. Ehl-i hevânın gözüne girmek, yaptıkları­nı doğru göstermek için Hadîs uyduranlar olmuştur. Bu sınıfların her biri Hadîs ulemâsı ve ilmi Rical erbabı nezdinde bellidir. Bun­lardan bâzıları Hadîsin metnini uydurmaz, fakat zayıf olan sened yerine sahih ve meşhur bir sened uydurur. Bâzıları senedleri ters çevirir, senede ilâveler yapar, değiştirir. Bunu başkalarını garip göstermek veya kendinden cehaleti gidermek için yapar. Bâzıları doğrudan yalan söyler. İşitmediğini işittim diye iddia eder, görüş­mediği kimse ile görüşmüş gibi söyler, onlardan Hadîs rivayet eder. Bâzıları Sahabenin sözlerini veya Arapların hikmetli sözleri­ni Arap hükemâsının vecizelerini Peygamber'e nisbet eder.»[1]

Mezheblerin kurulduğu ve içtihad devirlerinde bu yalan dal­gasının kabarması iki şeye sebep olmuştur :

1- Sahih Hadîsleri çürüklerinden ayırmak için muhaddis-ler, Hadîsleri inceleyip doğru rivayetleri ayırmağa koyuldular. Bu­nun için Hadîs rivayetlerini incelemeğe, râvîlerin ahvâlini yakın­dan öğrenip tanımağa başladılar. Doğruyu, doğru olmıyandan se­çip ayırdılar. Doğru olan râvîleri de doğruluk derecelerine göre sı­raladılar, sadâkat mertebelerine ayırdılar. Hadîsleri incelediler. Yalnız senedleri değil, metin tenkidi de yaptılar. Onları dînen biz-zarura maruf olan şeylerle, doğruluğundan şüphe edilmeyen meş­hur Hadîslerle ve Kur'ân-ı Kerîmle mukayese edip karşılaştırdı­lar. Onlara muvafık olanları kabul ettiler. Uyrmyanlan bir yana bıraktılar. Sonra büyük imamlar sahih Hadîsleri toplayıp yazmağa başladılar. îmâm Mâlik Muvaîta'ı yazdı. Süfyân b. Uyeyne el-Ce-vâmi' fi's-Sünen ve l'-Âdâb'mı topladı. Süfyân-ı Sevrî fıkıh ve Ha­dîse dair el-Câmiü'1-Kebîr'ini telif etti.

2- Ehl-i re'y rukahâsı, mevzu Hadîslerin çokluğundan yala­na düşmek korkusuyla re'y ve kıyas yoluyla fetva vermeyi çoğal­tılar. Kıyasçılık çoğaldı.


86 - Irak Re'y Yatağıdır


Irak, geçen asırlarda olduğu gibi hâlâ re'y ve kıyas merkezi olmakta devam ediyordu. Çünkü orada yetişen fukahâ, re'y ve iç-tihadla meşgul olan Tabiîn ve Tebe-i Tabiîn fukahâsmdan ders al­mışlardı. Şâh VeliyyuIIah Dehlevî, Huccetu'l-Lahi'l-Bâliga kitabında Ehl-i Hadîsi zikrettikten sonra diyor ki:

«imam Mâlik ve Süfyân-ı Sevrî zamanında onların yanısıra diğer bir zümre vardı ki, mes'ele hallinden korkmuyorlar, fetva vermekten çekinmiyorlardı. Onlar, din binası fıkıh üzerine kurul­muştur, fıkhı neşretmek lâzımdır, derlerdi. Hz. Peygamber'in Ha­dîslerini rivayetten ise çekinirlerdi, bir yanlışlığa düşmekten endi­şe ederlerdi. Hattâ Şa'bî şöyle demiştir: «Peygamber'den gayrisi­ne sözü isnad etmek bize daha kolay!» İbrahim Nahaî de şöyle de­di: «Abdullah şöyle dedi, Alkame böyle dedi demeği biz daha se­veriz.» Hadîs ehlinin seçtiği usul üzerine fıkıh mes'eleleri çıkarmak için onların ellerinde Hadîsler yoktu. Diğer yerlerdeki ulemânın ak-vâline bakmağa, onları toplayıp incelemeğe gönülleri yatışmıyor­du, kendilerini bundan müstağni görüyorlardı. Kendi imamları tahkîkin en yüksek derecesinde bulunduğuna inançları vardı. Kalbleri kendi adamlarına çok bağlıydı. Alkame bunu şu sözlerle ifade eder: «Onlarda Abdullah b. Mes'ud'dan daha sağlam bir su­rette araştıran birisi var mıdır?» Ebû Hanîfe de şöyle demiştir: «Jtbrahim, Sâlim'den daha fakîhtir. Eğer Sahâbelîk fazileti olma­sa Alkame, Ibn-i Ömer'den daha fakîhtir bile derdim.» Onlar, hâ­iz nMukîarı fetânet, hads ve zihnin sür'at-ı intikali sayesinde arka­daşlarının kavilleri ve usulleri üzerine mes'elelerin cevabını çı­karmağa kadir oluyorlardı. Herkes yaratılış kabiliyetine göre ko­layca iş görür. Her taife kendi nezdinde olanla ferahlanır. Onlar da tahric kaidelerine göre fıkhı hazırladılar.»

Görülüyor ki. Şah Velivyullah Dehlevî'ye göre ehl-i re'y ve iç­tihadın Irak halkı arasında yetişmesine sebep, onların fetvanın lü­zumuna kail olarak mes'elelerden ve cevaplarından yılmamalan-dır. Keza ilm-i fıkıh, dînin binası olduğuna inanıyorlar. Resûlullah'-tan Hadîs rivayetinden korkuyorlar, diğer yerler ulemâsının ak-vâlini almıyorlar, kendi üstadlanna şiddetle taraftar olup bağla­nıyorlar ve onlann kavillerine göre mes'eîeleri hallediyorlar.


87- Bîrleştiklerî Ve Ayrıldıkları Nokta


Iraklıların daha fazla re'ye. Hicazlıların ve Şamlıların daha fazla Hadîse bağlanmalarına sebep ne olursa olsun, biz yukarıda işaret ettiğimiz veçhile, burada tekrar söyliyelim ki: Ehl-i re'y ile Ehl-i Hadîs Kitap ve sahih Sünneti alma hususunda ittifak üzere­dirler. Bundan sonra ayrıldıkları cihet şudur: Ehl-i Hadîs re'y ve kıyastan çekinirler, Resulûllah'tan rivayetten çekinmezler. Hak­kında Hadîs olmıyan bir hususta re'yi kabule mecbur olurlar. Ehi-i re'y ise ekseriyetle Hadîs rivayetinden çekinirler, fetva vermekten çekinmezler, onun mes'uliyetini üzerlerine alırlar. Fetva verdikten sonra o hususta sahîh bir Hadîs bulurlarsa re'yîerinden dönerler, Hadîsi alırlar. Buna dair haberler pek çoktur.

Yine usûl farkından olarak ehl-i re'y zayıf Hadîsleri kabul et­mezler. Ehl-i Hadîs ise mevzu olduğuna delil bulunmadıkça, onla­rı kabul ederler. Bu devirde ehl-i Hadîsin imamı olan îmam Mâ­lik Munkati', Mürsel, mevkuf olan Hadîsleri ve Medine halkının amelini delil olarak kabul ederdi. Ancak bunlardan biri bulunmazsa sa o zaman re'y ve kıyasa giderdi.[2]

Ibnü'I-Kayyim, Î'lâm'ul-Muvakkiîn'de diyor ki, îmam Mâlik Mürsel, Munkat'ı Hadîsleri ve belagatı (bana ulaştı diye rivayet olu­nanları) ve Sahabe kavillerini kıyasa tercih eder.»[3]


88- Hadîsi Delîl Tutmıyanlar


Çeşitli fikirlerin çalkalandığı bu asırda Hadislerin «ıbulü etra­fında kurcalanan mes'eleler böyle İdi. Bu hususta birbirleriyle çar­pışan görüşler vardı. Bir taife Hadîsi delil olarak alnii; ordu. Çünkü onun Peygamber'e nisbetinden şüphesi vardı. Bir kısmı ise Kur'ân'ı anlamak hususunda Hadîsten faydalanıyor, fakat onu ahkâmda iti­bar etmiyorlar, hüküm hususunda delil tutmuyorlardı. Bu iki taife de târih sah ifeler in den silinmiştir. Diğer iki taife İse devam etmiş­tir. Bunlardan biri re'y ve kıyası çok kullanıyor ve ancak zayıf olmıyan Hadîsleri kabul ediyor, senedinde şüphe etmiyor. Ehl-i Hadîs ise her nevi Hadîsi kabul ediyor. İmam Şâî'ye gelinceye kadar bu iki bölük arasındaki boşluk çok derindi.


89- Ebü Hanîfe Devrinde Sünnet Ve Re'yin Yaklaşması


Ebû Hanîfe'nin asrında bu iki zümre birbirine yaklaşmağa baş­lamıştı. Çünkü iki taraf ders almak, müzakere yapmak, münakaşa ve münazarada bulunmak için bir arada toplanmağa, bir yere gel­meğe başlamışlardı. Birbiriyle görüşmeler ve buluşmalar onları yekdiğerine yaklaştırıyordu. Zaten bunların ekserisi din şulesini parlatmak emelinde idi. Bu arzularında samimî idiler. İlimlerin ted­vini başlayınca her iki taraf da birbirlerinin eserlerini okumağa başladılar. Birbirlerinin görüşlerini yakından tanıdılar. Ardı arasş kesilmeyen hâdiselerin çokluğu, Hadis ehlinin re'y ve kıyası kabul etmek zorunda bıraktı. Sahih Hadîslerin toplanıp seçilmesi, onları tanıma işinin kolaylaşması, re'y ve kıyascılarm Ashabın Hz. Pey-gamber'den rivayet ettikleri Hadîslerin ekserisine kolayca muttali olmak imkânını bulması, muhtelif diyarlardaki halkın rivayet ettik­leri Hadîsleri öğrenme hususundaki kolaylıklar. Bütün bunlar saye­sinde ehl-i re'y denen kıyascıîarın elinde büyük miktarda Hadîs top­landı. Bu sebeple onlar da Hadîsleri tanıyınca Hadîs ehline yaklaş-

Ebû Hanîfe'nin talebelerinden ve ehl-i re'y fukahâsmdan olan îmam Ebû Yûsuf Hadîs Öğrenmeğe koyuluyor, Hadîs ezberliyor, re'y ve içtihadlarına Hadîsten şahit getiriyor, önce kail olduğu bir re'y ve içtihadı Hadîse mugayir çıkarsa ondan dönüyor, Hadîse uy­gun bir görüş ortaya atıyordu. îbn-i Cerîr Taberi onun hakkında diyor ki: «O, Hadîs ezberlemekle mâruftu. Muhaddisin dersine ge­lir, elli, altmış Hadîs ezberler, sonra kalkar, onları halka ezberin­den yazdırırdı.» Ebû Hanîfe'nin ikinci şakirdi ve arkadaşı olan îmam Muhammed Hadîs öğrenmeye başlıyor. Sevri'den Hadîs öğ­reniyor sonra üç sene İmam Mâlik'in dersine devam ediyor ye on­dan Hadîs alıyor. Böylece ehl-i re'y ile ehl-i Hadîs arasındaki açık­lığın daraldığını, birbirlerine yaklaştığını görüyoruz.

Bundan sonra İmam Şafiî devri gelince, o ehl-i re'y ile ehl-i Hadîs arasında birleşme halkasını teşkil eder. Ehl-i Hadîs mesle­ğini aynen almadı ve onların yalan olduğuna delil getirmedikçe her Hadîsi kabul etmelerini benimsedi. Ehl-i re'yin mesleğini de aynen almadı. Re'y ve kıyas dairesini onlar gibi çok geniş tutmadı. İçtihad kaidelerini bir kayd ve usûl altına aîdi. Yolunu biraz daralttı; aynı zamanda içtihadı kolaylaştırdı, herkesin boğazın­dan geçecek bir hâle getirdi. Şah Velîyyullah Dehlevî, Huccetu'lla-hi' Bâliga'da İmam Şafiî hakkında şöyle diyor:

«Şafiî, Hanefî ve Mâliki mezheblerinin kuruluşlarının başla­rında yetişti. Her iki mezhebin usûl ve füruunun tertibi ile teşek­külünü gördü. Kendinden öncekilerin yaptıklarına şöyle bir bak­tı. Öyle bâzı şeyler gördü ki, işte bunlar onu, onların yolunda koş­maktan dizginlemiştir, o yolda yürümekten alıkoymuştur.»

îmanı Şafiî'nin nelere bağlandığını, onu nelerin dizginlediğini izah etmenin yeri, onun fıkhından bahseden eserdir.


90- Re'yîm Hakikati, Kıyas


Re'y ve kıyascı fukahâ ile Hadîs fukahâsi arasındaki ihtilâf­ları kısaca anlatmış bulunuyoruz. Fakat etrafında söz ve münaka­şa cereyan eden re'y, hangi re'y idi. Aralarındaki müşterek illet dolayısiyle hakkında nas olan bir hâdisenin hükmünü, hakkında nas bulunmayan bîr hâdiseyi veren fıkıh kıyası mıdır? Sahabe ve Tabiîn devirlerinde re'y kelimesinin mânâsım" inceleyenler bunun daha geniş mânâda kullanılmış olduğunu görürler.

Bu yalnız kıyasa münhasır değildir. Kıyasa da, kıyastan başka­sına da şâmildir. Bir mezhebîerin başlangıcına, teşekkülleri zama­nına kadar inersek orada da ayni şeyi buluruz. Bu kelime umumî mânâda kullanılmıştır. Hezheblerin ortalarına doğru geldikçe, her mezhebin kabulüne cevaz verdiği re'yi, başka başka tefsir ettikle­rine şahit oluyoruz.

îbn-i Kayyım, Sahabeden ve Tabiînden naklolunan re'yi şöyle açıklar: «Türlü emarelerin tearuzu hâlinde doğru olanı bulmak için fikir ve teemmül voliyi*- araştırdıktan sonra kalbin gördüğü, karar, kıldığı şeydi.»

Hakikaten Sahabe ve Tabiînin ve onların raesleğince gidenle­rin fetvalarına bakan kimse görür ki, re'y kelimesinin mânâsı, nas bulunmadığı hususlarda fakının vermiş olduğu fetvaya şâmil bu­lunmaktadır.Bu fetvasında, fakih, dînin ahkâmiyle bağdaşacak bir hükme dayanır,, veyahut da hakkında nas bulunan bir hükme

benzediğinden, ikişer zeri birbirine ilhak eder. Bu itibarla re'y: kı­yasa, istihsâna,[4] mesâlih-i mürseleye ve Örfe şâmil sayılır.

Ebû Hanîfe ile arkadaşları kıyası, istihsânı ve örfü alırlardı. Mâîik'in arkadaşları istihsânı ve mesâlih-i mürseleyi ahrlardı. Bu mezheb mesâlih-i mürseleyi almakla meşhurdur. Onun için muh­telif asırlarda halkın ihtiyaç ve ahvaline uygun gelmiştir. Halbuki o, az kıyas yapan bir mezhebtir, onu çok almaz. Bu açığı mesâlih-i mürsele ile kapati-. Mâlikiyye mezhebi istihsâna da geniş yer ve­rir* Hattâ fmam Mâlik: «îstihsam ilmin onda dokuzudur» demiş­tir. Fakat bunların hepsi, nas, Sahabe fetvası ve Medine halkı ame­li bulunmadığı zaman onca muteberdir.

İmam Şafiî'ye gelince; itimat olunur bîr nas yokken ahkâm için mürsel istidlali cari buldu. Fakat hüküm verme hususunda bu çığın alelıtlak muvafık görmedi. Şeriatta mücerred re'y yoktur.

Ancak hükmü mahsus olnııyan bir emir, hükmü nasla bildirilen bir emre ilhak olunmak yoliyîe olursa makbuldür. Bu halde, re'y netice bakımından nassa hamletmektir, şeriatta, bid'at demek de­ğildir. Fakat hükmü nasla bildirilen bir emir illetine istinat ettir­meksizin mutlak olarak istidlal yapmak ve ahkâmı mutlak surette ta'lil etmek, işte şeriatta bid'at olan budur. Bunun içindir ki, Şa­fiî kıyas İçin kaideler ve Ölçüler koymuştur. Onu müdafaa etmiş ve kuvvetlendirmiştir. Hattâ kıyas kaideleri yazmakta ve isbat et­mekte Hanefîyye'den bile üstündür. Onun için Râzî şöyle demiş­tir: Şayanı hayret olan cihet şudur ki, Ebû Hanîfe'nin dayanağı kı­yas idi. Düşmanları çok kıyas yapıyor diye onu zemmediyorlardı. Halbuki Ebû Hanîfe'nin kıyasını isbata dair bir yaprak olsun yazı yazdığı ne ondan ne de ashabından biri tarafından naklolunmuş değildir. Takrirlerinde bu hususta delil şöyle dursun, bir işaret bi­le zikrettiğini söyleyen yok. Kıyası inkâr eden düşmanlarının de-Kilerine cevap verdiği de söylenmiyor. Bu mes'elede ilk konuşan ve deliller getirip isbat eden îmam Şafiî olmuştur.»
--------------------------------------------------------------------------------
[1] Bu bahis için bak: Muhammed Hudarî, Tarihu, Teşrîi'I İslâmi, S. 82.

[2] Burada bir noktayı açıklamak lâzım geliyor, tmam Mâhk w hâ-disci fukaha re'y ve kıyastan kaçınmalarına rağmen ttm-i Kayyim ve baş­kalarının dediği gibi, Kur'ân veya dıger bir Hâdise veyahut da Külli olan bir asla muhalefetinden dolayı, bâzı tıadislerl reddederlerdi şâtıbî Muvâ-fakat'mda bu mevzua güzel bir fasıl ayırmıştır Orada diyor ki" Hz Alşe, İbn-i Abbas, Ömer b. Hattab gibi müctehidler güçlüğü giderme kaidesi gibi İslâm asıllarından bir külli kaideye mtmalefetinden dolayı bâzı Ha­dîsleri reddetmişlerdir. Çünkü boyla bir asla muhalif olmaları, bunların Peygamber'e nisbetinin doğru olmadığını söylemeğe onlarca bir sebep sa­yılırdı, îmam Mâlik de bu asla itimad etmiştir Rivayet olunan Hadîs, eğer Kur'ân'a veya katî olan Sünnete veyahut umumî bir asla muhalif ise onu reddederdi. Meselâ köpeğin yaladığı bir kabı yedi defa yısamak hakkında İmam Mâiik'in dediklerine .bakın Hadîs var. fakat hakikati bilinmiyor, diyor ve bu Hadîsi zayıf buluyor Köpeğin tuttuğu av yeniyor ağzınnı suyu neden kerih görülüyor? diyor Satışta meclis muhayyerliği hakkındaki Hadise dair sözü de bu asla dayanır O Hadîsi zikrettikten sonra şöyle diyor: «Bizim indimizde bunun maruf bir haddi belli di-gil bu hususta amel olunacak bir emir de yok». Yânı meclisin müddeti meçhul­dür. Eğer birisi meçhul bir müddet için muhayyerlik şart fcnşsa bu ıcmâen batı Mır. Şerân şart olması caiz oîmıyan bir hüküm şer'an nasıl katidir O, bu zannî Hadîse muarızdır... Zannî olan kafiye kargı duramaz Yine Mâlik: «Bir kimse, üzerinde tutacak oruç borcu ularafc ilürse ondan Ötürü oğlu oruç tutar.» Hadîsini nazarı ltibare almadı «Babanın borcu olsa onu ödemez miydin? Hadîsini delil tutmalı. Çünkü bu «Hiç kimse baş­kasının yükünü taşımaz, insan için çalıştığından b^şka bir şey yoktur», âyetleriyle bildirilen külli kaideye muhaliftir. Sedd-ı 'ierayl aslına daya­narak. Hadîsin şöhretine rağmen Şevvalden alt) gün oruç tutmayı neh-yetti. Kur'ân-ı Kerim'in: «Sizleri emziren analartrnz.> asıma istinaden 'rı­zada (emzirmede) ne beş, ne de on emzirmeyi itibare f-lmadı Mâliki mez­hebinde bunun emsali çoktur.

Umumî asılara muhalif oları Hadîsleri İmam MâHfe ûe reddPdlv.r Sâ-tıbî bunu söyle tahlil ediyor: «Zira asıllar kafidir, h.aber-i vâhid ise zanıdir.Şatıbi umumî asıllara muhalif olan haber-ı âhıdi alıp almama hususunda imamların İhtilâflarını naklederek şöyle diyor: İbn-ı Arabı di­yor ki, haber-i vâhid, şeriatın kaidelerinden bir asla muhalif olursa onunla amel caiz midir? İmam Şafiî caiz olur diyor îmam .Malik bu mes'elede tereddüt etmiştir. Onun meşhur kavline göre: Eğer bu Hadîsi diğer bir kaide takviye ve teyit_ederse,_o zaman caiz olur Yalnız oaşına Hadîsi terkeder.» Burada köpeğin*'yaladığı kabın terr izlenmesi hakkında Mâlik'in görüşünü anlattıktan sonra devam ederek diyor ki:

«Çünkü bu hadîs iki büyük asla muhalif düşüyor. Dirisi: aOniantı tuttukları avları yeyiniz!» âyet-i kerlmesidir. İkincisi de: İllet-i taharet. temizlik sebebi diri olmaktır. Diri olan temizdir. Köpek ise diridir. Araya Hadisi rîbâ kaidesiyle çarpışsa da onu örf kaidesi teyid etmektedir... Irak ehli Musarrat (2) Hadisini reddettiler. Asıllara , muhalif gördüğü İçin İmam Mâlik'in kavli de Öyledir. O da reddeder. Çünkü bu tazminat kaidesine aykırıdır. Zira bir şeyi telef eden onu ya misliyle, veyahut da kiymetiyle öder. Başka cinsten olan bir yiyecek ile, başka bir şeyle öde­mez (bk. Şâtıbî Muvafakat, c. III, s. 10 ve devam, Dimaşkî tsbı).

1) Arâyâ Hadîsinden maksat şudur, Zeyd b. Sâbit'ten rivayet olu­nuyor. Peygamberimiz kuru hurmaların, ağaç üzerindeki hurmalarla mü­badelesine cevaz vermiştir. Bunların miktarı tahmin ile tayin olunur. Tahminde miktar az-çok farklı olacağından bu alış verişte ribâ şüphesi va/dır. Birisi diğerinden fazla, noksan olabilir. Fazlalık ribâsi var demek­tir, akat Peygamberimiz güçlüğü kaldırmak için buna ruhsat vermiştir. Çünkü bir ailede fazla miktarda kuru hurma bulunur, fakat taze yaş hur­ma yoktur. Değişmek ister. Bu hususta Örf câridir. Buna müsaade vardır. Bu, aslında bir nevi atiyye sayılır, birbirlerine ihsanda bulunmuş olurlar.

2) Musarraf Hadisine gelince, Ebû Hüreyre'den rivayet olunan Ha­distir. Daveler ve koyunlar satılacakları zaman sütlü görünsünler diye on­ları sağmıyarak yelinlerine sütü toplamaktır. Böyle bir hayvan satın alan kimse onu sağdıktan sonra az sütli olduğunu gördüğü zaman muhayyer­dir, isterse hayvanı ge-ri çevirir ve sağdığı süt İçin mal sahibine bir sa'hür-ma verir. Bu hadîsin rnuktazasmı fukahanın çoğu reddetmişlerdir ve Ha­dîsi zayıf bulmuşlardır.

Bu misâllerden çıkan netice şudur: Hadis fukahası da kendilerince doğru olan bir İslâmî asla muhalif buldukları bâzı Hadisleri reddediyorlar ve onları zayıflıyorlardı. îmam Mâlik Hadisleri, Münkati Hadisleri, kabul etmekle beraber, Kitap ve Sünnetten malûm bir kaideye muhalif olan Hadisleri almıyor. Ancak bir kaide bulunmıyaa yerde Hadisi alıp onu re'y ve kıyasa üstün tutuyor.

[3] Ibn-i Kayyim, İ'lâmul - Muvakklîn, e. I, s. 2.

[4] Hanefiyye fukahasindan olan Ebû Hasan Kerhi' tstlhsan şöyle tarif eder: «Emsaline vermiş olduğu hükmü isbat eden birinci delilden ay­rılmasını icabeden daha kuvvetli bir delil sebebiyle, müctehidin o benzer­lerine vermiş olduğu hükmü, buna da vermekten vazgeçmesidir.) Bâzı fu-kahanın, kısaca: «İstihsan gizli kıyastır» demeleri de bu tarife girer. Mâliki mezhebi İstihsânı şöyle tarif eder: «Külli bir delil mukabelesinde cüz'i mas­lahatı almaktır.> Maksat, mutlak surette maslahat değildir. Belki istidlal tarafını daha kuvvetli kılan maslahattır. Bu tarif İbn-i El-Arabi'nİn Ah-kâmü'l Kur'an'daki «İstihsan İki delilden en kuvvetli olamyle ameldir» tarzındaki sözüne de uygundur. Mâlikiyye'nin bu tarihi Hanefiyye'nin ta­rifine yaklaşmaktadır, şâtıbi Muvâfakatta diyor ki: »îstihsânm iktizası, mürsel İstidlali kıyasta takdim etmektir, çünkü istihsan yapan kimse mü­cerred zevkine ve arzusuna müracaat etmiyor, bu gibi mes'eleleıin emsa­linde şâriin maksadı ne olduğu hakkındaki bilgisine müracaat ediyor, şe­riatın ruhuna bakıyor. Meselâ bir mes'elede kıyas öyle bir hükmü icabeder ki, bu başka bir cihetten ya da bir maslahatın fevtine, veyahut da bir fe­sadın celbine sebep olacak mahiyettedir. İşte böyle olan kıyas istihsanla bırakılır.»

Mesâlİhı mürsele, aklın kabul ile aldığı maslahaüer, faidelerdir. Şeri­atın asıllarından birisi onun igasıni veya itibar edilmesini, göstermemiştir. Şeriatın İlgisini gösterdiği şey ise, bu münasip vasfından dolayı ittifakan makbuldür ve bu kıyas içine girer.

îstihsan ile Mesâlih-i mürpele, Mâlikiyye nazarında mânaca birbirine yakındır. Bakr-ana, onlar Mesâlih-i mürseleyi, külli bir delil mukabelesinde cüz'İ maslahatı almaktır, diye tarif ediyorlar. Buna göre : istihsan, Mâlikiy-ye'ye göre mesâlih-i mürseleye çok yaklaşıyor. Aralarında ince bir fark kalı­yor. Belki de İmam Mâlikten naklolunan şu: «İstihsâli, ilmin onda doku­zudur» sözünden murad mesâlih-i mürseldir.

Bizce onlar, birini kabul edip diğerlerini reddeden Hanefiyye görüsüne göre başka başka şeylerdir. Fakat Mâlikiyye nazarında birbirine yakındır­lar, aradaki farkı, İnşallah yerinde beyan edeceğiz.

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...