Hz. Ali ve Alevilik
Çetin BAL: Sevgili okurlarım ben aslen Alevi bir aileden geldiğimi söylemeliyim.Genetik olarak ruhsal bir gözle soy secereme baktığımda tarihsel olarak Yunanlı filozof Eflatun (platon) ile kan bağım olduğunu söylemeliyim.Aldığım kültür boyu türkmen ve kürt kimliğine sahiptir.Genetik olarak Hintli bilge Buda'ya ve Hz. Muhammete kadar gelen Atlantis ve Mu bilgeliğine kanallık eden ruhsal elektiriğin Eflatun vasıtası ile genetik düzeyde bana kadar ulaştığını düşünüyorum. Aynı genetik uzantının varisleri olan sayısız peygamberlerin de bu açık genetik kodlar sayesinde evrensel nura bir kanal teşkil edebildiklerini söylemeliyim. Potansiyelde tün insanlığın aynı genetik potansiyele sahip olduğunu ama bazılarımızda bu genetik dizinlerin ansızın faaliyete geçtiğini düşünüyorum. Bin yıllardır uyuyan genom kodlarının açılması diyelim.Bu özel DNA dizininin nesilden nesile geçerek aramızdan bazılarınının o ilahi enerjiye daha kolay kanallık etmesinde yardımcı olmaktadır. Bu özel kişilerin o ilahi enerjinin fizik bedenlere dolması vesilesi ile ilahi bilinci taşıyan kutsal kase mertebesinde görev icra ettiklerini düşünüyorum.Sonuçta genetik materyal düzeyinde her ne kadarda evrenin bilincine açık bir kanal olabilmekten bahsetsekte o bedenle bütünleşen zihnin, ruhsal enerjinin titreşim kalıbıda evrensel enerjiye kanallık yapabilecek titreşimsel ahenge sahip olabilmelidir. Zihin bedeni emri altına alabilmelidir.
Beni tasavvuf konularında yetiştiren üstadım Sünni mezhebindendir.Eğer benim başım ilmi olarak gök kubbeye değiyorsa bana sırlı ilimlerin kapısını açan üstad Muzaffer Kınalı'nın ilminin yıldızlara değdiğini söylemeliyim. Üstad ise Arap kökenli olup Hz. Muhammet'le yedi göbek öteden akrabadır.
Ben bu sayfalarda doğrudan Alevilik düşünce ve felsefesine girmeye çekindim açıkcası. Çünkü Türkiyede genel toplum nufusu Sünni ağırlıklı olduğu için ve Sünni toplumlarda ağır ön yargılarla ve Alevilik hakkında yanlış zanlarla dolu oldukları için Alevi kavram düşün dünyasına açıkcası hiç girmek istemedim.Daha doğrusu dünya genelini düşündüğümüzde islami kavram ve düşüncelerede girmek ve burda bunları yazmak istemedim. Çünkü dünyanın büyük bir geneli Hristiyan. Büyük bir genelide tamamen materyalistik bilimsel bir bakış açısına sahip. Ama şu var, kim olursa olsun, ister dinci olsun ister ateist yada farklı mezheplerden de olabilir, Hintli olabilir, Türk yada Arap yada Kürt olabilir yada mezhepsel dinsel olarak Yahudi, Sünni, Şii, Alevi, ortadoks, katolik olabilir... Eğer evrensel bir gerçeği açıklamaya çalışırken, dini, mezhepsel, etniksel bir takım ayrımlara yönelirsek ve önyargılı bakış açısı ile dolu olursak o zaman dar ve sınırlı kültür konseptleri içinden evrensel olana vurgu yapmak oldukça zor olur.
Aleviliği, Anadolu Tasavvuf Felsefesi'ni anlamadan, bilmeden Hz. Ali'yi ortadan kaldırmaya ve yok saymaya kadar giden Emevi-İslam provakasyonunun etkisi altında kalmış tek başına Sünni bir inanç yapılaşması içinde gerçek islama dair evrensel verilere ulaşmak oldukça zor. Bu açıdan tüm islam mezheplerini bir arada düşünerek İslam gerçeğini anlamaya çalışmak daha doğru olur kanaatindeyim.
Tabi bunu böyle düşünürken ben insanlık değer yargılarınıda her zaman göz önünde bulundurmaya çalıştım. Fakat dinler içindeki insanları birbirinden ayıran birbirine düşman gözü ile bakmalarına neden olan yanlış algılamaları kaldırdığımızda ortak insanlık değerlerinde buluşabileceğimiz bir zemin oluşturmuş oluruz. Ben insanları birbirine düşman edenin dinlerin doğrudan kendileri olduğunu düşünmüyorum. Eğer Hz. Ali'nin ahlakını haleti ruhiyesini gerçekten yaşamlarımıza aktarmış olsak tüm dünya cennet olurdu. Tüm insanlarda kardeş olurlardı. Ben kendi adıma diyebilirimki dünyaya nasıl bir hukuksal yada dini yada siyasi bir sistemi(yönetimi) getirirsek getirelim ahlaklı insanlar yetiştirmedikçe insanların içlerindeki EGO yu ortadan kaldırmadıkça adil ve adaletli bir yönetimin oluşması mümkün değildir. Genetik bir devrimle zeki nesiller yetiştirmeli, ahlaklı insanlar yetiştiren devrimci eğitim sistemiyle de erdemli nesiller yaratılmalıdır.
İnsanlar her zaman dindeki şekli temalara çok büyük önem verirler. Oysaki bu dinsel şekiller ve dindeki evrensel ruhaniyete vurgu yapan öğretici dini liderlerin yaşam temaları üstünde zaman içinde abartılı süslemeler yapılabilir. Dini liderin öğretisi efsanevi bir yaşam öyküsü ile süslenebilir. Hz. İsa'nın doğumu ve onu çevreleyen 12 havarisi gibi.Ama kişi her ne kadarda basit ve mütevazi bir hayat sürsede halk kitleleri ve yöneticiler bu öğretiyi farklı çerçeveler içine alarak siyasi bir erk (güç) oluşturmak isteyebilirler.Bu Hz.İsa'nın, Hz. Muhammet'in, Hz. Musa'nın yada Hintli bilge Buda'nın öğretilerinin başına gelmiş kaçınılmaz bir otoriteleştirme sürecidir.Tüm evrensel ruhani öğretiler siyasal bir güç ediminin araçları haline gelmişlerdir.Tüm bu evrensel ruhsal öğretiler kendi zamanları içinde yada sonraki nesiller tarafından insanlık kültürünün diğer efsanevi, mitsel inanç ve kültür temellerindeki figürlerle, destanlarla birleştirilmiş olabilirler.Mesela bugün tüm dinlerin temelindeki bir takım kavram ve anlatıların eski mısır ve antik yunan dönemi arşetiplerine dayandığını söyleyebiliriz.
Fakat şu var...
Hz. İsa'da eski yunanlı filozof platon'un fikri esinlenmelerini bulmak yada İslam dininde roma hukukunun esintilerini bulmak ya da geçmişin bilgeliğine ait fikri, inançsal temaları yeni bir devrimsel fikrin içinde bulmak, görmek o fikrin o devrimci düşüncenin doğrudan bir kopya olduğunu göstermez.
Tüm mitolojiler, efsaneler, söylentiler, kadim bilgiler, felsefi öğretiler insan varlığının görkemli gerçeğine dair bir işaret ve yol gösterici bir levha görevi görürler. Kimilerinin zihinleri gerçeği o levhadaki sembolik betimlemelerle özdeşleştirir.Kimileri sembolik tanımlamaların ve figürlerin ötesinde işaret edilen yere doğru zihinlerini yükseltmeye çalışırlar. Kimileri bu kadim tarihsel bilgiler bütününü insanları eğlendirmek için söylenmiş edebi hikayeler, hoş sözler olarak görürler. Tanrı bile dinsel metinler içinde diyor ki ''ben insanı kendi suretimde yarattım.'' Kendi suretimde yarattım ne demek? Normal sıradan bir insan kelimeyi ilk anlamı ile ele alıp tanrınında insan gibi eli kolu bacağı olan iki gözü olan ve gökyüzünde oturan ve herkesi gözetleyen insan gibi bir varlık olduğunu düşünür.Burada insan derken kelimenin mahiyetini anlamak lazım. İnsan kavramı burada bilinçli düşünen yaratık manasındadır. Bu evrensel mesaj orion takım yıldızlarındaki bir güneş sistemi çevresinde dönen farklı gezegenlerin yaratıklarınada söylenebilirdi. Tanrı (ilahi bilinç) o yaratıklara hitaben ben kertenkele tipindeki siz sürüngenleri kendi suretimden (nurumdan) yarattım da diyebilirdi. Buradaki suret ( yüz, benzeyiş, beniz) kavramı insansı yada farklı formlardaki canlı türleri içinde beliren evrenin sınırlı bilincini ve şuur kavramını ifade etmek için kullanılmıştır.
Aslında bu sembolik tarifleri çözmek için çok büyük bir zekaya ihtiyaç yoktur.Samimi bir arayıcı, samimi içten düşünen bir akıl bu gerçekleri görebilir.Yeter'ki akıl o noktaya gelmek istesin. Samimi olsun.
Hz. Ali ve Alevilik...
Anadolu Alevileri Hz. Ali'yi ve tarihsel çizgisini sevip saydıkları için çeşitli suçlamalara tabi tutulmuşlardır. Emevi Müslümanları; Alevileri ve Bektaşileri Hz. Ali ve Ehlibeyt'ini çok seviyorlar diye, onları; Hz. Muhammet'i sevmemekle Hz. Ali'yi, Hz. Muhammet'ten üstün görmekle suçlamışlardır. Aleviler, Hz. Muhammet'i son peygamber, Hz. Ali'yi ise Hz. Muhammet'in velisi, halifesi olarak görürler. Allah; Muhammet ve Ali'yi birbirlerinden ayırmazlar. Bir bütünün parçaları olarak kabul ederler. Hz. Muhammet'in Hakka yürümesinden sonra O'nun değerli mirasının Ali'de olması gerektiğine inanan Aleviler, Ali'yi sevmenin Hz. Muhammet'i sevmenin Allah'ı sevmekle bir olduğuna inanırlar.
Hz. Ali'ye sevgi, saygı ve bağlılık bir yol ayrımıdır. O'na sevgi, saygı ve bağlılık Hz. Muhammet'e ve Ehlibeyt'ine bağlılıktır. Aleviler Ali'ye karşı olmanın Hz. Muhammet ve Ehlibeyt'ine karşı olmak; O'da ve Allah'a karış olmaktır, diye düşünürler. Hz. Ali'yi, Aleviler- Bektaşiler severler. O'nu tüm insanların sevmesi gerektiğine inanırlar. Alevi ozanları, düşünürleri, dedeleri, babaları Hz. Ali'yi severler. Hallacı Mansur, Seyyid Nesimi, Fuzuli, Yemini, Pir Sultan Abdal, Şah İsmail, Harabi, Kul Himmet, Virani v.b. ozanlar bu coşkun sevgi ve saygıyı eserlerinde vermeye çalışmışlardır. Hilmi Dedebaba bu sevgi ve saygı selini bu şiiri ile şöyle ifade etmiştir.
Tuttum aynayı yüzüme Ali göründü gözüme Nazar eyledim özüme Ali göründü gözüme Hû Alim hû Hû Şahım hû Adem baba Havva ile Hem Alleme'l esma ile Çarh-I felek sema ile Ali göründü gözüme Hû Alim hû Hû Şahım hû Hz. Nuh Neciyullah Hem İbrahim Halilullah Sina'daki Kelimullah Ali göründü gözüme Hû Alim hû Hû Şahım hû İsa-yı ruhullah O'dur İki alemde Şah O'dur Müminlere penah O'dur Ali göründü gözme Hû Alim hû Hû Şahım hû Ali evvel Ali ahir Ali batın Ali zâhir Ali tayyip Ali Fâhir Ali göründü gözüme Hû Alim hû Hû Şahım hû Hz. Ali'ye verilen önemli ve coşkun Ali sevgisini birde Mevlana Celaleddin Rumi'den görelim: "Cihan'ın temeli suret buluncaya kadar varolan Ali idi.
Yer resmedilinceye, zaman husule gelinceye kadar varolan Ali idi. Veli vasıf olan, Şah Ali, cömertliğin, keremin, bağışın sultanı idi. Ali'den ötürü melekler Adem'e secde ettiler. Adem bir kıble gibi idi, secde olunan Ali idi, Adem'de Şit'te Eyyüp'da İdris'te, Yusuf'a, Yunus'ta, Hud'da, Musa'da, İsa'da, İlyas'da, salih'de Davud'da, Ali idi. Nefsin tamamından ötürü Cihan sofrası üzerinde elini bulaştırmayan kahraman aslan Ali idi. Kuran'ın yer yer ayetlerinde Tanrı'nın ismetini vasfı ile öğdüğü Kuran sırlarının kaşifi Ali idi… Hayber kalesinin kapısını bir hamlede koparıp açan o kaleler fatihi Ali idi. Afaka her bakışından gördümki, yakın yüzünden her varlıkta var olan Ali idi. Bu küfür olmaz küfrolan söz bu değildir. Cihan var oldukça Ali varolur. Cihan varolurken de Ali vardı. Tebriz'in Şems-ül hakkı Cihan'ın gizli ve açık sırlarından her ne gösterdiyse hepside Ali idi" .
Görüldüğü gibi Alevi-Bektaşi olmadığı halde Mevlana'nın, Ali'ye gösterdiği önem, sevgi ve saygı Alevilerle aynı doğrultudadır. Alevi düşüncesi; dünyadaki tüm güzellikleri Allah'ın yansıması olarak görür. Ali insan olarak bunun en güzel örneğidir. Sadece Ali'de değil her İnsan-I Kamil'de Allah'ın yansıması vardır. Her güzellik O'ndan bir parçadır. Hak ademdedir. Anadolu Alevilerinin sevgili, saygılı coşkun Ali sevgisini ve Alevilikte Ali'nin yerini, Pir Sultan Abdal dizelerinde şöyle anlatıyor. Hayali gönlümde yadigâr kalan Allah bir Muhammet Ali'dir Ali Darı geç üstünde namazın kılan Allah bir Muhammet Ali'dir Ali Ali'dir cümle dillerde söylenen Kispetini krallardan bürünen Cebrail'e nur içinde görünen Allah bir Muhammet Ali'dir Ali Aslan olup yol üstünde oturan Selman'a destinde nergis getiren Kendi cenazesin kendi götüren Allah bir Muhammet Ali'dir Ali Yer gök arasına nizamlar kuran Ak kağıt üstüne yazılar yazan Engür şerbetini kırklara ezen Allah bir Muhammet Ali'dir
Ali Şah Hatayi'de Alevi düşüncesindeki Hz. Ali'nin yerini ve O'na duyulan sevgi ve saygının yüceliğini şöyle ifade ediyor; Hak Muhammet Ali üçü de nurdur Birini alma sen üçüde birdir. Onların koyduğu bir doğru yoldur Danıştı Muhammet böyle der Ali Ali'dir cesedin kendisin yuyan Yuyup kefeniyle tabuta koyan Ali'dir devesin kendisi güden Hak ile Hak olan Arslan Ali Şah Hatayi'm der Muhammet Ali Anlardan öğrendik erkânı yolu Ali Muhammet'tir, Muhammet Ali Biz Muhammet Ali diyenlerdeniz Kul Himmet ise Alevi düşüncesindeki Ali'nin yerini şöyle anlatıyor. Ali'dir cümle eşyaya zat olan Ali'dir ölmüşlere hayat olan Ali'dir gelip her işte mevut olan Güzel şahı server serdar Ali'dir Ali'dir İsa'ya ruhullah olan Ali'dir Musa'ya fahrullah olan Ali'dir Habibullah'a Beytullah olan Tur-ı münacatı ekber Ali'dir. Anadolu'nun önemli evliyalarından Abdal Musa Sultan ise; Hz. Ali ve Hacı Bektaş Veli'nin yerini Alevi düşüncesinde şöyle ifade ediyor: Güvercin donuyla Uruma uçan Cümle evliyanın üstüne geçen İmamlar evinin kapısın açan Varmıdır hiçbir er Ali'den gayri Hünkar Hacı Bektaş Veli'den gayri Anadolu Alevilerinin gene önemli ozanlarından Virani ise, Alevi düşüncesinde Hz. Ali'nin yerini şöyle ifade ediyor.
Biz Urum abdalıyız bildik hidayettir Ali Başımızda tac u devlet hem saadettir Ali Biz Urum abdalıyız zahid hüdamızdır Ali Hayy u Kuyyum-ı ebed nur-ı bekaamızdır Ali Evvel ü ahır Ali'dir nokta-i ferd-i Huda İbtidadır ibtida hem intihamızdır Ali Ali'dir sahibi Kuran Ali'dir Ali candar Ali canandır Ali Ali dindir iman Ali candır Ali canan Eder cümle şeyi destan Ali'dir Halık u Hallak Viran Abdal fakirin zikri daim Ali hak'tır Ali Hak'tır Ali hak Filozof Neyzen Tevfik ise, İkrarname adlı Hz. Ali ile ilgili uzun şiirinde Alevi-Bektaşi düşüncesinde Hz. Ali'nin yerini şöyle ifade ediyor Rüsiyahım, pür günahım yok yüzüm Peygamber'e İstemem bir türlü gitmek böyle rûz-ı mahşere Eylerim belki tesadüf der iken bir rehbere Düşmüşüm elsiz ayaksız Astıan-I Haydar'e Merhamet et halime herşeye agâhım Ali Var mı Senden başka söyle ilticagahım Ali
Hz. Ali ve İlahi Felsefe
Felsefe, “var” olan bir şeyi tanımak ve onu “yok”tan ayırt etmektir. Akli evrenbilimine felsefe demektedirler. Biz “Ali ve ilahi Felsefe” konusunda iki boyutu ele almaya çalışacağız: Teorik ilahi felsefe ve pratik ilahi felsefe.
Ali ve Teorik İlahi Felsefe
Eğer felsefeyi “nesnel/özdek alem karşısında insanın ussal alem oluşu” diye tefsir edecek olursak Ali (a.s)’da ilahi bir filozoftur. Çünkü hem alemin yaratılışı hakkında söz söylemiş ve hem de alemin sonunu gözden geçirip açıklamaya çalışmıştır. Bu konuda o kadar derince söz etmektedir ki felsefe aleminde hiç kimse böylesine sözler edememiştir. Ali (a.s)’ı yaratılış, ahiret ve alemin varlık ve yokluğu hakkındaki ilahi ve derin ilmi oldukça geniş ve kapsamlıdır. O, gözlerde tam manasıyla basiret sahibi bir filozof olarak tecelli etmektedir. Bizzat Hz. Ali (a.s)’ın kendisi varlık aleminin yaratılışı hakkındaki ilmi hususunda şöyle buyurmaktadır: “Ben görmediğim Rabbe ibadet etmem.” Yani ben sadece Allah’ı tanımakla kalmadım, ben Rabbimi can gözümle görüyorum ve ben asla görmediğim Rabbe ibadet etmedim.
Yine alemin gerçeği ve kainatın sonu hakkında da şöyle buyurmaktadır: “Perdeler kalksa bile yakinimde herhangi bir artış olmaz.” İnsanlar ise gaflet uykusundadırlar. Ölümleri gelince uyanırlar. Eğer tabiat aleminin varlıksal perdeleri kenara itilecek olursa yine de Ali (a.s)’ı varlığın hakikati ve yaratılış felsefesinin künhü hususunda yakininde herhangi bir artış olmamaktadır. Zira onun için zaten hiçbir perde ve engel söz konusu değildir.
Vahiy, nübüvvet ve risalet hakkında da bu ilahı filozofun ilmi mümkün olan en üst düzeydedir. Nitekim, bizzat kendisi şöyle buyurmuştur: “Ben vahyin kokusunu alıyor ve nübüvvet nurunu görüyorum.”
O halde müminlerin emiri tanrıbilim, ahiretbilim ve vahiybilimde müşahede makamına erişmiş bir hekim ve bir filozoftur. Bizzat Hz. Ali’nin kendisi bu üç şuhudu şöyle tabir etmiştir: “Beni kaybetmeden önce sorun; şüphesiz ki ben, göğün yollarını yeryüzünün yollarından daha iyi bilirim.” Dolayısıyla İslami felsefeyi, gayb alemini şahadet aleminden daha iyi tanıyan böylesi hikmet sahibinden almak gerekir.
Hz.Ali'nin ışığında Nedensellik İlkesi
İslami felsefenin temel ilkelerinden biri de nedensellik kanunudur ve hakikatte bu nedensellik kanunu beşeri tüm düşüncelerin ve kanunların temeli konumundadır. Nehc’ul Belaga’da Seyyid Razi’nin (Allah ondan razı olsun) içeriğinin yüceliğini itiraf ettiği ve “bu hutbenin içeriği diğer hutbelerde yoktur” dediği bir hutbe vardır. En derin, ilahi felsefe konularıyla dolu olan bu hutbe Allah’a hamd ile başlamada ve şöyle devam etmektedir:
“Bizzat tanınan her şey sonradan yaratılmıştır ve başkasıyla kaim olan her şey maluldür/sonuçtur.” Yani bizzat tanınması mümkün olan, filozofun husuli/kesbi ilmiyle ve arifin şuhudi ilmiyle tanınan her şey artık yaratıcı olamaz, aksine o bir yaratıktır. İlimle ulaşılabilen her şey (ister burhan ve isterse de irfan yoluyla fark etmez) her şey bir yaratıktır; yaratıcı değil. Zira bizzat fikir, mütefekkir ve tefekkürü yaratan ve büyük Arif Şebüsteri’nin ince tabiriyle “cana düşünceyi öğreten” Allah, artık her hangi bir filozofun ilminin erişeceği bir ilah değildir. Eğer arifin şuhudu varsa şahid ve şuhudu da bizzat O yaratmıştır. Şahidi yaratan asla ona meşhut olmaz. “bizzat bilinen her şey yaratıktır.” Bu yüzden Allah’ı ilimle değil, ayetleriyle tanımak gerekir. “Allah sizleri nefsinden sakındırır.” Yine “başkasıyla kaim olan her şey maluldür/sonuçtur.” Yani bir nedeni vardır. Bu şey ister maddede var olan bir suret, ister “konu”da olan bir ilinek ve isterse de bedenle varolan bir nefis olsun hiç fark etmez. Kendinden başkasına dayanan her şeyin mutlaka bir nedeni vardır. Bu şey, maddi, bağımlı ve maddeye bulaşmış bir varlık ise hem hazırlayıcı ve hem de faili/yapan bir nedene sahiptir. Ama eğer bu şey soyut bir şey ise yani maddeye aidiyeti yok ise ve sadece faili bir ilke dayanıyorsa yani, hululi kıyamı değil de suduri kıyamı var ise, o da hakeza maluldür, yani, nedeni vardır. “başkası ile kaim olan her şey maluldür; bir nedeni vardır.”
Yukarıda Nehc’ul Belağa’dan naklettiğimiz bu nedensellik ilkesi varlık alemini bir neden-sonuç ilişkiler yumağı olarak kabul etmektedir. Dolayısıyla hem baht ve şansa inananların tesadüfünü nefyetmekte, hem bazı batılı bilginlerin kabul ettiği tedai/çağrışım şüphesini reddetmekte ve hem de Eş’arilerin “adet cari oldu” inancını iptal etmektedir. Zira nedensellik bu üç ekolden hiç biriyle uyuşmamaktadır. Dolayısıyla varlığı, zatının aynısı olmayan her varlık, bir nedene muhtaçtır. Başkasına ne hululi ve ne de suduri bir aidiyeti olmayan, salt varlık olan varlık ise bütün sonuçların nedenidir. “Allah-u Teala “kül”dür, (tümel bir gerçektir.) ve her şey O’nun sonuçlarıdır.”
Hz. Ali bu tümel nedensellik ilkesini başka bir hutbede de beyan etmekte ve nedensellik nizamını inkâr eden mülhitlerin hiçbir delilinin olmadığını ve sözlerinin hiçbir dayanağının bulunmadığını göstermektedir.
Nitekim Hz. Ali (a.s) şöyle buyurmuştur: “Alemi mukadder/tedbir edeni inkar edenler ve varlık aleminin müdebbirini/idare edenini reddedenler ne de kötüdürler. Onlar; insanın hiçbir ekincinin ekmediği bir ekin olduğunu mu sanıyorlar?” hakeza; “Acaba, akıl sahipleri için mimarsız bir bina ve canisiz bir cinayet düşünülebilir mi?”
Hz. Ali’nin bu sözleri tümel nedensellik kanunu temsil etmektedir.
Usul-i Kafi, Kitab’ul Hüccet’te bu anlamın beyanında İmam Sadık (a.s)’dan şöyle bir rivayet nakledilmiştir: “Allah tüm her şeyi bir sebeple cari kılmıştır. Her sebebe bir açıklama, her açıklamaya bir ilim ve her ilme bir kapı karar kılmıştır. O kapıyı tanıyan Allah’ı tanımış ve o kapıyı inkar eden de Allah’ı inkar etmiştir ve bizler o kapıyız.”
O halde; varlık ve yaratılış alemi bu ilahi filozofa göre nedensellik esasına dayalı bir alemdir ve bu alemde Allah bir neden; diğer varlıklar ise birer sonuçtur.
Ama Allah bu alemi nasıl yarattı? Allah’ın yaratışı, maddeleri harekete geçirmek midir? Yoksa madde ve hareketi yaratış mıdır?
Allah-u Teala’nın Failiyet Niteliği
Buraya kadar da anlaşıldığı üzere Ali (a.s)’ın ilahi felsefesinde bu evren nedensellik ilişkisine dayalı bir evrendir ve Allah kendinden başka her şeyin nedenidir. Acaba Ali (a.s)’ın söz konusu ettiği bu nedensellik, diyalektik esasına dayalı bir nedensellik midir? Yoksa; ilahi felsefenin yüce zirvesinde sözü edilen nedensellik midir?
Allah-u Teala’nın faaliyet türü nasıldır? Allah’ın işi “hareket” ile birlikte midir? Yoksa hareket yüce makamından uzak mıdır? Hz Ali (a.s) bu sorulara büyük bir dikkat ve derinlikle cevap vermektedir ki; “Ne zatı hareket eder ve ne de zatının aynısı olan zat-i sıfatları harekette bulunur.”
Nehc’ul Belağa’da genelde bir çok hutbelerde ve özellikle de söz konusu olan 186. Hutbede Hz. Ali şöyle buyurmaktadır: “Allah faildir; hareket olmaksızın." Yani Allah ne fikri hareket ve ne de bedensel hareketle nitelendirilemeyecek bir failliğe sahip bir faildir. Allah’ın failiyeti ne nefsi hareket ile iç içe olan mütefekkir insana benzer ve ne de işlemesi için organ ve araçların hareketiyle araç ve aletlere muhtaç olan diğer maddi varlıkların failiyetine benzer. “Allah faildir; hareket ve aletten yararlanma anlamında değil.”
Hazret hutbenin devamında şöyle buyurmuştur: “Allah da sükun ve hareket cari olmaz” (228. Hutbenin devami) Allah Teala “Hareket kanununa” mahkum değildir. Allah’ın ne hareketi ve ne de sükunu vardır. Zira bu her ikisinin mahzeni de maddedir. Allah; maddeyi yaratan, “sabit” bir varlıktır; ne sakindir ve ne de hareketli; “kendisinin cari kıldığı kendisine cari olur mu? Kendisinin başlattığı kendisine döner mi? Allah’ın yarattığı kanun, kendisine hükmedebilir mi?
Hz. Ali’ye Göre Tanrıbilim
Ali (a.s)’ın felsefesi salt ilahi bir felsefedir. Dolayısıyla diyalektik ve diğer maddi görüşler bu değerli ve ilahi şahsiyetin düşünce ufuklarına yükselemez.
O, Allah hakkında, öyle bir “zat” ispat etmektedir ki aynı ispatla bütün zati sıfatları da beyan etmektedir. Hz. Ali şöyle buyurmaktadır: “Allah’ın künhüne ermek mümkün değildir. Zira mütefekkir, fikir ve tefekkür hep onun mukaddes zatının nurundan vücuda gelmiş şeylerdir. Allah’ın feyzi hepsine vücut vermiştir. Ancak buna rağmen açıkça şöyle denilebilir ki: “O’nun bir benzeri yoktur.”
Yaratıcı ile yaratığın irtibat şekli ve yaratıcıyı yaratıkları vasıtasıyla tanıma niteliği hakkında ise şöyle buyurmaktadır: “Allah her şeydedir; karışmaksızın.” Yani o her şeyin içindedir, onlara karışmaksızın. Dolayısıyla kendini Allah’tan hariç gören ve sonra da Allah’ın zatı hakkında tefekkür eden mütefekkir biri bulunabilir mi? Hz. Ali (a.s) her mütefekkiri tefekkürüyle, kıyasının iki önermesiyle, fikri sonucu ve delil teşkil eden burhanıyla tümden Allah-u Teala’nın vücudi hakimiyeti altında görmektedir.
O halde hiçbir akıl Allah’ın künhüne eremez ama, bütün bunlara rağmen kolayca şunu da idrak edebilir, “O’nun bir benzeri yoktur.” Evet bunu kolayca anlamak mümkündür. Bir filozofun düşünce yüceliği ve bir arifin şuhut derinliği ile, bu gerçeği anlamak olasıdır. Bu sınırı geçecek olursa hiçbir mütefekkirin düşüncesi Allah-u Teala’nın hakikatini derk edemez. “himmetlerin yüceliği O’nu derk edemez ve akıllar O’nun vücut denizine dalamaz.” (Nehc’ul Belağa 1.hutbe) Filozof kimse; fikriyle ne kadar uçarsa uçsun onu tanıma zirvesine asla ulaşamaz. Arif kimse de şuhut denizinde ne kadar yüzerse yüzsün zatının derinliklerine asla varamaz.
Ali (a.s) ve İlahi Tevhid
Nehc’ul Belağa’nın ilk hutbesinde de okuduğunuz gibi Allah’ın ezeliyet ve sınırsızlığıyla çelişen bir şey asla Allah’ı nitelendiremez.
“Dinin evveli, O’nu tanımak, O’nu tanımanın kemali; O’nu tasdik etmek, O’nu tasdik etmenin kemali; O’nu birlemek, O’nu birlemenin kemali; O’na ihlaslı olmak ve O’na ihlaslı olmanın kemali ise O’ndan sıfatları nefyetmektir.”
Bu ilahi filozofun, yaptığı derin açıklamalar sayesinde sonraları Farabi ve Şeyh İşrak gibi öğrenciler bundan “salt şeyde ikilik olmaz” kaidesini anlamakta, Sadr’ul Muteellihin (Molla Sadra) gibi öğrencisi ise “yalın hakikat” gerçeğini idrak etmekte ve Allame Tabatabai gibi bir öğrenci ise (Allah hepsinden razı olsun) zati mutlakıyet hakikatini anlamaktadır.
Bu dalgalanan deniz, bakın nasıl da delil getirmekte ve şöyle demektedir: “O’na ihlaslı olmanın kemali, O’ndan sıfatları nefyetmektir." Allah’tan hangi sıfatları nefyetmek gerekir? Elbette mevsuftan (nitelendirilenden) ayrı olduğuna şahadet eden sıfatları... “O mevsuf da aynı zamanda sıfatlardan ayrı olduğuna şahadet etmektedir.” Yani, Allah’tan selb edilmesi gereken sıfatlar zaid/arız olan sıfatlardır. Yani; hem zaid olanın ziyadeti, zaid olunandan ayrı olduğuna şahittir. Ve hem de zaid olunan, zaid olan şeyden ayrı olduğuna tanıktır: “Zira her sıfat mevsuftan ayrı olduğuna şahittir ve her mevsufta sıfattan ayrı olduğuna tanıktır.”
Hz. Ali (a.s) bu sözünün ardından ondan sıfatları nefyetmenin nasıl olur da ona tevhitte ihlasın kemali olduğunu beyan ederek şöyle buyurmaktadır: “Allah-u Teala’yı vasf eden, O’nu eşit bilmiş, O’nu eşit bilen, O’nu ikilemiş, O’nu ikileyen; O’nu tecziye etmiş/cüzlere ayırmış, onu tecziye eden, ise O’nu tanımamıştır. O’nu tanımayan, O’na işaret eder, O’na işaret eden, O’nu sınırlamış olur, O’nu sınırlayan ise O’nu saymış olur...”
O halde özetle söyleyecek olursak Allah’ı zaid olan sıfatlarla nitelendirenler, yani; O’nu, kendinden başkasıyla eşit bilenler, gerçekte O’nu sınırlandırmış olurlar. Sınırlandırılan bu varlık ise artık Allah olamaz. Allah salt varlıktır, salt varlığın ise bir kenarı ve kıyısı yoktur. Salt kemal olan şey aynı zamanda salt ilimdir. Yine salt hayattır da... hem kemalleri sınırsızdır ve hem de kemallerle nitelendirilmesi ayniyet esasıncadır; “zata zaid olma” şeklinde değil.
Ali ve Pratik İlahi Felsefe
Buraya kadar söylediklerimiz Hz. Ali (a.s)’ın teorik ilahi felsefe hakkında beyan ettiklerinin bir özetiydi. Pratik ilahi felsefe ise Ali (a.s)’ın mukaddes hayatı ve siretidir. Bu konuda da bizzat şöyle buyurmuştur: “Allah’ın benden büyük ayeti yoktur.”
Ali (a.s)’ın gerçek makamı, “bu yırtık ayakkabım; sizlere yönetici olmaktan, benim için daha değerlidir.” demesi değildir. Fakirin biri yardım dileyince Hz. Ali temsilcisine şöyle buyurdu: “Bu fakire bin tane ver,” temsilcisi şöyle arz etti, “bin miskal altın mı yoksa bin miskal gümüş mü, vereyim?” Hz. Ali (a.s) şöyle buyurdu: “Her ikisi de bana göre taştır” hem altın, Ali (a.s)’a göre taştır ve hem de gümüş. Birisi sarı taştır, diğeri ise beyaz ama, bunlar Ali (a.s)’ın gerçek makamı değildir. Bu sonsuz denizin azametinin bir parçasıdır. Hz. Ali (a.s)’ın çok küçük öğrencileri de bu manevi makamlara erişmişlerdir. Ali (a.s) bir yerde; “Yol uzunluğundan ve azığın azlığından, uzun yolculuktan ve varılacak yerin azametinden Allah’a sığınırım.” (Nehc’ul Belağa 77. Hikmet) diye buyurmuşsa şüphesiz ki makamı bundan daha yücedir. Sahi, yolu Ali (a.s) için uzak olan bu yolculuk nedir? Bu yolculuk Allah’a gitmek midir? O Resulullah’ın yoldaşıdır. O halde bu yolculuk nedir?
Allah’a doğru seyretmeyi bizlere oğlu Ali bin Hüseyin (a.s) öğretti ve bu yolu kat edenler için hiç de uzak bir yol olmadığını bizlere gösterdi. “şüphesiz sana gelen kimse için bu yol yakındır. Şüphesiz sen, kullarımdan örtülü/gizli değilsin; kulların ameli seni onlardan gizlemiştir.”
Allah’a doğru seyretmek salikler/yolcular için sadece iki adımdır.
“Salikin yolu sadece iki adımdır.
Her ne kadar bir çok tehlikesi olsa da
Birisi “hüviyet”in “ha”sından geçmek,
İkincisi varlık sahrasını kat etmektir.”
Ali (a.s) için ne Allah’a doğru gitmek uzaktır ve ne de gizli olan Allah’ın mesajını insanlara ulaştırmak zordur. Ali (a.s) için ne Allah’tan geliş ve ne de Allah’a dönüş zordur. Zira bu yolculuk, Allah’a doğru yapılan bir yolculuktur ve Ali (a.s) bu yolculuğun sonsuz deryasına dalmıştır.
Ama sen ey Nehc’ul Belağa’nın muhatabı, sen kendini tevil et, hayatı değil. Hz. Ali (a.s)’ın beyanı gerçekte Nehc’ul Belağa’nın muhatapları için bir talim ve terbiye gibidir: “Ey insan uyan! Azığın az, yolun ise uzundur.”
Bir adımı kendine, diğerini ise dostun sokağına at.
“Azığın azlığından, yolun uzunluğundan ve (Allah’tan Allah’a) seferin uzaklığından Allah’a sığınırım.
Ali (a.s) hakkın habercisidir. Hakkı hak gözüyle görmüştür. O, ilahi göklerde hakla seyretmek/sefer etmek ister. Yoksa dost vadisine ayak basan, haber getiren ve sürekli dostla olan kimse için bu yol zor değildir. Ali (a.s) Allah’a ne cehennem korkusundan ve ne de cennet şevkinden ibadet etmiş değildir. O Allah’ı ibadete layık gördüğü için ibadet etmiştir. “seni ibadete ehil buldum da sana ibadet ettim.”
Mülhitlerin Şüphesini Reddetmek
Merhum Kuleyni değerli eseri Kafi’de şöyle nakletmektedir: “Ali (a.s) Muaviye ile savaşa giderken bir hutbe buyurdu. Bu hutbesinde kulları Allah yolunda cihada davet etti. Ali, (a.s) hutbenin başlangıcında şöyle demektedir: “O, tek ve samed olan Allah’tır Allah varolan bir şeyden yaratmamış ve olmayan bir şeyden de vücuda getirmemiştir.” (Bu hutbe oldukça uzun bir hutbedir biz sadece bu hutbenin nüktelerinden birini zikrediyoruz.)
Bu hutbede Hz. Ali; derin bir şekilde, mülhitlerin şüphesini reddetmektedir. Öyle ki merhum Kuleyni bu hadisi naklettikten sonra şöyle demiştir: “Bu hutbe Hz. Ali (a.s)’ın meşhur hutbelerindendir ve bu hutbe düşündüğü ve anladığı taktirde tevhid ilmini talep eden herkes için yeterlidir. Peygamber dışında tüm insan ve cinlerin dili bir araya toplansa, hiç birisi tevhidi böylesine beyan edemez.” Yani; içlerinde vahiy ehli ve Peygamberin olmadığı bütün insanlar ve cinler bir araya gelseler ilahi felsefeyi böylesine beyan edemezler.
Mülhitlerin şüphesi ise onların söylediği şu sözdür:
“Allah alemi ya bir “şey”den ya da “şey olmayandan” yaratmıştır. “şey olmayan” kelimesinin sonuna “den” eki getirilemez. Zira; “bir şey” değildir. O halde Allah alemi “şey”den yaratmıştır. O halde madde ezelidir.”
Hz. Ali (a.s) ise bu sözü red ederek şöyle buyuruyor: “Ne Allah “şey”dendir, ve ne de Allah’in işi, “bir şey”den...Allah “şey”dir; “bir şey”den değildir. Ve Allah yaratmıştır; bir şeyden değil. “Bir şey olmaksızın” yaratandır.
Daha sonraları merhum Muhakkik Damat (Kabasat kitabının yazarı); Merhum Kuleyni’nin sözünü Şerh-i Usul-i Kafi’de şöyle dile getirmektedir: “Bir şeyden” sözü “bir şeyden olmaksızın” sözü ile çelişmemektedir. Dolayısıyla biri olmazsa diğeri olmalıdır denilemez. Hz. Ali de şöyle buyurmuştur: “Allah evreni “bir şeyden” yaratmamıştır ki maddenin ezeliyeti gereksin. Ve aynı zamanda: “şey olmayan"dan da yaratmamıştır ki o “şey olmayan” madde sayılsın. Zira; akli kaide esasınca da her şeyin çelişiği, çeliştiği şeyi yok eder. “şeyden”in çelişiği ise “bir şeyden değil” sözüdür; “şey olmayandan” değil.
Sözün sonunda şu noktaya dikkatinizi çekmek istiyorum. Müminlerin Emiri Ali (a.s) Kur’an-ı Kerim hakkında şöyle buyurmaktadır: “Allah-u Teala kullarına; kitabında tecelli etmiştir, lakin; onlar, görmüyorlar."
Söylemek gerekir ki bizzat Hz. Ali de kitabında insanlar için tecelli etmiştir. “Ey insanlar! Kaybetmeden önce Nehc’ul Belağa’yı sorun.” Sadece nasihatleriyle yetinmeyin, hitabeleriyle iktifa etmeyin. Toplumsal ve ahlaki meselelerle yetinmeyin, elbette bunların hepsi lazımdır ama, yeterli değildir. Çünkü, bu sözler, diğer kitaplar da mevcuttur.
İnançlarımızın temeli olan şey, Allah’ı ve ahireti ispat etmek, vahiy ve risaletin gerekliliğini akli burhanlarla beyan etmektir.
İnsanda bütün bunlara inanç ortaya çıkınca; ister istemez vahye teslim olur ve beyan edilmiş anlamlara gönül verir. O zaman da Allah-u Teala katında burhan ile sabit kılınır. Bütün bu burhanları Nehc’ul Belağa kitabında okuyabilirsiniz. Allah-u Teala enbiya, evliya, Allah’ın büyük velisinin mukaddes ruhu hatırına kalplerimizi kitap, itret ve sünnet marifetiyle aydınlatsın.