27 Mart 2014

DÖNMELİK




DÖNMELİK

Yahudilerin Osmanlı Devleti'nin esas unsuru Türkler ile hakimiyet yarışına girmeleri dönmeler ile başlar.
Bu dönem masonlar'dan önceye dayanır ve Sabatay Sevi (sabbatay levi) adlı ruh hastası bir Yahudinin başının altından çıkmıştır.
Akıllara durgunluk verecek kadar süratle gelişen ve insanı hayretten hayrete düşürecek kadar karmaşık olan Sabatay Sevi olayı, sadece Türkiye Yahudilerini etkilemekle kalmamış, hemen bütün dünya Yahudilerini tesirine almıştır.
Hadise Sabatay Sevi'nin mesihliğini ilân etmesi ile başlamış, Yahudi cemaatinin önemli bir kısmını peşine takmasıyla doruğa çıkmıştır...
Her nekadar olay, Sabatay Sevi'nin Müslümanlığı kabul edip yandaşlarını da İslam'a çağırmasıyla sona ermiş gibi görünürse de, Türkiye'de hâlâ varlığını sürdüren bir dönme topluluğunun ortaya çıkması açısından büyük önem taşır.
Burada bir kaç kelimenin tam mânâsını vermek yerinde olacaktır.

- Muhtedi: başka bir dinde iken, samimi olarak Müslümanlığı kabul eden kişi... İhtida, hidayet, yani tanrı'nın yardımına mazhar olarak hakikate erme anlamına gelir.
- Mürted: Müslüman iken İslam'dan çıkıp başka din kabul eden kişi... İrtidad'dan gelir... Tard kelimesiyle bağlıdır... Yani aslında lâyık olmadığı için dinden çıkarılmış demektir.
- Münafık: Müslüman görünmesine rağmen başka bir din taşıyan, içi başka, dışı başka kişi... Dönme tabiri en çok buna uymaktadır.

- Mütedeyyin: İslam'dan başka bir dine samimi olarak bağlı kişi... Aslında dindar anlamına gelir... Bazen yanlışlıkla Müslümanlar için de kullanılır.
YAHUDİLER VE MESİHLER
Yahudilerdeki mesih beklentisi daima onların başına belâ olmuştur. Hz. İsa, Hz Muhammed gibi gerçek peygamber ve kurtarıcıları hep reddetmişler, ama sahte mesihlerin peşine takılmaktan kendilerini alıkoyamamışlardır.
M.S. 400 yıllarında giritli Moşe diye bilinen biri mesihlik iddiasıyla ortaya çıkmıştır. Yahudilere onlara arz-ı mevud'a götüreceğini vaadetti. Onların artık paraya mala ihtiyacı olmıyacağını söyleyip ellerinden her şeylerini aldı. Sonra belirli günlerde onları parti parti bir buruna getirip denize atlamaları istedi. Sözde yüzüp karşıda arz-ı mevud'a ulaşacaklardı... Bunlardan çoğu öldü... Bir kısmı denizciler tarafından kurtarıldı, ama açıkgöz moşe'yi bulmak mümkün olmadı!.. Topladıklarıyla sıvışıp gitmişti!..
Sonra Halife Yezid zamanında serene diye biri ortaya çıktı. O da Yahudilere devlet vaad ederek etrafına epey adam topladı. Ancak halife kendisini yakalatıp sorguya çekince, bunu Yahudilerle alay etmek için yaptığını söyledi!..
1146-1160 yılları arasında iran Yahudileri arasında Menahem Ben Solomon diye biri çıkıp mesih olduğunu iddia etti. Tam o günlerde haçlılar Kudüs'te bir krallık kurmuşlardı. Taraftarları ile amediye kalesine saldırıp orasını kendisine merkez yapmak istedi. Ancak yenildi ve öldürüldü!
Hemen arkasından iki açıkgöz çıkıp Yahudilere henüz her şeyin bitmediğini, kendilerini kutsal topraklara götüreceklerini vaad ettiler... Bunlar kandırabildiklerinin mal ve mülkünü sattırdılar. Paraya çevirdiler. Sonra o kişilere yeşil elbiseler giydirip karanlık bir gecede surlardan "kurtuluş" atlamalarını söylediler. Onlar da atladı... Yahudiler arasında o yıl "amut tayyaran" olarak anılır... Yani kuş gibi uçmaya çalışanlar yılı!..

Daha niceleri vardır... Ama bunların en dikkat çekeni Sabatay Sevi'dir. (kaynak: dönmeler ve dönmelik tarihi, dr. Abdurrahman küçük)
Sabatay Sevi 1626'da İzmir'de doğdu... Gençliği Avrupa'da 30 yıl din savaşlarına (1618-1648) denk gelir ki, bu savaşlar mason Frederik'in Bohemya kralı olması ile başlamıştı.
Babası Türklerin "kara menteş" diye bildikleri mora'dan gelme Mordehey levi adındaki Yahudi idi... Sabatay'ı isak d'alba adlı hahamın yanına verdiler... Dini bilgisi bu suretle gelişti... 15-16 yaşında Yahudi tasavvufu diyebileceğimiz Kabbala'yı inceledi...
Kabbala aynı zamanda bir nev'i Tevrat hurufiliğidir... Yani Yahudi alfabesinin her harfine bir rakam vererek kelimelerden mânâ çıkarma sanatıdır.
Çok zeki olan Sabatay, Kabbala'ya göre, Sabatay Sevi adının 814 rakamı ile "kaadir" anlamına geldiğini gördü... Ve bundan yararlanmak istedi!.
Yahudi inanışına ve Kabbala'ya göre 1648'de mesih'in zuhur edeceği söyleniyordu... Sevi işte bu mesihin kendisi olduğunu söyledi!.. O tarihte 22 yaşındaydı... Tabii kimse inanmadı...
Ama sevi yılmadı.. İstanbul'a Selanik'e gitti... Ailesinin, kendisini bu sevdadan vazgeçirmek için 3 defa evlendirmesine rağmen, sevi ermişlik iddiasından kızlara yaklaşmadı...
Bu arada hıristiyanların da 1666'da bir mesih beklediğini öğrendi ve talihini bir de o tarihte denemek istedi... Hazırlıklara başladı. Mısır'a, Kudüs'e gitti...
O sırada osmanlı toprağına pek çok polonya Yahudisi göçmüş, bunların bir kısmı da Kudüs'e gelmişti... Sefil ve perişan haldeki bu insanlar manevi bir güç arayışı içindeydiler...
Sabatay Sevi'nin mesihlik iddiası pek taraftar bulmamasına rağmen, dilden dile yayılıyor, bir uçtan bir uca Yahudilerin yaşadığı her yere ulaşıyordu...
Sabatay Sevi bu arada bir fırsatı değerlendirerek, Kudüs Yahudilerine yardım toplamak için kahire'ye gitti... Ve oldukça yüklü bir yardımla döndü.
Bu arada polonya'daki karışıklıklar sırasında anne ve babasını kaybetmiş sara adlı fettan bir kızın kulağına sevi'nin mesihliği dedikodusu çalındı... Kız da bundan yararlanmak isteyerek bir rüya uydurdu... Güya kendisine gaipten bir nur görünmüş ve 1666 yılında ortaya çıkacak Sabatay Sevi adlı mesih ile evleneceği müjdelenmişti... Bu rüya da ağızdan ağıza yayıldı ve Sevi'nin kulağına kadar geldi.

Nihayet ikisi kahire'de Sevi'nin dostu Sarraf Rafael Jozef'in evinde evlenerek kehanetin(!) Gerçekleşmesini sağladılar... Bu olay, zaten yakışıklılığı, hakim görünüşü ile gittikçe daha etkili olmaya başlayan Sevi'nin şöhretini arttırdı.
SABATAY SEVİ'NİN PEYGAMBERLİK İDDİASI VE BAŞINA GELENLER
Sevi'nin en büyük yardımcısı ise 20 yaşlarında iken tanıştığı Gazze'li Nathan adlı Yahudi idi... O da din konularında bilgili idi, ama bir başka özelliği daha vardı... Beş parası yokken Gazze'nin sayılı zenginlerinden Samuel Lisbona'nın kör ve topal kızıyla evlenmeye razı olmuş, bu suretle hayal bile edemeyeceği bir servete kavuşmuştu...
Bu kurnaz ve zengin Yahudi, bir gün Sevi'ye yine uydurma bir rüya naklederek "bir nurun Sabatay'ın Mesih olduğunu söylediğini" ve buna inandığını belirtti... Ancak ufak bir şartı vardı (!), Sevi de Nathan'ın peygamber (Kahin) olduğunu kabul edecek ve açıklayacaktı!... Böylece Nathan'ın serveti de hizmetlerinde olacaktı!..
Sabatay Sevi bu fırsatı hiç kaçırmadı.
Böylece, bozacının şahidi şıracı, ikisi birbirini tanıyıp mesih ve peygamber ilan ettiler... Ve Kudüs'ten fazla bir tepki görmemek için Sevi'nin İzmir'e dönmesine karar verdiler... Sevi önce halep'e uğradı ve beklemediği bir ilgi gördü... Sahte mesih sabatay 1667 yılının eylül ayında adeta kaçmak zorunda kaldığı İzmir'e döndü... Hahamların tepkisini çekmemek için bir bayram gününü bekledi ve o gün halka mesih olduğunu tekrarladı...
Gördüğü ilgi üzerine sinagog sus-pus oldu... Bir süre sonra İzmir kadısı'nı ziyaret etti. Türkçesi bozuk olduğu için ağabeyi tercümanlık yaptı... Gayrımüslimlerin işlerine karışmamayı gelenek haline getirmiş olan Osmanlı devlet memurları gibi, kadı da olup bitenden haberdardı ama, Sevi'yi dinlemekle ve ziyaretinin sebebini sormakla yetindi. Sevi bocaladı ve sultan'ın aleyhinde bulunan üç Yahudiyi ihbar etmek için geldiğini söyledi!..
Bu ziyaret dahi şöhretini arttırdı... Almanya'dan, adalar'dan, polonya'dan bile Yahudiler gelip kendisini ziyaret etmeye başladılar. Sevi bu arada üç nikahlı karısına el sürmemesinin acısını çıkartarak, gelen Yahudi dilberlerinden, "mesh etmek" bahanesiyle, nasibini almaktan geri kalmadı1.. Karısı sara ise bunlara göz yummasının doğru olacağını sezmişti... O da gönlünü başka erkeklerle eğlemeye devam etti.
Osmanlı'nın müsamahası Sevi'nin hırsını arttırdı... Bir gün bütün Yahudilerin kralı olarak taç giydi!.. Ardından beyannameler yayınlayıp dünyayı 38 krallığa ayırdığını, her birinin başına da yakınlarından birini tayin ettiğini duyurdu!.. İzmirli Türkler ise bu olaylara bıyık altından gülmekle yetiniyorlar, yetkililer ise hala seslerini çıkartmıyorlardı...
Bir ara Sevi, bir fırsatı değerlendirerek, bir İtalyan Yahudisi olan Jozef Penhaz'ı, Hz. İsa'ya özenerek sözde diriltti... Şöhreti daha da büyüdü!..

Sonunda saray işe el koydu. Padişah, IV. Mehmet ve sadrazam da Köprülü Fazıl Ahmet Paşa idi. Ahmet Paşa olayı öğrenince Sevi'nin İstanbul'a getirilmesini emretti. 1668'de İstanbul'a getirilip önce Çavuşbaşı'nın önüne çıkarılan Sevi iddialarından inkar yoluyla kurtulmaya çalıştı ama, fena halde dövülüp zincire vuruldu. Bu arada İstanbul'daki Yahudiler "mesih geldi." Diye büyük heyecan içindeydiler. Hatta bazıları, Sevi'nin zindana atılmasını protesto etmek için dükkanlarını açmadı. Bu arada isteyenlerin sahte mesihi ziyaretine izin verildi. İşte bu ziyaretçilerden biri, sarayda etkili sadrazam sarrafı Mordehay Kohen'in oğlu yuda çelebi idi. Oğlunun ısrarlarına dayanamayan sarraf, sadrazam'a Sevi'nin sıkıntılı hayatını anlatınca, Ahmet Paşa Sevi'yi daha rahat olan Aydos kalesi'ne sürdü. Sevi, müritleri ve sekreteri samuel primo'yla birlikte Aydos'a gitti.

Bütün bunlar Osmanlıların diğer bütün Türkler gibi kendi topraklarında yaşayan azınlıklara karşı ne kadar müsamahakar olduğunun çok açık bir delilidir. Eğer böyle bir iddiayı bir Türk öne sürse idi, çoktan kellesi vurulurdu.

Aydos'ta yaşayan Sevi'nin ziyaretçileri gün geçtikçe artmaya başladı. Öyle oldu ki, Aydos'u ziyaret adeta Kudüs'e hacca gitmiş kadar makbul addedilmeye başladı.
Avrupa'nın bir çok kesiminden Yahudiler varını yoğunu satıp sahte mesihi görmeye geliyorlardı!..
Bunların arasında Nehime Kohen adında bir din alimi de bulunuyordu... Kohen'nin ufak bir arzusu vardı... O da Sevi gibi mesih olmak istiyordu!..
Buna da bir kulp bulundu. Eski Yahudi kutsal kitaplarının birinde, biri efrahim'in, biri de davud'un oğlu olmak üzere iki mesihten söz ediliyordu... Kohen işte bu ikinci mesihliğe talipti!... Alçakgönüllü olduğu için de Davud'un oğlu olma şerefini Sevi'ye bırakmıştı!..
Bu iki kişi Aydos kalesinde tam üç gün pazarlık ettiler... Sonunda anlaşamadılar... Fena halde bozulan nehime kohen, edirne'ye gidip Padişahın av sarayı olarak kullandığı eski saraya başvurdu... Sevi'nin bütün sırlarını söylediği gibi, onun saltanat peşinde olduğunu belirtti... Bunun üzerine Sabatay Sevi bir gece Aydos'tan alınıp edirne sarayı'na getirildi.

Bu olayın bir sebebi de çanakkale halkının Sevi'yi ziyarete gelen Yahudilere yiyecek yetiştirememesinden, kıtlık çekmelerinden dolayı yaptıkları sürekli şikayettir.
Edirne Yahudilerini bir telaş aldı!... Ama bir süre sonra mesih'e kurşun işlemeyeceği, kılıç kesmeyeceği iddialari öne sürüldü!.. Herkes her an bir mucizenin olacağından emin görünüyordu.

Edirne sarayında cereyan eden sorguya çekme işleminde sadrazam kaymakamı Mustafa Paşa, şeyhülİslam minkirzade yahya efendi, sultanın imamı vani efendi hazır bulundular... Padişah IV. Mehmed de adet üzerine bitişik odada kafes arkasından duruşmayı izledi. Tercüman da Sultan'ın başhekimi, muhtedilerden (Yahudi iken Müslüman olmuş) Mustafa Fevzi Efendi idi. Sülalesi "Hayatizadeler" olarak bilinirdi.
Mustafa Fevzi Efendi Sevi'ye şöyle dedi :

- "Ey Mordehay oğlu Sabatay Sevi, mesihliğini ilan ettin. Şimdi göster mucizeni!"
- "Ne mucizesi efendimiz?.."
- "Şimdi anadan üryan soyunacaksın... En mahir okçularımız vücudunu nişangah yapacaklar... Oklar işlemezse sen hakikaten mesihsin!.. İşlerse Allah yardımcın olsun."

- Sevi'nin korkudan dili tutuldu!... Sonra mesihliği de bütün iddiaları da reddetti!.. Hepsinin başkaları tarafından uydurulduğunu söyledi.
Sultan IV. Mehmed tatmin olmadı... Eğer Sevi söylediklerinde samimi ise Müslüman olmalı, değilse kellesi gitmeliydi!..
Yahudi asıllı, eski adı Moche Ben Rafael Abravanel olan Hayatizade Fevzi Efendi'nin, bu teklifin yapılmasında etkisi olduğunu kabul etmek pek yanlış olmaz... Neticede Sabatay Sevi Yahudi olarak girdiği Edirne Sarayı'ndan Müslüman, daha doğrusu DÖNME olarak çıktı!..

Taraftarları bir türlü inanmak istemediler!.. Hatta Sevi'nin içeride Müslüman din alimleri ile tartışmaya giriştiği ve onları alt edip, Padişah'ı da şaşırtarak çıktığı rivayetleri yayıldı!.. Halbuki içeride dilbazlığı ve bilgisi ile meşhur hünkar şeyhi lakabıyla ün yapmış vani efendi vardı. Sevi'nin onun karşısında laf edebilmesi mümkün değildi!..
Dönmeler
"Yahudi, Yahudilikten dönmez!"
Hadisi ve Kur'an'ın münafıklar hakkındaki âyetlerinin işaret ettiği gibi, Sevi yalnızca dış görünüşüyle Müslüman oldu!..

Sevi, bir kurnazlık daha yaptı... Sultan'a ve müftüye müracaat ederek taraftarlarını Müslüman yapmak için izin istedi!..
Onları özel bir kıyafet altında toplayacak, bu da diğer Yahudilere örnek olacaktı!.. Saray buna da izin verdi.

Böylece sarıklı cübbeli, "dışı Müslüman-içi Yahudi" bir dönme topluluğu oluştu... Tâ İstanbul'dan bağdat'a, hattâ Kudüs'e kadar!...
Bunlar kendilerine "müminîn" adını taktılar, yâni inanmışlar... Ama neye inandıkları belliydi!..
Sabatay Sevi bu arada 18 emir yayınladı. Emir kelimesiyle Musa'nın on emri'ni hatırlattığı için Yahudilere, 18 sayısıyla da Müslümanlara şirin görünmek istemişti. Bunlar arasında iyi huylar telkin edenleri de vardı (Allah'ın birliğine inanmak, yalan söylememek, aralarına kaatilleri almamak, zinâ etmemek gibi), saçma kurallar vazedenleri de (Kral Sabatay Sevi'nin hakiki mesih olduğuna imân etmek, adı geçince saygı göstermek, Müslüman olduğu günü bayram olarak kutlamak gibi)...
Bir de gizlilik emredenler vardı :

- "Davud'un mezmuru hergün gizli okunsun. Müslüman Türklerin âdetlerine onların gözlerini örtmek için riâyet edilsin. Müslümanlarla nikâh kıyılmasın!.."
Sabatay Sevi ayrıca 16 tane de bayram koydu ki, bunlar günümüzde bile dönmeler tarafından, Müslüman Türklere farkettirmemek için geceleri kutlanır... Bunların farkedilmesi, aramızda hâlen belirsiz dönme olarak yaşayanların tanınmasına da yardımcı olacaktır.
Bu bayramlardan en önemlisi, bizde alevîlere atfedilen bir olayla ilgilidir. "kuzu bayramı" olarak bilinen bu bayramda 22 mart gecesi en az iki erkek, iki kadın olmak üzere toplanılır ve kuzu yenir. Yemek bitince ışıklar söndürülür (eskiden mum ışığı idi)...

Bundan sonrası ise burada yazılamayacak kadar edep dışıdır!.. Bu birleşmelerden doğan çocuklar kutsal sayılır. Bayramın bir adı da "dört gönül bayramı"dır. 
TÜRK DEVLET İDARESİNDE YAHUDİ ETKİSİ
Tarih........................olay
1443.....Fatih'in Yahudi levi'yi saraya alması
1481.....Fatih'in Yahudi hekim jacop tarafından zehirlenmesi

1530.....Kanuni'nin josef nassi'yi saraya alması
1666-1738......Sabatay Sevi ve dönmeler dönemi (Yahudiler + dönmeler)
1738-1915.....masonlar dönemi (Yahudiler + dönmeler + masonlar)
Buna bir de 1699'dan itibâren gittikçe artan ve âdetâ vezirlere hükmeden yabancı devlet elçilerinin baskıları eklenince Osmanlı Devletinin düştüğü acıklı durum daha iyi ortaya çıkar!..

Dönmelerin özelliği asla Müslümanlardan fark edilmemeleridir!.. Adları Türkçe, büyük çoğunlukla Müslüman-Arap adlarıdır... Mehmed, Mustafa, İsmail, İbrahim gibi… soyadları Türktür... Türk gibi giyinirler… Yahudi oldukları için sünnetlidirler... Mevlevilik, bektaşilik, melamilik gibi tarikatlara sızmışlardır.
Tek fark Kur'an tâbiriyle münafıktırlar... Yâni islâm'a uygun konuşur, hattâ bâzen uygun davranır, ama farklı düşünürler.
En tehlikelisi de Türklerden ve Türkiye'den çok Batı'ya yakın olmalarıdır.
Maalesef bugün devlet kademelerinin en önemlileri, dışişleri teşkilâtı ve medya, dönmelerin elindedir.
İşin en kötüsü, bu Yahudi dönmelere son dönemde bir de Ermeni, Rum, İtalyan dönmeler eklenmiştir...
Bunların isimleri tamamen Türk, ama kendileri Ermeni, Rum, vs. Ve din olarak Hıristiyandır. Türk ve Müslüman olmadıkları ancak öldüklerinde cenaze törenlerinden ve gömüldükleri yerden anlaşılır.
Meselâ TRT'nin meşhur şişko spor spikeri Erman Talay'ın Ermeni olduğu ancak öldüğünde cenazesinin Ermeni mezarlığına gömülmesiyle farkedilmişti!..

Başka örnek mi istersiniz?.. TRT televizyon dairesi başkanı Nilgün Artun(yan), meşhur fotoğrafçı Ara(m) Güler(yan), meşhur sözlük yazarı Pars(ak) Tuğlacı(yan)...
Saymakla bitmez!..
Hemen ekliyelim ki, bizim saf ve sâdık Yahudi, Ermeni, Rum veyâ dönme vatandaşlarımızla bir alıp veremediğimiz yok!.. Biz sâdece "Türk" görünüp te gavur gibi hareket edenlerle uğraşıyoruz!

Onlar Osmanlı Devleti'ni batırdılar... Türkiye Cumhuriyeti'ni de batırmaya uğraşıyorlar da ondan.
Dönmeler kendileri ile ilgili belgeleri, milli kütüphaneye, devlet arşivlerine vereceklerine; götürüp İsrail hükümetine teslim etmişler... Bu da İsrail’i Türkiye’den daha çok kendilerine yakın saydıklarının delilidir. Yani bizim onlara güvenmememizi haklı çıkarıyor!
Bizim tahminimiz, Türkiye’de halen "dönme" özelliğini taşıyan, yani "dışı Müslüman içi Yahudi" olan 6.000-8.000 kişi olduğu yönündedir.
Ancak bu rakam küçümsenmemelidir. Bunların büyük kısmı, kadın-erkek ayırmadan Türkiye’de bürokrasinin, medyanın ve iş dünyasının önemli noktalarında yer almakta ve bizce büyük sorun yaratmaktadırlar.

Eğer masonik "eşitlik" prensibi tatbik edilse dahi, nüfusumuzun ancak 10.000’de birini teşkil eden bu topluluktan ancak 1 veya 2 dönmenin bürokraside ve işadamları listesinde yer alması gerekirdi!.. Halbuki şu anda en az 600 dönme "meşhurlar" listesinde boy göstermektedir.
Bu son derece etkin Yahudi dönmelere bir de Ermeni, Rum ve levanten (Avrupa, bilhassa İtalyan kökenliler) dönmeleri ekleyince, Türkiye’nin niye felakete sürüklendiği ortaya çıkar. Bugün Türkiye’de 10.000-12.000 kadar Rum ve bir o kadar da Ermeni ve levanten vardır... Yine masonik "eşitlik" anlayışıyla hareket etseniz dahi, bunlardan ancak 3 ila 6 kişinin Türk bürokrasisinde, medyasında ve iş ve sanat dünyasında yer alması gerekirken 1.000’den fazlasının Türk ve Müslüman görüntüsü altında faaliyet gösterdiğine şahit olursunuz. Fotoğrafçı Ara(m) Güler(yan)’dan tutun, Arman (Ermeni) Talay, Coşkun Sabah’a kadar “meşhurlar” listesinde pek çok "dönme"miz vardır.
Türkiye’deki bütün Yahudi-Ermeni-Rum-levanten vatandaşların ve dönmelerin toplam sayısı 50.000 etmez!... Yani, bir milletvekili bile çıkartmaya yetmez iken; hemen her dönem Faik Nüzhet, Cahit Karakaş, Coşkun Kırca, İsmail Cem gibi 5-10 kişi meclis’e girebilmekte, hatta bakan olabilmektedir.
Tekrar edelim ki, bizim Rum-Ermeni-Yahudi ve dönme vatandaşlarımıza kin gütmemiz söz konusu değildir. Bizim şikayetimiz onların azınlık olmalarına rağmen, bu ülkenin imkanlarından Türklerden daha fazla yararlanmaları ve ülkeyi kendi menfaatleri ve Avrupa’nın direktifleri yönünde kullanmalarıdır. Bu gidişin mutlaka ve mutlaka önlenmesi, azınlıkların etkisinin azaltılması gerekmektedir.
Özetlemek gerekirse, İslamiyet önce 660’lı yıllarda "Müslüman" görünümlü Yahudilerin mezhepler aracılığı ile, sonra da 1660’larda yine "Müslüman" görünümlü Yahudilerin tarikatlar aracılığı ile dejenerasyonuna uğramış, bugünkü karmaşık halini almıştır.
Bundan ne sonuç çıkar?.. Şu sonuç çıkar: yüzyıl öncesinde İstanbul’un en önemli tekke ve dergahlarında feyz ve irşat dağıtan şeyhlerin bir kısmı "dışı Müslüman içi Yahudi" dönmeler idi!.. "dışı Müslüman içi Yahudi" dönmeler cami yaptırıyor, evini tekke haline getiriyordu. Bunlar aynı zamanda mason localarında yabancılarla, düşmanlarımızla işbirliği içinde ülkemizin parçalanmasına, batı hegemonyasına girmesine alet oluyorlardı.
Acaba şimdiki pek meşhur tarikat şeyhlerimizden kaçı dönme, hiç araştıran var mı?..
Neden her mason locası, mutlaka bir Yahudi ve bir kaç dönme olmadan kurulamıyor?..
Bu sorular hep zihinlerimizi kurcalıyor!..
II. Abdülhamid dönemindeki üç büyük güç İttihat ve Terakki Cemiyeti, Mason Locaları ve Ordudur... İttihatçılar ve masonlar içinde Yahudiler ve dönmeler etkili, Orduda ise İttihatçılar etkilidir. Sonuç: Abdülhamid’in devrilmesinde, meşrutiyet döneminde ve 1. Cihan Savaşı felaketinde Yahudi ve dönmelerin payı büyüktür!..
O dönemin meşhur dönmeleri öğretmen Şevki Efendi, Tüccar Ata Efendi, gazeteci Fazıl Necip, maliye nazırı Cavit Bey, Halil Ali Efendi, tarikatçı Ali Örfi Efendi ve Osman Zevki Efendi idi.
Şimdiki büyük dönme aileleri ise İpekçiler, Bezmenler, Dilberler, Atabekler’dir... Acaba bunların Türkiye’nin bugünkü sıkıntılarında payları nedir?..
Biz hep söyledik... Dönme olsun olmasın, Türkiye’de yaşıyan Yahudi asıllı vatandaşımızdan kendi ırkdaşlarının ülkesi İsrail’e düşmanlık beklemeyiz. Zaten İsrail’e kuru kuruya düşmanlığın da bir anlamı yoktur... Ancak bu Yahudi asıllı vatandaşlarımızdan her Türk kadar Türkiye’ye hizmet bekleriz.
Çeçen asıllı vatandaşımızın elbetteki çeçenistan’a sempati duymasından daha tabii bir şey olamaz. Biz de en az onun kadar Çeçenistan dostuyuz. Ama kendini "ben Türk değilim, Çeçen’im" diye ayırmasını, Türkiye’de Çeçenlik gütmesini hiç hoş karşılamayız. Çeçen milliyetçiliği ancak Çeçenistan’da yapılır. Biz ona "bu Türk değil, Çeçen" diye ayırım yapmıyoruz ki!.. Tam tersine, tüm Çeçenleri, Çerkezleri, Lazları, Gürcüleri, Osetleri, Abazaları, Kürtleri, Boşnakları, Pomakları, Hıristiyan Gagauzları, Musevi Karayimleri bağrımıza basıyoruz. Onlar bizim canımız, ciğerimiz!..
İsteriz ki, bütün dönmeleri de, bütün Rum, Ermeni ve Yahudi, levanten vatandaşlarımızı aynı sıcaklıkla kucaklıyalım. Ama her şeyden önce onların bunu haketmesi lâzım. Bizim içimizdeki onlarla ilgili "gavura hizmet" ve "ihanet" kuşkularını silmeleri lâzım!..



Fener başpapazı Rum Bartolameos, Türkleri Amerika’ya şikâyet ederken; İstanbul’da devlet kurmaya kalkarken nasıl onu Türk sayabiliriz ki?.. Dönme Fuat Bezmen Türkleri dolandırıp Amerika’ya kaçmışken, üstelik "ben Yahudi’yim, Türkiye’de Yahudilere baskı yapılıyor" derken, biz nasıl bezmenler’e sempati duyabiliriz ki?
SABETAYCILIK, MASONLUK VE İTTİHAT TERAKKİ
Ali Rıza SAKLI
17.yüzyılın ortalarından beri liderleri Sabetay Sevi'nin izinden giderek dış görünüşte Müslüman, kendi aralarında ve gizli olarak Kabalist Yahudi; Sabetaycı olarak yaşamaları ile dikkati çeken Sabetaycılar, Osmanlı'nın son dönemi ile Cumhuriyet döneminde önemli faaliyetler göstermişlerdir.
İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin Sabetaycıların merkezi durumunda olan Selanik'te kurulması, bu cemiyetin meşhur üç paşasından ikisi olan Sadrazam Talat Paşa ve Bahriye Nazırı Cemal Paşa'nın mason olmaları, bu teşkilatın Selanik'ten yola çıkan Hareket Ordusu ile İstanbul'a gelmesi, 1908'de Padişah II. Abdulhamid'i hal etmesi ve II. Meşrutiyet'i ilan etmesi; bütün bu işlerde adı geçen Sabetaycılık, Masonluk ve İttihat Terakki'yi birlikte ele almayı önemli kılmaktadır.
Bu tarihten sonra ard arda yaşanan iki Balkan Savaşı (1911-12) ve I.Dünya Savaşı (1914) Osmanlı Devleti'nin sonunu getirmiş olmakta ve İttihat ve Terakki Cemiyeti en kısa yoldan devlet'in sonunu getirmede mahir gibi görünmektedir. Bu sebeple söz konusu Cemiyet ile Sabetaycı ve mason unsurların ilişkisi hassas bir konu durumuna gelmektedir.
Kendisi de bir sabetaycı olan Ilgaz Zorlu'dan nakledelim: "...Dikkatle incelendiğinde de görülecektir ki Selanik'te o dönemde mason locaları ve tarikatlerde etkili olan Türk ve Müslüman kimlikli aydınların pek çoğu sabetaycıdır, aslında bunu da normal karşılamak gerekiyor, çünkü sabetaycılar 20.yy ın başlarına gelindiğinde dini kurumlarını giderek ortadan kaldırmışlardı ve o dönemlerde de Yahudilik dinine geri dönme arzularının da kabul edilmemesi neticesinde neredeyse ateist bir hayat yaşamaktaydılar. Hiçbir manevi dayanakları kalmayan bu insanların bu yıllarda ve köken olarak ta onların soylarından gelen diğer kuşakların üyelerinin de sabetaycı kökenli olmaları bir rastlantı değildir. Nitekim bugün bile Hür ve Kabul Edilmiş Mason Locası'nın Grand Comandör (ya da Türkçe karşılığı ile Hakim Büyük Amir) leri'nin de yine Kapancılar koluna mensup bir aileden gelmesi de şaşırtıcı olmamalıdır."
Sabetaycı Hür ve Kabul Edilmiş Mason Locası "büyük üstat"ları muhtemelen; eski Topkapı Sarayı Müzesi Müdürü Hayrullah Örs(1901-1977), Prof. Orhan Alsaç ve halen Büyük Üstad görevini yürüten Can Arpaç olmalıdır.
O devirlerde masonluğun Osmanlı'daki merkezi konumuna gelen Selanik'te sabetaycıların yaşamaları ve masonların büyük çoğunluğunun bunlardan ve kimliğini muhafaza eden Yahudilerden oluşması, bunların da İttihat ve terakki içerisinde önemli bir etkiye sahip olmaları dikkatleri bu noktaya çekmektedir. Bu konuya, tarihi bilgilerden ayrı olarak, sabetaycılığın asimile olmasına karşı çıkan ve sabetaycıların tekrar Yahudiliğe dönmesini savunan Ilgaz Zorlu'nun bir mektubundan cevap bulmaya çalışacağız.
Ilgaz Zorlu, Sabetaycıların tekrar Yahudiliğe dönmeleri konusunda bir karar vermeleri için Dünyadaki Büyük Hahambaşılıklara bir mektup yazmıştır. Elimize geçen bu mektupta, Sabetaycılığın tarihi özetlenerek, 1666 tarihinde Divan huzuruna çağrılan Sabetay Sevi'nin neden Müslüman olduğu, nasıl Yahudi inancını gizlice devam ettirdiği anlatılmış ve Sabetaycıların tekrar Yahudiliğe dönmesi konusunda Hahambaşılıkların verecekleri kararları veya dini görüşlerini kendisine bildirmeleri Zorlu tarafından istenmiştir.
"Evet, Ben Sabetaycıyım" adlı kitabında, ilk defa İzmir'de mesih olduğunu ilan eden Sevi'yi Yahudi din adamlarının öldürme kararı aldıklarını ama uygulayamadıklarını, bütün vatandaşlarına din hürriyeti yaşatan Osmanlı Devleti'nin Sevi'nin ortaya attığı fikirler sebebiyle başlangıçta ona baskı yapmadığını, fakat Yahudi din adamlarının Osmanlı'ya başvurarak onu şikayet ettiklerini anlatmaktadır. Osmanlı'nın Sabetay Sevi ile ilgilenmesi, son olarak onu Saray'a getirmesi ve iddiaları ile kellesi arasında tercih yapmasını istemesi hep Yahudilerin ihbarları ve şikâyetleri ile olmuştur. Zaten Zorlu'da kitabında bunu söylemektedir.
Ancak, Zorlu'nun Hahambaşılara hitaben yazdığı mektupta Osmanlı'nın bu hoşgörüsünden bahsedilmediği gibi, "eğer bu dinden dönme olayı gerçekleşmeseydi Osmanlı İmparatorluğunda yaşayan bütün Yahudiler öldürülecekti" denilebilmektedir. Evet, İspanya'da Engizisyon zulmünden kaçarak Osmanlı'ya sığınan ve hayatlarını kurtaran Yahudilere hiç de böyle bir muamele yapılmadığı halde, sırf Avrupa ve ABD'deki hahamlara hoş görünmek için böyle bir iftira seslendirilebilmiştir. Sevi'nin samimi olarak Müslüman olmadığı anlaşıldıktan sonra sadece Arnavutluk'a sürgün edilmesi, değil bütün Yahudilerin veya kendi cemaatinin öldürülmesi, şahsının dahi incitilmemesi de Zorlu'nun bu ağır iddiasını yalanlamaktadır.
Mektuptaki bir başka bölüm sabetaycı - mason kimselerin Osmanlı'nın son dönemindeki politik rollerini şöyle anlatıyor: "Osmanlı'nın geleceğini tayin için kurulan Mason locaları ve İttihat Terakki içinde politik roller edindiler. Gerçekten zamanın bir çok önemli politik aktörü Sabetaycı mirasın entelektüelleriydi."
"Osmanlı'nın geleceğini tayin için kurulan mason locaları ve İttihat Terakki" gerçekten de kısa bir zamanda Osmanlı'nın sonunu tayin etmişlerdir.
İttihat Terakki'nin meşhur üç paşasından ikisi Sadrazam Talat Paşa ile Bahriye Nazırı Cemal Paşa'nın mason olduklarını daha önce belirtmiştik. Enver Paşa'nın ise masonluğa girmediği anlaşılmaktadır. Talat ve Cemal paşaların memleket-severliklerinden şüphe edilebileceği kanaatinde değiliz, ancak Mason olmaları, masonik etkiler altında yanlış kararlar almış oldukları intibaını uyandırmaktadır.
Talat Paşa, masonluk üzerindeki dış etkileri ve dış bağlantıları azaltmak, kendi kararlarını kendisi verebilen; kendi başına buyruk bir "Büyük Loca" kurarak masonluğun olumsuz etkilerini elimine etmeyi düşünmüştür.
28 Ağustos 1972 tarihli Milliyet'te Abdi İpekçi tarafından Büyük Üstad Hayrullah Örs ile yapılan röportajda bu konu açıklığa kavuşmaktadır. Üstad Örs şöyle anlatıyor: "Hakikaten bir memleketin kendi büyük locası olması lâzımdır. Yabancı kuruluşların gelip de bir memlekete loca açmaları hoş bir şey değildir. Böylece Sadrazam Talât Paşa, "Maşrık-ı Azam-ı Osmanî" adıyla kurulan büyük locanın başına geçmişti Sonra Süleyman Faik Paşa üstad olmuştur. Faik Paşa daha sonra birinci savaşta şehit düşmüştür. Bu loca 1935'e kadar muntazam Masonlukça tanınmayan bir büyük loca olarak "Maşrık-ı Azâm-ı Osmanî" olarak devam etmiştir. Tanınmamış olmasının sebebi, kuruluşunun kendi başına buyruk oluşudur."
Gördüğünüz gibi masonlukta "başına buyruk" olmak yoktur. O zaman kendi ülkenize göre, kendi menfaatlerinizi gerçekleştirmeyi hedefleyen bir teşkilat kurmuş olursunuz. Talat Paşa'da bu şekilde masonluğu ehlileştirmeyi denedi zaten... Halbuki merkezin talimatları ile hareket eden ve genel çerçevesi dışarıdan çizilen, bağımlı ve dışarıya hizmet eden bir teşkilattır masonluk. Böyle bir teşkilat için, adı-soyadı Türkçe, dış görünüşü Müslümanca ama içten Türk ve İslam olmayan Sabetaycılar herhalde biçilmiş kaftan olarak görüldüler ve önemli roller üstlendiler.
Üç Selanikli; masonlar, sabetaycılar ve İttihat Terakki işbirliği, özellikle dış etkilerle yönlendirilen masonluğun güdümünde faaliyet gösteren bu üçlü ittifakın en büyük rolü Osmanlı'nın sonunu getirmeleri olmuştur.
http://biriz.biz/sevi/svi5.htm
Nail Moralı                        
Deniz 


Nail Moralı, İzmir’de tanınmış, tarihi bir kişiliktir. Torununun yazdığı, daha önce bahsettiğim, "Punta’dan Alsancak’a" isimli kitapta evlendiği kadının annesinin İtalyan olduğu yazılmış. Bu kez Nail Moralı’nın kendi yazdığı anılarından (Mütarekede İzmir) aktarıyorum : 
"İzmir Müdafaai Hukuk Cemiyeti’nin İstanbul’da mümmessilliğini yaparken İtilaf Devletleri ricali ile temaslarımda yararlı olur diye MASON LOCASI’na kaydımı istediler. Çabucak merasimim yapıldı ve süratle derecem de yükseltildi.
İzmir Müdafaai Hukuku’nda görevli iken masonluktan yararlandım.
Vali Rahmi Bey’in yaveri Yüzbaşı Ziya anlatmıştı.
‘İşgal günü Konak’ta yakalandım. Kordon’da sürüklenirken dedi Ziya, Yolda Rastladığımı Yunan zabitlerine boyuna Mason işareti çekiyordum" 
Nail Moralı, İstanbul’dayken Ali Fuat Cebesoy ve İttihatçı Rahmi Bey’le* de gizlice buluştukları yerin ismini yazmış: Kamhi Apartmanı. 
Nail Moralı, o dönemde tanıdıklarını, yakın dostlarınını anlatırken Nusret Hilmi Meray’ı da anlatmış :
"Nusret Hilmi Meray, çok sevdiği bir arkadaştı. Selanikli yani ‘Dönme’ denen Sabatay Sevi ahfadındandı. Nusret, mütarekede İzmir’de işgalden sonra İstanbul’da Müdafaai Hukuk çalışmalrımızda bize büyük hizmetler etti. Balıkesir kongresi teşikilatı ile, Ankara ile muhaberemizi çok tehlikeli şartlar altında yönetti. Nusret, Refik Halit (Karay) in Posta Telgraf Umum Müdürlüğü’nde Maliye Müfettişi olarak çalışıyordu. 
Nusret, İstanbul’un Selanikli tüccarları ile de bizi temasa koydu. Bu vatandaşlar Kukuk Cemiyetimize büyük ölçüde para yardımı yaptılar. Nusret İş Bankası’nda, Ziraat Bankası Umum Müdürlüğü’nde memleket çapında tanınmıştı." (s.104-105) 

· İttihatçı Rahmi diye tanınan, İttihat ve Terakki’nin beyni ve kimilerine göre gölge lideri olan Izmir Valisi Rahmi Bey, hani 33. Dereceden mason Celal Bayar’ın manevi babası, bir diğer ünlü Sabetaycı Eczacıbaşı’nın da kayınpederi olan ünlü ve 33. Dereceden mason, Altay Spor Kulubünü kuranlardan. Rahmi Bey Selanikli, kendi gibi Selanikli olan Berin Menderes’in de akrabası.(Berin Menderes’in Selanikli olduğu sadece -benim bildiği, bulabildiğim kadarıyla- bir kitapta, Sabetaycı Yaşar Aksoy’un Eczacıbaşı’nın biyografisini yazdığı "Bir Şehir Bir İnsan" kitabında yazar.)
İttihatçı Rahmi Bey’in oğlu Alp Arslan, İTC’nin en önemli isimlerinden, sülalesi Bülbülderesi’ne gömülen Mithat Şükrü Bleda ailesinden evleniyor. Bleda ile Rahmi Bey’in akrabalığı daha önce de var zaten. Ünlü İttihatçı Sabetaycı Dr. Nazım, Berin Menderes’in yani Evliyazadelerin hem soy hem de evlilik yoluyla akrabasıdır. Evliyazadelerin diğer damadı Tevfik Rüştü Aras, onun damadı da Fatin Rüştü Zorlu. Tevfik Rüştü Aras da Mustafa Kemal’in eşi Latife Hanım’ın yani Uşakizadelerin yakın akrabasıdır. Berin Hanım ile Adnan Menderes’in sadece eş değil aynı zamanda akraba olduğunu da da ilk defa biz ispatlamıştık. 
· Rahmi Bey'in eşi Nimet Hanım, Karl Detrois'in torunu. Karl Detrois, M. A. Aybar’ın da büyük dedesi, Bektaşi olunca Mehmet Ali Paşa (Müşir)denmiş. Nazım Hikmet’in anneannesiyle, Aybar’ın babaannesi kardeş. Yani Konstantin Borzencki’nin oğlu ile Karl Detrois’in kızı evlenmişler. Kulüp Rakısı’nın etiketinde içki içer görünür şekilde resmedilen Nono Bey Mehmet Ali Aybar’ın özbeöz amcası. Rahmi Bey’in de karısının ağabeyi. (Etiketteki ikinçi kişi GS’li futbolcu ve antrenör, spor yazarı bir dönemlerin Milli Takım tek seçicisi mason Eşfak Aykaç’ın babası Galip Aykaç’tır. Galip Aykaç’ın Boğaz’da bir yalısı varmış.) 
Ilgaz Zorlu’nun verdiği, kollar içi evlenme olmazdı bilgisi yanlış, burada bir Kapancı-Karakaş evliliği görülüyor. 
3 Mart 1909’da İstanbul’da, Tokatlıyan Otel’de Mason Yüksek Şurası için bir toplantı yapılıyor.
Toplantıya o anda 33. Dereceye ulaşmış 12 mason katılıyor. Bu 12 kişi kıdem sırasına göre 1’den 12’ye kadar sıralanıyor. (İlhami Soysal, Masonlar ve Masonluk)
1 Numara’daki kişinin adı Mehmet Talat Sai, o esnada İttihat ve Terakki Merkezi Umumisi Reisi ve milletvekili. Ondan önce de Alyans İsrael’de Türkçe öğretmenliği yapıyor. O zaman bu isimle tanınıyor ve daha sonra tarihe Talat Paşa olarak geçecektir. Bu toplantılardan sonra 33. Dereceye yükseltilen ilk mason yani 13. isim Rahmi Bey oluyor.
Teşkilat-ı Mahsusa ve sabataycılar
Teşkilat-ı Mahsusa denince akla özellikle iki isim gelir. Süleyman Askeri ve Kuşçubaşı Eşref. Önce Süleyman Askeriye’ye değineyim. 
"Mustafa Kemal’in en eski arkadaşlarından ikisi, Selanik’te ilkokuldan tanıdığı Nuri (Conker) (1882-1937) ve Manastır’da İdadi’de tanıdığı Ali Fethi’dir (Okyar). Nuri, Enver’in 1914’te kurdurduğu istihbarat örgütü olan Teşkilat-ı Mahsusa’nın ilk yöneticisi olan Süleyman Askeri’nin (ö:1914) kayınbiraderiydi." 
(E. J. Zürcher, Milli Mücadelede İttihatçılık, s.85) 
Önce yukarıdaki alıntıda ismi geçen Ali Fethi Okyar için bir not düşeyim. Osman Hamdi Bey, Ali Fethi Okyar’ın kayınbiraderidir. 
Larousse, Nuri Conker için aynen şöyle demiş :"Atatürk’ün akrabası ve en yakın arkadaşıydı." 
Nuri Conker ile Mustafa Kemal aynı ilkokula gidiyorlar yani Şemsi Efendi İlkokulu’na. Ilgaz Zorlu’nun büyük dedesi olan ve gerçek adı Şimon Zwi olan Şemsi Efendi bu okulun kurucusu. Nuri Conker’in İş Bankası hortumcularından birisi olduğunu uzunca yazmıştık. 
Gelelim, Nuri Conker’in kızkardeşiyle evli olan Süleyman Askeriye’ye… 
Süleyman Askeri, Vehbi Paşa’nın oğlu; 1908’den önce İTC’ye katılıyor. 1912’de Libya’da Mustafa Kemal’in kurmay başkanı.Kuşçubaşızade Eşref (Teşkilat-ı Mahsusa’nın Başkanlarından) ve Karakol’da çok önemli rol oynayan Yenibahçeli Şükrü’nün* Edirne’deki okul günlerinden beri yakın arkadaşlarıymış. (Zürcher, s.85) 
Larousse Süleyman Askeri için daha ayrıntılı bilgiler vermiş : " II. Meşrutiyet’in ilanına yol açan Şemsi Paşa’nın öldürülmesi olayına karıştı ve paşayı vuran Atıf Bey’in kaçırılmasına yol açtı. (…) Teşkilat-ı mahsusa kurulduğunda askerlikten emekliye ayrılıp bu bu örgütün başına geçti. Balkan savaşı’ndan sonra Teşkilatı Mahsusa’ca Batı Trakya’da kurulan türk devletinin başkanlığını yaptı." 
Süleyman Askeri’den sonra Özel Örgüt’ün ikinci ismi olan Kuşçubaşı Eşref diye bilinen gerçek ismiyle Eşref Sencer Bey’e gelelim. Bu aile Çerkez olarak biliniyor. Babası sarayın kuşçubaşılarından Mustafa Nuri Bey. Kardeşi de komitacı, Hacı Sami Bey. Bir "Çerkez" neden Sami ismini taşır ? Bu işte bir gariplik olmalı. Ağabey-kardeş ikisi de Enver Paşa yanlısı. Hacı Sami, Hindistan ve Orta Asya’da Enver adına çok dolaşmış birisi. 1927’de Kuşadası’nda öldürülmüş. 
Eşref Sencer Bey bir masondur. (Toplumsal Tarih, Ocak 2002). Enver Paşa da Bektaşi ve mason. (ibid.) 
Adnan Menderes, Kuşçubaşı Eşref, Vasıf Çınar, Fatin Rüştü Zorlu, Halide Edip’in üvey annesi aynı aileden. (Bkz. AKSİYON 8 Eylül 2001 Sayı 353). Vasıf Çınar’ın Çınar soyadı Mustafa Kemal tarafından verilmiş. 
Tuncer Yazman-DP Elazığ Milletvekili (Türkiye’nin ilk petrol mühendislerinden) Haşim İşçan ve Ege Üniversitesi Rektörlüğü yapan Sermet Akgün de bu ailenin diğer akrabalarından bazıları. Bu ailenin bazı üyeleri de Kürt olarak biliniyor. Kürt, Türk veya Çerkez hem doğru ve hem de yanlış; çünkü ortak payda başka. 
*Yeni Bahçeli Şükrü Bey, Reklamcı Mehmet Nail Keçili’nin amcasıdır. 
Hortumcu Nail Keçili, Cemal Reşit Rey, Vedat Tek, Rasih Nuri, Leyla Saz, Abidin Paşa, İsmail Hakkı Arar, Nezih Neyzi, Osman Hamdi Bey, Can Arpaç, Şanar Yurdatapan, Hüsrev Gerede, Alpay vs vs ile de akraba. Yani ünlü Yenibahçeli Şükrü, Teşkilat-ı Mahsusa’nın bir diğer önemli ismi de Sabetaycıdır.
İttihatçı+Tarikatçı+Mason+Sabataycı
Halifebaba Turgut Koca’nın Mason, Bektaşi ve Melami İttihat Terakki Üyeleri isimli listesinde (Toplumsal Tarih, Ocak 2002, s.16) Bektaşilerde iki Ürgüplü dikkati çekiyor. Şeyhulislam Ürgüplü Hayri ve Mustafa Hayri Ürgüplü. Şeyhülislam da nasıl Bektaşi oluyor derseniz, oluyor işte…
Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi’nin 1832. Sayfasında bir fotoğraf yer var; fotoğrafta İttihat ve Terakki’nin ilk Merkez-i Umumi Üyeleri var. Bu üyelerden birisi de Hayri (Ürgüplü) diye belirtilmiş. Hayri Efendi, İttihat ve Terakki’nin Selanik Şubesi kurucusu aynı zamanda. 
Larousse Hayri Efendi Ürgüplü maddesinde, Hayri Efendi’nin Hukuk Fakültesi mezunu ve 1908 sonrası milltevekili seçildiğini, sırasıyla Evkaf Nazırı, Adliye Nazırı ve Şüreyaı Devlet Reisliği yaptığını, 1914’te de Şeyhülislamlığa getirildiğini, Osmanlı Devleti’nin Birinci Dünya Savaşı’na katıldığında ilan edilen "Cihadı Ekber"in da Şeyhülislamlığı dönemine denk geldiğini söylüyor. Ermeni Kırımı suçlusu olarak Malta’ya sürülmüş.Turgut Koca, İttihatçılardan iki Bektaşi Ürgüplü yazmış ama anlaşılan tek bir kişi bu. 
İlhami Soysal, Masonlar ve Masonluk isimli eserinde şöyle yazmış : "Cumhuriyet dönemi Başbakanlarından da mason olanların sayısı sanıldığınından çok daha fazladır. Süleyman Demirel’e gelinceye kadar Rauf Orbay, Ali Fethi Okyar, Hasan Saka, Dr. Refik Saydam, Suat Hayri Ürgüplü ve Naim Talu da mason başbakanlardır." (s.416) 
İlhami Soysal, şöyle devam ediyor : "… Belkemiğini 1965 seçimlerini kazanacak olan AP’lierin oluşturduğu hükümette Başbakan Suat Hayri Ürgüplü masonluğu babası Evkaf Nazırı Hayri Efendi’den tevarüs etmiştir. Başbakan Yardımcısı olan o sırada Meclis dışında bulunan AP Genel Başkanı Süleyman Demirel masondur.(s.425) 
Masonlara ait İnternet sitesi de Suat Hayri Ürgüplü'nün ismini ünlü mason olarak açıklıyor. (www.mason.org.tr) 
Suat Hayri Ürgüplü, 1903 Şam doğumlu. Galatasaray Lisesi mezunu, ticaret yargıçlığı yaparken milletvekili seçilmiş. İkinci Saraçoğlu Hükümeti’nde Gümrük ve Tekel Bakanlığı yapmış. Kahve yolsuzluğuna karıştığı için Yüce Divan’da yargılanmış. TBMM Başkanlığı da yaptıktan sonra önemli ülkelerde (Almanya, İngiltere, ABD) büyükelçilik yapmış. 1961’de Kayseri’den bağımsız senatör sonra da Senato Başkanı olmuş. 1963’te de AP, CMKP (MHP’nin temeli olan parti) ve YTP’nin oluşturduğu koalisyonda bağımsız olarak Başbakan olmuş. "Tanrı" yürü ya kulum dediği için bundan sonra da Cumhurbaşkanınca kontenjan senatörü olmuş. (Larousse) 
Suat Hayri Ürgüplü Başbakan iken Ticaret Bakanı da Turan Kapanlı’dır. Yesevizade’den Turan Kapanlı’nın Selanik doğumlu, İlhami Soysal’dan da mason olduğunu öğreniyoruz. Turhan Kapanlı isminden de anlaşılacağı üzere Kapani ve de Nazlı Ilıcak ve Ömer Çavuşoğlu kardeşlerin öz be öz dayısı oluyor.
fenerbahce.gif (26810 bytes)nasuhi-baydur.jpg (5588 bytes)nail-kecili.jpg (6010 bytes)
                                    Nasuhi Baydur        Nail Keçili
KOMİTACI AİLENİN KOMİTACI OĞLU 


Nail Keçili, ittihatçıların asılan üç adamından birisi olan kendisiyle aynı adı taşıyan Nail Keçili ile Fenerbahçe'nin kurucularından Nasuhi Baydar'ın torunu.
Cenajans Grey'in sahibi Mehmet Nail Keçili, hayatında sıfırı tam anlamıyla tanımış bir işadamı. Oniki yaşına kadar taksi, dolmuş, otobüs gibi hiçbir taşıtı tanımadan hususi şoförlü bir hayat süren Nail Keçili, 27 Mayıs'tan sonra öyle bir hayatın içinde bulacaktır ki kendisini sormayın gitsin. 

Nail Bey'in babası, Demokrat Parti'nin kurucuları içinde yer alan ve devletten işler alan Ankaralı ünlü müteahhit Mustafa Nadir Keçili 27 Mayıs'a kadar DP'den milletvekili olarak Meclis'te bulunduğu gibi İstanbul Belediye Meclisi İmar Komisyonu Başkanlığı da yapan birisidir. O meşhur 27 Mayıs İhtilali ile birçok DP'li gibi ona da Yassıada'nın yolu görünür. Nadir Bey, Yassıada'ya zengin girip fakir çıkanlardan biri olur: "Babam devlet müteahhidi olduğu için devletin verdiği taahhütlerin hepsi işledi, ancak taahhütleri yerine getirecek makinaların hepsine el konulmuştu. Yani o zamanki güçler bu adamları batırmaya karar vermişti." Milletvekili Mustafa Nadir, girdiği sıkıntılı ortamdan kurtulamaz ve 1961 senesinde intihar eder. Avukatların ailenin diğer fertlerine verdiği tavsiyeler neticesinde 'baba Nadir Bey'in borçları' olabileceği düşünülerek Keçili ailesi reddi miras yapar. Yapar ama yıllar sonra 1969'da Nail Keçili, İSO eski başkanı ve Atlı Zincir'in sahibi üvey babası ünlü gazeteci Ertuğrul Soysal'ın kendisine vereceği 25 bin lira borçla Cenajans'ı kurdu. İki de ortağı vardır. Bir sene sonra Beyoğlu Ziraat Bankası'na hesap açtırmaya gittiğinde, banka müdürü ona "Biz de sizi arıyoruz kardeşim. Babanızın bizde hesabı vardı" diyecektir. Baba Mustafa Bey'in bankadaki hesabında tam tamına 225 milyon lira para olduğu anlaşılacaktır ama iş işten geçmiştir artık. Dolayısıyla hayata sıfırın çok üstünde başlayan Nail Keçili, sıfırın ne demek olduğunu sözde değil iliklerine kadar yaşayarak anlar. 
Dedesi asılıyor, babası intihar ediyor 
Şimdi biraz gerilere gidelim ve Keçili ailesinin tarihine doğru bir yolculuğa çıkalım. Mehmet Nail Keçili, babası tarafından tarihte Karakeçili ve Sarıkeçili diye bilinen ve kardeş çocukları olan beylikten Sarıkeçili ailesine mensuptur. Dedesi Nail Keçili, Türkiye'de asılan üç İttihat Terakki'ciden biridir. Amcası ise Atatürk'ün yaverliğini yapmış Yenibahçeli Şükrü Bey'dir. Dede Nail Bey, İttihat Tekakki'nin sivil, amca da 'asker' icraatçılarındandır. Dede Nail Keçili, Anadolu'nun Türkleşmeye başladığı dönemlerde Kafkaslar'dan Kütahya'ya yerleşmiş zamanın zengin tüccar aile reisidir. Nail Bey'in babası Nadir Bey de, babasının asıldığı yıllarda henüz onaltı yaşında Mekteb-i Sultani'de öğrencidir. İlerleyen yıllarda yukarıda değindiğim gibi devlete iş yapacak bir müteahhit milletvekili olacaktır. 
Kanuni'nin torunu 
Nail Bey, annesi Semra Hanım tarafından ise saraylıdır. Keçili'nin anneannesi, Kanuni Sultan Süleyman'ın onyedinci göbekten torunudur. Büyükbabası eski gazeteci, başyazarlık yapmış ve Fenerbahçe'nin kurucularından Nasuhi Baydar'dır. Baydar, Halk Partili'dir. Büyükbabasının kardeşi Alaattin de Zeki Rıza Sporel'le beraber Fenerbahçe'de uzun süre top koşturan birisidir. Küçük Nail, Fenerbahçe'nin kurucuları arasında yer almasına ve Halk Partili olmasına rağmen anne tarafını değil baba tarafını tercih edip hem Galatasaraylı hem de Demokrat Partili olacaktır. Anne Semra Hanım'ın iki kardeşinden biri olan Suat, çok genç yaşta tenis şampiyonu olur ama yakalandığı hastalıktan kurtulamayınca yine genç yaşta vefat eder. Diğer kardeşi Prof. Vedat Bey ise Kanada'daki Halifax Üniversitesi Pazarlama Kürsüsü'nden geçen yıl emekli olur. Halen Kanada'da yaşamaktadır. 
Keçili'nin babası Mehmet Nadir evlendiğinde 45, annesi Semra (Baydar) Hanım da 18 yaşındadır. Bu evlilikten 1947 yılında ailenin tek çocuğu olarak doğacak olan Nail Keçili, lüks içinde bir hayat sürmektedir. Bir yaş erken başladığı için altı yaşına basmadan okullu olur, Şişli 19 Mayıs İlkokulu'na gider. Alman Lisesi'ne yazılır ardından. Bu arada babası Mehmet Nadir Bey de kurucu ve milletvekili olduğu için DP'nin ileri gelenleri 'akla gelebilecek kim varsa' Keçililer'in evlerinin müdavimlerindendir. Menderes, Nail Bey'in 'nedense ismi oydu' dediği salı öğle yemekleri için Keçililer'in İstanbul'daki Çiftkurt Apartmanı'na gelirdi her hafta. CHP'li olmasına rağmen büyükbaba Nasuh Baydar da bu toplantılarda bulunur ama parti tartışmaları yaşanmazdı. Bu dönemde Aksu'nun sahipleri Ömer ve Ali Dinçkök ile Atilla ve Zoltan Boronkay kardeşler, Bülent Eczacıbaşı, Halis Komili gibi bugünün işadamları ile çocukluk arkadaşıdır Keçili. 1960'lı yılların başına gelindiğinde Alman Lisesi'nde öğrenci olan küçük Nail'in at binmenin ve eğlenmenin hüküm sürdüğü hayatı da sekteye uğrayacaktır. Çünkü 27 Mayıs birçok DP'li aileyi olduğu gibi Keçili ailesini de kökünden sarsacaktır. Yassıada'dan çıktıktan sonra 1961'de baba Nadir Bey intihar eder. Alman Lisesi Müdürü de Nail Keçili'yi yanına çağırarak "İntihar etmiş bir babanın çocuğusun. Bu mektepte okuma. Çocuklara iyi örnek olmazsın" der. Keçili oradan Avusturya Lisesi'ne geçmek zorunda kalır. İntiharından bir süre önce babası ile annesi ayrılmış olan Nail Bey'in annesi Semra Hanım, işadamı ve eski gazetecilerden Ertuğrul Soysal'la evlenir. (Bu evlilikten Ertuğrul Bey'in önceki eşinden çocukları Turgut ve Ayşe'nin dışında Nail Bey'in annesi bir baba ayrı kardeşi Murat doğar.) 
Genlerdeki komitacılık 
Ertuğrul Soysal çocukları arasında ayrım yapmaz ama kendi hayatlarını kendilerinin kazanması gerektiği mantığıyla hareket edince Nail Keçili üniversite okuma imkanı bulamaz. Çalışmaya hayatına atılır. Yedek parçacı dükkanında tezgahtarlıktan ambar memurluğuna, inşaat şirketinde şantiyeden muhasebeye kadar akla gelebilecek her türlü işte çalışır, 1968'de askere gidene dek. Komando olarak Kıbrıs'ta görev alır, dizi ve elinden yaralanarak gazi olur. Kıbrıs'tan dönüşünde Ankara'daki Amerikan Askeri Yardım Kurumu ve ardından Cumhurbaşkanlığı Muhafız Alayı'nda 'açıklanması sakıncalı' görevlerde bulunur. Ve 24 ayın sonunda yerine görevlendirilecek birini bulamadıkları için 20 gün geç terhis olur: "Hayatımda geriye dönüp baktığım zaman dedelerimden bu yana ilginç bir 'komitacılık' (tam sözlük anlamı: siyasi bir amaca ulaşmak için silahlı mücadele yapan gizli topluluk veya örgüte bağlı kimse) tarafımız var. Genlere iştirak ediyor. Dolayısıyla girdiğimiz her meslekte ve yaptığımız her işte komitacılık tarafımız ağır mı basıyor karşı taraf kokusunu mu alıyor bilmiyorum. Bu komitacılık iş hayatımda da aynı tempoda devam ediyor. Uzun yıllardan beri siyasilerle medya, medya ile medya arasında görev yapmış, zaman zaman yararlı arabuluculuklar (görüşmemizin başında bir telefon geliyor. Arayan Cem Uzan. Konu Sabah ve Dinç Bilgin. Konuşmaya devam ediyoruz. Bir telefon daha... Arayan Dinç Bilgin. Bu sefer konu Star ve Cem Uzan) yapmaya gayret etmişimdir. Tanıtım sektöründe de TASİAD'ı kurarak Türkiye'nin tanıtımı için ciddi icraatlar yapmaktayız." 
Nail Keçili, özellikle asker öncesi girdiği çalışma hayatında 'hayatın ne olduğunu' anlar. Askerden sonra bir iş kurmayı düşünür ama sermayesi yoktur: "Sermayem olmadığı için sermayesiz veya az sermayeli bir iş kuracaktım. Pazarlamaya yönelik bir iş kurmak durumundaydım." Tam otuz yıl önce üç arkadaş -Cumhur Abacı, Ertuğrul Karabaki, Nail Keçili (Cen, ortakların isimlerinin baş harflerinden oluşuyor) arkadaşıyla birlikte kurdukları Cenajans -ki Cumhur Abacı 15, Ertuğrul Karabaki de 3 yıl sonra bu ortaklıktan ayrılacaktır- Nail Keçili'nin çocukluk arkadaşlarından Dinçkök'ler, Boronkay, Ertuğrul Soysal'ın Atlı Zincir'i, Eti Bisküvileri, Hanımefendi Çorapları ve başında Özer Çiller'in bulunduğu Çukurova Holding'in Schvepps adlı şirketinin reklam kampanyalarını yaparak işe başlar. 1973'ten itibaren de, babasının 'siyasete girme ama onlara yardım edebilirsin' vasiyetine uyarak baba dostu Demirel'in Adalet Partisi ile başlayarak parti ve liderlerin reklam kampanyalarını üstlenir. Özal, Türkeş, Çiller gibi birçok liderle beraber parti kampanyalarına geçen seçimlere kadar devam eder. Özal'ın da yeri onun için ayrıdır: "Hayatımda tanıdığım en önemli insanlardan birisidir. Ona hayranlık ve özlemimi odamdaki 'Özel Özal Resimleri' ile yad ederim."

İkinci kez sıfıra yaklaşıyor 
Keçili, babasının intiharından sonra başladığı sıfır noktasından giderek uzaklaşır. 1982 yılında 2 milyar 650 milyonla Türkiye'nin en büyük tanıtım şirketlerinden olan Cenajans, aynı yıl değişen İş Bankası Umum Müdürü'nün 'Benim Eli Acıman'a vefa borcum var' diyerek anlaşması olmasına rağmen Cenajans'la işbirliğini bitirmesi ve ardından da tanıtımını üstlendiği diğer büyük şirket Kastelli'nin batması ile tekrar sıfıra yaklaşır. Cenajans'ın cirosu bir anda 650 milyon liraya düşer. Ama yine 1982'de Cenajans, Amerika'da ikiyüzyıllık reklam şirketi olan Grey'le ortaklığa gider. Türkiye'de sıkça yaşanan krizlerde gereken önlemleri alarak dünya standartlarında hizmetlerini sürdürür ve ayakta kalmayı başarır. Keçili'ye göre bunda iyi bir denizci olmanın da etkisi büyüktür: "İyi denizciler denizden çok korkarlar. İyi iş adamları da riske dikkatli girerler. İş hayatı ile deniz arasında hiçbir fark yok, ikisinde de fırtınanın ne zaman çıkacağı belli olmaz. Fırtınanın kokusunu zamanında alırsanız... Her atlattığınız fırtınanın sonunda bir başarı vardır." Keçili, sıfırdan geldiği bu noktaları da başarı saymaz bugün: "İş hayatımda başarılı olduğuma inanmam. Hiç bir zaman da başarılı olduğumu kabul etmem." 
1972'de evlendiği Nilgün (Özdemir) Hanım'la, yoğun iş temposunun sonucunda dört yıl önce yollarını ayıran Nail Keçili'nin bu evlilikten Nazlı -adında- bir kızı olur. Ardından 'onu saymıyorum' dediği iki ay süren bir evlilik yapan Keçili'nin zamanının çoğunu işi ve sayıları onu bulan köpekleri alıyor. Bu arada denizi de saymamak mümkün değil tabii. Hatıralarını kaleme almaya başlayan Keçili, zaman bulursa Köpekler ve Kadınlar isimli bir de kitap yazacak. Denizcilikten havacılığa ve reklamcılığa kadar birçok üyeliği bulunan Cenajans'ın patronu, TÜSİAD'da da Yüksek İstişare Konseyi Üyesi. Yeni çağın müzikleri ile türkülerden 'nefret' eden Keçili, Türk müziği dinlemeyi tercih ediyor. Aklına gelen herşeyi nerede ve nasıl olursa olsun not tutma alışkanlığı olan Keçili, batıl tarafları da olmakla beraber "Müslümanlığın icaplarının çağdaş biçimde yapılmasının yüzde yüz gerektiğine inanan bir adamdır da." İstanbul'daki işleri dışındaki zamanını Kenan Paşa ile Marmaris'te geçiren Keçili, emekli olmayı ise hiç bir zaman düşünmüyor. 
Reklamları izlediniz. Şimdi...

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...