YAVUZ SULTAN SELİM’İN İRAN SEFERİ
Osmanlı İmparatorluğu’nun dokuzuncu padişahı Yavuz Sultan 1512 tarihinde tahta geçti.
Babası 2. Bayezıd’in son döneminde memlekette düzen bozulmuştu. Yavuz için en büyük
tehlike de Anadolu’daki Şii-kızılbaş varlığı idi.
Hatta, Amasya’daki Osmanlı şehzadesi Murat bile Kızılbaş olmuş ve törenle taç giymişti. Bu
dönemin bu açıdan öteki önemli olayları; Tokat Şehri ileri gelenlerinin Şah İsmail adına
hutbe okutması, Şehzade Murat’ın 10 bin Kızılbaş ile Kazova’da Nur Halife (Kızılbaş
26dedesi) ile birleşmesi ve Nur Halife’nin Sivas, Tokat ve Amasya Kızılbaşlarından çok önemli
bir kitleyi İran’a götürmesiydi.
O sıralarda Osmanlı-Safevi sınırı Sivas’a bağlı Suşehri kazasından geçiyor. buradan Fırat
nehri izlenerek Memluk-Safevi sınırına varılıyordu. Divriği, Darende, Malatya ve Ayıntap
Memluklerin; Kemah Kalesi, Harput ve Urfa da Safevilerin sınır kentlerini meydana
getiriyordu.
Zaten Safevi devletinin kuruluşunda Türk öğesi ağırlıktaydı.
II. Bayezıd’in Anadolu’da Şiiliğe karşı Bektaşiliği tuttuğu Balım Sultan’dan el aldığı, Bektaşi
olduğu iddia edilir, buna örnek olarak da onun Hacı Bektaş-i Veli türbesini yaptırdığı ve bu
tarikat mensuplarına çok iyi davrandığı gösterilir.
Yavuz, tahttan indirdiği babası 2. Bayezıd’i Bektaşilerin merkezi olan Dimetoka’ya sürgüne
gönderir. Tahta geçmek için kardeşlerini ve babasını öldürdükten sonra, Şiilik meselesini ele
alır.
Yavuz, Şiiliği ve Bektaşiliği kendisi için büyük tehlike olarak görüyordu. Özellikle Safevi
Devleti ve Anadolu’da çok sayıda taraftarı olan Şah İsmail’in varlığı onu rahatsız ediyordu.
Böyle devam ederse Şah İsmail ve Safevi devleti Anadolu’ya hakim olabilirdi. Anadolu’da
Safevi devleti ve Şah İsmail’e sempati besleyen önemli bir Alevi kitle vardı. Anadolu’nun
Safevi devletinin bir parçası, vilayeti vb. olması hiç de uzak bir ihtimal değildi.
Sünni Sultan Yavuz Selim bu tehlikeyi ortadan kaldırmak istiyordu. Ona göre bunun yolu da
önce Şah İsmail’in Anadolu bağlantısı olan Alevi halka bir ders vermek, sonra da Şah
İsmail’in kendisiyle hesaplaşmaktı.
Yavuz Sultan Selim, İran seferinden önce, Anadolu’ya adamlarını göndererek Anadolu’daki
Alevilerin sayısını ve gücünü belirlemelerini istedi. Yapılan sayımda Anadolu’da resmi olarak
40.000 Alevi olduğu saptandı.
Yavuz, İran seferine Anadolu’dan başladı. Önce bu deftere geçen 40.000 Alevinin
katledilmesi emrini verdi. Bu emirle o güne kadar Anadolu’da eşi görülmemiş büyük bir
katliam başladı. Alevi yerleşmelerinde taş taş üstünde kalmadı. Alevi inançtaki insanlar en
ücra Alevi köylerinde bile yediden yetmişe katledildi, kaçanların aylarca dağlarda izi sürüldü.
Bu kıyımdan yalnızca kuş uçmaz kervan geçme yerlere kaçan Aleviler kurtulabildi.
Anadolu’da Alevilerin hayatlarını bugün de en ücra köy ve mezralarda; susuz, yolsuz, yüksek
karlı dağların arkasındaki yerleşmelerde sürdürmelerinin sebebi budur. Onları o yüksek
dağların görünmeyen yamaçlarına işte bu can korkusu atmıştır. Bu korku verme yöntemi
Osmanlıların resmi politikası olarak varlığını asırlar boyunca sürdürmüştür.
Bu yüzden Alevi insanı şehre ve onun nimetlerine asırlarca muhtaç kalmış, yeni yen
imağarasından, mezrasından çıkıp insanlığa elini uzatmıştır.
Yavuz’un İran öncesi Anadolu’da giriştiği bu katliamdan Bektaşi geleneğine göre yetiştirilen
ve bir anlamda “Bektaşi” de denebilecek Yeniçeriler rahatsız oldu. Yavuz, bu kez farklı bir
siyaset izleyerek kendisinin; Şah İsmail’in adamlarına karşı olduğu Bektaşiliğe karşı olmadığı
imajını vermeye çalıştı. Hatta kulağını Bektaşi usulü deldirerek balım Sultan küpesi taktırdı.
Bu çabalarının sonucunda da Yeniçeri Bektaşilerin ve Türk Alevilerin bir kısmını ikna etti.
Yavuz’un çok hırslı bir devlet adamı olduğu, dünya haritasını önüne açarak, “Bu dünya bir
padişaha az gelir” dediği söylenir.
Yavuz’un İran Seferi’nde iki amacı vardı:Bunlardan biri, doğuda Şiiliği temizleyip Horasan
ile birleşmek, ikincisi ise, Mısır’ı fethederek dünya ticaret yollarını ve hilafeti elde etmekti.
Yavuz böylece bütündünya Müslümanlarının halifesi olduktan sonra Hz. Ali’den bu yana
devam eden hilafet sorununu da halletmeyi umuyordu.
Yavuz, İran Seferi’ne 20 Nisan 1514 tarihinde başladı. Yolda kıtlık başgösterdi. Yeniçeriler
bu sefere karşı çıktılar ve isyan çıkardılar. Yavuz, seferden vazgeçilmesini isteyen çocukluk
arkadaşı Karaman Beylerbeyi Hemdem Paşa’yı derhal başından vurdurup öldürttü.
27Erzincan’ın Tercan bölgesine geldiğinde askerler açıkça itaatsizliğe başladı. Yeniçeriler
parçalanmış çarıklarını mızraklara takarak “istemezük” diye bağırıp kazan kaldırdılar. Hatta
Yavuz’u öldürmek için çadırına kurşun atıldı.
Bütün bu karşı koymalara rağmen, Yavuz planından vazgeçmedi. Hatta askerin karşısına
çıkarak şöyle konuştu:“...Düşmana yaklaştığımız şu anda alçakça bir tavırla geri dönmeyi
istemek, kahramanlık azmine yakışır mı?Kahramanlık göstermekten korkanlar karılarının
yanına dönsünler siz harbe gitmezseniz ben yalnız başıma giderim.”(22)
Bu ateşli konuşma bir kısım askeri coşturdu. Bu coşkuyla yola devam ediydiyse de, yolda bir
yeniçeri, Yavuz’un yolunu keserek öldürmek istedi. Ama asker yakalanarak derhal öldürüldü.
Yavuz’un İran Seferi’ne ordunun özellikle yeniçerilerin karşı koyduğu kesindir. Buna karşılık
Yavuz’u destekleyenlerin de bulunduğunu gösteren herhangi bir belge ele geçmiş değildir.
Örneğin, ulema bile bir hamiyyet gösterisi yapıp Yavuz’u desteklediğine ait bir tutum içine
girmez. Bu konuda Yavuz’un lehinde bir delil olmamasına Prof. Dr. Faruk Sümer oldukça
üzülüyor. Bu duruma “hayret verici” bir gerçeklik diyor.(23)
Defterdar Piri Mehmet Paşa ise taarruzla ilgili olarak şöyle diyor:
“Akıncıların büyük bir kısmı Alevidir. İhtimal bunlar gizlice düşmanın Şiilik mezhebine
inandırılmış olabilirler. Bunlara düşünme vakti bırakıldığı takdirde onların tarafına geçmeleri
ve hiç olmazsa isteksiz ve gevşek hücum etmeleri ihtimali vardır. Bu sebeple muharebenin
tehiri tehlikeli olabilir. Şafakta taarruza geçilmesi doğru olur.”(24)
Bu savaşta Osmanlı ordusunun mevcudu 120 bindi. Bunun 80 bini sipahi, 10 bini de
yeniçeriydi. Şah İsmail’in kuvveti ise sayıca bunun yarısı kadardı. Üstelik Safevi ordusu ateşli
silahlardan da mahrumdu.
Çaldıran Savaşı’nı Osmanlı ordusu kazandı. Şah İsmail’in ordusundan 14 Han, Yavuz’un
ordusundan 10 Sancak beyi öldürüldü.
Şah İsmail’in bütün mal varlığı, hazineleri Osmanlı’nın eline geçti. Şah İsmail’in eşi Taçlı
Hatun’un esir düştüğü savaşta çok sayıda asker öldürüldü.
Çaldıran mağlubiyeti zaferden zafere koşan Safevi hükümdarında derin bir manevi çöküntü
yarattı ve Şah İsmail kendini içkiye verdi.
Yavuz, Çaldıran dönüşünde de Anadolu’nun kilidi olan erzincan-Kemah kalesini fethetti. Şah
İsmail’in Erzincan Valisi Rumlu Nur Ali Halife’yi de, Dersim Ovacık’ta Tekir Yaylası
denilen yerde ağır bir yenilgiye uğrattı.
Böylece Safevi devletinin Anadolu’daki genişlemesi kesinlikle engellendi. Çaldıran zaferi
Doğu Anadolu’yu Osmanlı’ya açmıştı ama, bu Osmanlı-İran savaşlarının bittiği anlamına
gelmiyordu. Ayrıca bu seferlerin sonucu olarak Celali ayaklanmaları da tarih sahnesinde baş
göstermişti.
Böylece kuruluşunda önemli ölçüde Türk, Türkmen, Kürt ve Şii nüfusun olduğu Safevi
devletini gene Türk ama Sünni Osmanlı devleti yenilgiye uğratmış oldu.
Çaldıran’da karşılaşan iki ordunun askerlerinin çoğunluğunun aynı dili (Türkçeyi)
konuştuğunu birçok tarihçi yazar.
Gene çoksayıda tarihçi Safevi devletinin hem dayandığı kitle açısından hem devlet teşkilatı v
ekültür bakımından tarihte Türk devleti olarak geçen birçok devletten daha çok Türk
özellikleri taşıdığını öne sürer. Safevi devletinin resmi dili de Türkçeydi.
Doğan Avcıoğlu bu konuda, “Safevi devleti, onaltı Türk devleti arasında yer alan Gazne ve
Hindistan Babür İmparatorluklarından, hatta İran Büyük Selçuklu Devletinden daha çok Türk
devletidir” diye yazar.(25)
Yavuz Sultan Selim, Çaldıran zaferinden sonra, 1517 yılında Mısır’ı fethederek Şii
İsmaililerin devletine de son verdi. Yani Yavuz’un doğu seferi Şii savaşıydı. Mısır’ı fetheden
Yavuz, Mısırlıların elinden hilafet makamını da aldı. Asırlardır birçok savaşa ve müslüman
kanının dökülmesine sebep olan hilafet artık Osmanlı’daydı.
28Yavuz Sultan Selim, koyu Sünnilik taraftarı idi. Hilafet makamını elde ederek üç yüz milyon
Müslümanın halifesi olmak O’nun en büyük ideallerinden biriydi.