ANADOLU
Yazan Atheneris
Ezoterizm olsun , paganizm ya da çeşitli okültik cemiyetler olsun köken veya anlayış bakımından etüt edildiğinde sırf gelenek doğrultusunda değerlendirmek eksik olur demek hatalı sayılmaz, ardında yatan ve aynı derecede belirleyici faktörler olarak görülen tarihsel, kültürel , sosyolojik ve antropolojik geçmişle sahip olunan veya amaç edinilen zihin yapısının çözümlemesini içeren psikolojik çıkarımları da bir bir incelemek ve gözönünde bulundurmak gerekir. Bu dallar daha da çoğaltılabilir ancak her birinden gelebilecek açıklamalar belki de bütünü oluşturacak parçalar olarak görüldüğünde bakış açısına zenginlik kadar kavrayışa da berraklık kazandıracaktır.
(Tabii ki burada saymadığım içrek algılama en önemli ve herkese göre değiştiğinden betimlenmesi en zor kişisel kısımdır).
Günümüzde genel olarak batı ve doğu ezoterizminin yöntemleri ve izlediği yollarla ilgili oldukça fazla şey söylenmiştir, burada gene spesifik olmak istediğim paganizme dönüş yaparsak, bir bakıma Avrupa’nın kabul edilmiş ya da ondan bağımsız ele alınması gereken kültürel kökenler konsepti üzerinde de kısaca durmak gerekir. Avrupa’da bu konudaki son tartışmalar artık “aydınlık Helen uygarlığı” yapay kavramını en temele oturtmaya çalışan anlayışı bir süredir sarsmaya başlamıştır. Özellikle arkeolojik keşiflerin de etkisiyle dönem dönem canlanan Mısır, Troya, Hindistan ya da Mezopotamya gibi yerlerdeki bulgulara duyulan ilginin ışığında bir çok alternatif ortaya atılmıştır, klasik antikite ve öğretiler konusunda eskiden olduğu gibi sadece M.Ö.5. yy a kadar geri gidilebilen felsefi ve kültürel geçmişle ilgili çıkarsamaların daha da eskiye gitmesi gereken kökenlerinin varlığıyla alakalı daha çok araştırmanın yapılması gerektiği inancı daha fazla kabul görmektedir.
(Gene inisiyatik geleneklerin aktarılarak ayakta tutulan öğretilerinin de buna işaret ettiğine atıfta bulunulabilir) Bu açıdan bakıldığında 20.yy.’dan itibaren etnik etkileşimlere olan ilgi de artmaktadır. Ancak Mısır veya Mezopotamya ya da Yunan yarımadası olarak Yakın Doğuyla ilgili tüm söylenenler, Anadolu’yu sadece aradaki geçiş bölgesi ve kaynaşma noktası olarak görmüştür ve bu bir bakıma doğrudur da, ancak Anadolu’daki zenginlik bundan çok daha fazlasıdır ve genelde Anadolu’nun bu bölgesel üstünlüğünün de belli kendine has temellere hatta diğer kültürlere de sonradan yayılacak ilksel temalara evsahipliği yapmış olabileceği düşüncesi araştırılmaya değer olmasına karşın pek rağbet görmemektedir.
Gerçi Anadolu’nun tek başına sahip olduğu kültürel geçmiş veya Hellen uygarlığının hangi evrede Anadolu’yu devraldığıyla ilgili olarak önemli eserler yazılmıştır; Muazzez İlmiye Çığ, Bilge Umar ve Ekrem Akurgal veya Azra Erhat, Halikarnas Balıkçısı, Derman Bayladı bu konuya dikkat çeken önemli bilim adamları ve yazarlarıdır ve aynı derece önemli başkaları da vardır, yurtdışındaysa buna dikkati çeken genelde alman tarihçi ve arkeologları (örn.Türkçeye çevrilmiş H.Uhlig veya J. Mellaart’ın yazıları) olmuştur. Çatalhöyük ve Çayönü gibi eski çağ yerleşimlerinin keşfi, Hitit uygarlığının kalıntılarının ve dilinin çözümlenişi sadece başlangıç evresidir gönül ister ki daha kapsamlı ve ayrıntılı araştırmalar yapılsın ve teoriler geliştirilsin. Bu yazıda genel olarak Anadolu ve yeni söylemlerden bahsedeceğim, bunların klasik görüşe göre kabul edilemeyecek yönleri mevcuttur fakat mühim olan da zaten bu tartışmalar zeminini oluşturacak çok sesliliği ve kuru bilginin etüt etmeden kabulündense tartışmadan doğacak sinerjisini sağlamaktır.
İnanç sistemiyle ilgili başlangıç yapmak gerekirse, Anatanrıça ve mevsimsel döngüyle alakalı yaratılışın eril yanını temsil ederek her bir dönem sonunda ölüp yeniden dirilen tanrı inancı Anadolu’da da etkin şekilde varolmuştur. Yaratılış, yaşam-ölüm döngüsü ile mevsimsel ve göksel değişimler arasındaki bağlantı oldukça önemliydi. Tanrıça evrenin yaratıcısı ve doğurma gücüne sahip yaşam veren imge olarak kutsaldı, ancak ilkbahar’la birlikte canlanan doğanın sembolizmiyle ifade edilen şekliyle Tanrı’yla birleşmesi ve verimlilik sürecini başlatması gerekiyordu. Eril yan hem sevgili/koca hem de oğul içeriği taşıyordu. (literatürde son-lover diye geçer) Coğrafi bölgelerdeki mevsimsel farklılıklar spesifik zaman olarak kaymalara yol açsa da, genel olarak solstis ve ekinokslar da gözönünde bulundurulduğunda, ilkbaharın gelişiyle başlayan doğadaki canlanış tanrının genç kral olarak yeryüzüne çıkışı anlamını taşıyordu (daha önceki dönemlerde bitki ruhunun kendiyle özdeşleştiğinden eril tanrının yeryüzüne çıkışı sembolünün altında bitkilerin büyümesi ve toprağın yenilenmesi anlamı çıkarılmalıdır.) Yaza doğru ilerledikçe genç kral (boynuzlu tanrı, boğa, geyik kral olarak farklı kültürlerde sembolize edilir) tanrıçayla eşit bir konuma yükselerek onunla sembolik anlamda evleniyordu, (antik çağ toplumları üreme organları ve etkinliğine oldukça fazla önem atfetmiştir.)
Bu birleşme doğurma ve yaşamın devamını sağlayan kutsal bir etkinlikti ve büyük ihtimalle temsili bir birleşme seremonisiyle kişileştiriliyordu. Daha sonraları “hieros gamos” - kutsal evlilik - adını alan bu seremoniler önceleri seçilmiş bir rahibe ve yaz bitiminde kurban edilecek topluluktan bir erkek tarafından gerçekleştiriliyorken daha sonraları rahip-kral ve tapınaktaki kutsal rahibe (fahişelik diye geçse de, anaerkil kültürde cinsel eyleme verilen kutsiyet açısından bu tanım pek doğru bir saptayıcı değildir, günümüz zihniyle değil de içinde bulundukları zaman açısından değerlendirildiğinde kutsal bir tören olan cinsel eylemde bulunan taraflar hem inançları gereği tanrıçayı onurlandırmış hem de verimlilikle ilgili içsel deneyimi birebir yaşamış sayılırlardı.
Arketip anlamın daha derin olduğu da unutulmamalıdır. Kutsal fahişe arketipi aslen erkeğin maiden ve eş-anne imajları arasındaki çarpıtılmış yansımasından etkilenmiştir ve korkutucu olarak görülür, oysa arketipal olarak kendi cinselliğinin gücünü bağımsız olarak ele almıştır, anne veya kutsiyet atfedilmiş soylu bakire değil, canlılığı ve hayatiyeti simgeleyen aktif bir rolü vardır, Meryem ve Maria Magdelene’de olduğu gibi, birinde doğurganlıktan yoksun bırakılmış bulutların üzerindeki ulaşılamaz ‘bakire’, diğerinde yaşam enerjisinin ve canlılığın simgesi, çekici ve baştan çıkarıcı imge) arasında gerçekleştirilmeye devam etti.
Bazı yerlerde kurban ve aktif eylem tamamen kaybolarak yerine sembolik bitki demetlerinden yapılan figürler kullanılır oldu. Büyük olasılıkla bu, temsili büyünün de ilk örneklerindendi. Kutsal evlilik ritüeliyle doğumu ve yaşamı tekrar doğaya getiren ilahi yaşamın eril yönü sonbaharda kendini yeniden yaşam vermek üzere kurban etmek ve yeraltına çekilmek zorundaydı, mitsel söylemde geçen ölüm ve yeraltına iniş sahneleri sembolizm bakımından oldukça zengindir, bir çok kültürde bu motife rastlanır; (İsis-Osiris,Kibele-Attis,Aphrodite-Adonis gibi) yeraltına çekilen ve ölen tanrı kimi anlatımda tanrıçanın onu yeraltından kurtarışıyla yeniden dirilir veya tanrıçanın rahminden tekrar doğar, böylelikle yaratıcı sıfat ve kalıcı ölümsüz öğe Anatanrıça figürünün olurken tanrı ardıl ve ölüp-dirilen/yeniden doğan olarak hem oğul hem de sevgilidir. Bununla ilgili Kibele/Attis ya da Aphrodite/Adonis kültü örnekleri verilebilir.
Batı paganizminin zamanımızda yeniden dirilmesi bir bakıma neolitik devrin Anatanrıça kültünün ortaya çıkarılması ile mümkün olmuştur denilebilir, 19.yy sonlarından itibaren oldukça tartışmalı da olsalar C.G. Leland ve M.A Murray anaerkil yapıya dikkat çeken ilk isimlerdi, aynı zamanlarda J.Frazer “Altın Dal”’ı yayınlıyor ve başlangıçta büyü kavramının etkin olduğu, dinin daha sonra geliştiği teorisini antropolojik bulgularla destekliyordu. Golden Dawn’dan kopmalar ve ileride İngiltere’de yüzyılların utancının silinmesi olarak değerlendirilecek “witchcraft act” ’in (Cadı olduğu iddia edilen kişilere karşı hukuki yaptırımları içeren kanun) yürürlükten kaldırılmasına neden olacak spiritüel uyanış devresi pek tabii ki sansasyonel olandan tutarlı olana evrimleşene dek oldukça buhranlı dönemlerden geçti. Gerald Gardner yaşamının son evrelerindeki A. Crowley ve bir çok okültist ile yakın ilişki içerisinde olan bir araştırmacıydı, ordudaki görevi dolayısıyla Doğu ve Yakın Doğuda bulunarak gözlemler yapmıştı,
Uzak-Doğudaki Malezya şamanizmini ve özellikle İngiliz yönetimindeki Kıbrıs’ta kaldığı süre boyunca Afrodit kültü ile kalıntılarını incelemiş ve muhakkak ki sonradan geliştireceği “old religion” (Eski inanç - Pagan inanç ve uygulamalarına verilen genel bir tabir) konseptine uygun olarak Anatanrıça kültüyle ilgili veri toplamıştı, ayrıca daha sonra üzerinde duracağım şekilde Celtic kökenli New Forest Coven’i kökenine dayanan görece inisiyatik bir geçmişten de geliyordu.
1900’lerin başında Sir Arthur Evans Girit’te Knossos sarayı kalıntılarını kazmaya başlamış, Anatanrıça ve boğa kültü ortaya çıkmıştı. Avrupa’da ise en sonunda Stonehenge, Avebury, Glastonbury, Callanish, Bretagne gibi ören yerleri ile tüm Avrupa ve Yakın-Doğuya dağılmış megalitler arasında bağlantılar kurulmuştu. Celtic kökene dair folklorik araştırma olarak başlayıp eski geleneklerin yeniden önem kazanmasıyla artan bu etkileşim Avrupa’nın Kral Arthur, Merlin, Druid söylencelerinin kökenlerini aratmış, daha sonra belirli politik oyunların etkisiyle Almanya ve İskandinavya’da da kökenlere yönelik araştırmalar artmıştı. Günümüzde ilkler olarak sayılabilecek tüm bu araştırma ve bulgular tabii ki hala önemini korumaktadır, ancak zaman geçip derinlere inildikçe ilklerin ötesine geçip daha kesin neticeler elde etmek ve başlangıçtaki kimi hataları düzeltmek de kaçınılmaz olmuştur.
Örneğin Girit’teki Minoen uygarlığın artık anakara olan Anadolu’dan göçen bir kültür olduğu kanıtlanmıştır, verimli eril/boğa kültü ve “serpent mysteries” (Yılan sembolizmine ait içrek uygulamalar bütünü denebilir.) olarak adlandırılan yılanlı tanrıça figürleri de Anadolu’dan, Python yılanının efsaneleriyle de ilişkilendirilebilir şekilde çıkmıştır. (Phyton efsanesi bazı araştırmacıların dikkatini çektiği gibi oldukça önemli bir sembolizmi de içermektedir, ayrı bir yazının konusu olarak işlenebilir) Sonraki dönemlerde sembolizmde kayma yaşanmasına karşın, yılan bu kültürlerde phallic ya da eril değil anaerkil kültür yapısından dolayı dişil içerikteydi.
Benzer şekilde Girit’teki obsidian buluntular da Anadolu’yla olan yakın etkileşimin kanıtıdır, çok az bulunan volkanik kökenli bir bileşim olan obsidian orta ve güneydoğu Anadolu’nun volkanik bölgelerinde bol miktarda bulunur ve dağılım alanı ticari bir ilişkiler ağının o zamandan mevcut oluşunu kanıtlar. Bütün bu yerleşik kültür daha sonra Dor akınlarıyla ele geçirilip ataerkil yapıyla karşılaşmadan çok önce Anadolu’dan buraya gelerek kurulmuş olmalıydı. Bunun dışında inanç sistemi ve panteonlar da söz konusu bölge Anadolu olduğunda oldukça fazla ve karmaşıktır.
Bu eşlemelerden Adonis kimliğini ayrıca ele almak gerekirse; Adonis’in verimlilik kültleri ve bitki tanrısı/ruhu olarak Anatanrıça geleneğinin her sene ölüp dirilen son-lover karakteriyle kişileştirilen eril yanı zaten bu ve daha önceki yazılarda pek çok kez gözetildi. Son-lover oldukça ilginç bir konsepttir, ilk olarak Anadolu’da Kuwawa/Atta sonrasında da Kibele/Attis, Sümer’de İnanna/Dumuzi, İştar/Tammuz olarak sıralamada devam eder, İnanna ve Nanna sıfatlarının Marianna olarak Meryem/İsa ile ilişkilendirilmesi de gene son-lover konseptinde değerlendirilince ilginç sonuçlar ortaya çıkartabilir. (Mısır’da benzer İsis/Osiris ilişkisi)
Frazer konsepti Sami dilleri ve efsaneleriyle açıklar oysa günümüzde teorisinin kökene yönelik noktalarına eleştiriler gelmiştir. İlk olarak 1946’da keşfedilen Anadolu’nun en eski dili olan Luvi dilinin ve lehçelerinin çözülmesi durumun ve kültürel gelişimin Sümer, Sami veya Yunan yarımadasından Anadolu’ya değil tam tersi şekilde Anadolu’dan daha güneye ve batıya doğru yayıldığını kanıtlar, örnek vermek gerekirse kayıtlara geçen Anadolu’lu “Palasuit” halkının, Troya’nın müttefiklerinden biri olarak şehrin düşmesinden sonra batıdan gelen istiladan kaçarak Doğu Akdeniz tarafına göç ettiği ve buraya yerleşip “Palastine” kentini kurdukları yazılıdır.
(Hitit tabletlerinde) (Ayrıca hepimizin bildiği Troya’nın anaerkil Anadolu’yu temsil etmesine ve yorumlarına burada tekrar değinmiyorum, zaten en önde gelen kanıtlardan biri budur.) Anatanrıça inancını beraberlerinde götürmeleri sonucu Hurri ve Palasuit halkının “Kupapa/Kibele”si Kepat-Hepat olur. Etimolojik kökende ileriye gidildiğindeyse “Hepat-Hepa-Hebe-Heve” ve son halinde Suriye üzerinden Filistin’de “Havva” şeklini alır.
Aynı şekilde bir çok yer ve deity adı gene Luvi dili esas alınarak çözümlenebilir, özellikle yunan dilinin daha sonradan orijinal dile eklenen -ys –iaea -ion –ios -os takıları çıkarıldığında, geriye eski Yunanca'da anlamı olmayan ana kelimenin kökü kalır. İzmir, Amasya, Antalya, Halikarnas, Girit, Didim, Milet gibi yer adları ve Demeter, Kibele, Afrodit, Apollon ve Artemis gibi tanrı ve tanrıçaların isimleri hep aynı Luvi kökenden türetilmiştir. Bu dil kısmen 1946’da çözümlenebildiğinden bu tarihten önce Batıda yazılmış kaynaklar eksiksiz ve tam değildir. J. Frazer Adonis/Adon bağlantısını kurar ve Suriye kökenli Sami halklarının tanrısıydı der. Mersin ağacından doğması ve yaban domuzu tarafından öldürülmesi sembollerine ilginç açıklamalar getirir. Yaban domuzu Anatanrıça'nın yüzlerinden biri (Anadolu Demeter ve Kibele’sinden Celtic Cerridwen’e kadar) ve kutsal hayvanıdır ancak ekinlere saldırır ve aslen zarar vericidir, belki bu özelliğinden ötürü kurban ediliyordu ve kurban edilmesi daha gerideki zarar verici anlamın yitirilip belki de daha sonradan sadece kutsiyet atfedilmesine neden oldu .
Günümüzde Sami kökenli halklarda ve Yahudilik'te domuz eti yemek halen büyük bir yasak ve günahtır. (Sadece kadınların katılabildiği Demeter’in Thesmophoria ritlerinde de eti yenmez mağara veya açık alanlara bırakılırdı-aslında ölmediğinin ve tekrar yaşama döneceğinin simgesi olarak.) Benzer şekilde de Attis kimi anlatımda yaban domuzu tarafından kimilerindeyse kendini hadım ederek öldürür (geç dönemin Dionysos’uyla ve kendilerini hadım ederek Kibele’nin rahibi olma statüsüne kavuşulması bağlantısı vardır.) ve çam ağacına dönüşür, 22 martta şenliği vardır. (Çam ağacının sürekli yeşil kalışı-mayıs direkleri veya noel ağacı olarak kullanımında çapraz bağlantı olabilir) Mısır’da da benzer anlatım Osiris’e verilen kurbanlarda karşımıza çıkar.
Burada gene bir ara paragraf açarsak, Hepat konusunda da Hecate’yle ilişkisi üzerinden yorum yapılabilir, aslında tanrı ve tanrıça formlarının tek tek kült olarak değil fakat genel Anatanrıça ve tanrı imajları üzerinden değerlendirmek en doğrusudur, kökene inildikçe karşılaşılan “karmaşa”dan mümkün olduğunca kaçınmaya çalışmak da yanlış olmaz, Anatanrıça kavramı genel anlamda düşünüldüğünde zaten yaşamın yaratıcısı olarak tüm hayvanların istisnasız ona adanmış olma durumu ve vahşi hayvanların yöneticisi olma formu vardır (Geç dönemde adlandırıldığı şekliyle Potnia Theron – vahşi hayvanların sahibesi) yani bu açıdan bakıldığında istediğimiz ve kendimizce yakın bulduğumuz her türlü hayvan sembolizmini tanrıçalara atfedebiliriz, zaten çok çeşitli kültürlerde aynı amaca yönelik tanrı ve tanrıçalara ilişkin özellikler vardır
(Anadolu’daki Hecate İrlanda’nın Cerridwen’iyle, Demeter Roma’nın Ceres ile, Persephone Eostre ile vb.) ve günümüzde birbiriyle sık sık ilişkilendirilir olmuştur. Mesela Hecate benzer yapıda hikayesinden dolayı Hepat değil belki bir başka Hurri kökenli tanrıça olup Hitit panteonuna girmiş Kamrusepa ile daha yakın gözükmektedir.
Dolayısıyla mesela evet Cerridwen’in kutsal hayvanlarından biri kargaydı ve neden Hecate için de geçerli olmasın denebilir, dikkat çekmek istediğim nokta karmaşık ilişkilendirilmelerine ve kökenlerine rağmen gene de her birinin kültünün diğerinden ayırt edici özelliklerinin bulunması ; bazıları burada eklektik yaklaşımı seçip bu ayrıntıları önemsiz sayabilir ve direkt arketipleri üzerinden gidebilir ya da kendi bakış açısıyla tamamen öznel yeni bağlantılar kurabilir, fakat kültün kendisi en kesin anlamda arkeolojik kayıtlar açısından bellidir. Asıl önemli kısmı tabii ki karga mıydı yılan mı kedi miydi yoksa başka bir şey mi değil, sembollerin işleyiş mantığının kendisidir. Semboller bilinçaltı düzeyde aktive olduğundan zaten biz ne yüklersek yükleyelim gene kendi mekanizmasında çalışır.
Ama bizim onu bilinçli olarak değerlendirme ve içsel gelişimde yararlı veya zararlı kullanma biçimimiz içrek tanımada bize yol gösterecektir. Sembollerle çalışmak bir süre sonra kendiliğinden gelişerek yerleşen doğal bir özümseme ve kavrayış getirir ki, bu da ilerleme sürecinin önemli basamaklarından biridir ancak oto-kontrol her koşulda gene de muhafaza edilmelidir, bilinçaltı imajları içlerinde barındırdıkları enerji potansiyelleri sayesinde oldukça çekici olup kişileri bu seferde yaşanan gerçekliği arketipal imgelem doğrultusunda anlamlandırma çabası içine çekebilir ki özellikle yapılan herhangi bir majikal çalışma sırasında bu ayrıma dikkat edilmelidir, amaç bir diğerinin üste çıkmasını değil bireyleşme süreci içerisinde ahenk ve dengeyi sağlayabilmektir.
Hecate’ye dönersek, hakkında zaten oldukça ayrıntılı olarak yazılıp çizilmiştir ve burada tekrar ele alınmayacaktır ancak buradan günümüz paganizmine eleştiri olabilecek bir noktaya geçiş yapılabilir. Hecate’nin bu bakımdan ilk başta Anatanrıça olarak kadınlığın üç ana evresini birden temsil ederken daha sonra sadece crone (yaşlı bilge kadın) olarak görülmesi anlamlıdır, yaşlı kadın arketipi anima imgesi olarak kapsamlıdır zira bakirelik -burada anlamı fiziksel değil kendi cinsel kimlik ve benliğine sahip olma anlamındadır , özgünlük ve kendi kendine ait olma ifadesi taşır, kelime virgo olarak geçer, günümüzde yanlış olarak anlaşılan haliyse virgo intacta yani cinsel deneyimin olmayışı demektir - ve anne/sevgili evrelerinden sonra döngüyü ve bütünlüğünü tamamlamış, yol gösterici ve kapsayıcı olmuştur.
Karanlık tarafı ise kadın animus'undaki karanlık imge olan yaşlı vahşi bilge (örn. greenman) gibi rahim karanlığının ve ölüm ile karşı cinsin tecrübe edilemez cinselliği ve bilinemezliğine çekilişi simgeleyen kadın imgesidir Kali, Hecate veya Lilith gibi. Hecate günümüzde nispeten daha kapsamlı ve geçmişteki Anatanrıça imajına uygun biçimde crone’un görece aydınlık yüzüdür, bilinçaltına iniş anahtarını taşır ve okült bilgelik verir ancak karanlık yüzü, istediğinde saklı bilgeliği verirken yanılsama olarak insan bilincini saptırabilir de. Lilith bu bakımdan çok daha ilginçtir çünkü taşıdığı enerji çok daha primordial (ilksel) ve saftır, çalışma esnasında her iki cins için de oldukça tehlikeli olabilir, kadın eğer kendi dişil enerjisine aşina değilse Lilith’in ilksel ve saf libido taşıyan enerjisi üstesinden gelinmesi oldukça zor bir tecrübeye dönüşebilir, aynı şekilde erkek açısından yansıtmayla doğan kendi anima'sının çarpıtılmış halinin (Jung çoğu makalesinde bu tehlikeye dikkat çekmiştir.) bir tezahürü olabileceğinden dikkat edilmelidir.
Jung, Campbell ve Eliade’yi bir kere de ben önermeden edemeyeceğim, Jungian ekolden gelen Johnson’sa erkekte anima imgesini tanımlamadaki başarısına karşın kadındaki animus'u anlatmada aynı derecede şaşkın ve beceriksiz kalmıştır, bu bakımdan Campbell ve Jung’un ancak zayıf bir gölgesi olabilir, animus ile ilgili Emma Jung, Quallis-Corbett, Robert Stein çok daha özgün yapıtlar vermiştir.
Yukarıda sayılan ve pagan tradisyonlarında “deeper understanding” olarak ileri derece training’lerde (İnisiyatik olabilen ve daha derin kavrayışa olanak tanıyan pratikler) verilen psikolojik yeterliliğe ve hazırlığa dayalı çalışma ve tanımlamalar oldukça kapsamlıdır, hatta bazı aşamaların giriş eğitimleri tradisyonlara üst düzeyde inisiye olan psikolog ve terapistler tarafından hazırlanır. (Viviane Crowley ve Starhawk gibi) Ancak bu çalışma ve oturumların sonuçları inisiyatik gelenek içinde kaldığından günümüz psikoloji camiasının yapılan çalışmalardan pek haberi yoktur, aynı şekilde O.T.O., AMORC gibi ezoterik örgütler de bu tip uygulamaları kendi bünyelerinde sık uygular. Dışarıdan bakıldığında paganizme ve Wicca’ya gelen en ağır eleştiri öğretinin görece “hafif” kaldığı yönündedir ve bununla ilgili ciddi tartışmalar yapılmaktadır ancak bu noktada outer-inner circle (İnisiyatik olarak kabaca daha yüksek ve alttaki derecelerin kademeli olarak grup içinde yeralması) ayrımı durumun netliğini ortaya koymada tek etkin yanıttır .
Bunun dışında pratiklerin ceremonial kökenli öğeler içermesi ve pentagram sembolünün kullanımı da çoğu popüler bilginin aksine pek az kişinin bildiği şekilde 5 köşeli yıldız sembolünün tıpkı güneş ve ayda olduğu gibi İştar –ki anlamı bir yerde batı diline ‘star’ olarak geçer zaten- ve Venüs ile alakalı olarak Anatanrıça'yı temsil etmesidir. 4 element+quinta essentia tamamlayıcıdır ve tanrıçanın kadim yaşam veren gücüne işaret eder, simya uygulamalarında da sembolizm bu yöndedir. Anadolu’da tanrıça Kibelenin ideogramı küp, mührü 5 köşeli yıldızdır.
Bu konuda Halikarnas Balıkçısı ilginç bir tez öne sürer: Kibele luvice kuwawa ku(wa)+aba+ula yani akarsu ve koruların kutsal annesi demektir. İslamiyet öncesi Arap yarımadasında Mekke’nin kutsal ilahesi Hübel-Übel’in ve şehrin bir başka koruyucu tanrıçası olan Lat’ın da Lykia kökenli Leto’nun devamı olduğundan hareketle Halikarnas Balıkçısı islamiyetteki ay sembolizmi ve 5 sayısına verilen önemi daha önceki dönemin anaerkil etkileşimine bağlar. Kıble ve kabe sözcüklerinin de Kibele sözcüğünden türetildiği, hatta “Abdullah” özel adının ilk şeklinin “Abdullat”-lat’a tapan olduğu bilinmektedir.
Arap panteonunda bir ağaç kütüğüyle sembolize edilirdi, bu simge “xanon” olarak en eski devirlerden beri Anadolu’da tanrıçayı betimlemek için kullanılır, tarihsel açıdan bakıldığında Sümer, Mezopotamya ve Yakın-Doğuda Anatanrıça kültü m.ö.2500-3500 arası tarihlenirken (Avrupa’daki tarihler de bu civardadır) Anadolu’da bu tarih çok daha geriye gitmektedir, kelimelerin etimolojik geriye gidişi de aynı noktaya işaret eder.
Yazıda genelde en arkaik döneme vurguda bulunulduysa da, Anadolu’nun bu en eski yerleşimlerinin, toplumlarının ve uygulamalarının üstüne günümüze dek pek çok şey eklenmiştir ki bu genişliğinden dolayı ancak apayrı bir yazının konusu olabilir; semavi dinler, doğu ve batıdan çok çeşitli kavim ve halklar, maniheizm ve zerdüşt gibi pek çok inanç akımı, sonunda islamiyet ve tabii ki Orta-Asya Şamanizminin Türkmen boyları gibi kanallarla Anadolu’nun en uç noktalarına kadar ulaşması ve kaynaşması söz konusudur. (Ki bu da apayrı bir yazı çıkarılacak kadar kapsamlıdır.) Türk ezoterizmi gibi bir kavramdan bahsedildiğinde de doğal olarak geçmişteki bu büyük zenginlikten istifade etmemek olanaksızdır, gerçekten de içinde bulunduğumuz coğrafya günlük yaşamın içinde bile bize mesajlar vermeye devam etmektedir, gelişme yolunda bizzat yaşamın kendini de rehber edinen bizler bu açıdan talihli kişileriz.
(Burada son kez parantez açıyorum , Anadolu paganizminden bahsederken batıyla olan büyük farkları gibi tabirler kullanılagelmektedir, bunları açıklığa kavuşturmak için tekrar ele almak yerinde olur kanaatindeyim. Burada farklılık demek çok muğlak kalıyor, tam tersine ana hatlarıyla işleyiş hemen hemen aynı. “Coven” kelimesi latince “convenire” sözcüğünden türetilmiş “biraraya gelmek” anlamında kullanılan bir kelime, genel bir betimleme yapmak için büyük oranda kabul görmüş bu terim kullanılır ancak gelenekten geleneğe gruplara farklı adlar verildiği de olur. İskoç geleneği ve Asatru örneğin, coven kelimesini kabul etmezler vs. Türkçe’de bunun ilginç bir şekilde “kovan” olarak geçtiğini bir kaç yerde gördüm ve açıkçası oldukça da hoşuma gitti , Anatanrıça dininin Artemis ile birlikte en uzun süre yaşadığı yer olan bu topraklarda Artemis’e ve büyük anneye verilen en son sembol “kraliçe arı”ydı ve İzmir’in de simgesi olduğu şekliyle betimlemelerde ve Artemis heykelinin süslemelerinde de arı figürü bol bol geçmekte . Kovan tanrıçanın topraklarında bir araya gelen gruplar için eğer kullanımı kabul de görüyorsa bence anlamına tam oturan bir tabir. Maddelerden hareket ederek gitmek gerekirse, bazı noktalar şöyle açıklığa kavuşturulabilir:
Batıda Pagan olmak için bekleme zamanı yok, bizde var.
Sohbet toplantıları, e-mail grupları ya da özel yazışmalar olsun bunun üzerine pek çok kereler yazmışımdır, hazırlık süresi benzer anlamda tek şekilde alınabilir o da geleneksel olarak “one year and a day” (Bir sene ve bir gün) ya da 13 ay 28 günlük bir süre verilmesidir, bu takvim ay döngüleriyle doğrudan bağlantılıdır ancak kullanıldığı yerler çok farklıdır ve genelde hazırlık aşaması olarak geçirilen evreyi betimlemek üzere sembolik olarak kullanılır. Günümüzde bazı Wiccan tradisyonları bu ön süreyi baz alarak bittiği tarihte inisiyasyon seremonisini gerçekleştirirler ve adaya bu süre boyunca yoğun bir hazırlık eğitimi verilir. Ancak “bir sene ve bir gün” deyimi belki de başına “en azından” eklenerek kullanılmalıdır, zira biçilmiş kesin bir tarih herkeste birbirinden farklı oluşan kişisel gelişim sürecinden çok bağımsızdır, bu süre tamamen kişisel ilerlemeye göre seneler de alabilir, çok kısa bir zaman dilimi içerisinde de gerçekleşebilir; tekrardan özellikle belirtiyorum ki böylesi bir kesin saptama semboliktir.
Bir de Internette ve çok çeşitli yerlerde yazan yalan yanlış bir sürü zırvanın yol açtığı yanlış anlamalar var, genelde popülist bir yaklaşımla “how can i become a witch?" (Nasıl cadı olunur!!!???) saçma sorusuna karşı verilen anlamsız bir cevap bu ve ne yazık ki gerçekte var olan kavramı da sulandırıp anlamını yitirmesine neden oluyor. Bir de, zamanla ilgili son olarak şunun ayırdına varmak gerek ki, tabii ki araştırma yapma, bilgi edinme ve öğrenme bir süreçtir ve zaman alır sadece bu süre kısıtlı ya da kurallara bağlı değildir. İnisiyasyon sürecini tecrübe edenler demek istediğimi daha iyi anlayacaklardır; “paganizm” deyince eğer kişisel tercih değilse bir bekleme süresi yoktur, ancak gelenek veya order deyince vardır.
Bu konuda güzel bir laf söylenegelir, eclectic oluşumun Hpss’lerinin " …The Lord and Lady make you Priest or Priestess, but I make you an Initiated One" anektodunu geçmeleri anlamlıdır. Takvime gelince, Anadolu olsun batı kaynaklı olsun, hem ay ve hem de güneş takvimi kullanılır, hatta Batıda coğrafi özelliğinden ötürü ay takvimi daha kapsamlı ve ayrıntı olarak isimlendirilmiştir, güneşse ekinoks ve solstislerin ayrılmaz öğesi olarak doğanın döngüsünü takip eden her pagan inanç sistemi için önemlidir. Anadolu’da yaşayan biri olarak batıda hafifte de olsa yerildiği şekliyle güneş bağlantısından ötürü “lesser” kabul edilen 4 ana şenliğin bu sıfatına katılmadığımı bir çok yazımda dile getirmiştim. Arabistan’ın ay takvimi hatta islamiyet öncesi panteonuna da yazıda değindim, buradan bağlantıyı ayırt etmek güç olmayacaktır . Son olarak:
Anadolu’da okültik tanıma uyan şekilde varolması muhtemel tradisyon veya uygulamalarla ilgili konuşmak gerekirse, Anadolu gibi her bölgesi, her köyü farklı bir etkileşimden gelen, Ege Akdeniz ve Karadeniz diye ayrıldığında bile oldukça farklılaşabilen bir alanda eğer varsa belirli bir yaygın gelenekten ve onun sembollerinden bahsetmek oldukça güç olacaktır. Aslında bunun konuşulması bir bakıma keyif verici zira bu belirli bir hareketliliğin yaşanıyor olduğu ya da yaşanacağı anlamına gelebilir ve şahsen sevindirici buluyorum ancak her zaman gözettiğim şekilde anlam karmaşasına düşmemek ve iyice etüt edilmeden bağlantıları kurmamak oldukça önemli, geçmişten ders çıkarmak için 1900’lerin ortasına doğru tüm Avrupa’da yaşanan ve şu anda hafiften de aşağılayarak “witchwars” denen döneme bakmak yeter,
Gardner ilk kez New Forest’ten bahsettiğinde bir kaç yıl içinde İngiltere’de hatta Avrupa’nın bir çok yerinde bu grubun devamı hatta öncüleri olduğunu iddia eden sürüyle oluşum ortaya çıktı, buna asırlar süren bir aile geleneğinden geldiğini iddia eden kırsal kesimin bireyleri izledi, öyle ki son darbeyi vuran Alex Sanders, daha sonraları Gardnerian adını alacak taraftan bazı dokümanları aşırdığında ufak çaplı bir kıyamet yaşanmıştı, Gardnerian grubun o zamanki başrahibesi Doreen Valiente, Old Dorothy denen inisiyatik kaynağının varlığını kanıtlamak için Hindistan’dan Afrika’ya ve İngiltere’ye dek ulaşan nüfus kayıtlarıyla boğuşup epey vakit harcadı, bu dönemin canlı ve güvenilir tarafları olan Patricia ve Arnold Crowther, Sybil Leek ve Doreen Valiente gibi yazarlar otobiyografik eserlerinde yaşananları ayrıntılı olarak anlatırlar ki bu olanların İngiltere ayağıydı.
Sahte ve popülist olanla güvenilir ve sabit olan arasındaki ayrımı yapmak zor olmuştu , tabii ki New Forest Grubu ilk veya son olmadığı gibi belirleyici de değildi ve tüm oluşum iddialarının arasında çok az miktarda da olsa gerçek faaliyet gösterenlere rastlanıyordu . Bu oldukça tartışmalı ve istenilen tarafa çekilebilecek bir konudur, dileğim aynılarının hiçbiryerde tekrar yaşanmaması yönündedir.)
Çok geniş bir konuyu zaman zaman uzun ara açıklamalar da koyarak elimden geldiğince anlatmaya çalıştım , arada yaşanan dağılmalar ve hem yerin hem de konunun toparlanması açısından atladığım bir çok nokta mevcuttur öyle ki hemen hemen her paragrafından ayrı bir yazı çıkarılarak genişletilebilir. Uzunluk açısından çok teorik olsa da aynı derecede uygulama pratiklerine de geçişler vardır , bir dereceye kadar boşluğu doldurmada başvurulacak bir deneme olması yeter de artar.